MÜRSELAT SURESİ1Yemin olsun birbiri peşinden gönderilenlere. Âyetteki gönderilenlerden murat meleklerdir. Melekler, birbirlerini takipte, atın yelesindeki kıla benzetilmişlerdir. Yahut da maksat, at yelesi gibi birbirlerinin peşindeki, cariyelerdir. 2Şiddetle eserek savuranlara. Bu âyetteki ”asfen" ve bundan sonraki âyetlerdeki ”neşran" ve ”ferkan" mastarları, fiilin anlamını kuvvetlendirmektedirler. 3Yaydıkça yayanlara. Allahü teâlâ önce işleri idare etmek, rızıkları yerlerine ulaştırmak, yağmurlar ve rüzgârlarda tasarruf etmek, gece gündüz kulların amellerini yazmak ve ruhları kabzetmek gibi işleri yapmak üzere gönderdiği meleklerden bir taifeye yemin etti. Sonra da vahiy indirirken havada kanatlarını yayan veya şeriatleri yayan, hak İle bâtılın arasını ayıran, peygamberlere zikri veren diğer bir grup meleklere yemin etti. 4Birbirinden iyice ayıranlara. Yani hak ile bâtılı ayıran meleklere. 5İster Hakka uymaları için dünyada ve ahirette kendilerine mazeret olsun diye hak ehline özür için olsun ister hakka uymamaları sebebiyle bâtıl ehline uyarı için, bir öğüt verenlere. Keşfü'l-Esrâr'da şöyle denilmektedir: ”Hiç kimsede, bana bir elçi gelmedi diyebileceği bir kanıt olmaması ve onları Allah'ın azabından korkutmak için Allah'tan yaratıklara özür bildirmektir." İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyetteki ”uzran ev nüzran" kelimeleri ile ilgili olarak şöyle demiştir: ”Allahü teâlâ : ’Ey Âdemoğlu! Ben sizi sırf hatırlatmak veya günahlarınızı bağışlamak veya hatalarınızı onunla örtmek için hastalandırıyorum. Rabbirılz bu hastalığın size çok şiddetli olduğunu şüphesiz bilir. Ben bu konuda size itizarda bulunuyorum,' der."' 6Bak. Âyet 5. 7Sîze vadedilen şeyier mutlaka olacaktır. Bu âyet, bundan önceki âyetlerdeki yeminin cevabıdır. Anlamı şudur: Kıyametin geleceğine dair vadedildiğiniz şey şüphesiz olacaktır. Vadedilen, kıyametin gelecek oluşudur. Çünkü bu âyetten sonra gelecek âyetlerde anlatılanlar kıyamet gününün alâmetleri ve bedbahtlar İçin delillerinin meydana gelmesidir. 8Yıldızlar söndürüldüğü kendileri mahvedilip, yok edildiği zaman. Bu mânâ: ”Yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman..?' (İnfitar: 2) âyetine uygun düşmektedir. Ya da maksat, ”Işıkları giderildiği zaman" dır. Önceki mânâ daha uygundur. Çünkü ışık kelimesinin gizlenmesi için hiçbir sebep ve İhtiyaç yoktur. Anlam İkinci İzaha uygun olsa idi, ışık açıkça söylenirdi. ”Zaman" anlamındaki ”iz" edatının cevabı anılmamıştır. Takdiri şu şekildedir: ”Yıldızlar söndürüldüğü zaman sizin vadolunduğunuz şey meydana gelmiş demektir." Veya: ”Yıldızlar söndürüldüğü zaman tekrar diriltilecek ya da yaptıklarınıza karşılık cezalandırılacaksınız." Yukarıdaki ”Size vadedilen şeyler mutlaka olacaktır" âyeti bu takdire delâlet etmektedir. 9Gök Allah'ın korkusundan dolayı varıldığı aralarında yarıklar oluştuğu, açılıp kapılar meydana geldiği zaman. Daha önceden orada herhangi bir yarık yoktu. ”...Onda hiçbir çatlak yoktur." (Kâf: 6) âyeti bunu bildirmektedir. 10Dağlar savrulduğu, kalburda elenen tane gibi olduğu zaman. Bu sözün bir benzeri de ”Dağlar paramparça olduğu zaman" (Vakıa: 5) âyetidir. 11Peygamberlere ümmetlerine şahitlik etmeye gelecekleri vakit tayin edildiği zaman. Ve kıyametin alâmetlerinden peygamberlerin ümmetleri için geldikleri vakit, kendilerine ”Şehadet için geliniz, şüphesiz onun zamanı geldi" denilir. 12Hangi güne ertelenmişti? Peygamberlere ait işler yani, onların toplanması ve getirilmesi ne zamana tehir edilmişti? Allahü teâlâ bir başka âyette: ”'Allah'ın peygamberleri topladığı gün..." (Mâide: 109) buyuruhnaktadır. Bundan maksat, o günü yüceltme ve korkusundan hayrete düşürmektir. 13Hüküm verme gününe. O gün, yaratıklar arasında hesapların görülüp ayrıldığı, hakların ödendiği, iyi ile kötü arasında hüküm verildiği gündür. 14Hüküm gününün ne olduğunu sana ne bildirdi? Onun ne ve nasıl olduğu konusunda seni bilgilendiren nedir? Çünkü sen onun bir benzerini görmedin. Aynı şekilde senden önce kimse onun şiddetini görmedi ki sen ondan duymuş olasın. Bir önceki âyette ”hüküm günü" geçtiği ve sonraki âyette bu terkibin yerini tutan bir zamir yeterli olduğu halde o günün dehşetinin fazlalığını belirtmesi için, tamlama tekrarlanmıştır. Zira maksat, hüküm gününün açık ve korkunç bir gün olduğunu, onun kadrinin takdir edilemeyeceğini, gerçeğine vâkıf olunamayacağını belirtmektir. Hüküm günündeki şeylerden eşsiz bir şeyi açıklamak değildir. 15O korkunç gün Allah'ın yaratıklar arasında hüküm vereceği günü yalanlayanların vay haline! Yani o gün helak ve felâket onlar için sabittir. ”Vay haline" diye ifade ettiğimiz ”veyl" kelimesinin asıl mânâsı, helak etmek anlamındaki ”ihlâk" tır. Kimilerine göre ise ”veyl" cehennemde bir vadidir. Oraya dağlar düşse hararetinden anında erir. 16Biz Nuh, Ad, Semûd kavimlerini ve Hazret-i Muhammed'den evvelki diğer helak, edilen öncekileri helak etmedik mi? Bu, onların hüküm gününü yalanlamaları sebebiyledir. 17Sonra geridekileri de onların peşine takacağız. Geridekiler, Rasülullahın peygamber olarak gönderilmesinden sonra gelen, küfürde ve yalanlamada önceki kâfirlerin yolunu izleyenlerdir. Yani Biz onları, helak etme konusunda öncekilere tâbi kılarız. Bu âyet, önceki söz üzerine bağlanmış değildir. Çünkü atıf, mânânın şöyle olmasını gerektirir: ”Biz öncekileri helak ettik. Sonra da helak etme konusunda sonrakileri onlara tâbi kıldık." Ama mânâ bu değil. Çünkü sonrakiler henüz helak edilmemişlerdir. Bu yüzden ikinci âyetin fiili olan ”nutbiuhum" kelimesi, meczûm değil, merfu olmuştur. Bu söz, Mekke kâfirleri için bir tehdittir. 18Biz günahkârlara işte böyle yaparız. Yani tüm günah işleyenlere, Bizim sünnetimiz böyle işler. 19O gün Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayanların vay haline! Bu âyet, daha önce geçen aynı anlamdaki âyetin tekrarı değildir. Çünkü önceki alıl ret azabı ile ilgili idi. Bu ise dünya azabı ile ilgilidir. Bürhânü'l-Kur'an adındaki eserde şöyle denilmektedir: ”Bu anlama gelen âyet, bu sûrede on defa tekrarlanmıştır. Çünkü her biri, öncekinin aynı olmayan başka başka âyetlerden sonra zikredilmiştir. Dolayısıyla bu, hoş olmayan bir tekrar değildir. Eğer tekrarlanmasaydı, o zaman kimileri için tehdit bulunurken, kimileri için bulunmayacaktı." Bu sûredeki aynı âyetin tekrarının, Arapların âdeti üzere bir tekrar ve uzatma olduğu da söylenmiştir. Çünkü teşvik ve sakındırma konularında istenileni elde etmekte sözü uzatmak, kısa tutmaktan daha iyidir. Zira açıktır ki her bir fert kendi içinde, tekrarın bir etkisini bulur. 20Biz sizi kudretimizle değersiz bir sudan hor görülen, pis bir meniden yaratmadık mı? Meninin değersizliği, onun azlığı ve hakiri iğidir. 21Onu, meniyi, Allah'ın doğum için takdir ettiği belli bir süreye kadar -bu süre dokuz ay ya da biraz çoktur.- sağlam bir yerde, rahimde, yani annenin karnındaki bir kapta yerleştirdik. Ayetteki ”karar" istikrar yeri, ”mekîn" de sağlam, muhkem yer, demektir. Buna göre mânâ: ”Biz meniyi sağlam bir yerde yerleştirdik. Her türlü tehlikeden salim ve korunmuştur, şeklinde olur. 22Bak. Âyet 21. 23Biz bunu takdir ettik. Maksat, onu yaratmayı, organlarını, renklerini, ana rahmindeki kalış müddetini ve hayatını takdirdir. Bu kelime, bazılarınca da anlaşıldığı gibi, ”gücü yetti" anlamına gelebilecek şekilde ”kadera" şeklinde harekelenmiştir. Ama, doğrusu ”takdir etti" anlamında oluşudur. Nâfî ve Kisâî'nin kıraatleri (okuma tarzları) da bu anlamı te'yid etmektedir. Biz ne güzel takdir ediciler (iz). İbnü Mes'ud bu âyeti bizim anladığımız şekilde anlamıştır. Ayrıca ”Bizim buna, yani onu böyle değersiz bir maddeden istediğimiz gibi yaratmaya ve şekil vermeye gücümüz yeter" şeklinde anlaşılması da caizdir. Âyetin ”fe ni'me'l-kâdirûn" bölümü de bu anlayışa güç vermektedir. Bu açıklamaya göre son bölüm şöyle anlaşılmalıdır: ”Biz ne güzel güç vetireniz. Onu kendi gücümüzle yarattık ve en güzel şekle soktuk." 24O gün, yalanlayanların vay haline! Ebül-Leys'e göre bu ”ilk yaratılışı bilip de, ikinci yaratmayı inkâr edenlere şiddetli azap var," anlamındadır. 25Biz yeryüzünü toplantı yeri yapmadık mı? Allah onlara önce enfüsî yani insanın kendi nefsi ve vücudu ile ilgili nimetlerini tanıttı. Çünkü onlar asıl gibidirler. Sonra peşinden âfâkî yani insanın etrafındaki nimetlerini zikretti. Âyetteki ”kifâten" kelimesi, birbirine katılıp sıkışarak toplanılacak yer demektir. 26Hem dirilere, hem de ölülere. Diriler yerin üstünde, sayılamayacak kadar çokturlar, ölüler de altındadırlar. Bu özelliğinden dolayı anneye benzetilerek yeryüzüne ”anne" denilmiştir. Çünkü anne, evlâdını bağrına basıp barındırdığı gibi, yer de ölü olsun diri olsun insanları sinesinde barındırmaktadır. 27Orada yüce, sabit dağlar yaratmadık mı? Orada nehirler ve kaynaklar yaratmak suretiyle size tatlı su içirmedik mi? O suyu size içecek kıldık, onu içme imkânı verdik. Ebui-Leys bu âyetin, gökten ve yerden size tatlı su içirmedik mi, anlamında olduğunu söylemiştir. 28O gün, bu gibi büyük nimetleri yalanlayanların vay haline! Bu âyette ”veyl" den murat, cehennemdeki vadidir. 29Haydi dünyada yalanlamış olduğunuz şeye, azaba gidin. Yani o gün, yalanlayanlara azarlanarak ve başlarına kakılarak ”gidiniz" denilir. Bunu söyleyenler cehennem görevlileri ve zebanilerdir. 30Haydi üç kola ayrılmış gölgeye yani cehennem ateşinin gölgesine gidin. Bu, ”Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar" (Vakıa: 43) âyetinde bildirilen mânâya benzemektedir. Gölgenin üç kola ayrılmasından murat, büyük dumanlarda görülen bölünmedir. Bu ifade şu şekilde de açıklanmıştır: ”Cehennemden bir dil çıkar ve her tarafı kaplayan bir duman gibi kâfirlerin üzerini kaplar. O dumandan üç parça meydana gelir ve hesapları görülünceye kadar onları gölgeler. O esnada mü'minler ise arşın gölgesindedirler." Kâfirleri böyle bir azaba uğratan şey, beyindeki nefsin gerçekleri anlamasına engel olan şeytanî vehim kuvveti ve nefsin ilâhî niteliklerle nitelenmesini engelleyen hayvani yırtıcı gazap kuvvetidir. Bundan dolayı bir bölüm, kâfirin üstünde, bir bölüm sağında, bir bölüm de solundadır. İnsanda görünen bütün bozuk inançlar ve bâtıl ameller, işte bu üç kuvvetten; vahime, gadabiyye ve şeheviyye kuvvetinden doğar. Bu üç şey, insandan meydana gelen âfetlerin tümünün kaynağı olunca o güçlere göre çeşitli azaplar ortaya çıkar. 31O, ne gölgelendirir, sıcağa karşı gölgelemez. Anılan gölgenin, cehennem sıcağından gölgelemeyen bir gölge olarak nitelendirilmesi, onları kaplayan azaba gölge denilmesi, kendileri ile alay içindir. Çünkü gölge insanı sıcağın şiddetine karşı korur, serinliği ve esintisinden yararlanılır. Onlara gölgeye girmelerinin emredilmesi, gölgenin serinliğinden istirahat etmeleri şöyle dursun, içinde bulundukları azabı ve harareti iyice artırır. Ne de alevden korur. Yani onları dünya sıcağından korumadığı gibi cehennem alevinin hararetinden de korumaz. 32O kollar, herbiri saray gibi büyük kıvılcımlar atar. Kıvılcım, ateşten çıkan ve yıldızlar gibi sağa sola uçuşan parçacıklardır. Saray da, yüksek binadır. Kıvılcımların tümü, her bir parçasına itibarla saraya benzetilmişlerdir. Saray anlamındaki ”kasr" kelimesi, aynı zamanda bol odun mânâsına da gelir. Bundan dolayı İbn Abbas âyetin tefsirinde şöyle demiştir: ”Onlar, parçalanmış büyük tahta parçalarıdır. Biz tahtaları üçer arşın kadar keser ve kış için istif ederdik. Adına da ”kasr" derdik." Cehennemin ateşi ve dumanı böyle olunca, cehennemliklerin halinin ne olacağını sen düşün! 33Sanki onlar, kıvılcımlar san birer erkek devedirler. Kıvılcımlar önceki âyette büyüklük açısından saraya, bu âyette de renk ve çokluk açısından erkek develere benzetilmişlerdir. el-Müfredât isimli eserde bu âyet izah edilirken ”sufrun" kelimesinin ”sarı" anlamındaki ”asjar" kelimesinin çoğulu olabileceği gibi madenlerden çıkartılan tunç anlamına da gelebileceği ifade edilmiştir. Bu anlamdan olmak üzere bakıra da ”sufr" denilmiştir. 34O gün kıyamet gününün felâketlerini yalanlayanların ve asîlerin vay haline! 35Bugün, konuşamayacakları gündür. Onların cehenneme girecekleri vakte işarettir. O zamandan önce soru, cevap ve hesap bittiği için hiçbir şey konuşamayacaklardır. Ayrıca kıyamet günü çok uzun bir gündür. Onun bazı vakitlerinde konuşamayacaklardır. Bazı vakitlerinde de konuşabilecekleri bölümleri vardır. Bu bölümlerin herbirine gün denilir. Yahut da maksat, onlar kendilerine fayda verecek hiçbir şey konuşmayacaklarıdır. Kâşânî: ”Konuşma âleti bulunmadığı ve ağızlarındaki mühürler sebebiyle konuşmalarına izin verilmediği için konuşamazlar," demiştir. Başka bir bilgin; şiddetli hayret ve kuvvetli dehşetlerinden dolayı konuşamadıklarını söyler. Ebü Osman'ın görüşü de şudur: ”Onları, Rabbani heybet ve günahlarından utanma, susturmuştur." 36Onlara özür dilemeleri için izin de verilmez. Yani onlar için izin de, özür de yoktur. Çünkü eğer onlar için özür olsaydı reddedilmezlerdi. Zaten Rabbinden yüzçevirenin, O'nun nimetlerini inkâr edenin ne mazereti olabilir ki? 37O gün, bu haberleri ve kesinlikle Allah'tan gelen şeyleri yalanlayanların vay haline! 38Bu, ahvaline ve dehşetine şahit olduğunuz gün, hak ile bâtılı ayırdetme günüdür. Ey Mııhammed ümmeti! Biz sizi ve önceki ünimet leri bir araya topladık. Toplama işi, ayırmayı beyan etmek içindir. Çünkü haklı ile haksızın arasını ayırmak ancak hepsini birayaya toplamakla, mümkündür. O halde tümünü bir arada hazır etmek icabeder. 39Eğer azabı kendinizden uzaklaştıracağınız bir hileniz, çareniz varsa onu Bana yapın. Görünen o ki, bu hitap Allahü teâlâ tarafından kâfirlere yöneltilmiştir. Bilindiği gibi hile, kandırmak, tuzak kurmak, çare bulmak gibi anlamlara gelir. Âyetin anlamı şudur: ”Gücünüz yetiyorsa kendiniz için bir çare bulunuz ve azabımdan kurtulunuz. Çünkü taklid ettiğiniz ve peşlerinden gittiğiniz herkes orada hazır olacaktır. Bu emir, onların dünyada mu nıinler için kurdukları tuzaklara karşılık, bir âciz bırakma ve azarlama hitabıdır. Yine dünyada çeşitli hilelerle ve karıştırmalarla kendilerine ait haklan koruyup, insanların haklarını iptal ettikleri için bir azarlamadır. Allahü teâlâ onların hile yapmaktaki aczlerini göstermek için onları azarlama ve horlama yoluyla ”Eğer bir hileniz varsa onu Bana yapın," buyurmuştur. 40O gün yalanlayanların vay haline! Çünkü azaptan kurtuluş için bir çarenin olmadığı meydana çıkmıştır. 41Şüphesiz takva sahipleri, küfürden ve yalanlamaktan kaçınanlar, gerçek anlamdaki gölgelerde... Sözün mutlak oluşu buna delâlet eder. Bazılarına göre ise bu ifade onların, cennetlerindeki meyve ağaçlarının altında olacaklarını ifade etmektedir. Bana göre onların gölgede olmaları, büyük bir rahatlık içinde olmalarından kinayedir. Çünkü gölge istirahat içindir. ”...Biz onları koyu bir gölgeye koyarız." (Nisa: 57) âyeti ve benzerleri de aynı anlamdadır. Allahü teâlâ gölgeyi, gönülleri teşvik için zikretmiştir. Çünkü yeryüzünde suyu, ağaçları ve gölgeleri az olan sıcak bölgelerden yaşayanlar vardır. Ve onlardan susuzluğu giderecek pınarların başlarındadırlar. 42Ve canlarının çektiği, temenni ettikleri çeşit çeşit meyveler arasındadırlar. Onları yerler, ama aç oldukları için değil, zevk olsun diye. Özetle onlar yalanlayanların aksine çeşitli refahlar ve nimetler içersindedirler. 43İşlediğiniz amellere karşılık afiyetle yeyiniz, içiniz denilir onlara. Yani, cennetin nimetlerinden ve meyvelerinden afiyetle yeyiniz. Suyundan ve içkilerinden afiyetle içiniz. Bunun için ne bir sınır var, ne de yeyip içmekten dolayı bir sıkıntı. Bunlar sizin dünyada iken oruç başta olmak üzere işlemiş olduğunuz sâlih amelleriniz sebebiyledir. Bu âyetteki emir, onlardan rızayı ve onlara karşı muhabbeti göstermek için ikram emridir. 44İşte Biz inançlarında ve amellerinde iyi hareket edenleri böyle mükâfatlandırırız. Ondan daha aşağı bir mükâfat yoktur. 45O gün, yalanlayanların vay haline! Çünkü düşmanları bu bol sevaba nail oldular. Onlar ise şiddetli ve ebedî azapta kaldılar. 46Yeyin, birazcık veya kısa bir süre faydalanın. Yani ecelleriniz gelinceye kadar kısa bir süre yaşayınız. Çünkü dünyanın vakti de metâı gibi kısadır. Şüphesiz siz suçlularsınız. Kâfirlersiniz, azabı hakedenlersiniz. 47O gün, yalanlayanların vay haline! Çünkü az bir yararlanma karşılığında kendilerini ebedî azaba sürüklediler. 48Onlara yani yalanlayanlara: 'Rükû edin' Allah'a itaat edin, boyun eğin. Vahyini kabul etmek ve dinine uymak suretiyle tevazulu olun, bu kibirlenmeyi bırakın. Bu mânâları ifade eden kelime âyette ”ırkeû; rükû edin" şeklindedir. Çünkü birisi için rukûa ve secdeye varmak onun için tevazu ve onu tazimdir, yüceltmedir. -Secde, tevazu ve tazim bakımından rukûdan daha üstündür. Bu yüzden ”Allah'tan başkası için secde etmek, ibadet maksadıyla olursa küfürdür, tazim maksadıyla olursa çok büyük tehlikedir" denilmiştir.- Denildiği zaman rükû etmezler. Allah'tan korkmazlar ve bu emre uymazlar. İçerisinde oldukları kibirde ısrar ederler. Bu âyet, şu şekilde de açıklanmıştır: Namaz kılmakla veya rükû etmekle emrolundukları zaman, onu yapmazlar. Çünkü rivayet edilmiştir ki bu âyet Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Sakîflilere namazı emrettiği zaman inmiştir. Onlar Rasûlüllah'ın emrine karşılık: ”Biz yere kapanmayız ve rukûda durmayız. Çünkü o bize ardır" demişlerdi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Rükû ve secdesi olmayan dinde hayır yoktur" buyurmuştur. Araplar cahdiye döneminde putlara secde ediyorlardı ama rükû etmezlerdi. Dolayısıyla rükû, Müslümanların namazlarının alâmetlerinden olmuştur. 49O gün, yalanlayanların vay haline! Onlar için helak ve felâket vardır. 50Artık onlar bundan, iki cihanın haberlerini gayet muciz ve güzel bir şekilde bildiren kesin deliller ve yüksek kanıtlar üzerine kurulmuş olan Kur'an'dan sonra hangi söze, habere inanacaklar? Yani tüm bu haberleri bünyesinde toplayan Kurana inanmayınca hangi kitaba inanacaklar? Sûre, kâfirler için olan hayretle son buldu. Çünkü soru, hayret ifadesi içindir. Allahü teâlâ, kâfirlerin, i'câz (âciz bırakma) derecelerinin en üstünde, belagat ve fesahat mertebelerinin zirvesinde olması açısından hak dinin hakikatine götüren kesin ve açık delillere bağlanmadıkları için inat ve azgınlığın zirvesinde olduklarını beyan etti. Allah'ın yardımıyla Mürselât Sûresinin tefsiri tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿