NEBE’ SURESİ

1

Mekke ahâlisi

Biribirlerine hangi büyük

şeyden soruyorlar?

'Amme" nin aslı; ”an mâ" dır. Gunnede müşterek oldukları için nun mîm'e idğam edilmiş, ”amma" olmuştur. Sonra ”lime" ve ”bime" de olduğu gibi elif hazfedilmiştir. Çünkü onlar da aslında; ”limâ" ve ”bimâ" dır. Bu da, ya istifham olanı ile başka şey olan ”mâ"yı ayırmak için, yahut da çok kullanıldığından ötürü hafiflik içindir. Buradaki belirsizlik ya sorulan şeyin önemi ve dehşetine ya da alışılmış cinslerin sınırından çıkıldığına işaret içindir. Soru ise hakiki mânâsında olmayıp, sadece ta'zîrn içindir. Mânâsı ise: ”Hangi büyük şeyden?" demektir.

Mekkeliler biribirlerine öldükten, sonra dirilmekten, haşirden soruyorlar inkâr ve alay ederek bu konulara fazla dalıyorlardı.

2

Büyük haberden mi? ”Nebe", önemli haber demektir. Sanki; ”hangi şeyden biribirlerine soruyorlar? Onu size haber vereyim mi?" deniliyor. Sonra cevap olarak da; ”insanların ilim dairesinin dışında kalan büyük haberden" deniliyor.

Bu, Allahü teâlâ 'nın: ”...'Bu gün hükümranlık kimindir?' denir. Hepsi: ’Kahhar olan Allah'ındır.' derler." (Gâfir: 16) âyet indeki üslûbuna benziyor.

Ve bu üslup iyice anlamaya ve izaha daha yakındır.

3

Ki onlar, onda ayrılığa düşmüşlerdir. Bu cümle, haberin, ”büyük" olarak nitelenmesinden sonra önemini pekiştirmek için başka bir sıfatıdır. Yani: Onlar o husustaki İhtilâfta sabittirler, demektir.

O haberin İmkânsız olduğuna kesin inananlardan bir kısmı: ”Hayat, sadece dünya hayatından ibarettir. Bir kısmımız ölürken, bir kısmımız da doğar ve biz yeniden diriltilecek değiliz." (El-Mü'minûn: 37) derler.

Bir kısmı da onu kabul ederler ama ilâhlarının kendilerine şefaat edeceklerini zannederler. Nitekim: ”...Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir..." (Yunus: 18) derler.

Şüpheciler de derler ki: ”...'Kıyametin ne olduğunu bilmiyoruz. Ancak bir takım tahminlerde bulunuyoruz. Onun hakkında kesin bir bilgi elde etmiş değiliz.'" (Câsiye: 32)

4

Hayır! Anlayacaklar! Bu bir reddetme ve tehdittir. Yani, yeniden diriltilme işi, inkâr edilecek ve hakkında şüphe edilecek şey cinsinden değildir ki, ondan birbirbirlerine soruyorlar. Bilecekler ki; birbirlerine sordukları o şey haktır, kimse ona engel olamaz; vuku bulacaktır, onda şüphe yoktur; kesindir, onda şek yoktur.

5

Yine hayır! Onlar anlayacaklar! Red ve tehdidin tekrarıdır. Kuvvet ve çetinlikte mübalâğa içindir. Mânâsı: İçinde bulundukları durumdan vazgeçsinler; çünkü onlar, kendilerine azap ve ceza geldiğinde yakında işin gerçeğini bilecekler.

6

Biz yeryüzünü onlar için

bir beşik, yapmadık mı? Hak olduğunu dile getiren bazı delkler saymak suretiyle kendisinden sorulan ”haberin gerçekliğini belirtmek için getirilmiş bir başlangıç cümlesidir. Buradan anlaşıldığı üzere kendisinden sorulan şey, öldükten sonra dirilmektir; yoksa Kur'an ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in nübüvveti değildir.

Hemze, İkrar İçindir. ”Mihâd": Beşik ve döşek anlamındadır. Buna göre anlam şöyle olmaktadır: ”Tıpkı kişinin sergisi üzerinde dilediği şekilde bir ucundan öbür ucuna hareket ettiği gibi, yeryüzünü üzerinde rahatça hareket edebileceğiniz yayılmış bir sergi yapmadık mı?"

Döşek anlamındaki kelimenin çoğul olarak gelmesi, köyler, ülkeler ve daha başka şeylerden oluşan yeryüzündeki mekânların çeşitliliği ve bir kısmını ziraat alanı, bir kısmım yerleşim yeri vb. yapmak suretiyle yeryüzünü çeşitli şeklilerde kullanmaktan dolayıdır.

"Mihâd" kelimesi, çocuğun beşiğine benzetilerek ”mehden" olarak da okunmuştur. Beşik, çocuk için hazırlanan ve üzerinde uyuduğu şeydir.

Dağları da birer kazık yapmadık mı? Dağların yeryüzüne birer kazık yapılmasından murat, sağlam bir şekilde tesbit edilmesidir. Tıpkı evin sütunlarla, direklerle tesbit edilmesi gibi. Ta ki, sakin dursun ve üzerindekiler sallanmasınlar. Bu, edebî bir benzetme türüdür.

"Evtad" kelimesi, veted'in çoğuludur. O da tahta ve benzeri şeylerden; sallanan, hareket eden şeylerin sağlamlaştırıidığı, sabitleştirildiği şeydir. Şayet, ”Allah'ın irade ve kudreti sabitleştirmede yeterli değil midir?" denirse, cevaben derim ki: Evet yeterlidir. Ancak O, sebepleri yaratandır. Bu da O'nun kudretinin kemalindendir.

7

Bak. Âyet 6.

8

Sizi çift çift yarattık. ”Ve halaknâkum", ”lem" ile olumsuzlaşan mu zari (elem nec'al) üzerine atıftır. Âyetteki ”Ezvâcen" kelimesi, iki sınıftan her birinin diğerine ısınması, muaşeret ve geçim işinin düzene girmesi ve üreme işinin gerçekleşmesi için sizi sınıf sınıf, erkek ve dişi olarak yarattık, demektir.

"Zevç" İster hayvan ister başka şey olsun, çift olan iki arkadaştan herbirine denir. Mest ve takunya gibi iki şeye ”zevç" değil, bilakis ”zevçân" denir. Her halde bu, diğerinin yerine, iki şıktan birisiyle yetinme kabilindendir. Kadın için Arapçada ”zevce" demek edebî değildir. Hem koca, hem de kadın için eş anlamında ”zevce" kelimesi kullanılır. Çünkü Allahü teâlâ : ” Yâ Adem üskün enle ve zevcüke'l-cennete - Ey Adem! Sen ve zevcin (eşin) cennette yerleşin..."(Bakara: 35) buyurmuştur. İster benzeri olsun, ister zıt olsun, bir başkasıyla bitişik oları her bir şeye ”zevç" denir.

9

Uykunuzu bir dinlenme kıldık. Uyku, kendisine doğru yükselen buhar nemleri nedeniyle beyin sinirlerinin gevşemesi, kendisini salıvermesidir. ”Dinlenme" diye ifâde ettiğimiz ”Sübât" Sebt'ten gelir. O da kesmek demektir. ”Yevmü's-sebt" (cumartesi günü) buradan gelir. Çünkü o gün İsrail oğulları işten kesilirler, çalışmazlar.

Uyku, iki ölümden birisidir. Nitekim Allahü teâlâ : ”Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır..." (Zümer: 42) buyurmuştur. Bu da ikisi arasında, yaşama hükümlerinin kesilmesi hususunda tam bir ortaklık olmasından ötürüdür. Yani, denmek istenen şudur: Sizin uykunuzu kesilen ve devam etmeyen ölümün bir türü kıldık. Çünkü, ruhun ışığı sadece bedenin zahirinden kesilir. Bu itibarla, uykuya ölümün kardeşi denilmiştir.

İhtiyaç miktarında uyku, büyük bir nimettir. Uykuya, ”dinlenme" denilmiştir ki, bunun mânâsı, hayvani güçleri rahatlatmak ve yorgunluğu gidermek için his ve hareketten alâkayı kesmek demektir. Yakında öğreneceğin gibi birinci izah, makama daha uygundur.

10

Uyuma vakti olan

geceyi bir örtü yaptık. ”Örtü" mânâsı, elbise anlamındaki ”libâs" kelimesi ile ifade edilmiştir. ”Elbiseyi giydi" cümlesi, onunla örtündü demekir. İnsanı çirkin şeylerden örten her bir şey ”libas" kılınmıştır. O sebeple kadın, kocasının kötülükler işlemesine mani olduğunda, onu kötülüklerden alıkoyduğundan ötürü kocası için bir örtü, ayrıca koca da kadın İçin bir örtü kılınmıştır. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurmuştur: ”...Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbise gibisiniz..." (Bakara: 187) Temsil ve benzetme yoluyla takva da örtü sayılmıştır. Korku ve açlık da, temsil ve teşbih yoluyla örtüyü tasvir ederek örtü sayılmıştır Nitekim derler ki: ”Fiilan fakirlik zırhını, açlık libasını giydi." Bu âyetin mânâsı: Gece öyle bir libastır ki, sizi karanlığıyla örter. Tıpkı elbisenin sizi örttüğü gibi. Nitekim şair şöyle der:

Gece, aşıklar için bir örtüdür Keşke onun vakitleri devam etseydi.

11

Allahü teâlâ, geceyi, ölüm sayılan uykunun zamanı kılmıştır. Tıpkı

gündüzü de geçim temin etme zamanı kıldık âyetinde hayat diye tabir edilen gündüzü uyanıklık zamanı kıldığı gibi.

"Geçmi temin etme zamanı" yani geçim zamanını, ölümün kardeşi olan uykunuzdan diriltildiğiniz zamanı kıldık. Allahü teâlâ 'nın; ”O, geceyi sizin için elbise, uykuyu dinlenme, gündüzü de yayılıp çalışma zamanı yaptı." (Furkân: 47) âyetinde de bu mânâ vardır. Bu âyetle, ”Uykunuzu bîr dinlenme zamanı kıldık" (Nebe': 9) âyeti arasında tam bir mutabakat olması için ”uyanıklığınızı kıldık" denmemiştir. Aksine uyanıklık yerine gündüz tabiri kullanılmıştır. Çünkü çoğu zaman gündüz, uyanıklığı gerektirir. Burada gözetilen ise ”Geceyi bîr örtü yaptık" âyetiyle mutabakattır.

12

Üstünüzde yedi kat sağlam gökyüzü bina ettik. ”Sağlam" diye ifade ettiğimiz ”Şidâd," şedid'in çoğuludur. Yani, yaratılışı dayanıklı, binası sağlam, üzerinden asırların geçmesinin tesir edemediği yedi kat gökyüzü.

Ebul-Leys ”şidâden"i ”kalınlık" diye tefsir eder. Her bir göğün kalınlığı beş yüz senelik yoldur. Yaratılışının bina kelimesiyle ifade edilmesi, yaratıkların üzerine konulmuş kubbeler mesabesinde binâ edilmesindendir.

13

Oraya

Isı ve parlak ışık veren bir kandil yarattık. O güneştir.

Râğıb der ki: ”Sirâc, fitil ve yağ ile parlayan kandildir. Işık veren her şey bu şekilde ifade edilir. Sirâca’misbah' da denir."

"Vehhâcen": Tutuşup parlayan ışık veren, harareti yüksek olan ateş anlamındadır. Müfessirlerin bazısı ”sirâcen vehhâcen" demek, aydınlıkla harareti cem eden, parlak kandil demektir, derler.

14

(Size), buğday, arpa vb. insan için azık olacak çok

tohumlar, saman, ot vb. hayvan için yem olacak bol

bitkiler -ki Allahü teâlâ : ”Yeyınız, hayvanlarınızı otlatınız..." (Tâhâ: 54) buyurmuştur-

ağaçları sarmaş dolaş olmuş, birbiri içine girmiş -ki bu, dünya bahçelerinde de görüldüğü gibi, bahçelerin güzelliklerindendir- insanın zevk, lezzet alması için

bağlar ve bahçeler... ”Bahçeler" diye mânâlandırılan ”cennât" kelimesinin tekili olan ”cennet" aslında, dallarının sıklığı ile gölgelendiren sık ağaç demektir. Ferrâ: ”Cennet; içersinde hurma ağacı olan bahçe, Firdevs de üzüm bağı olan bahçe" der. Burada maksat ağaçlardır.

Yetiştirmek için üst üste yığılıp sıkışan, rüzgârların sıkıp da yağmur yağdırdığı

bulutlardan şarıl şarıl akan sular indirdik. Suların çok akması, damlaların, peşpeşe gelip suyun çağlaması, neticede büyük fayda elde edilmesidir.

"Seccel-mâü" yani su bolca aktı ve döküldü, demektir. ”Seecehû ğayruhû", başkası onu akıttı ve döktü anlamındadır. O halde bu fiil hem geçişsiz fiildir, hem de geçişli fiildir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in: ”Havan en efi dali, yüksek sesle telbiye getirmek ve kurban kanı akıtmaktır," anlamına gelen; ”efdalü'l-hacci el-accü ve's-seccü" sözü fiilin geçişli kullanılışıdır. (1)

1- Hadisi Tirmizî, İbn Mâce, Hâkim ve Beyhakî Sünen'de rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr: 1/208.

Bu âyetle, Allahü teâlânın: ”Gökten yağmur indirdik..." (Müminun: 18) sözü arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü yağmur her ne kadar gökten, gelmiş olsa da, gökten buluta, oradan yeryüzüne indirilir. Yoksa, gökten indirilmesi, semavî sebeplerle oluşumu itibariyledir. Güneş ısısı bu cümledendir. Çünkü o, nemli yeryüzü derinliklerinden veya deniz ve nehirlerden su parçalarını buhar olarak harekete geçirir, hava boşluğuna çıkarır, bu su parçaları bulutlar haline gelir ve yağmur olarak iner. Bulutlardan su indirmek hakikat; gökten indirmek İse sebebiyyet İtibariyle mecazdır. Allah da sebepleri yaratandır.

İbnu'ş-şeyh der ki: ”Tohum" önce zikredildi; çünkü o, besinde asıldır. İkinci olarak ”Bitki'nin zikri, diğer hayvanların ona ihtiyacından ötürüdür. ”Bahçeler"'in sonra gelmesi, meyvelerin zaruri ihtiyaçlarından olmadığındandır."

Bil ki, Allahü teâlâ nın zikredilen bu fiillerinde üç yönden, öldükten sonra dirilmenin doğruluğuna işaret vardır:

Birincisi: Allah'ın kudreti itibariyle. Çünkü eşi ve benzeri bulunmayan bu güzel İşleri yapanın onu tekrar iade etmeye gücü ve kuvveti daha fazla yeter.

İkincisi: O'nun ilim ve hikmeti itibariyle. Çünkü, yüce gayeleri ve mahlukata yönelik güzel faydaları içeren bu oluşumu en güzel bir tarzda yaratan zâtın bütün bunları topyekün yok etmesi, onlar için kalıcı bir akibet kılmaması imkânsızdır.

Üçüncüsü: Bizzat fiilin kendisi itibariyle. Çünkü uykudan sonra uyanmak, ölümden sonra dirilmeye bir örnektir. Bunu her zaman görüyorlar. Ölmüş topraktan tohum ve bitki çıkarmak da böyledir. Bunu da her zaman görüyorlar. Âdeta şöyle deniyor: Kendisine imanı gerektiren; öldükten sonra dirilmenin hak oluşuna çeşitli delâletlerle işaret eden bu âfâkî ve enfüsî fiilleri yapmadık mı? Size ne oluyor ki, onu inkâr ederek haddinizi aşıyor ve alay ederek ondan birbirinize soruyorsunuz?

15

Bak. Âyet 14.

16

Bak. Âyet 14.

17

Şüphesiz adaletle hüküm verme, Allah'ın, mahlukat arasını, mutlularla bahtsızlar arasını ayırdetme

günü, ilminde ve ezelî takdirinde, önceki ve sonrakileri dirilmek, sevap ve azap yönünden üzerlerine düşecek şey için

belirlenmiş bir zamandır ki, nerdeyse öne ve geri alınması söz konusu değildir.

18

Sûra üflendiği gün, Bu cümle, vakti beyan ve o vaktin dehşet ve korkusunu ifade içindir. ”Üfleme" birinci yaratılışta bir şeyin içine hava liflemektir. ”Sûr," boynuzdur. Onu üfleyen İsrafil (aleyhisselâm)'dir.

Mânâ şudur: Sûra, dirilmek için ikinci defa üflendiği gün ki, ruhlar cesetlerle birleşir ve cesetler hayat bulur. Böylece, ümmetler cemaatlar olarak,

bölük bölük gelirsiniz. Hitap geneldir. Yani kabirlerinizden diriltilir, hemen akabinde hiç beklemeden durulacak yere gelirsiniz. Allahü teâlâ 'nın: ”Her insan topluluğunu, önderleri ile birlikte çağıracağımız günde..." (İsrâ: 71) kavlinde olduğu gibi, her ümmet kendi önderiyle, ümmetler, guruplar veya cemaatler olarak gelir. Ki bunların durumları değişik, vaziyetleri ayrı ayrıdır. Amelleri muhteliftir. Kimi maymunlar, kimi domuzlar suretinde, bazısı yüzüstü ayakları havada çekilerek, bazısı kör, bazısı sağır ve dilsiz, bazısı dilleri göğüslerine sarkmış onu çiğneyerek, bazısı leşten daha beter kokmuş olarak haşrolunurlar. Maymun suretinde olanlar koğuculuk yapanlardır ki, insanların arasını bozmak için lâf taşırlar.

Rivayete göre adamın biri bir köle satar ve müşteriye der ki: ”Bunda kovuculuktan başka bir kusur yok." Adam: ”Razı oldum" der ve köleyi satın alır. Köle günlerce bekler, sonra efendisinin hanımına der ki: ”Kocan seni sevmiyor. Senin üzerine câriye almak istiyor. Usturayı al, uyuduğunda ensesinden birkaç kıl tıraş et, ben onunla büyü yapayım da seni sevsin." Sonra da kocasına gidip şöyle der: ”Karın bir dost edindi ve seni öldürmek istiyor. Uyur gibi yap, bak anlarsın." Adam uyur gibi yapar, kadın elinde usturayla gelir. Adam da kendisini öldüreceğini zannederek kalkar, kadını öldürür. Kadının ailesi de gelerek adamı öldürürler. Böylece iki kabile arasında vuruşma başlar ve devam eder gider.

Domuz suretinde olanlar, haram ehlidir. Çünkü haram dinin ve kişiliğin kökünü keser.

Yüzleri üzere sürünenler, faiz yiyenlerdir.

Kör olanlar, hüküm verirken haksızlık yapanlardır.

Dilsiz olanlar, amellerini beğenenlerdir.

Dillerini çiğneyenler, sözleri fiillerine uymayan âlimler ve vaizlerdir.

Leş'den daha kötü kokanlar ise, şehvet ve lezzetlerine düşkün olanlar, mallarındaki Allah'ın hakkını vermeyenlerdir.

Kısacası, bedbahtlar kötü amellerinin sureti üzere haşrolacakları gibi, mutlular da güzel amellerinin sureti üzere haşrolacaklardır. Öyle ki, sahih rivayetlerde geldiği gibi, bazılarının yüzleri dolunay, bazılarınki de güneş gibi olacaktır. Şüphesiz ki, her bir sıfatın güzel veya çirkin, kendine münasip bir sureti vardır.

Ey mü'min! Taş gibi katı kalpli olma, kalbinden feyiz nehirleri ve hikmet pınarları fışkıranlardan ol. Hakkında ”Bir şeye sahip oldun, çok şeyleri kaybettin" denenlerden olma.

Allahü teâlâ 'dan bizi saadet ehlinden kılmasını dileriz!

19

O gün gökyüzü açılır yani hiçbir yarık yokken, Allah'ın heybetinden yarılır

ve orada mûtadları olmayan bir inişle meleklerin inmesi için

pek çok kapılar oluşur. Allahü teâlâ 'nın: ”O gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde yarılacak ve melekler bölük bölük indirileceklerdir." (Furkân: 25) sözünden murat da budur.

Ayrıca denilir ki: ”Açmak"tan murat, o kapıları yok etmek suretiyle yerinden kaldırmaktır. Nitekim Allahü teâlâ : ”Gökyüzü soyulup çıkarıldığında" (Tekvîr: 11) buyurmuştur. Kapılarından murat da yollardır. Yani, kapılar kazınıp soyulur da, yeri, hiçbir şeyin kapatamıyacağı yollar haline gelir.

20

Dağlar yürütülür, serap haline gelir. Yani, dağlar yerinden söküldükten sonra Allah'ın yürütmesi ve emriyle, bulundukları şekliyle havada yürütülür. Bu durum, müşahede etmeleri için yaratıkların haşıl anında ikinci üflemeden sonra olur. Sonra onları havada ayırır. Bunu, Allahü teâlâ 'nın: ”Serap haline gelir" âyeti dile getirir.

"Serap" gündüzün ortasında görüp sanki su zannettiğin şeydir. Yani: Dağ, Allah'ın yürütmesiyle serap gibi olur. Dağın elementlerinin paramparça olması, cevherlerinin dağılmasıyla hiçbir şey değilmiş gibi bir şey olur. Nitekim Allahü teâlâ : ”Dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman" (Vakıa: 5-6) buyurmuştur. Bu da, birinci üfleme anında paramparça olduğunda olur. Fakat dağların bulutlar gibi yürütülmesi ve yeryüzünün dümdüz olması ancak ikinci üflemeden sonradır.

Denilir ki: Dağların birinci hali, paramparça ve yerle bir olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ : ”Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışla darmadağın edildiği zaman" (Hakka: 14) buyurmuştur.

İkinci hali, atılmış renkli yün gibi,

Üçüncü hali, atılmış renkli yün gibi olduktan sonra parçalanmak ve dağılmak suretiyle düz gibi olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ : ”Toz duman halene geldiği zaman" (Vakıa: 6) buyurmuştur.

Dördüncü hali, kökünden sökülüp atılmasıdır. Çünkü onlar, önceki halleriyle yerlerinde durmaktadırlar, yer de altlarında açığa çıkmamıştır. Rüzgârın o dağlara gönderilmesiyle, dağlar yerlerinden sökülür. Allahü teâlâ 'nın: ”De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak..." (Tâhâ: 105) sözünden murat da budur.

Beşinci hail, rüzgârın onları yeryüzünden kaldırmasıdır ki, havada onları sanki bir toz gibi uçurur. Allahü teâlâ 'nın: ”Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutun yürümesi gibi yürümektedirler." (Neml:88) sözünden murat budur. Yani: Sen onları gözünle yerlerinde sakin görürsün. Halbuki onlar, süratli bir şekilde rüzgârın yürütmesiyle yürüyen bulutun yürümesi gibi yürümektedirler. Bu, son süratle hareket eden cisimlerin neredeyse hareketlerinin belli olmayışındandır. Bilhassa uzaktan böyle görünürler.

Altıncı hal, serap olmasıdır.

21

Azgınların barınağı olan cehennem de bir gözetleme yeridir. Yani o, Allah'ın hükmü ve takdirinde, içinde gözetleme yapılan gözetleme yeridir. Ve cehennem zebanileri, kâfirleri cehennemde azabetmek için gözetler. ”Mirsâd," içinde gözetleme yapılan mekânın ismidir.

Râğıb der ki: ”'Mirsad' gibi’mirsâcî da gözetleme yeridir, fakat tarassud ve gözetlemeye tahsis edilen yere denir. Allah'ın: ”Cehennem de bir gözetleme yeridir" sözü, cehennemin üzerinde insanların geçit yeri olduğu hususuna bir uyarmadır."

"Tâğî = azgın" dininde küfürle, dünyasında da zulümle azgınlaşandır. Sözlük anlamı ise, isyanda haddini aşandır. Burada kastedilen ise, bundan sonraki âyetlerin delaletiyle anlaşılıyor ki, müşriklerdir.

22

Bak. Âyet 21.

23

Azgınlar orada çağlar boyu kalırlar. ”Ahkâh", hukb'un çoğuludur, o da Kamusla olduğu gibi seksen veya daha fazla yıl, dehr ve senedir. Hukb'un aslı, peşipeşine gelmek, birbirini takip etmektir. Ahkah'ın mânâsı, peşpeşe gelen zamanlar demektir. Bir zaman geçti mi, onu başka bir zaman takip eder ve bu sonsuza kadar gider. Çünkü ”hukb", neredeyse sadece zamanların peşpeşe gelmesinin ifâdesi için kullanılır. O, ebediyetten kinayedir. Yani, orada ebedî olarak kalırlar.

Râğıb der ki: ”Doğru olan, ”hıkbe'nin zamandan belirsiz bir süre oluşudur, seksen sene değildir."

Kamusta da şöyledir: ”Hıkbe, dehr'dendir ki, vakti olmayan bir süredir."

Kısacası ”ahkâh," sonluluğa delâlet eder. Her ne kadar o, cem'i kıllet (azlık çoğulu) ise de, cem'i kesret (çokluk çoğulu) yerindedir ki o da, ”hukûb"dur. Veya İstiğrak (tüm fertlere şâmil olan) lamıyla belirli kılınmış ”el-ahkâb" yerindedir. Her ne kadar onda, cehennemden çıkacaklarına işaret varsa da, onun o işareti, mefhum kabilindendir ki, kâfirlerin ebedî kalacaklarına delâlet eden açık ifade ile çelişmez. Allahü teâlâ 'nın: ”Cehennem ateşinden çıkmak isterler, fakat onlar oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır." (Maide: 37) sözünde olduğu gibi. Çünkü açıkça söylenen, anlaşılana tercih edilir; açıkça söylenen, merhumen anlaşılandan üstündür ki, onunla çelişmez.

Ebû Hayyân der ki: ”Müddet, ”...Size azaptan başka bir şeyi çoğaltmayacağız." (Nebe': 30) âyetiyle neshedilmiştir."

Orada bir serinlik de içilecek bir şey de tadmazîar. Yani: Hissetmezler. Yoksa, zevkin aslı, tadın varlığıdır.

"Serinlik"den murat, onları rahatlatan ve ateşin hararetini onlardan gideren şeydir. Yoksa onlar, cehennemde zemherinin soğuğunu tadarlar. ”Berd": istifade edecekleri ve kendine meyledecekleri serinlik demektir. ”'Serinlik-Berd" kelimesinin belirsiz gelişi, türünü bildirmek içindir.

Katâde der ki: ”Arapların, yurdunda sıcak çok olduğu için, rahatlıktan kinaye olarak,’berd, serinlik' denilmiştir. Öyle ki, insanın hararet anında serinlikten duyduğu lezzete itibar ederek,’Allah geçimini tebrid etsin' yani’güzel kılsın' derler. ”

"Şarâb içecek"ten murat, susuzluklarını gideren şeydir, ”illâ","ancak" manasınadır. ”Hamım", harareti bitmiş kaynar sudur. ”El-Gassak" cehennemliklerin derilerinden akan ve irinlerinden damlayan şeydir.

Allahü teâlâ, azgınların; serinlik, ateşin hararetini giderecek esinti, susuzluklarını giderecek içecek cinsinden hiçbir şey tadmayacağını haber vermektedir. Onlar orada sadece kaynar su ve irin tadacaklardır.

İstisna, munkatidir. Yani istisna edilenle kendisinden istisna edilen ayrı cinslerdendir.

Zeccâc der ki: ”Onlar orada ne rüzgâr serinliği, ne gölge serinliği, ne de uyku serinliği tadacaklardır."

Buradaki serinlik, rahatlık veren her şeyin serinliğidir, ”içilecek bir şey de tadmazîar," ayetindeki ”içilecek bir şey, rahatlama da kemal derecede olduğu için, genellemeden sonra tahsis olarak ”soğuk bir su" manasınadır. Böylece serinliklerin tümü ve içecek, rahatlatıcı manasınadır. Bu durumda ”kaynar bir su ve irin" serinlik ve şaraptan istisna-ı münkati olur. Hadiste de: ”Şayet, irinden dünyaya bir kova dökülseydi, dünyadakiler kokardı," buyrulmuştur.

İbni Mes'ud (radıyallahü anh)'den: ”El-Gassâk, azabın çeşitlerinden bir çeşittir. O, şiddetli soğuktur. Hatta cehennem ehli ona atıldıklarında, bir günlük zemherir azabından daha hafif buldukları için Allah'tan kendilerine cehennemde bin sene azap etmesini isterler."

Bu sınırlı azabın sona ermesi, mutlak kalışın sona ermesini gerektirmez. Çünkü o, azabın vaktini tayindir, yoksa ateşte kalmanın değil.

İbni Mes'ud (radıyallahü anh)'den: ”Şayet, cehennem ehli, ateşte dünya çakılları sayısınca kalacaklarını bilseler, elbette sevinirlerdi. Cennet ehli de cennette dünya çakılları sayısınca kalacaklarını bilselerdi elbette üzülürlerdi."

Ayette, cehennemde ebedî kalınmayacağına delâlet eden bir şey yoktur. Çünkü ”ahkâb" sonsuzdur.

Abdullah ibn-ü Amr ibni'l-Âs (radıyallahü anh)'dan rivayet edilen şu söze gelince: ”Cehennem üzerine öyle bir gün gelir ki, kapıları kapanır. Yani, orada kimse bulunmaz. Ateşin söndüğü ve: 'Rahmetim gazabımı geçmiştir' sözü gereğince azap kalktığı için cehennemin dibinde cercir otu biter."

Bu söz, zayıf bir söz olup üzerinde durmaya değmez. Çünkü cehennemde kâfirlerin ebedî olarak kalacağını kesin olarak bildiren Kitap ve Sünnetteki birçok nasla çakışır. Allah bizi cehennemin azabından korusun! Biz kâfirlerin ebedî cehennemde kalacaklarından şüphe etmiyoruz. Şayet onlar için olan, azap asırlar boyu devam etse yine, onlar için Allah tarafından hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkar. Nitekim Mûtezilî, tevbe etmeyene dünyada kesin olarak azabın vücubunu, sonra âhirette hiç hesaba katmadığı halde affa mazhar olacağım söyler.

Şeyh, İmam, halkın müflisi İzzüddin b. Abdüsselâmin ölümünden sonra, rüyada onu gören birisi sorar: ”Okunan Kur'anin ölülere ulaşacağını inkâr ediyordun, bu hususta ne dersin?" Cevaben der ki: ”Heyhat! İşin zannettiğimin tam tersi olduğunu gördüm."

Derler ki: ”Kâfirlerden cehennemliklerin ebedî kalacağı hususunda muarız yoktur. Bu tüm kâfirler içindir. Büyük günah işleyenlerin ebedî kalacakları hususunda ise muhalif delil vardır. O halde onlarla ilgili ebedîlik uzun müddet kalacağına hamledilir. İster Firavun, ister Hâmân, ister Nemrut ve başkaları olsun, kâfirlerin ebedî kalacakları konusunda ittifak vardır. Ancak asırlar geçtikten sonra üzerlerinden azabın kalkacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Her biri, ilmi miktarınca yorum yapmıştır. Nass ise tâbi olunmaya daha lâyıktır."

Ancak dünyada

yaptıklarına uygun karşılık olarak kaynar bir su ve irin tadarlar yani amellerine ve ahlâklarına uygun olarak bununla cezalandırılırlar. Sanki o, mübalâğ uygunluğun ta kendisidir. Çünkü onlar, büyük bir günah işlediler ki, o da küfürdür. Böylece büyük bîr ceza ile cezalandılar ki, o da ateşle azaptır. Nasıl ki şirkten daha büyük bir günah yoktur, aynı şekil de ateşle azaptan daha büyük bir ceza da yoktur. Kötülüğün cezası, benzeri kötülüktür ki, ikisi arasında uygunluk meydana gelmiştir.

Denilir ki: ”Bu, uygun bir cezadır, çünkü hakettiği şeyden ne fazla, ne de eksiktir."

Bil ki, kâfirler, küfür üzere devam etmek niyetinde oldukları için onlara azabın sonsuzluğu ve asırlar boyu orada kalma uygun düşmüştür. -Nitekim Allah'ın: ”Çünkü onlar bir hesap olduğunu ummazlardı." (Nebe': 27) sözü buna işaret edecektir. Bunun mânâsı, onların, hesabın vuku bulacağını ummadan küfür üzere devam etmiş olmalarındandır.

24

Bak. Âyet 23.

25

Bak. Âyet 23.

26

Bak. Âyet 23.

27

Çünkü onlar bir hesap olduğunu ummazlardı. Yani âhireti inkâr ederler, yaptıkları sebebiyle hesaba çekilmekten korkmazlardı. Bundan dolayıdır ki, bütün kötülüklere girerler, hiçbir ibadetten hoşlanmazlardı.

28

Bizim peygamberlerin İhsanlarıyla bu olayı dile getiren

âyetlerimizi aşırı bir şekilde

pervasızca yalanlamışlardı. Onun için küfür ve çeşit çeşit günahlar üzerinde ısrarlı idiler. Bu durumda uygun karşılık olarak korkunç cezalarla cezalandırıldılar.

29

Biz onların amelleri de dahil olmak üzere

her şeyi bir kitapta yazıp saydık, yani onu muhafaza ve kayıt ettik.

"Kitaben", ”ahsaynâhu’nun başka bir lâfızla te'kidli mastarıdır. Yani ”ahsaynâhu ihsâen" ve ”ketebnahu kitaben" demektir.

30

'Azabı tadın! Size azaptan başka azabınızın dışında

bir şeyi artırmayacağız'. Bu âyet, cehennemliklere karşı Kuranda en çetin şeydir. Çünkü bu âyette, cehennemden çıkıştan bir ümitsizlik vardır. Azabın bir çeşidinden kurtuldukça, ondan daha çetinine duçar olurlar. Azabın her bir mertebesi, son derece çetin olur. Her ne kadar mertebeleri sayı ve süre bakımından sonsuz olsa da. Onlar; küfürlerini, yalanlamalarını, Rasııl ve ashabına eziyetlerini artırıyorlar, Allah da, hak ettikleri için onların azabını artırır.

31

Şüphesiz takva sahipleri için kurtuluşa erme... Bu, Kur'anî bir âdet olarak, kâfirlerin kötü durumlarının açıklanmasının arkasından, müminlerin iyi durunmlarını açıklama sadedinde bir başlayıştır. Yani: Küfürden ve kâfirlerin ameli olan diğer çirkinliklerden sakınanlar için kurtuluş ve istediklerini elde etme vardır.

32

Bahçeler, üzüm bağları, Yani çeşitli meyve ağaçları ve bağlar bulunan bahçeler vardır.

Bu, nimetler bir bütün olarak anıldıktan sonra faziletinden ötürü özel olarak anılmıştır. ”Hedâik", hadîka'nın çoğuludur. O da ağaçlı bahçe demektir. Etrafında duvar bulunan her bir bahçeye de denir. Orada hurma ve meyveler vardır.

33

Göğüsleri tomurcuk gibi kabarmış yaşıt kızlar ve içki dolu kadehler vardır. ”Kevâib" kelimesi, kâih'in çoğuludur. Kadının göğsü belirip yükseldiği zaman ” kaıbet el mer'etü" denir. Yani göğüsleri yuvarlaklaşıp topuk gibi kabarıp tomurcuklanmış bekâr kızlar demektir. Onlara ”nevâhid" denir ki ”nâhide"nin çoğuludur. O da göğsü tomurcuklaşıp yükselmeye başlayan kız demektir. ”Etrâben" kelimesi, yaşları bir kızlar ve kadınlar demektir.

Râğıb der ki: ”Beraber yetişen yaşıtlardır. Eşitlik ve benzeşmede göğüs kemiğine benzetilerek böyle denmiştir."

Doğru olan, Zahidî'nin tefsirindekidir ki o da, erkeklerin yaşının yarısı olduğu için on altı yaşındaki kızlardır. Ayrıca buna tomurcuklanmayla tavsif de -ki o göğüslerinin yükselmesidir- delâlet etmektedir. Kastedilen, onların güzellik, letafet, arkadaşlık ve muaşeret için uygunlukta tam kadınlık durumuna erişmiş olduklarıdır. Öyle ki kendilerine karşı arzu duyulmayacak kadar küçük de değildir, yaşlı da değildir. Bilakis onlarda gençlik suyu devam etmektedir.

34

Bak. Âyet 33.

35

Takva sahipleri

Orada bahçelerde

boş ve yalan söz işitmezler.

Faydasızlığından ötürü boş lâkırdı konuşmazlar. Birbirlerine karşı da yalan söylemezler. Bu sebeple de birbirlerinden yalan söz de işitmezler. Dünya ehlinin meclislerindeki, özellikle içki meclislerindeki durumlarının aksine burada yalan söylemezler ve yalan söz de işitmezler.

36

Bunlar Rabbinin yeterli bir bağışı ve büyük bir

mükâfatıdır. Kendisine hiçbir şeyin vacip olmadığı Allahü teâlâ 'nın lütuf ve ihsanıdır.

Denildi ki: ”Onların yaptıklarına göre her amel, vaadolunduğu şekilde ondan yedi yüze kadar kat kat mükâfatlandırılmak suretiyle karşılığı verilir."

37

O, göklerin, yerin ve bu ikisi arasmdakilerin Kabbidir. Bu cümle, ”rabbike" den bedel olarak, her şeyin mâliki, yaratıcısı ve Rabbidir, anlamındadır.

O, huzurunda kimsenin konuşamıyacağı... Bu cümle, sonsuz azamet ve yüceliği açıklamak içindir. ”Lâ yemlikûne"nin zamiri, gökler ve yeryüzü ehline aittir ve şu anlamdadır: ”Onlar kendiliklerinden konuşmaya yetkili değillerdir. Çünkü Mâlik olan Allah, azamet ve yücelikte, emretme ve yasaklama konularında tek olduğu için göklerde ve yerde bulunanların O'na karşı hiçbir şeyde hakkı yoktur.

Rahman olan Allah'tır. ”er-Rahman", hikmeti gereğince ve insanın yetenekleri ölçüsünde her bir varlığa cömertçe iyilik ve ihsanda bulunandır.

38

Ruh ve melekler saf saf olup durduğu gün... Anlaşılan şu ki, ruh, melekler cinsindendir. Fakat o, yaratılış ve şeref bakımından onlardan üstündür. Çünkü o, insan ruhunun karşılığıdır. Nitekim melekler de ruhanî güçler karşılığıdır. Şüphesiz ki ruh, kendine tâbi olan güçlerden daha üstündür. Padişahın vezirlerine, askerlerine ve raiyyetine üstünlüğü gibi.

"Saffen" kelimesinin cümle içindeki durumu hâldir. Yanı, çokluklarından ve kulların durumları hakkında Allah'ın emirlerini yerine getirmekle vazifeli oldukları için saf saf oldukları halde demektir.

Denilir ki: ”Onlar iki saftır. Ruh bir saf, melekler bir saftır. Bir başka görüşe göre de çok saflardır. Allahü teâlâ 'nın ”...ve melekler saf saf dizildiği zaman." (Fecr: 22) sözünden ötürü en uygun olan da bu anlayıştır."

Rahmân'ın izin verdiklerinden başka orada bulunanlar

hiç konuşmazlar. Konuşan da doğruyu söyler. Yani, içlerinde Ruh ve melekler de bulunan gökler ve yerdekiler konuşmazlar. Ancak onlardan Allah'ın kendisine izin verdiği konuşur. Bu kendisine izin verilen de sözünde hata etmeksizin gerçek doğru söz konuşur. Azîz ve yüce olan Rabbe karşı nasıl konuşabilirler?

39

İşte heybet ve celâlden konuşmaya güç yetiremiyerek ruh ve meleklerin saf saf durduğu

o büyük gün

hak yani gerçekleşmesi kesin, sabit

gündür. Bundan sonra dileyen Rabbine varan bir yola gider. Adıgeçen günün gerçekleşmesi ile ilgili olarak durum anlatıldığı gibi olunca, yüce şanı belirtilen Rabbinin yoluna gitmek isteyen bunu gönülden iman ve taatle yapsın.

Katâde, ”meâb"kelimesine, ”sebil (yol)" anlamı vermiştir.

40

Biz, pek yakında gelecek bir azap ile, ahiret azabı ile

sizi uyardık. Yani, sûrede zikredilen öldükten sonra dirilmeyi dile getiren âyetler ve Kur'an'da geçen diğer belâlar ve musibetlerle sizi uyardık. Hitap, Arap müşrikleri ve Kııreyş kâfirlerinedir. Çünkü onlar öldükten sonra dirilmeyi inkâr ediyorlardı. Doğru olan, hitabın umumî oluşudur. Çünkü her bir gurubun uyarılmasında kendileri için yarar vardır.

Azabın yakınlığı, şüphesiz olarak geleceği içindir. Aynı zamanda o, Allah'a nisbetle yakındır her ne kadar uzak görüyorlarsa da.

Kişi o gün elleriyle sunduğuna bakar. Yani hayır ve şer olarak takdim ettiği şeyi müşahede eder. ”Kişi", umumî olup mü'min ve kâfiri içine alır. Çünkü her biri o günde ister hayır, ister şer olsun amelini defterinde tesbit edilmiş olarak görür. Böylece mü'min, güzel amellerinden ötürü Allah'tan sevap umar, kötü amellerden dolayı da azabından korkar.

Ve kâfir de der ki: ’Keşke ben dünyada

toprak olsaydım!' da yaratı lnıasaydım ve mükellef olmasaydım. Yahut, keşke bugün ben toprak olsaydım da dirilmeseydim. Tıpkı Allah'ın: ”...Keşke, bana kitabım verilmeseydi ve hesabımın ne olduğunu bilmeseydim. Keşke onunla (ölümümle) her iş olup bitseydi!" (Hakka: 25-27) sözünde olduğu gibi.

"Yâ ley teni, keşke ben... ”ünleminde ünlenen gizlidir de ”Yâ kavm, ey kavmim" demektir. Sırf pişmanlık ve uyarılanı belirtmeye yönelik olmaksızın tenbih için olması da caiz olur.

Denilir ki, ”Allah hayvanları hasreder, teklif kısası değil de mukabele kısası olarak boynuzsuz hayvanın hakkını kendisine toslayan boynuzludan alır, sonra onları toprağa çevirir. Bu durumda kâfir de toprak olmayı arzu eder. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Kıyamet gününde haklar sahiplerine verilecek. Öyle ki boynuzsuz koyunun hakkı boynuzludan alınacaktır.- (3) buyurmuştur."

Bu durum, hayvanların hasredilip karşılıklı kısas için diriltilecekleri hususunda gayet açıktır. Yoksa ceza için değil.

Denilir ki: ”Kâfir İblis Hazret-i Âdemi, onun zürriyyetini ve sevaplarını görür de şu sözünde hakir gördüğü şey olmayı temenni eder. O şöyle demişti:

"Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." (A'râf: 12)

Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallahü anh)'dan. Der ki: ”'Yâ Rasûlallah!' dedim.’Ne çabuk ihtiyarladınız?' Buyurdu ki: ’Beni Hûd, Vakıa, Mürselât, amme yetesâelûn ve izeş-şemsü kuvvirat kocattı.'"

Kim bu sûreyi öğrenirse, onun mânâlarını da öğrenmesi gerekir. Çünkü gayeye ancak böyle ulaşılır. Âhireti düşünmek gerekir. Azabı düşünmek insanı kocatır. Onun için şişman âlim ve şişman okuyucu yasaklanmıştır. Şayet âhireti düşünseydi, şüphesiz düşünceden ihtiyarlar, tasadan erirdi. Çünkü düşünceyle şişmanlık bağdaşmaz.

Şafiî (rahimehullah) der ki: ”Şişman kimse kesinlikle felah bulmaz. Ancak Muhammed İbnü'l-Hasen müstesna." Niçin diye sorulduğunda: ”Çünkü akıllı kimse iki durumdan birisinden uzak değildir. Ya âhiretini ve varacağı yeri düşünür, ya da dünya ve yaşayışını düşünür. Düşünceyle şişmanlık bağdaşmaz. İki mânâdan da uzak olduğu zaman şişmanlamak suretiyle hayvanlar mesabesinde olur. ”

Allah'a hamdolsun O'nun başarılı kılmasıyla Nebe' Sûresi'nin tefsiri bitti.

0 ﴿