NAZİAT SURESİ

1

Yemin olsun söküp çıkaranlara... ”Vav" kasem (yemin) içindir. Kasem ise, kendine kasem edilenin şanının büyüklüğüne delâlet eder. Allahü teâlâ  bu büyüklüğe dikkat çekmek için mahlukatından istediği şeye kasem eder.

"En-Nâziât" kelimesi, nâzia'nın çoğuludur. Meleklerden, söküp çıkaran bir topluluktur. Buna, sonraki âyetlerde gelecek olan ”nâşitâl" ve benzerlerini kıyas et. Aksi halde şöyle denmesi uygun olurdu: ”En-Nâziîn ve En-Nâşitîn."“En-nez'u", Bir şeyi yerinden şiddetle çekmektir. ”El-ğarku ve el-ığraku fi'n-nez'i", Çekme işinde çok meşgul olmak ve son derecesine ulaşmak anlamındadır. Yayı sonuna kadar çekip sap kısmına vardırdığında ”Eğraka'n-nâziu fii-kavsi" denilir.

Allah, tırnak ve parmaklarından ve her bir kılın altından sökercesine kâfirlerin cesetlerinden ruhları söküp çıkaran melekler topluluğuna yemin etmiştir. Tıpkı kökleri toprağın her bir yanına dağılmış ağaçların söküldüğü, ıslak yünden çok taraklı şişlerin çıkarıldığı, canlı hayvanın derisinin yüzüldüğü ve insanın kılıçla bin defa hatta daha fazlasıyla vurulması gibi.

Melekler isi:, onlar, ölüm meleği ve azap meleklerinden onun yardımcılarıdır ki, cehennem zehiriyle zehirlenmiş bir kargıyla kâfirlere vururlar. Ölü de karnının dikenle dolduğunu, ruhunun da iğnenin deliğinden çıktığını sanır.

Sanki gökyüzü yeryüzüne yapışmış, o da ikisi arasında kalmıştır. Kâfilin ruhu ürpererek çıktığı zaman, zebaniler onu alır, kabirde ve cehennemde bir dere olan Siccîn'de azap ederler.

2

Yavaşça çekenlere... Atıf yoluyla başka bir yemindir. Allah bu sefer de, mü'minlerin ruhlarını rıfk ve yumuşaklıkla bedenlerinden çıkaran melekler topluluğuna yemin etmiştir. Kovanın kuyudan, kılın yağdan çekildiği, damlanın su kabından ayrılıp düştüğü gibi.

Onlar, ölüm meleği ve rahmet meleklerinden onun yardımcılarıdır. Herne kadar mü'minin ruhu da parmak uçlarından ve tırnaklarından çekilse de, o, kâfirin hissettiği acıyı hissetmez. Aynı zamanda mü'minin ruhu, mukaddes âleme cezbedilmiş olmasından ötürü, kâfirin ruhu gibi bedenle fazla bağlılığı yoktur. Durum ancak bedene takılı kalanlar için çetin olur. Yoksa bedenden ilgilerini kesenler için değil. O ruhu çektiklerinde bazen de bırakırlar ki, dinlensin. Kâfirlerin ruhları meleklerin elinde böyle değildir. Fakat belki imanı zayıf, amelde kusur eden mü'mine şeytan musallat olur. Ruh gırtlağa geldiğinde şeytan ona babası, annesi ve kardeşi yahut arkadaşı sürelinde gelir, ona Yahudi olmasını emreder.

Eğer desen ki: Sabittir ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in mübarek ruhu şiddetle yakalandı ve: ”Vah sıkıntısına!" ve ”Lâilâhe illallah, ölümün de şiddetleri, sadmeleri var. Allah'ım! Ölümün şiddet ve sadmelerine karşı hana yardım et," dedi. Şerefli elini içinde su bulunan bir kaba sokuyor, sonra nurlu yüzünü suyla meshediyordu. Fatima (radıyallahü anh) O'nu sıkıntı bastığını görünce: ”Vah babacığımın acısına!" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dedi ki: ”Babana bugünden sonra bir sıkıntı yoktur."“ Vefat ederken Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in durumu böyle olunca, rıfk ve yumuşaklıktan zikredilen şeyin mahiyeti nedir? Evet böyle bir soruya cevaben denir ki :

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şerefli mizacı, mizaçların en muttakisi en mutedilidir. Acıyı başkasından daha fazla hissetmiştir. Çünkü çok hafife nisbetle hafif ağırdır. Ve muhtemeldir ki, Allah O'nu bu acıya müptelâ kılmıştır ki, ölümü ümmeti için kolay kılması hususunda Allah'a duâ etsin. Aynı zamanda ölüm anında böyle bir sıkıntıya birisinin düşmesi halinde, ümmeti için bir tesellidir. Diğer bir husus, ölmekte olanın ailesi ve başka Müslümanlardan durumu müşahede edenler için meşakkat içinde olduklarında sevabın hasıl olması söz konusudur. Nitekim ölüm anında çocukların maruz kaldığı şiddetli sıkıntının müşahade edilmesinin hikmeti hakkında da buna benzer bir şey söylenmiştir.

3

Yüzüp yüzüp gidenlere... Atıf yoluyla başka bir yemindir. Allah, geçişlerinde yüzen melekler topluluğuna yemin etmiştir. Yani, gökten yere öyle hızlı inerler ki, bu inişleri suda yüzen kimseye benzetilir.

4

Ve yarış edenlere...Yani, emrolundukları ve görevlendirildikleri şeye karşı yarış edenlere ki, hızlı bir şekilde ulaşırlar.

5

Derken bir iş çevirenlere ... Yanı, aşırı gitmeksizin ve kusur yapmaksızın kendilerine planlandığı gibi, kulların dünyevî ve ııhrevî işlerini çekip çeviren vazifeli meleklere kasem olsun.

Üzerine kasem edilen anılmamıştır. O'da, daha sonra zikredilen kıyametin delaletiyle anlaşılıyor ki, ”mutlaka dirileceksiniz" cümlesidir. Dirilmenin gereği ise, zulmün yeryüzünde devam etmemesi, mükâfat ve ceza için ölümün onun başına mutlaka gelmesidir. Rabbin kullarına zu İm edici değildir. Sonra bedenlerden ayrıldıktan sonra şerefli ruhlardan bu âlemde bir takım eserlerin açığa çıkması akıldan uzak değildir. Görmez misin ki, insan, rüyada bazı ölülerin kendisini istediği şeye yol gösterir olduğunu görür? Hocasını görür, bir mesele sorar, O'da o meseleyi halleder?

Zûrare (radıyallahü anh) öldükten sonra kendisine rüyada, hangi amelin daha üstün olduğu soruldu. ”Rıza ve emelin kısalığı," dedi.

Birinden şöyle rivayet edilir: ”Rakka' İbn-ü Bişr (radıyallahü anh)'i rüyada gördüm ve dedim ki: ”Allah sana ne muamelede bulundu?" O da benim bu soruma: ”Bütün gayretten sonra kurtuldum." dedi. Sonra ben kendisine: ”Hangi amelleri daha üstün buldunuz? ” dedim. O: ”Allah korkusundan ağlamayı," dedi.

Bir başkası da şöyle demiştir: ”Genç kızlardan birisi taun hastalığından öldü, babası onu rüyada gördü ve ona dedi ki: ”Kızcağızım, âhiretten bana haber ver," dedi. Kızı şöyle cevap verdi: ”Babacığım, bilip de yapmadığımız, sizin yapıp da bilmediğiniz büyük bir işe yöneldik. Vallahi, amel defterimdeki bir veya iki tesbih (sübhanellah), bir veya iki rekât namaz bana dünya ve içindekilerden daha sevimlidir."

Buna benzer şeyler sayılmayacak kadar çoktur.

6

İlk üflemenin sarstığı gün... ”Râcife"den murat, yeryüzü ve dağhır gibi sakin cisimlerin kendisiyle sarsıldığı, yani korkusundan şiddetli bir şekilde hareket ettiği bir hadisedir. O, birinci üflemedir.

7

Onu ikinci üfleme tâkibeder.. Bu da ”râdife"dir ki, birinciden sonra gelen, onu izleyen hadisedir. Bu ise, ikinci üflemedir. Çünkü o, birinciden sonra gelir.

İrşad'da Ebussuûd der ki: ”Öldükten sonra dirilme ancak ikinci üflemeden sonra olmasına rağmen, iki büyük hadisenin cereyan ettiği açıklanmak suretiyle günün dehşetini beyan için zamanın uzunluğu nazara alınmıştır. Birincinin meydana gelişinde hayatta hiçbir canlı kalmaz, ölür; ikincide de dirilip kalkmayan hiçbir ölü kalmaz."

8

O gün, yürekler... Sanki şöyle denilmiştir: ”Çok yürekler" veya ”âsi yürekler" iki üflemenin gerçekleştiği gün

kaygıdan oynar. Yani kötü amellerinden ve çirkin fiillerinden dolayı şiddetli bir şekilde sarsılır.

9

Gözleri, o kötü ameller ve çirkin işleri yapanların gözleri

alçalır. Yani, Allah'tan kaçmaları, O'ndan başkasına yönelmeleri nedeniyle korkudan zillet içindedirler. Büyük hâdiselerden başkalarına inecek her şeyi beklerler.

Şimdi onlar, yani dirilmeyi inkâr edenler, siz dirileceksiniz dendiği zaman, onu tuhaf karşılıyarak:

10

'Öldükten sonra biz, dünyadaki ilk halimize döndürülecek miyiz? Ufalanmış kemikler olduğumuz vakit mi?' Diriltilip hayata döndürülecek miyiz? Halbuki o kemikler hayat bulmaktan çok uzaktır,

derler. Bu, yeniden dirilmeyi ve olmayan bir şeyin tekrar canlanmasını inkâr için bir te'kiddir. Halbuki Allah'ın bütün mümkînata (olması caiz olan şeylere) gücü yeter, elementlerin parçalarını toplayıp onlara hayat verebilir. Çünkü o parçalar, Yaratıcı'nın ilminde vardır, bellidir. Tıpkı sütle karışık su gibi. Zira onlar her ne kadar karışmış iseler de her bireri Allah'ın ilminde ayrıdırlar. Her ne kadar insan aklı bunu idrak etmekten âciz ise de.

"En-nahru" eski, çürük demektir. Kemik ve odun eskiyip gevşediği zaman ” Neharai-azmii ve'l-haşeb ” denir. Öyle ki dokunulduğu zaman dağılıverir.

11

Bak. Âyet 10.

12

Bu inkarcılar haşirle alay ederek:

'O halde bu bizim yeniden dirilmemiz, bizim için

hüsranlı bir dönüş olur' yani, o diriliş doğruysa, o halde biz, onu yalanladığımız için hüsranda oluruz

dediler. Bu sözleri alay etmek için söylemişlerdir. Çünkü onlar, yokluğunu ve imkânsızlığını kesin gördükleri şeyi, vukuu ihtimalli ve şüpheli olduğu şeklinde açıkladılar.

13

O, ancak bir tek sayhadır. Bu, onların inkârlarına karşılık Allah tarafından bir cevap ve mukadder bir hükmün sebebidir. Yani: O diriltmeyi Allah'a zor gelir sanmayın. O'nun kudreti içinde o, kolaydır. O ancak tekrar etmeyen bir sayhadır ki, yerin içinde oldukları halde onu işitirler. O, ikinci üflemedir.

14

Bakarsın uyanmışlar hepsi meydandadır. Yani, bakarsın yerin altındaki bütün yaratıkları yeryüzündedirler. ”Es-sâhire": Düz, beyaz yerdir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edildiğine göre: ”Es-sâhire: Gümüşten bir yerdir ki, onun üzerinde Allah'a hiç isyan edilmemiştir. Onun yaratılışı, o zamandadır."

Fenârî, Fatma'nın tefsirinde der ki: ”İnsanlar kabirlerinden kalktıkları ve Allah yeryüzünü başka bir yerle değiştirmeyi murad buyurduğu zaman,

Allah'ın izniyle yeryüzü genişler ve mahşer olur. Allah yeryüzünü dilediği gibi değiştirdiği zaman yaratıklar da onun üzerinde olur. Bu değişiklik şekil olarak, ya da yaratıkların üzerinde olacağı bir yer olur. Bu da ”sâhire" diye isimlendirilir. Allah Sübhânehu onu deri uzatır gibi uzatır, genişliğini de bulunduğu durumdan kat kat fazla yapar. Öyle ki, onda ne bir eğrilik ne de bir boşluk görülür."

15

(Habibim!) Sana Mûsa'nın haberi geldi mi? Başlangıç sözü olup, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kavminin yalanlamasından ötürü teselli etmek içindir.

"Sana geldi mi?" sözünün mânâsı, sözüne kulak verme ve haber talep etme hususunda kendisini teşvik etmektir. Sanki şöyle denmektedir: Bundan önce sana Mûsa'nın haberi geldi mi? Yoksa Ben sana onu haber vereyim mi?

Nitekim Hasan (radıyallahü anh) şöyle der: ”Allah tarafından Mûsa'nın haberini, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) için bildirmedir. Kişinin arkadaşına: ”Belde halkının karşılaştığı şey sana ulaştı mı?" demesi gibi. Halbuki o, ona ulaşmadığını biliyor. Sadece ona haber vermek için böyle söylüyor."

16

Kutsal mübarek temiz,

vadi Tuvâ'da Kelîm'i ile konuştuğunda

Rabbi ona şöyle hitabetmişti: Yani, Rabbi ona seslendiğinde vuku bulan haberi sana geldi mi? ”Tuvâ vadisi"nin ”kutsal" olarak isimlendirilmesi, mukaddes, temiz toprağın hudutları içinde bulunmasından ötürüdür. ”Tuvâ" Medine ile Mısır arasında bir vadidir. Tuvâ, vadi kelimesinin atf-ı beyanı olur.

17

Söz söylemek için

'Firavuna git! Çünkü o pek azdı. ”Tuğyan", haddi aşmaktır. Yani: O, inkâr etmek suretiyle yaratıcıya, böbürlenmek ve köleleştirmek suretiyle de halka karşı tuğyan etti. Kulluğun kemali, hakka karşı doğruluk, halka karşı da güzel ahlâkla olduğu gibi tuğyanin kemâl ide her ikisine karşı kötü muameleyle olur.

18

Ona geldikten sonra

De ki: Arınmaya gönlün, arzu ve yönelişin

var mı? Yani: Küfür ve tuğyan kirinden, beşerî bulanıklıkların pisliğinden ve tabiî pisliklerden temizlenmeye gönlün var mı? İster misin

19

sana Rabbinin yolunu göstereyim. O'nu tanımaya irşad edeyim

de O'nu tanı. Böylece

O'ndan korkasın.' Zira korku, ancak O'nu tanıdıktan sonra olur. Allahü teâlâ : ”...Kulları içinden ancak âlimler Allahtan (gereğince) korkarlar..." (Fâtır:28) buyurmuştur ki, bu âlimler Allah'ı tanıyan âlimlerdir.

Denilir ki: ”Sonunda Allahü teâlâ  buyurdu ki: ”O hiç yapmayacak." Bunun üzerine Mûsa: ”Onun hiç yapmayacağını Sen biliyorsun. O halde ben ona nasıl gideyim?" Allah ona şöyle vahyetti: ”Emrolunduğun şeyi yap. Zira gökte on iki bin melek vardır ki, kaderi (orada yazılı olanı) bilmek istemiş, ancak ona erişememişlerdir."

Allah korkuyu hidayetin gayesi kıldı; çünkü korku, işin temelidir. Çünkü kim Allah'tan kokarsa ondan hep hayır gelir. Her kim de emin olursa, bütün serleri işlemeye cüretli olur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyuruyorlar: ”Korkan, erkenden yoluna devam eder. Yoluna devam eden de menzile ulaşır. ”

Sonra Allahü teâlâ, Mûsa (aleyhisselâm)'ya sözde yumuşaklıkla davet etmesini, iyi davranarak Firavun'un kibirinden vazgeçmesini isteyerek, ona anlamı sunmaktan ibaret olan ”arınmaya gönlün var mı?" sorusu ile hitap etmesini emretmiştir. Bu, Allahü teâlâ 'nın: ”Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar." (Tâhâ:44) sözünün gerçekleşmesinin bir örneğidir. Yumuşak olmasına gelince; bu, arz şeklindedir. Yoksa emir şeklinde değildir. Ayrıca onda şirk, cehalet ve küfür gibi şeyler de zikredilmemiştir. (3)

20

Derken ona en büyük mucizeyi gösterdi. ”Fâ" fâsihadır, gizli olan cümleleri açıklar. Yani: Mûsa, Allah'ın emriyle gitti ve Firavun'u tevhid ve taate çağırdı. O da ondan, davetindeki doğruluğa delâlet eden mucize istedi.

Büyük mucizeden murat, asanın yılana dönmesi; küçük mucize ise, geriye kalan başka mucizelerdir.

21

Firavun Mûsa'yı

Hemen yalanladı, Son derece kibirli ve inatçı olduğundan düşünüp taşınmadan mucizelerini, sihir diye isimlendirdi

ve çok şiddetli ve çirkin bir şekilde Allah'a

isyan etti. Öyle ki, âlemlerin Rabbinin varlığını inkâra cüret etti.

"İsyan etti"den muradın, emrettiği şey hususunda Mûsa'ya isyan etti şeklinde olması da caizdir. Ancak onu kötüleme ve durumunu çirkin bulmada birincisi daha uygundur.

Melun Firavun ve kavmi, sırf İsrail oğullarımıı esaretten salıverilmeleriyle değil, Allah'a kulluk etmek ve Rubûbiyet davasını terk etmekle de emrolunmuşlardı.

22

Sonra inat ederek, mucizeye karşı gelmeye çalışarak -ki karşı gelmenin mümkün olduğuna inandığından değil-

koşarak geri döndü. Yani: Tâatten geri döndü. Yahut meclisten uzaklaştı.

Râğıb der ki: ”Edbera: Yüz çevirdi ve arkasını döndü demektir."

Keşşafın şöyle denir: ”Yılanı görünce hızlı hızlı yürüyerek korkarak geri döndü."

Hasan (radıyallahü anh), Firavun'un akılsız bir kişi olduğunu söyler.

23

Derhal (adamlarını) yani sihirbazları

topladı. Nitekim Allahü teâlâ : ”Firavun da şehirlere toplayıcılar gönderdi." (Şuarâ:53), ”Bunun üzerine Firavun dönüp gitti. Hilesini topladı, sonra geri geldi." (Tâhâ:60) buyurmuştur. Yani, sihirbaz ve âletlerinden oluşan hilesini topladı.

Ve onlara: Toplandıkları yerde bizzat kendisi:

'Ben sizin en yüce rabbinizim!' Benim üzerime rab yoktur, yani sizin işlerinizi idare eden herkesten yüceyim ben

diye bağırdı. Firavun böyle yücelik iddiasında bulununca, bu söz karşısında Mûsa (aleyhisselâm)'ya: ”...Üstün gelecek olan kesinlikle sensin." (Tâhâ:68) dendi. Çünkü sihirbazlara galip gelme, Firavuna galip gelmedir.

Kısacası Firavun bu sözüyle; göklerin, yerin, dağların, bitkilerin ve hayvanların yaratıcısı olduğunu kastetmemiştir. Zira bunun doğru olmadığını bilmek zaruridir. Bu hususta şüphe eden delidir. Aksine adam yaratıcıyı, haşri ve neşri inkâr eden bir dehrî (ateist) idi. Yine diyordu ki: ”Alemin bir ilâhı yoktur ki, onun size emir ve yasağı olsun, yahut size bir peygamber göndersin. Aksine sizi terbiye eden, size ihsanda bulunan benden başkası değildir.

Bazıları derler ki: ”Hazret-i Mûsa'nın asası yılana dönüşmek suretiyle, Firavun'un aczi açığa çıkınca, böyle dememesi gerekirdi. Sanki o bu (sözleri söylediği) zamanda ne söylediğini bilmeyen bunak gibi olmuştur!..

Ariflerden birisi der ki: ”Mahlukattan hiçbirisi insanın iddia etiği gibi kemal iddiasında bulanmadı. Çünkü o rubûbiyet iddia etti ve dedi ki: ’Ben, sizin en yüce rabbinizim!' İblis ise bundan uzak durdu ve dedi ki: ’...Ben Allah’tan korkarım...' (Enfal:43) Kesinlikle kendisine ait olmayan bir mertebe iddiasında bulunmadı."

Eğer dersen ki: ”İblisin, rııbûbiyyet iddia etmemesine rağmen lanetlenmesi. Firavun ve benzerlerinin, rııbûbiyyet iddia etmelerine rağmen ne tayinen ne de tahsisen İblis gibi lanetlenmemelerinin hikmeti nedir?"

Bu soruya cevap olarak denilir ki: ”Çünkü iblisin niyeti, öbürlerinin niyetinden daha kötüdür. ”

Ve yine bu soruya cevap olarak denildi ki: ”Çünkü, kavlen, fiilen ve niyeten ilk ayrılık ve ihtilâf yolunu açan İblis'tir. Ondan sonraki halk, taşkınlık ve ihtilâfı onun vesvesesiyle yol edindiler. İblis, muhalefetiyle Allahü teâlâ 'ya, öbürleri ise peygamberlere ve vesilelere karşı gelmişlerdir. Bazen yalvarıp yakarm ıslar, bazen de mahluk yanında günahlarını itiraf etmişlerdir. İblis ise ne yalvarıp yakarmış ne de itirafta bulunmuştur. O, ilk küfür yolunu açmıştır. Bu bakımdan kıyamete kadar ondan sonra gelen kâfirlerin günahı ona râcidir. Azgınlık ve sapıklığı vasıtasız olarak ortaya koyan odur."

24

Bak. Âyet 23.

25

Anılan sebepten dolayı

Allah da onu dünya ve âhiret azabıyla cezalandırdı. ”Nikâl", tenkil manasınadır. Teslim mânâsına olan selâm gibidir. O da, azâb etmektir.

Sanki şöyle denilmiştir: Allah Firavunu dünya ve âhiret azabıyla cezalandırdı. O azap âhiretle yakma, dünyada da suda boğmadır.

Bazıları der ki: ”Firavun kibri ya ridası hususunda enaniyyetinin şiddetli zuhuru ile kendini Hak'la eşit tuttu. Bu sebeple lanetlenmiş olarak zelil oldu ve ateşe atıldı. Nitekim Allahü teâlâ  kudsî hadiste şöyle buyurmuştur: ”Azamet izarım, kibriya ridamdır. Her kim Bana bunlardan biriyle ortaklıkta bulunur, Benimle nizâlaşırsa, onu ateşe atarım ve aldırış etmem." Bir rivayete göre de: ”Onu mahvederim aldırış etmem" şeklindedir." (4)

Baklî der ki: ”Davasında sadık olmadığı için dünya ve âhirette rüsvay olmuştur. Kendisine ait olmayan şeyi iddia eden herkes böyledir."

Âyetin delâletinden Firavunun kâfir olarak öldüğü anlaşılmaktadır. Firavundan iki söz sadır olmuştur. Birincisi: ”Ben, sizin en yüce rabbinizim!" İkincisi: ”Sizin için benden başka bir ilâh tanımıyorum..." (Kasas:38) Rivayete göre bu iki söz arasında kırk sene vardır.

Gerçek olan, rubûbiyyetten ulûhiyyetin anlaşılmasıdır. Yoksa bazılarının zannettiği gibi ”Ben, sizin en yüce rabbinizim!" sözünün mânâsı, işlerinizi idare eden her şeyden daha yüceyim, demek değildir. Çünka onda pek fazla bir fayda yoktur.

26

Elbette bunda yani, Firavun'un kıssasında anlatılan ve ona yapılan şeyde

korkan yani korkmak sânından olan

kimseler için büyük bir

ibret, ders alma ve öğüt

vardır. Korkma şanından olan kimse, Allah'ı ve onun hallerini bilendir. Azaptan korktuğu için Allah'tan korkar, O'na ve peygamberlerine karşı gelmez.

27

Sizi yaratmak mı daha güç... Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden Mekkelilere tehdit ve azarlama yoluyla bir hitaptır. Yani: Sizce ve zannınıza göre öldükten sonra diriltilmeniz mi daha zor, daha güç,

yoksa büyüklüğüne ve yapısının muhkemllğine, en küçük şeyini düşünmede bile akılları hayrette bırakan mükemmel yapısına rağmen maddesiz olarak

gökyüzünü yaratmak mı? Buradaki soru, gökyüzünün yaratılmasının zorluğunu ikrar etmeleri için bir takrir (tasdik, onay) sorusudur. Onları, şöyle demek suretiyle susturuyor: Ey beyinsizler! Bu zor şeye gücü yetenin nasıl olur da sizi yeniden diriltmeye ve mahşerde toplamaya güç yetirmez? Halbuki bu daha da kolaydır. İade suretiyle sizin yaratılışınız, Allah'ın kolayca güç yetireceği şeydir. Bunu nasıl inkâr ediyorsunuz?

Ki onu Allah bina etti ve büyük kudretiyle onu direksiz olarak ayakta tuttu,

28

onu yükseltip düzene koydu. Yani yerden yukarıya yüksekliğini beş yüz senelik yol uzunluğunda ve yüksekliğinde kıldı. Çünkü bir şeyin uzunluğu, altından üstüne doğru alındığında yükseklik, yukarıdan aşağıya doğru alındığında da derinlik ismini alır.

Bazıları der ki: ”Semk, gökyüzünün bizden taraftaki alt yüzeyiyle üst tarafına gelen üst yüzeyi arasındaki yüksekliktir. Kastedilen de ağırlığı ve kalınlığıdır. ”

29

Gecesini kararttı, yani onu karanlık yaptı. Bu karanlık sadece Allah'ın tedbiri ve takdiriyle hasıl olmuştur.

Gündüzünü ağarttı. Yani gündüzünü ortaya çıkardı. Gündüz; ”Duhâ" kelimesi ile ifade edildi ki, o güneş ışığıdır. Duhâ (kuşluk) vakti, güneşin doğduğu, sultasının yeryüzünde hakim olduğu vakittir. Çünkü o, güneşin en şerefli ve güzel vaktidir. Karanlıktan sonra aydınlığın ilâvesi, nimet vermenin tastamam, ihsanın da mükemmelliğini ifade etmektedir.

Ariflerden birisi der ki: ”'leyi' müzekker,’nehâr' müennestir. Gündüzün geceden çıkması, Havva'nın Âdem'den çıkması gibidir. Allahü teâlâ  şöyle buyurur: ’Onlar için bir delil de gecedir. Biz ondan gündüzü sıyırırız da onlar karanlıkta kal iverdi er.'" (Yâsin:37)

30

Ondan sonra da yerküreyi döşedi. Yani onu, ahalisinin yerleşmesi ve her tarafında dolaşmaları için hazır hale getirdi.

Bazıları der ki: ”Allah, gökyüzünü yaratmadan önce yerküreyi yarattı ama onu yaymamıştı. Daha sonra kendine has bir şekilde semaya yöneldi. Onu yedi kat olarak yaratıp düzenledi, daha sonra yerküreyi döşedi."

31

Kendiniz ve hayvanlarınız için bir faydalanma olmak üzere, pınarlar fışkırtmak ve nehirler akıtmak suretiyle

yerden suyunu ve otlağını yani otunu

çıkardı ve dağları sağlam bir şekilde yerleştirdi. sarsılmasın diye de dağlarla yeri sabitleştirdi. ”Mera" aslında otlaktır. Su ve otlak yere nisbet edilmişlerdir, çünkü onlar ondan çıkarlar. İnsanın yerleşimini sağlamak yetmez. Yiyecek, içecek cinsinden geçim işini de temin emek gerekir. Bundan dolayı bunları zikretmiştir.

Dağları sağlam bir şekilde yerleştirmesi, gerçeği ortaya koymak ve yerleştirmenin yeryüzünün kendisinden kaynaklanan bir iş olmayıp, Allah'ın yerleştirmesiyle olduğuna tenbih içindir. Şayet Onun yerleştirmesiyle olmasaydı, dağlar, yeri sabitleştirmek şöyle dursun, kendilerini bile sabitlcştiremezlerdi.

Ayetteki ”Meto"kelimesi, ”faydalanma, yararlanma"; ”enam" kelimesi de ”hayvanlar" manasınadır. Sıhah'da şöyle denilmektedir: ”Bu isim ekseriyetle develer içindir. Burada geneldir. Deve, sığır, koyun, keçi gibi şeyler de kastedilmiştir. Yani bunları, sizin ve hayvanlarınızın faydalanmanız için yapmıştır. Çünkü döşeme, beşik gibi yapma, suyun ve otlağın çıkarılması gibi zikredilen şeylerin faydası, kendilerine ve hayvanlarına ulaşmaktadır. Çünkü ”mera" yani otlak, insanın ve insandan başkasının yediği şeyi de içine alır. Bunun için denilmiştir ki: Allahü teâlâ, suyu ve otlağı zikretmekle, yerden çıkıp da kendisinden faydalanılan her şeye işaret buyurmuştur."

Utbî der ki: ”Bu, yani, ’yerden suyunu ve otlağını çıkardı' cümlesi, cevâmiu'l-kelim (kısa ve çok anlama gelen söz)dendir. Çünkü yerden çıkarılan her şeye delâlet eden iki şey zikredilmiştir. Bu yerden çıkarılan şeyler, canlılar için azık ve meta' olan ot, ağaçlar, tohumlar, çekirdekler, meyveler, tuz ve ateştir. Çünkü ateş yeşil ağaçtan, tuz da sudandır. Otlak kelimesinin kullanılmasındaki incelik; öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden muhatapları kınama, dünya ile faydalanma hususunda onları hayvanlara ilhak etme ve âhiretten gafletlerine işarettir."

32

Bak. Âyet 31.

33

Bak. Âyet 31.

34

Her şeyi alt üst eden o büyük felâket geldiği vakit, Sıhah'da der ki: ”Çoğalıp, üstün ve galip gelen her şey ”tâmme" kelimesi ile ifade edilir. ”Radde" bâbındandır. ”El-kübrâ"kelimesi, ”ekbera" nın müennesidir. Büyük oldu mânâsına olan ”kebura"dan gelir. ”Yaşlandı" mânâsına olan ”kebira"dan değil. ”

Bu, hayattaki hallerinin beyânının akabinde fıhiret durumlarının beyanına başlamadır. Mânâsı: Diğer belâ ve felâketlere üstün ve baskın gelen büyük belânın vukuunun vakti geldiği zaman demektir. Kastedilen; kıyamet veya ikinci sûr'a ülurüştür. Çünkü, kıyamet gününde alışılmışın dışında müthiş alâmetler müşahede edilir ki, çok dehşetli şeyleri unutturur. İkinci sûr'a üfüriişte yaratıklar kıyamet yerine toplanır.

35

İnsanın yapıp ettiklerini hatırlayacağı gün...Yani, o günde herkes amel defterlerinde yazılmış olarak müşahade etmek suretiyle, hayır ve şer ne işlemişse hatırlar. Halbuki o, aşırı gaflet ve zamanın uzunluğundan dolayı onu unutmuştu. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurur: ”...Allah onları bir birsaymıştır, onlar ise unutmuşlardır... ” (Mücâdele:6)

36

Ve görene yani insanlardan gözü olan her yaratığa

cehennem açık bir şekilde yani, onu dünyâda İken işittikten sonra hiç kimseye gizil kalmayacak şekilde apaçık olarak

gösterildiği zaman. ”Cahîm"den maksat, mutlak ateşle ifade edilen cehennemdir.

37

Azana yani böbürlenene, başkaldırana, küfr ve azgınlıkta ileri giderek isyanda haddi aşana

ve uçup gidecek fâni

38

dünya hayatını âhirete tercih edene yani onu seçene, iman ve ibadetle ebedî âhiret hayatı için hazırlık yapmayana

39

şüphesiz cehennem durumu anlatılan bütün bu kimselere

tek barınaktır başkası değil. Âsî mü'minin çıktığı gibi oradan çıkacak değildir. Söz, kâfir hakkındadır fakat onda diğer insanlar için de bir öğüt, ibret ve ikaz vardır.

40

Başlangıcı ve sonu bildiği için, her şeyin alt üst olduğu o büyük felâket gününde

Rabbinin makamından yani her şeyinin sahibinin önünde durmaktan

korkan -çünkü hesap için O'nun önünde durmaktan korkmak, eblelte O'nu tanımanın neticesinde olur-

ve nefsini kötü arzulardan yani beşerî yaratılış ve tabiatının hükmüyle o arzulara meyletmekten

uzaklaştıran, dünya hayatinin meta' ve parlaklığına kapılmayan, âkibetin korkunçluğunu bilerek onun süs ve alâyişine aklanmayan

41

için ise şühpesiz cennet yegâne barınaktır. Yani, cennet, içine girenin hiç çıkmayacağı bir makamdır.

"El-hevâ;" seri bir sebep olmaksızın nefsin arzu duyduğu ve lezzet aldığı şeye meyletmesidir. Nitekim hadiste şöyle büyütülmüştür: ”Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkulusu hevâ (nefsin kötü arzuları) ve tûl'ü emel (bitmeyen istek )dir. Hevâ, Hak'tan alıkoy ar; tûl'ü emel ise âhireti unutturur."

Büyüklerden birisi der ki: ”Hevâ, Allahü teâlâ 'nın: İnsanlara kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşten, salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere düşkünlük süslü gösterildi...' (Âl-i İmrân: 14) âyetinde zikredilen yedi şeyden ibarettir. Allah onu iki şeyde topladı. Nitekim buyurdu ki: ’Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir...' (Muhammed: 3 6) Sonra onu bir şeyde topladı ki, o da âyetteki hevâdır."

Hevâ bütün şehvetleri (arzuları) içine alır. Kim nevadan kurtulursa, bütün kayıtlardın kurtulmuştur.

Sefil (radıyallahü anh) der ki: ”Hevâdan ancak peygamberler ve bazı sıddıklar uzak kalır. Hevâdan ancak edebi kendisine gerekli kılan kurtulur."

Ben fakir derim ki: Şüphesiz insan, melekî hakikatle hayvanî hakikat arasında bir geçittir. O, birinci hakikat yönüyle nefsi hevâdan uzaklatırır. Nitekim Nebi (aleyhisselâm) kendisi, kendisine: ”Ey Nebi! Selâm senin üzerine olsun" diyerek melekî yönünden beşerî yönüne, yahut cem' makamından ferd makamına hitap ediyordu.

Cennetten murat, mutlak mükâfat yeridir. Allahü teâlâ 'nın: ”Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman:46) sözüne aykırı değildir. Buradaki iki cennet: Cismanî nimetler cenneti ve ruhanî lezzetlerle lezzetlenme cennetidir.

Muhammed İbnüi-Hasen (radıyallahü anh) der ki: ”Bir gece uyuyordum. Bir de ne göreyim, kapı vuruluyor. Dedim: ’Bakın kim o?' Kapıya bakan kimse: ’Halife Harun'un elçisi, Halife seni çağırıyor.' dedi. Canımdan korktum ve yanına gittim . Yanına girince dedi ki: ’Bir mesele hakkında seni çağırdım. Ümm-ü Muhammed'e -yani Zübeyde'ye-: ’Ben âdil bir devlet adamıyım. Âdil devlet adamı cennettedir.' dedim. O da bana: ’Sen zâlim, âsisin, kendinin cennetlik olduğuna şahitlik ettin, böylece Allah'a karşı yalan söyledin' dedi. Hasen şöyle devanı etti: ”Dedim ki: ’Ey mü'minlerin emiri! Bir günah işlediğin zaman, o durumda Allah'tan korkuyor musun?' Dedi ki: ’Evet vallahi, Allah'tan çok şiddetli korkuyorum.'‘Ben şehadet ederim ki senin için iki cennet vardır, tek cennet değil. Allahü teâlâ : ’Rabbinin makamından korkan kimseye iki cennet vardır.' (Rahmân:46) buyurmuştur,' dedim. Bana hoş davrandı, ayrılmamı emretti. Evime döndüğümde para keselerinin bana geldiğini gördüm."

42

Sana kıyameti sorarlar: Gelip çatması yani kopması

ne zamandır? (derler.) Allah'ın onu ne zaman koparacağını kastediyorlar. Müşrikler kıyametin haberlerini; onun her şeyi alt üst eden felâket, kulakları sağır eden ses ve kapı çalan şey oluşu gibi müthiş vasıflarını işitiyorlardı da alay ederek diyorlardı ki: ”Gelip çatması ne zamandır?"

43

Sen onu nereden bilip bildireceksin! Müşriklerin onu sormasına bir cevap ve inkârdır. Yani, sen neredesin? Onun vaktini onlara anlatman ve onu onlara bildirmen nerede ki, sana onun açıklanmasını sorsunlar? Tıpkı şu âyette olduğu gibi: ”...Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar..." (A'râf: 187) Yani, hiçbir şekilde sen onlara onu anlatamaz ve vaktini açıklayamazsın. Gaybkırı en iyi bilen Allah onu kendi ilmine has kılmıştır ki, sen onu nasıl bileceksin?

44

O'nun nihâi ilmi yalnız Rabbine aittir.Yani, kim olursa olsun, onun nihaî ilmi hiç kimseye verilmemiştir. O halde neden dolayı onu soruyorlar?

Kâşânî der ki: ”Yani, sen nerdesin, onu bilmek ve anlatmak nerede? Onun ilmi ancak Rabbine aittir. Sen ve senden başkası onun ilminden ne bileceksiniz? Aksine onu yalnız Allah bilir."

45

Sen ancak ondan korkanları uyarırsın. Yani senin vazifen; yaklaştığını açıklamak babından emrolunduğun şeye uymak, ondaki çeşitli korkuları açıklamaktır. Yoksa sana havale edilmeyen vaktini tayin etmek değildir. Onlara ne oluyor ki, açıklaması senin vazifen olmayan şeyleri soruyorlar'? Yani, sen ancak ondan korkanı ve vuku bulacağına inananı ııyarabilirsin. O, bütün insanlara gönderilmiş olmasına rağmen sadece korkan kimsenin tahsis edilmesi, ondan faydalananların onlar oluşundan dolayıdır. Yani, uyarmak sadece onlara tesir eder. Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: ”...Tehdidimden korkanlara Kur'an la öğüt ver." (Kaf:45)

46

Mekke kâfirlerinden inkarcılar

kıyamet gününü gördüklerinde yani onun dehşetini müşahede ettiklerinde dünyada

sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar. Yani, dünyada bir günün akşamı veya kuşluk zamanı gibi kısa bir müddet kaldıklarını sanırlar.

Eğer, niçin ”illâ aşiyyeten ev duhâ" denilmemiştir'? Duhâ kelimesinin sonuna ”hâ" zamirinin eklenmesinin faydası nedir? denilecek olursa, biz de deriz ki: Şayet öyle denilseydi, ”aşiyye (akşam)"nin bir günden, ”duhâ (kuşluk vakti)'nin başka bir günden olması muhtemel olurdu. Bu durumda, birinci gündeki bu zamandan, diğer bir gündeki başka bir zamana kalmanın devam edeceği sanılırdı. Ama âyetteki şekilde denilince bu ihtimal ortadan kalkar. İkinci olarak, âyetlerin sonlarındaki ses uyumuna riayet vardır. Çünkü ondan öncesi ” mürsâhâ ve zikrâhâ ve müntehâhâ" dır. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın yardımıyla Nâziat Sûresinin tefsiri tamamlandı.

0 ﴿