MÜTAFFİFÎN SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur, 36 âyettir. 1Eksik ölçüp tartanların vay haline! ”Veyl", helak veya fazla kötülük demektir. İbn Keysan dedi ki: ”'VeyV, belâya uğramış her sıkıntılı kimse için kullanılır. Sana veyl olsun dediğinde muhatabın, belâ ve musibeti hakettiğini dile getirmiş olursun." Bazılarına göre bu kelimenin aslı, üzüntü anlamında ”vey"dir. Kolaylık olsun diye sonraki kelimede bulunan nisbet lamıyla yany ana getirildi. ”Veyl" kelimesi, her ne kadar nekre ise de duâ makamında bulunduğu için mübtedadır. "Mutaffifîn" ise, ölçü ve tartıda insanların mallarını eksilten demektir. Tatfîf; ölçü ve tartıda eksiltme ve hainlik yapmadır. Bu da eksik ölçüp tartanların hakir ve adi kimseler olduğuna delâlet etmektedir. Rivayet edildi ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiğinde Medine halkı ölçü ve tartı konusunda en çok haksızlık yapan kimselerdendi. Bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. Allah Rasûlü onlara bu âyetleri okudu ve şöyle buyurdu: ”Beş şeye karşılık beş şey vardır ve şunlardır: Bir kavim ahdini bozarsa Allah onlara düşmanlarını musallat eder. Allah'ın indirdiği ile hükmetmezlerse aralarında fakirlik yayılır. Gayr-i meşru cinsel ilişkiler başgösterirse ölüm yaygınlaşır, ölçü ve tartıyı eksik yaparlarsa kuraklık ve kıtlığa uğrarlar. Zekât vermezlerse yağmurları kesilir." Medineliler bu tavsiyelere uygun hareket edip ölçü ve tartıda düzgün davrandılar, günümüze kadar da bu konuda insanların en doğru ölçüp tartanları oldular. Hazret-i Ali, za'ferân tartan ve teraziyi ağdıran birine uğradı ve adama; önce denk tart, sonra istediğin kadar fazla ver, dedi. Sanki bu ikazıyla âdet üzere önce denk tartmayı, böylece farzla nafileyi birbirinden ayırmayı hatırlatıyordu. Çünkü denk tartmak farz, fazla vermek nafiledir. İbn Abbas şöyle dedi: ”Ey acem topluluğu! Meşgul olduğunuz ölçü ve tartı konusunda titizlik gösterin. Zira bu iki konuda sizden öncekiler mahvoldular." Fudayi şöyle dedi: ”Teraziyi eksik tartmak kıyamet günü yüz karasıdır." Rivayet edildiğine göre Mâlik b. Dinar, ölmek üzere olan komşusuna vardı. Komşu dedi ki: ”Ey Mâlik! Önümde tırmanmaya zorlandığım ateşten iki dağ bulunuyor." Mâlik, hane halkına durumu sordu. Bu zatın, bir alırken bir de satarken kullandığı iki ölçeği vardı, dediler. Bunun üzerine Mâlik b. Dinar, o iki ölçeği getirtti, birini ötekine çarparak kırdı. Sonra adama durumunu sordu. Adam: ”Vaziyet gittikçe gözümde büyüyor" dedi. Cenab-ı Hak'tan koruma ve selâmet isteriz. 2Onlar insanlardan kendilerine bir şey aldıkları zaman tam ölçerler. Alışveriş ve benzeri hallerde insanlardan mal alırken basit hile yollarıyla fazla fazla alırlar. Ölçeği sallayarak, malı sıkıştırarak, tepeyi yığarak, terazi ve ölçeğin ağzından çalarak fazla alıyorlardı. 3Kendileri başkalarına bir şey ölçtükleri veya tarttıklarında eksik ölçer ve tartarlar. İnsanlara bir şey satarken ölçüp tarttıklarında ise, ölçü ve tartı eşitlik ve adalet sağlansın diye icad edildiği halde bunlar insanların haklarını noksanlaştırırlar. Eksik ölçmede ”keyl" ve ”vezn", tam ölçmede ise sadece ”keyl" denmesinin hikmeti şu olabilir: Onlar başkalarından alırken ölçekte yaptıkları hileleri, başkalarına verirken ölçü ve tartıda yapamıyorlardı. Nitekim Zemahşerî şöyle diyor: ”Sanki bu hilekârlar ölçülüp tartılan malları tartarak değil, sadece ölçerek alıyorlardı. Çünkü fazla yığmak ve ölçeği sallamak suretiyle fazla ölçüp çalma imkânı buluyorlardı. Fakat başkalarına verirken ikisinde de hile yapabildikleri için ölçü ve tartıyla veriyorlardı." 4Onlar büyük bir gün için tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı? Onlardan kasıt, bu korkunç sıfatla tanımlanan ölçü ve tartı hilekârlarıdır. Baştaki ”ela tenbih harfi değildir. Çünkü tenbih harfinden sonra gelen söz müspet olur. Burada ise menfîdir. Tenbih harfi olan ”ela" kaldırılırsa şu âyette olduğu gibi mânâ bozulmaz: ”Senin hayatına yemin olsun ki onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlardı" (Hicr: 72) Buradaki yemin kaldırılsa mânâ bozulmaz. Fakat âyetteki ”ela kaldırılsa mânâ bozulur. Öyleyse bu tenbih harfi değildir. Hemze, olumsuzluk ifade eden ”la" nın başına istifham-ı inkarî olarak gelmiştir. Arz ve teşvik için zan kelimesi üzerine gelmesi caiz görülmüştür. O büyük günün ve o gündeki korkuların büyüklüğünü takdir etmek mümkün değildir. Onlar orada hardal tanesi, hatta zerre kadar olan şeylerden bile hesaba çekileceklerdir. Bir kimse şüphe ve vehim ölçüsündeki zayıf bir zan ile bile bunu gözönüne getirse böyle kötülükleri yapma cesaretini gösteremez. Kesin iman sahibi nasıl cesaret etsin? 5Bak. Âyet 4. 6O gün insanlar âlemlerin Rabbinin huzurunda divan dururlar. Rablerinin huzurunda durmaları ya O'nun emri ve hükmü olduğu için veya hesaba çekilmek içindir ki, işte o zaman hileleri ve cezaları ortaya çıkacaktır. Rivayet edildiğine göre onlar, Rablerinin huzurunda dünya senesiyle tam kırk sene duracaklar, bir kısmı kulak hizasına kadar tere batacak, kendilerine ne bir haber, ne de bir emir gelecek. Mü'minlerin beklemesi ise, bir farz namazı eda vakti kadardır. Özellikle ”âlemlerin Rabbi" denmesi, terbiyenin gereği, hiçkimsenin hakkının zayi edilmemesi olduğuna dikkat çekmek içindir. Bu tehdit edici ifadeler göstermektedir ki aldatma, değersiz bir şey için bile olsa günahı son derece büyüktür. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) bu sûreyi okumaya başlayıp bu âyete gelince hesap ve ceza düşüncesiyle ağladı, ağlamaktan ötürü gerisini tamamlayamadı. Bedevinin birisi Abdü'l-Melik b. Mervan'a şöyle dedi: ”Allahü teâlâ 'nın ölçü ve tartıda haksızlık yapanlar için ne dediğini duydun." Bununla şunu demek istiyordu: Azıcık bir hile yüzünden eksik tartan kişinin ne büyük bir azaba çarptırılacağı ortada iken, insanların mallarını hesapsız kitapsız alan senin durumun ne olacak? 7Hayır hayır, kötülerin yazısı muhakkak siccîndedir. ”Kellâ", işledikleri haksızlıkları, hesap ve tekrar dirilmekten gafletlerini red içindir. ”Siccîn", kötülükleri içinde toplayan kitabın özel ismidir. Orada şeytanların, insan ve cinlerden kâfir ve fâsık olanların amelleri yazılıdır. Yahut da bu, yedi kat yerin dibinde şeytan ve neslinin mekânı olan bir yere atılmış bir kitaptır. İyilerin kitabını melekler seyrettiği gibi, kovulmuş şeytanlar da siccîni seyrederler. ”Siccîn", ”mescün" un mübalâğasıdır. Mânâ şöyledir: Ölçü ve tartıyı eksik tartanlar da dahil fâcirlerin ve amellerinin yazılı olduğu liste, düzenlenmiş olan bu kitaptadır ki orada, belirtilen kimselerin kötü amelleri vardır. 8Siccîn nedir, bilir misin? Soru, ”siccîn"'in korkunçluğunu dile getirmek için gelmiştir. Yani ”siccîn"i kimsenin tam kavraması mümkün değildir. 9O yazılmış bir kitaptır. Bu, yazısı çok açık bir kitaptır ki, ona bakan zahmetsizce içindekileri görebilir. İsimleri bulunan kimseler için hayırsız olduğunu anlar. Yani bu kitap, sahibinin kötülüğüne, cehennemlik olduğuna işaret eden bir alâmet taşır. Bunun kötüye işaret olduğu, ifadenin gelişinden anlaşılmaktadır. Zira makam korkutma makamıdır. 10O gün vay haline yalanlayanların! Yani insanların, Rableri huzurunda divan duracakları günde Allah'ı, peygamberini ve âyetlerini yalan sayanların halleri korkunçtur. 11Onlar ceza gününü yalanlayanlardır. Bu âyet, yalanlayanları kötüleyen bir sıfattır. Habîs ve fâsık olan filan kişi şunu yaptı, denilmesi gibi. 12Onu ancak sınırı aşan ve günaha düşkün olanlar yalanlar. O günü ancak Nadr b. Haris, Velid b. Muğîre ve benzeri gibi düşünme ve ibret almaktan uzak, kör taklide saplanmış kimseler yalanlar, ayrıca onlar şehvetlere öyle dalmışlardır ki, şehvetlerin gerisindeki lezzetleri görememektedirler. 13Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ’Eskilerin masalları' der. Gerçekleri haykıran âyetler okunduğu zaman kara cahil ve haktan yüzçeviren kişi, bunlar eskilerin hikâyeleri ve boş haberleridir, der. 14Hayır hayır, onların kazandıkları günahlar kalpleri üzerine pas olmuştur. ”Kellâ", mütecaviz günahkârı batıl sözden sakındırmak için gelmiştir. Kıraat alimlerinden Hafs, ”bel râne" yi, ayırmadan hafif bir sekte ile ve lamı izhar ederek okudu. Mânâ şöyledir: Kazandıkları küfür ve günahlar, aynanın pası gibi kalplerini bürüdü. Bu durum gerçeği bilmelerine engel oldu. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Kul bir günah işlediğinde kalbinde siyah bir nokta belirir ve gittikçe kalbi kararır." "Reyn", parlak olan şeyin üzerini kaplayan pastır. Günahlar da kalp üzerini pas gibi kaplar. Süleyman Dâranî şöyle dedi: ”Pas ve katılık gafletin iki yularıdır. Kim uyanık olur, Cenab-ı Hakk'ı zikrederse katılık ve pastan emin olur. Bunların ilâcı oruca devam etmektir. Buna rağmen kasvet devam ederse ekmeğin yanında başka bir şey yemesin." Büyüklerden biri de şöyle dedi: Kalp parlatılmış bir aynadır, asla pas tutmaz. Şu ve benzerî hadislerde mutlak mânâda pastan bahsediliyorsa da: ”Demirin pas tutması gibi kalpler de pas tutar. Onları Kur'an okumak ve Allah'ı zikretmek parlatır." hadiste bahsedilen bu pastan maksat, kalbin yüzünde peyda olan karanlık değildir. Maksat, kalp yaratıcıyla değil de, yaratıklarla alâkadar olunca işte kalbin Allah'tan başkasına bu bağlanışı, Hakkın kendisine tecellisine mani olan bir pas mesabesindedir. Hattı zatında Cenab-ı Hak her an tecelli etmektedir. Onun hakkında perde düşünülemez. Fakat kalp, şer'î hitap yönünden ilâhî varlığı kabul etmez de başkasına yönelirse bu hal pas, perde, örtü ve benzeri başka şeyler olarak ifade edilir. Şu âyet-i kerimede Allahü teâlâ buna işaret etmektedir: ”Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır..." (Fussilet: 5) Kalpler sadece Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in davet ettiği şeye karşı kapalıdır, yoksa her şeye kapalı değildir. Kalpler, çağrılan şeyden başkasına yönelirse çağrılan şeye karşı kör olur ve hiçbir şey görmez. Aslında kalpler parlak ve saf olarak yansıtma kabiliyetlerini sürdürürler. 15Hayır hayır, doğrusu onlar o gün Rablerini (görmek)ten mahrumdurlar. Bu yalanlayanlar, insanların âlemlerin Rabbi huzurunda divan duracakları günde Rablerini göremeyeceklerdir. Çünkü kötü amelleri sebebiyle kalp aynaları kararmış olacaktır. İlâhî tecellinin nurunu gösterecek bir tarafları kalmayacaktır. Müminler ise böyle değildir. Güzel amelleri sebebiyle kalp aynaları parlak ve saf olacak, bu parlaklık ve saflığın parıltısı kalbe geçecek ve böylece ilâhî nurun tecellisini kalp ve gözlerinde aksettirmeye müsait olacaklardır. Mâlik b. Enes'ten bu âyet hakkında sorulduğunda şöyle dedi: ”Cenab-ı Hak, düşmanlarından gizlenip gözükmeyince elbette dostlarına gözükecektir." İmam Mâlik bu âyeti, Allah'ın âhirette görülmesi meselesine, hitap tarzına bakarak delil getirdi. Şayet Allah hiç kimseye gözükmeyecek olsaydı sadece kâfirlerin göremeyeceklerini söylemesinin bir anlamı olmazdı. İmam Şafiî'den şöyle nakledilmiştir: ”Cenab-ı Hak, gazabından ötürü bir kavme gözükmeyince rızasından ötürü başka bir kavme gözükecektir." Hüseyin b. Fadl şöyle dedi: ”Cenab-ı Hak dünyada kâfirleri kendine imandan mahrum ettiği gibi, âhirette de kendini görmekten mahrum edecektir. Allah'ın birliğine iman edenler Rablerini görmekten mahrum olmayacaklardır." Sehl (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Onları Rablerini görmekten alıkoyan dünyada kalplerinin katılığı ve ezelde yazılan bedbahtlıklarının öne geçmesidir. Onlar yakınlık ve müşahade makamına lâyık değillerdir. Bundan dolayı uzaklaştırılıp mahrum edilmişlerdir. Görmekten mahrum bırakılmak, uzaklık ve kovulmanın son sınırıdır." Zemahşerî Keşşafta, şöyle dedi: ”Cenab-ı Hakkı görmekten mahrum bırakılmaları, onları hafife alıp tahkir etmek için bir temsildir. Çünkü kiralın huzuruna ancak itibarlı ve ikramlı kişiler alınırlar, değersiz ve aşağılık kimseler yaklaştırılmazlar." Devamla şöyle dedi: ”Onlar heybet kapısına varınca utanırlar. İnsanlar utanma ve uzaklaştırılma arasında bulunurlar." Keşşaf sahibi Zemahşerî'nin bunu sembolik sayması, mutezilî olduğu için kendi aklınca Allah'ı görmenin hakiki mânâda mümkün olmayacağındandır. Müfessirlerden bazıları şöyle dedi: ”Âyetin sembolik kabul edilmesi zahirî mânâyı terketmektir. Hakiki mânâ gayet açıktır. Kralı görmekten utanmıştır, denildiğinde, kralı görmekten menedilmiştir anlaşılır. Bu durum, en büyük aşağılanma sebebidir." Âyet-i kerime, Cenab-ı Hakk'ı âhirette görmenin delillerindendir. İkram ve ihsanının bolluğundan, kendisine kavuşma ve cemalini seyretme nimetinden dolayı Allah'a hamdolsun. 16Sonra onlar muhakkak cehenneme gireceklerdir. Onlar ateşe girip, arada bir engel olmaksızın ateşin hararetini duyacaklardır. 17Sonra da onlara: ’İşte yalanlayıp durduğunuz (cehennem) budur' denilecektir. Bu söz onları azarlamak ve sarsmak için zebaniler tarafından söylenir. Dünyada iken yalanladığınız bu azabı tadın, denir. 18Hayır hayır, iyilerin kitabı illiyyîn'dedir. ”Kellâ" sözü, yalancıların halini reddetmek için gelmiştir. İyilerin amellerini ihtiva eden kitap, faziletli kimselerin bütün amellerini içine alan bir divandadır. ”İlliyyîn", hayır divanının özel ismidir ki, bu divanda melek, insan ve cinlerden sâlih olanların amelleri yazılıdır. ”İlliyyîrı" denmesi, makamın çok yüksek olduğunu ifade içindir. Böyle isimlendirilmesi, ya cennette en yüksek derecelere çıkma sebebi olduğundan veya bizzat kitabın yedinci kat semada bulunmasından ötürüdür. Burada meleklerin önde gelenleri bulunur. Bu makamda bulunması kitaba verilen değer ve önemi gösterir. Rivayet edildi ki, melekler kulun amelini Cenab-ı Hakk'ın müsade ettiği noktaya ulaştırdıklarında Allah onlara şunu bildirir: ”Siz kulum üzerinde gözcülersiniz, Ben de kalbindekiler üzerinde gözcüyüm. O amelinde ihlâs gösterdi, onu en yüce mertebeye çıkarın, ben onu bağışladım." Melekler diğer bir kulun amelini de yine Allah'ın müsade ettiği noktaya ulaştırırlar. Allah onlara şunu bildirir: ”Siz kulum üzerinde gözcülersiniz, Ben de kalbindekiler üzerinde gözcüyüm. O amelinde ihlâslı davranmadı, onu da aşağıların aşağısına indirin." 19İlliyyîn nedir, bilir misin? O, kulların idrak hudutları dışındadır. 20O yazılmış bir kitaptır. ”Merkum", ”rakm" dan türemedir. ”Rakm" ise yazmak, tescil etmek demektir. Yani bu kitabın yazısı nettir, külfetsiz okunabilir. 21Allah'a yaklaştırılmış melekler ona tanık olurlar. Allah katında çok değerli olan melekler o kitabın yanında bulunurlar ve onu kaybolmaktan korurlar. Onlar göğün yedi mukarreb meleğidirler. Her semada bir mukarreb melek vardır. O melek bu kitaba erişir, Allah'ın dilediği noktaya kadar ulaştırıp uğurlar. 22İyiler kesinkes cennettedirler. Yani takva sahibi ve bahtiyar kullar nimet içindedirler. Sonra Cenab-ı Hak bu nimetleri üç vasıfla tanımladı. Bu üç vasıf aşağıdaki üç âyettir: 23Tahtlar üzerinde etrafa bakarlar. Tüller içinde kurulmuş tahtlar üzerinde hoşlandıkları cennet manzaralarına, Allah'ın kendilerine bahşettiği nimet ve ikramlara ve düşmanlarının cehennemde nasıl azap edildiklerine bakarlar. 24Yüzlerinde nimet ve mutluluğun sevincini farkedersin. Yüzlerindeki sevinç ve gülücük alâmetleri sebebiyle sen onların nimet içinde yüzdüklerini anlarsın. Nitekim servet ve bolluk içinde yaşayanların yüzlerinde de bu alâmetler gözükür. Burada ”görürsün" yerine ”farkedersin" ifadesi kullanıldı. Zira ”görmek", genellikle aşikâr olan şeyler için, ”farketmek" ise çoğunlukla gizli olan şeyler için kullanılır. Buradaki ”farkedersin" hitabı, cennetliklerin sahip oldukları nimet ve güzellikleri bildirmek için, hitaba lâyık herkese yöneliktir. Cafer Sâdık şöyle dedi: ”Cenab-ı Hakk'ı ziyaretten köşklerine döndüklerinde Cemâlullahı görmenin sevinci yüzlerinde güneş gibi parlar." 25Onlara mühürlü saf bir içki sunulur. ”Rahîk", saf ve halis içki demektir. Yani onlara cennette, içinde yabancı madde bulunmayan, nefsi rahatsız etmeyen, yapısı bozulmayan, dünya içkilerine benzemeyen, ağzı bozmayan, baş ağrısı yapmayan bir içki vardır. O içki damgalı ve mühürlüdür, iyi muhafaza edilmiştir. 26Onun sonu misktir. ”Misk", malum kokudur. Yani içki kap ve kadehleri toprak yerine miskle mühürlenmiştir. Bu içkiyi, içecek kimselere ikram olunmak üzere Allah onun mühürlenmesini emretmiş, o da mühürlenmiştir. Böylece ona herhangi bir kimsenin dokunması, bir elin ulaşması engellenmiştir. Ta ki iyiler onun mühürünü açsınlar. Bu ifade içkinin nefasetini vurgulamak için temsilen kullanılmıştır. Zira nefis bir şey mühürlü olur. ”Hitâm", bir şeyin sonu demektir. Yani bu içkiyi içen, ağzını kadehten ayırdığı zaman misk kokusu gibi bir koku hisseder. Yahut da içki miskle karışık olduğu için bu koku duyulur. Dünyada da misklenmiş içecekler böyledir, sonunda misk kokusu duyulur. Ebu'd-Derda (radıyallahü anh) şöyle dedi: ’Rahîk', gümüş gibi beyaz bir şaraptır, en son bunu içerler. Şayet dünya halkından birisi elini bu içkiye daldırıp çıkarabil şeydi onun güzel kokusunu bütün canlılar duyarlardı." İmrenenler ona imrensinler. İmrenenler, cennetliklerin bahsedilen hallerine imrensinler ve Allah'a itaat hususunda yarışsınlar. Buradaki emir, teşvik içindir. ”Tenâfüs" ün aslı, insanların ilgi duydukları hoş şeydir. Herkes onu kendi nefsi için arzu eder. Zünnûnü Mısrî şöyle dedi: ”Tenâfüs’ün (rağbetin) alâmeti, kalbin ona bağlanması, vicdanın ona yönelmesi, hatırlanıldığı zaman yerinde duramama, insanlardan uzaklaşma, yalnızlığa alışma, geçmiş günahlara ağlama, zikir dinlemekten hoşlanma, Allah'ın kelâmı üzerinde düşünme, nimetleri şükür ve sevinçle karşılama ve Allah'a bol yalvarmadır." 27Karışımı tesnimdendir. Bu şarap tesnîm suyuyla karıştırılmıştır ki ”tesnîm", Adn Cennetinde akan bir pınarın adıdır. Tesnîm denmesi, cennetin en üstün şarabı olmasından dolayıdır. 28O, Allah'a yakın olanların içecekleri bir kaynaktır. Bu saf içkiyi sadece ruhaniyet yönünden Allah'a yakın olanlar içeceklerdir. Diğer cennetlikler ise bu kaplardan ve bu saflıkta içki içemeyecekler. Ancak Allah'a giden yola sadıkane ve gönülden koyulanlar içeceklerdir. Ömrünü boşa geçiren kendine ağlasın. Bu içkiden mahrum olduğu için karalar bağlasın. 29Doğrusu günahkârlar, yani suçlular ki, küfürden daha büyük suç olmaz. Bunlardan maksat, Ebû Cehil, Velid b. Muğîre, As b. Vâil ve benzerleri gibi Kureyşin reisleri ve müşriklerin elebaşlarıdır. İnananlara gülerlerdi. Yani dünyada Ammâr, Bilâl, Suheyb, Habbâb ve diğer fakir mü'minlerle alay ederlerdi. 30Onlara uğradıklarında birbirlerine göz kırparlardı. Yani fakir mü'minler kulüplerinde bulunan müşriklere uğradıklarında müşrikler birbirlerine göz kaş işareti yaparlar, ayıplarlar ve şöyle derlerdi: ”Şunlara bakın. Kendilerini yoruyorlar, lezzetleri terkedip sıkıntılara giriyorlar, böylece âhirette sevap umuyorlar." "Teğâmüz", kaş, göz işaretidir. Kusur mânâsına da gelmektedir. Müşriklerin fakir mü'minlere uğramaları da mümkündür. Fakat birinci görüş daha geçerlidir. 31Ailelerine döndüklerinde zevklenerek dönerlerdi. Yani fakir Müslümanlarla nasıl alay ettiklerini zevkle anlatarak dönerlerdi. 32Mü'minleri gördüklerinde: ’İşte bunlar sapıklardır' derlerdi. Zalimler mü'minleri gördüklerinde hakaret kastıyla onları sapıklıkla suçluyorlar ve şöyle diyorlardı: ”Babalarının dinlerini terkedip yeni dine girdiler. Olup olmadığı belli olmayan sevap arzusuyla dünya nimetlerini terkediyorlar." 33Halbuki onlar mü'minler üzerine bekçi gönderilmemişlerdi. Sapıklık veya doğruluklarına şahitlik yapmak, amellerini kontrol etmek üzere Allah tarafından mü'minler üzerine vekil tayin edilmedikleri halde bu mücrimler, mü'minlere bu şekilde dil uzatıyorlardı. Halbuki onlar kendilerini düzeltmekle görevlendirildiler. Başkalarının hallerini araştırmanın onlara ne faydası olabilir? Allah onları aşağılamak için böyle buyurmuştur. 34İşte bugün de mü'minler kâfirlere gülecek. Müminler o zalimleri, azamet ve izzetten sonra zillet ve her türlü küçüklük ve alçaklık halleri içinde bulunca nimet ve refahtan sonra uğradıkları azap çeşitlerini görünce gülerler. 35Koltuklar üzerinde etrafa bakacaklar. Mücrimlere ve kötü hallerine bakarak gülerler. 36Nasıl, kâfirler yaptıklarının cezasını buldular mı? ”Tesvîb", mücazât anlammadır. Kötü karşılık için kullanılır. Kur'an'da ancak bu mânâda gelmiştir. Kâmûs'ta ise karşılık, bedel demektir. Yani kâfirler amellerinin ve suçlarının karşılığını gördüler mi? ”Yaptıkları" ise, mü'minlerle alay etmeleri ve onlara gülmeleridir. Bu âyet, kâfirlerin müminlere dünyada gülmelerine karşılık olarak mü'minlerin de âhirette kâfirlere güleceklerini açıkça ifade etmektedir. Hadisi şerifte şöyle buyuruldu: ”Dünyada insanlarla alay edene cennet kapılarından bir kapı açılır ve gel, gel denir. Sıkıntı ve üzüntü içinde gelir. Tam kapıya varınca birden kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır. Yine gel gel denir. Gelince aynı şekilde yüzüne kapanır. Bu böyle devam eder durur. Artık ümidini kestiğinden açılan kapıya gelmez olur."(4) Ka'b dedi ki: ”Cennetliklerle cehennemlikler arasında pencerecikler vardır. Cennetlik birisi, cehennemlik düşmanını görmek isterse o pencere açılır." Bunlarda mü'minler için teselli vardır. Çünkü durum tersine dönmüş, kâfirler gülünç hale gelmişlerdir. Bu durum mü'minlerin yüceltilmesidir. Çünkü düşmanların alçaltılması, dostların yüceltilmesidir. Allah, dostları adına düşmanlarından intikam almaktadır. Çünkü O, dostları namına kızıyor, onlara eziyet edenlerden intikam alıyor. Allah cümlemizi korusun. Buradan da anlaşılmaktadır ki istihza, alay kastıyla gülme, eğlenme büyük günahlardandır. Bu işlere dalanlar günahkârlardandır. Allah'tan selâmet dileriz. Allah'ın yardımıyla Mutaffifm Sûresi'nin tefsiri tamamlandı. |
﴾ 0 ﴿