4

Kahrolsun o hendeğin sahipleri! Bu cümle duâ değil, haber cümlesi olduğu için te'kid lamı hazfedilerek kasemin cevabı olarak gelmiştir. Yani onlar Allah'ın gazabı ve lânetiyle mutlaka helak oldular, anlamındadır. Fakat bu cümlenin haber değil, kasemin cevabına işaret eden duâ cümlesi olması daha doğrudur. Bu taktirde, kahrolsun o hendeğin sahipleri, demek olur. Kahredilmek lanetten kinayedir. Çünkü öldürmek, cezaların en sertidir ve büyük bir öfkenin neticesidir, hayır ve rahmetten uzaklaştırmayı gerektirir. Zaten lanet de rahmetten uzaklaştırmak demektir. Öldürmek lanetle bağlantılıdır. Bir bakıma şöyle denmektedir: Anılan bu şeylere yemin ederim ki, hendek sahipleri nasıl lanete uğramışlarsa Mekke kâfirleri de öylece lanete uğramışlardır.

Cümlenin beddua için gelmesi daha doğrudur dedik. Çünkü bu sûre, mü'minlerin imanını pekiştirmek, kâfirlerin eziyetlerine karşı sabırlı kılmak, öncekilerin başlarına gelen işkenceleri ve buna karşı nasıl dayandıklarını hatırlatmak, böyle durumlara alışmalarını, Mekkelilerden gelecek eziyetlere sabretmelerini, bu müşriklerin Allah katında lanetlenmiş Hendek sahipleri gibi lanete müstehak olduğunu bilmeleri için gelmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki bu, Allah tarafından Hendek sahiplerine yapılmış bir beddua değildir. Çünkü Allah âciz değildir ki beddua etsin.

"Uhdûd", yerde uzunlamasına açılmış derin hendek demektir. ”Hendek sahipleri'"nden maksat ise, Yahudi kral Zû Nüvas el-Himyerî ve askerleridir. Olay şöyle cereyan etmiştir: Adı Abdullah b. Sâmir olan sâlih bir kul, Necran'a gitti. Bu zât Hazret-i İsa'nın dini üzereydi. Necranlıları Hristiyanlığa çağırdı. Onlar da kabul ettiler. Zû Nüvas, ordusuyla birlikte Himyer'den kalkıp üzerlerine yürüdü. Onları ateşe atılmak veya Yahudiliği seçmek gibi bir tercihle karşı karşıya bıraktı. Necranlılar Yahudiliği reddettiler. Zû Nüvas, hendek kazdırdı ve içine ateş yaktırdı. Abdullah b. Sâmir'e tâbi olan herkesi hendeğe attırdı. Böylece yaklaşık on iki bin kişiyi yaktı.

Ashab-ı uhdûd (Hendek sahipleri) hakkında Müslim'in Sahih'inde şöyle bir kıssa zikıedilmiştir: ”Sizden önceki kavimlerden birinin bir kralı, bu kralın da bir sihirbazı vardı. Sihirbaz yaşlanınca krala şöyle dedi: ’Artık ben yaşlandım. Bana bir çocuk gönder ki ona sihirbazlık öğreteyim.' Kral, sihir öğretmesi için ona bir çocuk gönderdi. Çocuğun gelip gittiği yol üzerinde bir rahip vardı. Çocuk, rahibin yanına varıp oturdu. Sözünü dinledi, sözleri hoşuna gitti. Sihirbaza giderken rahibe uğrar, yanında biraz eğleşirdi. Geç kalmasından ötürü sihirbaz çocuğu dövdü. Çocuk da rahibe şikayette bulundu. Rahip, çocuğa dedi ki: ’Sihirbazın dövmesinden endişe edersen, ailem beni geç bıraktı dersin. Şayet ailenden çekinirsen, sihirbaz beni geciktirdi dersin.'

Durum bu minval üzere giderken çocuk, insanların yolunu kesen bir hayvana rastgeldi. Bu hayvan arslan veya yılandı. Çocuk kendi kendine: ’Rahip mi, yoksa sihirbaz mı daha faziletli, bugün anlayacağım' dedi. Eline bir taş alıp: ’Ey Allah'ım! Şayet rahibin durumu sana göre daha güzelse bu hayvanı öldür ki, insanlar yollarına devam etsinler' dedi ve taşı atıp hayvanı öldürdü. İnsanlar da yollarına devam ettiler. Rahibe gelip durumu haber verdi. Rahip dedi ki: ’Yavrucuğum, artık sen bugün benden daha faziletlisin. Görüyorum ki, sen yüce bir mertebeye ulaşmışsın. Bundan sonra ağır imtihanlara tâbi tutulacaksın. Başına bir dert gelirse sakın beni ele verme.'

Çocuk, anadan doğma körün gözünü açıyor, cilt hastalıklarını gideriyor, insanların başka hastalıklarını tedavi ediyordu. Kralın âmâ olan bir yakını, durumu işitince pek çok hediyelerle çocuğa geldi ve: ’Şayet beni şifaya kavuşturursan bütün bu hediyeler senin olacak' dedi. Çocuk da: ’Ben kimseye şifa vermiyorum. Şifayı veren ancak Allah'tır. Şayet Allah'a iman edersen O'na duâ ederim, sana şifa verir,' dedi. Adam iman etti, Allah da ona şifa verdi. Eskiden olduğu gibi kralın huzuruna vardı. Kral: ’Gözünü kim açtı?' deyince adam: ’Rabbim!' dedi. Kral: ’Senin benden başka rabbin var mı?' deyince adam: ’Evet benim ve senin Rabbin olan Allah' dedi. Kral adama iskence etmeye başladı. Bu durum çocuğu ele verinceye kadar sürdü. Neticede çocuk, kralın huzuruna getirildi. Kral ona: ’Ey oğul! Anadan doğma körün gözünü açtığını, cilt hastalıklarını iyi ettiğini, daha pek çok hastalıkları tedavi ettiğini işittim,' dedi. Çocuk da: ’Ben kimseye şifa vermiyorum, şifayı veren Allah'tır' dedi. Kral ona işkence etmeye başladı. Bu durum rahibi ele verinceye kadar sürdü. Bu sefer rahip kralın huzuruna getirildi. Rahibe: ’Dininden dön,' denildi. O da dönmedi. Kral bir testere istedi ve başının tam ortasına koyup adamı ikiye biçti. Sonra kralın yakını olan adam getirildi, ona da: ’Dininden dön dendi.' O da dönmedi. Testereyi başının ortasına yerleştirip onu da ikiye böldü. Daha sonra çocuk getirildi. Ona da: ’Dininden dön,' dendi. O da reddetti. :

Kral, çocuğu adamlarından bir gruba verip onlara şu tenbihte bulundu: Bu çocuğu filanca dağa götürün, tepeye çıkarın. Tam zirveye ulaştığınızda dininden dönerse ne âlâ, dönmezse onu aşağı atın. Çocuğu dağa götürdüler, tepeye çıkardılar. Çocuk şöyle duâ etti: ’Allah'ım! Beni onların şerrinden nasıl koruyacaksan koru.' Dağ birden bire sarsıldı. Adamlar düşüp yuvarlandılar. Çocuk yürüyerek krala geldi. Kral: ’Yanındaki adamlar ne oldu,' deyince çocuk: ’Allah beni onlardan korudu' dedi. Kral bu sefer çocuğu adamlarından başka bir gruba teslim etti ve şu talimatı verdi: ’Onu bir gemiye bindirin. Denizin ortasına kadar götürün. Dininden dönerse ne âlâ, dönmezse denize atın.' Çocuğu götürdüler, çocuk şöyle duâ etti: ’Allah'ım! Bunların şerrinden beni ne şekilde koruyacaksan koru.' Bunun üzerine gemi tersine döndü, kralın adamları boğuldu. Çocuk yine yürüyerek krala geldi. Kral: ’Yanındaki adamlar ne oldu?' deyince çocuk: ’Allah beni onların şerrinden korudu,' dedi ve şunu ilâve etti: ’Ey kral! Sana emredeceğim şeyi yerine getirmedikçe beni asla öldüremeyeceksin.' Kral: ’Nedir o?' deyince çocuk şöyle dedi: ’İnsanları düz bir meydanda toplar, beni de bir ağacın dalına asarsın, sonra ok torbamdan bir ok alır, onu yayın tam ortasına yerleştirir, sonra da: Bu çocuğun Rabbi adıyla diyerek oku atarsın.' Kral çocuğun dediklerini yaptı, oku attı, ok çocuğun şakağına isabet etti. Çocuk elini okun saplandığı şakağına koydu ve öldü. Bu hali gören insanlar da: ’Çocuğun Rabbine iman ettik, çocuğun Rabbine iman ettik,' dediler. Krala gidilip şöyle dendi: ’Sen neden korkuyorsan Yemin olsun işte korktuğun başına geldi. İnsanlar iman ettiler.' Kral hemen yol girişlerine hendekler kazılmasını emretti, hendekler kazıldı, içinde ateşler yakıldı. Kral: ’Kim dininden dönmezse bu hendeğe atın' dedi. Dediği gibi inananları hendeğe attılar. Kucağında emzikli bir yavrusu olan bir kadın geldi. Hendeğe girmekte tereddüt etti. Kucağındaki çocuk ise: ’Ey anacağım! Korkma sabret, çünkü sen hak üzeresin,' dedi."

Bu çocuk, beşikte iken konuşan süt çocuklarından idi. Bu çocukların sayısı Yûsuf sûresinin tefsirinde geçmişti. Bu olay, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğumundan doksan sene önce olmuştu. Hadiste belirtilen olaylar, velilerin kerametlerinin hak olduğunu, ölüm korkusu durumunda yalan söylemenin caizliğini ispat etmektedir. Ölümle tehdit edilen, ister yalan söyleyen olsun isterse başkası olsun farketmez.

4 ﴿