TÂRİK SÛRESİMekke devrinde nazil olmuştur, 17 âyettir. 1Yemin olsun o göğe ve târık'a. Aslında ”târik", geceleyin gelip kapıyı çalana denir. Mâverdî şöyle dedi: ”Tarık'ın aslı vurmaktır. Kendisiyle demire vurulduğu için çekice mıtraka denir. Geceleyin yola çıkana da genellikle kapı çalma ihtiyacı duyduğu için târik denir. Buradaki târık'tan maksat, geceleyin ortaya çıkan yıldızdır." Râğıp el-Isfahanî dedi ki: ”Yıldıza ”târik" denmesi, sırf geceleyin gözükmesinden dolayıdır." Utbe kızı Hind, Uhud günü şöyle dedi: ”Biz târik'ın kızlarıyız, eğerler üzerinde yürürüz. Yani babamız şeref ve yücelik itibariyle yıldız gibidir. Şair de şöyle dedi: Ey gecenin evvelinde neşeyle uyuyan! Felâketler seherlerin kapısını çalar hazan. Başlangıcı güzel olan geceyle sevinme, Nice gecelerin sonu ateşi körükler durmadan." Durumunun ehemmiyeti ve değerinin yüceliği sebebiyle Allahü teâlâ târık'ın peşinden şu soruyu getirdi: 2Târik nedir, bildin mi? Yani târık'ı sana bildiren nedir? Şüphesiz o, yaratıcı ve âlim olan Allah'ın bildirmesiyle bilinebilir. Sonra Allahü teâlâ onu şöyle açıklıyor: 3O, karanlığı delen yıldızdır. ”Sâkıb", aydınlatan demektir. Allahü teâlâ onu genel vasfıyla ifade etti, bilâhare de durumunu anlatmak için özel vasfıyla açıkladı. Buna göre mânâ şöyledir: O son derece parlak bir yıldızdır ki, nuru ve aydınlığıyla üzerine çöken gece karanlığını delip geçer. Hasan-ı Basrî'nin dediği gibi yıldızdan maksat, bütün yıldızlardır. Her ne kadar aralarında derece farkı varsa da her yıldızın karanlığı delen bir ışığı vardır. Kudret ve hikmetine işaret ettiği için Allah göğe ve yıldızlara yemin etti. Bu yıldızın Zuhal veya Süreyya yıldızı olduğu da söylendi. Fakat birinci görüş daha doğrudur. Nitekim Allahü teâlâ şöyle buyurdu: ”...Onlar yıldızlarla yollarını doğrulturlar." (Nahl: 16) 4Hiçbir nefis yoktur ki başında bir denetleyici bulunmasın. Bu cümle yeminin cevabıdır. Aradakiler ise parantez cümleleridir. Yemin edilen şeyin büyüklüğünü pekiştirmek için gelmişlerdir. ”In" olumsuzluk içindir. ”Lemmâ" ise, ”illâ" manasınadır. Buna göre âyetin anlamı şöyledir: İster insan ister cin, ister iyi isterse kötü, her nefis üzerinde mutlaka bir gözetleyici ve hakim vardır. O gözcü ve hakim, Allahü teâlâ 'dır. Çünkü Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: ”...Allah her şeyi gözetley'endir." (Ahzâb: 52) Hikâye edildi ki, Hazret-i Ömer koyun güden bir köleye uğradı. Ona: ”Bana bir koyun sat" dedi. Köle: ”Koyunlar benim değil, ben sadece efendimin hizmetkârıyım" deyince Ömer: ”Efendine dersin ki koyunu kurt yedi." Bu sefer köle: ”Peki Allah ne olacak" deyince Ömer bu köleyi ve koyunları satın aldı, köleyi azad etti. Koyunları da ona bağışladı. Murakabe sahibi kişi, cezasından korktuğu için kötülüklerden kaçman kimseden daha ziyade, Allah'tan utandığı ve korktuğundan ötürü günahları terkeder. Denildi ki, ”Hafız (denetleyici)" den maksat, kişinin amelini, hayır ve şer olarak kazandığı şeyleri gözetip sayan melektir. Nitekim bir âyette şöyle buyuruluyor: ”Yaptıklarınızı bilen, değerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler." (înfitâr: 10-12) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet edilmiştir: ”Sizin amelleriniz bana arzolunur. Şayet iyi bir amel olursa bundan dolayı Allah'a hamdederim. Eğer kötü olursa sizin için Allah'tan bağışlama dilerim." (1) 1- Hadisi İbn Sa'd, Tabakât'ında zikretmiştir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/76. Rivayet edildi ki, her mü'min için yüz altmış melek görevlendirilmiştir. Bal tepsisinden sineklerin kovalandığı gibi bunlar mü'minleri kötülüklerden korurlar. Şayet kul, bir an bile kendi haline bırakılsa şeytanlar hemen onu kaparlar. "Lemmâ", şeddesiz olarak ”lemâ" şeklinde de okundu. Buna göre mânâ şöyledir: Durum şudur ki, her nefsin üzerinde bir gözetleyici vardır. Ayette, nefisleri zararlı işlerden korkutma, faydalı işlere teşvik vardır. Nefisten maksatm sadece mükellef olanlarmki değil, genel olarak bütün canlılarmki olması muhtemeldir. Keza ”Hafız (gözetleyici)" den maksat da Allah olabilir. Çünkü Allah, her şeyi gözeten, halleri bilen, yaratıklara faydalı şeyleri ulaştıran, zararlı şeylerden koruyandır. Kullardan hafız (gözetleyici) olanlar ise, organlarını, kalbini ve dinini öfkenin baskısından, şehvetin tatlılığından, nefsin hilesinden, şeytanın aldatmasından koruyandır. Çünkü kişi daima uçurumun kenarmdadır. Felâkete sürükleyen bu güçlerle kuşatılmıştır. 5Öyleyse insan neden yaratıldığına bir baksın. Mizanı, haşri ve neşri inkâr eden, cehalet ve unutma ile içice olan insan, neden yaratıldığını bir düşünsün de asla hayat kokusu koklamayan maddelerden kendisini yaratan Allahü teâlâ 'nın onu tekrar diriltmeye kadir olduğunu, hatta akıl ölçüsüne göre daha kadir olduğunu anlasın ve ahiret günü için kendisine faydalı olacak şeyleri yapsın, kendisini uçuruma götürecek günahları meleğe yazdırmasın. 6Atılan bir sudan yaratıldı. Bu, mukadder bir soruya cevap olmak üzere gelmiştir. Sanki şöyle sorulmuş: ”Peki o neden yaratıldı?" Bunun üzerine şöyle cevap verilmiş: ”Atılan bir sudan yaratıldı ”Bu, süratle akıp yerinden fırlayan bir sudur. Yani rahme dökülen menidir. Maksat, karı kocanın rahimde birleşen sperm ve yumurtalarıdır. 7O su, erkeğin sırtı ile kadının göğüs kafesi arasından çıkar. Bu fırlayıp çıkan su, erkeğin sırtı ile kadının kaburga ve göğüs kemikleri arasından çıkar. İbn Abbas şöyle dedi: ”O su, iki göğüs arasından çıkar." Kamusa göre ”Terâib", göğüs kemikleri veya köprücük kemiklerine doğru olan kemiklerdir. Bundan ötürü baba, çocuğun geçim işlerini yüklenir. Ananın çocuk sevgisi de bu yüzden fazla olur. "Beyne" (arasında) sözünün söylenmesi, meninin bedenin her tarafından süzülüp meydana gelmesine işarettir. Bundan dolayı genellikle çocuk, ana ve babaya benzer. Erkeğin menisi sırtında, kadın menisi de göğüs kemikleri arasında birikir ve yerlerinden hareket ederler. Sıcaklık o menileri adeta pişirip beyaz hale getirir. Omurga meni ile dolunca meni oradan çıkmak ister. Çıkış yolu ise erkek ve kadın tenasül organına bitişik olan iki damardır. Meni buradan iner. İdrar yoluyla meninin çıktığı yol arasında ince bir deri vardır ki, idrarla meni birbirine karışıp meninin sıcaklığı bozulmasın. 8Elbette Allah'ın onu döndürmeye gücü yeter. Allahü teâlâ onu, kudretini göstermek için ölümünden sonra tekrar diriltir. Zaten O'nun kudretinde asla bir zaaf gözükmez. Bazıları dedi ki: ”Allah insanı, kudretini göstermek için yaratır, cömertliğini göstermek için rızıklandırır. Üstünlüğünü göstermek için öldürür, ceza ve mükâfatı uygulamak için diriltir." 9Bütün sırların ortaya döküleceği gün. ”Serâir", ”serîre" nin çoğuludur. ”Şerire" ise sır, yani gizlenen, saklanan şey demektir. Yani kalplerde gizlenen niyet, inanç ve diğer şeylerle gizlenen ameller o gün açığa çıkar, gözden geçirilir. İyi ve kötü olanlar birbirinden ayırt edilir. ”İblâ", ibtilâ yani imtihan demektir. Allah'ın, kullarını emir ve yasaklarla imtihan etmesi, ezelde malum olan şeylerin ortaya çıkması içindir. İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle dedi: ”Allah kıyamet gününde bütün sırları açığa çıkarır. Bu sırlardan kimi yüz akı, kimisi de yüz karası olur. Emaneti yerine getirenin yüzü parlak, zayi edenin yüzü ise berbat olur." 10İnsanın o gün ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı. İnsan, uğrayacağı azabı savacak bir güce, dışarıdan herhangi bir yardımcıya sahip değildir. Herkes o gün ameliyle bağlıdır. Başına gelen iyi veya kötü akîbet ile meşguldür. 11Yemin olsun o yağmurlu göğe. ”er-Rac'u ”, yağmur demektir. Yağmura ”rac"' (dönüş) denmesi, Arapların, bulutların suyu yeryüzündeki denizlerden alıp tekrar yere döndürdüğüne inanmalarından ötürüdür. Veya yağmurun yere dönmesmi arzu etmelerinden, yahut da Allahü teâlâ 'nın yaratıp ortaya çıkardıktan sonra göğü, kademe kademe eski haline döndüreceğinden böyle denmiştir. 12O yarılıp çatlayan yere. Yeryüzüne ki, insanların kabirlerden çıkmaları, bitkilerin yarılan topraktan çıkmalarına benzer. ”Sad"' dan maksat, bitkilerdir. Çünkü toprağı yaran bitkilerdir. Lügatte Sad'; yarmak, delmek mânâsına gelir. Âyetin işaret ettiğine göre gök baba, yer ana, bitkiler de çocuklar gibidir. Allah önce göğe, sıfatsız yalın olarak, sonra yağmurlu gök diye yemin etti. Aynı şekilde yere de yarılan, çatlayan yer diye kasem etti. Bundan maksat, yer ve gökte pek çok faydalar olduğunu insanlara hatırlatmak, ilminin tam, kudretinin kâmil olduğunu bilmektir, ki, 13Şüphesiz o (Kur'an,) ayırıcı bir sözdür. Bu Kuran ki, insanın başlangıç ve sonundan bahseden âyetler de onun bir parçasıdır. İşte bu Kur'an, hakla batılı en ince şekilde ayırandır. İsm-i fail olarak ”fasıl" değil de mastar olarak ”fasl" şeklinde mübalâğa içindir. Fârık'ın yerine furkân denmesi de aynı şekilde mübalâğa ifade eder. 14O, asla bir şaka değildir. ”Hezl", şaka demektir. Ciddinin zıddıdır. Kur'an'da hiçbir şey hezl şaibesi taşımaz, baştan sona ciddidir. İçinde şaka yoktur. Kendisiyle sapıkların hidâyete ermesi, azgınların ona boyun eğmesi Kur'anîn şanındandır. Âyetten anlaşılmaktadır ki, bir kimse Kur'an'a şaka yollu yaklaşıp eğ lense kâfir olur. Hediyyetü'l-Mehdiyyîn isimli kitabta şöyle dendi: ”Bir kimse Kur'an'dan bir tek âyeti inkâr etse yahut onu alaya alsa veya o âyeti kusurlu görse kâfir olur. Kur'an-ı Kerim'i def ve diğer çalgı aletleriyle okuyan da kâfir olur. Buna benzer şeyler küfürdür. Mü'nıin kimsenin bundan sakınması gerekir." 15Onlar bir tuzak kurarlar. Mekkeliler ve Kureysin inatçı müşrikleri Kur'an'ın emrini geçersiz kılmak ve nurunu söndürmek için ellerinden gelen hileleri yaparlar. 16Ben de bir tuzak kurarım. Ben de onlara karşı kurtulamayacakları bir tuzak kurarım. Bilmedikleri yönden onlara fırsat veririm, onlar bu fırsatla aldanırlar. Fanî zayıf ve âciz birinin hilesi, güçlü kuvvetli ve ezelî olan Allah'ın hilesiyle boy ölçüşemez. Dünyada kılıç, ahirette ise ateşle intikam almanın tuzak olarak isimlendirilmesi, müşâkele kabilindendir. Yani yaptıkları fiillerin karşılığı olarak kullanılmaktadır. Aksi halde tuzak; hile ve desise demek olduğu için hakiki manası kastedilerek Allahü teâlâ ya isnad edilemez. Bir şeyin cezasının o şeyin kendisinin adıyla söylenmesi yaygın bir ifadedir. Buna müşâkele denir. 17Sen kâfirlere mehil ver, onlara az bir zaman tanı. Onlardan intikam almak veya helak olmaları için beddua etmekle meşgul olma. Şimdilik acele etme. ”İmhal" ve ”temhil" aynı anlamdadır. Süre tanımak, demektir. Rivayet edildi ki: ”Hazret-i Osman'ın azadlısı Hemmâm şöyle dedi: Mushafı yazdıkları zaman üç âyet hakkında şüpheye düştüler. Bir koyunun kürek kemiğine yazıp Übey b. Ka'b ile Zeyd b. Sabit'e yolladılar. Yanlarına vardım ve Übey b. Ka'b'a arzettim, okudu. ”Lâ tebdile li'l-halkı" yerine ”lâ tebdile li-halkı'l-lâh" yazdı. Yazıda ”lem yetesenne" şeklindeki âyeti’iem yetesenne h" olarak yazdı. Üçüncü âyet ise, ”fe emhili'l-kâfirîne" şeklinde yazılıydı. Elifi sildi ”femehhilıl-kdfirine" şeklinde yazdı. Zeyd b. Sabit de duruma şahit oldu. Yazıyı götürdüm ve mushafa bu şekilde yazdılar." Bu da gösteriyor ki, Allahü teâlâ Kur'an'ı her türlü tahrif ve tebdilden korumuş ve koruyacaktır. Çünkü onu hafızların hafızalarında da tespit etmiştir. Burada, problemleri ehil kimselere götürme gereğine de işaret edilmektedir. "Rüveyden", yavaş ve dikkatli hareket etmek demektir. Çünkü her gelecek, yakındır. Burada düşmanlardan pek yakında intikam alınacağına işaret edilerek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) teselli edilmektedir. Keşfü'l-Esrâr isimli eserde şöyle dendi: ”Bu âyetin inişiyle Bedir savaşı arasında pek kısa bir zaman geçti." Hikâye edildi ki, İbn Semmâk, Harun Reşid'in yanına vardı. Harun ondan nasihat istedi. Hasır üstünde oturmuştu. Semmâk dedi ki: ”Ey mü'minlerin emiri! Şeref içinde tevazu göstermen, şereften daha makbuldür." Harun Reşid: ”Bundan daha güzel bir söz işitmedim," dedi. Semmâk ilâve etti: ”Ey mü'minlerin emiri! Kime ki mal, mülk, güzellik, saltanat ve şeref verilir de şeref içinde mütevazi, güzellik içinde iffetli, servet içinde yardımcı, iktidar içinde âdil olursa halis kimseler listesine yazılır." Harun Reşid bir kağıt istedi ve bunları yazdı. Devam et, dedi. Semmâk devam etti: ”Ey mü'minlerin emiri! Allahü teâlâ sanki ihmal edercesine imhal etti (mühlet verdi.) Sanki bağışlamışçasına setretti (örttü)." Sonra da şunları ekledi: ”Ey mü'minlerin emiri! Farzet ki bütün dünya avucunun içinde. Hatta sana bir o kadar daha verildi. Tasavvur et ki doğu ve batı sende toplandı. Peki ölüm meleği gelince elindekiler ne işe yarar?" Harun Reşid: ”Devam et" dedi. Semmâk: ”Adem'den bu yana ölümü tatmayan hiç kimse kalmadı" deyince Harun Reşid: ”Devam et" dedi. Semmâk: ”Birisi cennet, diğeri cehennem olan iki yer vardır" deyince Harun Reşid: ”Yeter" dedi ve bayıldı. İbn Semmâk: ”Bırakın bu vaziyette ölsün" dedi. Harun Reşid aydınca Semmâk'a hediye verilmesini emretti. Dediler ki: ”O senin hakkında: Bırakın bu vaziyette ölsün dedi. Böyle söyleyene nasıl hediye verilir?" Harun Reşid, Semmâk'a sordu: ”Böyle mi dedin?" Semmâk: ”Ey mü'minlerin emiri! Mü'minlerin emiri Allah korkusundan öldü denmesinden daha güzel bir söz olabilir mi?" deyince Harun Reşid'in pek hoşuna gitti ve Semmâk'a saygı duydu. Ne mutlu o kimseye ki arzusu kısa, ömrü uzun, ameli güzeldir. Allahü teâlâ bizi fani dünya ile aldanmayan ve huzur yurdu cennete nail olan kullarından eylesin. Hamdolsun Allah'a ki, Târik Sûresi'nin tefsiri de bitti. |
﴾ 0 ﴿