A'LÂ SÛRESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 19 âyettir.

1

Yüce Rabbinin adını tesbih et. ”Tesbîh", tenzih yani kusurdan uzak kılma demektir. ”A'lâ", Rabbin sıfatıdır. Allah'ın a'lâ olmasının mânâsı, ariflerin ilminden ve tanımlayanların tanımından daha yüksek olmasıdır. Kim Allahü teâlâ 'nın yüceliğini bilirse huzurunda eğilip tevazu gösterir. Ayetin anlamı şudur: Putlara rab ve ilâh denmesi gibi bâtıl tevillerle Allah'ın ismini küfürden uzak tut. Araplar, yalancı Peygamber Müseylime'ye: ”Yemame'nin Rahmanı" ismini vermişlerdi. Allah'ın ismini böyle şeylerden tenzih ettiğin gibi saygı ve ululuk ifade etmeyecek tarzda anmayarak da tenzih et. Esneme ve tuvalet esnasında Allah adını anmak, şuursuzca ve gerçeğine vakıf olmadan gafilce zikretmek Allah adına saygısızlıktır. Allah adını kullanarak gelişi güzel yemin etmek de tenzihe aykırıdır.

İbn Cerîr bu âyetin tefsiri konusunda şöyle dedi: ”Allah'ın adını zikrederken sesini yükselt. Çünkü müsemmayı zikretmek ancak ismini zikretmekle mümkündür. Buradan anlaşıldığına göre âyette geçen isim zaid değildir."

Bazıları ise şöyle demişlerdir. ”İsimle müsemma aynı şeydir. Buna göre mânâ şöyledir: Allah'ın zâtını vehim ve hayale giren şeylerden uzak tut."

Hadis-i şerifte şöyle bildiriliyor: ”Ulu Rabbinin adını tesbih et." (Vakıa: 74) âyeti nazil olunca Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ”Rükûnuzda bu âyeti okuyun. ”Yüce Rabbinin adını tesbih et" (A'lâ: 1) âyeti nazil olunca: ”Bunu da secdenizde okuyun."

Ashab-ı kiram rükûda: ”Ey Allah'ım! Senin için rükû ettim." Secdede ise; ”Allah'ım! Senin için secde ettim," derlerdi. Hadis, ismin zaid olduğuna işaret etmektedir. Çünkü ”tesbih et" emrine ”sübhâne rabbiye'l-azîm, sübhâne rabbiye'l-a'lâ" demek suretiyle uyulmuş olmaktadır. Âyetin kendisini okumak gerekmemektedir. Bundan dolayı Hazret-i Ali ve İbn Ömer, ”sübhâne rabbiye'l-a'lâ" diye okumuşlardır. Çünkü ”sebbih" sözü, tesbihi emretmektedir. Bu da ancak ”sübhâne rabbiye'l-a'lâ" demekle olur. ”Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti" de aynıdır. Mânâsı, izzet sahibi Rabbini noksanlıktan tenzih et, demektir. Bu emir, ”sübhâne rabbenâ, rabbi'l-izzeti' demek suretiyle yerine getirilmiş olur. Mânâsı: ”İzzet sahibi Rabbimiz noksanlıklardan uzak oldu," demektir. Tesbihle emredilen diğer yerleri de buna kıyasla.

"Sübhâne rabbiye'l-azîm" in rükûya, ”sübhâne rabbiye'l-a'lâ"nın secdeye has kılınmasının hikmeti şudur: Birincisi kul rükûda eğilmiş vaziyette iken Allah'ın azamet ve celâline işaret etmektedir. Kul sanki şöyle demektedir: ”Ey ulu Rabbim! Sen zorbaların boyun eğmesi gereken Rabsin." İkincisi tevazu ve teslimiyetin zirvesi olan secde halindeki durumu olup kul: ”Ey yüce Rabbim! Seni noksanlıklardan tenzih ederim" der. Bu da en şerefli en değerli organı olan yüzünü yere koymak suretiyle kulluğun en kâmil şekline işaret etmektedir. Sanki kul, sonsuz büyüklük ve yücelik karşısında sonsuz tevazu ve itaatini dile getirmektedir.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabı tepelere çıktıklarında tekbir getirirler, aşağılara indiklerinde ise tesbih ederlerdi. Namaz da bu tarzda tanzim edilmiştir. Yücelik sadece Allah'a mahsus olunca, onun huzuruna çıkmak da bir bakıma yükseklere çıkmaya benzer. Bundan dolayı doğrulurken tekbir getirilir. Böylece Allah, büyüklüğüne ortak olunmayacak kadar büyük ve yücedir, denmekte ve sanki belimiz de dik haliyle sözümüze katılmaktadır.

Eğilirken tesbihle emredilmesinin sebebi Allah Teâlanın şu âyetle de belirttiği gibi Hak teâlâ ile beraber olma sırrım yaşamak içindir: ”...Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir" (Hadîd: 4) Bundan dolayı doğrulurken tekbir, eğilirken tesbih emredilmiştir. Kul namazında veya namazı dışında ”sübhâne Rabbiye'l-a'lâ" dediğinde Allahü teâlâ  şöyle mukabele eder: ”Kulum doğru söyledi. Ben gerçekten en yüceyim, her şeyden üstünüm, Benden üstün hiçbir şey yoktur. Ey meleklerim! Şahit olun. Ben kulumu bağışladım." Hadis-i şerifte şöyle buyuruldu: ”Sübhânellah ve'l-hamdü lillâh", yerle gök arasını doldurur." Çünkü bu iki kelime, en güzel övgüyü yer, gök ve arasında eserleri aşikâr olan fiilî ve zatî sıfatları bildirmektedir. Allah'ın zâtı, kâmil mânâda ism-i a'lâdır. Her şeyin kendine has bir tesbihi vardır.

2

O, yaratıp şekil vermiştir. Bu cümle, Rabbin başka bir sıfatıdır. Yani her şeyi yarattı, geçimini sağlayacak, gelişimini tamamlayacak kabiliyet ve şartları vererek düzgün bir hale koydu.

Bazıları dedi ki: ”Mahlukatı yarattı, yaratılışta eşitlik yaptı. Fakat bazılarını hidayete erdirerek birbirinden ayırdı."

3

O, takdir edip varlıkların cins, çeşit, fert, miktar, sıfat, fiil ve ecellerini takdir etmiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: ”Allah gökleri ve yeri yaratmadan elli bin sene evvel mahlukatın miktarını belirlemiştir" Yani varlıkların cinslerini, her cinsin fertlerini belirli miktarda yapmış, aynı şekilde her ferdin cüssesi, şekli ve güzellik, çirkinlik, bahtiyarlık, bedbahtlık, hidayet, sapıklık, renk, şekil, yiyecek, konum, rızık, ecel ve diğer hususlarını belli bir ölçü içinde düzenlemiştir. Nitekim Hak teâlâ şöyle buyurdu: ”Her şeyin hazineleri yalnız Bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz" (Hicr: 21)

Yol göstermiştir. Her şeyi kendi aslına, irade ve karakterinin icabına yöneltmiştir. Âyetler indirip deliller göstererek kabiliyet ve istek yaratarak her şeyi yaratılış maksadına kılavuzlamıştır. Bitki ve hayvanların hallerini araştırdığında herbirini akıllara durgunluk verecek bir vaziyette görürsün.

Hikâye edilir ki, yılan yüz yaşma varınca kör olur. Allah ona zeryane denen yaş bir bitkinin yaprağını gözlerine sürmesini ilham etti. Ta ki, gözleri açılsın. Kör olduğu o ıssız yerle zeryane bitkisinin bulunduğu kır arasında kim bilir ne kadar uzun mesafe var? Mesafenin uzunluğuna ve körlüğüne rağmen yolları kat eder, zeryane ağacına ulaşıncaya dek bahçeleri geçip şaşmadan hedefe ulaşır. Ağacın yaprağını gözlerine sürer ve Allah'ın izniyle gözleri açılır.

Yine hikâye edilir ki, timsahın, dışkısını atacağı dübürü yoktur. Yediği şeylerin artıkları ancak ağzından çıkar. Allah bu iş için ona bir kuş tahsis etmiştir. Kuşun gıdasını Allah, bu artıklar olarak ayarlamıştır. Timsah bu kuşu gördüğü zaman ağzını açar, kuş girer ve içeridekileri yer. Timsah iri bir hayvandır. Mısır'daki Nil ve Hindistan'daki Mehran nehrinde çok bulunur. Hayvanları ve insanları kapıp yutar. Bazan boyu yirmi arşın olur.

Allahü teâlâ 'nın entresan yönlendirmelerinden birisi de katâ denen bir kuştur ki, yavrularını bırakıp on günlük hatta daha da uzaktan su getirir ve bu işi fecrin doğusuyla güneşin doğuşu arasında çabucak halleder ve gidiş gelişinde asla şaşırmaz. Deve ve eşek gece karanlığında yola çıksalar, ikinci defa aynı yoldan hiç hatasız gidebilirler. Küçük kurtçuklardan bazıları vardır ki, yavruladığında karınca ısırmasın diye yavruyu iki gün havada tutar. Çünkü yavru başlangıçta organları belirmemiş bir et parçası halindedir. Sonra kademe kademe gelişir. Fare ile akrep bir cam kavanoza konsa, fare akrebin iğnesini koparır ve böylece onun ısırmasından emin olmuş olur.

Yine hikâye olundu ki, gelincik, bir farenin peşine düştü. Fare ağaca tırmandı. Gelincik onu takibe devam etti. Fare dalın ucuna vardı. Artık kaçacak yer yoktu. Son çare olarak bir yaprağa dişiyle tutunup sarktı. Bu esnada gelincik bağırdı ve dişisi geldi. Tam ağacın altına varınca gelincik farenin asılı olduğu dalı kopardı. Ağacın altındaki gelincik onu yakaladı.

Fare kuyruğunu yağ şişesine sarkıtır. Sonra da kuyruğuna bulaşan yağı yalar. Tilki, üzerinde fazla sinek ve üvez toplanınca bir deri parçası alır ve suya dalar. Sinekler deride toplanınca deriyi suya atar ve kendisi salimen çıkar. Örümcek, evini çok acayip harikulade bir tarzda yapar. İnsanlar altıgen bir evi ancak pergel ve cetvelle yapabilirler. Oysa arı bu şekildeki evleri aletsiz yapar. Karınca kendisine zahire biriktirmek için çalışır. Yerin rutubetli olduğunu hissederse daneyi ikiye böler ki, çatlayıp filiz çıkarmasın. Şayet rutubet daneye sirayet ederse onu, kurusun diye güneşe çıkarır.

Birisi şöyle anlattı: ”Dalgıç kuşunu gördüm. Suya daldı ve bir balık yakaladı. Karga onu gördü, saldırarak aldı. Kuş yine suya daldı. Karga yine aldı. Üçüncü sefer de aynı şey oldu. Bu sefer karga, balık yemekle meşgulken kuş, sıçrayıp karganın ayağını yakalayıp suya batırdı ve karga öldü. Kendisi ise sudan çıktı."

Geçmişlerden şöyle rivayet edildi: ”Süte su karıştırmayın. Sizden önceki ümmetlerden birinde bir adam vardı. Bu adam süt satar, süte su karıştırırdı. Bir maymun satın aldı. Deniz yolculuğuna çıktı. Deniz dalgalanınca Allah maymuna ilham etti. O da para kesesini alıp geminin tepesine çıktı. Keseyi çözdü. Sahibi de kendisini seyrediyordu. Paraları bir denize, bir gemiye atmaya başladı. Böylece yarısını suya, yarısını da geminin içine attı ki sudan kazanılan suya gitmiş oldu."

Mahlukatın entresan hallerinden birisi de şudur: ”Birisi Isfahanlı bir adamı öldürdü ve bir çukura attı. Öldürülen adamın köpeği olayı görmüştü. Her gün çukurun başına gelir, ölünün üzerindeki toprağı eserdi. Katili görünce ona doğru havlardı. Bu işi tekrar tekrar yapınca, eşilen yeri kazdılar ve ölüyü buldular. Sonra da adamı yakaladılar. Adam suçunu itiraf etti, onu da öldürdüler."

Hurma ağacının çok enteresan hâli ise açık olmasıdır. Erkek hurma ağacı, dişi hurma ağacı üzerine meyledip kucaklamak ister, dişi hurma ağacı zayıflayıp sararır. Onun ilâcı, kendisine meyleden erkek hurma ağacıyla birleştirilip iple bağlanmaları veya erkek ağaçtan bir yaprak alınıp dişiye asılması, yahut da çiçeğinden alınıp dişiye konmasıdır. Bu gibi enteresan şeyler yazılıp söylenemeyecek kadar çoktur.

4

O, otlağı çıkarmıştır. Kudretinin kemaliyle, hayvanların otladığı taze otlar çıkarmıştır. Bu otlar yeşil, sarı, kırmızı ve beyaz olarak çeşit çeşittir. İbn Abbas dedi ki: ”Mera, yeşil ottur."

5

Sonra da onu kapkara bir sel atığına çevirmiştir. Cevheri dedi ki: ”Gusâ", selin getirdiği çer çöp demektir. Bunlar yeryüzünde bulunan kırıntılar, artıklardır. İnsanların değersiz olanları da bu kabildendir. ”Ahvâ", siyah demektir. Çünkü otlar kuruyunca siy anlaşır. Bu, ister güneşin hararetiyle isterse havanın soğukluğuyla olsun farketmez.

Âyet-i kerimede ömrün kısalığına, dünya ve dünya nimetlerinin geçiciliğine işaret edilmektedir. Ayrıca dünya zinet ve menfaatlerine, yiyecek ve içeceklerine de işaret edilmektedir ki, bunlar hayvânî nefislerin otlakları, hayvânî güçlerin meralarıdır. Allah bunları, kuruyup kararmış ot, çöp gibi kısa ömürlü yapmıştır. Bunlara iltifat edilmemeli, bunlarla oyalanmamalıdır. Zira bunlar, Allah'ın zâtını tenzih ve bağlardan çözmek demek olan özel tesbihe engel olurlar. Ayrıca herkes için takdir edilen olgunluğa bunlar perde teşkil eder.

6

(Bundan böyle) sana Kur'an'ı okutacağız, sen de unutmayacaksın. Burada Allahü teâlâ  bütün yaratıklarla ilgili genel hidayetini açıkladıktan sonra özel olarak Rasûlüllah'la ilgili hidayetini açıklamaktadır. Bu da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i vahyi algılamaya, herkes için hidayet olan Kur'an'ı ezberlemeye yöneltmesi, ayrıca da onu bütün insanların hidayetine muvaffak kılmasıdır.

Âyet, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in duyduğu hiçbir şeyi unutmayacağına dair Cenab-ı Allah'tan bir garanti verildiğine işarettir. Bu vaad içinde vahyin devam edeceğine dair de yüce bir vaad vardır. Bu, okutmak ifadesinden anlaşılmaktadır. ”Karne" okudu, ”akrae" okuttu, ”kâri'" okuyucu, ”mukri'" öğretici demektir. Yani şimdi ve ileride sana vahyettiklerimizi Cebrail'in diliyle okutacağız, sağlamlık ve hafıza gücünden dolayı sen asla unutmayacaksın.

Denildi ki: ”Unutmayacaksın diye Kur'an'ın hıfzı kalbinde, kıraati de dilinde olacaktır." Nitekim başka bir âyette şöyle buyuruluyor: ”Şüphesiz onu senin kalbinde toplamak ve okutmak Bize aittir." (Kıyâme: 17)

7

Ancak Allah'ın dilediği başkadır. Okunuşu neshedilmek suretiyle Allah'ın, unutmam istedikleri hariç okuduğun hiçbir şeyi asla unutmayacaksın. Sanki Allah'ın diledikleri nesh yoluyla kalpten ve mushaftan yok edilmektedir. Unutmaktan maksat, bir daha hatırlanmamak üzere devamlı ve tam unutmaktır. Malum olan ve sonradan hatırlanan unutma da kastedilmiş olabilir. Bu taktirde unutma, az ve nadir olan unutma demektir. Yani Allah'ın, unutmanı istediği şeyler dışında unutmazsın. Fakat bu unutma devamlı olmaz, peşinden hatırlama gelir. Sözün gelişinden de bu anlaşılmaktadır. Bunu, şu rivayet de desteklemektedir: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldırırken bir âyeti atladı. Übey İbn Ka'b bu âyetin neshedildiğini zannetti ve Rasûlüllah'a sordu. O da: ” Unuttum" buyurdu.

Yine rivayet edildi ki, sahabeden biri gece Kur'an okuyordu. Rasûlüllah ona: ”Bana unuttuğum bir âyeti hatırlattın" dedi. Bundan ötürü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), duasında şöyle derdi: ”Allah'ım! Bu yüce Kur'an'la bana merhamet et. Onu bana önder, nur, hidâyet ve rahmet yap. Allah'ım! Unuttuğumubana hatırlat, bilmediğimi öğret. Gece gündüz Kur'an okumakla beni rızıklandır. Ey âlemlerin Rabbi! Onu bana delil kıl."

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle derlerdi: ”Ben de bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Unuttuğumda bana hatırlatın." Allahü teâlâ  şöyle buyurdu: ”...Unuttuğun zaman Rabbini an..." (Kehf: 24) Bütün bunlar Hazret-i Peygamber'in unutabileceğine delildir. O, yazı öğrenmeden, ezbere okuyan bir ümmî idi. Bununla beraber bütün kemalatm kaynağı idi. Kâtiplere yazıyı ve yazı usullerini, meslek erbabına da mesleklerinin inceliklerini o öğretmişti.

Çünkü O, açığı da bilir, gizliyi de. Yani vahiy de dahil olmak üzere, işlerin gizlisini de açığını da bilir.

8

Seni en kolay (yol)a muvaffak kılacağız. ”Yüsrâ", fu'lâ vezninde olup yüsr den türemedir. Yüsr, kolaylık demektir. Mânâ şöyledir: Seni daimi bir başarı ile kolay yolda yürüteceğiz. Bu yol, öğrenme ve öğretme yönünden dini konuların en kolayları üzerinde olacaktır. Vahyi kolay algılama ve müsamahaya dayalı şer'î hükümleri kavrama da bu kolay yola dahildir.

9

Onun için öğüt ver, eğer öğüt fayda verirse. Sana vahyedilen kolaylıklara uygun olarak insanlara hatırlat. Eğer öğüt, hatırlatma ve nasihat fayda verecekse kendi yaptığın gibi insanları kademe kademe şer'î hükümlere yönlendir. Hatırlatmanın fayda şartına bağlanması şundandır: Hazret-i Peygamber, iman etmelerini şiddetle arzuladığı için onlara hatırlattıkça ve bu konuda bütün gücünü sarfettikçe içlerinden bir kısmının inadı ve küfrü artıyordu. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e emredildi ki, hatırlatma, genel olarak fayda verecek yerde olsun, her şeyi ve bazı şeyleri hatırlatacağı kimseler, ders alacağı umulan kimseler olsun, kalbi mühürlü olup da hatırlatma ile sadece azgınlığı ve nefreti artacak kimselerle uğraşıp kendini yormasın. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurdu: ”...Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver." (Kaf: 45) Şüphe ifade eden ”in", Hazret-i Peygambere nispetledir. Yoksa Allah'a nispetle değildir. Çünkü Allah, hatırlatmanın fayda verip vermeyeceğini bilir.

Keşfu'l-Esrâr da şöyle dendi: ”İn" kelimesi, Arapçada sadece şart için değil, kesinlik ifade etmek üzere de gelir. O vakit ”kad" kelimesinden bedel olur. Zira o da te'kid ifade eder. Nitekim Allahü teâlâ  şöyle buyurdu: ”Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir." (Zâriyât: 55)

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hatırlatmanın mutlaka faydalı olacağını bilir. Ya inkârdan vazgeçilir, ya günahı bıraktırır veya ibadeti artırır. Bu ifade hatırlatmaya bir teşviktir. Kalbi mühürlü olup kabule müsait olmayanlar hariç hatırlatmanın herkese fayda vereceğine dair bir tenbihtir. Fayda, faydalanmaya müsait olmaya bağlıdır. Netice itibariyle hatırlatma, faydalanacak kimseye hastır. Elçiye ise, ancak tebliğ görevi düşer.

10

Allah'tan korkan öğüt alacaktır. Senin hatırlatmandan ancak Allah'tan korkanlar ders alır ve ders aldığı konuda ilerler, işin gerçeğini kavrayıp iman eder. İnsanlar âhiret konusunda üç gruba ayrılırlar. Bir kısmı doğruluğuna kesin inanır, bir kısmı ne inkâr, ne de ispat eder, kesin tavır koymayarak, olabileceğini mümkün görür, bir kısmı da inkârda direnir. İlk iki grup, hatırlatmadan istifade eder. Üçüncü grup ise etmez.

11

Pek bedbaht olan da ondan kaçınacaktır. Ebû Cehil ve Velîd b. Muğîre gibi Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e düşmanlıkta aşırı giden nasipsizler, hatırlatmadan kaçınırlar ve alıcı kulağıyla dinlemezler. Yahut da ”eşkâ" (pek bedbaht) tan maksat, mutlak kâfirdir.

12

O ki, en büyük ateşe girecektir. Cehennemin en alt tabakasına girecektir. ”Kübrâ", ekber'in müennesidir. Orası, kâfirlerin nasibi olan cehennemin en aşağı tabakasıdır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: ”Şüphesiz münafıklar, cehennemin en alt tabakasındadırlar..." (Nisa: 145) Cehennemin farklı tabaka ve ateşleri vardır. Dünyada da farklı günah ve isyanlar olduğu gibi. Kâfirler, âsilerin en berbatı oldukları için cehennem ateşinin en büyüğüne gireceklerdir. Bir izaha göre de en büyük ateşten maksat, cehennem ateşi, en küçük ateşin de dünya ateşi olduğu da söylenmiştir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: ”Şu sizin dünya ateşiniz cehennem ateşinin yetmişte biridir."

Ben fakir diyorum ki, en büyük ateşten maksat, âhiretteki en büyük azaptır ki, bunu şu âyet-i kerime ifade etmektedir: ”...İşte öylesini Allah en büyük azapla cezalandırır" (Ğâşiye: 24) Küçük azap ise dünya ve berzah azabıdır. Çünkü bu, âhiretteki azaba nispetle küçük kalmaktadır.

Filozoflardan birisi şöyle dedi: ”Bedbahtlığın pek çok alâmetleri vardır. Günahta ısrar, katı kalplilik, günahların çokluğu, Rabbi unutmak, O'nun huzurunda duracağından gafil olmak... vs. İşte bu, büyük ateşe girecek en bedbaht kişidir."

13

Sonra orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölüp kurtulmaz, gerçek bir hayat da yaşamaz. Ağır bir derde düşmüş kimseye de: ”Ne ölüdür, ne diridir" derler. Ölümle hayat arasında bocalamak, ateşe girmekten daha berbattır.

Denildi ki: ”Ölmez, zira ölüm boğazlanıp öldürülmüştür. Artık ölüm yoktur. Yaşamaz, zira üzüntü içinde yaşayan ölü gibidir. Cismanî azap içinde kaldığı gibi ruhanî azabı da yaşar."

14

Elbette felaha ermiştir, temizlenen, hatırlatmadan ders alarak günah ve küfürden temizlenen, kötülükten kurtulmuş, umduğuna ermiştir.

15

Rabbinin adını anıp namaz kılan, kalbi ve diliyle Rabbinin adını anıp beş vakit namaz kılan kurtulmuştur. Âyette şöyle buyuruluyor: ”...Beni anmak için namaz kıl" (Tâhâ: 14) Zikirden maksat, iftitah tekbiridir.

İmam Fahreddin Razî dedi ki: ”Mükellefin amelleri üç gruptur:

Birincisi; kalpten bozuk inancı söküp atmak. Temizlenmekten maksat budur.

İkincisi; Allah'ı isimleriyle, sıfatlarıyla ve zâtıyla hatırda tutmak ve bilmektir. Zikirden maksat da budur. Çünkü kalben zikir marifet demektir.

Üçüncüsü; hizmet ve ibadetle meşgul olmaktır ki, namazla istenen de budur. Çünkü namaz, tevazu ve huşûdan ibarettir. Kalbi Allahü teâlâ 'nın nuruyla aydınlanan kimsenin vücut azalarında mutlaka tevazu ve huşu eseri gözükür."

Birisi şöyle dedi: ”Allah, bedene uygun bir yüz, ibret için bir göz, hizmet için bir beden, marifet için bir kalp, sevgi için bir sır yaratmıştır. Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki, dillerinizi şehadetle, kalplerinizi marifetle, bedenlerinizi ibadetle süslemiştir. Kim namazda ise, namaz müddetince üzerine rahmet iner, melekler kanatlarıyla onu kuşatır. Kul Rabbine yalvarır.’Ya Rabbi!' dedikçe Cenabı Hak: ’Buyur ey kulum!' der. Namaz kılan, kime yalvardığını hakkıyla bilebilse namazından ayrılmaz."

İbn Ömer (radıyallahü anh)'den rivayet edildi ki: ”Temizlenmekten maksat, bayram sabahı camiye gitmeden önce fıtır sadakasını vermektir. Zikirden kasıt ise, bayram sabahı camiye çıktığında yolda tekbir getirmektir. Namazdan maksat da bundan sonra cemaatle bayram namazı kılmaktır."

Her ne kadar bu sûrenin Mekkî oluşunda icma varsa da ve Mekke döneminde bayram namazı ve fıtır sadakası yoksa da Allahü teâlâ  bunların olacağını bildiği için bunları yapanları o zamandan medhetmiştir. Çünkü Allahü teâlâ  olacaklardan haber verir.

Bu âyette şeriate aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünya sevgisinden arındırmaya, hatta Allah'tan gayriyi hatırlamadan bile sakınmaya, gücü nispetinde Allah'a yönelmeye işaret vardır. Çünkü Allah, hiç kimseye gücünden fazlasını yüklemez.

16

Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Siz yukarıda belirtilenleri yapmıyorsunuz. Aksine çekici dünya zevklerini tercih edip onları elde etmek için çalışıyorsunuz. Hitap ya kâfirleredir, o taktirde dünya hayatını tercihten maksat, sadece dünya ile yetinip âhiretten yüzçevirmektir. Nitekim âyette şöyle belirtiliyor: ”Bizimle karşılaşmayı ummayanlar ve dünya hayatından hoşnut olup onunla yetinenler..." (Yûnus: 7) Veya hitap herkesedir. O taktirde dünya hayatını tercihten maksat, dünya tarafını âhiret tarafından üstün tutmaktır. Kâfir, küfrü sebebiyle dünyayı tercih eder. Ahnetin olmadığına inanır. Mü'min ise, günah ve nefis baskısı sebebiyle dünyayı tercih eder. Allah'ın korudukları müstesna.

Aynü'l-Meânfde şöyle dendi: ”Hitab ümmetedir. Çünkü herkes ya dünya sevgisinden veya âhirete daha fazla sevap biriktirmek kastıyla dünyayı tercih eder."

17

Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Âhiret, bizzat daha-hayırh olmasına rağmen siz dünyayı âhirete tercih ediyorsunuz. Âhiret daha hayırlıdır. Çünkü nimetleri ebedîdir, kesintisizdir. Ayrıca nimetleri son derece lezzetli olup keyfe keder hiçbir şey yoktur.

Burada işaret edilmektedir ki, varlıkların dışı, içine nispetle kabuğun öze nispeti gibidir. Elbette öz, kabuktan daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Çünkü hububat tanesinin özü, uzun müddet saklanır. Fakat kabuk özden soyulunca ateşe veya çöplüğe atılır ve birkaç gün sonra yok olur. Kabuğa talip olanlar değersiz kabuk mesabesindeki işleri, değerli olan öz mesabesindeki işlere tercih ederler. Çünkü onların gözlerinde âhirete karşı perde vardır. Öz sahipleri ise, gerçek hayat âhireti tercih ederler. Allahü teâlâ  buyuruyor: ”...Allah' de. Sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak. Oynayadurşunlar." (En'âm: 91)

18

Doğrusu bunlar ilk sahifelerde, ”Suhuf, ”sahife" nin çoğuludur. Burada ”sahife", kitap demektir. Yani bunlar sahifelerde sabittir. Nefsi gereksiz şeylerden arındırma, ruhu marifetle, organları ibadetle kemale erdirme, âhiret ve Allah'ın ecrine özendirme işleri, şeriatlerin değişmesiyle değişmez. Bunlar her şeriatte vardır.

İbrahim ve Mûsa'nın sahifelerinde de vardır. İbrahim halil ve Mûsa kelimin sahifelerinde. Rivayet edildi ki, Allah'ın indirdiği kitapların tamamı, yüz dört kitaptır. Allah; Âdem (aleyhisselâm)'e on, Şît (aleyhisselâm)'e elli, İdris (aleyhisselâm)'e otuz, İbrahim (aleyhisselâm)'e on sayfayı ayrıca Tevrat'ı, İncil'i, Zebur'u ve Kur'an-ı Kerim'i göndermiştir. Mûsa'nın sayfaları, Tevrat'ın yazıldığı levhalardır. İbrahim (aleyhisselâm)'in sayfalarında şöyle yazılıydı: ”Akıllı kimsenin aklına mağlup olmaması, diline hakim olması, zamanım iyi bilmesi ve işine yönelmesi gerekir." Mûsa (aleyhisselâm)nın sayfalarından da şu söz nakledildi: ”Allahü teâlâ  Âdemoğluna şöyle dedi: Ölüm gelip çatmadan kendin için çalış. Binek (dünya, mal) seni aldatmasın. Zira yolculuk onun izleri üzerindedir. Yaşamak ve uzun emel seni tevbeden alıkoymasın. Aksi halde pişmanlığın fayda vermeyeceği zamanda pişman olursun. Ey Âdemoğlu! Sana rızık olarak verdiğim malımdan benim hakkımı çıkarıp fakirlere haklarını vermezsen sana bir zorba musallat ederim. Onu senden zorla alır. Bu taktirde sana sevap da vermem."

Hazret-i Âişe validemizden şöyle rivayet edilmiştir: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vitir namazının ilk iki rekâtında A'lâ ve Kâfirûn sûrelerini, üçüncü rekâtta ise İhlâs, Felak ve Nâs sûrelerini okurdu." İmam Şafiî ve Mâlik bununla amel etmişlerdir. İmam Azam Ebû Hanife ve Ahmed b. Hanbel'e göre ise, müstehap olan üçüncü rekâtta sadece İhlâs okumaktır.

Allah'ın yardım ve tevfîkiyle A'lâ Sûresinin tefsiri bitti.

19

Bak. Âyet 18.

0 ﴿