BELED SURESİ

1

Bu beldeye yemin ederim yani bu haram beldenin, Mekke-i Mükerreme'nin üstüne yemin ederim. Ayetin başında yer alan ”lâ", sıladır. Bunun böyle olduğuna, Yüce Allah'ın Tîn sûresinde: ”Beledu'l-emîn" üzerine yemin etmesi delildir. Bazı âlimlere göre ”lâ", yapılan yemini pekiştirmek için getirilmiştir. Nitekim Araplar böyle yeminlerini pekiştirmek için ifadelerinin başına ”lâ" getirmektedirler. Meselâ: ”Lâ vallahi. Ben böyle bir şey yapmadım", ”Lâ vallahi. Mutlaka böyle yapacağım," ifadeleri buna birer örnektirler.

Bu âyet-i kerimede Yüce Allah'ın Mekke-i Mükerreme üzerine yemin etmesinin sebebi, Mekke'nin faziletinden dolayıdır. Çünkü Allahü teâlâ  orayı güvenli, haram bölge kılmıştır ve Mekke Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dünyaya geldiği yerdir. Rasûlüllah'ın babası İbrahim (aleyhisselâm)'in haremi ve yine Rasûlüllah'ın babası İsmail (aleyhisselâm)'in yetiştiği yerdir. Allahü teâlâ, Beyt-i Haram'ı, doğuda ve batıdaki Müslümanlar için kıble kılmış, insanın ömrü boyunca işlediği günahların keffareti için Beytullah'ın hac edilmesi hükmünü getirmiş, semadaki ”el-beytu'l-ma'mûr"u, Kabe-i Muzzama'nın tam hizasında yaratmıştır.

2

Ki sen bu beldedesin. Bu ifade yukarıda üzerine yemin edilen ”belde" den hâldir (sıfattır.) Âyet metninde yer alan ”ente" (sen) kelimesi ile Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a hitap olunmaktadır. Âyetin içinde yer alan ”el-hiü", ”hulul" mastarından ”hâil" manasınadır. Kelimenin türediği mastar, bir yere inmek, konaklamak anlamınadır. Bu açıklamaların ışığı altında âyetin manası şöyle olur: Bu beldeye (Mekke'ye) -ki sen ey Miıhammed! Mekke'desin ve orada bulunmaktasın- yemin ederim ki... Yüce Allah mutlak olarak Mekke üstüne yemin etmiyor. Tam tersine Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın içinde bulunduğu Mekke'ye yemin ediyor ve böylece Mekke'nin içinde Peygamberi bulundurmakla daha da şeref kazandığına işaret olunuyor. Çünkü Mekke bizatihi kendisi şerefliyken şimdi şerefli olan büyük Peygamberin gelip orada yerleşmesiyle daha da şeref kazanmaktadır.

Bu ifade ile Mekke halkına bir dokundurmada bulunulmaktadır. Çünkü Mekkeliler -cahillikleri nedeniyle- Âdem (aleyhisselâm)'in evlâtlarının en şereflisini içinde bulundurmakla daha da şeref kazandığı halde onu buradan çıkarmayı düşünüyorlardı.

3

Babaya... Buradaki ”baba" dan maksat, İbrahim (aleyhisselâm)'dir. Baba kelimesinin âyet-i kerimede elif lamsız getirilmesi, onun şerefli bir baba olduğuna işaret olunmak içindir.

Ve ondan meydana gelen çocuğa yemin ederim ki... Buradaki ”çocuk" tan maksat, İsmail ve Muhammed (aleyhisselâm) Peygamberlerdir. Çünkü Hazret-i Muhammed'in nesebi, İsmail (aleyhisselâm) vasıtasıyla İbrahim (aleyhisselâm)'e ulaşmaktadır. Şu halde bu sûre, iki yerde Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın üstüne yemini ihtiva etmektedir.

Bu âyette yer alan ”baba" kelimesiyle İbrahim (aleyhisselâm) kastedilmiştir demiştik. Bir başka görüşe göre bundan maksat. Âdem (aleyhisselâm) olabilir. ”Baba" kelimesiyle Âdem (aleyhisselâm) kastedilirse, ”ondan meydana gelen çocuk," Âdem (aleyhisselâm)'in zürriyyeti olur. Yeminin cevabına daha uygun düşen de bu şekilde takdirde bulunmaktır.

Bazılarına göre burada yer alan ”baba", Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. ”Ondan meydana gelen çocuk" ise Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetidir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Ben sizlere babanız yerindeyim ve sizlere dininizi bildirmekteyim." (1) Nitekim Allahü teâlâ  da Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a müminlerin babası ismini vermiştir. Çünkü Yüce Allah Ahzâb sûresinde şöyle buyurur: ”Peygamber müminlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri onların analarıdır..." (Ahzâb: 6) Âyetin hükmüne göre ezvâc-ı tâhirât mü'minlerin anneleri olduğuna göre bu, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da babalan olmasını gerektirir.

1- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce rivayet etmişlerdir. Hadisin lâfzı şu şekildedir: ”Ben sizlerin bahanız mesabesindeyinı. Sizlere (dininizi) öğretmekteyim, içinizden herhangi biriniz tuvalete gittiğinde ön ve arkasını kıbleye dönmesin..." Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 1/1437.

4

Biz insanı zorluklar içinde olacak şekilde

yarattık. Bu cümle, yukarıda geçen yeminin cevabıdır. Âyet metninde yer alan ”kebed" kelimesi, ”kebide'r-reculu kebeden" fiili ve mastarından türemiştir. İnsanın ciğerinde sancı meydana gelip de şişince bu fiil kullanılır. Daha sonra fiil, her türlü meşakkat ve sıkıntının çekilmesi durumunda kullanılır olmuştur. Yine bu mastardan türeme ”mükâbede" kelimesi vardır ki, bu da sıkıntı çekmek anlamınadır. Âyet metninde ”kebed" kelimesinin kullanılması, sıkıntı ve meşakkatin herhangi bir nesneyi içine konulmuş olduğu kabın kuşatması gibi insanı kuşattığına işaret etmektedir. Bu açıklamalardan sonra âyetin manasına dönecek olursak şöyle denmiş olmaktadır: Biz insanoğlunu sıkıntı ve meşakketler içinde yarattık. Ve insanoğlu mahrukatın en zayıfı olmakla birlikte çeşit çeşit sıkıntıları da hâlâ çekmektedir. Bu sıkıntıların en başında ana rahminin karanlığı ve dar ortamı gelir. Sonunda da ölüm ve ölüm sonrası çekilecek sıkıntılar vardır. İnsanoğlu kendisinden başka diğer canlıların çekmediği birçok sıkıntı çeker. Şöyle bir bakalım: Göbeğinin kesilmesi, sonra elinin kolunun bağlanarak kundaklanması, ardından sünnet olması ve bunun acılarını çekmesi, kendisine öğreten öğretmenden kaynaklanan sıkıntılar ve ondan yediği sopalar, kendini okutan hoca ve onun heybeti... Sonra evlilik hayatının getirdiği sıkıntılar, evlât ve hizmetçilerle uğraşmaktan kaynaklanan sıkıntılar ve zorluklar, ev işleri, ardından yaşlanmak ve kocamak... Bunlardan sonra ölüm şiddetinin çekilmesi, meleklerin sorguya çekmeleri, kabilin karanlığı... Sonra öldükten sonra dirilmek ve ya cennet ya cehennem en son durağına varıncaya kadar hesap meleğinin karşısına geçip hesap vermek. Nitekim Yüce Allah İnşikâk sûresinde buna şöyle işaret ediyor: ”Şafağa, geceye... aya yemin ederim ki, siz elbette hâlden hâle geçeceksiniz." (İnşikâk: 16-19)

Fahreddin er-Râzî der ki: ”Dünyada kesinlikle lezzet yoktur. Tam tersine lezzet zannedilen bu şeyler elemden kurtulmaktan başka bir şey değildir. Çünkü yemek esnasında duyulan lezzet, açlığın vermiş olduğu elemden kurtuluştan ibarettir. Giyim esnasında alınan tad, sıcağın ve soğuğun vermiş olduğu sıkıntıdan kurtuluştan kaynaklanmaktadır. Şu halde insan için sadece elem vardır, ya da elemden kurtuluş vardır. Bu âyet-i kerime, Kureyş kâfirlerinden görmüş olduğu sıkıntılara karşı Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı teselli etmektedir."

el-Kâşânî bu âyet-i kerimeyi şöyle tefsir eder: ”Yemin olsun biz insanı, kendi nefsinden, hevâ ve hevesinden, ya da gizli bir hastalıktan, kalp fesadından, (marifetini) kapatan perdenin kalınlığından kaynaklanan sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık. Çünkü sözlükte ”kebed", ciğerin şişkinliği ve hasta olması demektir. Ciğer insan vücudunda tabiî kuvvetin başladığı noktadır. Kalbin perdelenmesi ve bozulması da bu kuvvetten kaynaklanır."

5

İnsan, hiçkimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

Buradaki ”sanmak" fiilinin öznesi, Kureyş'in Velid b. el-Muğîre ve benzerleri gibi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sıkıntı veren bazı ileri gelen kişileridir. Yani bu kimseler kendilerinden yaptıkları bu haksızlıklara karşı kimsenin intikam alamayacağını mı sanıyor? O halde onların zannı boşunadır. Çünkü bir olan Allahü teâlâ  buna kadirdir. O azîzdir, intikam sahibidir.

6

Ahmakça ve kibirlenerek bu zannı taşıyan kimse:

'Pek çok mal harcadım,' diyor. Bu sözüyle böbürlenerek ve riyakârlık yapmak için harcamış olduğu çok mal olduğunu ifade etmek istiyor. Cahiliyet devri insanları buna ”mekârim" diyorlardı ve bu harcanan malın övünç ve yücelik kaynağı olduğunu iddia ediyorlardı. Âyette yer alan ”ihlâk" (harcamak) kelimesi, harcanan malın gerçekte zayi olduğuna işaret etmektedir. Çünkü bu malın ahirette sahibine hiçbir faydası dokunmayacaktır. Nitekim Hazret-i Âişe'nin, Abdullah b. Cüd'ân hakkındaki söylemiş olduğu şu söz bu gerçeğe işaret etmektedir: ”Cahiliyyet döneminde Abdullah b. Cüd'ân süa-i rahim yapar, yoksulları doyururdu. Acaba bunun kendisine herhangi bir faydası dokunur mu ey Allah'ın Rasûlü? Bu soruyu Rasûlüllah şöyle cevaplandırır: 'Ona fayda vermez. Çünkü hiçbir gün; Rabbim din günü benim günahlarımı bağışla dememiştir'." (2)

2- Hadisi Müslim, İman Bölümünde; Ahmed b. Hanbel, Müsned'inde (6/93) rivayet etmişlerdir.

7

Bu ahmak ve öğünen şahıs, münafıklık ettiği sırada

kimse onu görmedi mi sanıyor? Allahü teâlâ 'nın kendisine sormayacağını ve yaptıklarına karşılığını vermeyeceğini mi sanıyor? Bu sorulardan çıkan anlam Yüce Allah onu görmektedir, niyetinin pisliğini, içindeki fesadı bilmektedir ve o yaptıklarına karşılığını verecektir. Öğünme yollu bu çeşit bir münafıklık aslında bir düşüklüktür. Bu cahil kimse, onu nasıl fazilet sayar. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Kıyamet günü dört şeyden sorguya çekilmedikçe kulun iki ayağı olduğu yerden kıpırtatılmaz. Bunlar; ömrünü nerede tükettiği, vücudunu nerede yıprattığı, malını nereden kazanıp nereye harcadığı ve öğrenmiş olduğu ilmiyle hangi ameli yaptığıdır." (3)

3- Hadisi Tirmizî Kıyamet Gününün Vasfı Bölümünde (no 2419) rivayet eder. Bkz. Camiu'l-Usûl, 10/436.

8

Biz ona iki göz, vermedik mi? Bunlarla yeryüzü ve gökyüzü olmak üzere mülk âlemini görmektedir. Hatta kendisiyle arasında bir kaç bin senelik uzaklık olan yüksek yıldızlan bile müşahade etmektedir. İnsan gözleriyle zararlı ve faydalı olanları ayırmaktadır. Bunlarla Yüce Allah'ın vahdaniyetine delil olan alâmetleri görebilmektedir. Göz bedeni âfetlerden korumaktadır. İnsanın gözü tıpkı bir ayna gibidir. Karşısına bir şey geldiğinde o nesnenin biçimi gözün içinde canlanır. Oysa bu nesnelere bakan göz çok küçüktür. Yakından bakıldığında göz yuvarlak bir parça etten ibarettir. Yüce Allah gözün hareketini süratli kılmıştır ve üstünü örtmek üzere gözlere kapaklar yaratmıştır. Ve ayrıca kapakların ucuna kuşun kanatları gibi kıllar yani kirpikler yerleştirmiştir. Bunlar sinekleri ve haşereleri gözden uzaklaştırmaktadır. Yüce Allah gözü, tıpkı güneş ve ay gibi iki adet yaratmıştır. Bunların üzerine ışıktan zarar görmesin diye iki siyah kaş yerleştirmiştir. Çünkü siyahın ortasında beyaza bakan kimse, daha keskin bakışlı olur. Bu sebeple gözün karası kara ve kirpikleri de siyah kıldan yaratılmıştır. Çünkü siyah, gözü güçlendirir.

9

İçinden geçenleri ifade edeceği

bir dil vermedik mi? Nitekim çeşitli işlemler ve muameleler dil ile yapılır. Şahitlikler bununla eda edilir. Acı ile tatlı, dil vasıtasıyla anlaşılır. İnsanın dili olmasaydı içinden geçenleri işaretle veya yazarak ifade etmek zorunda kalacaktı ve işi zorlaşacaktı.

Gözün ve kulağın iki adet yaratılırken, dilin bir tane olmasının sebebi, insanın konuşmaktan çok dinlemeye ve görmeye ihtiyacı olmasından dolayıdır. Ve yine az konuşulması gerektiğine ve sadece hayır konuşulmasının uygun olacağına, faydasız şeylerin konuşulmaması gerektiğine işaret vardır. Yüce Allah'ın dili ağzın içinde yaratmasının ve önüne dudakları yerleştirmesinin sırrı buradadır. İnsanın dudaklarını açmaksızın konuşamamasınm kendisine söylenen herhangi bir söze cevap vermek için iki dudağını birbirine bitiştirmeye mecbur kalmasının sırrı da budur.

Ve susmak istediği zaman ağzını kapatabildiği, konuşurken, yerken, içerken ve bir şeye liflerken yardımına başvurduğu

iki dudak vermedik mi? Burada dudakların ifade edilmesi, konuşurken harflerin çoğunun dudaklardan çıkmasından dolayıdır. Bir duada şu ifadeler yer almaktadır: ”Bizleri bir et parçası vasıtasıyla konuşturan, bir yağ parçasıyla gördüren, bir kemik sayesinde işittiren Allah'a hamdolsun." Bir kudsî hadiste Yüce Allah şöyle buyurur: ”Ey Ademoğlu! Sana haram kıldığım bir hususta dilin seninle çekişirse sana iki kapak (dudak) verdim. Onlarla dilini kapat. Gözün karşına dikilir, haram kıldığım şeylere bakmak için seninle çekişirse sana iki kapak verdim. Onlarla gözünü kapat." (4)

10

Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi? Biz insana hayır ve şerrin yolunu gösterdik. Bazılarına göre âyetin manası: biz insana (bebeğe), annesinin iki memesinin yolunu gösterdik. Çünkü bu iki meme, sütün inmesi için iki yüksek yoldur ve dünyaya gelen çocuğun hayatta kalmasına birer sebeptirler. Dünyaya gelir gelmez annesini emmekten âciz olan bebeğe, onu emme imkânı bahşetmek büyük bir kudret ve muazzam bir nimettir, demek olur. Âyet metninde yer alan ”necd" kelimesinin aslı, yüksek mekân demektir.

İbnü'ş-Şeyh der ki: ”Hayra ve şerre delâlet eden alâmet açık seçik belli olunca bunlar birer yüksek yol gibi oldular. Çünkü hayır ve şer, tıpkı yüksek yolun kolayca ve net ortaya çıkması gibi insanın aklına göre gayet açık ve net oldular."

11

(Fakat) o, sarp yokuşu aşamadı. ”İktihâm" kelimesi, zor bir işe koyulmak ve o şeyi zorlukla geçmek demektir. ”Akabe" kelimesi ise, dağlardaki sarp yol demektir. Yüce Allah'ın âyet-i kerimede bu yolu ”sarp yokuş" kelimesiyle ifade etmesinin sebebi, o yola girmenin zorluğundan dolayıdır.

12

O sarp yokuş nedir bilir misin? Ey Rasûlüm Muhammed! O sarp yokuşa nasıl girileceğini sana bildiren nedir?

13

Köle azad etmektir yani sarp yokuşa atılmak, köle azad etmektir, demek olur. Köle azadı, o yokuşu tefsir etmiyor. Tam tersine o yokuşa atılmak için köle azad etmek gerekiyor. İnsan bazen bir köleyi tek başına azad edebilir. Bazen kendi mükâtep kölesine kölelikten kurtulması için gerekli parayı ödeyebilir. Herhangi bir kimseyi kısastan veya herhangi bir cezadan kurtarmak uğruna köleye yardımcı olabilir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: ”Herhangi bir kimse bir köle azad ederse Allahü teâlâ  da hu kölenin her uzvuna karşılık azad edenin bir organını cehennemden korur." (5)

5- Hadisi Buharî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir. Ahmed b. Hanbel'in hadisi şu lâfızlarladır: ”Herhangi bir kimse mü'min bir köle azad edecek olursa onun her uzvuna karşılık Yüce Allah cehennemden bir uzvunu azad eder." Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 3/164.

14

Veya kıtlıktan ya da pahalılıktan kaynaklanan

açlık gününde yakını olan bir yetimi doyurmaktır. Yetimin açlık günü doyrulmasının ifade edilmesi, böyle bir günde başkalarına yapılacak yardımın insanın nefsine daha ağır geldiğinden ve daha çok sevaba yol açtığından dolayıdır. Burada yetimi yediren kimseyle arasında nesep yönünden akrabalığın olduğu şeklinde kayıtlanması, böyle bir yetimin doyurulmaya iki sebepten lâyık olduğundan dolayıdır. Bunlar yetimlik ve akrabalıktır. Böyle bir yetimin doyurulması hem sadaka ve hem de sıla-i rahim özelliğinden dolayı daha faziletlidir.

15

Bak. Âyet 14.

16

Yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır. Arapçada ”tenbe", fakir düştü demektir. Toprak anlamına gelen bu kelimenin fakir düşme manasına gelmesi, fakirin, fakirlikten ve yoksulluktan dolayı sanki toprağa yapışmış olmasından dolayıdır. Fakir, üstünde vücudunu örtecek, altında da serip yayacak olduğu bir şey olmadığından sanki toprağa yapışmış durumdadır. İşte bu itibarla söz konusu fiil türetilmiştir. Bazılarına göre âyette kastedilen fakir, barındığı ve sığındığı yer çöplük olan fakirdir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”Dullar ve fakirlere yardıma koşan kimse, Allah yolunda çalışan kimse gibidir. Asla gevşemeyen kâim (geceyi ibadetle geçiren) ve hiç oruçsuz günü geçmeyen sâim (oruçlu) gibidir." (6)

6- Hadisi Buharî, Müslim. Tirmizî, Nasâî ve Ahmed b. Hanbel rivayet etmişlerdir. Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/169.

17

Sonra iman edenlerden olmaktır. Yukarıda sayılan sâlih amellerle birlikte imanında sâdık mü'min olmaktır. Âyet-i kerime, böyle bir imanla birlikte yapılan intakın Allah katında faydalı ve hoşnutluk kazandıran infak olduğuna, yoksa gösteriş ve öğünme uğruna harcanan pek çok mal olmadığına işaret ediyor. Böbürlenme ve riyâ uğruna harcanan mal, tıpkı: ”...Kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın durumu..." (Âl-i İmran: 117) gibidir. Bu âyet-i kerimede ”akabe" sarp yokuş kelimesinin zikredilmesi, ahiret yokuşunu ancak sâdık mü'min olanların geçebileceğine işaret etmektedir.

el-Muhâsibî der ki: ”Bu öyle bir sarp yokuştur ki, onu ancak karnını şüpheli şeylerden boş tutan ve sadece açlıktan ölmeyecek kadar yiyen kimseler aşabilir."

el-Kâsım der ki: ”Bu âyette geçen ”akabe," senin nefsindir. Yüce Allah'ın ifadesine bir baksana: ”Köle azad etmek" buyuruyor, dolayısıyla sen, kendi nefsini halka kölelikten azad edecek Rabbine ibadetle meşgul edeceksin."

Birbirlerine Allah'a itaat ederken, günahlara karşı ve musibet geldiğinde

sabrı tavsiye edenlerden ve birbirlerine merhameti öğütleyenlerden olmaktır. Yani Allah'ın kullarına karşı merhametli olmayı tavsiye edenlerden olmaktır. ”Merhamet", yetim veya fakire ya da buna benzer kullardan lâyık olanlara şefkat etmek ve acımak demektir. Bir hadis-i şerifin manası şöyledir: ”İnsanlara merhamet etmeyene Allahü teâlâ  rahmet etmez." (7) Burada ”Sabrı tavsiye edenlerden olmaktır" ifadesi Yüce Allah'ın emrine tazim etmenin gerekliliğine işaret etmektedir. ”Birbirlerine acımayı öğütleyenlerden olmaktır" ifadesi ise, Allah'ın mahlukâtma acımanın gerekliliğine ve kemalden sonra tekmîle (kemale erdirmeye) işaret etmektedir. Çünkü iman, insanın kendisini kemale erdirmesidir. Sabır, merhamet ve diğer sâlih amellerle; öğütte bulunmak da başkalarını tekmil (kemale erdirmek) kabilindendir.

7- Hadisi Buharî, Müslim ve Tirmizî bu lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Buhârî'nin rivayetinde hadis: ”İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez?" şeklindedir. Tirmizî'nin rivayetinde ”Rahmet ancak bedbaht olan kimselerin kalbinden çekilip alınır." ifadesi yer almaktadır. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/516.

18

İşte zikredilen bu yüce sıfatlarla vasıflı olan

bunlar sağdakilerdir ve kitapları kendilerine sağ taraflarından verilecek olanlar bunlardır. Cennete sevkedilecek olanlar bu kişilerdir. Ayetin manası böyle verilebileceği gibi şöyle de olabilir: İşte bunlar bereket, hayır ve saadet ehlidirler.

19

Hakka delil olmak üzere getirmiş olduğumuz kitap, hüccet ya da Kurandan

âyetlerimizi inkâr edenler ise, işte onlar soldakilerdir. Kitapları sol taraflarından ve arkalarından verilecek sonra da cehenneme sürüklenecek olanlar bunlardır. Ayetin bir diğer manası şudur: Ayetlerimizi inkâr edenler ise uğursuz, kötü ve bedbaht olan kimselerdir.

20

(Cezaları, kapılan üzerlerine) sımsıkı kapatılmış bir ateştir. Yani bu, kapıları üzerlerine kapatılmış olan bir ateştir. Artık onların üzerine herhangi bir kapı açılmaz ve o ateşin içerisine sonsuza kadar herhangi bir esinti gelemez.

Ateş kelimesine, ”sımsıkı kapatılma" ifadesinin sıfat olarak getirilmesi, ateşin kâfirleri kuşatacağına işaret etmek içindir. Ayetteki ifadenin aslı, kapıları sımsıkı kapatılmış, demektir.

Beled Sûresinin tefsiri Allah'ın yardımı ve tevfiki ile sona erdi.

0 ﴿