ŞEMS SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 15 âyettir. 1Güneşe, kuşluk vaktindeki aydınlığına, yani, güneşin doğduğu yeryüzünü ısıtmaya başlayıp ışıkları her yöreye yayıldığı andaki ışığına yemin ederim. Burada kastedilen vakit, güneşin ışınlarının ortaya çıktığı vakittir. Arapçada ”duhâ" ve ”dahve" kelimeleri, ”dahh" kelimesinden türemedirler. ”Dahh" güneşin yeryüzüne yayılan ışınları anlamınadır. 2Onu takip ettiğinde aya, güneşten ışık almak suretiyle onun batışından sonra doğarak güneşi takip ettiğinde aya yemin ederim. Bu durum, kamerî ayların ilk yarısında meydana gelir. ”İzâ" kelimesi, burada şart manası ifade etmemektedir. Çünkü lâfzan ve takdîren âyet metninde cevabı mevcut değildir. Şu halde âyetteki ”izâ" kelimesi, el-Kâmûs'un da işaret ettiği üzere, ”hıyne" (zaman) anlamına gelmektedir. 3Onu, güneşi açığa çıkarttığında gündüze yemin ederim. Burada yer alan ”nehâr" (gündüz) kelimesi, gecenin karanlığım gideren güneşin ışığı anlamınadır. Çünkü güneş, ışınlarının her tarafa yayıldığı ve tam olarak her tarafı tuttuğu zaman ortaya çıkar ve tam olarak kendini gösterir. Sanki gün, güneşi tam olarak ortaya çıkarmaktadır. 4Onu, güneşi örttüğünde geceye, güneşin ışığını örttüğünde güneşin kaybolup her tarafı kararttığında geceye yemin ederim. Güneşle aramıza dünyanın girmesi dolayısıyla güneşin perdelenmesi olayı geceyi oluşturduğundan gece sanki güneşi perdelemekte ve örtmektedir, 5Gökyüzüne ve onu bina edene, gökyüzünü son derece büyük ve nihayetsiz yüksek yaratan Allah'a yemin ederim. Burada sanki şöyle söylenmektedir: Gökyüzünü her şeye kadir, şanı yüce Allahü teâlâ bina etmiştir. 6Yere ve onu yayıp döşeyene, yeri, üzerindeki canlılar hayatlarını sürdürebilsinler diye her yandan su üzerinde yayıp döşeyene yemin ederim. Burada yer alan ”tahv" tıpkı ”dalıv" kelimesi gibi yaymak, döşemek anlamınadır. Burada bazı yaratıkların zikredilmesi ve yaratıcının bunlara atfedilmek suretiyle hem bu yaratıkların hem de yaratıcının üstüne yemin edilmesi, hem bu yaratıkların ve hem de Yüce Allah'ın tazimde birbirlerine eşit olduklarım vurgulamak için değildir. Tam tersine böyle bir sıralamanın yapılmasındaki asıl nükte, âlemleri yoktan var eden Yüce Allah'ın varlığının ve mükemmel kudretinin ortaya çıkmasıdır ve insan aklının imkân ölçüsünde Yüce Allah'ın Yüceliğini, şanının azametini kavrayabilmesidir. Çünkü Allahü teâlâ, şerefçe ve fayda açısından insanların gözleriyle gördüğü en büyük yaratık olan güneşin üstüne yemin edince ve onu dört vasfıyla yani ışığı, ayın kendisine tabi olması, günün ortasına doğru apaçık tecellî etmesi ve geceleyin üstünün örtülerek gizlenmesi vasıflarıyla vasıfladığmda, sonra güneşin gezip dolaşmış olduğu gökyüzünün üzerine yemin ettiğinde Allahü teâlâ, bu iki yaratığının azametine dikkatleri çekmiş olmaktadır. Bilindiği üzere güneş ve gökyüzü bu hareketleri ve hâlden hâle geçebilmeleri için kendilerini yaratan, kudreti mükemmel; büyük hikmet sahibi bir yaratıcıya muhtaçtırlar. 7Nefse ve onu yaratana, nefsi mükemmelliklere ulaşmaya hazır biçimde eşsiz olarak yaratana yemin ederim. Burada ”nefis" kelimesinin elif lamsız getirilmesi, ya tazim içindir, ya da çokluk bildirmek içindir. Yukarıdan beri sıralanan ifadelere en uygun olanı da budur. Yüce Allah'ın zatının tarifinde; gökyüzü, yeryüzü ve nefis kelimeleri zikrolunmuştur. Çünkü gözle görülmeyen bir şeyin varlığına ancak gözle görülen bir delil ile işaret olunabilir. Böyle bir delil de ancak maddî kâinat olabilir. Bu maddî âlem de, ya gökyüzü gibi yukarıdadır, ya da yeryüzü gibi aşağıdadır. Ya mürekkeptir ki, bunların içinde en şereflisi de nefis sahipleridir. 8Ona kötülüklerini ve iyiliklerini ilham edene yemin ederim ki... "ilham" insanın aklına herhangi bir şeyi bırakmak, getirmek anlamınadır. Buna göre âyet-i kerimenin manası: Nefse kötülüğü ve iyiliği anlatana, nefse kötülüğün ve iyiliğin durumunu ve bunların sonuçlarını öğretene, ardından da nefis hangisini dilerse onu verene yemin ederim. Büyüklerden birisi şöyle der: ”İlham, sadece iyi şeylerin bildirilmesinde kullanılan bir kelimedir. Kötülük hakkında Rabbim bana şöyle ilham etti denemez. Bu âyet-i kerimedeki Yüce Allah'ın: 'Ona kötülüklerini ve iyiliklerini ilham edene...' ifadesinden maksat ise, kötülüklerin bunları işlemek için değil, bunlardan kaçınmak için; iyiliğin ise, işlenmek için ilham edilmiş olmasıdır. Yüce Allah nasıl ki, çirkin işleri emretmezse, bunları ilham da etmez. Çünkü Allahü teâlâ çirkin şeyleri ilham ederse kuluna karşı âhirettte delil ileri süremez." Bu âyet-i kerime tıpkı: ”Ona iki yolu (doğruyu ve eğriyi) göstermedik mi?" (Beled: 10) âyet-i kerimesi gibidir. Bunun manası, Biz insana her iki yolu da gösterdik, demektir. Sahih bir hadis-i şerifte şu ifadeler yer almaktadır: ”Imran b. Husayn (radıyallahü anh)'dan rivayet olunuyor: Cüheyne ya da Müzeyne kabilesinden adamın birisi Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sorar: 'İnsanların yaptıkları şeyler ve gerçekleştirmek için çile çektikleri ameller onların kaderleri midir, yoksa böyle değil midir?' Rasûlüllah bu soruya şöyle karşılık verir: 'Hayır tam tersine onların kaderidir.' Soruyu soran kişi: 'Madem kaderi oluyorsa o zaman amel etmek niye ey Allah'ın Rasûlü?' der. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle cevap verir: 'Allah her iki mertebeden birisi için yaratmış olduğu kuluna o mertebeyi hazırlar.' Sonra Rasûlüllah bu sûredeki bu âyeti okudu." (1) 1- Hadisi Muslim, Ahmed b. Hanbel, İbnii'l-Münzir, İbn Merdûye rivayet etmişlerdir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/356. İbn Abbas (radıyallahü anhüma) der ki: Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti okuduğunda şöyle duâ ederdi: 'Allah'ım! Nefsime iyiliği göster, nefsimi arındır. Sen en hayırlı arındıransın, sen nefsimin velîsi ve mevlâsısın.' (2) 2- Hadisi Ahmed b. Hanbel, Müsnedlnde: Taberânî, İbnu Î-Münzir ve benzer ifadelerle Müslim rivayet etmişlerdir. Bkz. Muhtasar İbn Kesir Tefsiri, 3/645. 9Onu arındıran kurtuluşa ermiş... Bu cümle, yukarıdan beri yapılan yeminlerin cevabıdır. Yeminin cevabı başında ”lâm" olur. Fakat burada hazfedilmesi yapılan yeminlerin uzunluğundan dolayıdır. ez-Zeccâc der ki: ”Âyetteki cümlelerin uzaması, cevap için gerekli olan 'lâm' ın yerine geçmiştir." Âyet metninde yer alan ”zekkâ" kelimesinin mastarı olan ”zekât" sözlükte fazlalık ve artırma anlamınadır. ”Tezkiyetü'n-nefs" tabiri ise, nefsin iyiliklerle sâlih amellerle geliştirilmesi anlamınadır. Bu açıklamaların ışığı altında âyet-i kerimenin manası şöyle olur: Nefsini arındıran ve onu takva ile yücelten takvayı nefsinde ortaya çıkaran kimse, her türlü isteğini elde etmiş, istemediği her şeyden kurtulmuştur. İyi insanlar takvalarının parlayan nurlarıyla nefislerini ortaya koyup teşhir ederler. Fasıklar ise kendilerini gizlerler ve kötü yerlerde saklarlar. Arapçada ”tezkiye" kelimesi, temizlemek anlamına da kullanılır. Buna göre âyetin manası; nefsini amelinde, ahlâkında ve sözünde şeriata karşı gelmeyerek arındıran ve temizleyen kimse felaha ermiştir, demek olur. Allahu teâlâ burada, tam yedi şeyin üstüne yemin ederek nefsini arındırıp temizleyen kimsenin felaha ve kurtuluşa ereceğini vurguluyor. Bunu, insanları nefislerini arındırmaya teşvik için yapıyor. Râğıb der ki: ”Nefsin arındırılması ve temizlenmesiyle insanoğlu dünyada hoş vasıfları hakeder, âhirettte de ecir ve sevap kazanır. Nefsin arındırılması demek, insanın nefsini arındıran şeyleri arayıp bulması demektir. Bu bazen kazanan kul olduğu için kula atfedilir. Nitekim bu âyet-i kerimede: 'Onu arındıran kurtuluşa ermiştir,' şeklinde kula atfedilmiştir. Bazen de gerçek fail Yüce Allah olduğu için O'na atfedilir. Nitekim Nisa sûresinde böyle olmuştur: '...Allah dilediğini temize çıkarır..: (Nisa: 49) Bazı durumlarda da buna vasıta olması açısından 'şey'e atfedilir. Nitekim Tevbe sûresinde durum bu şekildedir: ”Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş ve iyiliklerini bereketlendirmiş olursun..." (Tevbe: 103) Bazı yerlerde de temizlemeye âlet olması bakımından ibadete atfedilir. Meselâ Yüce Allah Meryem sûresinde: ”...Tarafımızdan ona kalp yumuşaklığı ve temizlik de (verdik.)..." (Meryem: 13) buyurulmuştur. 10Onu (kötülüklere) gömen de ziyan etmiştir. Âyet metninde yer alan ”hâbe" kelimesi, gizlemekten dolayı mahrum bırakıldı, hüsrana uğradı, arzuladığı şeylere ulaşamadı, demektir. Buna göre âyetin manası şöyle olur: Nefsini eksik bırakan ve günahlara gömen, onu tabiî şehvetlerinin peşine salıveren kimse, ziyan etmiş, hüsrana uğramıştır. 11Semûd (kavmi) azgınlığı yüzünden yalanladı. Burada ”Semûd" kelimesinden maksat, kabiledir. Bu kelimeden kabile kastedildiği için Yüce Allah: ”tağvâha: azgınlığı yüzünden" ifadesinde zamiri, müennes (dişil) olarak kullanmıştır. Âyette yer alan ”tağvâ" kelimesi, mastar olup ”tuğyan" (azgınlık) manasınadır. Ancak âyet sonları aynı ses uyumu içerisinde geldiği için ”tağvâ" kelimesi, ”tuğyan" kelimesine tercih edilmiştir. Kelimenin başında yer alan ”bâ" harfi, sebep bildirmektedir. Buna göre âyetin manası; Semûd kavmi, azgınlığı sebebiyle yalanladı demek olur. Bu tıpkı: ”Filanca Yüce Allah'a karşı cüreti sebebiyle bana zulmetti," cümlesinde olduğu gibidir. 12Onların en bedbahtı (deveyi kesmek için) atıldığında, yani Semûd kavminin en bedbahtı olan Kudâr b. Sâlif, kendisini buna teşvik eden kimsenin isteğine uyarak deveyi kesmek için atıldığında, demektir. Keşfu'l-Esrâr’da denir ki: ”el-inbiâs, bir sebepten dolayı itaata atılmak anlamınadır." Âyeti bu şekilde anlamak mümkün olduğu gibi şöyle de anlaşılabilir: Kudâr ve onunla birlikte bedbaht olan kimselerden bu işe koyulanlar deveyi kesmek için atıldıklarında... Nitekim bu manaya, aynı olayı ifade eden Kamer süresindeki şu âyet-i kerime delâlet etmektedir: ”Bunun üzerine arkadaşlarını çağırdılar, o da (bundan cür'et alarak) kılıcını kaptı ve deveyi kesti." (Kamer: 29) Bu âyet-i kerime gösteriyor ki; orada bulunanların hepsi devenin kesilmesine göz yumdukları ve bunu onayladıkları için aynı fiile iştirak etmiş olmakla birlikte deveyi bizzat kesen tek ve muayyen bir kişidir. 13Allah'ın Rasûlü onlara, Semûd kavmine: 'Allah'ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın!' dedi. Allah'ın Rasûlü yani Salih (aleyhisselâm), Semûd kavminin niyetini öğrenince onlara: ”Allah'ın devesine ve onun su hakkına dokunmayın," dedi. Burada Yüce Allah'ın, Salih (aleyhisselâm)'in adını vermeyip de ondan ”Allah'ın Rasûlü" diye sözetmesi, peygambere itaatin vücubuna işaret etmek ve onların ne kadar isyan içinde olduklarım ve azgınlıkta devam ettiklerini beyan etmek içindir. Kesilen devenin ”Allah'ın devesi" şeklinde ifade edilmesi, o devenin şerefli bir deve olduğunu vurgulamak içindir. Tıpkı Kâbe-i Muazzama'ya ”Beytullah" (Allah'ın evi) dendiği gibi. Buna göre Salih (aleyhisselâm) Semûd kavmine: ”Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin mükemmelliğine, benim peygamber olduğuma delil olan Yüce Allah'ın devesini bırakınız. Onu sakın kesmeyiniz," demiş olmaktadır. Âyet metninde yer alan ”sukyâ" kelimesi, devenin su hakkı anlamınadır. Buna göre Salih (aleyhisselâm) onlara ayrıca: ”Deveyi su içme nöbeti geldiğinde kovmayınız" demiş olmaktadır. 14Ama onlar, onu, tebliğ etmiş olduğu tehdidinde Allah'ın Rasûlünü yalanladılar. Oysa Salih (aleyhisselâm) onları şöyle tehdit etmişti: ”...Ona bir kötülük dokundurmayın, yoksa hemen bir azaba uğrarsınız." (Hûd: 64) Ve deveyi kestiler. Deveyi, her ne kadar en bedbaht kişi kestiyse de öbürleri de onun yaptığı bu fiile razı olduklarından ve onayladıklarından dolayı hepsi birden kesmiş oldular. es-Süheylî der ki: ”Deveyi kesen Kudâr b. Sâlif idi. Âyet metninde geçen ”akarû" fiilinin mastarı olan ”akr", deve kesmek anlamınadır. Devenin kesilmesinden önce Semûd kavminin, peygamberi yalanlamalarının ifade edilmesinin sebebi, devenin kesilmesinin yalanlama olmasından dolayıdır. Bunun üzerine Rableri yukarıda anlatılan günahları sebebiyle onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları. Yüce Allah, azabını yani o korkunç çığlığı onların başlarına geçirdi. Âyet metninde yer alan ”demdeme" fiili, aslında her tarafı yağ ile yağlanmış ve yağsız hiçbir yeri kalmamış olan deve için söylenen ”Nâkatun medmûmetün" ifadesinden alınmadır. Fiil aslında ”demme" şeklinde üç harfli iken, ”demdeme" şeklinde, ”dal" harfinin eklenmesiyle dört harfli yapılmıştır. Bundan amaç, kuşatma anlamında pekiştirmeyi sağlamaktır. Keşfu'l-Esrârâz denir ki: ”Araplar 'dememtü alâ fulânin' derler. Sonra da manada pekiştirme sağlamak için ”demmemtü' diyerek bunu sağlarlar. Ardından daha da pekiştirme ve mübalâğa etmek için bu âyette kullanıldığı gibi 'demdemtü' derler. Bu fiil, sözlük açısından herhangi bir şeyin bir diğer şeyi her yanından kuşatmasını ifade eder." Âyet metninde yer alan ”sevvâhâ" fiili, bu helak etme ve azap onların hepsine geldi, aralarında hiçbir ayırım gözetmedi, büyük küçük bu azaptan içlerinde kurtulan olmadı, demektir. Rivayete göre Semûd kavmi, azabın geleceğine dair belirtileri gördüklerinde öldürmek üzere Salih (aleyhisselâm)'in peşine düşerler. Ancak Allahü teâlâ Hûd sûresinde ifade buyurduğu üzere Peygamberini kurtardı: ”Emrimiz gelince Salih'i ve onunla beraber iman edenleri, Bizden bir rahmet olarak (azaptan) ve o günün zilletinden kurtardık..." (Hûd: 66) 15Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur. Yani Allahu teâlâ nasıl ki, öteki hükümdarları ve idarecileri cezalandırırken bunun akıbetinden korkmadığı ve herhangi bir merhamete kapılmadığı gibi Semûd kavminin helakinden de herhangi bir korku duymadan azabı hepsine şamil olarak gönderdi. Bunun sebebi şudur: Allahü teâlâ, ancak hak ne ise onu yapar. Hakkı yerine getiren herkes, yaptığının âkibetinden korkmaz. İşlemiş olduğu şeyin akıbetine her ne kadar korkultulsa bile aldırış etmez. İnsanlar böyle olduklarına göre azîz ve celîl olan âlemlerin Rabbi nasıl olur da yaptıklarından korkar! Şems Sûresi'nin tefsiri, Allah'ın tevfiki ile sona erdi. |
﴾ 0 ﴿