TÎN SURESİMekke devrinde nazil olmuştur, 8 âyettir. 1İncire, zeytine... Burada zikredilen ”incir", bildiğimiz yenilen incir ve ”zeytin" de, sıkılıp zeytinyağı elde edilen zeytindir. Yüce Allah'ın bu iki meyveyi diğer meyvelerden ayırarak burada özel olarak zikredip üzerlerine yemin etmesinin sebebi, bunlardaki büyük özelliklerden dolayıdır. Çünkü incir hoş bir meyvedir, lâtif bir gıdadır, çabucak hazmedilir ve çok faydalı bir ilâçtır. İnsanın tabiatını yumuşatır, balgam söker, böbrekleri temizler ve mesanede bulunan kumların atılmasına yardımcı olur, beden şişmanlatır. Karaciğer ve dalakta kapalı olan damarları açar. Zeytine gelince; zeytin meyvedir, katıktır. Zeytinin çok faydalı olan zeytin yağından başka bir özelliği olmasa bile dağlar gibi yağlı olmayan yerlerde yetişmekle birlikte sırf zeytinyağı elde edilme özelliği bile üstünlük olarak zeytine yeter. Zeytin ağacı Kur'an-ı Kerim'de şerefli olarak ifade edilmiş bir ağaçtır. Hastanın birisi İbn Sîrin'e der ki: ”Bir rüya gördüm. Rüyamda bana sanki ”iki lâ" yı ye, şifa bulursun dendi. İbn Şirin bu rüyayı şöyle tefsir eder: Zeytin ye, çünkü, ”... O billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da (1), batıya da (2) nisbet edilemeyen mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur..." (Nûr: 35) der. 1- İbni Sîrin, hasta olan kimseye rüyasında ”iki lâ'yı ye, şifa bulursun" sözünde söylenen iki lâ'nın, Nûr sûresinin 35. âyetindeki aşağıdaki zeytinle ilgili iki kelimenin başındaki lâ'lar olduğunu söylemektedir: Lâ şarkiyyetin 2- Lâ ğarbiyyetin. Taberî der ki: Âyet metninde yer alan ”tîn" den maksat, üzerinde Şam şehrinin bulunduğu dağdır ki, buna Cebel-i Kasyûn denir. ”Zeytun" ise, Tûr-i Zîtâ'dır ki bu dağ. Beyt-i Makdis'in doğu tarafında yer alır. Çünkü incir Şam'da çok olur. Zeytin de İlyâ'da çok yetişir. 2Sina dağına... Sina dağı, Mûsa (aleyhisselâm)'nın Rabbi ile konuştuğu dağdır. el-Maverdî der ki: ”Her dağa Tur dağı denmez. Ancak ağaçlı ve meyveli ise Tûr denir. Eğer üzerinde ağaç yoksa buna sadece ”cebel" denir." Âyet metninde yer alan ”sinine" ve ”sına kelimeleri bu dağın üzerinde belli bir mekânın özel ismidirler. ”Sînîne" nin manası, süryanicede güzel ve mübarek ağaçlı dağ demektir. ”Sinme" kelimesinin aslı Sina'dan gelmektedir. Burada ”sînîne" denmesinin sebebi, âyet sonlarının nûn ile bitmesinden dolayıdır. Nitekim Safi at sûresinde de sûre sonundaki harflere uyulmak maksadıyla ” ilyâs" kelimesi, ”selâmün ala Uy âsîne" (Sâffât: 130) şeklindedir. 3Ve şu emin beldeye yemin ederim ki... Burada ”emin" kelimesi, koruyan anlamınadır ve bu belde Mekke'dir. Allahu teâlâ Mekke'yi şerefli kılmıştır. Mekke'nin ”koruyucu" luğu, oraya gireni gerek cahiliyyet döneminde ve gerekse daha sonraki İslâm döneminde katlolunmaktan ve esir alınmaktan korumasından ileri gelmektedir. Bu tıpkı emin bir kimsenin kendine bırakılan bir şeyi koruması gibidir. Emin kelimesini, bu manaya almak mümkün olduğu gibi ”güvenli" anlamına almak da mümkündür. Nitekim Allahu teâlâ orayı güven ve emniyet sıfatlarıyla nitelemektedir: ”...Bizim (Mekke'yi) güven içinde kudsî bir yer yaptığımızı görmediler mi?..." (Ankebût: 67) Bu âyetteki ”âminen" kelimesi, güvenli anlamına gelmektedir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulur: ”iki haremden birisinde vefat eden kimse kıyamet günü güvenli ve emin olarak dirilir." (3) Yukarıdan beri sıralanan bu nesneler üzerine yemin edilmesinin sebebi, bu mübarek yerlerin şerefini açıklamak ve buralardaki hayır ve bereketi, peygamberler ve sâlihler yurdu olması dolayısıyla açığa çıkarmaktır. İncirin ve zeytinin bittiği yerler İbrahim (aleyhisselâm)'in hicret ettiği, İsa (aleyhisselâm)'nın dünyaya geldiği ve her iki peygamberin yetiştikleri yerlerdir. Tûr ise, Mûsa (aleyhisselâm)'ya nida olunan yerdir. Mekke, âlemlere hidayet olan Beyt-i Şerifin mekânı, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dünyaya geldiği ve peygamber olarak gönderildiği yerdir. 4Biz insanı, insan cinsini en güzel biçimde yarattık. Âyet metninde yer alan ”takvim", herhangi bir şeyi olması gereken en uygun biçime ve kıvama getirmek demektir. Kadı Yahya b. Ekseni ”takvim" kelimesini, güzel suret olarak tefsir etmiştir. Rivayete göre, Yahya b. Eksem'in zamanındaki hükümdar, ay ışığının olduğu bir gecede hanımıyla halvete girer. Ona: ”Eğer şu gökyüzündeki aydan daha güzel değilsen boş ol," der. Bunun üzerine herkes kadının boş düştüğüne fetva verirler. Ancak Yahya b. Eksem kadının boş olmadığına fetva verdi. Kendisine: ”Hocalarına muhalefet ettin" denilince: ”Fetva ilimle olur. Bizden daha iyi bilen Allah fetva veriyor diyerek: 'Biz insanı en güzel biçimde yarattık,' âyet-i kerimesini okur ve: O halde insan her şeyin en güzelidir. İnsandan daha güzel bir şey yoktur," deyince zamanın hükümdarı sevinir ve kadı Yahya'ya bol ihsanlarda bulunur. el-Müfredât'da denir ki: ”Bu âyet-i kerime, canlılar arasında insana ait akıl, anlama ve iki ayak üzerine durabilme gibi özelliklerine işaret etmektedir. Âyetin manası; insanı maddeten ve manen olabileceği en güzel biçimde yarattık, demek olur. Çünkü Allahu teâlâ insanı iki ayaklı, organları birbiriyle uyumlu ve şekli güzel olarak yaratmıştır. Nitekim Yüce Allah buna şöyle temas eder: ”... Size şekil verip de şekillerinizi güzel yapan..:' (Mü'min: 64) Bu, Allah sizi en güzel biçimde yarattı demektir ve yine Allahu teâlâ insanı ilâhî sıfatlarla bezeli olarak yaratmıştır. İnsana hayat, ilim, irade, kudret, işitme, görme, konuşma yetenekleri vermiştir. Nitekim Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu ilahî sıfatlara şöyle işaret buyurur: ”Allahu teâlâ Adem'i kendi suretinde yarattı." (4) 4- Hadisi Buharî ve Müslim rivayet ederler. Bkz. Câmiu'l-Usûl, 4/30. 5Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Yani sonra onu her çirkinden daha çirkin ve her aşağıdan daha aşağı olan cehennemliklerden kıldık. Çünkü kendisi, yaratmış olduğumuz sıfatlara uygun hareket etmedi. Şayet bu sıfatların gereğine göre amel etseydi yücelerin yücesinde olurdu. Rağıb el-Isfehanî der ki: ”Buradaki 'suret, biçim den maksat insana mahsus olan göz ve basiret gibi kavrayıcı özellikleridir. Bu özellikleri vermek suretiyle Cenab-ı Hak insanı yarattığı birçok şeye üstün kılmıştır. Burada suret ve biçimin Allah'a izafe edilmesi, insanın, Allah'ın bir parçası olduğunu ifade etmek için değil, tam tersine ”Allah'ın evi, Allah'ın devesi" ifadelerinde olduğu gibi insana şeref bahşetmek için mülkiyet kabilinden izafe edilmiştir. Bu konuda âlimler iki ayrı tutum takınmışlardır. Bir grup bu hadisi tefsire yaklaşmamışlardır. İkinci grup ise, hadise mana vermeye çalışmışlardır. Hadisteki zamirin mercii hakkkında üç görüş vardır: a- Bazı âlimlere göre zamir, Âdemoğullarından birisine gider. Şöyle ki; birgün Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) birisini döven bir kişiye rastlar. Sopayı vuran kişi: ”Allah senin ve sana benzeyenlerin yüzünü çirkin kılsın," demektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurur ki: ”Sizden biriniz başkasına vuracaksa yüzüne vurmasın. Çünkü Allahu teâlâ Adem'i onun yani bu kavgada sopa yiyen kimsenin suretinde yaratmıştır" buyurur. Buradaki zamirin Allah'a gitmesi çok büyük bir hatadır. b- Bu konuda ileri sürülen görüşlerden bir tanesine göre, zamir iki zahir isimden kinayedir. Zamirin Allah'a gitmesi mümkün değildir. Çünkü Allahu teâlâ'nın sureti yoktur. Şu halde zamir Âdem'e gider. Buna göre hadisin manası; Allahu teâlâ Âdem'i daha önceden tasarladığı biçime tam olarak uygun yaratmıştır. Kendisini, çocukları gibi nutfeden başlayarak kan pıhtısı, oradan et ve kemik biçiminde şekilden şekle naklederek yaratmamıştır, demek olur. Bu görüş Ebû Süleyman el-Hattâbî'ye aittir. c- Bu görüşe göre, zamir Allah'a racîdir. Bu taktirde iki yaklaşımdan söz edilir: Birincisine göre Âdem'in melek suretinde yaratılmış olmasıdır. Şu halde bunun Allah'a izafe edilmesi iki açıdandır. Birincisi ”Allah'ın beyti" örneğinde olduğu gibi insanı şerefli kılmak içindir. İkincisi de daha önce herhangi bir misal olmaksızın benzersiz olarak yarattı demektir. Bu konuda ileri sürülen ikinci temel görüş, ise buradaki suretin sıfat anlamına olduğudur. Arapçada ”sûretu hâza'l-emr" dendiğinde yani şu meselenin sıfatı demek olur. Buna göre Allahu teâlâ Âdem'i kendisinde bulunan hayat, ilim, kudret, semi" (işitmek), basar (görmek) ve irade sıfatlarını ona da vermek suretiyle yarattı ve böylece onu diğer canlılardan ayırdı. Ardından melekleri kendisine secde ettirerek meleklerden de ayırdı demek olur ki, bu durumda suret, maddî değil, manevî olmuş olur. (Bkz. Ebu'l-Ferec Abdurrahman b. el-Cevzî (v.597 h.) Defu Şübehi't-Teşbîh bi Eküffi't-Tenzîh fi'r-Reddi Ale'l-Mücessimeli ve'l-Müştebbiheti, s.49 vd.) (Mütercim.) Kısacası insan, en güzel biçimdeki durumunu, hem sûreten ve hem de manen en çirkin biçime çevirmiştir. Çünkü insanın zahirinin başka bir biçime sokulması, aynı şekilde batınının da (içinin de) değişmesi demektir. Burada ”sâfilîn" (aşağıdakiler) ile kastedilen günahkâr ve âsî insanlardır. İnsanın aşağıların aşağısına indirilmesi, bazı kimselerin hayvanı şehvetlerinin denizine dalmaları, cismânî lezzetlerin karanlıklarına gömülmeleri dolayısıyladır. Bu âyet-i kerime, asıl itibar edilecek olanın insanın zahirî biçimi değil, bâtınî biçimi olacağına işaret etmektedir. Çünkü zahiren en güzel biçimde olan nice insanlar vardır ki, bâtınen en çirkin durumdadırlar. Bu sebeple insanlar kıyamet günü bölük bölük mahşere gelirlerken sıfatlarına göre biçimleri de farklı farklı olur. Bazılarına göre âyetin manası, sonra Biz insanı, erzel-i ömre yani gençlik çağının geçip gitmesinden sonra ihtiyarlayıp kocama, kuvvetin ardından zayıflık dönemine çevirdik, demektir. Nitekim ”Kime uzun ömür verirsek Biz onun yaratılışını tersine çeviririz..." (Yâsîn: 68) âyet-i kerimesi buna işaret etmektedir. Yani insanın biçimini tersine çeviririz. Artık dimdik olan kişinin beli kamburlaşır, simsiyah saçları bembeyaz olur. Her şeyi işitmesi, görmesi ve başka ne özellikleri varsa hepsi önceki duruma göre tersine döner. 6Fakat sadık bir imanla iman edip sâlih amel işleyenler için... Fakat sâlih olan kişiler aşağıların aşağısına döndürülmezler. Ebu'l-Leys bu âyeti şöyle anlıyor: ”Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Fakat âlim olan ve ilmiyle amel eden kimselerin akıllan zayıflamaz ve başlarından gitmez. Bir hadis-i şerifte Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Ömrü uzun olup da ameli güzel olan kimseye ne mutlu." (5) 5- Hadisi Hâkim Müstedrek'inde şöyle rivayet eder: ”Sizin en hayırlılarınız ömrü en uzun ve amelleri en güzel olanlarınızda:" Bkz. el-Fethu'l-Kebîr, 2/95. Bir başka rivayet şu şekildedir: ”En hayırlınız ömrü uzun, ameli güzel olandır. En kemimiz ise ömrü uzun, ameli kötü olandır!' İbn Abbas şöyle diyor: ”Kuran okuyan kimse erzel-i ömre (ihtiyarlayıp köhnemeye) döndürülmez." İşte iman edip sâlih amel işleyenler için itaatlarına ve uğradıkları belâlara sabırlarına, çektikleri meşakkatlere ve yaptıkları ibadetlere bir karşılık olmak üzere keramet yurdunda eksilmeyen, ardı arkası kesilmeyen devamlı bir ecir vardır. Bu ecirler keramet yurdundadır. Çünkü orası bu sevapların yeridir. "Felehum ecrun" ifadesinin başına ”fa" getirilmesinin sebebi, ”lâkin" anlamında olan ”illâ" ile başlayan cümlenin şart manası ifade etmesinden dolayıdır. Buna göre şöyle denmiş olmaktadır: Allahu teâlâ onların biçimlerini cehennemde değiştirmeyecektir. Çünkü onlar cennetle mükâfatlandırılırlar. et-Teysîr'de Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle rivayet olunur: ”Herhangi bir kul hastalandığında ya da yolculuğa çıktığında sağlığı yerinde iken ve mukîm bulunurken işlemiş olduğu amellerinin aynısı kendisine yazılır" (6) 6- Hadisi Buharî, Ebû Mûsa cl-Eş'arî'den merlu olarak rivayet etmiştir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/367. Rivayete göre mü'min, öldüğü zaman iki melek semaya yükselir ve derler ki: ”Senin kulun filanca öldü. Bize izin ver, semada sana ibadet edelim." Bunun üzerine Allahu teâlâ şöyle cevap verir: ”Benim semalarım meleklerimle doludur. Fakat siz ikiniz onun kabrine gidiniz ve daha önce yaptığı iyilikleri kıyamete kadar yazınız." Ayetin manası ”eksilmeyen devamlı bir ecir vardır" şeklinde olduğu gibi ”fakat iman edip sâlih amel işleyenler için başlarına kakılmayan ecir vardır" şeklinde de olabilir. 7Artık bundan sonra ceza günü konusunda seni kim yalanlayabilir? Bu âyet-i kerimedeki soru, hayret ifade etmektedir. Buna göre âyetin manası: Ey Rasûlüm Muhammed! Bunca canlı ve konuşan delil açığa çıktıktan sonra ceza gününün olmayacağını söyleyerek artık seni kim yalanlayabilir? Yani senin cezayı ispat etmen, öldükten sonra dirilmeyi haber vermen dolayısıyla yalan söylediğini kim iddiaya kalkışabilir? Çünkü değersiz bir sudan, düzgün bir insan yaratan, onu zahiren ve batmen en güzel biçime sokan, sonra tam kemâle erinceye ve dosdoğru oluncaya kadar peyder pey olgunlaştıran, ardından bu gelişmeleri tersine çevirerek onu erzel-i ömre ulaştıran bir varlığın öldükten sonra diriltmeye ve yapılanlara karşılık vermeye kadir olacağında kuşku yoktur. Ayete şöyle mana vermek de mümkündür: Ey insanoğlu! Artık bundan sonra cezanın sebebini sana yalanlatan nedir? Bunca delilden sonra bunları inkâr ettiren nedir? Kısacası insanın bir parça meniden yaratılması, sonra vücudu düzgün bir beşer haline getirilmesi, hayatı boyunca mükemmellikten noksana doğru hâlden hâle geçirilmesi Allahu teâlâ'nın öldükten sonra diriltmeye ve cezaya kadir olabileceğine en açık delildir. O hâlde bu kesin delillerden sonra ey insanoğlu! Seni hâlâ yalanlatmaya mecbur kılan nedir? 8Allah hüküm verenlerin en üstünü değil midir? Buraya kadar zikredilenleri yapan Allah, yaratıcılığı ve planlaması ile bir şeyi sağlam ve eksiksiz yapanların en üstünü değil midir? Ya da Allah seninle seni yalanlayanlar arasında hak ve adaletle hüküm verenlerin en üstünü değil midir? Arapçada ”hakeme beynehum" denir ki, manası hüküm verdi demektir. Bu âyet-i kerime yalanlayanlara bir tehdidi ifade etmekte ve Allahu teâlâ'nın lâyık oldukları biçimde onlar hakkında hükmedeceğine işaret etmektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimeyi okuduğunda şöyle derdi: ” Belâ ve ene alâ zâlike mine'ş-şâhidîn" (Evet ben de buna şahit olanlardanım) ve Rasûlüllah böyle söylenmesini emrederdi: ”Her kim: 'Eleysallâhu bi ahke-mi'l-hâkimîn (Allah hüküm verenlerin en üstünü değil midir?) âyetini okursa, belâ ve ene alâ zâlike mine'ş-şâhidîn (Evet ben de buna şahit olanlardanım) desin. ”(7) 7- Hadisi Tirmizî, İbn Merdûye, Ebû Hureyre'den merfû olarak rivayet ederler. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/367. Tın Sûresinin tefsiri Allah'ın yardımıyla tamam oldu. |
﴾ 0 ﴿