ALAK SURESİ

Mekke devrinde nazil olmuştur, 19 âyettir.

1

Ey Rasûlüm Muhammed! Sana vahyolunanları,

yaratan Rabbinin adıyla oku! Bu âyetten ”mâ lem ya'lem" diye biten beşinci âyetin sonuna kadar olan kısım, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilk defa nazil olan Kur'an âyetleridir. Nitekim bu gerçeğe sahih hadisler de delâlet etmektedir. İhtilâf sadece sûrenin tamamının ilk defa inmiş Kur'an âyetleri olup olmadığı noktasındadır. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivayet olunuyor: ”Allahu teâlâ Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şerefli kılmak ve kullara rahmet olarak göndermek istediğinde peygamberliğe dair ilkin başlayan rüyay-ı sâliha olmuştur. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir rüya görür görmez o rüya tıpkı sabahın aydınlığı ve ışığı gibi çıkıyordu." (1) Rasûlüllah'ın görmüş olduğu bu rüyaların doğruluğunda hiç kimse şüphe etmiyordu. Tıpkı sabah aydınlığının varlığı konusunda hiç kimsenin kuşku duymadığı gibi.

1- Hadisi Buharî ve Müslim Sahilüehnde rivayet ederler. Yukarıda alınan kısım bu konudaki uzunca hadisin bir bölümüdür. Hadisin tamamı için Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr; 6/368.

Vahyin ilkin rüya ile başlamasının sebebi, meleğin ve Cebrail'in peygamberlik göreviyle gelip de ansızın onun karşısına dikilerek neye uğradığını şaşırmaması içindir. Çünkü beşerî kuvvet buna tahammül edemez. Zira beşerin gücü meleği görmeye dayanamaz. Rüya, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı vahye alıştırmak içindi. Sonra Rasûlüllah Nûr dağında Hira mağarasında iken Ramazan ayında yakaza halinde kendisine vahiy gelmiştir. Ardından Rasûlülah (sallallahü aleyhi ve sellem) kırk yaşlarına ulaştığında ve Ramazan ayının on yedinci gecesi girdiğinde Hira mağarısında iken kendisine melek geldi. Nitekim İmam Sarsarî, bu olayı şöyle şiirleştirmektedir:

Olunca Muhammed kırk yaşında, Peygamberlik güneşi doğdu Ramazanda.

Hazret-i Âişe der ki: ”Melek ona geldi ve oku dedi. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): 'Ben okuma bilmem' deyince meydana gelen olayı Rasûlüllah şöyle dile getirdi: ”Cebrail beni aldı, beni kucakladı ve sıktı sıktı sıktı. Sonra bıraktı ve bu olay üç kez tekrar etti. Sonra melek bu sûrenin başında 'ikra' dan haşlayarak 'mâ lem ya'lem'e kadar okudu."

Tabiîn âlimlerinden kadı Şurayh olaydan, Kur'an öğretmeninin çocuğa Kur'an öğretirken ona üç defadan daha fazla vurulamayacağı hükmünü, çıkarmıştır.

Yukarıda işaret olunan âyetler Hira mağarasında indikten sonra Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mağaradan çıkar. Dağın yan tarafında vadide yürürken bir ses duyar. Bu ses: ”Ey Muhammed! Sen Allah'ın Rasûlüsün, ben Cebrail'im" demektedir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımı Hazret-i Hatice'nin yanına döner. Kalbi tir tir tikremektedir. Olup bitenleri Hazret-i Hatice'ye anlatır. Hatice; ”Müjdeler olsun amca oğlu! Sakın metanetini yitirme, nefsim kudret elinde olana yemin ederim ki senin, bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ediyorum." Bu sözlerin ardından Hazret-i Hatice Varakaya gider. Ona durumu anlatır. Varaka şöyle söyler:

Doğruysa dediklerin, elbet ' Ey Hatice! Peygamberdir Ahmed.

Açılır göğsü, getirir Cebrail,

Allah'tan vahyi. Bir de yanlarında Mîkâil.

Dinini koruyan kazanır izzet, Düşman olan sapığa pay, zillet.

Yanında yer alırken bir bölük,

Zincire vurulur öbürü, cehennemde kütük!

Rasûlüllah belli bir süre geçirir. Bu sürede Cebrail görünmez. Onun sebebi Rasûlüllah'ın içinde duymuş olduğu korkunun dağılıp gitmesi ve Cebrail'in tekrar gelmesi arzusunu duymasıdır. Vahyin gelmediği bu dönem ”fetret dönemi", ”ikra"' ile, ”yâ eyyühe'l-müzzemmilü"“ey örtünüp bürünen Rasûlüm" (Müzzemmil: 1) âyetinin inmesine kadar olan dönemdir. Bu dönem içinde Varaka vefaat etmiştir. Varaka Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a iman etmişti ve kendisini ”risalet" olan ”davetten" önce tasdik etmişti. Sonra ”Ey bürünüp sarman Rasûlüm! Kalk ve insanları uyar." (Müddessir: 1,2) âyetleri nazil oldu ve böylece nübüvvet ile risalet (davet) arasındaki fark ortaya çıkmış oldu.

"Rabbinin adıyla" demek, O'nun adıyla başlayarak demektir. Bir başka ifadeyle: ”Bismillâhirrahmânirrahîm" de, sonra da oku denmiş olmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki ”ikra' bismi rabbike" âyetleri, baş tarafında besmele olmaksızın nazil olmuştur. İmam el-Buharî bunu açıkça belirtir. Yüce Allah'ın böyle bir emir vermesi, Allah adının okuma esnasında. Rasûlüllah'a güç vereceğinden ve mevlâsıyla ünsiyet meydana getireceğinden dolayıdır. Çünkü isim ile meydana gelen kaynaşma ve yakınlaşma, bu ismin temsil ettiği varlık ile kaynaşma ve yakınlaşmaya götürür. Dil ile yapılan zikir, kalp ile zikre yol açar.

"Yaratan" kelimesiyle Allahu teâlâ'nın vasfedilmesi, peygamberine verilen ilk nimetini hatırlatmak ve hayat diye bir şeyin kokusunu dahi almamış olan bir maddeden insanı yaratmaya kadir olan, canlı olan birisine okumayı öğretmeye de kadir olacağına işaret etmek içindir. ”Yaratan" demek, yaratma fiili kendine mahsus olan ve kendisinden başka hiçbir yaratıcının olmadığı, demektir.

Fethu'r-Rahman'da şu ifadeler yer alır: ”Cahiliyyet dönemi Arapları putlara Rablar diyorlardı. Bundan dolayı Allahu teâlâ putların kendisine ortak olamadığı bir sıfatla kendini nitelemiş ve 'yaratan Rabbin buyurmuştur."

2

O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Allahü teâlâ 'nın burada diğer mahlukları arasından seçerek özel olarak insanın yaratılmasını zikretmesinin sebebi, insanın yaratılmasının ve biçimlendirilmesinin taşımış olduğu eşsizlik ve mertebesini yüceltmek içindir. Çünkü insan, mahlükatın en şereflisidir.

Âyet metninde yer alan ”alak", ”alaka" nın çoğuludur. ”Alaka" donmuş kanclır,(2) kan akıyorsa o zaman adı ”demim mesfûhun" (akan kan) dır. Yani böyle bir kan, yaş donmuş kandır ve bu kan, üzerinden akmış olduğu zemine yapışır.

2- ”Alaka" ile ilgili geniş bilgi için Bkz. Mü'min: 67, dipnotu: 24.

Allahu Telâlâ'nın burada pıhtılaşmış kanı zikretmesinin sebebi, insanın ilk haliyle son durumu arasındaki açık farkı ortaya koyarak ne kadar kudretli ve kadir olduğunu belirtmek içindir. İnsanın yaratılması, Allah'tan insana gelen nimetlerin ilki ve Allah'ın varlığına, sonsuz kudretine, ilmine ve hikmetine delâlet eden delillerin en sağlamı olunca, Allahü teâlâ, öncelikle zâtını bununla nitelemiştir. Bundan Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Allah'ın kendisini okutabileceği sonucunu çıkarmasını dilemiştir.

İbnü'ş-Şeyh'in Haşiye'sinde denir ki: ”Hakîm olan Allahu teâlâ müşriklere bir peygamber göndermeyi dilediği zaman : 'Eşi ve ortağı olmayan Rabbinin adıyla oku' demiş olsaydı müşriklerin bu sözü kabul etmeleri mümkün olmazdı. Fakat Allahü teâlâ, bu konuda müşrikleri bunu itirafa zorlayacak bir ön giriş yapmıştır. Çünkü peygamberine, onlara kan pıhtısından yaratıldıklarını söylemesini, bunu inkâr edemeyeceklerini ifade etmesini emretmiştir. Sonra peygamberinden müşriklere şöyle söylemesini emretmiştir. Her fiilin mutlaka bir faili vardır. Onların bu yaratma fiilini putlara nispet etmeleri mümkün değildir. Çünkü onlar putları kendi elleriyle yontmuş olduklarını biliyorlar. İşte bu, kademe kademe akıl yürütmeyle onlar övgüye lâyık olanın putları değil, asıl Ben olduğumu kabul edeceklerdir. Çünkü ilâh olmak, yaratmaya bağlıdır. Hiçbir şey yaratamayan, nasıl olur da ibadete lâyık olabilir? Bu met odla ilgili olarak şöyle bir olay nakledilir:

İmam Züfcr'i hocası Ebû Hanife, mezhebini yayması için Basra'ya gönderır. İmam Zül er Basra'ya varır, Ebû Hanife'den söz edecek olur. Kendisine engel olurlar ve dönüp bakmazlar bile. İmam Züfer hocasına geri döner ve olup bitenleri haber verir. Ebû Hanife ona der ki: ”Sen tebliğ metodunu bilmiyorsun. Şimdi Basra'ya geri dön. Herhangi bir meselede onların imamlarının görüşlerini zikret. Sonra bu görüşlerin zayıf yönlerini beyan et. Bundan sonra ise de ki: Bu meselede bir başka görüş daha vardır. Ardından benim görüşümü ve delilimi onlara anlat. Eğer bu görüşüm ve delilim onların aklına yatacak olursa de ki: Bu görüş Ebû Hanife'nin görüşüdür. O zaman göreceksin ki, benim görüşümü hoş karşılayacaklar ve reddetmeyeceklerdir."

3

Oku! Sana emrolunanı yap. Okuma emrinin tekrarlanması verilen emre uyulmayı pekiştirmek ve daha sonra gelecek ifadelere bir hazırlık mahiyetindedir.

İnsana bilmediklerini belleten, insana bunları ve bunların dışında asla hatıra gelmeyecek külli ve cüz'î, açık ve kapalı bütün meseleleri öğreten...

Kalem ve yazı Allahü teâlâ 'nın nimetlerinden olduğuna göre Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) neden yazmıyordu denecek olursa buna cevabımız şöyle olur: Rasûlüllah yazı yazmayı bilseydi bazıları o, Kuranı öncekilerin sahifelerinden okudu derlerdi. Sonra Levh-i Mahfuz mushafı olan bir kimsenin yazı yazmaya ihtiyacı olmaz. İlimlerin oluşması maddî emarelerledir. Oysa yazı zihnî bir sanat ve tabiî bir güçtür ve bu sanat ve güç maddî bir âletle ortaya çıkar. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, derinliğine bilgi sahibidir. Allahu teâlâ ona ledünnî ilmi öğretmiştir. Nitekim Nisa süresindeki: ”Ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın lütfü sana gerçekten büyük olmuştur." (Nisa: 1 13) âyet-i kerimesi buna işaret eder.

Kalemle (yazmayı) öğreten, öğrettiğini başka bir şeyle değil, yalnız kalem vasıtasıyla öğreten Rabbin en büyük kerem sahibidir. Okuyup yazan, nasıl kalem vasıtasıyla okuyor yazıyorsa. Allah da sana bunlar olmaksızın öğretmiştir.

Bu âyet-i kerime, insana, kalem vasıtasıyla yazma ve yazıyı öğrenme şerefinin ve nimetinin verildiğini ifade etmektedir. Bu sebeple demişlerdir ki: ”İlim bir avdır, yazı ise onun bağlanmasıdır." Şâir şöyle der:

Eskimez kitap yoktur zamanla

Bakî kalır tek onun yazdığı, zamanla.

Yazarsan hoş şeyler yaz, Sevindirsin seni kıyamette yazmanla!

Şayet kalem olmasaydı, din ve dünya işleri düzgün gitmezdi. Bu âyet-i kerimede ilk yaratılanın en büyük kalem olduğuna işaret vardır.

Süyûtî der ki: ”İlk yaratılan şey kalemdir. Allahü teâlâ  ona kıyamete kadar olacak şeyleri yaz diye emretti. Kalemin ilk yazdığı ifade ”Ben tevbeleri çok kabul edenim. Tevbe edenin tevbesini kabul ederim," ifadesidir.

Âlimlerden birisi der ki: ”Kan pıhtısından yaratılma ile kalemle öğretme olayı arasındaki uygunluk şuradan kaynaklanmaktadır: İnsanın en aşağı bulunduğu mertebe bir kan pıhtısı durumundaki mertebesidir. En üstün makamı ise âlim olduğu makamdır. Allahü teâlâ  insana onu kan pıhtısı gibi en aşağı mertebeden alıp ilim öğrenmek gibi en üstün mertebeye çıkarmak suretiyle kendisine vermiş olduğu nimeti hatırlatmaktadır."

Rabbin, en büyük kerem sahibidir. Çünkü O, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ”Ben okuma bilmem" ifadesiyle beyan etmiş olduğu özrünü ortadan kaldırmaktadır. Çünkü Rasûlüllah bu mazeretiyle okumanın, okuma ve yazma bilenlerin işi olacağını, kendisinin ise ümmî olduğunu ifade ediyordu. Buna karşılık kendisine şöyle denmiş oluyor: ”Kendi ismiyle başlamak suretiyle sana okumayı emreden Rabbin, en büyük kerem sahibidir ve O, her kerîm olandan daha çok kerem sahibidir. Çünkü O, herhangi bir amaç gütmeden nimet verir. Övgü veya sevap ya da kınamadan kurtulma gibi herhangi bir amaç gütmez."

4

Bak. Âyet 3.

5

Bak. Âyet 3.

6

Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Burada yer alan ”kellâ", azgınlık ederek Allah'ın nimetlerini inkâr eden kimseyi aşırı biçimde vazgeçirmek için getirilmiş olan bir caydırma ifadesidir. İşte insan, kendini kendine yeterli görerek haddi aşar, Rabbine karşı böbürlenir.

Bu âyet-i kerime, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur.

İbn Mes'ud (radıyallahü anh) der ki: ”İki grup insan hiç doymaz. Bunlar ilim aşığı ve dünya malı sevdalısıdır. Ve bu iki kişi, birbirine denk değildir. İlim aşığı, günden güne Allah'ın rızasını kazanırken; dünya malı sevdalısı ise, günden güne azar. ”

Rivayet olunduğuna göre Ebû Cehil, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: ”Kendini kendine yeter gören azar diye iddia ettiğine göre Mekke dağlarını bize altın ve gümüş yap, belki o dağlardan altın ve gümüş alırız da sonra azarız ve dinimizi bırakır, senin dinine döneriz," demişti. Bu ifade üzerine Cebrail iner ve Rasûlüllah'a eğer dilersen bunu yapalım ama bundan sonra da iman etmezlerse Mâide ashabına yaptığımızı onlara da yaparız der. (3) Ancak Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onların yaşamasını istediğinden ve rahmet olarak bu duayı yapmaz.

Bu sûrenin baştarafı ilmi överken sonu, malı kınamaktadır. Bu da ilme ve dine teşvik ve dünya ile dünya malına karşı da sakındırma olarak insana yeter. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle derdi: ”Ya Rabbî! Azdıran zenginlikten, unutturan fakirlikten sana sığınırım."

7

Bak. Âyet 6.

8

Kuşkusuz dönüş Rabbinedir. Burada yer alan ”ruc'â", dönmek manasınadır. Buna göre âyetin manası: Ey insanoğlu! Herkesin ölmekle ve sonra da dirilmekle dönüşü senin her şeyine mâlik olan Rabbinedir. İşte o zaman sen, azgınlığının âkibetini göreceksin.

9

Namaz kılarken bir kulu menedeni gördün mü? Buradaki soru, bu işin hayret verici bir iş olduğunu vurgulamak içindir. Yapılan hitap, görebilen herkesedir. Âyet metnindeki ”abden" (kul) kelimesinin elif lamsız getirilmesinin sebebi, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı yüceltmek içindir. Burada sanki şöyle söylenmiş olmaktadır: Namaz kılarken kullukta mahlûkatın en mükemmelini Rabbine ibadet etmekten menedeni gördün mü'?

Rivayete göre Ebû Cehil, Kureyşin ileri gelenlerinin bulunduğu bir mecliste şöyle der: ”Muhammed'i namaz kılarken görürsem yemin ediyorum boynuna basacağım." Ve Ebû Cehil birgün Rasûlüllah'ı namaz kılarken görür, yanına gelir. Sonra geri döner. Kendisine neyin var diye sorduklarında der ki: ”Benimle onun arasında ateşten bir çukur, acayip bir şey ve kanatlar gördüm." İşte bu olay üzerine yukarıdaki âyet nazil olur. Ebû Cehil'in görmüş olduğu kanatlar meleklerin kanatları idi. Yanındakiler bunu görmemişlerdi.

Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu olaydan sonra şöyle demiştir: ”Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki Ebû Cehil bana yaklaşacak olsaydı melekler her bir organını bir tarafa çekip onu paramparça edeceklerdi." (4) Ebû Cehil, cahıliyyet döneminde ”Ebu'l-Hakem" lâkabını taşıyordu. Çünkü cahiliyyet Arapları onun âlim ve hikmet sahibi olduğunu zannediyorlardı. Sonra İslâm döneminde ”Ebû Cehil" lakabıyla isimlendirilmiştir.

4- Hadisi Ebû Nuaym ve Beyhakî, Delâilü'n-Nübüvve'ât rivayet ederler. Hadisin aslı Buharî'dedir. Bkz. ed-Dürrü'l-Mensûr, 6/369.

10

Bak. Âyet 9.

11

Ne dersin... Burada ”ne dersin" ifadesinin aslı, ”era eyte=gördün mü" demektir. Bu, gözle görmek değil, kalben görmektir. Manası, bana haber ver, şeklindedir. Ne dersin, kendisine yasaklanan Allah'a ibadet konusunda

o doğru yolda ise.

12

Yahut bâtıl zannınca putlara ibadeti emir konusunda

takvayı emrediyorsa. Bu âyet-i kerime, aslında yasaklayan kimseyi, alaya almaktadır. Çünkü Allah'a ibadeti yasaklamak, putlara ibadeti emretmek asla hidayet üzere olmak değildir.

13

Bu yasaklayan kimse hakkında

ne dersin, o hakkı

yalanlıyor ve (doğru yoldan) yüzçeviriyorsa.

14

(Bu adam) Allah'ın, (yaptıklarını) gördüğünü bilmez mi? Bu cümle, az önce geçen ikinci şart cümlesinin cevabıdır. Buna göre âyetin manası, ne dersin o yalanlıyor ve yüzçeviriyorsa, Allah'ın onun durumundan haberdar olduğunu kendisine ceza vereceğini bilmez mi ki, böyle bir fiili işlemeye cüret ediyor'? Yani bu yasaklayan kimse, kendi yaptığı fiillerin nasıl fiiller olduğunu Allah'ın gördüğünü bilir.

Bazı âlimlere göre âyetin manası şöyledir: ”Sen namaz kılan ve namaz kılması yasaklanan kişinin hidayet üzere olduğunu, takvayı emrettiğini, yasaklayanın ise, yalanlayan ve doğru yoldan yüzçeviren olduğunu gördün mü? Bundan daha acayip bir şey olamaz."

Ebu'l-Leys der ki: ”Bu âyet-i kerime, bütün insanlara bir öğüt, hak yolu ve itaati yasak edenlere tehdittir."

İbnu ş-Şeyh Havası sinde bu konuda şöyle diyor: ”Bu âyet-i kerime her ne kadar Ebû Cehil hakkında nazil olmuş olsa da, itaati yasaklayan herkes bu tehdit açısından Ebû Cehil'e ortaktır."

Bu konuda bazı büyükler ihtiyatlı davranmışlardır. Hatta Hazret-i Ali hakkında şöyle bir olay rivayet olunur. Hazret-i Ali namazgahta bayram namazından önce namaz kılan bazı insanları görür ve der ki: ”Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın böyle yaptığını ben görmüş değilim." Kendisine: ”Onlara bunu neden yasaklamıyorsun," diye sorulduğunda Hazret-i Ali der ki: ”Namaz kılarken bir kulu menemeni gördün mü? tehdidi kapsamına girmiş olmamızdan korkarım." Bu sebeple Hazret-i Ali -ihtiyaten- söz konusu kimselerin namaz kılmalarını açıktan açığa yasaklamamıştır.

Ebû Hanife de bu güzel edebi aynen almıştır. Bir gün Ebû Yusuf, kendisine: ”Namaz kılan kimse rükûdan başını kaldırdığı zaman ”Allâhumme'ğ-fir lî" (Ya Rabbi beni mağfiret et) diyebilir mi?" diye sorduğumda Ebû Hanife: ”Rabbena leke'l-hamd ”der ve secdeye gider diye cevap vermiş, açıkça ”Allâhumme'ğ-fir lî" demeyi yasaklamamıştır.

15

Hayır, hayır! Bu ifadeler, melun olan o yasaklayıcı kişiyi, Allah'a ibadeti yasak ettiği, Lât'a tapmayı emrettiği için kendisini kovma ve azarlama ifadesidir.

Eğer vazgeçmezse... Âyetin başında yer alan ”lam" yemin lamıdır. Buna göre âyetin manası; vallahi eğer bu hareketinden vazgeçmez, geri durmaz ve tevbe etmezse

derhal onu perçeminden... Âyet metninde yer alan ”nesfean" fiilinin mastarı ”sef", bir şeyi yakalamak ve şiddetle, sertlikle kendine doğru çekmektir. Yine âyette yer alan ”nasıye", başın ön tarafındaki saç yani perçemdir. Buna göre âyetin manası; eğer bundan vazgeçmezse âhirette onu perçeminden yakalarız ve bu perçeminden cehenneme sürükleriz. Buradaki sürükleme; zebanilere emrederiz, perçeminden tutarlar ve onu tahkir ile ve zillet içerisinde cehenneme çekip sürüklerler, demektir.

Rivayete göre, Rahman sûresi nazil olunca Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): ”Bu sûreyi Kureyş'in önde gelenleri arasında kim okur?" diye sorar. Bu soruya muhatap olanlar ağır davranırlar. Aralarından İbn Mes'ud (radıyallahü anh) ayağa kalkar ve: ”Ben ya Rasûlallah!" diye cevap verir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) onu yerine oturtur. Sonra sorusunu tekrar sorar: ”Bu sûreyi onlara kim okuyabilir?" Yine topluluğun içinde Abdullah İbn Mes'ud'dan başkası ayağa kalkmaz. Aynı durum üçüncü kez de tekrarlanınca Rasûlüllah İbn Mes'ud'a izin verir. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İbn Mes'ud'a acımıştır. Çünkü İbn Mes'ud, zayıf ve cüssesi küçük birisidir. İbn Mes'ud müşriklerin ileri gelenlerinin yanına varıp da onları Kabe'nin etrafında birarada görünce sûreyi okumaya başlar. Ebû Cehil ayağa kalkarak İbn Mes'ud'a bir tokat atar. Bu tokat sabebiyle İbn Mes'ud'un kulağı kanar. İbn Mes'ud gözlerinden yaşlar aka aka oradan geri döner. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisini görünce ona karşı kalbi merhamet duyar. Daha sonra Müslümanlar Bedir savaşını kazandıklarında İbn Mes'ud müşriklerin ölüleri arasında dolaşmaya başlar. Bir de ne görsün, Ebû Cehil yere yıkılmış böğürmektedir. İbn Mes'ud Ebû Cehil'in gücünün kuvvetinin yerinde olup kendisine tekrar eziyet edeceğinden korkar, mızrağını çıkarıp uzaktan Ebû Cehil'e fırlatır ve onu boğazından vurur. Her halde: ”Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (kibirini kırıp rezil edeceğiz.)" (Kalem: 16) âyet-i kelimesiyle buna işaret ediliyor olsa gerektir. Sonra İbn Mes'ud, onun güçsüz kaldığını görünce zayıflığından dolayı Ebû Cehil'in göğsüne çıkamaz. Ancak bir yolunu bulup çare düşünerek göğsüne çıktığında Ebû Cehil şöyle der: ”Ey zavallı koyun çobanı! Çok sarp ve çetin bir yere çıktın." İbn Mes'ud da: ”İslâm yücedir, İslâmm üstüne çıkılamaz," der. Ebû Cehil: ”Arkadaşın olacak Muhammed'e söyle. Ölmek üzere olduğum şu anda benim nazarımda ondan daha fazla buğzettiğim ve kin duyduğum hiç kimse yoktur." Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Cehil'in bu sözlerini duyunca şöyle der: ”Benim Firavunum Mûsa'nın Firavunundan daha beter. Çünkü o iman ettim dedi. Bu ise isyanını daha da azıttı." Rasûlüllah sonra der ki: ”Ey İbn Mes'ud! Şu kılıcımı al, kafasını kopar." İbn Mes'ud, Ebû Cehil'in kafasını koparınca taşıyamaz. Kulağım yarar ve ip takar. Ardından kellesini Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a doğru sürükler. Rasûlüllah gülerek: ”Kulağa kulak, kelle de fazlası," buyurur.

Herhalde hakîm olan Allahu teâlâ, çeşitli sebeplere bağlı olarak Ebû Cehil'in kafasını taşıyabilecek gücü İbn Mes'ud'a vermedi. Bu sebeplerden birincisi; Ebû Cehil bir köpekti, köpek ölüsü taşınmaz yerde sürüklenir. İkincisi, İbn Mes'ud kafayı sürükleyemeyince kulağını yardı, sonra ip taktı ve böylece, kulağa kulak biçiminde kısas hükmü yerine gelmiş oldu. Üçüncüsü, herhalde âyet-i kerimede yer alan: ”Onu perçeminden yakalarız" âyet-i kerimesindeki tehdit yerine gelsin diyedir ve böylece Ebû Cehil'in kellesi başının ön tarafından sürüklenmiş, âyetteki tehdit tahakkuk etmiştir.

İbnü'ş-Şeyh der ki: ”Nâsıye, alnın ön kısmındaki saçın adıdır. Arapçada bazan 'nâsıye', perçeme değil de perçemin bittiği başın ön kısmına da denebilir. Burada Allahü teâlâ, perçem kelimesiyle, yüz ve başı kinaye yoluyla ifade buyurmuştur. Sürüklenme için özellikle perçemin veya başın ön kısmının ifade edilmesinin sebebi mel'un olan Ebû Cehil'in saçının perçemini taramaya çok dikkat etmesi ve özen göstermesinden dolayıdır."

O yalancı, günahkâr perçeminden yakalarız. Bu ikinci ”nâsıyc" kelimesi, birinci ”nâsıye" den bedeldir. Buradaki isnad, (yani perçemin yalancı ve günahkâr olması), mecazî bir isnaddır. Her iki vasıf da aslında perçemi bırakan o kişiye aittir. İfadenin bu şekilde sevkedilmesi, ona ”yalancı ve günahkârın perçeminden" ifadesinde olmayan bir zenginlik kazandırmaktadır. Bu kişide, sözündeki yalancılık, fiilindeki günah o dereceye varmıştır ki, yalan ve günah sanki onun perçeminde zuhur etmiştir.

16

Bak. Âyet 15.

17

O Ebû Cehil

hemen gidip kendine yardım etmeleri için

meclisini, meclisinde bulunan kişileri

çağırsın. Buradaki meclisten maksat, insanların biraraya gelip toplandıkları yerdir. Ayelte"meclisi" ifadesi kullanılmış ancak bunun başında ”muzâf" (mecliste bulunanlar) takdir olunmuştur. Çünkü meclisin bizatihi kendisi yani toplanılan yer çağmlmaz. Sonra herhangi bir yere insanlar toplanmadıkça ”nâdî" (meclis) denmez.

Ebû Cehil. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılarken yanına gelir. Ona: ”Bu hareketi yapmanı yasaklamamış mıydım?" deyince Rasûlüllah ona sert çıkışır. Ebû Cehil: ”Beni tehdit mi ediyorsun? Ben şu gördüğün vadide meclisi en kalabalık kişiyim," deyince şimdi gelecek olan on sekizinci âyet-i kerime nazil olur:

18

Biz de zebanileri çağıracağız. Onu cehenneme sürüklemeleri için azap meleklerini çağıracağız. O meleklerden sadece bir tanesi, mecliste bulunanlar gibisinin milyonuna galip gelir.

Bir haber de şöyle gelmiştir: ”Ebû Cehil şayet meclisini çağırsaydı zebaniler onu açıktan açığa alıp cehenneme sürükleyeceklerdi."

19

Hayır! Bu ifade yukarıdaki yasaklamanın ardından bir başka yasaklamayı ve azarlamanın ardından bir başka azarlamayı dile getirmektedir.

Ona uyma. Ey Rasûlüm Muhammed! Bulunduğun hâl üzere devam et. Yalanlayıcılara itaat etme.

(Allah'a) secde et, secdelerine ve namazına ona aldırmaksızın devam et.

Ve (yalnızca O'na) yaklaş! Bu secdelerle Rabbine yaklaş. Bir hadi s-i şerifte şöyle buyurulur: ”Kulun Rahhine en yakın olduğu an, O'na secde halinde olduğu andır. (O esnada) Allah'a çok duâ ediniz."("

Tam bu âyette, İmam Mâlik hariç, diğer üç mezhep imamına göre tilâvet secdesi vardır. Sonra secde, insanın kibir ve gururunu giderir.

Secdenin çeşitleri vardır: ”Namazda secde, tilâvet secdesi, sehiv secdesi, Yüce Allah'ın azametine ve ululuğuna secde, herhangi bir korkuda ya da isteğe bağlı olarak yakarma secdesi, şükür secdesi ve yalvarma secdesi." Sahih olan görüşe göre bu son secdeler müstehaptır ve meleklerden, Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan ve diğer peygamberlerden bizlere miras kalmıştır.

Ebû Hanife ve İmam Mâlik der ki: ”Şükür secdesi mekruhtur. Hamd ve şükür sadece dil ile yapılır. İmameyn ise, şükür secdesinin bir ibadet olduğunu, yapanın sevap elde edeceği kanaatindedirler. Rasûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secdelerinde şu duayı okurdu: ”İkabından affına, gazabından rızana ve senden yine sana sığınıyorum." Allah'a secde ile yaklaşmanın manası budur.

Allah'ın yardımı ve tevfiki ile Alak Sûresinin tefsiri tamamlandı.

Hadisi Müslim, Ebû Davud ve Nesâî rivayet etmişlerdir.

0 ﴿