BAKARA SÛRESİ

1

Bu mübarek sûre Medine'de inmiş olup 286 âyettir. Kur'ân-ı Azîmüşşân’ın ikinci süresidir. Allah'ın hikmetlerinin bir gereği olarak içinde sığır hâdisesinden bahsedildiği için «Bakara" adını almıştır. Kur'ân-ı Kerim'in en uzun süresidir.

İmam-ı Fakihi İbn Abbas'tan rivayet ederek şöyle demiştir: Mânası, «Enallahü A'lemü», yani Allahü teâlâ benim. Benden başka ilâh yoktur, demektir. (......) üç harftir. Ve üç mânaya delâlet eder. Elif ene'ye -ki ben demektir, mim , âlem kelimesine, lam Allah'a işaret etmektedir.

Kur'ân-ı Kerim Arap lisanı üzere indiğinden Araplar bazen bir harf söylerler, bundan bir kelime kast ederlerdi. Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerinden biri de budur. Söylenen bir harfin çok mânası vardır. Sûrelerin başındaki bu gibi harflere -Huruf-u mukattaa» denilir. Bu harflerle neyin kast edildiğini ancak Yüce Allah bilir.

Bu mübarek surenin başındaki üç harf üç kelimeye işaret eder ki, yukarıda kısaca açıkladık.

İmâm-ı Kelbi (......) yemindir, Allahü teâlâ Kur'an'a and içerek «Allah tarafından kulu Muhammed'e indirilen bu kitapta, şek, şüphe yoktur», demiştir.

Allahü teâlâ'nın bu kelâmı üzerine and içmesinin hikmeti nedir? Bilindiği gibi Kur'ân-ı Kerim nazil olduğu sırada iki grup insan vardı. Birinci grup, Allah'ın kelâmını tasdik ve kabul eden mü’minler, ikinci grup ise ilâhi kelâmı kabul etmeyen, inanmayan kâfirlerdi. Allah'ın kelâmını kabul edenlere karşı yemine ne ihtiyaç vardı, Allah kelâmını kabul etmeyenlere ise yeminin ne faydası olacaktı?

Cevap: Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerim'i Arap lisanı üzere indirdi. Sözlerinin doğruluğunu başkalarına kabul ettirmek ve muhataplarını ikna etmek için Arapların and içmeleri âdetleriydi.

Yüce Allah da kitabına and içerek başlamıştır. Ta ki inanmayanlar, kıyamet günü biz onun doğruluğunu bilmiyorduk, demesinler. Bunu onlara delil göstermek ve kıyamet günü özürlerini kabul etmemek için kitabına yeminle başlamıştır.

Bazı tefsir sahipleri hakkında çeşitli görüşler belirterek şöyle demişlerdir: üç harftir. Ve üç isme işaret etmektedir. Elif Allah'a, lam Cebrail'e, mim Muhammed'e işaret etmektedir. O zaman mâna şu şekilde ortaya çıkar: «Allah'ın Cebrail vasıtasıyla Muhammed üzerine indirdiği Kur'an'da asla şek-şüphe yoktur.»

Bazı müfessirler de, bu üç harfin her biri Allah'ın isimlerinden birinin anahtarıdır. Elif, Allah isminin, lam, lâtif isminin, mim, mecid isminin anahtarıdır, demişlerdir.

Buna göre mâna, «Mecid ve lâtif olan Allah'ın Muhammed'e indirdiği bu kitapta şek - şüphe yoktur» şeklinde kendini gösterir.

İmam-ı Tirmizi demiştir ki: «Allahü teâlâ indirdiği sürenin içinde ne kadar ahkâm kıssası varsa başındaki harfleri ona işaret olarak koymuştur. Bütün harfler mânasından çıkarlar. Fakat bunu peygamberlerden ve velilerden başkası bilmez, Peygamberler nübüvvet nuruyla, velîler de velayet nuruyla bilirler.

Bir grup Yahudi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, «Eğer (......) âyeti doğru ise senin ümmetinin ömrü yetmiş bir yıl olacak» demişlerdir. (Yahudilere göre her harfin bir sayısal değeri vardır. Elifin sayısal değeri bir, lâm'ın otuz, mim'in kırktır. Ki toplam yetmiş bir eder.) Yahudiler harflerden anlam çıkararak bu hükme varmışlardır. Bunun üzerine Peygamberimiz tebessüm ederek, (.....) da olduğunu söylemiş, Yahudiler bu da doksan eder demişlerdir. Peygamberimiz yine (......) da olduğunu söyleyince işin içinden çıkamayarak Resûlüllah'ın huzurundan ayrılmışlardır. Herkes aklının erdiği kadar ilimden nasibini alır.

2

Bazı müfessirler, Tevrat'ta ve incil'de Hazret-i Muhammed’in gönderileceği bildirilen kitaptır ki, onda şek yoktur ve onu Hazret-i Muhammed kendisi düzmemiştir. Allah tarafından ona gönderilmiştir, demişlerdir.

Soru: Kur'ân-ı Kerîm indiği sırada insanların büyük bir çoğunluğu kâfir veya münafıktı. Böyle bir topluma «bu kitapta şek yoktur» denilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: «Bu kitapta şek yoktur» sözü mü’minler ve akıl sahipleri içindir. Kâfirler için değildir. Çünkü Yüce Allah kâfirleri akıl sahibi kabul etmemekte ve onların aklım başlarından alarak: 'buyurmaktadır. «İmansızların sözlerine itibar edilmez.

Çünkü onlar akıl sahipleri değillerdir» (Bakara: 171). Yüce Allah bu âyeti ile îman etmeyen kimselerin sözüne itibar edilmeyeceğini bildirmektedir.

Bazıları da (......) âyetine şöyle mâna vermişlerdir. «Bu Kur'an’ın Allah katından olduğuna şüphe edilmez.» Bu âyetin taşımış olduğu yüksek hikmetler insan sözü olmadığını göstermektedir. Bütün edebiyatçılar ve belâğatçılar bir araya gelseler, Allah'ın kelâmına benzeyen bir söz söylemeye çalışsalar yine âciz kalırlar, en küçük bir başarı gösteremezler.

Akl-ı selim sahibi olan insan, Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunda şüphe etmez.

Îman edip takva sahibi olanların halini beyan etmek için Yüce Mevlâ şöyle buyurmuştur:

«Bu Kur'an onları sapıklıktan hidayete, haksızlıktan hakka ulaştıran ve helâlle haramı açıklayandır ki, onda şüphe yoktur» (Bakara: 2). Allah'a eş koşmamak, büyük günahlardan ve şeriata aykırı hareketlerden sakınmak ancak bu Kur'anla mümkündür.

Soru: Bu bütün insanlara beyan için indirilmiş olmasına rağmen Allah'ın muttaki kullarına tahsis edilmesindeki sebep nedir?

Cevap: Müttakîlere tahsis edilmesindeki sebep, bu beyandan istifade edip amel edenler onlar oldular. Bu beyandan onlar istifade ettiler. Bunun için Yüce Allah zikretti. Yüce Allah müttakîlerin hidayet ve vasıflarını Kur'an'da zikrederek buyurdu:

3

«Müttakiler gayba îman ederler. Âhirette vuku bulacak şeylere gözleri ile görmüş gibi inanırlar.»

Gayba iman edenler Hazret-i Peygamber'in sahabesi ve kıyamete kadar onların yolunda gidenlerdir.

Gayb kelimesine çeşitli anlamlar verilmiştir. Gaybdan maksat Allah'tır. Çünkü varlığı göz ile görülmüyor. Fakat biz görüyormuş gibi kalbimizle tasdik, dilimizle ikrar ediyoruz. Gayba iman eden kimseler müttakilerdir ki, Kur'ân’ın helâl dediğine helâl, haram dediğine haram derler. Onlar Kur'ân’ın haram dediğini işlemekten çekinirler. Helâl olana sarılırlar.

Haris b. Nasr'dan rivayet edilmiştin Haris, Abdullah bin Mes'ud'a; «Ya Abdullah, siz imanı Resûlüllah'tan öğrendiniz. O'nu bizzat gördünüz. Dolayısıyla sizin mükâfatınız çok fazladır» dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: «Sizin imanınızın mükâfatı ve sevabı bizimkinden daha büyüktür. Çünkü siz O'nu görmeden îman ettiniz. Zira îmanın en üstünü gayba îmandır» (Müsned). Daha sonra sözünü isbat için şu âyet-i kerîmeyi okudu:

Allah'ın rızasını kazanmış olan o müttakîler «Beş vakit namazlarını dosdoğru kılarlar, ihlâs ile namaza niyet edip tekbir alırlar, kıyamlarına, kıraatlerine, rükû ve secdelerine tam mânası ile riayet ederek namazlarını kılarlar.» Sonra tevazu ile Allah'a dua edip kabulünü isterler.

Denilmiştir ki: «Allah bir kulunun namazını kabul ederse, ondan bir melek yaratır, o melek kıyamete kadar namaz kılar ve sevabım sahibine gönderir. Sevap o kulun amel defterine yazılır.

Yine Allah'ın muttaki kullan o kimselerdir ki: «Rızık olarak Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden tasadduk ederler, zekâtlarını verirler» fakirleri gözetirler, sevabını Allah'tan beklerler.

4

«Müttakîler o zatlardır ki, sana indirilen Kur'ân'a ve senden evvelki peygamberlere indirdiğimiz kitaplara inanır, onları tasdik eder, Allah kelâmı olduğunda asla şüphe etmezler.»

Bu âyet-i celile indirildiği zaman Yahudiler ve Hristiyanlar, biz de gayba îman ediyoruz, namaz kılıyoruz, Allahü teâlâ'nın bize verdiği nimetlerden tasadduk ediyoruz ve biz de onlarla beraberiz, demişlerdi. Bunların iddialarının geçersiz olduğunu, sözlerinde samimî olmadıklarını beyan etmek için Yüce Allah indirmiştir.

Onlar Kur'an'a inanmadılar, Resulüne de inanmadılar ve nefret edip kaçtılar. İmandan çıkıp küfürlerini açığa vurdular. Hakikî mü’minler bütün peygamberleri tasdik ederler, kıyamet gününe, cennete ve cehenneme, sırata, ceza ve mükâfatın amellere göre verileceğine yakînen inanıp tasdik ederler. Hiç bir peygamber arasında ayrım yapmazlar.

Yakin üçe ayrılır: Bir şeyin varlığı gözle görülür, başkalarının haber vermesiyle sabit olur, delillerle varlığı bilinir. Bir şeyi insan bizzat kendi görür ve onun varlığından şüpheye düşmez. Bunu kabullenmesi için başkasına ihtiyaç kalmaz. Çünkü gözüyle onu görmüştür.

Haberle sabit olan yakin: İşitmek suretiyle bir şeyin varlığını kabul etmek demektir. Meselâ Mekke'yi görmediği halde işitme yoluyla varlığını öğrenmiştir. Böylece Mekke'nin varlığı kesinlik kazanmıştır. Bu, haberi sadıktır. Artık Mekke'nin varlığı hususunda en küçük bir şüphe söz konusu değildir.

Delâlet yoluyla sabit olan yakin: Dumanın tütmesi, ateşin var olduğuna delâlet eder. Ateş olmadığı söylense bile, dumanın olması mevcudiyetinin isbatıdır. Bir şeyi isbat eden alâmetler ortada dururken onu inkâr etmek mümkün değildir. Bunda şüphe edilemez.

Müminlerin âhireti görmüş gibi inanmaları ve hiç şüphe etmeden tasdik etmeleri iki yolla olur: Haber-i sadık, delâlet...

a) Allahü teâlâ'nın kitaplarında haber verdiğine, peygamberlerin söylediklerine, kitapların hak olduğuna ve haber verdiği şeylerin gerçek olduğuna, peygamberlerinin sadık olduğuna, sözlerinde hilaf bulunmadığına inanıp tasdik etmek haber-i yakîndir.

b) Delâlet-i yakînin izahı ise şöyledir: Peygamberlerin ve velilerin Allah korkusundan devamlı gözyaşı dökmeleri, Allah'a ibadet ederek nefslerinin arzularından vazgeçmeleri, Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmaları açıkça delâlet eder ki, insanlar öldükten sonra tekrar dirilecek, âhiret hayatı başlayacak, herkes dünyada yaptıklarının karşılığını görecektir. Bu şekilde inanıp tasdik etmek delâlet-i yakindir. İnanmayanların bunu inkâr etmeleri hiç önemli değildir. Çünkü her devirde münkir çıkacaktır, inananlar âhiret hayatının varlığında asla şüphe etmezler. Peygamberlerin ve velilerin bu durumu âhiretin varlığını yakinen isbat etmektedir.

Herkesin ölümü tadacağı, kabire gireceği, oradan da âhiret yolculuğuna çıkacağı aynel yakin bir gerçektir. Bunu herkes gözüyle görmekte ve böyle olduğunu bilmektedir.

5

«Rablerinden bir hidayet üzeredirler. Onlara dünyada ikram edip doğru yolu gösterdi. Onlar âhirette de kurtuluşa ve felaha kavuşacaklardır.»

İslâm bilginleri «felah» in mânası hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Felah, kişinin arzu ettiği şeylerin tamamına kavuşmasıdır. Felah kişinin arzu ettiklerine kavuşması, korktuklarından kurtulmasıdır. Kur'ân-ı Kerim'de ne kadar «müflihûn» varsa, hepsinin tefsiri bu şekildedir.

Hak teâlâ kelâmının başında hidayeti ve felahı muttaki kullarına izafe ederek birkaç sıfatla onları vasfeyledi ve «gayba îman öderler, namazı dosdoğru kılarlar, mallarının zekâtını verirler, fakirleri gözetirler, Kur'an'a ve daha önce indirilen kitaplara inanırlar, âhirete ve oranın ahvaline iman ederler, bu imanları üzere daim olurlar» buyurdu. Yüce Mevlâ'nın müttakilerin bu özelliklerini zikretmesi, maksuduna ulaşmak isteyen kişilerin de aynı özellikleri taşıması ve onların yolundan gitmesi içindir, islâm nimetinin şükrünü yerine getirmek ve vaad edilen nimetten istifade etmek içindir.

Allah'ın verdiği nimetlerin kadrini bilmeyenler, islâm nimetinin şükrünü eda etmeyerek inkâr edenler, küfürleriyle helak olacaklardır. Onların kendi küfürleri kendilerini perişan edecektir.

6

«Hakikat imanı terk edip küfre girdiler. Yâ Muhammed, sen onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir, îman etmezler.»

Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebi şu olaydır: Yahudilerin ileri gelenlerinden bir grup Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek huruf-u mukattaa’nın mânasını sormuşlardı. (Bu hususta geniş bilgi yukarıda verilmiştir.) Peygamberimizden gerekli cevabı almalarına rağmen îman etmemişler, inkâr ederek huzurundan ayrılmışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine «Sen onları korkutsan da korkutmasan da müsavidir, onlar imana gelmezler» âyetini indirmiştir.

Soru: Yüce Allah bunların îman etmeyeceğini bildiği halde, peygamber gönderip îmana davet etmesinin hikmeti nedir?

Cevap: İman etmeyenlerin kıyamet günü, «bizim İslâm hakkında bilgimiz yoktu' dememeleri için Allah onlara peygamber göndermiştir. Allah'ın daveti kıyamet günü bir hüccet olacaktır. İman etmeyenlerin hiçbiri bu hakikat karşısında itiraz edemeyeceklerdir.

Nitekim Allahü teâlâ Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'yı Fir'avun'u îmana davet etmek için gönderdi. Halbuki Allah Fir'avun'un îmana gelmeyeceğini biliyordu. Kıyamet günü Fir'avun'un «ben bunu duymadım» diye bir mazeret ileri sürmemesi için bir delil olmak üzere Allahü teâlâ Musa'yı Fir'avun'a gönderdi.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in daveti umumidir. Resûlüllah'ın davetini duyan nice kâfirler îmana gelmişlerdir. Şayet peygamberler tarafından davet edilmeselerdi, insanlardan îman edenler neye inanacaklardı ve İslâm'ı nereden bileceklerdi? Yüce Allah îmanı ve İslâm'ı öğretmek için peygamberler göndermiştir.

Hazret-i Safiyye (radıyallahü anha) Hay İbni Hattab'dan rivayet etmiştir: Hattab, bir gün annemle amcam Resûlüllah’ın yanından geldiler, biri diğerine, Muhammed hakkında ne düşünüyorsun? O, gerçek peygamberdir. Peki senin ona tâbi olma hususundaki görüşün nedir? Fikrim ona tâbi olmamak, onunla açıktan düşmanlık yapıp ona eziyet etmektir.

Şu âyet onlar hakkında indirilmiştir:

«Yâ Muhammed, bizim azabımızı onlara ister bildir, ister bildirme. Korkup îmana gelecek değiller.»

Bundan sonra Hak teâlâ sevgili peygamberine haber verip bildirdi ki, bunların iman etmeyişlerinin sebebi inkârlarından dolayıdır.

7

«Allah onların kalplerine, kulaklarına mühür vurmuştur. Gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır. (Hem dünyada, hem Âhirette.)»

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyetin mânasını şöyle izah etmektedir: «İman etmeyip küfürlerinde devam etmelerinin sebebi, Allahü teâlâ onların kalblerine inkâr kilidini vurmuş, şekavet mührünü basmıştır. Bunun açılması mümkün değildir.»

Âyette geçen «Hatem- mühür anlamına gelmektedir. Bu Allahü teâlâ'nın öyle bir mührüdür ki, iman etmeyenlerin kalblerine, gözlerine, kulaklarına manen vurulmuştur. Mührün mânası, Allahü teâlâ îman etmeyenlerin aklını ve idrâkini almış ve onları tasarruf yetkisinden men etmiş demek değildir. Zira aklı olmayan mükellef olamaz. Bunların amelleri vardır. Kendi çıkarlarını düşünürler. Lâkin tefekkür edip Resûlüllah’ın risaletine delâlet eden alâmetleri, mucizeleri anlayıp onlardan ibret alıp iman edememişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ bu mânaya işaret ederek: buyurmuştur. «Bunların idrâk edecek akılları ve gönülleri vardır. Fakat düşünüp hakkı görmezler» (A'raf: 179). Kulaklarına mühür vurulmuştur. Allah'ın kelâmını işitip kabul etmezler. Gözlerinin üzerine ilerde çekilmiştir. Gafletten kurtulup hidayet yolunu göremezler. Bunlar için sonunda elim bir azap vardır. Ebedi olarak bu azaptan kurtulamazlar.

İmam-ı Kâdi bu âyetin anlamıyla ilgili olarak şunları söylemiştir: Bu âyette iki ayrı özellik vardır-. Lâfızdaki özellik, mânadaki özellik. Lâfızdaki özellik şudur: Yüce Allah -alâ kulûbihim ve alâ ebsârihim» - kalblerini ve gözlerini - buyururken çoğul lâfızlarını kullanmıştır. Kalb ve göz her insanda tek olmasına rağmen Yüce Allah bunları cemi sigasıyle zikretmiştir. Halbuki kulağı zikrederken tekil olarak zikretmiş ve «alâ sem'ıhim» buyurmuştur. Fakat tekil olan isim çoğul zamirine izafe edildiği için bu da cem'i hükmüne geçmiştir. Yani çoğul olmuştur. Bu, Kur'ân-ı Kerim'in özelliklerindendir. Kur'ân-ı Kerîm fesahat ve belagat bakımından bütün kelâmların en üstünüdür.

Mânadaki özellik: Allahü teâlâ bunların kalblerine, kulaklarına, gözlerine mühür vurmuş ve bunları hidâyetten men etmiştir.

Soru: Allahü teâlâ bunları hidayetten men ettiğine göre neden azaba müstehak olacaklardır.

Cevap: Allahü teâlâ'nın bunların kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemesi küfür ve isyanlarının mükâfatıdır, karşılığıdır.

Nitekim bir âyette şöyle buyurulmuştur: .

«Allah küfürleri sebebiyle onların kalblerinin üzerine mühür vurdu» (Nisa: 155).

Çalışıp kazansınlar diye Allahü teâlâ herkese hidayet yolunu asan kıldı. Çalışanlara tevfik edip hidayete yürüttü. Çalışmalarının karşılığını verdi. Demek ki insanlara verilecek olan mükâfat ve ceza çalışmalarının karşılığıdır. Yüce Allah yemin ederek bu gerçeği bir âyetinde şöyle beyan etmektedir:

«Bizim dinimizde çalışsalar, and olsun ki, yolumuzda onlara ruhsat verip hidayetlerini artırırız» (Ankebût: 69). Fakat onlar küfrü tercih ettiler. İslâm dininden uzaklaştılar. Allahü teâlâ da mühür basıp kalblerini, gözlerini ve kulaklarını mühürledi. Ne hakkı anlarlar, ne işitip kabul ederler, ne de görüp ibret alırlar. Bunun bir neticesi olarak âhirette azaba müstehak olurlar. Bu azap onlara va'd olunmuştur. Dünyada da, âhirette de Allah'ın va'dinde hilaf yoktur. Allah va'dinden dönmez.

Yüce Allah yarattığı kullarını îman bakımından üçe ayırmıştır: Hâlis mü’minler, hâlis kâfirler, münafıklar...

Mü’minler, îmanlarına asla şüphe karıştırmayanlardır. Mü’minlerin inançları tamdır.

Kâfirler, küfürlerine iman karıştırmayanlardır. Kâfirler, imana hiç yaklaşmayanlar ve îmandan nasibini almayanlardır.

Münafıklar, görünüşlerinde îman eseri var, fakat kalbleri küfürle dolu olanlardır. Münafıklar içleri başka dışarı başka olanlardır. Onların dışı iman ile yaldızlanmış, içleri ise küfürle doludur. Tıpkı dışı altınla yaldızlanan bir bakır parçası gibi. Gören altın zanneder, fakat ehli onun dışının altınla kaplandığını, içinin bakır olduğunu hemen anlar. Münafıklar tıpkı bunun gibidirler.

Yüce Allah bu sûrenin başında dört âyette hâlis mü’min olan kullarını zikretti. İki âyette de îman etmeyen kâfirleri zikretti. Kâfirlerin kalbleri mühürlenmiştir, Hak onların kalbine girmez. Hâlis mü’minler onların özelliklerini bilip onlardan imanlarını saklasınlar ve onlardan uzak dursunlar diye, mü’minle kâfiri zikrettikten sonra iman ile küfrü karıştırmış olan münafıkları da on üç âyette sıfatlarıyla beraber zikretti. Yüce Allah şu âyetlerde münafıkların durumunu ne güzel beyan etmiştir:

8

«İnsanlardan bazıları, biz Allah'a îman ettik, O'nu tasdik ettik. Âhiret gününe ve orada meydana gelecek olanlara inandık, derler. Halbuki onlar inanmadılar, insanlarıyla küfürlerini örttüler.»

Dünya menfaatini temin etmek için inanmadıkları halde iman etmiş gönündüler.

Bu âyet münafıklar hakkında gelmiştir. Hak teâlâ Resulüne böylece münafıkların kim olduğunu bildirdi. Bunlar, Abdullah İbn Übey İbni Selûl, İbni Kuşerdî, Cedd İbni Kays ve onlara tâbi olanlardır. Bunlar, Allah bir, Muhammed haktır. Kur'ân Allah tarafından gönderilmiştir, derler amma dillerinin söylediğini kalbleri tasdik etmez. Sadece dilleriyle söylemekle yetinirler. Mü’minleri aldatmak için böyle hareket ederler. Allahü teâlâ da bunlardan imanı giderip buyurdu. «Bu ikrarlarına rağmen onlar mümin değillerdir. Kalblerinde ihlâs yoktur.» Bunlar güya Allah'ı aldattıklarını zannederler. Halbuki Allah aldatmaktan ve aldanmaktan münezzehtir. Onlar kendilerini aldatıyorlar, kendilerini kandırıyorlar ama farkında değillerdir. Münafıklar akıllarınca biz Muhammed'in Rabbini, Muhammed'i ve ona iman edenleri aldatıyoruz derler. Yüce Mevlâ onların ne kadar gaflet içinde olduklarını, zanlarının yanlışlığını Resûlüllah'a haber verip buyuruyor ki:

9

«Bu münafıklar yalancılardır. Allah'ın emrine muhalefet ederler. Allah'ı ve O'na îman edenleri aldattıklarını zannederler.»

Kalblerindekinin aksini yaparlar. Fakat Yüce Hâlık şöyle buyurdu:

Onlar ancak kendilerini aldatırlar, bunun zararı kendilerinedir. Lâkin bunu bilmezler.» Yine bilmezler ki, Allah onların yalanlarını peygamberine haber verdi, yalanları açığa çıktı.

10

«Zahirlerinde îman gösterenlerin, iman ettik diyenlerin kalblerinde nifak ve şüphe vardır ki, küfürleri onları bürümüştür. Allah da onların marazını artırdı. Yalan söylemekte oldukları için de onlara elim bir azab vardır.»

Allahü teâlâ münafıkların kalbindeki nifak tohumunu sar'a illetine benzetmiş, bundan kurtulmadıkça sahibinin hastalığının artacağını ve neticede helak olacağını bildirmiştir.

Sar'a hastalığının insan sağlığını perişan etmesi gibi, kalbin marazı ve fitnesi de kalbi helak edeceğinden Yüce Allah dini tabibi göndermiş, kalbin ilâcım vermiş, tedavi yollarını göstermiş, şifa bulacaklarını müjdelemiştir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi şefkatli bir tabib onları davet ediyor, İslâm şerbetini içirip helak ve perişan olmaktan kurtarıyor, ebedî saadete ulaştırmaya çağırıyor. Oysa münafıklar bunu reddedip ilâcı terk ediyorlar ve tabibe kızıyorlar. Kurtuluş yerine helak olmayı tercih ediyorlar, tedavi yerine hastalığı artırıyorlar. Ebedi saadet yerine azabı tercih ediyorlar. Bundan dolayı Yüce Mevlâ onların kalblerinin hasta olduğunu ve hiç bir manevi ilâcın onlara fayda vermediğini, bundan dolayı onların hastalıklarını artırdığını beyan ediyor.

Ulema âyetinde iki ihtimal olduğunu söylemişlerdir: Birincisi, bu âyetin geçmişten haber vermesi, ikincisi ise, münafıklara beddua oluşudur.

Birinci mânaya göre, onların gönlündeki şüphe ve nifakları galebe çalmış, tevhid şerbetini gönül evinden ihlâs kadehine koyup içmeyi arzu etmemişlerdir ki, bunun ile şifa bulsunlar, ebedî hastalıklardan kurtulup, saadet-i uzmaya nail olsunlar. Hak teâlâ onların marazlarını artırdıkça artırdı. Yani onların şek ve nifaklarını artırdı. Kur'an âyet âyet, süre süre peygambere indikçe nifakları artıyor, kederlerinden helake yaklaşıyorlar. Mü’minlerin ise inen âyetler karşısında imanları artar, necat bulup Allah katında dereceleri yükselir, ebedî kurtuluşa ulaşırlar.

Bu âyet münafıklar hakkında beddua olursa, Allahü teâlâ bunları nifakları ve küfürleri sebebiyle rahmetinden uzaklaştırdı ki ebedi azaba lâyık olsunlar. Küfürlerinin cezasını görsünler.

Soru : «(......) âyetini bedduaya hamletmek reva mıdır? Bedduayı hasmından intikam almaktan âciz olan yapar. Böylece hasmına zarar vermiş olur. Halbuki Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Hiç bir surette intikamdan âciz değildir. Bu bedduanın hikmeti nedir?

Cevap: Bu, Allahü teâlâ tarafından kullarına bir ta'limdir. Münafıklara beddua etmeleri için mü’min kullarına bir tenbihtir. Mü’minler beddua yaptıkça onlar Allah'ın rahmetinden uzaklaşıp, azabına uğrayacaklardır. İnsanların en şerlisi olan münafıklar îman ehli ile alay ederler. Bunun içindir ki cehennemdeki yerleri kâfirlerinkinden daha aşağıdadır. Yüce Mevlâ onlara, esfel-i sâfilîni va'd etmiştir. Esfel-i safilin cehennemin en aşağı tabakası olup azabı çok şiddetlidir. Münafıklar mü’miniz diye inananları aldatırlar. Onlardan ayrıldıktan sonra imanlarını inkâr ederler. Allah'ı ve Resulünü kabul etmediler. Muhammed'in haber verdikleri yalandır, dediler. Risâleti inkâr ettiler.

Kâfirler küfürlerinden dolayı bir kat azap göreceklerdir. Münafıklar ise hem küfürlerinden, hem de mü’miniz diye yalan söylediklerinden dolayı iki kat azap göreceklerdir.

Gerçek mümin, münafıkların sıfatını taşımayan, İslâm'ın nuruyla nurlanan, kalbini îman nuruyla aydınlatan, münafıklar gibi kibirlenmeyen, inat edip nasihatten kaçmayan kimsedir. Nitekim Yüce Allah münafıklar hakkında Resulüne haber verip buyurdu:

11

«Münafıklara va'z u nasihat edilip, yeryüzünde fesat çıkarmayın, mâsiyet işlemeyin denildiği zaman, biz ancak ıslah edicileriz, derler.»

Zira Rasûlüllah peygamber olarak gönderilmeden, önce yeryüzü şirk, küfür ve fesatla dolmuştu. Peygamber geldikten sonra küfür ve fesat gidip yerini îman, itaat ve iyiliğe bıraktı. Daha sonra bir kısım insanlar imanı bırakıp mâsiyet işlemeye, iyiliği bırakıp fesat çıkarmaya başladılar. Yüce Allah bunların yaptıklarını açığa vurarak : İki yüzlü münafıklara iyilikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın- (A'raf: 85) dedi. Münafıklar insanlar arasında iki yüzlülük yaparak diledikleri tarafa meyletmişlerdir. Biz iyileriz, kâfirleri ve mü’minleri düşman tanımayız. Hangisi kendi dini üzere galip gelirse biz ondan yanayız, iki taraftan da eminiz, derler. Hak teâlâ şu âyetiyle onların durumunun ne kötü olduğunu haber veriyor:

12

«Ey mü’minler bilin ki, münafıklar fesatçıların ve âsîlerin tâ kendileridir. Fakat bunu bilmezler.»

Fesatlarından haberleri yoktur, kendilerinin iyilik üzere olduklarını sanırlar. Halbuki bunlardan daha büyük fesatçı mı olur? Dine girmek isteyenleri dinden alıkoyarlar, men ederler.

13

«Münafıklara, Muhammed'in sahabesinin iman ettiği gibi, siz de ihlâs ile iman edin, hakikî mü’minlerden olun, dendiği zaman, biz demi beyinsiz cahillerin tasdik ettiği gibi tasdik edeceğiz derler.»

Yüce Allah haber verdi: Mü’minler hakikati bilin. -Cahil beyinsizler onlardır ki, küfürlerini gizlediler, îmanlarını terk ettiler. Kendilerini akıllı sandılar. Bilmezler ki cahillerin cahili kendileridir.

Bu âyet, Abdullah İbni Selûl, İbn Kays, Mûtap İbni Kuşeyir ve diğer münafıklar hakkında nazil olmuştur. Âyetin nüzul sebebi şudur: Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali (radıyallahü anhüm) münafıkların topluluğuna geldiler, müsaade aldılar ve oturdular. Münafıkların reisi Abdullah onların geldiğini görünce, yanındakilere; benim bunlarla nasıl konuşacağıma dikkat edin, sırası geldiği zaman siz de aynı şekilde konuşun, dedi. Abdullah, Ebû Bekir'in elini tuttu. Merhaba, hoş geldin Benî Temim Kabilesi'nin efendisi, Muhammed'in yoldaşı, mağara arkadaşı, ümmetinin hülâsası, canını ve malını Resûlüllah’ın yolunda bezleden, dedi. Sonra Ömer'in elini tuttu. Merhaba ey Beni Adiy Kabilesi'nin efendisi, Sözünde sağlam, özünde doğru ve muhkem olan, canını ve malını Resûlüllah'ın yolunda feda eden, dedi, onu da övdü. Sonra Hazret-i Ali'nin elini tuttu. Ey Benî Haşim Kabilesi'nin efendisi, Resul'den sonra gelen, canını peygamber yolunda feda eden, hicrette Resûlüllah'ın yatağında yatan, mü'minlerin emîri, diye onu da övdü. Bunun üzerine Hazret-i Ali: Allah'tan kork ya Abdullah! Münafıklığı bırak, Allah'ın yarattığı kulların en şerlileri münafıklardır, dedi. Bunu duyan Abdullah: Yâ Ali bana niçin bunu söylüyorsun? Benim îmanım da sizin imanınız gibidir. Benim tasdikim de sizin tasdikiniz gibidir, karşılığını verdi.

Üç sahabî buradan ayrıldıktan sonra Abdullah arkadaşlarına döner ve: Gördünüz mü, söylediğim sözlerle onları huzurunuzdan nasıl gönderdim, der. Arkadaşları da, biz daima hayır içindeyiz, sen de bizim içimizde hayırlılardansın, cevabını verirler.

14

"Ey Rasülüm Muhammed «Görmez misin münafıkları ki, müminlere uğradıktan zaman, sizin gibi biz de îman ettik, sîzin gibi biz de tasdik ederiz, derler. Reislerine döndükleri zaman, biz de sizinle beraberiz, sizin dininiz üzereyiz, Muhammed'in ashabıyla alay ettik» derler."

Bazı tefsir sahiplerinin şöyle bir görüşü vardır: Allahü teâlâ bu âyette «şeyatîn» lâfzını zikretti. Şeyatînden maksat gayptan haber veren kâhinlerdir. Zira onlar şeyatin sözü ile gayptan haber verirler. Bütün kâhinlerin bir şeytanı vardır. O şeytanlar kâhinlerin gönlüne bazı şeyleri bildirir, onlar da insanlara bunu yayarlar. Çünkü bunlar şeytanların sözleriyle amel ederler. Allahü teâlâ o kâhinleri de şeytan olarak zikreyledi. Zira îmandan yüz çevirip Hakka teslim olmayan şeytandır.

Zalimler ve münafıklar, biz Muhammed'in sahabesiyle alay ettik, dediler. Allah onların bu sözlerine karşılık buyurdu. Yani:

15

Allahü teâlâ yarın kıyamet günü onlarla alay edecek ve alaylarına muvafık olarak cezalarını verecek, bu mükâfatmızdır, diyecektir.

Kelbi Ebû Salih'ten, o da İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet etmiştir: Münafıklar alaylarının karşılığı olarak cehennemde cezalarını göreceklerdir. Onlar alaylarının cezasını çekmekteyken cennetten bir kapı açılır, o kapıya doğru davet edilirler. Kapıya yaklaştıkları zaman mü’minlerin cennette ipekten donatılmış tahtlar üzerine oturduklarını ve onların haline bakarak gülüştüklerini görürler. Kapıya yaklaşınca yüzlerine kapanır başka yerden bir kapı açılır, o tarafa doğru dönerler ve yine mü’minlerin kendilerine bakıp güldüklerini görürler. Tam kapıya yaklaşınca kapı yine yüzlerine kapanır. Bu, inkâr ve alaylarının cezasıdır.

Nitekim Hak teâlâ Mutaffifîn süresinde mü’minlerin durumunu haber vererek buyurmuştur:

«Bugün mü’minler donatılmış tahtlar üzerinden bakarak kâfirlerin haline gülüşürler.» Nitekim dünyada kâfirler onlarla alay edip gülüşüyorlardı. Bu, alaylarının karşılığıdır.

Münafıkların alaylarının karşılığı Hadîd sûresinde şöyle izah edilmiştir:

«O günde ki, erkek münafıklarla kadın münafıklar iman etmiş olanlara (bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım) diyeceklerdir.» Mahşer günü bütün insanlar sırata doğru sevk edilirler, Allahü teâlâ mü’minlere amelleri kadar nuru taksim eder. Müminler nurun ışığıyla sıratı geçerler. Münafıklara nur verilmez ve korkudan sıratı geçemezler. Münafıkların kadın ve erkekleri mü’minlere: «Biraz da bizim için eylenin, sizin nurunuzdan biz de aydınlanalım» derler, Buna karşılık mü’minler: «Dönün geri, bize nur taksim olan yerden kendinize nur isteyin diyeceklerdir.- Konuşmalar bu şekilde devam, ederken müminlerle münafıkların araşma bir perde çekilir. Bu perdenin iç kısmında cennete, dış kısmında da cehenneme açılan perdeler vardır. Mü’minlerle münafıklar böylece birbirlerinden ayrılmış olurlar.

Bir rivayete göre ise, münafıkların fiil ve alaylarına karşılik olarak Allah onları aldatmak için önce ışık verir, onlar tam sırata doğru yürürlerken ışıklarını söndürür. Korkudan oldukları yerde kalırlar. Bu, onların küfür ve alaylarının bedelidir.

Bundan sonra Yüce Allah buyurdu:

«Allahü teâlâ taşkınlıkları ve azgınlıkları içinde serseri dolaşmalarına mühlet verir.» Yani Allah, onların ecellerini tehir edip uzattı. Sapıklıkları içinde muhayyer bıraktı. Alaylarıyla azaplarının artması için.

16

-Münafıklar îmçınları üzerine küfrü tercih ettiler. Hidayeti bırakıp dalâleti satın aldılar. Altın hazinesini bırakıp kurşun madenini satın aldılar. Şekeri bırakıp zehiri tercih ettiler. Bu alışverişlerinden kat'î zarar ettiler.» Bundan evvel de hidayete ermiş değillerdi. Şayet önceden hidayet verilmiş olsaydı, Allahü teâlâ onlara tevfik verip hidayetlerini dalâletle değiştirmezlerdi. Evvelden hidayeti bir an bile talep etmediler, istemediler. Bunun için de çirkin fiillerinden dolayı Yüce Allah onları zelil, hakir ve şaki kıldı, Zira fiillerinin neticesi bunu gerektiriyordu.

Yüce Mevlâ, mü’minler onlardan ibret alsınlar, imanlarını muhafaza etsinler, münafıklar gibi imanlarını zayi etmesinler diye münafıkların durumunu bir temsil ile haber verdi:

17

«Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir. Ki o ateş çevresindekileri aydınlatınca Allah nurunu giderdi ve onları karanlıklar içinde görmez bir halde bıraktı.»

Münafıkların Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'le olan münasebetleri şu kimselerin durumuna benzer: Çoluk çocuğunu alıp boş bir arazide konaklayan birisi, etrafını korkuluklarla muntazam bir şekilde yapar, yabanilerden korunmak için ateş yakar, bu ışıkla çoluk çocuğunu helak olmaktan kurtarır. Saadete ulaşır, mutluluğa erer. Bu, peygamberin nurundan istifade edenin halidir. İlâhî nur ile hem çoluk çocuğu, hem de kendisi helâk olmaktan kurtulmuş, ilâhi saadete ulaşmıştır. İman, sahibini her türlü tehlikeden ve felâketten korur.

Münafıklar, küfürleriyle dalâlet bataklığında çoluk çocuk ve mallarıyla kalmışlar, nifak ve sekleri kendilerini bürümüş, Allah'ın kahrının ansızın onları yakalayıp helak edeceğinden korkarak kurtulmak için diliyle kelime-i tevhid lâmbasını yakarak:

Onun nuruyla çoluk çocuğunu, malını ve kendini helak olmaktan kurtardı. Ta ki ömrünün sonuna kadar devam ede. Son anda Allah nurunu aldı, küfür karanlığında kaldı. Bazı müfessirler İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan gelen bir rivayete dayanarak şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Bu âyet Yahudiler hakkında indirildi. Yahudiler Resûlüllah ortaya çıkmadan önce peygamberliğini kabul ederlerdi. Öyle ki müşriklerle beraber savaştıkları zaman Resûlüllah'ın adını zikreder, O'nu kendilerine şefaatçi kabul ederler, yardım talebinde bulunurlardı. Ve şöyle derlerdi: -"İlâhi Resulün Muhammed haktır. O'nun hakkı için bize yardım et, düşmanlarımıza galip gelelim.» Yahudiler Medine'de oturuyorlardı. Peygamberimiz Medine'ye hicret ettiği zaman ona haset edip kendisini yalanladılar. Böylece kâfirliklerini artırdılar. Onların hali, aile efradını alıp bir mağaraya saklanan ve etrafını yabani hayvanların sardığını görüp onlardan kurtulmak için ateş yakan, ışığı ile aile efradını ve malını saklayarak yabanilerden kurtaran adamın misâli gibidir. O adam ki, ateşi söndü, ışığı karardı, karanlık içinde kaldı, gözünün önündeki nesneleri göremez oldu ve korktuğu başına geldi. Yahudiler Resûlüllah'ı gözleriyle gördüler, haset ettiler, kendisine iman etmediler, ikrarları söğündü, küfür karanlığında kaldılar ve sonunda cehennem azabını boyladılar.

18

«Münafıklar ve inanmayanlar sağırdırlar, hakkı işitip kabul etmezler, dilsizdirler, hakkı söyleyemezler, kördürler, hidayet yolunu göremezler.»

Allahü teâlâ insanların menfaatlenmesi için dili, gözü, kulağı yarattı. Kulak hakkı işitmeye, göz ibretle bakmaya, dil hakkı söylemeye memurdur. Kul bu organlar vasıtasıyla menfaat elde eder. Zikredilen azalar bunlar için yaratılmıştır. Bunun için Yüce Allah onlar sağırdırlar, kördürler, dilsizdirler buyurdu. Ayrıca Yüce Allah bazı yerlerde kâfirlerden ölü olarak bahsetti. Onları ruhları olduğu halde ölülerden saydı. "O buyurdu. «Ey Rasülüm Muhammed, sen bu ölülere İslâm'ın sesini işittiremezsin.» Onlar yaratılışlarındaki maksadı idrak edip anlayamadılar. İmana gelip kulluklarını yapamadılar. Yapamayınca da ilâhi nimetten istifade edemediler. Onun için Yüce Allah bunlan ölüye benzetti. Hayatları hiç olmamış gibi oldu. Sanki gözleri, kulakları, dilleri hiç yokmuş gibi oldu. Halbuki yukarıda zikri geçen azalar hak ile batılı ayırmak için yaratılmıştır. Kişiyi bunlar batıldan hakka çevirecektir.

Allahü teâlâ, mü’minlerin ibret alması ve münafıkların durumuna düşmemesi için bir misal zikretti ve nifaktan sakınmalarını tenbihledi.

19

«Yahut - onların benzeri gökten şiddetle boşanan bir yağmur gibidir ki, onda karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek çakışı vardır, ölüm korkusuyla yıldırımdan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kafirleri çepeçevre kuşatandır.»

Soru: Bu âyetin başında Allahü teâlâ «ev» edatını zikretti. Halbuki bu edat şek ve şüphenin olduğu yerde kullanılır. Hâşâ Allah hakkında şüphe etmek mümkün değildir. O, bütün gayıbları bilir. İlmiyle her şeyi ihata etmiştir. Durum böyleyken «ev» edatını zikretmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Bu edat iki hakikatten birini tercih etmek için kullanılmıştır. Ya onu işle veya bunu işle, ya onu yap veya bunu yap gibi. Allahü teâlâ münafıklar hakkında iki türlü misal getirdi. Bunlardan biri ateş misali, diğeri de yağmur misalidir. Bu misalleri vermesinin sebebi, onlar hakkında Allah kelâmının açık olmasıdır. Durumlarını iyice anlasınlar diye bu misalleri getirdi.

Mü’minler bu iki misalden örnek alsınlar, istediklerini tercih ederek kendilerine yön versinler diye «ev» edatı kullanılmıştır. Yüce Allah bunu şek için kullanmamıştır.

Bu âyetten anlaşılan mâna şudur: Yâ Muhammed, münafıkların durumu, karanlık bir gecede şimşek ve yıldırımlarla yağan yağmurun altında kalan boş bir arazideki adamın durumu gibidir.

Yağmurdan maksat Kur'an'dır. Yağmurların hayat daman ve bütün nebatatın var oluş sebebidir. Kur'an da itaat mezra'ıdır. Bu mânada bir münasebet olduğu için Yüce Allah Kur'ân'ı yağmura benzetmiştir. Kur'an ölü ruhların hayat kaynağıdır.

Zulümatı yani karanlığı da, dünyanın mihnet ve meşakkatine benzetmiştir. Dünyanın meşakkati karanlıktan farksızdır.

Teşbih yani benzetme Kur'an'da mevcuttur. Ancak mânasını ilimde zirveye ulaşanlar bile anlayamazlar. Bu teşbihlerden neyin murad edildiğini ancak Allah bilir.

Ra'd korku âyetleridir. Kur'an-ı Azîmüşşân'da münafıklar, kâfirler ve mü’minlerin âsîleri için zikredilmiştir. Bunların acıklı bir azaba uğrayacaklarını bildirmek için zikredilmişlerdir.

Berk, Hazret-i Peygamber'in peygamberlik delilleri ve alâmetleridir. Peygamberliği ile zuhura geldi. Bu açıklamadan sonra musan-âyetini zikretti, «ölüm korkusuyla o korkunç sesi işitmemek için parmaklarını kulaklarına tıkarlar,- Kâfirler ve münafıklar Allah kelâmı iner, durumumuzu açığa vurur da rezil oluruz diye parmaklarını kulaklarına tıkarlardı. Bunu Allah kelâmını duymamak için yaparlardı. Halbuki Yüce Allah buyuruyor. «Allahü teâlâ kâfirlerin ve münafıkların gizli ve aşikâr hallerini bilir.» Hiç bir şey O'ndan gizli değildir.

20

«Işıkları sönüp gece karanlığında kalanların üzerlerine yıldınmın şimşeği inip gözlerini alıverecek. Yıldırımın ışığı onları aydınlatınca bir iki adım yürürler. Işık gidip karanlık olunca dikilip kalırlar.»

Münafıkların durumu da böyledir. Onların kalbine İslâm sevgisi düşünce itikatlarını sağlamlaştırmak, İslâm yolunda yürümek isterler. Fakat küfür karanlığına dönünce bundan vazgeçerler. Eski hallerine devam ederler. Bunların durumu yıldırımın ışığında yürüyen adamın durumu gibidir.

Bazı tefsircilere göre, «Işık açılınca yürürler, karanlık olunca dururlar» ibaresinde kinaye vardır. Şayet münafıklar kelime-i tevhidi söylese, mü’minlerle beraber yürürler, mü’minlerin kılıcından emin olurlar, böylece aile efradı esir olmaktan kurtulur. Tevhid nuruyla nurlanırlar. Kelime-i şehadeti terkedip mü’minlerle yürümeyi bırakırlarsa, tevhid nuru söner, tekrar küfür karanlığında hasret içinde kalırlar.

Bazı bilginlere göre de âyetin mânası şöyledir: Hazret-i Peygamber'in peygamberlik delili risalet alâmetleridir. Şayet bunlar nur gibi zahir olsa gönülleri ona meyleder, nifaklan gider, Allah'ı ve emirlerini tasdik ederler,. Ne zaman ki mü’minlerin bir güçlüğe ve zorluğa düştüklerini görseler, - Uhud Savaşı'nda olduğu gibi - hemen pişman olup küfürlerine geri dönerler. Ve küfürleri üzere devam ederler.

İmam-ı Süddî (radıyallahü anh) bu âyetin mânasını şöyle izah etmiştir: Münafıklardan iki kişi Medine'den çıkıp kaçtı. Yolda yağmurlu, yıldırımlı ve şimşekli bir havaya tutuldular. Gecenin karanlığında korkudan yıldırımı duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkarlar, şimşek çaktığı zaman ışığında biraz yürürlerdi. Işık kaybolunca da gidecek bir yer bulamazlar, oldukları yerde kalırlardı. Bu korku içindeyken birbirlerine: «Keşke Muhammed'i tasdik edip biat etseydik, küfür ve nifakı terk etsek de öyle çıksaydık» derler. Bu zamana kadar geçirdikleri zamana pişman olarak Hazret-i Peygambere gelirler, iman edip küfür ve nifaklarından vazgeçer İslâm'ı kabul ederler. Allahü teâlâ Medine'de kalan münafıklar ibret alsınlar, küfür ve nifaklarından dönsünler diye bu iki zatın durumunu haber veriyor. Bundan sonra Allahü teâlâ buyurdu:

«Eğer Allahü teâlâ dileseydi onların işitmelerini de, görmelerini de giderirdi.- Nitekim gönül gözünün ve gönül kulağının görmesini ve işitmesini aldığı gibi. Zira onlar hakkı görüp işitmezler, dünyada sağır ve kördürler. Yüce Allah onların maddi işitmesini ve görmesini isteseydi alırdı. Bu vesileyle günahlarını artırır, cezalarını da hemen verirdi. Fakat Allah'ın hilim sıfatı onların azabının verilmesini geciktirdi. Âhirete te'hir etti. Bütün bunları bu hikmetlerden ibret almaları için yaptı.

Allah, mü’minler ibret alsınlar, onların durumuna düşmesinler, imanını kaybedip âhirette zarara uğrayanlardan olmasınlar diye münafıkların özelliklerini muhtelif âyetlerde açıkladı.

Soru: Elhamdülillah, benim îmanımda şüphem yok Hazret-i Peygamber'in peygamberliğine ve Kur'ân'in haber verdiklerine de kesinlikle inanıyorum. Bu durumda ben nasıl münafıklardan olurum. Bundan sonra onlardan sakınmanın mahzuru nedir?

Cevap: Bu ikazın maksadı kişinin içinin ve dışının münafıklık alâmetlerinden uzak olmasıdır. Müslüman her haliyle nifak alâmetlerinden uzak durmak zorundadır. Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şu sözleriyle bunu çok güzel açıklamıştır:

«Münafığın içi dışına, kalbi diline, sırrı açığa çıkardığına uymaz.» Münafık, iç hali dış haline uymayandır. Dıştan sofî görünür, içi nifak ve fesatla doludur. İnsanların kendisine âlim demesi, gerekli saygıyı göstermesi için âlim süsüne bürünür. İnsanların kendisinden dini öğrenmesi için dindar görünür. Halbuki kalbinde dünya sevgisinden, makam hırsından, şan şeref arzusundan başka bir şey yoktur. Onlar âlim suretinde haramidirler. Dünya sevgisi onları esir edip akıllarını başlarından almıştır. Bunlar Allahü teâlâ'nın Dâvud (aleyhisselâm) 'a haber verdiği âlimler gibidir. Yüce Allah Dâvud (aleyhisselâm)'a şöyle buyurdu :

«Ya Davud, bana ulaşabileceğin yollardan sor, dünya sevgisinin kendisini esir ettiği, onun sarhoşluğu ile aklı başından giden âlimlerden sorma. Onlar benim yolumun haramileri (yol kesicileri)dir ki, bana gelen kullarımı benim yolumdan alıkoyarlar.» Haramiler yolcuya asla doğru yolu göstermezler. Onları soymak, ellerinde bulunanları almak için çeşitli hilelere başvururlar. Bu tip âlimlerin ti urumu da aynen böyledir. Allah'ın rızasını kazanmak, ibadet ve takvâyı öğrenmek için onlara bir şey sorulduğunda kendilerinin de içinde olduğu kuru ve temeli olmayan bir yol gösterirler. O yol buna hoş gelir, bu yolda dünya menfaatini temin eder. O kuru yolda bir gün helak ve perişan olup gider.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Nifakın bir diğeri de dilin kalbe muhalif olmasıdır. Evden eve, şehirden şehire gidip vaaz ve nasihat edenler bunun gibidir. Bunların kendilerinde vaaz ve nasihatten hiç bir eser yoktur, Söyledikleri başka, yaptıkları başkadır. Onların söylediklerinin kendilerine bir faydası yoktur, kaldı ki başkalarına yararları dokunsun. Onları dinleyenlerin doğru yola gelmesi, kötülüğü bırakması mümkün değildir. Kendisine tesir edemeyen bir nasihatçı başkalarını etkileyemez. Bu gibilerin arzusu dünya menfaatini temin etmekten başka bir şey değildir. Dinleyenler ister ıslah olsun ister olmasın, onlar için önemli değildir.

Bunlar, pazar yerlerinde insanları başına toplayıp şifa otu ve şifa macunu satan hekimler gibidirler. Bunlar, macunlarının şifa, otlarının da deva olduğunu öve öve insanlara satarlar. Gayeleri ilâç satmaktır, ilâçların faydalı olup olmadığı hiç önemli değildir, önemli olan ilâçların satılmasıdır. Dünya menfaati için vaaz ve nasihat edenlerin durumu onlardan daha kötüdür. Çünkü din ilimlerini hasis ve basit bir şeyi elde etmek için âlet etmektedirler. Ya vaaz ederek veya Kur an okuyarak mal toplarlar.

Pazarda şifa macunu satan adamın sermayesi yaban otuyla baldır. Bir hasisi başka bir hasisle satar. Macunun ve yaban otunun şifa olduğunu söyleyen satıcı sözüne yalan katar, günah-ı kebair işler, sonunda helak olur. Ya dünya malı için Allah kelâmını satanların hâli ne olur?

Yine Hasan Basri demiştir ki, bir kişinin bir yere girerken başka, çıkarken başka hallere bürünmesi münafıklık alametidir. Sırf çıkarı için ve makam sahibine sadece makamından dolayı tazim ve ikramda bulunan, en yakın dostu olduğunu söyleyerek kendisini öven, işinin olmasını isteyen, işi düşmediği zaman aynı makam sahibinin kötülüğünden bahseden kişinin bu hareketleri münafıklık alâmetidir.

Kim olursa olsun, yukarıda sayılan sıfatlardan biri kendinde bulunan adam münafıktır. Belki bu haller topluma yayılmış, âdet haline gelmiş olabilir. Hatta bunun nehyedildiği dahi unutulmuştur. Bütün bu alâmetler Peygamberimiz dünyadan göç ettikten sonra kısa bir zaman içinde insanlar arasında yayılmıştır. Daha o zamanlar bu alâmetler yayıldığına göre zamanımızın insanlarının durumu acaba nedir? Allah korusun, her halimizde bu alâmetler görülmektedir.

Hazret-i Huzeyfe (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. -Peygamberimiz zamanında bir adam bir kelime söyledi. Ve o kelime ile münafık oldu. Ben şimdi o sözü her birinizden günde on defa işitiyorum.»

Abdullah İbni Ömer'e bir zat gelerek, ya Abdullah, biz çocuklarla konuşurken onların her dediğine doğrudur diyoruz. Yanlarından ayrıldıktan sonra haklarında ne gerekirse onu söylüyoruz. Bu hareketimizin bir sakıncası var madır? Abdullah, Resûlüllah zamanında bunun gibi işleri biz nifak sayardık, demiştir. Hazret-i Abdullah'ın beyan ettiği bu nifak münafıklık alâmeti değildir. Münafıklık ve münafık alâmeti, îmanın zıddı olan, îman ile bir arada bulunması mümkün olmayan davranış ve hareketlerdir. Peygamberimiz şu sözleriyle münafıklığın alâmetini ne güzel izah buyurmuştur:

«Münafıklığın alâmeti dörttür; Bu alâmetleri taşıyan kimse namaz kılsa, oruç tutsa, yani kendisinin müslüman olduğunu sansa bile yine münafıktır. Bu alâmetler şunlardır:

Konuştuğu zaman yalan söyleyen, söz verip sözünden dönen, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eden, biriyle münakaşa ve kavga ettiği zaman haddi aşıp kötü söz söyleyen» (Buhârî ve Müslim).

Bu vasıfları üzerinde bulunduran kişi Peygamberimizin lisanıyla münafıktır. Peygamberimizin hadisinden ve sahabenin sözlerinden nifakın büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrıldığını öğreniyoruz.

Büyük nifak, kişinin îmanında ve itikadında münafık olmasıdır. Allah, peygamber ve âhiret hakkında kalbinde şüphesi bulunan kimiler halis münafıklardır. Nifak îmanı götüreceği için nifak ile iman ikisi bir arada bulunamaz. Nifak bulununca îman gider, sahibi İslam'dan çıkar, küfre girer.

Nifakın küçüğü, kişi amelinde münafıktır. Amelini gösteriş için yapar. Başkalarına kendini beğendirmek arzusundadır.

Sahabe-i Kiram Peygamberimize mü’minle münafığın alâmetini sorar, Peygamberimiz mü’minin himmeti (aklı, kalbi) daima namaz ve oruçtadır, buyururdu.

Hatem-i Esam buyurdu ki Mü’min daima dînini ve âhiretini düşünür. Neye bakarsa ondan bir ibret alır. Kalbinden Allah korkusunu çıkarmaz. Münafık ise devamh olarak dünya arzularının peşindedir, Âhiretini unutur, uzak hayâller kurar, dinini düşünmez. Dünyayı toplamaya çalışır. Mü’min Allah'tan başkasından bir şey beklemez. Ancak her şeyi sebebine sarılarak Allah'tan ister. Münafık her şeyi başkasından bekler. Allah'tan ümidini keser. İnsanlardan medet bekler. Bilmez ki medet beklediği insanlar da kendisi gibi âcizdir.

Mü’min Allah'tan başkasından korkmayan, yalnız Allah'tan korkan kimsedir. Âhiretini unutmayıp sağlam tutandır. Mü’min dini uğrunda malını mülkünü ve canını feda etmekten çekinmez. Malının ve canının gittiğine razı olup dininin ziyana uğramasına rıza göstermez. Münafık, dininin ve âhiretinin gitmesine göz yumup malının zarara uğramasına asla rıza göstermeyen, dini uğruna fedakârlıkta bulunmayan kimsedir.

Mü’min daima ibadet ve hayır işleriyle uğraşır, Allah korkusundan göz yaşı döker. Münafık ise her zaman günah ve fesat içindedir, kalbinde Allah korkusu bulunmaz.

Mü’min hayalı, edeplidir, kimseyi incitmez. Daima doğruyu söyler. Olur olmaz yerlerde konuşmaz. Anaya babaya iyilik ve ihsanda bulunur. Her an Allah'a şükürden geri durmaz. Kimsesizleri, yoksulları gözetir. Hısım ve akrabayı düşünür. Merhameti elden bırakmaz. Mü’min başkasının gıybetini yapmaz. Kimseye lanet etmez. Hased, kin ve koğuculuk ve cimrilik gibi sıfatları kendinde bulundurmaz. Bütün bunlar münafıklık alâmetidir. Hiçbirisi mü’mine lâyık değildir. Müminin bunlardan korunması lâzımdır. Çünkü bu sıfatlar amelde münafıklık alâmetidir. Zamanımızın âlimlerinin çoğu amelde nifak içindedirler. Kendilerinin bu durumu insanların da nifak ve dalâletine sebep olmuştur. Zira avam-ı nas bunların haline bakıp zannederler ki, bu sıfatları taşımak İslâm'ın şartlarındandır. Çünkü halkın gözünde âlim olan onunla sıfatlanmıştır. Halk kendisini örnek alır. Farzmış gibi âlimin yaptıklarına uyar. Farzı bile terkeder de onu bir defa bile terketmez. Bunun için Peygamberimiz buyurdu:

Taşın üzerinde yürüyen karıncanın ayak izinin gizli oluşu gibi şirk de benim ümmetimin içinde gizlidir. Şirk ve nifaktan uzak olanlar, ona düşmekten korkanlardır. Şirk ve nifaka yakın olanlar, aldırış etmeyip sıfatlarından korkmayanlardır.»

Burada bahsedilen şirk büyük şirk değildir, küçük şirktir. Meselâ amel-i riya gibi. Bunlar kişinin imanını gidermez. Ama imanın hakikatini ve kemâlini giderir. Yani îmanın ışığını söndürür. Bunu ancak basiret ehli anlar. Mâna gözü açık olanlar bilir. Bu gizli sıfatlan da ancak ehl-i takva anlar, ibadette kemâl sahibi olanlar, Allah korkusunu kalbinden hiç çıkarmayanlar anlar.

Hasan-ı Basrî'ye, elhamdülillah zamanımızda münafık kalmadı dedikleri zaman şu cevabı vermiştir: Allahü teâlâ münafıklara bir âfet gönderse, onları helak etse, şu sokaklarda insan ölüsünden ayak basacak yer bulamazdınız.

Münafıklar ve özellikleri hakkındaki bu önemli açıklamalardan gerçek mü’minlerin ibret alarak imanlarını muhafaza etmeleri gerekir. Nifak ve şirk içinde olanlar Allah'ın azabından emin değillerdir. Onların akıbetlerinden korkulur. Zira hiç kimse son neferinde imanla mı yoksa imansız mı göçeceğini bilemez. Bu çirkin sıfatlar galip gelip ölüm vaktinde îmanını selb ederse küfür üzere gider. Yeri ebedi cehennem olur. Önceki îmanın ona hiç bir faydası olmaz. Bu, şuna benzer. Kuşluk vakti oruçlu olan bir kimse ikindi vakti orucunu bozarsa bu oruç tam gün olmadığı için batıldır. Geçerli değildir. Orucun geçerli olması için tam gün tutulması gerekir. Yarım gün oruç olmaz. Bunun ibadet sayılabilmesi için bütün gün olması lâzımdır. Aksi düşünülemez. Mü’minin îmanının da fayda vermesi için dünyadan son anda iman ile ayrılması ve ruhunu teslim etmesi lâzımdır. Orucunu bozanın orucu batıl olduğu gibi, îmanı gidenin de İslâm'ı batıldır.

Akıl ve idrâk sahipleri bundan ibret alırlar, imanlarını ibadetle takviye ederler, kötü sıfatlardan kendilerini korurlar. Cahillere ise ne kadar söylenirse söylensin yine ibret alıp durumlarını düzeltmezler.

21

«Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet edin, umulur ki takvaya ulaşasınız.»

Bu âyette Yüce Mevlâ bütün kullarına hitap etmiştir. İnanmayanlara, ey kâfirler; sizi yoktan var ettim. Rabbiniz birdir, O'na mülkünde ve ibadette ortak tutmayın. O ortaktan beri ve ortağa ihtiyacı olmayandır. Çünkü her şeyi yaratan O'dur. Münafıklar, imanlarına şek karıştıranlar, gönlünüzdeki şüpheyi giderin. İmanınızı ihlâsa döndürün. Sizi yoktan var eden Rabbinizin bir olduğuna hakkıyla inanın ki, bu imanınızdan istifade edesiniz.

Âsî ve günahkâr olan mü’minler, Rabbinize ibâdet edin, O'nun nimetlerine nankörlük yapmayın. Tevbe ile muvafakat yoluna girin, rızasını kazanın ki, necat bulaşınız. Mü’minlerin itaatkâr olanlarına, ey kullarım. Rabbinize ibadette devam edin, hak yoldan ayrılmayın. Ahiretinizi kazanın ki, cennet nimetiyle mükâfatlanıp ebedî saadete eresiniz.

Bu ilahi kitap, kâfilere tevhidi, münafıklara ihlâsı, âsî mü’minlere tevbe ve itaati, mutî olan mü’minlere de istikamet ve ibadete devamı buyurmaktadır. Düşünebilenler bundan büyük hikmetler çıkarırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'deki «nida» edatı altı mânaya gelir:

l- Çağrılanı medhetmek, övmek. Şu âyet buna örnektir:

Nebi- Farsçada peygamber demektir. Yüce Allah onları medh ederek »benden haber verenler» diye peygamberlere hitap etti. Bunlar Allahü teâlâ'nın en sevgili kullandır. Allah ile kul arasında tercümandırlar. İlâhî emirleri kullara getirirler ve onların îmana girmesini sağlarlar, Allah katında imandan daha sevgili bir şey yoktur.

2- Çağrılanı zemmetmek için kullanılır. Şu âyetlerde olduğu Allah katında küfürden daha çirkin bir şey yoktur. Kâfirler hakkı bırakıp küfre daldılar. Bunun için de zemmedildiler, ilâhi rahmetten kovuldular. Yahudiler de haktan batıla döndüler. Onlar da zemmedilenlerden oldular. Yahudilerle kâfirleri zemmedip ey kâfirler, ey yahudiler diye hitap etti. Onları gafletten uyarmak için bu şekilde hitap etti. Onlar, kendinden habersiz uyuyan adam gibidirler. Şefkatli bir adam uyuyan adamı görür. Onu yılanın sokacağını, yabani hayvanın parçalayacağını, eşkıyanın öldüreceğini anlar. Bütün bu serlerden kurtulması için onu uyarır.

3- Tenbihtir. Yani gafletten uyarmaktır. Bütün insanların hepsi kendinden habersiz gaflet içinde uyuyan gibidir. Kendi durumlarından haberdar değillerdir. Kâfirler, münafıklar, âsîler, mutîler hepsi bir nevi gaflet içinde mağrur olmuşlardır. Şeytanlar, yilanlar ve yabaniler onları helak etmeye kast etmişlerdir. Allahü teâlâ rahmet sıfatıyla onlara acıdı ve buyurdu:

Tâ ki gaflet uykusundan uyanıp helak olmaktan kurtulsunlar. İki cihan saadetine ulaşsınlar. Gaflet uykusundan uyanıp kendilerini kurtaranlar ebedî saadete ulaşanlardır. Uyanmak için çağrıldığı halde gaflet uykusuna devam edenler iki cihan saadetini yitirip helak ve perişan olacaklardır.

4. İzafet nidasıdır. Bu nida edatıyla çağrılanların Allah katındaki şerefine ve kerametine delâlet eder. Allah katındaki derecelerine işaret eder ki Allahü teâlâ kendine itaat eden kullarını sevdiği için «Ey benim kullarım» diye çağırmıştır. Onlar Allahü teâlâ'nın emirlerini yerine getirmekle aziz ve mükerrem oldular. Yüce Allah da onları benim kullarım diye övdü. Diğer kulları da Allah yarattı ama onlara «kullarım» demedi. Zira onlar Mevlâlarının emirlerine itaat etmediler, isyan ettiler, neva ve heveslerine uyup şeytanın yolundan gittiler. Kendilerini hor ve hakir kıldılar. Şereflerini yitirdiler. Bunun için Yüce Mevlâ -Yâ İbâdî - benim kullarım- demedi.

5. Nidâ-i nisbiyye. Allahü teâlâ bazı yerde -Yâ benî Ademe- ey Âdem oğulları, -Yâ benî İsrâîle- ey israil oğulları diye atalarına isbet ederek çağırmıştır. İsrailoğulları Yâkub Peygamber'in soyundan gelmektedir, Yâkub Peygamber'in on iki oğlu vardı. Her oğuldan bir kabile geldiği için İsrailoğulları on iki kola ayrılmıştır. Ve her kabile kendi atasma nisbet edilmiştir.

6. Tesmiye nidası. Yüce Allah, yâ Dâvud, yâ İbrahim, yâ Musa, diyerek bazen isimlendirerek çağırır. Yüce Allah'ın seçkin kullarını bu şekilde çağırması onlara bir hürmettir.

Allahü teâlâ îman eden kullarının sânını yüceltmek için «Yâ ıbâdî» diye çağırmıştır. Bütün bunlar sana nasihat için açıklandı. Allah'a itaat et, kulluğuna gir. İsyan edip gadabına uğrama. Allah bir kuluna lütfetti mi onu adıyla çağırır, kendine döndürür, kullusuna kabul eder, Kul şayet itaat ederse rahmete nail otur, itaati terk ederse rahmetten koğulur.

Yüce Allah bana yönelip kulluk etsinler diye bütün kullarına diye nida etti. Daha sonra emir buyurup dedi. «Rabbinize itaat edin» Bu nida olunanlar dört sınıfa ayrılırlar: Allah'a itaat eden mü’minler, âsi olan mü’minler, kâfirler ve münafıklar... Yüce Allah'ın «U'büdû» emrinin mânası dört veçhe ayrılır. Her vecih bir sınıfa işaret eder. Birinci mâna «Vahhidû» demektir ki, kâfirlere hitaben Rabbiniz birdir, O'na şerik tutmayın demektir. İkinci mâna, «Ahlasû bittevhidi» demektir ki, münafıklara hitaben Rabbiniz birdir, O'na ihlâs ile îman edin, kalbinizden şüpheyi çıkarın. Üçüncü mâna, «Etîû» demektir ki, bu emir mü’minlerin âsi olanlarınadır. Onlara nefsinizin arzularına uyup Allah'a âsi olmayın, isyanı bırakın, der. Dördüncü mâna, 'Üsbitû» emridir. Bu mü’minlerin muti olanlarına hitaptır. Rabbinize itaat ve ibadete devam edin, O'nun emirlerinden ayrılmayın. Bu dört sınıfın ibadetini bildirdikten sonra Hâlikıyetini beyan edip buyurdu:

«Sizi ve sizden öncekileri yoktan var edip vücuda getiren Rabbinize itaat edin.- İtaatiniz sebebiyle, isyandan kaçar, Allah'tan korkarsanız necat bulmuş kullardan olursunuz. İlâhi azaptan kurtulanlardan olursunuz.

22

«Göğü üzerinize bina edip semadan indirdiği su ile rızıklanmanız için çeşitli nimetler vücuda getiren, yeri de sizin için döşek yapan Rabbinize muti olup ibadet edin.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. -Her gök birbirinin üzerinde kubbe gibi yaratılmıştır. Birinci sema ile yer arasında bir münasebet vardır. Gökten tatlı sular indirip o sular sebebiyle kudret hazinesinden çeşitli nimetler vücuda getiren, rızık olarak size veren Rabbinize itaat edin. Fazlı keremini size böyle ihsan etti. Siz hiç bir şeyi ona ortak tutup verilen nimetlere nankörlük etmeyin. Siz de biliyorsunuz ki, bütün varlıkların yaratıcısı odur. O'ndan başkası bir nesne yaratmaya asla kadir değildir.

Denilmiştir ki, her nesne bu dünyada meydana gelir. Her nesnede bir nişan vardır ki, dört veçhile yaratıcısına işaret eder:

1- Bütün varlıkların mevcudiyeti bir yaratıcının varlığına delâlet eder. Mevcudatın kendiliğinden var olması mümkün değildir. Hepsinin bir yaratanı vardır. Bu bina kendiliğinden oldu, bu elbise terzisiz dikildi demek mümkün değildir. Mutlaka bunların bir yapanı vardır. Böyle basit şeyler ustasız olmuyor, bu muazzam kâinat nasıl olur da ustasız meydana gelir. Kendiliğinden meydana gelmesi mümkün mü? Hayır asla mümkün değildir. Her mevcut bir yaratıcının varlığını isbat ediyor. En basit varlıklar yapıcısının varlığına işaret ettiği halde, yer ile göğün yaratanın varlığına işaret etmemesi mümkün mü? Elbette mümkün değil.

2- Yaratılanların yaratıldığı gibi sabit kalmaları yaratıcının varlığına delâlet eder. Yaratıcının bir olduğunu gösterir. Yaratıldığından beri geceyle gündüz birbirini takip eder, durur. Biri gelir, biri gider. Mevsimler bir nizam dahilinde birbirini takip eder. Meyveler olur, çiçekler rengârenk açılır, vakti gelince ekinler olur. Her nebatat yaratıldığından beri aynı özelliği muhafaza eder. Bütün bu nizam ve intizam, her şeyin bir ölçü dahilinde seyretmesi, yaratanın bir olduğuna delâlet etmez mi? Elbette eder. Şayet Yaratıcı iki olsaydı, bu nizam allak bullak olurdu. Nitekim Yüce Allah şu âyette: (......) buyurmuştur. «Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka ilâh olsaydı, her ikisi de harap olur giderdi» (Enbiyâ: 22). Bu âyet-i celîle Yaratıcı'nın bir olduğunu açıkça isbat ediyor. Yüce Allah'ın yardımcıya, ortağa ihtiyacı yoktur. -Ol» emrini verdi mi her şey o anda olur.

3. Yaratılan varlıkların cinsleri ve şekilleri başka başkadır. Hiç biri birbirine benzemez. Her varlık nasıl yaratılmışsa onun devamı da aynıdır. Dünyanın sonuna kadar da aynı şekilde devam edecektir. Çünkü bugüne kadar aynısı devam etmiştir. Bütün bunlar Yaratıcı'nın var olduğunun delilidir. Çeşit çeşit varlıkları vücuda getiren Yaratıcı elbette bunların keyfiyetinden de haberdardır. Bu da O'nun bir olduğunun alâmetidir, usta bir hattata kalem tutmayıbilir misin diye sormak ahmaklıktır. Âlemlerin halikının ilmi bütün varlıkları ihata etmiştir. Her şey Onun bilgisi dahilindedir.

4. Bütün varlıklar bir ölçü içinde yaratılmıştır. Hiç birinde en küçük bir noksanlık yoktur. Bunların noksansız oluşu, Allah'ın Hâlık, Kadir ve Kadîm olduğunun delilidir, Dağlar, taşlar, yerler, denizler ve içindekiler hep birden Allah'ın birliğine işaret eder. Bunların yaratıcısı yalnız Allah'tır. Başkasını hâak kabul etmek muhaldir. Cihanın kadîm olduğunu söylemek de akıl işi değildir. Zira birşey kendini yaratamaz. Yüce Allah varlıklar içinde en ustun olarak insanı yaratmıştır. O kendini yaratamadığına göre oaşka varlıklar nasıl yaratabilir? Allahü teâlâ akıl sahiplerini tefekküre çağırıyor ve «cihan kadimdir» diyenleri de şu âyetiyle îkaz ediyor. Onların varlıklarından habersiz olduklarını bildiriyor. Kalbinde şüphesi olanlara şu âyeti buyuruyor:

23

«Eğer kulumuz Muhammed üzerine indirdiğimiz kitapta şüpheniz varsa, haydi onun gibi bir sûre de siz getirin. Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın, eğer doğru kimseler iseniz.»

Tefsirciler bu hitabın Yahudilere yönelik olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ Yahudilere hitaben demiştir ki, siz Tevrat ehlisiniz. Bizim kulumuz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiğimiz Kur'an -da bu Allah tarafından değil, bunu Muhammed kendi uydurdu diye kalbinizde şüpheniz varsa, haydi siz de Muhammed'in okuduğu sûre gibi bir sûre getirin. Ona mukabil yapın. Baktığınız zaman ona muvafık olsun. O Kur'an Allah katındandır. Muhammed onu kendi düzmemiştir. Eğer bu iddianızda samimiyseniz, âlimlerinizi, şahitlerinizi de çağırın, yardımlasın ki, bu işin hakikati ortaya çıksın ve kalbinizdeki şüphe zail olsun.

Bazı bilginler de bu âyet Mekkeli müşrikler hakkında indi, demişlerdir. Allahü teâlâ onlara hitaben demiştir ki, eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'da, O Allah tarafından gönderilmedi, Muhammed onu kendi düzdü diye bir şüpheniz varsa, sizler Arabm edipleri ve beliğlerisiniz. Varın şairlerinizi, ediplerinizi, ilâhlarınızı çağırın, Muhammed'in okuduğu sûreye benzer bir sûre getirin. Ama getiremezsiniz. Çünkü O'nu Muhammed düzmedi. O, Allah katındandır, onun hepsi haktır. Onda bâtıl ve boş söz yoktur.

İmam-ı Cafer (radıyallahü anh)'e göre bu âyet Mekkeli kâfirlere hitap etmektedir. Eğer Muhammed'e indirdiğimiz Kur'an'da şüphe edip O'nu Muhammed düzdü, Allah tarafından gönderilmemiştir diyorsanız, gidin Muhammed gibi ona benzer bir süre düzün, getirin. Muhammed'in okuduğu sürenin aynı olsun. Biliniz ki kulu Muhammed'e Allah tarafından indirilmiştir. Şayet hâlâ şüpheniz varsa, siz de Kur'an'ın sûrelerine benzer on sûre getirin. Nitekim Kur'ân-ı Kerim de buyruldu. «Habibim, söyle onlara eğer şüphe ediyorlarsa Kur'an'ın benzeri gibi on sûre getirsinler» (Hûd: 13). On sûre getirmekten âciz kaldılar. Beşerin ne haddine Halik sözüne benzer söz söylemek.

Allah, kelâmına benzer bir âyet ve bir süre getirmekten âciz olduklarını açıklamak için şu âyeti indirmiştir:

«De ki, andolsun, insanlar ve cinler şu Kur'ân'ın benzerini getirmeleri için bir araya toplansalar da, yine onun benzerini getiremezler» (İsrâ: 88). Yâ Muhammed kâfirlere söyle, cinler ve insanlar şu Kur'ân'ın benzeri bir nesne getirmek için bir araya toplanıp yardımlaşsalar, asla onun benzerini getiremezler. Bununla Kur'an'ın insan kelâmı olmayıp Allah Kelâmı olduğunu anladılar. Hazret-i Muhammed Allah'ın kulu ve Resulüdür.

24

«Eğer siz onu yapamazsanız -elbette yapamayacaksınız- artık o ateşten sakının ki, onun çırası insanlarla taşlardır. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır.»

Kâfirler bugüne kadar Kur'ân-ı Azimüşşân'a benzer bir nesne getiremediler ve kıyamete kadar da getiremeyeceklerdir. Zira Kur'ân-ı Kerim onlara meydan okumaktadır. Yâ Muhammed, körü körüne Kur'ân'ın âyet ve sûrelerini inkâr edenler bu iddialarından vazgeçsinler, yakıtı kibrit taşları ve insan olan cehennemden sakınsınlar.

Allahü teâlâ'nın cehennem yakıtının birisini kibrit taşı olarak zikretmesinin beş hikmeti vardır. Bu taş tez tutuşur ve geç söner. Çok kötü bir kokusu vardır. Ateşi kuvvetlidir ve gövdeye yapışıcıdır.

Bazı tefsircilere göre ise cehennemin yakacağı insanoğluyla taştır. Her cehennem ehlinin boynuna bir taş asılır. Cehennem sakinleştiği zaman onu cehennemin içine çeker, tekrar cehennem alevlenir. Cehennem bütün şiddetiyle kâfirler için hazırlanmıştır.

Mû'tezile mezhebine göre cehennem henüz yaratılmamıştır. Ehl-i Sünnet mezhebine göre ise yaratılmıştır. Zira yaratılmayan bir şey ile kullarını korkutmak Allah'a yakışmaz. Bu, boş bir şeyle uğraşmak olur ki, hâşâ Allah boş şeylerle uğraşmaktan münezzehdir.

Soru: Allahü teâlâ cehennem kâfirler için hazırlandı, buyuruyor. Bundan mü’minlerin cehenneme girmeyecekleri anlaşılmaktadır. Halbuki bazı yerlerde müminlere cehennemden sakının denilmektedir. Bu âyet ile diğerleri arasındaki fark nedir?

Cevap: Bu âyette muhtemelen iki hususa işaret edilmektedir: Cehennemin tabakaları çoktur. O, kâfirler için yaratılmış olup mü'minler için değildir. Fakat mü’minlerin âsileri de oraya girecektir. Cehennem kâfirler için hazırlanmasına rağmen mü’minlerin âsileri de oraya girecek ve azaplarını çekeceklerdir. Birinci mâna budur.

İkinci mâna ise şöyledir: Bir iş için hazırlanan bir âlet başka bir işte kullanılamaz diye bir kayıt yoktur. Nitekim bir binek hem savaşta, hem de seyahatte kullanılmaktadır. Savaşta kullanılması seyahatte kullanılmasına mâni değildir. Cehennem kâfirler için hazırlanmıştır, fakat mü’minin de muazzep olmasına mâni değildir. Mü’min cehennemde ebedi değil, cezası kadar kalacaktır. Cehennemde ebedî kalacak olanlar kâfirlerdir. Bundan dolayı cehennem kâfirler için hazırlanmıştır.

Allahü teâlâ yukarıda geçen birinci âyette yaratılanları zikredip, kendinin yaratıcı olduğunu isbat etmiştir. İkinci âyette, Kur'ân'ı ve Resûlü'nün nübüvvetini isbat etmiştir. Bundan sonra mü’minlerin sevaplarına işaret ederek buyurdu ki:

25

«Yâ Muhammed, bana iman edip senin risaletini ve benim kelâmımı tasdik edip, amel-i salih işleyenleri müjdele. Onlar için bağlar, bostanlar vardır. Makamlarının ve köşklerinin altından ve yanından bal, süt ve şerbet ırmakları akar. Her defasında o taamlardan ve yemişlerden yedikleri zaman bunlar 'önceki yediklerimizdendir' derler. Zira renkleri ve şekilleri öncekilere benzer. Fakat lezzet ve kokusu onlara benzemez. Taddıklan zaman önceki yediklerine benzemediğini anlarlar.»

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: «Cennet ehli bize verilen taamlar ve yemişler, bundan evvel dünyada yediğimiz taamların ve yemişlerin aynıdır» derler. Bunların renkleri ve şekilleri dünyadaki lere benzer. Lezzet ve kokuları dünyadakilere benzemediği gibi içinde bozulmuşu da yoktur, bunlar asla bozulmazlar.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir: Cennetteki nimetlerin hiç biri dünyadakilere benzemez. Ancak isimleri benzer. Hurma, üzüm, elma vb.. gibi. Renkleri, kokuları ve lezzetleri benzemediği gibi cennette olan şeylerin hiçbiri de dünyadakilere benzemez, Cennette Allah'ın mü’min kullarına verdiği nimetlerin hiçbiri dünyadakilerle kıyaslanamaz. Yüce Allah îman edip amel-i salihte bulunan kulları için cenneti hazırlamıştır. Mü’minler için orada köşkler, huriler vardır ki, onlar özür görmezler, dünyadaki beşerî ihtiyaçların hiç biri kendilerinde yoktur. Onların güzelliği tarif edilemez. Onlarda kin, haset, düşmanlık yoktur. Hurilerin kendi helâllıklarından başkasını gözleri görmez. Cennette ölüm olmadığı gibi oradan bir daha çıkmak da yoktur.

26

«Şüphe yok ki Allahü teâlâ bir sivrisineği ve onun üstünde bulunanı mesel olarak getirmekten çekinmez.»

Yüce Allah Hacc süresinin 73. âyetinde de şu hakikati zikrediyor : Sizin Allah'ı bırakıp da tap-

«Allah'tan başka veliler edinenlerin durumu, kendine bir yuva yapan örümcek misalidir» (Ankebût: 41).

Allah'tan başkasının dostluğu örümcek evine benzer. Hafif bir dokunmada yıkılıverir.

Yahudiler ve müşrikler bu misalleri işitince, birbirlerine «Muhammed'in Rabbinin sinek ve örümcekle misaller vermesi acaip değil mi?» dediler. Allahü teâlâ sivrisinekle misaller vererek hakkı açıklamaktan asla çekinmez. Bu misaller insanoğlunun acizliğini ortaya koyarak en küçük bir canlı parçasını bile yaratamayacaklarını göstermektedir.

Bazı tefsirciler ise, -Allahü teâlâ inanmayanlara hakaret olması için, sivrisinekten başka bir şey ile de misal getirmekten asla imtina etmez» demişlerdir. Allahü teâlâ bu misalleri irşad yolunu beyan etmek için onlara getirmiştir. Yüce Allah sivrisineği misal olarak verdi ki, insanlar ve cinler bir araya gelseler, bir sivrisinek bile yaratamazlar. Âyet-i celîlede sivrisineğin zikredilmesi, yaratılış itibariyle sivrisinekle diğerlerinin arasında fark olmadığını, filde ne varsa aynısının sivrisinekte de bulunduğunu, hatta filden farklı olarak sivrisinekte iki kanadın bulunduğunu beyan etmek içindir.

Sivrisinekle insanlar arasında bir benzerlik vardır. Sivrisinek açken yaşar. Doyduğu zaman ölür. İnsan da fakirken dünya fitnelerinden uzak olur. Haline şükrederek sabreder. İbadetine düşkün olur, âhiret azabından kurtulur. Karınlan tok olanlar dünyaya dalarlar, çeşitli sapıklıklara düşerler ve azarlar. Allahü teâlâ bu açıklamadan sonra buyurmuştur:

«Artık îman edenler, onun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise 'Allah bu misal ile ne murad etmiştir' derler. Allah onunla birçoğunu şaşırtır. Yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla fasıklardan başkasını şaşırtmaz.» İman edip Allah'ın birliğini tasdik edenler örümcek, sinek ve sivrisinekle getirilen misallerin hak ve Allah katından olduğunu bilirler. Bu misallerle hakkı beyan edip inanmayanları hidayet yoluna çevirmek içindir, iman sahipleri bu misallerle imanlarını artırırlar. Kâfirler ve müşrikler «Allah'ın sivrisineği zikrederek misal getirmesinden maksat nedir?» derler. Hak teâlâ onlara cevap vererek buyurdu. İnsanların bir kısmı bu misallerle alay ederler. Allah da onlardan yardımını kaldırır ve hidayet yolunu bulamazlar, iman sahipleri ise bu misallerle imanlarını artırırlar ve doğru yol üzere sebat ederler. Yüce Allah hiç kimseden yardımını kesip helak etmez. Ancak fasıkları helak eder.

Fasık, Allah'ın emirlerine itaat etmeyip günah işleyen ve yeryüzünde fesat çıkaran kimsedir. Fasık Allah'ın emirlerini yerine getirmez.

27

«O kimseler ki, Hak teâlâ'nın ahdini tevsik - yemin ile tekit -ettikten sonra bozarlar. Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler. Yeryüzünde fesat çıkarıp bozgunculuk yaparlar. İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.»

Sapıklığa düşüp helak olan 'fasıklar, Allah ile ahidleştikten sonra ahidlerini yerine getirmeyip bozanlardır.

Allahü teâlâ Tevrat'ta Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya, Âhirzaman Peygamberinin geleceğini haber vermiş ve adının Mahmud olduğunu bildirmiştir. Hazret-i Musa, Hazret-i Peygamber İslâm'ı tebliğ için ortaya çıktığı zaman kavminin O'na îman edip hak peygamber olduğunu tasdik etmesi için onlarla ahidleşmesini emretmiştir. Hazret-i Musa bu şekilde onlarla ahidleşti. Ve Hazret-i Peygamber gelince O'nu tasdik edeceklerine, iman edip peygamberliğini kabul edeceklerine dair onlardan söz aldı. Fakat Hazret-i Muhammed peygamber olarak geldikten sonra, sözlerinden döndüler. O'nun peygamberliğini kabul etmediler. O'nu yalanladılar. Dolayısıyla Hazret-i Musa'ya verdikleri sözden döndükleri, Peygamberi yalanladıkları için fasıklardan oldular.

Bazı tefsirciler ise şöyle demişlerdir: Bu ahidden maksat, Yüce Allah ruhları yarattığı zaman onlara, -Ben sizin Rabbiniz değil miyim» demişti. Bunun üzerine ruhlar da «Belâ»: «Evet, sen bizim Rabbimizsin» demişlerdi. Bunlar Allah'ın rubûbiyetini, kendilerinin ise ubudiyetlerini izhar için «belâ» dediler. Sonra ahidlerini unutup, nefs-i hevalarına uyup, O'na Rab diye ibadet etmediler, fasıklardan oldular.

Soru: Yahudiler Allah'ın birliğini ikrar ederler. Bu ikrar edenlerden kaç tanesi ahidlerinden dönmüşlerdir?

Cevap: Onlar Muhammed'in risaletini kabul edip tasdik etmediler. Halbuki Allahü teâlâ, O'nun hak peygamber olduğunu onların kitabında beyan etmiştir. Onlar Allah'ın kitabına da inanmadılar. Allah'ı yalanlayıp müşrik oldular. Yahudiler Kur'an'a da inanmadılar. O, Muhammed'in sözüdür, dediler. Kur'ân'a inanmayıp şüphe edenler, o Allah kelâmı değildir diyenler Allah'a şirk koşup ahidlerini bozmuş olurlar. Ayetiyle onlara buyurdu ki: «Bütün peygamberlere iman edin. Zira onların hepsi Allah'ın peygamberleridir. Peygamberlikte beraberdirler. Ancak derece itibariyle birbirlerinden farklıdırlar.» Yahudiler peygamberlerin bir kısmına iman edip bir kısmına etmediler. Onları yalanladılar.

Bu âyetin manasıyla ilgili olarak bazıları da şöyle demiştir: Allah anaya, babaya, hısım ve akrabaya ziyarette bulunmayı ve sıla-i rahim yapmayı emretmiştir. Onlar da bundan vazgeçmişler, sıla-i rahimi terketmişlerdir. Böylece ilâhi emre karşı geldiler, ahdi bozup münafıklardan oldular. Allahü teâlâ fasıkların vasıflarını zikredip şöyle buyurdu:

«Onlar yeryüzünde fesat çıkarırlar. Kendileri îman etmedikleri halde, îman edenleri küfre davet ederler. İman etmek isteyenleri ise bundan alıkoymaya çalışırlar.» Onlar ahdi bozup ziyana uğradılar, İslâm'ı birakıp küfre daldılar.

Kelbî İbn Abbas'tan rivayet edip demiştir ki: «Her mü’minin cennette yeri, aile ehli ve hizmetçisi vardır. Kâfirler îmana gelselerdi onların durumu da aynı olacaktı. Kâfir îmana gelmediği için ona verilecek makam mü’mine geri verilir. Böylece onlar ziyankâr ve gazaba uğrayanlardan oldular. Yüce Allah onların inkârlarına hayret ederek şu âyeti indirdi:

28

«Allah'a nasıl olup da küfrediyorsunuz? Halbuki siz ölüler iken o diriltti. Sonra sizi yine O öldürecek, tekrar sizi O diriltecek ve nihayet yalnız O'na döndürüleceksiniz.»

Allah'ı nasıl olup da inkâr ediyorsunuz? Siz annelerinizin karnında bir nutfe iken size şekil verip hayat verdi. Dünyaya getirip muayyen bir ömür takdir etti. Ömrün bitiminde tekrar sizi öldürdü. Kıyamet günü sizi tekrar diriltecek ve bu dünyada yaptıklarınızdan hesaba çekecektir.

Soru : İnsanlar amellerine göre cezalandırılırlar. Amelleri hayır ise sevap, şer ise azap görürler. Allahü teâlâ neden taaccüp ediyor? İşitmediğini işiten, görmediğini görenler taaccüp ederler. Allah yaratmadan evvel her şeyi biliyordu. Bildiği halde hayret etmesi neden ileri geliyor?

Cevap: Allahü teâlâ kullarını ölüyken dirilttiği, hayat verdiği halde onların küfretmelerine hayret ediyor. Allah kendisine kulluk yapmaları için onlara hayat veriyor, onlar ise Allah'a ibadeti terk ediyor, Yaratan'ı unutuyor, küfre dalıyorlar. Yüce Mevlâ bunların bu haline taaccüp ediyor. Onların akıbetlerini bildiriyor, mutlaka azaba uğrayacaklarını haber veriyor.

İmam-ı Kelbî demiştir ki: Yahudiler kıyamet günü hesaba çekileceklerini bilip sükût ettiler. Çünkü onlar kitaplarından kıyametin varlığını ve insanların orada hesaba çekileceklerini öğrenmişlerdi. Müşrikler inkâr ederek dediler ki: «Kimin gücü yeter öldükten sortra bizi diriltmeye?»

29

«Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde tesviye eden O'dur. O, herşeyi hakkıyla bilendir.»

Öldükten sonra sizi diriltecek olan Allah'tır. Vakti geldiği zaman yeryüzünde vücuda gelmesini takdir ettiği şeyleri yaratan O'dur. Zira var olan şeylerin hepsi bir anda yaratılmadı ki, bu âyet geldiği zaman tamamı yaratılmış olsun. Allahü teâlâ var ettiği şeylerin tamamnı insanlar için yaratmıştır. Onların istifadesine sunmuştur.

Âyette geçen «Halaka» fiili «Kaddere» manasınadır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı Azimüşşân'da buyurmuştur. Bu ve buna benzer âyetler Kur'ân-ı Kerim'de çoktur. Bunlarla kast edilen mânayı ancak Allah bilir. Müfessirler bunlara çeşitli mânalar vermişler, fakat insanlar yine de bunların mânası hususunda üçe ayrılmışlardır:

Bir grubun görüşü şöyledir: -Biz bu âyetleri okuruz. Allah kelâmı olduğuna îman ederiz. Tefsirine girmeyiz.»

Enes (radıyallahü anh)'e İbn Saffan «Errahmânü alel'arşistevâ» âyetinin mânasını sormuş, Enes de, îsteva'nın mânası belli, Allah hakkında keyfiyeti meçhul, akıl onda tasarruf edemez. Buna îman etmek vaciptir. Bu gibi âyetlerden sormak bid'attir» demiştir.

İkinci bir grup, biz bu âyetlerin zahirî mânalarına göre amel ederiz, buna göre tefsir ederiz, dediler. Bunlar Allahü teâlâ'yı insanlara benzettikleri için«Müşebbihe» adını aldılar. Yüce Allah onların vasıflandırdıkları şeylerden münezzehtir, âlidir. Her şeyi O yaratmıştır. Yarattığı şeylere muhtaç değildir. Arşı da, arşı taşıyanları da O yaratmıştır. O insana şah damarından daha yakındır. Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü budur.

Üçüncü bir grup, «Biz bu âyetleri okuruz, mânalarını te'vil ederiz» dediler. Muhtemelen te'vil iki mânaya gelmektedir: Birincisi, «İstevâ ilessemâi» âyetindeki emir semâya taallûk eder. İkinci mâna, Yüce Allah yeri yarattıktan sonra semaya yönelip orayı yarattı.

Soru: Yüce Allah Nâziât süresinde gökleri yarattıktan sonra» buyurmuştur. Bu âyet göklerin yerden önce yaratıldığının delilidir. Fakat istiva âyetinde göklerin yerden sonra yaratıldığı zikredilmektedir. Bu iki âyet arasındaki münasebet nedir?

Cevap: Allahü teâlâ yeri önce bir ateş parçası halinde yarattı. Sonra gökleri yarattı ve arkasından yeri yayıp döşedi. Nâziât sûresinin 30. âyetinde şöyle buyuruluyor: -Gökleri yedi tabaka olarak yarattı.» Onları yaratmak sizleri yaratmaktan daha güçtür. Yüce Allah yaratmış olduğu her şeyi bilir. Hiç bir şey O'nun ilminin dışında kalmaz. Allah yeryüzündeki her varlığı sizin için yaratmaya kadirdir. Yerleri ve gökleri yoktan var eden Allah, öldükten sonra sizi diriltmeye kadir değil midir?

30

«Hani Rabbin meleklere: 'muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti.»

Ya Muhammed, hatırla o ânı ki, senin Rabbin yer feriştahlarına 'muhakkak yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti.»

Yüce Allah yeryüzünü yarattıktan sonra, dumansız ateşten cinlerin atası olan «Cânnı» yaratmış, ondan da cinleri meydana getirmiştir. Onlar Allah'a isyan etmişler, fesat çıkarmışlar, kan dökmüşler, yeryüzünün huzurunu bozmuşlardır. Allahü teâlâ da onlara birinci kat semadan Azâiz adındaki iblisin başkanlığında melekler göndererek muharebe ettirmiştir. Cinler azgınlıkları yüzünden melekler tarafından yerlerinden çıkarılıp deniz ortasındaki adalara sürülmüşler, bundan sonra yeryüzü sükûnet bulmuş ve melekler orada karar kılmışlardır.

Dünyadaki meleklerin ibadetleri semadakilere göre daha kolaydır. Birinci kat semadakilerin yerdekilerden, ikinci kat semadakilerin birinci kattakilerden, üçüncü kattakilerin ikinci kattakilerden, dördüncü kattakilerin üçüncü kattakilerden daha ağırdır. Dünyadan uzaklaşıldıkça ibadet ağırlaşıyor ve Allah korkusu artıyor. Yedinci kat semadan yere yaklaşıldıkça mes'uliyet azalıyor, ibadet kolaylaşıyor. En kolay ibadet de yeryüzündekilerin oluyor. Birinci kat semadan yere inen melekler orada kalmak istediler. Çünkü orada ibadet daha kolaydır. Adetullah, gönlünü dünyaya bağlayıp, kalbini dünya sevgisiyle doldurup diğerlerini unutanları yerlerinden başka bir yere nakleder Yüce Allah. Yerdeki feriştahlar ibadetlerini göktekiler gibi yapmadılar. Yüce Allah onlara hitaben de: «Ben yeryüzünde sizden başka bir halife yaratacağım, yeri ona teslim edeceğim» buyurmuştur. Feriştahlar bu sözden hoşlanmadılar. Bunun üzerine Yüce Allah onların sözlerinden haber verip buyurdu:

«Melekler de: 'Biz seni hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken yeryüzünde bozgunculuk edecek, kanlar dökecek kimse mi yaratacaksın?' demişlerdi.»

Melekler Yüce Mevlâ'ya, «Yeryüzünde cinlerin fesat çıkardığı gibi, fesat çıkaran, cinlerin kan döktüğü gibi kan dökecek olan kimseler mi yaratacaksın? Halbuki biz sana hamd ü sena ediyoruz. Seni tesbih ve takdis ediyoruz» dediler. Kendi nefsimizi temiz tutar, mâsiyet işlemeyiz, sana ibadet ederiz. Melekler kendilerini tezkiye edip Âdem'i cinlerle kıyas ederek yeryüzünde fesat çıkaracaklarına tanıklık yapmışlar.

Allahü teâlâ bunların sözlerine karşılık şu âyetle cevap vermiştir:

«Ey meleklerim sizin bilmediğiniz benim öyle gizli sırlarım var ki, onu ancak ben bilirim, siz bilmezsiniz.»

Mücahid (radıyallahü anh) demiştir ki, Allahü teâlâ'nın gizli sırları, Azazil'in Âdem'e secde etmeyerek lanete uğraması, yaratılan Âdem'in Allah'a itaat edip ibadet etmesidir. Meleklerin bunlardan haberleri yoktu.

İbn Abbas (radıyallahü anh) demiştir ki, Adem'in neslinden nice peygamberler, veliler, Allah'ın salih kulları gelecektir. Yani mevcudatın şereflisi, kâinatın hulâsası ve cihanın yaratılmasına sebep olan peygamber gelecektir. Bütün bunların geleceğinden meleklerin haberi yoktu. Allahü teâlâ alimdir, ilmiyle bütün bunları bilmektedir.

Rivayet edilmiştir ki, Allahü teâlâ Adem (aleyhisselâm)'ı yaratmadan önce Cebrail'i bir miktar toprak almak için yeryüzüne gönderir. Cebrail toprak almak için yeryüzüne indiğinde yer: «Yâ Cebrail, Allah'a yemin ederim ki, seni bana toprak almak için gönderdi. Bendan toprak alma. Korkarım ki, benden yaratılan insan Allah'a âsi olur onların yüzünden ben de Allah'a karşı mahcup olurum.

Cebrail (aleyhisselâm) toprak almadan, geri döndü ve eğer Allahü teâlâ beni tekrar gönderirse o zaman alırım, dedi. Cebrail haberi Yüce Mevlâ'ya ulaştırır. Yüce Allah bu defa Mîkâil'i gönderir. Yer ona da boyun büküp yalvarır. Mîkâil de almadan geri döner ve durumu Yaratan'a bildirir.

Bu kere Yüce Allah Azrail (aleyhisselâm)'ı gönderir. Yer ona da yalvarır, boyun büker. Azrail, dinlemez, Allah'ın emrini tutmak, senin emrini tutmaktan daha iyidir, der. Elini yere vurur, bir avuç toprak alır ki, yerin bütün eczası bu toprakta toplanmıştır. Bu toprağın bir kısmı temiz, bir kısmı çorak, bir kısmı kızıl, bir kısmı sarı ve bir kısmı da karadır. Daha başka cinsler de vardır. Azrail toprakla göğe çıkar. Allahü teâlâ Azrail'e: «Sen neden yere acımadın, sana boyun eğdi, yalvardı. Buna rağmen toprak aldın, geldin?» diye sorar. Azrail de: «Senin emrini yerine getirmek bana vaciptir. Senin emrini tutmak, yerin sözünü tutmaktan daha evlâdır» cevabını verir. Bundan sonra Yüce Allah Azrail'e: «Bu yerden yarattığım Âdem'in canlarını almaya da seni memur edeceğim, bunu senden başkası başaramaz» buyurur. Azrail de: 'Yâ Rabbi, bunu yaparsam, insanlar bana düşman olur, beddua ederler» cevabını verir. Yüce Yaratıcı buyurur ki: «Sen onun için üzülme, ben onların ölümüne bir sebep yaratırım, onlar seni hiç akıllarına getirmezler.»

Yüce Allah kudretiyle toprağı balçık yaptı, balçık da kırk yıl o haliyle kaldı, topraktan yapılan saksı gibi kupkuru oldu. Nitekim Allah bir âyetinde buna işaret etmektedir:

«O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı» (Rahman: 14). Allah, Âdem'i saksı gibi çınlayan kupkuru bir balçıktan yarattı. Azazil meleklerle onun yanından geçerken meleklere: «Hiç böyle bîr yaratık gördüğünüz var mı? Bunun neresi mahlûka benziyor? Şayet Allahü teâlâ bunu yaratıp size, ona itaat ve hizmet edin derse ne yaparsınız?- demiş. Onlar da: «Rabbimizin emrine itaat ederiz, emirlerini tutar, O'na âsi olmayız' cevabını vermişlerdir.

Azaril: «Eğer Allah onu yaratır, benden üstün yapar ve beni onun hizmetine verirse ben ona itaat etmem, onu benim hizmetime verecek olursa, helak ederim» demiştir.

Hak teâlâ Âdem'i yarattı, bütün uzuvlarını tamamladı, ona ruh verdi, hayata getirdi. Ayağa kaldırıp yerde ve göklerde ne varsa hepsinin ismini ilham edip bildirdi. Şu âyet buna işaret etmektedir:

31

«Allahü teâlâ bütün mahlûkatın isimlerini Adem (aleyhisselâm)'e bildirdi. Sonra her cins mahlûkatın ismini meleklere gösterip 'Eğer doğrularsanız bunları isimleriyle bana haber verin' demişti.»

Âdem (aleyhisselâm) yaratılmadan önce melekler o'nun fesadına tanıklık varmışlardı.

32

«Melekler: 'Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin sen' demişlerdi.»

Melekler Allahü teâlâ'yı tenzih ederek söyledikleri için tevbe ettiler, acizliklerini izhar ettiler. «Ve «Rabbimiz seni şanına lâyık olmayan şeylerden tenzih ederiz. Biz pişman olduk, sözümüze tevbe ettik. Bizi affedip bağışla, bizim amellerimiz yok. Senin bize bildirdiğinden başka bilgimiz yok. Sen alîm ve hakimsin. Alimsin ki, yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini bilirsin. Hakimsin ki, ne dilersen hükmedersin. Kimse hükmüne mâni olamaz. Her şey senin hikmetin üzeredir ki hakikatini biz bilmeyiz. Her vücuda gelen senin ilmin dahilinde meydana gelir.»

Melekler acizliklerini bu şekilde dile getirdikten sonra Yüce Allah Âdem'in faziletini onlara göstermek için şöyle buyurdu:

33

«Ey Âdem, o şeyleri isimleriyla bu meleklere haber ver. Âdem de o şeyleri isimleriyla haber verince (Cenâb-ı Hak): Ben size demedim mi, şüphesiz göklerin, ve yerin gaybını ben bilirim. Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz ben biliyorum.»

Yüce Allah Âdem (aleyhisselâm)'a «Hayvan cinsinden başka ne kadar mahlûkat varsa hepsini isimleriyla meleklere haber ver' emrini verdi. Bunların yaratılmasındaki hikmet ve maksat nedir, hangileri helâl, hangileri haramdır, Âdem (aleyhisselâm)'a cinsleriyle haber verdi. Melekler bunlardaki hikmeti işitip Âdem'in üstünlüğünü anladılar. Hak teâlâ meleklere hitap edip buyurdu ki; «Ey meleklerim, ben size demedim mi? Gök ehlinin bütün sırlarını ben bilirim. Yer ve gök içinde ne varsa hepsi benim ilmimdedir. Sizin 'Âdem'e itaat ederiz' dediğinizi de biliyorum, iblis'in 'Ben ona itaat etmem, o bana itaat ederse helak ederim' dediğini de biliyorum. Hiçbir şey benim ilmimin dışında değildir.»

Bazı müfessirler, Allahü teâlâ Âdem (aleyhisselâm)'i yarattığı zaman melekler: «Biz mi bundan üstünüz, yoksa o mu bizden üstün» diye şüpheye düştüler. Allah da onların müşküllerini gidermek için yarattığı varlıkların isimlerinı meleklere sordu, onlar bu isimleri bilip haber veremediler. Sonra Âdem (aleyhisselâm)'a sordu, Âdem (aleyhisselâm) bir bir onların isimlerinı haber verdi. Melekler Âdem'in kendilerinden üstün olduğunu anladılar. Şüpheleri gitti, demişlerdir.

Allah katında Âdem'in meleklerden üstün olduğunu bildirmek için Allah meleklere Âdem'e secde etmelerini emretmiştir. Bu emri kelâmında bildirmiştir:

34

«Biz meleklere Âdem'e secde edin dediğimiz zaman, onlar emre itaat edip secde ettiler. Ancak iblis kibirlenerek secdeden çekindi ve kâfirlerden oldu.»

Bu secdenin asıl mânası, meylederek tevazu ile boyun eğmektir. Meleklerin Âdem (aleyhisselâm)'a yaptıkları secde tehıyyat secdesi olup ikram için yapılmıştır, ibadet olarak yapılmamıştır. Melekler Âdem'in şahsında ilâhi emri yerine getirmek için Allah'a secde ettiler. Adem onlar için bir kalıptı.

Bazı tefsircilerin görüşü de şöyledir: Allahü teâlâ iblis hakkında «ve kâne minel kafirine' buyurmuştur, iblis ezelde Allah'ın ilminde kâfirdi. Fakat Âdem'e secde etmeyince kâfirliği zahir oldu. Aslında kâfirdi. Secde etmediğinden dolayı kâfir olmadı. Bu, cebriye mezhebinin görüşüdür. Ehl-i Sünnet mezhebi bunu kabul etmez.

Cebriyeciler: -İslâm'ı kabul edenler aslında müslüman idi. İslamı kabul etmeyen kâfirler de aslında kâfir idiler. Şimdi İslâm'ı kabul etmediler, şimdi kâfir olmadılar. Aslında bunlar böyleydi. Hattâ ahd-i mîsakta (Yüce Allah ruhları yarattığı zaman 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Dedi. Ruhlar da Evet sen bizim Rabbimizsin dediler.) belli oldu dediler.

Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşü şudur: İslâm'ı kabul eden her kâfir, İslâm'a girene kadar kâfirdir. İslâm'ı kabul eder ve müslüman olur Kâfir olan müslüman dâ kâfir olana kadar müslümandır. Kâfir olunca İslâm'dan çıkar ve yapmış olduğu ameller yok olur. Kâfirin de İslâm'a girene kadar işlemiş olduğu şirk ve masiyetleri bağışlanır. Ehl-i Sünnet'e göre insan çalıştığının karşılığını görecektir. İlâhî emir böyledir, Cebriyecilere göre ise insan çalışsa da çalışmasa da olan olacaktır.

35

"Biz, ey Âdem, sen eşinle beraber cennete yerleş. Dilediğiniz yerlerde onun nimetlerinden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın. Sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz, demiştik."

Biz, Âdem (aleyhisselâm)'a eşinle beraber cennete yerleş. Dilediğiniz yerde cennet nimetlerinden istediğiniz kadar yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın, demiştik.

O ağacın meyvesi, Âdem (aleyhisselâm)'a ve Havva anamıza yasaklanmıştı.

İbn Abbas (radıyallahü anh), yaklaşılması yasak olan meyvenin üzüm olduğunu bildiriyor. Hazret-i Ali de aynı görüştedir. Zeytin ağacı diyenler de olmuştur. Hakikatini ancak Allah bilir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'tan rivayet edilmiştir: -Allah Adem'i yarattığı zaman meleklere 'onu altın bir taht üzerine oturtun ve göğe çıkarın' dedi. Onlar da Âdem'i alıp cennete koydular. Âdem cennette kendi cinsinden kimseyi göremedi. Cennet ehli de Âdem'e yabancı olduğu için onlarla ülfet edemedi. Yüce Allah onu yalnızlıktan kurtarmak için sol kaburga kemiğinden Havva anamızı yarattı. Âdem ile Havva'ya yasaklanan meyveden yememelerini emretti. Bu ağaçtan men olunmaları mihnetten dolayıdır. Zira dünya nimeti felâket evidir.

Âdem (aleyhisselâm) yeryüzünde yaratılmış, oradan da cennete götürülmüştür. Yeryüzünde yaratılmasının sebebi, orada sakin yaşaması içindir. Allahü teâlâ yasaklanan ağaçla Âdem'i imtihan etmiş, denemiştir. Dünyada onun çocuklarını da aynı şekilde haram ve helâlle imtihan etmektedir. Helâl olan şeyleri yesinler, haramlardan kaçınsınlar diye Allah imtihan etmektedir. Dünyada ilâhî emre itaat etmeyenler kendilerine zulmetmiş olurlar. Nitekim Allah yasaklanan ağacın meyvesinden yemelerini Âdem ve Havva'ya men etti. Şayet yerseniz ikiniz de zalimlerden olursunuz, buyurdu. Ve bu ahid üzere cennete yerleştiler. Şeytan haset edip onlara ahidlerini bozdurdu. Allah da onları kendinden uzaklaştırdı.

36

«Şeytan onları oradan kaydırıp, içinde bulunduklarından Âdem ile Havva'yı çıkanvermişti.»

Şeytan Âdem ile Havva'ya vesvese verip ayaklarını kaydırdı. Onlara yasaklanan ağaçtan yedirdi ve cennetten çıkmalarına sebep oldu. Onlar cennetin bütün nimetlerinden istifade ediyorlardı.

İbn Cübeyr (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir; «Âdem (aleyhisselâm) cennette öğleyle ikindi arası kadar kalmıştır. Âhiretin bir günü, dünyanın bin yılı kadardır. Âdem'in cennette ne kadar kaldığı anlaşılmaktadır.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir: «Âdem cennette çeşitli nimetlerden istifade ederken şeytan kendisine hased etti. Onu cennetten çıkarmak için' çeşitli hilelere başvurdu. Mahlûkat suretine girerek cennete girmeyi arzuladı, ama hiç bir mahlûkat bunu kabul etmedi. Yılan şeytanın hilesine aldandı ve teklifini kabul etti. Yılan o zaman görkemli, ayaklı bir varlıktı. Şeytan onun ağzına girer ve cennetin kapısına gelir, oradan Âdem ile Havva'ya seslenir: 'Yâ Âdem, Rabbiniz, cennette ebedî olarak kalmayasınız diye size o ağacın meyvesini yasakladı. Halbuki o ağacın meyvesini yiyenler cennette ebedî olarak kalacaklardır. Sizi cennetten çıkarmak için o ağaçtan yemeyin dedi' der. Âdem ile Havva bu sözü yılanın söylediğini sanırlar, mağrurlanırlar, yasak olan meyveden yemeye başlarlar. Bilmezler ki bu şeytanın sözüdür.

Bazı tefsircilert göre, Havva anamız, Âdem babamıza bu ağaçtan yiyelim, der. Âdem babamız da ya Havva, Rabbimiz bu ağaçtan yemeyi bize yasakladı. Nasıl olur da yeriz? cevabını verir. Bunun üzerine Havva Âdem'in elini tuttu, ağact» doğru ilerlediler. Âdem (aleyhisselâm) onun sözüne karşılık vermedi. Ağacın yanına geldiler. Âdem. «Ya Havva, bırak bu ağaçtan yemeyi, bize Allah'tan bir azabın geleceğinden korkarım» dedi. Havva anamız: -Yâ Âdem, Allah'ın rahmeti geniştir, bize lütfedip bağışlar' dedi ve ağaçtan meyve alıp yedi. Âdem (aleyhisselâm)'a: «Ben yedim bir şey olmadı, sen de ye, sana da bir şey olmaz» dedi. Havva anamız kendisinin Âdem'e tâbi olduğunu bilemedi. Âdem yemeyince kendilerine azap vaki olmaz. Eğer kendisine uyulan önder bozulmazsa, uyanların hatâlarını Yüce Allah affeder. Şayet kendisine uyulan önder bozulur, ilâhî emre itaat etmezse ona uyanlar da azaba uğrarlar. Yani önderin hatâsını kendine uyanlar da çekerler. Önder bozulursa maiyeti de bozulur. Önder bozulmazsa maiyeti de bozulmaz.

Bu, şuna benzer. Bir adamın iki hanımı vardır. Adam onlara «şu eve girerseniz benden boşsunuz, diyor. O hanımlardan biri sözü edilen eve girdiği takdirde kadınlar adamdan boş olmazlar. Ancak ikisi birden girerse boş olurlar. Allahü teâlâ o meyveyi ikisine birden yasakladı, Havva anamız yiyince ukubet vâki olmadı, o buna mağrur oldu. Âdem alıp yemeye başlayınca bütün azalan titremeye başladı. Üzerlerindeki cennet elbiseleri çıkarıldı. Her tarafları açıldı, utanıp sağa sola gizlenmeye başladılar.

Allahü teâlâ: «Yâ Âdem, benden mi kaçıyorsun?» buyurdu. Âdem (aleyhisselâm) da «Hayır, günahımdan utanıp kaçıyorum' cevabını verdi. Âdem ile Havva örtünmek için cennetin bütün ağaçlarından yaprak istediler. Fakat hiçbiri yaprak vermedi. «Âdem Allah'a âsi olmuş' diyerek çekindiler. İncir ağacı Âdem babamızla Havva anamızın dileğini yerine getirerek dört yaprak verdi, onlar da bu yapraklarla edep "yerlerini kapadılar.

Yasaklanan meyveden yedikleri için Yüce Allah onları cennetinden çıkardı ve yeryüzüne indirdi. Yüce Yaratıcı ilâhi kelâmında bunu ne güzel izah ediyor.

«Biz, bazınız bazınıza düşman eîmak üzere yeryüzüne inin. Sizin için yeryüzünde bir vakte kadar durak ve faidelenecek şey vardır» demiştik.

Allahü teâlâ, kıyamete kadar birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin, cennetimden uzak olun, buyurmuştu. Âdem Alayhisselâm'ı Hind bölgesine, Havva anamızı Cidde'ye, yılanı İsfahan'a, şeytanı denizin içinde bir adaya indirdi. Bunların birbirlerine olan düşmanlıkları kıyamete kadar devam edecektir.

Yüce Allah Âdem'le Havva'yı yeryüzünde yaşamaları için indirmiş, yılanla şeytanı onlara düşman yapmış, onların hilelerine aklanmamalarını Âdem'le Havva'ya emretmiştir. Âdem (aleyhisselâm) Havva'dan ayrılıp yeryüzüne indi, cennet nimetlerinden, meleklerin sohbetinden, Allah'ın komşuluğundan uzak düştü, canı gönülden pişman olup ikiyüz yıl ağladı. Bundan sonra Yüce Allah, tevbe edip bağışlansın diye Âdem (aleyhisselâm)'a birkaç kelime etti. Şu âyetiyle bunu açıkladı:

37

«Âdem Rabbinden kelimeler belleyip aldı. (Onunla yalvardı) O da tevbesini kabul etti. Zira tevbeleri en çok kabul eden, esirgeyen O'dur.»

Allah, Âdem'in gönlüne birkaç kelime ilham etti. Âdem o kelimeleri öğrendi ve onlarla Allah'a yalvardı, günahından tevbe etti. Affını diledi. Allah da onun tevbesini kabul etti, suçunu bağışladı, rahmet ve mağfiretiyle donattı, Allah kullarını esirgeyen, tevbelerini kabul eden, onlara rahmet ve mağfiret edendir. Allahü teâlâ'nın Âdem'e öğrettiği kelimeler hakkında tefsir sahipleri çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir.

Mücahid şöyle demiştir: Allahü teâlâ'nın Âdem'le Havva'ya haber verdiği şu âyettir:

«Âdem'le Havva: 'Ey Rabbimiz, (ahdini bozmakla) kendimize yazık ettik. Eğer bizi bağışlamazsan herhalde zarara uğrayanlardan olacağız' dediler» (A'raf: 23).

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Âdem (aleyhisselâm), Yâ Rabbi, Muhammed hürmetine benim tevbemi kabul et, suçlarımı bağışla, diye yalvarmıştır. Bunun üzerine Allahü teâlâ: «Yâ Âdem, sen Muhammed'i nereden biliyorsun?» diye sorar. Âdem (aleyhisselâm) şu cevabı verir; «Cennette bütün ağaçların yapraklarında 'La ilahe illallah Muhammedün resûlüllah' yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki Muhammed senin katında bütün varlıklardan şereflidir, bundan dolayı tevbemin kabulüne onu şefaatçi tuttum.» Allah da onun tevbesini kabul etti.

İmam-ı Dahhak İbn Abbas'tan rivayet ederek, Allahü teâlâ'nın Âdem'e öğrettiği şu üç kelimedir. Allah bu üç kelime ile Âdem'e ilham kıldı.

«Allah'ım sana hamd ederek, seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim. Senden başka ilâh olmadığına ve benim Rabbim sen olduğuna şahitlik ederim. Hatâ işleyerek kendime zulmettiğimi anladım. Tevbemi kabul et. Şüphesiz sen tevbeleri çok kabul edensin» (Tirmizî).

İkinci kelime şudur: «Rabbim beni affet. Çünkü sen affedicilerin ve bağışlayıcıların en hayırlısısın.»

Üçüncü kelime «Rabbim bana merhamet et. Zira sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.»

Âdem (aleyhisselâm) bu kelimelerle yalvarıp boyun eğdi, iki yüz yıl ağladıktan sonra Allahü teâlâ onun özrünü kabul etti, ona rahmet ve mağfirette bulundu. Rahman ve Rahim olan Allah kullarını esirger.

38

«Biz, oradan hepiniz, inin. Sonra benden size bir hidayet gelir, kim benim hidayetime tâbi olursa (yolumdan giderse) onlar için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır, demiştik.»

Yüce Allah, Âdem'e, Havva'ya, yılana, şeytana hepiniz cennetten yeryüzüne inin. Eğer benden size bir hidayet (bir kitap) indirilip yol gösterilir, peygamberler sizi benim yoluma davet ederler, siz de onlara uyar, kitabımın hükmüne tâbi olur, peygamberlerime itaat ederseniz, azabımdan kurtulur, maddî ve manevî nimetlerime kavuşursunuz, buyurmuştur.

Allah'a âsi olanların ellerindeki nimetlerin ve derecelerinin alınacağına bu âyet işaret etmektedir. Nitekim Hazret-i Âdem'in mâsiyeti cennet nimetinden uzaklaşmasına sebep olmuştur.

İlim ehlinin şu mısralarla söylediği söz ne kadar güzeldir:

«Sana lâyık olan O"na her an şükretmektir. Zira masiyet nimeti yok eder. Çünkü onunla değişir halin. O'nunla kemâle ulaşır işin. O'nun yardımı olmasa son bulur yolun, işin.»

39

«Küfredip âyetlerimizi yalan sayanlar (yok mu) onlar ateşin arkadaşlarıdır. Onlar oradan bir daha çıkmamak üzere kalıcıdırlar.»

Kâfirler ebedî olarak cehennem azabında kalacaklardır. Bu âyette Allah'ın nimetlerini inkâr edenlerin durumuna da işaret vardır. Yüce Allah, benim nimetlerimden istifade ettikleri halde şükretmeyenlerin, bana ibadet ve tâati terk edenlerin, hepsi cehennemdedir. Onların yeri ebedi cehennemdir, buyurmaktadır.

Soru : Allahü teâlâ bu âyette küfredenleri zikredip «benim âyetlerimi yalan sayanlar» diye ifade etti. Mü’minler zikri terk etmekle ebedi olarak cehennemde kalmazlar. Bu kelâmda belirtilmek istenen hakikat nedir?

Cevap: Allah'ın âyetlerini yalanlayanların varlığı bir gerçektir. Yalanlama ise ya dil ile olur veya âyetin mucibince amel etmeyi terk etmekle olur. Allah'ın âyetlerini yalanlaması bilfiil olur. Şöyle ki: Kur'an-ı Kerîm ve neygamberler haktır, ne haber verdilerse hepsi doğrudur, diyen onunla amel etmeyi terk eder. Kur'an'a ve Peygamberin sözüne muhalif işlerde bulunur. Diliyle söylediğini hareketleriyle yalanlar. Dil ile ikrarın anlamı, ebedi cehennemde kalmamaktır. Cehennemde ebedi kalacak olanlar inkarcılardır. Allah'ın nimetlerine şükretmeyi terk eden mü’minler uzun zaman cehennemde kalacaklardır. Mümin, küfran-ı nimette bulunur, Allah'a âsi olur ve emirlerine muhalefet ederse o zaman kâfir olur. Âyetteki hakikî mâna budur.

40

«Ey İsrailoğulları, size ihsan ettiğim bunca nimetlerimi hatırlayın. Benim ahdimi ifa edin ki, ben de sizin ahdinizi yerine getireyim. Bir de benden korkun.»

Yakupoğulları! O gün benim nimetlerimi size kim ihsan etti? Allah'ın nimetlerini Allah'tan başka kim ihsan edebilir? Buna kimin gücü yeter?

Tefsirciler, İsrailoğullarıyla ilgili olarak şu açıklamada bulunmuşlardır: Onların diline göre Beni İsrail «Esir» ile «il» kelimelerinden meydana gelmiştir. Esir, kul; il, Allah demektir. Buna göre İsrail Allah'ın kulu anlamına gelmektedir. Yakup (aleyhisselâm)'a İsrail denmesinin sebebi, bir melek tarafından esir edildiği içindir. (Kula esir, Allah'a il denmesi Benî İsrail'e göredir.)

Yakup (aleyhisselâm) bir gün sefere çıkar ve oldukça kuvvetli bir şekilde kafilenin arkasından yürür. Kuvvetine güvenerek kibirlenir. Kendini beğenir. Allah da onun aczini bildirmek için harami suretinde bir melek gönderir. Melek kafilenin yolunu keser, onlara saldırmak ister. Yakup (aleyhisselâm) buna dayanamayarak melekle tutuşur. Yakup (aleyhisselâm)'la sabaha kadar uğraşırlar. Sabah olunca Yakup'un damarlarından birini çeker, yere düşürür. Yakup yerde üç gün kalır, üç gün sonra kendine gelir, böylece ne kadar âciz olduğunu anlar.

Bazı tefsircilere göre Kur'ân-ı Azimüşşan'daki «Yâ Benî İsrail» sözü Medine çevresinde bulunan Benî Kureyza, Benî Nadir ve benzeri Yahudilere hitaben söylenmiştir. Bunların hepsi Yakup (aleyhisselâm)'ın oğullarıdır. Yüce Allah onlara hitaben: -Tih vadisinde kırk yıl size verdiğim bıldırcın ve kudret helvasını hatırlayın. Onun şükrünü eda edin. Nimetlerime küfretmeyin» buyurmuştur.

İbn Abbas (radıyallahü anh) demiştir ki: «Allahü teâlâ, Tevrat'da Beni İsrail'e va'd etti. Ben size Hazret-i İsmail'in soyundan ümmi bir peygamber göndereceğim. Ona tâbi olup uyanın günahlarını affedeceğim, cennet nimetiyle mükâfatlandıracağım. Önce Hazret-i Musa'ya, sonra Hazret-i Muhammed'e tâbi olduğu için iki kat sevap vereceğim» demişti.

Hasan Basri (radıyallahü anh) ayetinin mânası hakkında şöyle demiştir: «Size farz kıldığım ibadetleri yerine getirin, bu mihnet evinde ve hizmet yerinde benim ahdimi ifa edin, itaatinizi yapın. Ben de va'dimi yerine getirip cennetimi size vereyim, azabımdan sizi uzaklaştırıp rahmetime kavuşturayım.»

Allahü teâlâ ahdini bozan kullarını azabıyla, ahdini yerine getiren kullarını da rahmetiyle mükâfatlandırır. Kulun azaba uğraması da, mükâfata kavuşması da kendi elindedir.

41

«Sizin yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğim Kur'an'a iman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir paha ile satmayın. Ancak benden korkun.»

Yani gerçek şudur ki, Muhanımed'e indirdiğim kitap da size indirdiğim kitap gibi benim birliğimi, ortağım olmadığını, evlâddan münezzeh olduğumu bildirmektedir. Bu hitap Medine'de bulunan Beni Kureyza ve Nadir Yahudilerine yöneliktir.

Soru: Bu âyette «Onu inkâr edenlerin ilki siz olmayın» denilmesinin sebebi nedir? Halbuki onlardan önce Arapların müşrikleri Kurân'ı inkâr etmişlerdi. Tekrar, ilki siz olmayın denilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Yahudi âlimlerinin taraftarları çoktu. Taraftarları olanca samimiyetleriyle kendilerine bağlanmıştı. Eğer Yahudi âlimleri İslâm'ı kabul etmiş olsaydılar, onlar da hiç tereddüt etmeden hak dine gireceklerdi. Âlimleri kâfir kaldığı sürece onlar da kâfir kalacaklardı. Onlar her hususta âlimlerine -bağlıdırlar. Yüce Allah onlara :

«Kavminizden Kur'ânı inkâr edenlerin ilki siz olmayın. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Yani kendi milletinizden az bir dünyalık alıp da kitabınızda açıkladığım Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in vasıflarını gizlemeyin.» buyurmuştu. Yahudi âlimlerinin vazifeleri vardı ve kendi kavimleriyle menfaatleri söz konusuydu. Onlardan yerlerdi- Halk arasında itibari an vardı. Resûlüllah'ın sıfatlarını halka söyledikleri takdirde, vazifelerinin ellerinden gideceğinden ve itibarlarının yok olacağından korkarlardı. Onun için Resûlüllah'ın özelliklerini gizlerlerdi.

Allahü teâlâ'nın «Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın» ifadesi ilmiyle amel etmeyerek dünya menfaatini her şeyin üstünde tutan âlimleri de içine alır. Dünya menfaati için emri altındakilerin çirkin ve kötü işlerini görüp duymamazlıktan gelenler, geçici bir menfaat için sonu olmayan âhiret menfaatini terk ederler. Dünyaya karşılık âhiret terk edildiği için, Yüce Allah «Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın» buyuruyor. Âhiretin ebedî nimetini bırakıp terk etmek, buna karşılık geçici ve fani olan dünya nimetlerini tercih etmek Allah'ın âyetlerini cüz'i bir şey karşılığı satmak gibidir. Bundan dolayı Allah âyetin sonunda «Ve iyyâye fettekûn- buyurmuştur, «Benden korkun, indirdiğim Kur'ân-ı kabul edin. Onu inkâr etmeyin, âyetlerimi az bir pahaya satmayın. Eğer satarsanız âhiret nimetlerinden mahrum olursunuz- buyurmuştur.

42

«Kendiniz bildiğiniz halde hakkı batıla karıştırıp da gerçeği gizlemeyin.»

Yahudiler hakkı batıl ile örtmek isterlerdi. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bazı özelliklerini gizlerler, bazılarını haber verirlerdi. Yahudi ve Nasranî kalıntılarını İslâm'a sokarak işlerine gelen kısmı kabul ederler, işlerine gelmeyenleri kabul etmezlerdi. Allah katında İslâm'dan başka bir din olmadığını bildikleri halde, menfaatlerinin elden gideceği korkusuyla hakkı gizlerler, Allah'tan korkmazlardı.

Yüce Allah hakkı batılla gizlemeye çalışanlara bu iddialarından vazgeçmeleri ve hakka dönmeleri için şu âyeti indirmiştir:

43

«Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, rükû' edenlerle beraber rükû edin.»

Allahü teâlâ, sizi haktan uzaklaştıracak batılları terk edin, benden korkun. Namazı tadil-i erkânıyla kılın, malınızın zekâtını verin, buyurmuştur. Namazla zekâtı terk hususunda hiç kimseye ruhsat yoktur. Bu âyette cemaatle namaz kılmanın vacip olduğuna da ayrıca işaret vardıf. Onun için «Rükû edenlerle beraber rükû edin» buyurulmuştur.

Yüce Allah namazla zekâtı bir arada zikretmiştir. Ulemaya göre bunlar birbirinin tamamlayıcısıdır. Namaz kılan kimse zekâtını vermezse, namazı kabul olmaz. Zekât veren de namaz kılmazsa zekâtı kabul olmaz. Ancak ikisi birden yerine getirilirse kabul edilir. Bunlardan biri bedenin şükrü, diğeri de malın şükrüdür.

44

«Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de kendinizi unutursunuz. Halbuki kitabı (Tevrat'ı) da okursunuz. Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?»

Bu âyet Medine'nin çevresinde bulunan Beni Kureyza ve Nadir Yahudileri hakkında inmiştir. Bu Yahudi kabileleri Tevrat'ta Muhammed'in geleceğini okumuşlar, îman etmek için O'nun peygamber olarak gönderilmesini bekliyorlardı. Aynı zamanda Evs ve Hazreç kabilelerini de İslâm'a davet ediyorlardı. Evs ve Hazreç kabileleri Hazret-i Peygamberin getirdiği İslâm dinini onlardan önce kabul ettiler. Yahudiler onları kıskandılar ve İslâm'ı kabul etmediler, inkâr ederek kâfir oldular.

Allahü teâlâ, -Ey Yahudiler, siz Evs ve Hazreç kabilelerini İslâm'a davet eder, kendinizi unutursunuz. Halbuki Tevrat'ı okur, onda Hazret-i Peygamber'in sıfatları zikredildiği halde düşünüp, aklınızı başınıza alıp iman etmezsiniz» buyurmuştur.

Katâde (radıyallahü anh) demiştir ki: «İyilikle emredenlerin önce söylediklerini kendilerinin yapması, kötülüklerden kaçınması ve her hususta insanlara örnek olması gerekir. Emr-i bümârufta bulunanların söylediklerinin tesir etmesi için önce kendileri söylediklerini yerine getirmelidirler. Bu âyette buna işaret vardır.

Enes (radıyallahü anh)'den rivayet edilmiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mi'rac gecesi bir topluluğa uğrar, dudaklarının cehennem aletleriyle parça parça kesildiğini görür. Bunların kim olduğunu Cebrail'e sorar. Cebrail (aleyhisselâm) şu cevabı verir: 'Bunlar senin ümmetinin hatip ve vaizleridir. Halka emr-i bümârufta bulunurlar, fakat kendi söyledikleriyle kendileri amel etmezler.'»

45

«Hem sabır, hem namazla (Allah'tan) yardım isteyin. Hiç şüphe yok ki namaz ağır bir iştir. Ancak (Allah'a) saygı gösterenler için öyle değildir.»

Farz edilen namazları kılmakla Allah'tan yardım talep edin ki, günahlarınız bağışlansın, özürleriniz kabul edilsin.

Bazıları sabırdan maksat oruç tutmaktır, demişlerdir. Çünkü oruç tutan kimse yemeden içmeden ve diğer arzularından kendini alıkor. Bu ise sabrın ifadesidir. Sabır da orucun yarısıdır. Onsuz oruç olmaz.

Bazıları da sabır üç türlüdür demişlerdir: Musibetlere karşı sabır, Allah'a itaat ve ibadet etmekte sabır ki bu birinciden daha ağırdır. Fakat mükâfatı da o nisbette fazladır. Günahları terkedip istememeye sabırdır. Bu da ikincisinden daha ağırdır. Bu sabrı herkes yerine getiremez. Bunun sevabı öncekilerden çok daha fazladır. Âyetteki sabırdan maksat, Allah'a itaat üzere sabırdır ki, güçlükler karşısında terk edilmemelidir. Namazla Allah'tan yardım talep etmek ağırdır. Ancak, Allah'tan korkanlar, kibri terk edenler ve tevazu ile boyun eğenler müstesna. Çünkü onların namazlarında şüpheleri yoktur. Onlar günahlarından arınmışlar, hakka bağlanmışlardır.

46

«Haktan korkanlar o zatlardır ki, Rablerine mülâki olacaklarını ve O'nun huzur-u manevisine döneceklerini düşünüp teemmül ederler.»

Yani o zatlar Allah'tan korkarak tevazu ehli olurlar. Kibri bırakırlar, oruç ve namazlarıyla Allah'tan yardım talep ederler. .Onların itikatları sağlam, âhirete olan inançları tamdır. Âhirette hesaba çekileceklerine ve herkesin Allah'ın huzurunda toplanıp amellerine göre mükâfat ve mücazat göreceklerine imanları tamdır.

47

«Ey İsrailoğulları, size ihsan ettiğim bunca nimetimi ve sizi (bir zaman) âlemlere tercih ettiğimi hatırlayın.»

Allahü teâlâ İsrailoğullarını gafletten uyandırmak için buyurdu ki: Size ihsan ettiğim bunca nimetimi hatırlayın. Bir zamanlar sizi diğer insanlardan üstün tuttum. Size kitap indirip Musa'yı peygamber olarak gönderdim. O'na îman edip dereceleri yükseldi. Sonra Hazret-i Peygamber geldi, ona da îman edip dereceleri bir kat daha arttı. Ecirleri iki kat oldu. Hazret-i Muhammed'e yetişip îman edenler, O'na iman etmeyenlerden veya O'nun peygamberliğine yetişemeyenlerden daha çok faziletlidirler. Çünkü îman edenlerin iki kat ecri vardır.

Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) üç sınıf insanın mükâfatı iki kattır buyurmuştur.

«Bir köle alıp güzelce terbiye ettikten sonra âzâd eder ve onu evlendirirse mükâfatı iki kat olur. Allah'a itaat edip hakkıyla ibadet edenlerin, anasına babasına hürmet edenlerin, efendisine hürmet eden kölelerin de mükâfatları iki kat olur' (Müslim) İslâm'ı kabul eden Yahudi ve Hıristiyanların da mükâfatı iki kattır. Bunun izahı yukarıda geçmiştir.

48

«Öyle bir günden korkunuz ki, (o günde) hiçbir kimse bir başkası namına bir şey ödeyemez. Ondan herhangi bir şefaat kabul edilmez. Ondan bir fidye alınmadığı gibi, onlara yardım da edilmez.»

Ey Israiloğulları! Allahü teâlâ'nın şükrünü yerine getirin. Nimetlerini inkârdan çekinin. Âhiret azabından korkun. Hiçbir mü’minin, bir kâfiri Allah'ın azabından kurtarma yetkisi yoktur. Herkes kendi günahından sorumludur.

Bu âyetin iniş sebebi şudur: Yahudiler Hazret-i ibrahim ve Hazret-i İshak’ın oğlu olduklarını söylemişlerdi. Onlar bize şefaat eder, Allah da onların şefaataü bizim için kabul eder ve bizi affeder demişlerdi. Allah onların ümitlerini kursaklarında bırakmak için bu âyeti indirmiştir. Hiçbir mümin bir kâfiri azaptan kurtaramaz. Mü’minin kâfir için şefaati kabul olmaz. Hiç kimse kafire yardımda bulunamaz. Ancak îman sahiplerinin birbirlerine olan şefaatleri Allah katında geçerlidir. İman olmayınca hiçbir şeyin Allah katında faydası yoktur.

49

«Sizi en kötü azapla cezalandıran Fir'avun'un hanedanından kurtardığımızı hatırlayın.»

Buradaki hitap Yahudileredir. Onların Fir'avun'un zulmünden kurtulan atalarınadır. Ey Israiloğulları, sizi Fir'avun'un çeşitli zulümlerinden necat verip kurtardım, buyurduktan sonra Yüce Allah zulmün ne demek olduğunu âyetin devamında şöyle beyan etmiştir:

«Oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı da diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.»

Firavun İsrailoğullarının küçük çocuklarını boğazlıyor, kız çocuklarını bırakıyor, kendine hizmetçi yapıyordu.

Kâhinler, Fir'avun'a Israiloğullarından biri gelecek, senin tahtını elinden alacak ve seninle cedelleşecek dediler. Bunun üzerine Fir'avun İsrailoğullarından doğan erkek çocukları boğazlatır, kız çocuklarını serbest bıraktırır. Allahü teâlâ onları Fir'avun'un zulmünden kurtardı. Oğlan çocukları ölümden, kız çocukları da hizmetkârlıktan kurtuldular. Bu, Rabbinizin bir lütfudur. O'nu anın, Rabbinize onun şükrünü eda edin. Kitabını inkâr etmeyin. Peygamberini yalanlamayın. Yüce Allah onlara verdiği nimetlerin bazısını şu âyetinde zikretti:

50

«Hem hatırlayın o anları ki, gözünüz bakıp dururken denizi yardık, sizi kurtardık. Fir'avun hanedanını da suya gark ettik.»

Ey İsrailoğulları, denizi yarıp boğulmaktan sizi kurtardığım ve Fir'avun hanedanını boğduğum anı hatırlayın. Bu, benim size bir ihsanımdır.»

Bu boğulma olayı şöyle olmuştur: Musa (aleyhisselâm), kavmini Mısır'dan çıkarıp Kenan iline doğru ilerlerken Fir'avun'un ordusu onları takibe koyuldu. Musa kavmiyle Kızıldeniz'e dayandı. Fir'avun ordusunun kendilerine yaklaştığını gören Musa (aleyhisselâm), mucizesini göstererek elindeki asayı denize vurur. Denizde on iki yol açılır. Çünkü İsrailoğulları on iki kabiledir. Her biri bir yoldan denize girer. Fir'avun'un ordusu da aynı yollardan denize girerler. Allah'ın hikmeti gereği deniz birleşir, yollar kapanır. Fir'avun'un hanedanı boğularak helak olur. Bunun uzun izahı inşaallah aşağıda gelecektir. (......) âyetinin devamında Yüce Allah «Sizin gözünüzün önünde Fir'avunu adamlarıyla gark ettik» buyuruyor. Fir'avun'un bu halini görenler Yahudilerin atalarıdır. Fakat Musa (aleyhisselâm)’ın hâdisesini Yahudiler çok iyi biliyorlardı. Bunun için olayı görür gibiydiler. Bundan dolayı Yüce Allah burada Yahudilere hitap etmiştir.

Imam-ı Ebu’l-Leys demiştir ki: Fir'avun'un ve diğerlerinin kıssalarında Hazret-i Peygamberin risaletine alâmetler vardır. Zira okuma yazma bilmeyen birisinin bu hâdiseleri haber vermesi ancak vahy ile olur. Vahiy ancak peygamberlere gelir. Onlardan başkasına vahiy gelmez.

Bu âyette inadı bırakıp îmana gelmeleri için kâfirleri tehdit, korkutma ve ikaz vardır. Zira kendilerinden öncekiler, küfürleri yüzünden nasıl helâk oldularsa, kendilerinin de küfürleri ve inatları yüzünden aynı şekilde helak olacaklarına işaret etmektedir. Yine bu âyette mü’minlere de tenbih vardır. Onların günah işleyerek Allah'a ve Resülü'ne âsi olmaları, dünya ve âhiret musibetlerinden kurtulup selâmete ulaşmaları istenmektedir. Mevlâ kullarını çeşitli vesilelerle ikaz ediyor. Musibetlere ve felâketlere mâruz kalmasınlar diye her vesileyle ikaz ediyor. Geçmişten misaller vererek isyan edenlerin ve azanların mutlaka helak olduklarını beyan ediyor.

51

«Biz, bir vakit Musa ile kırk gece (Tür'da kalarak sonra kendisine Tevrat verilmek üzere) vaidleşmiştik. Yine siz onun arkasından zalimler olarak buzağıya tutunmuştunuz.»

Yüce Allah, Hazret-i Musa'nın durumunu beyan ederek «bize münacaatla meşgul olsun diye biz Musa'ya kırk gece vade kıldık- buyurmaktadır. Musa (aleyhisselâm)'ın kavmi onun gelmesini beklemeden bir buzağıyı kendilerine mâbud edinerek tapmaya başladılar. Allah'a ibadeti bıraktılar, elleriyle yaptıkları puta taptılar ve böylece zulmedip kâfirlerden oldular.

İbn Abbas, rivayet etmiştir. Hazret-i Musa Tür Dağı'na giderken kırk gün orada kalacağına dair kavmiyle ahidleşmişti. Bu zilkade ayının başından zilhicce ayının sonuna kadar devam edecekti. Musa (aleyhisselâm) kavminden ayrıldıktan sonra kavmi yirmi gün saydılar, kırk gün kabul ederek Musa'nın kendilerine dönmediğini görünce «Musa ahdini bozdu, bize muhalefet etti» dediler. Bunların zaafından istifade eden Samirî adında birisi, kendilerine: «Musa (aleyhisselâm)'ın geri gelmeyişi Allah'ın size bir azabıdır. Çünkü siz Fir'avun'un kavminin kadınlarından altın ve gümüş aldınız, onları geri vermediniz» demiştir. Bunun üzerine Musa'nın kavmi ellerinde ne kadar altın varsa hepsini toplayıp Samiri adındaki kuyumcuya getirirler, o da altınları eritir ve ağırlığınca bir buzağı yapar. Cebrail'in hayat atının bastığı yerden bir avuç toprak alır ve buzağının içine kor, buzağı canlanır; bağırarak acaip sesler çıkarır.»

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) Samiri içi boş saf altından bir buzağı yaptı. Eüzgâr onun arkasından vurur, ağzından çıkardı. Samiri onlara, «Sizin de, Musa'nın da ilâhı budur, yalnız Musa yolunu sapıttı, hatâ etti» demiştir.

Bazıları da şöyle demişlerdir: -Allahü teâlâ Musa ile otuz gün oruç tutmak üzere vaadleşmişti. Ta ki oruç esnasında otuz gün münacaatla Allah'a yalvarsm. Musa (aleyhisselâm) kavmiyle de aynı şekilde otuz gün ahidleşmişti ki, otuz gün sonra onlara dönecekti. Musa otuz günün bitiminde yanılgıya düştü. Yüce Allah da on gün daha oruç tutmasını emretti. Ve Tür'da kalması kırk günü buldu. Kavmi ise Musa (aleyhisselâm)'ı otuz gün bekledikten sonra şüpheye düştüler, Samiri'nin sözüne aldandılar ve buzağıya taptılar. Sahih olan görüş budur. Allahü teâlâ da buzağıya taptıkları için kendilerine zulmettiklerini, Hakka âsi olduklarını ve peygambere muhalefet ettiklerini beyan etmiş, zulümden dönüp Hakka itaatle tevbe ederlerse affedeceğini bildirmiştir:

52

«Bilâhare sizi bundan sonra da atfetmiştik. Tâ ki şükredesiniz.»

Allahü i'eâlâ buzağıya' tapanları helak etmediğini, tevbe edenleri affettiğini beyan ediyor. Tâ ki bunları hatırlarlar, verilen nimetlere karşılık şükrederler diye. Yüce Allah verilen nimetleri de su âyetiyle açıklıyor:

53

«Hani Musa'ya doğru yola gelesiniz diye kitap ve Fürkan'ı vermiştik.»

Allahü teâlâ buyuruyor: «Ey Israiloğulları, size verdiğim ihsanı hatırlayın. Haramı helâli öğrenip, haramdan ve şüpheli şeylerden kaçmasınız ve böylece kurtuluşa ulaşasınız diye Musa (aleyhisselâm)'a kitap verdim. Musa (aleyhisselâm)'a verilen kitap onların kurtuluşa ermeleri için büyük bir ihsandır. Bu büyük ihsan Allah tarafından verilmiştir. Şayet kitap gönderilmeseydi, onlar hanımla helâli, hakla batılı nereden öğreneceklerdi?, ilâhî kitap olmamadan kurtuluşa ulaşmak mümkün müdür?

Bu âyetin mânasını bir de şöyle açıklamışlardır: Yüce Allah Musa (aleyhisselâm)'a Tevrat'ı, Muhammed (aleyhisselâm)'a da Kur'an'ı vermiştir. İnsanların sapıklıktan kurtulup hidayete ermeleri için Allah böyle bir lütufta bulunmuştur. İlâhî kitaplar insanlar için hidayet kaynağıdır. İnsanlar bu ilâhî kitapların gösterdiği yoldan yürür, yasakladıklarından kaçınırsa iki cihanda kurtuluşa ve saadete ererler. Eğer ilâhi kitapların gösterdiği yoldan gitmezlerse dalâlete düşer, helak olurlar.

Musa (aleyhisselâm) Tûr'dan döndükten sonra kavminin buzağıya taptığını görünce çok üzülür, onları azarlar. Fakat hiçbir zaman peygamberlik görevinden geri durmaz, kavmini yine Hakka davet eder. Onları doğru yola çağırır.

54

«Hani Musa kavmine, Ey kavmim siz buzağıya tutunmakla şüphesiz kendinize yazık ettiniz. Hemen Yaratan'ınıza tevbe edip nefislerinizi öldürün. Böyle yapmanız Yaratanınız katında sizin için hayırlıdır, demişti de Allah da tevbelerinizi kabul etmişti. Çünkü O tevbeleri en çok kabul edenin, en çok esirgeyenin tâ kendisidir.»

Mûsa (aleyhisselâm), kavmine döndüğü zaman onların buzağıyı mâbud edindiklerini gördü. Onlara merhamet edip, «Ey benim kavmim, siz buzağıyı mâbud edinip tapmakla kendi nefsinize zulmettiniz. Kat'î zarara uğradınız. Buzağıya ibadeti terk edin ve geri dönün, tevbede bulunun. Yaratıcınıza ibadete devam edin» demişti. Kavmi bu sözleri duyunca pişman oldular ve «Biz nasıl tevbe edelim ki, Allah tevbemizi kabul etsin» dediler. Musa da onlara: «Tevbenizin kabul olması için, buzağıya tapmayanlar, tapanların boyunlarını vursunlar. Allah'ın rızasını kazanmak ancak böyle mümkündür. Allah'ın rızasını kazanmak sizin için çok hayırlıdır. Boyunlarınızın vurulmasıyla Allah'ın azabına müptelâ olasınız ki, dirilince günahlarınızı affedip tevbenizi kabul etsin. Allah rahim ve merhamet edicidir. Nefsinizi öldürmeyi, günahınızı bağışlamaya kefaret kılar» demiştir.

Başka bir rivayette ise şöyle denilmektedir: Buzağıya tapanlar, gelip evlerinin kapısında diz üstü oturmuşlardı. Buzağıya tapmayanlarla beraber Harun (aleyhisselâm) da ellerinde kılıçları olduğu halde onların yanına gelmişlerdi. Musa (aleyhisselâm) da gelenlerin içinde bulunuyordu. Musa (aleyhisselâm), buzağıya tapanların kapılarında diz üstü oturduklarını görünce: «Ey kavmim, bu kareleriniz sizin boyunlarınızı vurmaya geldiler. Bu, günahınızın kefaretidir. Böylece günahlarınız affedilip bağışlansın. Buna sabredip razı olanlar Allah'ın rahmetine mazhar olacaklardır. Buna razı olmayanlar, karşı gelenler ebedî azaba müstehak olurlar» demişti. (İsrailoğullarının şeriatine göre, irtidat eden bir kimsenin tevbekâr olması için bu hareketinden nadim olup nefsini katletmesi lâzımdır. Hazret-i Musa'nın teklifi üzerine üç bin kişinin kendini katlettiği Tevrat'ta yazılıdır.)

Bunlar Musa (aleyhisselâm)’ın teklifini kabul ettiler, yaptıkları hatadan kurtulmaları için boyun eğdiler. Bunun üzerine sabahtan itibaren boyunları vurulmaya başlandı, gece yarılarına kadar devam etti. Musa (aleyhisselâm) onların durumunu görünce duada bulundu. Allah Musa (aleyhisselâm)’ın duasını kabul etti ve şöyle vahy etti: «Yâ Musa ölenlerin de, kalanların da günahlarını affettim, dualarını kabul ettim.»

Ey mü’minler bu sözlerden siz de ibret alın, nefsinizin arzularına itaat etmekten kendinizi alıkoyun. Allah'a ibadet edin. Nefsinizin emirlerine değil, Allah'ın emirlerine kulak verin, nefis sizi felâkete götürür. Allah'ın emirlerine uymak sizi kurtuluşa ve rahmete götürür.

Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)’ın kavmine bazı nimetler ve yerine göre bazı cezalar vermek suretiyle te'dip etmiş, bundan sonra onları büyük tehlikenin kuşattığını şu âyetle haber vermiştir:

55

«Bir de o zamanı hatırlayın, siz Musa'ya, Allah'ı apaşikâr görünceye kadar sana kat'iyyen îman etmeyiz, demiştiniz de gözünüz bakıp dururken sizi o yıldırım çarpmıştı.»

Allahü teâlâ buyuruyor: Ey İsrailoğulları, siz Musa (aleyhisselâm)'a «Biz Allah'ı gözümüzle görmedikçe sana inanmayız» dediğinizi hatırlayın ki o anda yıldırım sizi çarpıvermişti. Musa (aleyhisselâm)'a Tür Dağı'na Allah'a münacaat için gittiği zaman kavminden yetmiş kişi Onun Tur'a gittiğini öğrenince peşine koyuldular ve Musa (aleyhisselâm)'a yetiştiler. Musa onlara: «Siz dağın dibinde durun» dedi ve kendi dağa çıktı. Allah'a münacaatta bulundu. Yüce Allah da ona hükümler yazılı levhalar gönderdi. Musa (aleyhisselâm) levhaları aldı ve kavmine geldi. Onlar, «Yâ Musa, sen Allahı gördün, bize de göster ki, Ona bakalım» dediler. Musa (aleyhisselâm); «Ben O'nu görmedim, görmeyi arzu ettim. Fakat o dağa tecelli etti, dağ onun azametine dayanamadı, parça parça oldu- cevabını verdi. Bundan da ibret almayan İsrailoğulları, Musa (aleyhisselâm)'a: «Biz Allah'ı gözümüzle görmeyince senin sözüne inanmayız» dediler. Musa'nın kavmi bu sözü söylerken ansızın bir yıldırım onları çarpıp helak etti. Musa (aleyhisselâm) onların öldüklerini görünce üzüldü ve tekrar dirilmeleri için Allah'a dua etti. Allah da onun duasını kabul etti ve tekrar onları diriltti.

56

«Sonra ölümünüzün arkasından sizi diriltmiştik. Ta ki şükredesiniz.»

Yani ölümden sonra dirildiğiniz için Allah'a şükredesiniz diye sizi helak ettikten sonra tekrar dirilttik. Öldükten sonra diriltmek ancak Allah'a mahsustur. Bu insanların kendi elinde olan bir hususiyet değildir. Öldükten sonra tekrar hayata kavuşmak elbette ki şükrü gerektirir.

57

«Ve üstünüze bulutu gölge yapmış, size kudret helvasıyla yelve kuşunu indirmiş, 'size rızık olarak verdiğimiz şeylerin iyilerinden, güzellerinden yiyin' (dedik). Onlar (nankörlüklerinden) bize zulmettiler. Fakat gerçekte kendi nefislerine zulmetmişlerdir.»

Allahü teâlâ buyuruyor: Yahudilere, «Atalarınıza verdiğim nimetlerimi ve ihsanımı hatırlayın, onlara Musa (aleyhisselâm)'la beraber âsiler bölgesine gidin, onlarla savaşın» demiştik. Onlar verilen emre aldırmayarak Musa (aleyhisselâm)'a «Rabbinle beraber gidin savaşın,» demişlerdi. Bu hareketlerinden dolayı Yüce Allah onları Tih vadisinde kırk yıl mahsur bırakmıştı. Güneş onları âdeta yakıp kavuruyordu, Bu durum karşısında çok muzdarip oldular. Yaratan'ın rahmeti her şeyi kapladığı için onların yaptıklarını bağışlayarak gölgelensinler diye üzerlerine bulut gönderdi. Ve semada onlar için direk gibi bir nur belirdi ki, geceleyin ay yerine onları ışıklandırıyordu. Tih vadisinde yiyecek bir şey bulamadıklarından açlık ve yokluk içinde kıvranmaya başladılar Başka çıkar yolu bulamayınca Musa (aleyhisselâm)'a müracaat ettiler: «Açlıktan perişan olduk, buna bir çare bul» dediler. Kul bunaldığı zaman, arzularının yerine gelmesi için bütün hatalarını unutarak Rabbine müracaat eder ve yalvarır. Çünkü başka gidecek kapısı kalmamıştır. Son kapı odur. Musa (aleyhisselâm) da kavminin açlık ve kıtlıktan kurtulması için Allah'a dua etti.

Allah Musa (aleyhisselâm)'ın duasını kabul etti ve onlara her sabah kırağı yağdırır gibi, kudret helvası yağdırdı. Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi kudret helvasından bir gün bir gece yiyecek kadar alırlardı. Şayet fazla alırlarsa, kudret helvası kurtlanır, kokar, onların da huzurunu kaçırırdı. Yalnız cuma günü iki günlük alırlardı. Çünkü cumartesi kudret helvası gönderilmezdi. İsrailoğulları bir müddet kudret helvasından yedikten sonra Musa (aleyhisselâm)'a gelerek: «Biz bunu yemekten usandık, bu bizi helak edecek, Rabbine dua et de bize et taamı versin» demişlerdi. Musa (aleyhisselâm) anların taşkınlığını bildiği için Rezzâk-ı âlem olan Allah'a dua eder, Allah da Musa (aleyhisselâm)'ın duasını kabul eder, kavmine pişmiş bıldırcın eti gönderir. Kul, Allah'tan istemesini bilir, O'na karşı kulluk görevini yaparsa Allah onun isteklerini boşa çıkarmaz.

Bazı tefsircilere göre bu bıldırcınlar, pişmemiş olarak gönderilmiş, onlar alıp kesmişler, pişirmişlerdir.

Allahü teâlâ Yahudilere, Kur'ân-ı Kerim'de atalarına indirdiği nimetleri zikrederek bu nimetlere karşılık nasıl hareket ettiklerini açıklamaktadır. «Ve hatırlayın o ânı ki, sizi gölgelemek için üzerinize bulut gönderdik, size kudret helvası ve pişmiş bıldırcın gönderdik. Bunların helâl olanlarından rızık olarak yiyesiniz diye.» İsrailoğulları bıldırcınların bir kısmını yediler, bir kısmını da kurutup sakladılar. Halbuki onlara sadece yemeleri için müsaade edilmiş, biriktirmeleri veya saklamaları hususunda izin verilmemişti. Bunlar, 'biriktirmeyin' emrine uymadılar, aç kalırız korkusuyla biriktirdiler. Yüce Allah onlara: «Siz bunu yapmakla bize zarar etmediniz, kendi nefsinize zarar ettiniz» buyurmuştur. Biriktirdikleri için Allah onlardan bu nimetini kesti.

İlâhî emre muhalefette bulunanlar cezalarını mutlaka göreceklerdir. İlâhî emre itaat edenler de mutlaka mükâfatlarına kavuşacaklardır. Hem de fazlasıyla.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet ederek demiştir ki: «İsrailoğulları olmasaydı, et kokmayacak, yiyecekler çürümeyecekti. Havva anamız olmasaydı hiç bir kadın beyine ihanet etmeyecekti. İsrailoğulları yiyeceklerin çürümesine, Havva anamız da kadınların kocasına ihanetine sebep oldu» (Câmiu's-Sağir), Allahü teâlâ İsrailoğullarını Tih vadisinden çıkardığını, yiyeceği bol bir kasabaya gönderdiğini şu âyetiyle beyan ediyor:

58

«Hani, (size), şu kasabaya girin, dilediğiniz yerde istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından secde ederek (eğilerek, saygı göstererek) girin. Ve (dilediğimiz) «Hıtta» dır deyin. (Tevbe edin de) kusurlarınızı örtelim. İyilik edenlere mükâfatımızı daha da artıracağız demiştik.»

Yüce Allah Yahudilerin atası olan İsrailoğullarını Tih vadisinden çıkarmış, Kudüs; bazılarına göre ise Erine denilen şehre göndermiş, oranın yiyeceklerinden dilediğinizi bol bol yiyin demişti.

Bazılarına göre, İsrailoğullarının Tih vadisinden çıkıp Kudüs şehrine gelmeleri, Musa (aleyhisselâm)'la kardeşi Harun (aleyhisselâm)’ın vefatından kırk yıl sonra, Musa tarafından yerine halife seçilen Yuşa Peygamber zamanında vuku bulmuştur. Yuşa (aleyhisselâm) onlara; «Ey İsrailoğulları, şehre girerken Allah'ın emri gereği başınızı eğerek namazda rükû edenler gibi tevazu ile girin. Günahlarınızın bağışlanması, hatâlarınızın silinmesi için de «Hıttatün, Hıttatün» deyin demiştir,»

Hıtta hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: Bazı tefsircilere göre Hıtta «La ilahe illallah, bazılarına göre ise «Bismillâhi» demektir. Onlara şehrin kapısından girerken «Hıtta» derseniz, Allahü teâlâ hatalarınızı bağışlar, buzağıya tapmanızdan ve Tih vadisinde yiyecek biriktirmenizden dolayı kazandığınız günahları affeder, denilmiştir. Onların bu hareketlerinden sonra âsilerin günahlarını Yüce Allah affeder, iyiliklerine karşı ihsanım artırır, Âhirette derecelerini yükseltir. Onlar şehre girerken Allah'ın emrine karşı geldiler. İzdihama sebebiyet verip taşkınlık yaparak girdiler.

İbn Abbas (radıyallahü anh) «Onlar sırt çevirerek şehre girdiler» demiştir.

Bazıları da, onlar yan yana girdiler, «Hitta»yı da başka şekilda ifade ettiler, demişlerdir. Nitekim Allahü teâlâ «Hıtta»yi başka şekilde söylediklerini şu âyette bildirmektedir:

59

«(Nefislerine) zulmedenler sözü kendilerine söylenenden başkasına çevirmişlerdi. Biz de o zalimlerin üstüne gökten -ettikleri fıskın karşılığı olarak - korkunç bir azap indirdik.»

Yani kendi nefislerine zulmedenler, ilahî emre muhalefette bulunanlar, bizim «Hıttatün» sözümüzü «Hıntatün hamrâe» diye değiştirmişlerdir. Böylece Allah'ın sözüyle alay ettiler. Allahü teâlâ, «Sözümüzle alay edenlerin üzerine ansızın azap indirdik, onları helak ettik» buyurmuştur. Allah'ın diniyle ve sözleriyle alay edenler mutlaka perişan olmuşlardır.

Bazı tefsirciler, Allah'ın âyetleriyle alay edenlerin, üzerine gökten ateş yağdı, onları yaktı, böylece fısk ve inatlarının cezasını buldular, demişlerdir.

Su âyette şu hususa işaret edilmektedir; Allah'ın sözüne ve emrine muhalefet edip karşı gelenler, mutlaka iki cihanda ukubete uğrayacaklardır, Tevbe edip hatalarından dönenler de mükâfatlarını fazlasıyla göreceklerdir.

Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)’ın kavminin Tih vadisinde çektiği sıkıntıyı, peygamberin duasını kabul ederek günahlarını bağışladığını, nlımuiyle onları donattığını şu âyetiyle açıklamaktadır:

60

«Bir de Musa kavmi için su arayınca 'Asanı taşa vur' demiştik. (O da asasını taşa vurunca) ondan on iki göze çıktı. (Çünkü İsrailoğulları on iki kola ayrılmıştı). Her zümre su alacağı kaynağı öğrenmişti. Allah'ın rızkından yiyin, için. (Fakat) yeryüzünde fesatçılar olarak taşkınlık yapmayın.»

İsralloğulları Tih vadisindeyken suları kurudu, içmek ve kullanmak için su bulamadılar. Susuzluktan çok bunaldılar. Neticede durumlarını Hazret-i Musa'ya arzettiler. Musa onların durumuna acıdı ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a dua etti. Allah kullarını hiçbir zaman bunaltmaz. Bunun üzerine Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'a -Asanı taşa vur» buyurdu. Musa da adam başı kadar ve kare şeklinde bir taşı aldı ve kavminin bulunduğu yerin ortasına koydu. Elindeki asayı Allah'ın emrettiği şekilde taşa vurdu. Taştan on iki kaynak fışkırdı. Her kaynağın suyu tatlıydı. On iki fırkanın her biri kendi kaynağından suyu alıyordu. Biri diğerinin kaynağından asla su almazdı. Bu fırkalar nesep itibariyle birbirlerine üstünlük iddiasında bulunurlar ve bu yüzden bir fırka diğerinden kız alıp vermezdi. Her fırka kendi soyunun çoğalmasını isterdi. Allah bu yüzden her fırkaya bir pınar vermiştir ki, davarlarını kendi kaynaklarından sulasınlar ve kendileri de aynı sudan içsinler, aralarında düşmanlık meydana gelmesin.

Yüce Allah onlara: -Size verdiğim kudret helvasıyla bıldırcın etinden yiyin ve akıttığım sudan için, sakın yeryüzünde fesat çıkarıp masiyet işlemeyin. Allah fesatçıları asla sevmez» buyurmuştur.

Ebu’l-Leys demiştir ki: ' İsrailoğulları on iki fersah genişliğinde bulunan Tih vadisinde yolları kapalı olarak kaldılar. Suları yoktu. Allah onlara öküz kafası gibi bir taş almalarını emretti. Onlar konakladıkları yere taşı da koyarlardı. Musa da asasını taşa vurur, on iki ırmak akardı. Kalkıp başka yere taşındıkları zaman taşı da beraberlerinde götürürlerdi. Fakat su akmazdı. Yine Musa (aleyhisselâm) asasını vurur, taştan su gözeleri fışkırır, akardı.

Bazıları da bir çeşme çıkardı, on iki bölük olur ve her bölükten bir kabile içerdi, demişlerdir. Bu mevzuda çeşitli rivayetler ileri sürülmüştür. Hepsini zikretmeye gerek görmedik.

Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi, Allah tarafından kendilerine gönderilen nimetleri beğenmeyerek Musa'ya «Biz bir çeşit yemeğe tahammül edemeyiz» demişlerdi. Onların verilen nimetlere şükretmeyerek sabırsızlık gösterdiklerini Yüce Allah şu âyetiyle beyan etmektedir :

61

«Hani siz, Ey Musa bir çeşit yemeğe elbette sabredemeyiz. Bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden, sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın demiştiniz.»

İsrailoğulları kudret helvasıyla bıldırcın eti yemekten usandıklarını Musa (aleyhisselâm)'a bildirerek «Biz daima bir cins yiyecekten yiyemeyiz. Rabbine dua et, bize yerden biten yiyeceklerden versin» demişlerdi. Bunlar bakla, sarımsak, mercimek, buğday, salatalık gibi şeylerdi.

Musa (aleyhisselâm) bu sözleri duyunca kızdı, üzüldü ve onlara: «Siz hayırlı olan bir şeyi değersiz bir şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?» demişti.

«(Müsa kavmine şöyle diyor); O hayırlı olanı şu daha agağı olanla mı değiştirmek istiyorsunuz? Öyle ise bir kasabaya inin. Sizin için istediğiniz orada vardır, demişti.»

Yani Musa (aleyhisselâm) kavmine dedi ki: -Ey kavmim, siz şerefli bir yiyecekle soğan, sarımsak, salatalık, mercimek gibi değersiz taamları mı değiştirmek istiyorsunuz? Öyleyse bu şehirden başka bir şehre gidin. Orada istedikleriniz vardır. Onları siz orada hazırlarsınız. Allah'ın hazır nimetlerini yerken kendinizi zillete ve meşakkate düşürdünüz. Siz şerefi bıraktınız, zilleti tercih ettiniz.

Nitekim Yüce Allah âyet-i kerimenin devamında onların zillete düşüp gadaba uğradıklarını haber veriyor:

«Onlar şerefi bırakıp zilleti tercih ettikleri için, onların üzerine horluk ve yokluk vuruldu. Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, onların Allah'ın âyetlerim inkâr ettiklerinden, peygamberini haksız yere öldürdüklerinden isyan edip aşırt gittiklerindendir.»

Yani İsrailoğullarının üzerine zillet ve fakirlik çöktü. Kimi ekinle, kimi tarla bağ ve bahçeyle uğraşmaya başladı. Zahmetli işlere daldılar. Yahudilerin hepsi fakirlik içinde kaldılar. Görenler onların son derece perişan olduklarını anlarlardı. Bu nankörlüklerinden dolayı Yahudilere Allah'ın gadabı ve laneti geldi. Onlar Allah'ın lanetine ve gadabma uğradılar. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler. Hazret-i İsa'yı, Zekeriyya'yı, Yahya'yı ve Hazret-i Muhammed'i yalanladılar. Onlar kendilerine gönderilen birçok peygamberi katlettiler. Allah'ın emirlerine âsi oldular. Âyetlerini terk edip kâfir oldular. Peygamberleri öldürmekle masiyette haddi aştılar. Allahü teâlâ da onları rezil, perişan ve gadaba uğrayanlardan kıldı. Bunlar hep azgınlıklarının cezasıdır.

Bu âyette ayrıca şu hususa da işaret edilmektedir: Elindeki nimetle yetinmeyip fazlasını isteyenlerin dünyadaki zahmetleri artar. O malı cem ederken tâat ve ibadeti terkedeceği için âhiretteki hesabı ve azabı çoğalır.

62

«Şüphe yok ki îman edenler, Yahudiler, Nasranîler ve Sâbüler, kim Allah'a ve âhiret gününe inanır, bununla beraber salih amelde bulunursa elbette onların Rableri katında ecirleri vardır. Hem onlara bir korku da yoktur. Onlar mahzun olacak değillerdir,»

Bu âyette zikredilenler, Hazret-i Musa'ya îman edip Tevrat'ı kabul edenler, Hazret-i İsa'ya inanıp incil'i tasdik edenlerdir. Bunlar hem Musa'ya, hem İsa'ya inanırlar. Hiç birini yalanlamazlar. Hazret-i Musa'nın dinine intisap etmiş alanlara Yahudi, Hazret-i İsa'nın dinine intisap etmiş olanlara da Nasrani denilmiştir. Hazret-i İbrahim'in dini üzere bulunanlara da Sâbie denilmektedir.

Bu zümrelerden biri, Allah'a, âhiret gününe iman ederse Allah'ın azabından ve âhiret korkusundan halâs olur, sevabı artar. Rableri katındaki dereceleri yükselir. Dünya ve âhiret saadetine ulaşırlar.

İmam-i Kutbi demiştir ki, bu âyettri mânası şudur: Diliyle îman edip kalbiyle îman etmeyenler Yahudi, Nasrani ve Sâbiîlerdir, Sâbüler başlarını havaya kaldırıp meleklere taparlar, dinden dine geçerlerdi.

İslâm bilginleri Sâbüler hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları onlar ehl-i kitap gibidirler, kestikleri yendiği gibi kadınlarıyla da evlenirler demişlerdir. Bu, Ebû Hanife'nin görüşüdür. Bazıları da bunlar Yahudilerle "Hıristiyanlar arasında bir kavimdir, Zebur'u okurlar demişlerdir. Bazılarına göre ise, onlar İslâm karşısında hüküm itibariyle ateşe tapanlar gibidirler, kestikleri yenmediği gibi kadınlarıyla da evlenmek caiz değildir. Bu, Hanefi mezhebinden İmam-ı Yusuf ile İmam-ı Muhammed'in görüşüdür, Çünkü onlar meleklere tapmaktadırlar. Meleklere tapanların durumu hüküm bakımından ateşe tapanların durumu gibidir.

Buraya kadar izah ettiğimiz sınıfların hangisinden olursa olsun, Allahü teâlâ'ya ve âhiret gününe iman edenler, lâyıkıyla amel edenler, Allah katında büyük derecelere kavuşacaklardır. Onlar için âhirette azap korkusu da yoktur.

Soru: Bu âyetten imanın altı şartından ikisi, yani Allah'a iman ile âhiret gününe îman zikredildi. Fakat peygamberimize îman zikredilmedi. Demek ki îmanın altı şartından ikisi zikredilip peygamberimiz zikredilmeden de îman sahih oluyor?

Cevap: Allahü teâlâ ve âhiret gününe îman, îmanın altı şartını içine alır. Hazret-i Peygamber de buna dahildir. Zira îmanın aslı budur. Allahü teâlâ'ya îman, îmanın altı şartını kabul etmekle olur. Bunlardan bir tanesi kabul edilmezse hiçbiri kabul edilmemiş olur. Birini kabul etmeyen hepsini inkâr etmiş olur. Çünkü îman bir bütündür, cüz' kabul etmez.

Buna göre âyetin mânası şudur; Allah'a, bütün peygamberlerine ve onlara indirilenlere îman eden, âhiret gününü tasdik edenler için sevap ve mükâfat vardır. Bütün bunlara inanıp amel-i şalinde bulunanlar için mutlaka sevap ve mükâfat vardır.

Soru; Yukarıda geçen âyette -her kim îman ederse- sözü zikredilmiştir. Bundan maksat bir kişidir. Daha sonra âyette «Onlara ecir vardır' denilmiştir. Buradaki «onlar» çoğuldur. İman edenin müfret sigasıyla, ecir alanların da cemi sigasıyla zikredilmesinin hikmeti nedir?

Cevap: Burada «her kim» denilmiştir. Fakat bu, lâfız itibariyle müfret, mâna bakımından ise cemidir. Çünkü tek kişi cemi olmaz. Bu ibarede çoğul mânası vardır.

Allahü teâlâ İsrailoğullarından Tevrat'la amel edeceklerine dair söz almıştı. Onlar da Tevrat'ın hükümlerine göre amel edeceğiz diye söz vermişlerdi.

63

«Hani sizden sapasağlam söz almıştık. Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. Size verdiğimizi kuvvetle tutun, onda olanları hatırlayın. Tâ ki (cehennem azabından) sakınmış olasınız.»

Yani Ey İsrailoğulları biz sizden ahdi misak aldık.

İbn Abbas (radıyallahü anh) demiştir ki: «Misak ikidir. Birincisi, ruhlar yaratıldığı zaman yapılan ahdi misaktır. (Yukarıda bununla ilgili bilgi verilmiştir.) İkincisi, Allahü teâlâ'nın Tevrat ve diğer kitaplar hususunda İsrailoğullarından aldığı ahdi misaktır. İsrailoğulları, Tevrat ve diğer kitapların hükümlerine göre amel edeceklerine dair Allah'a söz vermişlerdi. «Tûr'u üzerinize getirdik» sözünün anlamı şudur: Musa (aleyhisselâm) Tevrat'ı kavmine getirdi ve onlara okudu. Tevrat'taki hükümler ve buyruklar onlara ağır geldi. Bu hükümleri kabul etmekten çekindiler. Çünkü Tevrat onlara, bir defada Allah tarafından gönderilmişti. Bir defada gönderilişi onlara ağır geldi.

Hazret-i Muhammed'in ümmeti de Hazret-i Musa'nın kavmi gibi nefret edip îman etmekten kaçınmasınlar diye Kur'ân-ı Kerîm bir defada değil, zaman zaman gönderilmiştir. (Bunun izahı ileride gelecektir.)

Tevrat'ın hükümleri İsrailoğullarına ağır gelip kabul etmeyince Yüce Allah, Filistin dağlarından bir dağ getirmelerini emretti. Dağın kapladığı yer bir fersah kadardı. Melekler dağı alıp onların üzerine geldiler. Bu manzara karşısında kaçıp kurtulacakları yer olmadığı için Tevrat'ı kabul etmeye mecbur kaldılar. Dağın heybetinden korktukları için secdeye kapandılar. Secdedeyken dağa bakarlardı. Bundan dolayı Yahudiler bir yüzüne secde ederler. Yani yüzlerinin üzerine secde ederler ki, bir yüzleri açıkta kalır.

Allahü teâlâ İsrailoğullarına şöyle buyurmuştu: 'Size verdiğimi kuvvetle tutun.» Yani size indirdiğim kitabın hükmüyle amel edin. Daima onun emirlerine uygun hareket edin. Allahü teâlâ'ya muti olun. Kitap içindeki va'd ve vaîdleri hatırlayın, sevapları ve ikapları düşünün ki, kitapla amel etmek kolay olsun. Allah'ın azabından korkun ki, masiyetten imtina edesiniz.

64

«Sonra onun arkasından yine yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın fazl-i rahmeti olmasaydı elbette maddî ve manevî en büyük zarara uğrayanlardan olacaktınız.»

Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi, Tevrat'ın hükümlerini kabul ettikten, dağı üzerlerine getirip Allah'ın ikabını gördükten sonra tekrar ahidlerinden döndüler. Eğer Allah'ın rahmeti olmasaydı helak olacaklardı. Allah rahmetiyle azaplarını geciktirdi. Onları Hakk'a davet etmek için peygamberler gönderdi. O peygamberlere itaat etmediler, ukubete uğradılar ve ziyankâr oldular, Allah'ın âyetlerini inkâr edip kâfir oldular. Küfürlerinin karşılığı olarak ebedî azabı boyladılar.

65

«Yemin olsun ki, içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara zelil, hakir maymunlar olun demiştik.»

Bu, tehdit ve tahzir içindir, Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ın kavminin ilâhî emirleri dinlemediklerinden dolayı uğradıkları musibetin neler olduğunu insanlara ibret olsun diye açıklıyor. Tevrat'a göre Yahudilerin cumartesi günü çalışmaları ve balık avlamaları yasaklanmıştı. İsrailoğulları bu yasağa uymadılar ve cumartesi günü balık avladılar. Böylece Allah'ın yasağını çiğnedikleri için azabına uğradılar. Siz de bunlardan ibret alın ve Allah'ın yasaklarını çiğnemeyin. Tâ ki onların başına gelenler sizin de başınıza gelmesin.

İsrailoğullarının balık kıssası şöyledir: Deniz kenarında «ile» İsminde bir şehir bulunmaktaydı. Cumartesi olunca denizin yüzü balıkla dolar, diğer günler çok azalırdı. Allahü teâlâ, İsrailoğullarına cumartesi günü balık avlamayı yasak etti. Onlar cumartesi tuzak kurdular, perşembe günü tuzaklarını aldılar. O zaman azaba uğramadılar, mağrurlandılar ve her gün balık tutmayı helâl gördüler.

Bazılarına göre, cumartesi balıkların çok olmasının sebebi, Yunus Peygamberi yutan balığı görmeye gelmeleridir. Balıklar toplanıp cumartesi Yunus'u yutan balığı görmeye gelirlermiş.

İsrailoğulları her gün balık tutmayı -kendilerine mubah görünce Allah onlara: «Hepiniz maymun olun» buyurdu. Hilelerinin yüzünden hepsi maymuna döndüler, böylece Allah'ın rahmetinden uzak oldular. Bu, onların fiillerinin karşılığıdır. Allah'a isyan edenler, isyanlarının karşılığını er geç ama mutlaka çeşitli azaplarla göreceklerdir.

66

«Artık bunu o zamankilere ve ondan sonrakilere bir ibret verici ceza, takvaya erenlere de bir öğüt yaptık.»

Yani bizim onlara verdiğimiz azap ve ukubet yaptıklarının ve günahlarının karşılığıdır. Onlar günahlarının karşılığını gördüler. Bu azabı ve ukubeti daha sonra gelenler ders alsınlar ve onların akıbetine uğramasınlar diye ibret kıldık. Şayet öncekilerin işledikleri günahı, arkadan gelenler de işlerse aynı ukubet ve aynı azap onların da başına gelecektir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir.

Biz, öncekilerin başına selen felâketi ve azabı Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine ibret verici bir öğüt yaptık. Ta ki, bundan ibret alsınlar, Allah'tan korksunlar, öncekilerin düştükleri hataya düşmesinler.

İmam-ı Ebü'l-Leys, Abdullah İbni Mes'ud'dan nakletmiştir: «Allah'ın emrine karşı gelerek maymun ve hınzıra benzeyenler kimlerdir? diye sorulmuş. Bunlar maymuna ve hınzıra benzetilenler mi? Yoksa başka bir kavim mi? Abdullah, Allah kimsenin yüzünü maymuna ve hınzıra benzetmemiştir. Bunlar önceden yaratılmış bir kavimdir, bunlar da onların neslindendir», demiştir.

67

«Bir zaman da Musa kavmine. Allah size bir sığır boğazlamanızı muhakkak emrediyor, demişti.»

Musa (aleyhisselâm) kavmine: «Ey kavmim Allahü teâlâ sizin bir sığır kesmenizi emrediyor» demişti.

İbn Abbas (radıyallahü anh) «Tevrat kitabında İsrailoğullarına bildirilmiş ki, iki köy arasında katili bilinmeyen bir ölü bulunursa, ölünün yakın olduğu köye diyeti ödetilir» demiştir.

İsrailoğullarından iki kardeş amcalarının mirasını almak için tek oğlunu öldürdüler. Ölen adamın ismi «Amil» olup bir de güzel kızı vardır. İki kardeş, kızını kendine nikahlayacak korkusuyla ve amcalarının mirasını almak için Amil'i öldürürler. İsmi geçen kişiyi öldürdükten sonra bir köyün yakınına bırakırlar. Köy halkı sabahleyin ölüyü görür ve telâşa kapılır. Çünkü ölünün katili belli değildir. Amil'i öldürenler gelir, kan bedelini almak için köy halkını Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'a götürürler. Fakat Musa (aleyhisselâm) da faili bilememektedir. Her ne kadar ölü, köyün yakınında bulunmuş ise de faili bilinmemektedir. Dolayısıyla bedeli kimin ödeyeceği de meçhuldür. Elbette her peygamber ümmetinin mes'elelerini halledecektir.

Bu mevzuda İbni Şîrîn, Ubeydeti's-Selmânî'den şu rivayeti nakleder: Adamın birinin akrabasından zengin bir hasmı vardı. Zengin, aynı zamanda dervişti. Zenginin hasmı olan adamdan başka da varisi yoktu. Zenginin malını elde etmek için onu öldürdü. Ve götürüp bir adamın kapısına bıraktı. Sabahleyin gelip adamdan: «Onu sen öldürdün» diyerek kan bedelini istedi. Ev sahibinin akrabası buna karşı koydular. Bu adamın akrabası da geldi. Tam silâhlarını çekip kavgaya tutuşmak üzereyke"n içlerinden biri dedi ki; «Allah'ın peygamberi varken kavga etmenin mânası nedir? Gidiniz, ona sorunuz, Allah'ın emri neyse size bildirir. Siz de ona göre hükmeder ve bu musibetten kurtulursunuz.» Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm)'a gelerek olayı anlatırlar. Musa (aleyhisselâm) da Allah'a dua eder ve 'bu meselenin hükmünü kendisine bildirmesini» niyaz eder. Tâ ki, ona göre hükmetsin ve hak yerini bulsun. Yüce Allah Musa (aleyhisselâm)'a «kavminin bir sığır kesmesini vahyetti.» Hazret-i Musa Allah'ın emrini kavmine bildirdi ve: 'Ey kavmim, bir sığır kesin. Bir parçasıyla ölüye bir defa vurun. Allah'ın inayetiyle ölü dirilecek ve kendisini kimin öldürdüğünü size söyleyecektir» dedi.

Musa (aleyhisselâm)’ın emrine boyun eğmesi gereken bu adamlar itirazda bulundular. Allah onların bu durumunu şu âyetle haber vermektedir

«Onlar, (Musa aleyhisselâm’ın kavmi) bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi. Musa da (onlara) Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım demişti.»

Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi bir buzağı keseceklerini öğrenince «Yâ Mûsâ, sen bizimle alay mı ediyorsun? Bu ne acaip hükümdür?» demişlerdi.

Soru: Musa (aleyhisselâm)’ın kavminin, Musa'ya «Sen bizimle tılay mı ediyorsun?» diye soru yöneltmeleri küfür değil midir?

Cevap: Onların bu sözleri küfür değildir. Çünkü onların Musa (aleyhisselâm)’ın peygamberliğinde şüpheleri yoktu. Zira Musa (aleyhisselâm)’ın peygamberliği çeşitli mucizelerle zahir olmuştu. Musa'nın peygamberliğinde asla tereddütleri yoktu. Ancak buzağının kesilmesindeki maksadı anlamadıkları için «Sen bizimle alay mı ediyorsun?» demişlerdi. Bu söz Musa (aleyhisselâm)'ın peygamberliğini inkâr için söylenmemiştir. Onların bu davranışlarına karşı Musa (aleyhisselâm): «Ey kavmim, ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım. Alay etmek ancak cahillerin işidir. Sizinle alay edip de cahillerden mi olayım?» demişti.

İbn Abbas (radıyallahü anh): «Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi itiraz etmeden bir sığır boğazlamış olsaydı, yeterli olur ve arzuları yerine gelirdi. Sığır hakkında sormakla teklifin şiddetini artırdılar. Yani kendileri için kolay olanı zorlaştırdılar- demiştir.

Halbuki onlara bir sığır kesilmesi emredilmişti. Onlar ise sığırın şeklini, durumunu sormaya başladılar.

68

«(Musa'nın kavmi) dediler ki: Bizim için Rabbine dua et, O sığırın ne olduğunu bize bildirsin. (Musa) dedi ki: Cenâb-ı Hak buyuruyor, o bir sığırdır ki ne pek yaşlıdır, ne de pek gençtir, ikisi ortası bir dinç sığırdır. Artık emrolunduğunuz işi yapın.»

Yani, Musa (aleyhisselâm)’ın kavmi -Yâ Musa, bizim için Rabbine dua et.» O sığırın keyfiyeti nedir? Genç mi, yaşlı mı? diye sormuşlardı. Musa (aleyhisselâm) da «O ne çok yaşlı, ne de çok genç; ikisi arasıdır- demişti. Allah kendisine böyle bildirmişti. Onlara «Bu hususta daha soru sormayın» denilmesine rağmen onlar yine sorarak kendileri için kolay olanı daha da zorlaştırdılar.

69

«(Onlar tekrar) şöyle söylediler: Bizim için Rabbine dua et. Onun rengi nedir bize tam açıklasın. O da: (Rabbim) diyor ki: O, bakanlara ferahlık verecek sapsarı bir inektir, demişti.»

İsrailoğulları, «Musa, bizim için o sığırın renginin ne olduğunu Rabbinden sor» dediler. Musa da onlara: «Allahü teâlâ onun sapsarı ve bakanlara ferahlık verecek bir renkte olduğunu beyan ediyor» dedi. Musa (aleyhisselâm)'ın bu ifadesiyle de yetinmeyerek o sığırdan sordular ve zahmetlerini artırdılar. Çünkü üzerlerine lâzım olmayan hususları sordular. Dolayısıyla Yüce Allah onların meşakkatini artırdı ve şu âyetle onların Musa'ya ne söylediklerini beyan etti:

70

«(Yine) demişlerdi: Bizim için Rabbine dua et de, o nedir, apaçık anlatsın bize. Çünkü bizce birçok inekler birbirlerine benziyor. Allah dilerse muvaffak oluruz.»

Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ın kavmi bunca açıklamalara rağmen yine böyle demişlerdi: Yâ Musa, bizim için Rabbine dua et. O sığır çifte koşulmuş mu, koşulmamış mı? Biz o sığır hakkında şüpheye düştük. Allahü teâlâ dilerse keyfiyetini beyan eder. Biz de Allah'ın dilediğini alır, getiririz.

İbn Abbas (radıyallahü anh): «Eğer Musa (aleyhisselâm)'ın kavmi sözlerinde «inşaallah» demeseydiler, onun hakikatini öğrenemeyip âciz kalacaklardı» demiştir.

Yine İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan rivayetle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle demiştir; Eğer İsrailoğulları bir sığır boğazlasaydı onlara kâfi gelirdi. Şayet «inşaallah» demeselerdi kimse o vasıfta bir sığır bulamazdı. Çünkü onlar Musa (aleyhisselâm)'a sordular, Allah Musa'ya haber verdi, o da kavmine bildirdi.

71

«(Musa şöyle) dedi: Rabbim buyuruyor ki, o ne boyunduruğa koşulup arazi sürecek, ne ekin sulayacak bîr inek değildir. Hiç ayıbı olmadığı gibi, hiçbir alacası da yoktur. Onlar, şimdi hakikati getirdin, dediler. Bunun üzerine o ineği bulup boğazladılar ki, az kaldı (bunu) yapmayacaklardı.»

Mûsa (aleyhisselâm) onlara dedi ,ki: Allahü teâlâ buyurdu: O, bir sığırdır, tarla sürmemiş ve ekin sulamamıştır. Yani hiçbir işte kullanılmamıştır. Hiçbir ayıbı ve kusuru yoktur. Rengi sadece sarıdır. Bu sözleri işitince dediler ki, şimdi bizim istediğimiz gibi sıfatı beyan oldu. Onlar bu sığırı bulup boğazladılar. Az kaldı onu terkedeceklerdi. Onlar katilin kendi kabilelerinden olacağından veya bu nitelikte bir sığırın bulunamayacağından korktukları için bundan vazgeçmek istemişlerdi.

Vehb (radıyallahü anh) demiştir ki: Bu sığır bir delikanlının idi. Mûsa (aleyhisselâm)'ın kavmi içinde salih bir zat varmış. Onun da küçük bir oğlu ile bir buzağısı varmış. O salih zat buzağıyı ormana salıverir ve: «Yâ Rabbi, onu sana emanet ettim, çocuğum kemal yaşına erdiği zaman bunu ona dönder» demiş. Çok geçmeden o salih zat ölür. Buzağı büyür, ama onu kimse yakalayamaz. Çocuk da zamanla büyür ve salihlerden olur. Delikanlı annesine karşı çok itaatliydi.

Geceyi üçe ayırmıştı, bir bölümünde namaz kılar, bir bölümünde uyur, bir bölümünde de annesinin başı ucunda otururdu. Sabah olunca ormana gider, arkasıyla odun getirir, satar ve parasını üçe taksim ederdi. Bir kısmını sadaka olarak verir, bir kısmını kendi ihtiyacına harcar, bir kısmını da annesine getirirdi.

Bir gün annesi o salih zata dedi ki: Ey oğlum, şu ormanda babandan sana miras kalan bir buzağı var. Sen çocukken baban onu şu meşeliğe bırakmış ve Allah'a emanet etmişti. Şimdi büyüdü, vahşi oldu. Onu kimse yakalıyamıyor, adam görünce kaçıyor. Git, İbrahim, İsmail ve İshak’ın Tanrısına dua et, onu sana musahhar kılsın. Senden kaçmasın, gelsin. Hayvanın özelliği şudur: Rengi altın gibi sapsarıdır. Bundan dolayı ona altın demiştik.

Yiğit delikanlı ormana gider, buzağının otladığını görür ve çağırır: Sana and veririm, ibrahim, İsmail ve İshak Peygamberlerin Tanrı'sı hakkı için bana gel, benden kaçma. Buzağı bu sözleri işitince hemen gencin yanına gelir. Delikanlı hayvanın boynuna sarılır, yelesine alıp getirirken - Allahü teâlâ'nın desturuyla - sığır o zata der ki: Ey anasına iyilik ve ihsanda bulunan genç. Üzerime bin, elinle çekme. Bu sana usanç verir. Her varlık lisanı haliyle konuşmaktadır. Genç de ona: Anam bana bin demedi, al getir, dedi, der. Bunun üzerine sığır gence: «Eğer üzerime binseydin, İbrahim'in Tanrısı için senin gücün ebedî beni yakalamaya yetmezdi, şimdi seninle istediğin yere gider ve nereden çağırırsan oraya gelirim.» Bu sana olan bağlılığım annene olan iyilik ve ihsanından dolayıdır, der.

Kendini Allah yoluna adamış olan genç, buzağıyı alır, annesine getirir. Annesi, «Oğlum, sen fakirsin. Elinde malın yok. Gece -gündüz arkanda odun getirip satıyorsun. Yorgun olduğun için gece ibadet etmek sana ağır geliyor. Bunu sat, elinde biraz sermayen olsun, der. Genç «kaça satayım?» diye annesine sorar. Annesi, «Üç altına sat ama bana danışmadan satma» cevabını verir. Bunun üzerine genç buzağıyı alır, pazara götürür.

Allahü teâlâ kudretini göstermek için ona bir melek gönderir. Melek o gence, «Ey yiğit bunu kaça satıyorsun?» diye sorar. Genç, «Üç altına satıyorum» der. Melek, «Annene sormamak şartıyla alırım» der. Genç, «Bunun ağırlığı kadar altın versen, annemin rızası olmadan olmaz» cevabını verir. Genç annesine döner, müşteri çıktı, ne yapayım?» diye sorar. Annesi, «Altı altına ver ve yine bana sormadan satma,» der. Genç pazara gelir, melek ona, «Annene danıştın mı? diye sorar. Genç, «Evet danıştım. Altı altından aşağı verme, dedi' der. Melek «On iki altına bana sat, yalnız annene sorma» der. Genç razı olmaz, annesine döner, durumu arz eder. Annesi, -Oğlum, sana gelen ve müşteri olan insan suretinde bir melektir. O seni sınıyor, eğer bir daha gelirse de ki: «Bu buzağıyı satayım mı, satmayayım mı?»

Genç tekrar pazara gider, meleğe annesinin sözünü iletir. Melek, «Bunu satmayın. Musa (aleyhisselâm), İsrailoğulları içinde ölü bulunmuş bir adamdan dolayı sizden bu buzağıyı alacak. Derisi dolu altın almayınca sakın satmayın» cevabını verir. Genç, melekten bu sözleri duyar duymaz buzağıyı alır, annesine gelir, olup bitenleri haber verir. Olay meydana gelinceye kadar buzağıyı saklarlar.

Allahü teâlâ'nın buzağının vasfını ve sıfatını açıklamasındaki sebep şudur: Annesine iyilik ve ihsanda bulunan bir gencin bu iyiliğinin mükâfatı ve karşılığı Allah tarafından bir buzağı vasıtasıyla verilmektedir.

İlâhi emir vâki oldu, hüküm onlara bildirildi. Bunun üzerine özellikleri zikredilen buzağıyı aramaya başladılar. Sadece adıgeçen gencin elindeki buzağı aranılan vasıfları taşıyordu, Gence buzağının derisi dolu altın vererek satın alırlar." Maktulün emri açığa çıksın ve katilin kim olduğu bilinsin diye buzağıyı keserler. Allahü teâlâ bununla ilgili olarak: buyurmuştur.

72

«Hani siz bir kimse öldürmüştünüz de onun (katili) hakkında birbirinizle alışmıştınız. Halbuki Allah sizin gizleyeceğiniz şeyi açığa vurandır.»

Yani siz Âmil'i kimin öldürdüğünü bilmediğiniz için, suçu birbirinizin üzerine attınız. Sonunda Musa (aleyhisselâm)'a gelerek «Allah'a dua et de, katilin kim olduğu açığa çıksın», yani bizim emrimiz zahir olsun» demiştiniz. Musa (aleyhisselâm) dua etti, Yüce Allah duasını kabul edip buyurdu ki: «Bir öküz boğazlayın. Zira Allahü teâlâ her şeyi açığa çıkarıcıdır.» Bundan sonra bir sığır alıp boğazladılar ve Musa (aleyhisselâm)'a «Boğazlama işi tamamlandı, şimdi ne yapalım?» dediler.

73

«Öldürülene onun bir parçasıyla vurun.»

Biz, onlara kesilen sığırın bir parçasıyla vurun, demiştik. Tâ ki hüküm açığa çıksın. Kesilen buzağının hangi parçalarıyla ölüye vuracakları hususunda aralarında anlaşmazlık çıktı. Bir kısmı, sağ tarafıyla, bir kısmı diliyle - zira konuşan alet odur - bir kısmı kuyruğu ile - kuyruğun kökünde «zenba» denilen bir kısım vardır, vücudun her yeri çürüdüğü halde orası çürümeyecek ve kıyamet günü oradan dirilmeye başlayacak ve diğer azalar onun üzerine bina edilecektir- vurulsun demişlerdir. Aralarında ihtilâfa düşmüşler ve azaların her biriyle ölüye vurmuşlardır. Kesilen buzağının bazı kısımlarının ölüye vurulması neticesinde, ölü dirilir, oturur, «Beni amcamın iki oğlu öldürdü» der, tekrar ölür. İsrailoğulları katilin kim olduğunu öğrenirler ve o iki kardeşi kısasa kısas olarak öldürürler. Miras olarak da hiç bir şey vermezler, öldüren, öldürdüğünün terekesinden miras olarak bir şey yemesin diye bu hüküm kıyamete kadar sabit olur.

Allahü teâlâ kudretiyle ölüyü diriltip bunlara gösterdi. Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler için de buyurdu ki:

«işte Allah böylece ölüleri diriltir. Size âyetlerini (kudretini açıklayan delilleri) gösterir, umulur ki, aklınızı başınıza alasınız.»

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler Âmil'in nasıl dirildiğini gördüler. Diğerlerini diriltmek de Allah için o kadar kolaydır. Allahü teâlâ için bunda zorluk yoktur. Bu ve benzeri âyetler öldükten sonra dirilmenin delilidirler. Bu, Hazret-i Muhammed'in ümmeti için delil olduğu gibi, diğer insanlar için de aynı şekilde delildir. Zira Yüce Allah bunu İki Cihan'ın Güneşine haber yerdi. O da ümmetine bildirdi. Ehl-i kitap da islâm'a girmeden önce bunu duyunca öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu kabul ettiler, inkârlarından vazgeçtiler.

İlâhî kudreti görüp anlayasınız diye Allahü teâlâ çeşitli mucizelerle size büyüklüğünü gösterdi. Bilesiniz ki, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) 'in haber verdikleri haktır. Hiçbirinde en küçük bir şüphe yoktur. Hazret-i Peygamber'in haber verdiklerinden şüphe edenler, getirdiğini kabul etmeyenler, kalbleri mühürlenmiş olanlardır. Onlar inkârları üzere kaldılar. Hakka dönemediler.

74

«Sonra, bunun arkasından yine kalbleriniz katılaştı. Şimdi o, taş gibi, yahut daha katı. Çünkü taşın öylesi vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki, Allah korkusuyla yukarıdan aşağı düşer. Allah, ne yaparsanız (hiçbirinden) gafil değildir.»

Yani Allahü teâlâ münkirlere hitaben buyurdu ki: Siz, suratlarını maymuna ve domuza döndürdüklerimizi, dağı üzerinize getirdiğimizi, bir parça taştan on iki çeşme akıttığımızı ve ölüyü dirilttiğimizi size gösterdiğimiz halde yine gönlünüz kurudu. Gönüldeki iki ırmaktan biri kalmadı. Ne Allah korkusu, ne de Allah'ın gönüldeki şefkat ve merhamet suyu kaldı. Her ikisi de kurudu.

Gönlünde bu iki su bulunmayanların kalbi taş gibidir, belki taştan daha katı ve daha beterdir. Zira öyle taşlar vardır ki içinden ırmaklar akar. O taş onunla tazelenir, kuruluğu gider. Îman etmeyenler, bunca va'z u nasihat dinlerler, bunca korkuları işitirler, görürler de kalbleri yumuşamaz. Îmanları tazelenmez. Yine öyle taşlar vardır ki, ikiye ayrılır, içinden sular çıkar, ve bir damla su katı bir taşın üzerine vura vura bir iz bırakır. Halbuki öyle insanlar vardır ki, devamlı nasihat dinlemelerine ve kitap okumalarına rağmen kalblerinde bir tesir meydana gelmez. O kimselerin Allah'ın kullarına karşı merhameti olmaz. Onların şefkat damarları kurumuştur. İnsanlara daima zulüm ve eziyet ederler. Bu gibilerin kalbi taştan daha katıdır. Böyle bir kalb ateşe bile girse yine yumuşamaz. Yine öyle taşlar vardır ki, Allah korkusundan kendini yükseklerden bırakır. Belki Allah'ın azametine takat getiremoyip parça parça olur. Allahü teâlâ Tur dağında Musa (aleyhisselâm)'la söyleşirken dağın Allah'ın azametinden parça parça oluşu gibi.

Yüce Allah insanların yaptığı her şeyi bilir. İyiliğe mükâfat, kötülüğe de ceza verecektir. Aklı olanlar bunu düşünüp vaktini değerlendirir ve ebedî saadeti kazanır. Bunu yapmayanlar, fesatlarını artırır, cehenneme girmeye hak kazanırlar.

75

«Artık (ey mü’minler) onların size inanacaklarını umar mısınız? Halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah'ın kelâmını (Tevrat'ı) dinlerlerdi de akılları aldıktan sonra onlar bunu bile bile tahrif ederlerdi.»

Yani, yâ Muhanlmed, sen ve ashabın, Yahudilerin size iman edeceklerini beklemeyin. Halbuki bunlardan bir zümre Allah'ın kelâmını işitirler, ezberlerler ve mânasını öğrendikten sonra Allah'ın kelamını değiştirirler ve tebdil ederler. Onlar bunun masiyet ve Allah'a muhalefet olduğunu bilirlerdi. Bildikleri halde Hazret-i Muhammed'in sıfatını, bazı âyetlerin te'vilini ve hükmünü Tevrat'tan çıkardılar. Yâ Muhammed, onlar îmana gelirler, beni tasdik ederler diye ümit etme. Çünkü onlar îmana gelmezler.

76

«(Yahudi münafıklar) iman edenlere kavuştukları zaman inandık derler. Birbirlerine (döndükleri) zaman ise (aralarındaki ileri gelenler, münafıklık eden arkadaşlarına): Allah'ın size açtığı şeyi (Tevrat'ta öğrendiklerinizi) mü’minler onunla Rabbiniz katında (aleyhinizde) kuvvetli delil getirsinler diye mi onlara söylüyorsunuz? Buna aklınız ermiyor mu? derler.»

Münafık Yahudiler, mü’minlere uğradıkları ve onlarla oturdukları zaman şöyle derlerdi: Biz Muhammed'e îman eder, O'nu tasdik ederiz. Çünkü kitabımızda O'nun özelliklerini okuduk ve işittik. O'nun peygamberliği haktır.

Müslümanların yanından ayrıhp reislerinin ve büyüklerinin yanına geldikleri zaman reisleri onlara, «Siz Muhammed'in ashabına, kitabımızda Muhammed'in vasıfları belirtilmiş ve O'nunla işaret olunmuştur» dediniz. Onlar, sizden işittikleri sözlerle yarın Rabbinizin katında sizinle mücadele ve düşmanlık yaparak derler ki: «Siz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın peygamber olduğunu bildiğiniz halde, onu inkâr ettiniz, inanmadınız, sizin aklınız yok mu? Siz nasıl insansınız?» demişler. Münafıklar, Allahü teâlâ'nın onların gizli ve aşikâr hallerini bilmeyeceğini sandılar. Yüce Allah onların gizli ve aşikâr hallerini elbette bilir.

77

«Onlar bilmiyorlar mı ki, Allah, ne gizlerlerse, ne açıklarlarsa (hepsini) bilir,»

Yani, onların gizlice peygamberi yalanladıklarını Allah bilmiyor mu? Allah onların kendi aralarında peygamberi yalanladıklarını, peygamberin sahabesinin yanında ise aksini söylediklerini elbette biliyor. Allahü teâlâ'ya hiç bir şey gizli değildir. İnsanlar ne kadar gizlemeye çalışırlarsa çalışsınlar boşunadır.

78

«Onların içinde ümmîler de vardır ki, kitabı (Tevrat'ı) bilmezler. Ancak bir takım batıl şeyleri bilirler. Ve onlar yalnız zanneder dururlar.»

Yahudilerden bazıları okuma yazma bilmezlerdi. Fakat yalan ve batıl şeyler düzmekten de geri kalmazlardı. Bu yalan ve batü şeyleri reislerinden öğrenirlerdi. Reislerinin sözleri bunları şüpheye düşürmüş, Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini inkâra götürmüştü. Onları böyle bir zanna düşüren liderlerin uydurmaları ve yalanlandır. Halbuki Peygamberimiz- (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Zandan sakının. Zira zan en büyük yalandır- (Buharı ve Müslim). Mü’mine yakışan, zandan kaçınmaktır.

Tevrat'tan Hazret-i Peygamber'le ilgili kısımları çıkarıp aksini yayanların durumlarını Yüce Allah şu âyetle beyan etmektedir:

79

«Artık, elleriyle kitabı (Tevrat'ı yalan yanlış) yazıp da sonra onu az bir paha ile satabilmek için, bu Allah'ın katındandır diyegelenlerin vay haline. Vay ellerinin (yalan yanlış) yazdıklarından başlarına geleceklere. Yazıklar olsun şu kazanmakta oldukları (rüşvet ve günah) yüzünden onlara.»

Yazıklar olsun Yahudi âlimlerine! Onlar, Allah tarafından indirileni Tevrat'tan çıkarıp kendi fikirlerini yazdılar ve «bu Allah tarafından indirildi- dediler. Halkı kandırdılar onlar. Hazret-i Muhammed'in Tevrat'ta zikredilen vasıflarını silerek aksini yazdılar. Hoşlarına gitmeyen hükümleri Tevrat'tan çıkardılar, yerine kendi fikirlerini yazdılar. Sonra da «Bu, Allah'ın hükmüdür, gökten nazil oldu» dediler. Onlar, bunu dünyalık elde etmek için yaparlardı. Dini ve âhireti dünyalan için sattılar. Âhireti hiçe sayarak dünyayı kazandılar. Yazıklar olsun onlara ki, elleriyle yazdıkları şeylerin azabına uğradılar. Yine veyl olsun onlara ki, dünyalık kazanmak için dinlerini ve âhiretlerini sattılar.

Veyl, cehennemde bir nehrin adıdır. O kadar ki, cehennem onun azabından günde yetmiş defa Allah'a sığınır. Cehennemde en şiddetli azabın cereyan ettiği yer orasıdır. Veyl kelimesi âyette üç defa geçmektedir. Bunun hikmeti, onların çok şiddetli bir azaba uğrayacaklarına ve azaplarını veylde göreceklerine işaret etmesidir.

80

«Yahudiler atalarımızın buzağıya taptıkları sayılı günlerden başka bize kat'iyyen azap dokunmayacak, dediler. (Habibim) söyle (onlara) Allah katında bir ahid mi elde ettiniz. Allah ahdinden asla caymaz. Yoksa Allah'a karşı bilmeyeceğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?»

İmam-ı Dahhak (radıyallahü anh) demiştir ki: Diğer kâfirler Allahü teâlâ hakkında Yahudiler kadar ileri gitmemişlerdir, Yahudiler, «Üzeyir Allah'ın oğludur. Allah fakir, biz zenginiz. Cehennem bize azap vermez, ancak atalarımızın buzağıya taptıkları kırk gün kadar azap verir- demişlerdir.

Yine Yahudilerden bazıları, «Azap göreceğimiz sayılı günler, dünya günüyle yedi gündür» demişlerdi. Yüce Allah da onların sözlerini yalanlamak için peygamberine şöyle buyurdu: «Yâ Muhammed, bizi ateş yakmaz diyenlere söyle: Allahü teâlâ ile ahidleştiniz de mi, ateş sizi yakmayacak? Eğer Allahü teâlâ size söz verdiyse asla sözünden dönmez. Yoksa size, şu kadar azap göreceksiniz, ondan başka azap görmeyeceksiniz diye bir âyet mi geldi? Yoksa boş sözler uydurarak Allah'a iftira mı ediyorsunuz? Elbette ki, yalan söyleyerek Yüce Allah'a iftira ediyorsunuz.»

Rivayet edilmiştir ki, yarın onlar saydıkları gün kadar cehennemde kaldıktan sonra cehennemin bekçileri onlara seslenir: «Ey Allah'ın düşmanları, sizin dediğiniz günler bitti. Şimdi burada ebedi kalacaksınız. Onlar, ebedî kalacaklarını o zaman anlayacaklardır. Fakat son pişmanlık fayda vermeyecektir. Onların hayâlleri böylece boşa çıkacaktır.

81

«Gerçekten bir kimse günah ve küfrü kazanır da günahları kentlisini çepeçevre kuşatırsa onlar cehennemin sahipleridirler. Onlar, hir daha çıkmamak üzere orada kalıcıdırlar.»

Onlar, ebedi olarak cehennem'de kalacaklardır. Çünkü onlar Allah'a ortak koştular, hayatlarının sonuna kadar da aynı yol üzere devam ettiler. Bundan dolayı, yani şirk ve küfürlerinin karşılığı olarak ebediyyen cehennemde kalacaklardır.

82

«İman edip amel-i salih işleyenler de cennetin arkadaşlarıdırlar. Onlar orada ebedî kalacaklardır.»

İman edenler, Allahü teâlâ’nın birliğini kabul ettiler. Hazret-i Peygamber'in risâletini tasdik ettiler. Allah'ın emrettiği ibadetleri zamanında ve tam olarak yaptılar. Allah'ın haram saydıklarından kaçındılar. Onlara yaklaşmadılar. Yalan söylemediler, günah işlemediler. Bundan dolayı, ebedi olarak cennette kalmaya hak kazandılar.

83

«Hani, İsrailoğullarından, Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anaya, babaya, hısımlara, yetimlere, yoksullara iyilik yapın, insanlara güzel söz söyleyin. Namazı dosdoğru kılın, zekât verin dîye teminatlı söz almıştık. Sonra (bu sağlam sözünüze karşı) içinizden pek azı müstesna olmak üzere yüz çevirdiniz ve siz hâlâ yüz çeviren kimselersiniz.»

Yüce Allah buyuruyor ki: Biz, İsrailoğullarmdan teminatlı söz almıştık. Tevrat'da Hazret-i Peygamber'in geleceğini ve hak peygamber olacağını onlara bildirdik. Onları Âdem'in sulbünden çıkardığımız zaman, Allah'tan başkasına ibadet etmemeleri için kendilerinden teminat almıştık. Allah'tan başkasına tapmayın, O'ndan başka ilâh olmadığını bilin, ananıza - babanıza iyilik ve ihsanda bulunun. Onları incitmeyin, kendilerine şefkat kanatlarını açın, dedik.

Bu âyetle ana-babaya itaat emredilmektedir. Allahü teâlâ, ana -babaya itaati kendine ibadetle beraber zikretti. İslâm'da ibadet ne ise, anaya - babaya itaat da odur. Allah'a ibadet etmek farz olduğu gibi, anaya, babaya itaat etmek de farzdır. Yüce Allah anaya - babaya itaati kendine yapılan ibadetle birlikte zikretmiştir. Allah'a ibadetten sonra, anaya - babaya itaat gelir.

Bütün insanlara iyilik yapın, islâm'ın emirlerine uyun. Birbirinizin hakkına riayet edin. Yoksulu gözetin. Namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin. Bütün bunları yapacağınıza dair Allah sizden kesin söz almıştır. Fakat siz, bu ahidlerinizi unuttunuz, imandan yüz çevirdiniz. Ancak sizin aranızdan çok az kimse ahdini bozmadı, îmana geldi. Bu zatlar, Abdullah İbni Selâm ve arkadaşlarıdırlar.

Diğerleriniz ahdi terk edip misakı unuttunuz.

84

«Hani sizden kanlarınızı akıtmayın, kendinizi yurtlarınızdan çıkarmayın diye kat'i bir söz almıştık. Sonra siz de ikrar vermiştiniz. Ve hâlâ - bu ikrarınızda - şahitlik edip duruyorsunuz.»

Yüce Allah, Yahudilerden birbirlerinin kanlarını akıtmamaları ve yurtlarından çıkarmamaları için kat'î söz almıştı. Hepsi bunu kabul etmelerine ve Tevrat'da da görmelerine rağmen Allah'a verdikleri ahidleri bozmuşlar, verdikleri sözden vazgeçmişlerdir.

85

«Sonra sizler yine onlarsınız ki, kendi adamlarınızı öldürüyor, içinizden bir fırkayı yurtlarından çıkarıyor, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Eğer onlar size esir olup gelirlerse kendileriyle fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılması size haram kılınmıştır.»

Yahudiler Allah'a verdikleri sözü, ahdi unutarak birbirlerini öldürdüler. Ve birbirlerini yurtlarından çıkardılar. Bunlar meşhur Evs, Hazreç, Kureyza ve Nadir kabileleridir. Bu kabilelerin arasında islâm'dan önce bitmeyen bir düşmanlık vardı. Bu kabilelerden galip gelenler mağlûp olanları yurtlarından çıkarıyorlardı.

Bu âyet-i celîlede şuna işaret edilmektedir: Bir kimseyi yurdundan çıkarmak, onu katletmek gibidir. - Zira Allahü teâlâ ikisini beraber zikretmiştir. Günahla ve düşmanlıkla birbirinizin aleyhinde birleşip yardımlaşıyorsunuz. Yine birbirinize zulüm ve işkence yapıyorsunuz. Eğer size esir olsalar, kendileriyle fidyeleşirsiniz. Bu dahi ahdi misaktandır. Onların kitabında esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılması ahd olundu.

Birbirinizi yurtlarınadan çıkarmak sizin üzerinize haram kılınmıştır. Bu hususta Allah'a verdiğiniz sözü unuttunuz, ilâhi emri terk edip birbirinizi yurtlarınızdan çıkardınız. Siz kitabın bir kısmını inkâr, bir kısmını mı kabul ediyorsunuz? Size, fidye karşılığı esirleri serbest bırakın, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşıp başkasına zulmetmeyin dendiği halde yine dinlemediniz. İlâhî emirleri terk ettiniz. Kitabın hükümlerinden bazısını yerine getirdiniz, bazısını terk ettiniz. Bu hareketiniz kitaba îman etmediğinizin bir belirtisidir. Zira kitabın bir hükmünü inkâr etmek, tamamını inkâr etmek gibidir. Allahü teâlâ'nın kitabından bir harfi yalanlamak, O'nun sözünü yalanlamaktır. O'nun sözünü yalanlayanlar da kâfirlerdir. Yalanlamanın azı çoğu olmaz, kitabın bir harfini inkâr etmekle tamamını inkâr etmek arasında herhangi bir fark yoktur.

Allahü teâlâ onların durumunu şu âyetle açıklamaktadır:

«Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmım inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden öyle yapanların cezası, dünya hayatından bir rüsvaylıktan başka değildir. Kıyamet gününde de onlar azabın en çetinine itileceklerdir. Allah, ne yaparsanız; (hiç birinden) gafil değildir.»

Yahudiler, bu kitabın bazı kısımlarına îman ederler, bazı kısımlarını da inkâr ederlerdi. Münkirlerin cezası dünyada rezil ve perişan olmak, âhirette de en şiddetli azaba uğramaktır. Çünkü onlar kitabın kendilerine yarayan bölümünü alıyorlar, işlerine gelmeyen kısmını ise inkâr ediyorlardı. Allahü teâlâ kullarının yaptıklarından asla gafil değildir. Kullarının bütün yaptıklarını ve söylediklerini bilir. Ona göre mükâfat ve mücazat verir.

86

«Onlar âhirete bedel dünya hayatını satın atmış kimselerdir. Bundan dolayı kendilerinden azap kaldırılıp hafifletilmeyecek, onlara yardım da edilmeyecektir.»

Yahudiler ahd-i misakı terk edip Hazret-i Muhammed'e iman etmediler. Allah'a ibadet yapmadılar. Ana-babalarına, yakın akrabalarına, miskinlere, yetimlere iyilik ve ihsanda bulunmadılar. İnsanlara iyilikle muamele etmediler. Namazlarını kılmadılar ve zekâtlarını vermediler. Onlar birbirlerinin kanlarını döktüler, birbirlerini yerlerinden yurtlarından çıkardılar. Esirleri öldürdüler, kendi esirlerini ise fidye vererek aldılar. Günah ve düşmanlıkta birbirleriyle yardımlaştılar.

Bütün bu yaptıklarıyla âhireti bırakıp dünyayı satın aldılar. Fani olanı ebedî olana tercih ettiler. Onlar âhireti unutup dünyayı tercih ettikleri, Allah'ın emrini unutup nefislerine uydukları için şiddetli bir azaba uğrayacaklar ve asla yardımcı bulamayacaklardır.

87

«Yemin olsun, Musa'ya o kitabı verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler (mucizeler) verdik. Ve onu Rûhü’l-Kuds ile destekledik. Demek sûre ne vakit bir peygamber gönüllerinizin hoşlanmadığı bîr şeyi getirirse kibirlenmek isteyeceksiniz de kiminiz yalanlayacak, kiminiz de öldüreceksiniz öyle mi? »

Biz Musa (aleyhisselâm)'a Tevrat-ı verdik. Ardından peygamberler gönderdik. İsa (aleyhisselâm)'a da âyetler ve alâmetler verdik. Ölüleri diriltmek, dilsizleri konuşturmak, alaca hastalığına yakalananları kurtarmak gibi. İsa (aleyhisselâm)ı öldürmeye kast ettikleri zaman biz onu göğe yükselttik. Biz, bütün bunları size bir ihsan olsun diye yaptık. Fakat siz, yine hidayet üzere olmadınız. Bütün bunlardan ibret alıp hak yola gelmediniz. Size gelen peygamberler, sizin istediğinizi getirmediler. Size Hakk'ı bildirdiler, gerçeği söylediler, bu da size ağır geldi. Kibirlendiniz ve îman etmediniz. Kavminiz içindeki şöhretinizi ve mevkiinizi düşündünüz. Bu yüzden de peygamberlerin bir kısmını öldürdünüz. Yahya ve Zekeriyya (aleyhisselâm) gibi. Bir kısmını da kabul etmediniz. Hazret-i İsa ve Muhammed (aleyhisselâm) gibi. Allahü teâlâ Yahudiler hakkında şöyle buyurmaktadır:

88

«(Yahudiler şöyle) dediler: Kalblerimiz perdelidir (bize ne söylesen kâr etmez) (Hayır) Öyle değil. Allah onları küfürleri yüzünden rahmetinden kovmuştur. Onun için ancak birazı îman edeceklerdir.»

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara: -Neden îman etmiyor ve Hakk'a tâbi olmuyorsunuz?» diye sorduğu zaman alay ederek şu cevabı vermişlerdi: -Bizim kalbimiz perdelenmiştir, artık senin sözünü duymuyoruz. Biz bütün ilimleri kalbimize yerleştirdik. Artık senin sözlerini anlayıp kalbimize yerleştirecek değiliz. Eğer sen peygamber olsaydın, senin sözünü de anlar ve kalbimize yerleştirirdik.

Allahü teâlâ onların sözünü reddedip buyurdu ki: -Hayır, siz kalbleriniz perdeli olduğu için değil, Allah'ın rahmetinden kovulduğunuz için O'nun sözlerini anlamıyorsunuz. Siz rahmetimden kovulmuş, gadabıma uğramışsınız. Onun için imana gelmezsiniz. Yani size îman nasip olmaz. Îman ancak pek azınıza nasip olur. Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları gibi.

89

«Vakta ki onlara Allah katından yanlarında bulunan (Tevrat'ı) tasdik edici bir kitap (Kur'an) geldi. Halbuki daha evvel küfredenlerin aleyhine fetih istiyorlardı, İşte tanıdıkları o şey (Kur'an) kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kafirlerin üzerinedir.»

Allah tarafından gönderilen Kur'ân-ı Kerim Allah'ın birliğini, Tevrat'ın hak kitap olduğunu bildiriyor ve sıfatlarını açıklıyor. Allah kendi ellerindeki kitabı tasdik etsinler diye, Yahudileri Kur'ân-ı Kerim'e inanmaya davet ediyor. Çünkü Kur'ân'ı inkâr eden, Tevrat'ı da inkâr etmiş olur. Zira her ikisi de Allah tarafından gönderilmiştir. İkisi de haktır. İkisi de İslâm dinini bildirmek için gönderilmiştir. Bütün kitaplar Allah'ın emirlerini insanlara bildirmek için gönderilmişlerdir. Birini inkâr eden hepsini inkâr etmiş olur.

Benî Kureyza ile Benî Nadir kabileleri daha önce kitaplarında Hazret-i Muhammed'in özellikleriyle karşılaşmışlar, hak peygamber olarak geleceğini öğrenmişler, Şam'dan kalkıp Medine'ye yerleşmişler ve O'nun gelmesini beklemeye başlamışlardı. Ona tabi olmak için peygamber olarak gelmesini bekliyorlardı. Hatta müşrik Araplarla savaştıkları zaman Hazret-i Peygamber'in adını anarlar, muvaffak olmaları için Allah'tan yardım talep ederlerdi. Ve «Allahım, Âhir zaman Peygamberi'nin hürmetine ve O'na indireceğin kitap hakkı için müşriklere karşı bize yardım et» diye dua ederlerdi. Yahudiler, Hazret-i Peygamber'in kendi kabilelerinden geleceğini zannediyorlardı. Yani, Hazret-i İshak (aleyhisselâm)’ın soyundan geleceğini tahmin ediyorlardı, İshak (aleyhisselâm)'ın soyundan değil de, îsmail (aleyhisselâm)'ın soyundan gelince, hak peygamber olduğunu bildikleri halde kabul etmediler, haset ettiler ve böylece kâfir oldular. Ayrıca Hazret-i Muhammed'in Tevrat'ta zikredilen vasıflarını değiştirdiler. Dünya menfaatleri endişesiyle Hazret-i Peygamberle ilgili kısımları Tevrat'tan çıkardılar. Bundan dolayı Allahü teâlâ onlara lanet etti ve rahmetinden kovdu. Bu hareketlerinden dolayı onların işlerini zemmedip buyurdu ki:

90

«Nefislerini mukabilinde sattıkları şey ne kötü bir şey, O şey, Allah'ın fazlından olarak kullarının dilediği zata inzal etmiş olmasına haset ederek Allahü teâlâ'nın inzal ettiğini inkâr etmeleridir. Artık gazaptan gazaba uğradılar. Kâfirler için hor ve hakir edici bir azap vardır.»

Yahudilerin nefisleri mukabilinde sattıkları şey, ne kötü şeydir. Onlar sevaptan nasiplerini almadılar, nefislerine uyarak ne kötü günah işlediler. Dünya menfaatleri için Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını değiştirdiler, Tevrat'tan adım sildiler. Haset edip Allahü teâlâ'nın indirdiği kitabı inkâr ettiler. Yüce Allah kendi fazlından dilediği zata kitap indirdi. O zat Hazret-i Muhammed'dir. Onlar peygamber kendilerinden olmadığı için haset ettiler, terk-i îmanla kâfir oldular. Küfürlerinden dolayı Allah'ın laneti ve gadabı onların üzerine geldi. Önce Hazret-i İsa'yı inkâr ettiklerinden, sonra da Hazret-i Muhammed! iman etmediklerinden bu cezaya hak kazandılar. Yahudiler inkârlarının karşılığı olarak büyük bir azaba uğratılacaklardır.

91

«Onlara, Allah'ın indirdiği şeye (Kur'an'a) îman edin denildiği zaman, biz bize indirilen (Tevrat'a) inanırız derler de ondan başkasına küfrederler. Halbuki o da kendilerinde olan (Tevrat'ı) tasdik eden hak (bir) kitaptır. De ki: Eğer siz îman etmiş kimseler iseniz, bundan evvel Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?»

Medine ve çevresinde bulunan Yahudilere 'Gelin, Hazret-i Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman edin, onu inkâr etmeyi bırakın» denildiği zaman, onlar, «Biz, elimizde bulunan Tevrat'a iman eder, ondan önce ve sonrakilere îman etmeyiz» diye cevap verdiler. Onlar Tevrat'tan önce gelen Zebur, încil ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirilen Kur'an'ı inkâr ettiler. Halbuki Kur'an, Allah tarafından indirilmiş olup Tevrat'ı tasdik eden bir kitaptır. Dolayısıyla Kur'ân'ı inkâr etmek, Tevrat'ı inkâr etmek demektir. Çünkü her ikisi de Allah tarafından gönderilmiştir.

Yahudiler Peygamberimize «Sen bize önceki peygamberlerin getirdiği gibi getirmedin. Onlar, kurban keserlerdi de gökten bir ateş iner onların kurbanını yakardı» demişlerdir. Allahü teâlâ onların sözünü yalanlanarak Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buyurdu ki: -Söyle onlara, madem ki senden önceki peygambere îman etmişlerdi, onları neden öldürdüler?» Peygamberleri hangi kitabın hükmüne göre öldürmüşlerdir. Onlar Hakk'a inat olsun diye bunu yapmışlardır. Yani hakkı kabul etmemek için bütün bunları işlemişlerdir.

Bu âyette şuna işaret edilmektedir: «İman sahibi olan mü’minlerin sözleri fiillerine uyar. İşleri sözlerini doğrular. İşleriyle sözleri bir olur. Yahudiler güya Tevrat'a inandıklarını söylerler ama diğer kitapların hiçbirine inanmazlar. Hiçbir dinde, hiçbir kitapta peygamber öldürmek diye birşey görülmediği halde onlar kendilerine gönderilen peygamberleri öldürmekten çekinmemişlerdir. Allahü teâlâ onların inanmadıklarını ve gerçek mü’min olmadıklarını haber veriyor. Çünkü gerçek mü’min, Allah'ın emrettikleriyle amel eden kimsedir. Gerçek mü’min, Allah'ın kitaplarına inanır, peygamberlerini öldürmez. Onları tasdik ve kabul eder.

92

«Andolsun, Mûsa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz onun arkasından buzağıyı tanrı ittihaz edindiniz. Siz zalim kimselersiniz.»

Musa (aleyhisselâm) kavmine açık âyetler ve açık alâmetlerle geldi. Meselâ asasının ejderha olması, elinin nur gibi ak olması, denizin açılıp yol olması, helâl ve haram olanları beyan etmesi hep bu alâmetlerdendir. Siz bunları bilmenize rağmen Musa (aleyhisselâm) Tür'a gidince buzağıyı tanrı edindiniz. Bundan dolayı kâfir olup kendinize zulüm ettiniz.

93

«Bir vakit size verdiğimiz (Tevrat'ı) kuvvetle tutun, (söz) dinleyin. Tur'u tepeniz üstene kaldırıp sizden teminatlı vaad almıştık. (Kulağımızla) dinledik, (kalbimizle) isyan ettik, demişlerdi. Küfürleri sebebiyle kalblerine buzağı (sevgisi) yerleştirilmişti. De ki: Eğer mü’minler iseniz, inancınız size ne kötü şey emrediyor.»

Biz sizden ahd-i misakı aldık. Siz sözünüzde durmadınız. İnat edip küfrettiniz. Biz de dağı üzerinize getirdik. Size «verdiğimiz kitabın hükmünü tutun, emirlerini yerine getirin, Allah'a itaat edin» dedik. Yahudiler -sözünü işittik, emirlerine âsi olduk. Eğer dağ korkusu olmasaydı, kabul etmezdik» demişlerdi. Buzağıya tapmak muhabbeti ve lezzeti onların gönlünü doldurmuş, küfürlerini artırmıştır. Onların gönlündeki buzağı sevgisi Allah sevgisine üstün gelmişti. Allah'ı bırakıp ona tapmışlardı. Ve bu halleriyle onlar, kendilerini mü’min sanmışlardı.

94

«Habibim de ki: Eğer Allahü teâlâ'nın indinde ahiret yurdu başka insanların değil de hassaten sizin ise ölümünüzü temenni edin, eğer siz doğru sözlü kimselerseniz.»

Yâ Muhammed, eğer Yahudilerin dediği gibi âhiret mükâfatı onların ise hemen o mükâfata kavuşmak için ölümü temenni etsinler. Şayet sözlerinde doğru iseler böyle bir temennide bulunsunlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara dedi ki: Şayet âhiret yurdu sadece sizin ise, Allah'tan ölümü dileyin ki, hemen ona kavuşasmız. Fakat hiçbiriniz ölümü dileyemezsiniz. Zira hepiniz yalan söylüyorsunuz. Haliyle Yahudiler ölümü arzu etmekten kaçındılar, buna razı olmadılar.

95

«Onlar önceden elleriyle işlediklerinden ötürü onu hiçbir zaman arzu edemezler. Allah o zalimleri hakkıyla bilendir.»

Yahudiler kesinlikle ölümü arzu edemezler. Yaptıkları çirkin amellerden dolayı kıyamet günü cezaya çarpılacaklarını biliyorlardı. Bunun için ölümü asla isteyemezler. Dünyada yaptıkları bütün amellerinin cezasını, âhiret hayatında göreceklerdir.

Zeccac (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. Bu âyette ölüme hüccet ve Peygamberin risaletine delâlet vardır. Zira Peygamberimiz onlara dedi ki: Eğer âhiret hayatı sizinse, ölümü arzu edin. Yine onlara bildirdi ki: Hiç biriniz ölümü arzu edemezsiniz. Hakikaten hiçbiri ölümü arzu etmedi. Onların ölümü arzu etmemeleri Peygamber'in risaletinin açık bir delilidir. Şayet içlerinden biri ölümü arzu etseydi, Peygamber'in sözüne muhalif olurdu, demiştir.

Ebedi ölümü arzu etmemeleri dünya hayatına mahsustur. Âhirette değil. Orada ebedî olarak cehennem azabını çekeceklerdir. Orada cehennem azabını çekmemek için ölümü arzu etseler bile bu mümkün değildir. Çünkü cennette de, cehennemde de ölüm yoktur. Cehennem azabını çekmemek için ölümü çok arzu edecekler ama bu arzuları asla gerçekleşmeyecektir. Şayet onların arzusu yerine gelirse bu ilâhi adalete ters düşer. Allahü teâlâ o zalimlerin durumunu bilmektedir, dolayısıyla âhirette onlara, fiillerine uygun ceza verecektir.

96

«Yemin olsun, sen onları (Yahudileri) insanlardan müşrik olanlardan ziyade hayata düşkün bulacaksın. Onlardan her biri arzu eder ki, (kendisine) bin yıl ömür verilsin. Halbuki onun çok yaşatılması kendisini azaptan uzaklaştırıcı değildir. Allah, onlar ne işlerlerse hakkıyla görücüdür.»

Yâ Muhammed, sen bu Yahudileri ve müşrik Arapları dünya hayatına karşı çok hırslı bulursun. Onlar dünyadan asla ayrılmak istemezler. Her biri bin yıl ömrünün olmasını ister. O müşrikler âhireti inkâr ettiklerinden dünyada çok yaşamak isterler. Yahudiler de yaptıkları çirkin amellerden ve cinayetlerden korktukları için ölmek istemezler. Dünyadan ayrıldıktan sonra yaptıklarıyla başbaşa kalacaklarından ölümü asla arzu etmezler. Allahü teâlâ buyuruyor ki: «Biz onlara bin yıl da ömür versek çok yaşamak asla onları azaptan kurtarmaz.» Yaptıklarının karşılığını mutlaka göreceklerdir. Yüce Allah onların ne yaptıklarını ve hangi fiili işlediklerini görür ve bilir. Ona göre cezaları ne ise verir. Hiçbir amel karşılıksız bırakılmaz.

97

«Habibim de ki, kim Cebrail'e düşman olursa (kahrolsun). Çünkü kendinden evvelkileri tasdik edici ve mü’minler için bir hidayet ve müjde olan (Kur'ân'ı) Allah'ın izni ile senin kalbinin üstüne o indirmiştir.»

Bu âyet-i celilenin iniş sebebi şudur: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) Yahudilerin bilginlerine gelerek der ki; «Siz niçin Hazret-i Peygamber'e îman etmiyorsunuz?» Onlar şu cevabı verirler: -Hazret-i Muhammed'e Kur'ân'ı getiren bizim düşmanımız olan Cebrail'dir. Zira o bizim gizli sırlarımızı gelip Muhammed'e açmaktadır. Peygamber bizim kabilemizden olacaktı, o bize düşman olduğu için peygamberliği başkasına verdi. Cebrail aynı zamanda azap meleğidir. Bizden öncekilere azap indirerek helak eden de odur. Bundan dolayı îman etmiyoruz. Şayet Mikâil Hazret-i Muhammed'e vahiy getirseydi hepimiz ona îman ederdik. Çünkü o rahmet meleğidir.'

Allahü teâlâ onların iddialarını reddetmek için bu âyeti indirmiştir. Yâ Muhammed, kim Cebrail'e düşman olur, onun vahiy getirdiğine buğz edip darıhrsa kiniyle helak olsun. Onlar isıese de istemese de, sana Kur'an'ı okuyan ve kalbinde muhafaza etmen için Allah'ın izniyle getiren odur. Kur'ân-ı Azîmüşşân kendinden önce inen kitapların Allah'ın kelâmı olduğunu tasdik eder. Dalâlet yolunda olanları hidayete davet eder. Bâtılı yasaklar, hakkı emreder, iman etmeyenlere ilâhi azabı ve ebedî cezayı haber verir. Mü’minlere ise, cennet nimetiyle Allah'ın zâtını müşahede edeceklerini müjdeler.

98

«Kim Allah'a, meleklere, peygamberlere, Cebrail'e, Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır.»

Abdullah İbni Suriyâ Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'e şöyle demiştir: Cebrail bizim düşmanımızdır. Muhammed'e, oğlumuzu, kızımızı esir etmesi ve malımızı alması için haber getirdi. Daima bizi korkutur, dehşet verir. Fakat Mikâil rahatlık ve bolluk meleğidir. Bizi korkutmaz, bize şiddet göstermez. Peygambere o vahiy getirseydi, hepimiz îman ederdik, Bunların bu sözlerine karşı Allahü teâlâ da bu âyeti indirdi ve buyurdu ki: «Kim meleklere ve peygamberlere düşman olursa Allah da ona düşmandır.» Allahü teâlâ'ya düşman olan kimseye bütün varlıklar düşmanlık yapar. Yüce Allah'a düşman olanlardan Allah rahmetini kaldırır ve azabını artırır.

99

«Yemin olsun biz sana apaçık âyetler indirdik. Onları fasıklardan başkası inkâr etmez.»

Yâ Muhammed, biz sana helâl ve haradıyallahü anhmı açıklayan, hak ile bâtılı beyan eden âyetler indirdik. Bizim bu âyetlerimizi kâfir ve fâsıklardan başkası inkâr etmez. Bu âyet Abdullah İbni Suriyâ'ya cevap vermektedir. O, Peygamberimize -sana bir âyet, bir beyyine gelmedi ki, sana tâbi olalım» demişti. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudilere kitaplarındaki ahdi söyledi ve Allah'ın «Âhirzamanda benim bir Peygamberim gelecek, ona îman edin» buyurduğunu hatırlattı. Yahudi âlimlerinden Mâlik, bunu inkâr ederek, «Vallahi, bize Muhammed hakkında hiçbir ahd-i misak ulaşmadı» dedi.

100

«Onlar, ne zaman bir ahid ile bağlandılarsa içlerinden bir güruh onu bozup ativermedi mi? Hayır, onların çoğu îman etmezler.»

Yahudi âlimleri ahidlerini bozdular, ahidleriyle amel etmediler. Onların çoğunun kalbi mühürlenmiştir, iman etmezler. Çünkü onlar daima hakka karşı gelmişlerdir.

101

«Onlara Allah tarafından yanlarındaki kitabı tasdik eden bir Resul gelince o kendilerine kitap verilmiş olanlardan bir zümre sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın kitabını arkalarına atıp ondan yüz çevirdiler.»

Hazret-i Muhammed'in Allah tarafından gönderildiğini ellerindeki kitapları da tasdik etmektedir. Onlar Tevrat'ı okudukları halde hükmüyle amel etmediler. Allah'ın emrini kulak ardı ettiler. Sanki Tevrat'da Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını görmüyorlar ve onun Resul olduğunu bilmiyorlardı. Halbuki onun vasıflarını Tevrat'ta gördüler, Resul olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen yine îman etmediler.

102

«Şeytanların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir oldular ki, insanlara sihri öğretiyorlardı.»

Yahudiler, Allah'ın kitabının hükümlerini kulak ardı etmişler, şeytanların Süleyman Peygamber zamanında düzüp yazdıklarına tâbi olmuşlardır. Peygamberlerin yolunu ve Allah'ın emrini bırakıp sihre uymuşlardır. Allah'ın kitabıyla Resulüne uymayı ve bunlarla amel etmeyi terk etmişlerdir. Şeytanların uydurup yazdıklarıyla, iki meleğe ilham olan şeylere tâbi olup, onlarla meşgul olmuşlardır.

Tefsirciler bunun sebebi hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz en meşhur görüşü naklettik.

Allahü teâlâ, Süleyman (aleyhisselâm)'a İsrailoğullarından baş-Itn bir kavlinden evİPitllınmuBlai tma (Kİnı Kakül, ne hlltımıltlr, bilinme/. Süleyman Alt»yhla«)|ftıtı Urallufcullurımn dışında başka bir kavimden SabûrA udimin bir kadınla evlenir. Allahü teâlâ Süleyman (aleyhisselâm)'a bir ders olsun diye tahtından alır. Yerine birkaç günlüğüne bir şeytan oturtur. İnsanlar, tahta oturanın Süleyman (aleyhisselâm) olduğunu zannederler. Fakat onun vermiş olduğu hükümlerin Süleyman (aleyhisselâm)'ın hükümlerine muhalif düştüğünü fark ederler. Bu durum karşısında şüphelenirler ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın hocası ve tahta geçtiği zaman veziri olan Âsaf İbni Berhâ'ya gelerek şöyle konuşurlar: «Bunun hükmü Süleyman (aleyhisselâm)'ın hükmüne benzemiyor, biz bu işten şüphe ediyoruz, bu ne haldir?» Bunun üzerine Âsaf durumu tetkik etmek için Süleyman'ın hanımlarının yanına gider. Onlara Süleyman'ın halinden sorar. Süleyman (aleyhisselâm)'ın hanımları derler ki: «Eğer bu Süleyman ise vallahi siz helak olursunuz. Çünkü bunun hareketleri ve hükümleri Süleyman'ınkine hiç benzemiyor.-.

Bu konunun tamamı «Sâd- suresinde anlatılacaktır. Tahta oturan şeytan insanların kendisini tanıdığını anlayınca, sihirle ilgili ne varsa hepsini yazar ve Süleyman'ın tahtının altına gömer. Ayrıca Süleyman'ın yüzüğünü denize atıp kaçar.

Süleyman (aleyhisselâm) gemicilerle deniz kenannda çalışıyor ve her gün balık yakalıyorlardı. Bunun karşılığı olarak Hazret-i Süleyman iki balık alır, birini satar ekmek parası yapar, birini de pişirir yerdi. Yine bir gün iki balık alır, birini satar, diğerini de pişirmek için Bismillah der. Tam bu sırada karnını yarar ve yüzüğü balığın karnından çıkar. Süleyman (aleyhisselâm) Allah'a hamdederek yüzüğü parmağına takar. Mülkü ve saltanatı tekrar kendine verilir. Ve hayatının sonuna kadar tahtında oturur. Süleyman (aleyhisselâm) öldükten sonra şeytan insan suretine girer ve insanlara der ki:

«Süleyman (aleyhisselâm)'ın ne ile amel ve hükmettiğini öğrenmek isterseniz, şu tahtın altını kazın ve görün.» Tahtının altını kazdılar ve şeytanın oraya gömmüş olduğu sihirle ilgili defterleri çıkardılar. Bu defterlerin hepsinin sihirle ve küfürle dolu olduğunu gördüler. Süleyman (aleyhisselâm)’ın kavminin bilginleri ve akıl sahipleri dediler ki: Bu asla Süleyman'ın ameli ve hükmü değildir. Bu ancak şeytan işidir, şeytandan başkası bunu yazmaz. Bütün bunlara rağmen içlerinde bulunan cahiller ve beyinsizler bu Süleyman'ın ilmidir diyerek ona tâbi oldular.

Allahü teâlâ, Süleyman (aleyhisselâm)'ın özrünü bildirmek için Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şu âyeti indirdi:

«Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular.»

Yahudiler kitaplarının hükmünü bırakıp Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtının altında bulunan şeytanların yazdıkları sihir defterlerine tâbi oldular. Bunu Süleyman yapmadı, yapmadığı için de günahkâr değildir. Fakat şeytanlar bunu yaptıkları ve insanlara sihir öğrettikleri için kâfir oldular. Sihir yapan kimsenin kâfir olacağı bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır. Zira Allahü teâlâ sihri küfürle birlikte zikretti. «Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldu.» Yüce Allah sihri küfür sözüyle ifade buyurdu. Hulâsa, bu âyet, sihrin küfür, yapanın da kâfir olduğuna delâlet etmektedir.

Hazret-i Ömer halifeliği sırasında Muâviye'ye bir mektup yazarak : «Sihir yapan erkek ve kadını öldürün» demiştir. Şayet sihir yapan kâfir olmasaydı Hazret-i Ömer -öldürün» demezdi.

Âyetin devamında Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

«Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı.»

Bâbil vilâyetinde Hârut ile Mârut adında iki meleğe ilham olunan şeylere tâbi oldular.

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu olayı şöyle nakletmiştir: Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra insanlar Allahü teâlâ'ya şirk koşup kâfir olmuşlar ve Allah'ı bırakıp putlara tapmaya başlamışlardı. İnsanların bu durumunu gören melekler sabredememişler, gayrete gelerek Allah'a dua etmişlerdi: "Ey Rabbimiz, sen kullarını en güzel şekilde yarattın, onlara çeşitli nimetleri rızık olarak verdin. Onlar ise sana âsi olup başka şeylere taptılar. Onları neden helak etmiyorsun?» demişlerdi. Allah meleklere buyurdu ki: «Biz bir kavme peygamber gönderip onlara hakkı bildirmedikçe, gittikleri yolun kötü olduğunu öğretmedikçe asla onları helak etmeyiz. Sizin içinizden ikinizi yeryüzüne göndereceğim, gidin o kullarımı hayra çağırın, şerden, kötülükten çevirin. Melekler arasından Hârût ile Mârût seçilerek yeryüzüne gönderildi. Onlar yeryüzünde Allah'ın emirlerini insanlara bildiriyor, yasaklarından alıkoyuyorlardı. Yani emr-i bilma'ruf ve nehy-i anil münker yapıyorlardı. İnsanları zina, içki, adam öldürme ve benzeri haramlardan men ediyorlardı. Böylece bir süre yer yüzünde kaldılar.

O devirde güzelliğiyle ünlü bir kadın vardı. Harut ve Mârut bu güzel kadının ününü duyarlar ve yanına giderler. Onunla konuşup sohbet etmek isterler. Kadın onlara: -Şu puta taparsanız, isteklerinize razı olurum, tapmazsanız olmam» der. Onlar «Bu senin teklifin olacak iş değil, biz ona taparsak kâfir oluruz» cevabını verirler ve çekip giderler. Bir müddet sonra tekrar kadına gelerek aynı şekilde konuşmak isterler. Kadın yine onlara -Şu puta tapmadığınız sürece isteklerinizi yerine getirmem. Ya şu puta taparsınız, ya şu adamı öldürürsünüz, ya da şu içkiyi içersiniz. Eğer bunlardan birini yaparsanız isteklerinizi kabul ederim, aksi takdirde arzunuzu yerine getirmem» cevabını verir. Onlar «Bari içkiyi içelim, diğerlerine göre daha ehvendir» derler. Tevbe ederiz olur, cevabını verirler.

İçkiyi içtiler. Tabiî ki, akılları başlarından gitti. Sarhoşluğun etkisi ile ve bizi haber vermesin diye yanlarında bulunan adamı da öldürdüler. Bununla da yetinmeyip kadınla da zina ettiler ve puta taptılar.

Allahü teâlâ, Hârut'la Mârut'un durumunu diğer meleklere göstermek için aradaki perdeyi kaldırdı. Melekler onların durumlarını gördüler, hallerine şaştılar. Yer ehlini mazur görüp onlar için istiğfar ettiler.

Rivayet edildiğine göre o kadın meleklerden ism-i âzami öğrendi ve onun sayesinde göğe çıktı. Allah da onu yıldız yaptı. Bazılarına göre zühre yıldızı bu kadındır.

Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömer demişlerdir ki: «Zühre yıldızı yedi yıldızdan biridir. Bunların hepsi birlikte yaratıldı. Birçok şeyin takdir edilip vücuda gelme sebepleri yıldızların devrine bağlıdır. Yıldızların her birinin bir nesne üzerinde hükmü ve saltanatı vardır. Zührenin saltanatı da rutubet üzerindedir.»

Fakat Allahü teâlâ o kadını yıldıza benzetti ve cehenneme atıp azap etmelerini emretti. Nitekim suretleri döndürülen kavimlerin tamamı helak olup Allah'ın kahrına uğradılar.

Hârut ve Mârut'un başına gelen bu olaylar İdris (aleyhisselâm) zamanında gerçekleşti. Onlar İdris (aleyhisselâm)'a gelerek şefaatçi olmasını istediler ve günahlarının bağışlanması için Allah'tan af talebinde bulundular. İdris (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya niyaz etti. Yüce Allah da onları dünya ve âhiret azabı arpsında muhayyer bıraktı. Onlar, «Âhiret azabının sonu yok, biz ona takat getiremeyiz. Dünya azabı ise ebedi değildir. Dünyanın sonu gelince o azabın da sonu gelir» dediler ve dünya azabını tercih ettiler. Onları götürüp Bâbil kapısında başları aşağı astılar. Böylece azaplarını çekmeye başladılar. Bu kıyamete kadar devam edecektir. Bunu fırsat bilen şeytan sihir defterini onların ayaklarının arasına koydu. Yahudilerin dedeleri gidip o defterlerden sihir öğrendiler, Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Halbuki onlar (iki melek): Biz ancak fitneyiz, sakın sihir yapıp da kâfir olma demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmezlerdi. İşte onlardan koca ile karının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki sihirbazlar Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara faide vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur.»

Hârût ile Mârût, biz bir fitneyiz, imtihan için gönderilmişiz. Sakın sihir yapıp kâfir olmayın, demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi. Allah bizimle bu insanların mü'min ve kâfir olanlarını meydana çıkarmak için, bu imtihanı küfürle îmana tahsis etmiştir. Sihir yapmayı öğrenenler, kitabın (Tevrat'ın) hükmüne göre amel etseler veya hiç öğrenmeseler mü’min olurlar. Yani sihri öğrendiği halde onunla hiçbir şey yapmayan mü’mindir. İslâm'da bir şeyi öğrenmek suç değil, onu insanların aleyhine ve zararına kullanmak suçtur. Bu türlü şeyler dinen yasak ve günahtır. Bazıları onu öğrenip kâfir oldular. Her ne kadar Hârut'la Mârut: «Bunu (sihri) öğrenmeyi bırakın, bunu öğrenip de kâfir olmayın- demişlerse de, onlar inat ettiler, mutlaka öğrenmek istediler. Zira melekler hiçbir zaman kimseye küfür öğretmeyi istemez. Sihrin keyfiyetini onlara beyan ettiler ama sihri öğrenmeyi onlara yasakladılar. Sihri öğrenmekten şunun için men ederlerdi: Hârut ile Mârut zamanında bir adam gelip birine zinanın ne olduğunu sorar. O da zinayı anlattıktan sonra -Zina haramdır, sakın ona yaklaşma, onu işlemeye yeltenme, onu terk eden mümin, terketmeyen kâfir olur» cevabını verir.

Yahudiler onlardan sihir öğrendiler. Öğrendikleri bu sihirle karı kocanın arasım açarak ve onları birbirinden ayırarak helâline varmasına mani olurlardı. Bu gibi sihirlerle birçok fitnenin doğmasına sebep olurlardı.

Allahü teâlâ dilemedikçe sihirbazlar kimseye zarar veremez. Eğer Allahü teâlâ, sihrin ona zarar vermesini takdir ettiyse, mutlaka zarar verecektir. Buna kimse mani olamaz. Ancak bu, sihirbazlara ruhsat anlamına gelmez.

Onların öğrenmiş olduğu sihrin dünyada ve âhirette kendilerine zararı vardır. Dünyadaki zararı dinden çıkarmasıdır. Âhiretteki zararı ise ebedi azaptır. Onlar hakikati bildikleri halde sihri Allah'ın kelâmı olan Tevrat üzerine tercih ettiler. Dolayısıyla onların âhiretten nasibi yoktur. Yani âhiret nimetlerinden istifade edemeyecekler ve ebedi azaba uğrayacaklardır.

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Nefislerini ne fena şey mukabilinde satmışlar, eğer bilmiş olsalardı.»

Yani, nefisler; için seçtikleri sihir ne kötüdür. Allahü teâlâ’nın kitabını okudukları halde onu ve peygamberlerin sünnetini terk ettiler. Eğer dünya ve âhirette zarara uğrayacaklarını bilmiş olsalardı, bu durumlarından derhal dönerlerdi. Fakat onlar kendi durumlarından haberdar değillerdir.

Soru: Geçen âyette onlar «hakikati bildiler» diye zikredildi. Daha sonra gelen kısımda ise, «Eğer bilselerdi» diye zikrediliyor. Yani bu, bilmiyorlardı demektir. Bu âyetin muhatabı olanlar hakkında, «bilmeyle, bilmemenin» ikisinin bir âyette toplanmasının hikmeti nedir?

Cevap: Onlar hakikati biliyorlardı. Fakat bildiklerinin herhangi bir faydası yoktu. Zira ilmiyle amel etmeyen hakiki âlim olamaz. Hakikî âlim ilmiyle amel eden kimsedir. İlim öğrenmek menfaat içindir. Tabiî ki ilmin gereği ile amel edilirse bu söz konusudur. Eğer ilmin gereği ile amel edilmezse o ilimden bir menfaat elde edilmez. Hattâ o ilmi hiç öğrenmemiş gibi olur. Bu, şuna benzer: istikbalini temin ve garanti etmek için sanat öğrenen bir kimse, öğrenmiş olduğu sanatı bırakır. Hiç onunla meşgul olmaz. Daha doğrusu sanatın gereklerini yapmaz. Sanatını muattal bırakır. Bu adam aslında hiç sanat öğrenmemiş gibidir. İstifade edilmeyen sanat öğrenilmemiş demektir, Eğer onlar hakikati bilselerdi, Allah'ın kitabını bırakıp sihri tercih etmezlerdi.

103

«Eğer onlar iman edip de (sihir yapmak gibi günahlardan) sakınmış olsalardı, Allah katından sevap (haklarında) çok daha hayırlı olurdu. Eğer bunu bilselerdi.»

Yahudiler îman edip Allahü teâlâ'yı tasdik etselerdi ve sihre inanmaktan vazgeçselerdi Allah katındaki dereceleri ve mükâfatlan çok daha iyi olacaktı. Fakat onlar bunu bilmedikleri için sihre inandılar. Allah'a iman etmediler, kitabını kabullenmediler.

104

«Ey iman edenler, (Siz Peygamber aleyhisselâm'a, bizi gözet anlamına geldiği gibi, İbranî lisanında Yahudilerin sövme mânasına kullandıkları) «Râinâ» lâfzı ile hitap etmeyin. Bize bak mânasına gelen -Unzurnâ- deyin. Allah'ın hükmünü dinleyip kabul edin. Bu şekilde harekette bulunan kâfirler için çok acıklı bir azap vardır.»

Allah'a ve Resulüne îman edenler, Peygamber'e «Râinâ» demeyin. Müslümanlar Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip «Râinâ Yâ Resûlallah» derlerdi. Bunun mânası şudur: «Sözümü işit, beni gönlünden çıkarma, sözümü unutma, halimi anla.» Bu söz Yahudilerce küfürdür. Yahudiler Müslümanlardan bu sözü işitince «Biz Muhammed'e gizli sebb ediyorduk, şimdi açıktan sebb ederiz» dediler. Zira Yahudiler Peygamberimizin yanına geldikleri zaman, Müslümanlar gibi «Râinâ Yâ Resûlâllah» derlerdi. Müslümanların arzusu, Peygamberin sevgisini ve muhabbetini kazanmaktı. Yahudilerin niyeti ise, bu sözle Peygambere sebb etmekti. Bundan dolayı Yüce Allah: «Ey mü’minler siz Resûlüllah'ın yanına geldiğiniz zaman 'Râinâ demeyin, 'Unzurnâ' deyin» buyurmuştur, Size emredilenlere uyarsanız arzularınız yerine gelir, emredilenlere itaat etmezseniz, kâfirler gibi elim bir azaba uğrarsınız. Çünkü kâfirler için bitmeyen elim bir azab vardır.

105

«Ehl-i kitaptan olan kafirler de (Allah'a eş koşan) müşrikler de size Rabbinizden hiçbir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise, rahmetiyle kimi dilerse onu mümtaz kılar. Allah en büyük lûtf u inayet sahibidir.»

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sebb edenler, Medine Yahudileri, müşrik Araplar ve Bahran Nasranîleridir. Bunlar Allahü teâlâ'nın, Peygamberine vahiy indirip İslam şeriatını beyan etmesini hazmedemeyerek Peygambere küfür etmişlerdir. Bu küfürleri yüzünden bütün Yahudiler kâfir olmuşlardır. Zira küfür inkârı gerektirir, inkâr ise kâfirlik alâmetidir. Ey Müslümanlar siz onlara benzemeyin. Peygamber'e onların söylediği gibi söylemeyin. Yahudilerin arzu ettiği kimse peygamber olmaz, ancak Allah kimi dilerse o peygamber olur. Allah nübüvveti ve peygamberliği dilediğine verir. Allah, kimin peygamberliğe lâyık olduğunu bilir ve İslâm dinini ona ikram eder. Allah'ın lütfü ve ihsanı boldur.

106

«Biz neshettiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin (yerine) ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Allah'ın her şeye kemâliyle kadir olduğunu bilmedin mi? (Elbette bildin.)»

Allahü teâlâ, âyetini nesh edip, hükmünü iptal etmez. Lâfızları sabit olan âyetlerle kullarının amel etmesini emreder. Allah neshetmiş olduğu âyetinin yerine ya onun gibisini veya ondan daha hayırlısını getirir, ondan sonra nesheder ve onu terk eder.

Nesh konusunda bazı bilginler şunları söylemişlerdir: Bütün konularda nesh caiz değildir. Ancak emir, nehiy, vaad ve vaidle ilgili hususlarda nesh caizdir. Kıssalarda ve haberlerde nesh caiz değildir. Zira Kur'ân-ı Kerîm daha önce verdiği haberi sonra yalanlamaz, önceki haber neyse sonraki de odur, Allahü teâlâ her şeye kadirdir. Neyi dilerse onu yapar.

107

'Göklerin ve yerin mülkü (tasarrufu) hakikaten Allah'ın olduğunu ve sizin için Allah'tan başka ne bir yâr, ne de hakikî bir yardımcı bulunmadığını bilmedin mi?'

Yâ Muhammed, bilmiyor musun? Gökler Allah'ın mülküdür.

Orada kimsenin tasarrufa yetkisi yoktur. Yer de onundur. Göklerde ve yerde bütün tasarruf yetkisi Allah'ındır. Allah neyi dilerse onu yapar. Onun tasarrufuna kimse müdahale edemez. Herkes ona muhtaçtır. Yeryüzünde insanların menfaatine ne uygunsa onu kor, müfsid olan şeyleri nesheder. Yani insanların menfaatine uygun olmayan şeyleri nesh eder.

Allah düşmanı Yahudiler, bu âyetin nesh edildiğini ve hükmünün kaldırıldığım inkâr etmişlerdir. Kıble Kudüs tarafından Kabe cihetine döndürüldüğü zaman Yahudiler «Eğer şimdiye kada) durduğunuz kıble hak değil ise, niçin Kudüs'e doğru durdunuz? Şayet şimdiki döndüğünüz hak ise, şimdiye kadar döndüğünüz kıbleniz bâtıldır.. Bu şeriatlardan hayır görmez. Bir âyetin hükmüyle amel edip dururken onun hükmünü kaldıran başka bir âyet gelir bu kez onunla amel ederler. Önceki yanlışmış, hüküm etmemiş, sonra o hükmü geri dönderir» demişlerdir. Onların bu iddiası Allah hakkında reva değildir. Zira Yüce Allah vaadinden asla dönmez. Biz onlara cevap olarak deriz ki: Allah işinde muhayyerdir. Neyi dilerse onu yapar. Nitekim bu insanlar yokken var ettiklerini yok etmiş, öldürmüştür. Bundan sonra tekrar diriltecektir. Allah'ın her isinde bunca hikmet vardır. Yüce Allah'ın bu emrinde de hikmetler vardır. Allah'ın hiçbir emri ve hiçbir hükmü boşuna değildir. Nitekim Musa (aleyhisselâm)'a gelen Tevrat kendinden öncekileri neshetmiştir. Bundan bir müddet sonra Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'a gelen İncil Tevrat'ın hükümlerini neshetmiştir. Yani Hazret-i Musa'nın şeriatım kaldırmıştır. İncil'den sonra gelen ve son kitap olan Kur'ân-ı Ketim ise kendinden önceki şeriatların hükümlerini neshetmiştir. Ancak Allah'ın diledikleri sabit kaldı ki, bunlar da tavhid, haberler ve kıssalardır. Bir kısmını da bu ümmete tesiri olsun diye değiştirerek Kur'ânı Kerim'de zikretmiştir. Zira her asırda kurtuluş ve salâh neyle oluyorsa, Allah ona göre o asra uygun hüküm beyan etmiş ve inzal buyurmuştur. Böylece o asırda yaşayan insanlar o hükümlerle kurtuluşa erip salâh bulmuşlardır. Yüce Allah'ın fiilleri hükmüne uygundur.

Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitaben şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, sen göklerin ve yerin Allah'ın mülkü olduğunu bilmiyor musun? Bu insanların durumunu en iyi bilen O'dur, Her asırda insanların kurtuluşu ve salâhı neyle oluyorsa onu en iyi bilen Allah'tır.»

Yüce Allah, ona göre kullarının kurtuluşunu ve salâhını temin edecek hükümler indirmiştir. Nasih ve mensuh âyetleri inkâr edenlerin, kıyamet günü ne bir yardımcıları, ne de onları Allah'ın azabın dan kurtaracak bir dostları olacaktır. Onlar, inkarlarının cezasın? mutlaka göreceklerdir. Onların inkârları Allah'ın hükmüne karş) gelmektir, Allah'ın hükümlerine karşı gelenler ve inkâr edenler mutlaka cezalarını göreceklerdir.

108

«Yoksa siz de evvelce Musa'ya sorulduğu gibi peygamberinizi sorguya mı çekmek istiyorsunuz? Her kim imanım küfürle değiştirirse dümdüz yolu sapıtmış olur.»

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Başta Ebû Cehil olmak üzere Kureyş kâfirleri Peygamberimize gelerek: «Yâ Muhammed, gerçek Peygamber isen, şu Safa dağını bizim için altın, Mekke'nin bulunduğu yeri de gül bahçesi yap. Gözümüzdeki perdeyi kaldır da Allah'ı açıkça görelim» dediler. Allah onların sözleri üzerine bu âyeti indirmiş ve oniara hitabetmiştir: «Kavminin Musa'dan istediğini siz de Hazret-i Muhammed'den mi istiyorsunuz? Musa'nın kavmi, yâ Musa gözümüzdeki perdeyi kaltür da Allah'ı açıkça görelim, demişlerdi. Onlar imanlarını küfürle değiştirdiler. Küfrü îmana tercih ettiler. Küfrü tercih edince de hak ve hidayet yolundan uzaklaştılar. Yani hidayeti bırakıp batıla daldılar. Bundan dolayıdır ki, Peygamber birçok mucizeyle risaletini isbat ettikten sonra kendisine bu gibi soruların sorulması küfür sayılmıştır.

109

«Ehl-i kitaptan birçoğu hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra hasetten ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek hevesine düştü. Allah'ın emri gelinceye kadar şimdilik onları bırakın ve serzeniş de etmeyin. Şüphesiz ki Allah herşeye hakkıyla kadirdir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar Uhud muharebesinde bir an için düşmanın saldırısına uğrarlar. Peygamberimizin mübarek dişi kırılır ve sahabesinden yetmiş kişi şehid olur. Bunu gören Yahudiler Müslümanlara: -Siz Muhammed'i öğdüğünüz için size ne oldu gördünüz mü? Eğer siz hak din üzere olsaydınız bunlar başınıza gelmezdi. Gelin, bizim dinimize girin, bu sizin için daha hayırlıdır- demişlerdi. Yahudilerin bu sözleri üzerine Allah yukarıdaki âyeti indirmiş ve onların fikirlerini açığa çıkarmıştır.

Ehl-i kitaptan birçoğu Müslümanların tekrar küfre dönmelerini arzu ederler. Onlar Müslümanlar için hayır söylemezler ve düşünmezler. Ancak kalblerindeki haset ve ihanetten dolayı Müslümanların küfre dönmelerini isterler. Zira onlara Tevrat'da Hazret-i Muhammed'in ve dininin hak olduğu beyan edildi. Siz onların yaldızlı sözlerine aldırmayın. Allahü teâlâ’nın emri size gelinceye kadar onların sözlerinden yüz çevirin. Onlarla savaşın, mallarını ganimet olarak alın, kız ve erkek çocuklarını esir olarak alın ve kendinize hizmetkâr edinin. Allah neyi dilerse ona kadirdir. Yüce Allah Müslümanlara nusret edip kâfirleri onların elinde helak eder. Onlarla savaşırken korkmayın. Zira Allah'ın yardımı Müslümanların üzerinedir.

110

«Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, kendiniz için önden ne hayır yollarsanız Allah katında onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne yaparsanız kemaliyle görücü (ve ona göre mükâfatını verici)-dir.»

Namazın farziyetini ikrar etmek suretiyle, vaktinde; rükûlarında, secdelerinde, kıyamlarında huşu ile tadil-i erkânına riayet ederek kılın. Üzerinize farz olan zekâtı verin. Sadakalarınızı kendi ellerinizle verin ve amellerinizin kabulü için yalvarın. Amellerinizin kabulü ibadetlerinize bağlıdır. Bu dünyada ne yaparsanız Allah katında onu bulacaksınız. Burada yaptıklarınızdan zerre kadarı bile orada kaybolmayacak ve karşınıza çıkacaktır. Ona ihtiyacınız olduğu zaman, Allah katında yaptıklarınızı eksiksiz bulursunuz. Yüce Allah amellerinize muttalidir. Sizin namaz kıldığınızı da, zekât verdiğinizi de bilir, ona göre mükâfatınızı verir. Hayra lâyık olana hayır, şerre lâyık olana şer verir. Herkes kazancının karşılığını görür.

111

«(Yahudiler ve Hıristiyanlar) dediler ki: Yahudi veya Nasranî olanlardan başkası asla cennete girmeyecek. Bu, onların kuruntularıdır. (Onlara) söyle, eğer bu iddianızda sadık kimselerseniz delilinizi getirin.»

Yahudiler ve Nasraniler, «Cennete Yahudiler ve Nasranîlerden başkası giremez, ancak onlar cennete girer» demişlerdir. Allahü teâlâ onların bu iddialarını reddederek şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, Nasraniler ve Yahudiler bu iddialarında eğer samimî iseler delillerini getirsinler.» Tevrat'ta size indirileni görelim. Hüccetsiz iddia makbul değildir. Onların herhangi bir delilleri yoktur. Sadece kuru umutları vardır. Kuru umut ise muhaldir, boştur, batıldır.

Bu âyette, cehennem ehlinin amellerini işledikleri halde cenneti umanları ta'zir ve azarlama vardır. Onlar zalimler, vezirler ve beylerdir. Onlar Allah'ın kullarına zulüm ve işkence ederler. Cehennem ehlinin amelini işledikleri halde cenneti umanlar, yeryüzünde fesat çıkaranlar, okuduğu ile amel etmeyen âlimler, rüşvet alarak yanlış hüküm verenler ve benzerleridir. Riyadan ayrılmayan sofiler de buna dahildir. Bunlar, cehennemliklerin amellerini işlemelerine rağmen cenneti umarlar, yaptıklarını haklı görürler.

112

«Hayır, kim (itaat ve amelinde) ihsan mertebesine yükselerek yüzünü tamamen Yüce Allah'a teslim ederse işte ona Rabbi katında (amelinin) karşılığı (olarak) cennet vardır. Onlara hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.»

Yahudiler ve Hıristiyanlar Allahü teâlâ’nın cennetine giremeyeceklerdir. Ancak, Allah'ın rızasını tahsil için dinlerinde ihlâstan ayrılmayanlar, Allah'ın katında makbul ibadet yapanlar, din olarak İslâm'ı kabul edenler, Hazret-i Muhammed'e îman edip getirdiklerini kabul edenler, Allah'ın rızasını kazanmak için amel edenler, yaptıkları ibadetin sevabını Allah'tan bekleyenler ve bütün işlerinde Allah'ın rızasını gözetenler cennete gireceklerdir. Artık onlar için ne azap korkusu ne de mahzun olma korkusu vardır. Cennete girince Allah onlardan her türlü korkuyu giderecektir. Fakat kâfirler için hem azap korkusu, hem de mahzun olma korkusu vardır. Onlar cehennemde ebedî olarak kalacaklar ve azap çekeceklerdir.

Azaplarını tattıkları zaman mahzun olacaklar, mahcup olacaklar, tasalanacaklardır.

Korku üç türlüdür:

Cehennemde ebedî olarak kalma korkusu. İman ile dünyadan giden mü’minlerin hiçbiri cehennemde ebedî olarak kalmayacaktır. Zerre kadar îmanı olan kimse azabını çektikten sonra cehennemden çıkacak ve cennete girecektir. İlâhi emir böyledir.

Allah'ın azabı karşısında duyulan korku. Yani azap korkusu. Günahkârlar günahları kadar bu azabı çekeceklerdir.

Takva ehlinin ve ihlâs sahiplerinin korkusu. İhlâs sahibi kimseler, daha ölmeden Allah'tan affedilmelerini isterler. Onlar, her zaman, her yerde Allah'ın rızasını kazanmaya çalışırlar. Allah'ın rızası olmayan şeylerden, kaçınırlar. Her zaman ve her yerde Yüce Allah'ı görür gibi ibadet ederler. Onların kalbinde Allah sevgisin den başka bir şey bulunmaz. Onların kalbi Allah sevgisiyle doludur. Her şeyi Allah için yaparlar.

113

«Yahudiler, Hıristiyanlar bir şeye sahip değil, dediler. Hıristiyanlar da, Yahudiler (saymaya değer) bir şeye sahip değil, dediler. Halbuki hepsi de (kendilerine indirilen) kitabı okuyorlar. (Okuma) bilmeyenler de tıpkı onların dediklerini söylediler. Allahü teâlâ ihtilâf ettikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmünü verecektir.»

Nasranîler, elçilerini Medine Yahud ilerine göndererek aralarında münazaa ettilsr. Biri diğerini küfürle itham etti. Her biri kendi dininin hak din olduğunu söylerdi. Halbuki Yahudilerin de, Hıristiyanların da dinlerine itibar edilmez. Onların dinlerinin hiçbir de- yoktur. Zaten onların dini geçerliliğini kaybetmiş, dediler. Hıristiyanlar da aynı şeyi Yahudiler için söylemişlerdir. Böylece her toplum kendi dininin hak olduğunu iddia etmiştir.

Aslında bu iki toplum, kendi kitabını okusa, hak dinin hangisi olduğunu öğrenecekler, aralarındaki ihtilâf da böylece ortadan kalkacaktır. Kitaplarını okumamaları dolayısıyla ihtilâfa düşmeleri sapıklıklarının bir delilidir. Başka bir deyişle hak din üzere olmadıklarının alâmetidir. Çünkü hak din İslâm'dır, İslâm'dan sonra diğer dinlerin hiç birinin geçerliliği kalmamıştır. İki toplum arasındaki ihtilâf bile, dinlerinin geçersiz olduğunu isbat etmektedir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) ; «Eğer iki toplum birbirinin dinlerinin batıl olduğuna yemin etse, her ikisinin de yemini doğrudur. Zira her ikisinin de dini batıldır. Hak dine muhaliftir» demiştir.

Yahudi ve Hıristiyanlar Allah'a şirk koşan müşriklere de aynı şeyleri söyleyerek «bizim dinimizde olmayanlar cennete giremezler, diğer bütün dinler batıldır» demişlerdir.

Allahü teâlâ yarın kıyamet gününde, dinde ihtilâf eden bu kimselerin arasında hükmünü açıklayacak, hangi dinin mensubunun cennetlik, hangi dinin mensubunun cehennemlik olacağını yarın kıyamet günü bildirecektir. Hiç şüphe yoktur ki, İslâm'ın dışındaki dinlerin mensupları cennete giremeyeceklerdir. Çünkü cennetin yolu hak din olan islâm'dan geçer. İslâm kendinden önceki bütün dinlerin hükümlerini kaldırmıştır. Yahudiler ve Hıristiyanlar bu gerçeği gördükten sonra dinlerinin geçersiz olduğunu anlayacaklar ve kurtuluştan ümitlerini keseceklerdir. Allah tarafından kendilerine vaad edilen azabı tadacaklardır.

114

«Allah'ın mescitlerinde, O'nun adının anılmasını men edenden, onların harap olmasına koşandan daha zalim kimdir? Onlara (Allah'ın) mescitlerine korka korka girmelerinden başka salâhiyet yoktur. Dünyada rüsvaylık onlarındır. Âhîrette en büyük azap da yine onlarındır.»

Bu âyet, Tatlus İbni Üsfesyânûs veya İsteyânûs-ı Rumî hakkında nazil olmuştur. Bu kâfir, Beyt-i Makdis'i (Mescid-i Aksa'yı) harap ettirmiş ve sağlam ka)an kısmının içine de Allah'ın evine yakışmayan şeyler doldurmuştu. Bu durum Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in halifeliğine kadar devam etmiştir. Hazret-i Ömer, halife olunca Mescid-i Aksa'yi imar ettirdi. Yüce Allah, mescitleri yıkan ve orada ibadet edenleri ibadetten alıkoyanlar için bu âyet-i celileyi indirdi. «Allah'ın mescitlerini yıkan veya orada ibadet edenleri ibadetten alıkoyandan daha zalim ve kâfir kimdir?» buyurdu. Yeryüzünde bunlardan daha zalim ve daha kâfir kimse yoktur, Mescid-i Aksa imar edildikten sonra Rumların oraya girmesi yasaklanmıştı. Girmek isteyenler Müslümanlardan korka korka girerlerdi ve çıkarlardı. Onlar dünyada rezil ve rüsvay olacaklardır. Şehirlerinin fethedilmesi ve kendilerinin esir alınmasıyla Allah onları dünyada rezil edecek, âhirette de en büyük azaba uğratacaktır. Onların âhiretteki yerleri ebedî cehennemdir.

İlim adamlarının ekserisi, bu âyetin mânasının umumî olduğunu ve bütün kâfirleri içine aldığım söylemişlerdir. Zira bütün kâfirler Müslümanlarla savaşıp onları ibadetten ve mescidlere gitmekten alıkoymuşlardır. Yüce Allah bütün yeryüzünü Müslümanlara mescit yapmıştır. Müslümanlara muhalif olanlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Müslümanların Allah'a ibadet etmelerine mâni olurlar. Onları, Allah'ı zikirden ve ibadetten men ederler. Bu hüküm umumîdir. Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde Allah'ı zikretmeyenler, üstelik Allah'ı zikredenleri zikirlerinden, ibadetlerinden men edenler de bu âyetin hükmüne girerler.

115

«Maşrık de mağrip de Allah'ındır. Onun için nereye döner, yönelirseniz Allah'ın yüzü (kıblesi) oradadır. Şüphe yok ki Allah vasî'dir, hakkıyla bilicidir.»

Bu âyetin nüzulü hakkında İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir-«Peygamberimizin sahabelerinden bir topluluk sefere çıkmıştı. Bir kara bulut onları istilâ etmiş, etrafı göremez olmuşlardı. Namaz vakti gelmesine rağmen, etrafı göremedikleri için kıbleyi tayin edemediler. Araştırma yaptıkları halde kıble konusunda ittifak edemediler. Sahabelerin bir kısmı mağrip, bir kısmı da maşrıka doğru namazlarını kılmıştı, Bulut çekildiğinde yanlış yere doğru namaz kıldıkları anlaşıldı, Peygamberimize gelip durumu haber verirler. Bunun üzerine Allah yukarıda geçen âyeti indirdi: «Mağrip de maşrık da Allah'ındır. Hangi istikamete yönelip namaz kılarsanız, Allah'ın rızası ondadır.»

Bazı müfessirler bu âyetin hükmünün neshedildiğini söylemişlerdir.

Bazıları da bu âyet mensuh değildir, hükmü bakidir ve tatavvuat (nafile, taşıt üzerinde kılınan namazlar ve kıble mevzuunda ihtilâf edilen yerler) hakkında nazil olmuştur, demişlerdir.

İbn Ömer (radıyallahü anh) demiştir ki: «Peygamberimiz, Mekke'den gelirken bineğinin üzerinde istediği istikamete doğru nafile namaz kılardı. Durumu Ömer'e sordular, O da bu âyeti okudu. Bu âyet namaz hakkında indi, Allah bu âyetin sonunda «Allah vasî'dir, alimdir» buyurdu, demiştir. Yüce Allah cömerttir. Kabul ettiği az şeye çok mükâfat verir. Allah namazlarınızı nasıl kıldığınızı bilir. Sadakanızı ve ihlâsmızı bilir, ona göre karşılığını fazlasıyla verir. En küçük bir şeyi bile karşılıksız bırakmaz.

Allahü teâlâ -alimdir», sizin her hâlinizi bilir. Yüce Allah «vasî'dir» size şeriatın emirlerini kolaylaştırdı. Gücünüzün yetmeyeceği ibadetleri ve emirleri size teklif etmedi. Ancak kullarının gücü nisbetinde emir beyan etmiştir.

116

«Onlar (Yahudiler ve Hıristiyanlar) Allah kendine çocuk edindi, dediler. Yüce Allah (bu gibi şeylerden) pak ve münezzehtir. Bilâkis göklerde ve yerde ne varsa hepsi Onundur. Hepsi de Ona itaat edicidirler.»

Yahudiler Üzeyir (aleyhisselâm)'a, Hıristiyanlar İsa (aleyhisselâm)'a «Allah'ın oğludur» dediler. Müşrikler ise melekleri Allahü teâlâ'nın kızları olarak kabul ettiler. Yüce Allah bütün bunlardan münezzehtir. Allah'ın oğula, kıza ihtiyacı yoktur. Yerde ve göklerde ne varsa hepsi O'nun yarattığı varlıklardır. Hepsinin sahibi ve maliki O'dur. Hepsi O'na kulluk edip itaatte bulunurlar. O'nun ubûdiyyetini ikrar ederler. Bu ifade umumidir, fakat kastedilen mâna hususidir. Zira O'na ibadet edip kulluğunu ikrar edenler mü’minlerdir.

Bazı tefsirciler, «Allahü teâlâ'nın yaratıcı olduğuna, bir olduğuna, her şeyin mâliki ve hâkimi olduğuna delâlet eden alâmetler göklerde zahir ve açıktır. Bütün varlıklar O'na mutîdir. Varlıklar kendi yaratılışlarını asla değiştiremezler. Buna muktedir değillerdir, Onları bir ölçü dahilinde yaratan ve her şeyi yerli yerine koyan O'dur» demişlerdir.

117

«Göklerin ve yerin yaratıcısı Allah'tır. O bir şeye hükmetti mi ona ancak «ol» der, o da oluverir.»

Yani, Allahü teâlâ yerleri ve gökleri yoktan var etmiştir. Bunların daha önce bir benzeri yoktu. Allah'ın bu varlıkları öncekilere bakarak yaratması söz konusu değildir. Çünkü bunların daha önce eşi benzeri yoktu. Allah'ın bunları yaratırken bir yardımcısı bir ortağı da söz konusu değildir. Yüce Allah nasıl dilediyse öyle yaratmıştır.

Bid'at ehline «müptedi» denilmesi de bundan ileri gelmektedir. Onlar, sahabeden ve tabiînden öğrendikleri şeyleri ilk önce kendileri çıkarmışlardır. Yani sahabenin ve tabiinin yapmadığı şeyleri kendileri yapmışlardır. İlk olarak bu işi kendileri çıkardıkları için »müptedi» ismini almışlardır ve islâm'da olmayan bir şeyi İslâm'a soktukları için bid'atçı olarak adlandırılmışlardır.

Allahü teâlâ bir şeyi yaratmak istediği zaman ona «ol» der, o da oluverir. Yaratmak Allah için zor değildir. Yaratma konusunda Allah için bir zorluk yoktur. Sadece «ol» der, o şey oluverir. O'nun müsaadesi olmadan hiçbir şey olmaz, İnsanın yürümesi, tutunması ve bütün hareketleri Yüce Allah'ın ol demesiyle meydana gelir. Allahü teâlâ'nın müsaadesi olmadan hiçbir şeyin hareket etmesi mümkün değildir. Bir anda var eden de, yok eden de ö'dur. Var etmek de, yok etmek de Allah'a mahsustur.

Bazı tefsircilere göre, bu âyet Bahran elçisi hakkında nazil olmuştur, Bahran elçisi ve daha başka bazı kimseler Peygamberimize gelerek, «Babasız dünyaya gelen çocuk var mıdır? Varsa kimdir?» diye sormuşlardır. Onların bu sorusu üzerine Allah yukarıda geçen âyeti indirmiştir. Allah neyi dilerse o olur. İsa (aleyhisselâm) babasız dünyaya gelmiştir. Onlar da İsa (aleyhisselâm)’ın babasız dünyaya geldiğini bilmektedirler. Allahü teâlâ buyuruyor ki:

118

«(Hakikati bilmeyenler) ne olur Allah bizimle konuşsa, söyleşse, yahut bize bir âyet gelse, dediler. Onlardan evvelkiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi. Kalbleri ne kadar da birbirine benzemektedir. Biz hakikatleri iyice bilmek isteyenlere âyetlerimizi apaçık göndermişizdir.»

Yüce Allah'ın birliğinden haberi olmayan cahiller ve müşrikler «Senin hak Peygamber olduğunu Allah bize niçin söylemiyor ve haber vermiyor. Veya senin nübüvvetini açıklayıcı bir burhanı bize neden indirmiyor?» diye sormuşlardı. Daha önceki Yahudilerin de Musa (aleyhisselâm)'a aynı şeyleri sorduklarını Yüce Allah haber veriyor. Onlar Musa (aleyhisselâm)'a «Allah'ı bize açıkça göster» demişlerdi. Bunların kalbi katılıkta ve küfürde onlara benzemektedir. Sözleri de daima onların sözleri gibi Hakkı inkâr edicidir.

Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in diğer bütün peygamberlerden üstün olduğunu bildirmek için Tevrat'ta özelliklerini beyan etmiş, son Peygamber olduğunu bildirmiş, bütün peygamberlere verdiği mucizeleri fazlasıyla ona da vermiştir. Hazret-i Muhammed'in bu üstünlüğünü, gerçek akıl sahipleriyle Tevrat'a iman edenler ve hakkı batıldan ayıranlar anlarlar. Kalpleri kararmış, hakkı görmeyen gafiller ise anlamazlar.

119

«Şüphe yok ki biz seni (rahmetimizin) kâmil bir müjdecisi ve (azabımızın! gerçek korkutucusu olarak o hak (Kur'an) ile gönderdik. Sen cehennem ashabından mes'ul olacak değilsin.»

Yâ Muhammed, biz seni hakkı beyan edesin, insanları Hakk'a davet edesin, müminleri cennette müjdeleyip, kâfirleri cehennem azabıyla korkutasın diye Kur'ân-ı Azimüşşân'la gönderdik, Onlara Hakk'ı tebliğ ettikten sonra işlediklerinden mes'ul değilsin. Senin görevin Hakk'ı tebliğ etmekten, mü’minleri cennetle müjdelemekten, kâfirleri cehennem azabıyla korkutmaktan ibarettir.

120

«Ne Yahudiler, ne Hıristiyanlar sen onların dinine uyuncaya kadar, asla senden hoşnut olmazlar. De ki: Allah'ın hidayeti (İslâm yok mu işte) doğru yolun tâ kendisi odur. Eğer sana gelen ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan yemin olsun, senin için Allah'tan (başka) ne hakiki bir dost, ne de hakikî bir yardımcı vardır (yoktur)

Yâ Muhammed, Medine Yahudileriyle, Bahran Hıristiyanları, sen onların dinine girmedikçe ve onların kıblesine doğru namaz kılmadıkça asla senden hoşnut ve memnun olmazlar.

Kâfirler Peygamberimizle anlaşma yapmak istemişlerdi. Peygamberimiz de belki Müslüman olurlar ümidiyle onların sözüne değer vermişti. Bu olay üzerine Yüce Allah bu âyeti indirmiş ve «Sen onların sözüne itibar edip davetlerine rağbet etme. Sen onların dinine dönmedikçe onlar senden memnun ve hoşnut olmazlar- buyurmuştur. Yüce Allah'a ibadet için dönülecek yer ancak Kâ'bedir. Allah katında makbul din ise İslâm'dır. Bu hakikatler sana açıklandıktan, hak dinin İslâm, kıblenin Kabe olduğu bildirildikten sonra onlara tâbi olursan, Yüce Allah'ın azabından seni kurtaracak ve sana menfaati dokunacak bir dost bulamazsın.» Allah'ın azabını senden men edecek bir yardımcı da bulamazsın. Bu hitap Hazret-i Peygamber'in şahsında bütün ümmetine yöneliktir. Zira Hazret-i Peygamber'in kâfirlere uymayacağı ve sözlerine aldanmayacağı kesindir. Çünkü onun mürebbisi Yüce Allah'tır. Bu âyetin asıl muhatabı ümmetidir. Mü’minler, fasıkların sözlerine aldanmamalan ve onlara tâbi olmamaları için Allah tarafından ikaz edilmektedirler.

Yüce Allah şu âyetinde kendilerine gelen kitabı okuyanların iman ettiklerini beyan ediyor :

121

«Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu -tilâvet hakkım tam gözeterek - okurlar. İşte ona îman edenler bunlardır. Kim ona küfrederse onlar da en büyük zarara uğrayanların tâ kendileridir.»

Onlara indirdiğimiz kitaba îman edip kitaplarının vasfettiğini gizlemediler, onlar da vasfettiler. Allahü teâlâ’nın indirdiğini okudular, hükümlerini değiştirmediler. Kitaplarının helâl dediğine helâl, haram dediğine haram dediler. Haramlardan kaçındılar, Onlar Hazret-i Muhammed'e îman ederek saadet ve felahı buldular.

Hazret-i Muhammed'e iman etmeyenler maddî ve manevi en büyük zarara uğrayacaklardır. Bu âyet-i celile ehl-i kitabın mü’minleri hakkırda nazil olmuştur. Cafer İbni Ebû Tâlib başta olmak üzere otuz iki kişi Habeşistan'a giderek Kur'ân-ı Kerim'e tâbi oldular ve Hazret-i Peygamber'e îman ettiler.

122

«Ey Israiloğulları, size ihsan ettiğim (bunca) nimetimi ve sızı (bir zaman) âlemler üzerine hakikaten mümtaz kılmış olduğumu hatırlayın.»

123

«O günden sakının ki, hiçbir kimse kimseden yana birşey ödeyemez. Kimseden bedel kabul edilmez. Kimseye de şefaat fayda vermez ve onlara yardım da edilmez.»

Allahü teâlâ İsrailoğullarına hitaben buyurmuştur ki: «Tîh vadisinde size verdiğim bıldırcın etiyle kudret helvasını ve diğer nimetlerimi hatırlayın. Sizi zamanınızdaki diğer insanlardan üstün yaptım. Sizi denizden geçirip arkanızdan gelen Fir'avun'un ordusunu suya gark ederek helak ettim.» Kıyamet gününün azabından korkun. O gün kimse kimseyi Allah'ın azabından kurtaramaz. Kimseden bir başkası için bedel de kabul edilmez. Îmanı olmayanlar kıyamet günü, ne bir yardımcı, ne de bir şefaatçi bulamazlar. Onları Allah'ın azabından kimse kurtaramaz. Kıyamet günü ancak mü'min mü’mine - Allah'ın izniyle - yardım eder.

124

«Hatırlayın o zamanı ki, Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince (Allahü teâlâ) seni insanlara imam (rehber) yapacağım buyurmuş, O da 'zürriyyetimden de' demiştir. Allahü teâlâ da benim ahdime zalimler nail olamaz demişti.»

Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'ı bir takım kelimelerle imtihan etmiş, İbrahim (aleyhisselâm) da Allah'ın hükümlerini yerine getirip tamamlamıştır. Yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm) in durumunu açığa çıkarmak için böyle bir imtihana tabi tutmuştur. İmtihanın karşılığı olarak insan ya sevaba hak kazanır veya cezaya dûçâr olur. İbrahim (aleyhisselâm) imtihanı kazanınca Yüce Allah «Seni insanlara imam yapacağını» buyurmuştur. Allahü teâlâ kullarına işledikleri amele göre ya sevap verir veya cezalandırır. Kul azaba lâyıksa azap, sevaba lâyıksa sevap verir. Eğer kul Allah'ın emirlerini yerine getirirse sevap olarak mükâfatını görecektir. İlâhî emirlere muhalefette bulunursa azap olarak cezasını çekecektir. Kul çalışır, Yüce Allah karşılığını verir. Hiç kimseye kazandığından başkası verilmez. Mükâfat da, ceza da kulun kendi kazandığının karşılığıdır. Bütün bunlar kulun iradesine bırakılmıştır.

Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'i on hususta imtihan etmiştir. Bu on hususun beşi baş ile ilgili, diğer beşi de vücutla alâkalıdır. Başla ilgili olan hususlar:

— Misvak kullanmak.

— Abdest alırken ağza su vermek.

— Abdestte buruna su vermek.

— Bıyıkları uzatmamak.

— Sakalı uzatmak.

Vücutla ilgili olanlar, da şunlardır :

— Sünnet olmak.

— Edep yerini temizlemek.

— Koltuk altını temizlemek.

— Tırnakları kesmek,

— Istinca etmek.

Bunlar Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in sünnetleridir.

İbrahim (aleyhisselâm) bunların hepsini yerine getirdi ve ilâhî imtihanı kazandı. Bunun üzerine Allahü teâlâ «Yâ İbrahim, ben seni insanlara imam tayin ettim ve onlar sana tâbi oldu» buyurmuştur.

Bu âyet-i celilede, Allah katında yükselmek için nefsi öldürmenin çeşitli azaplardan geçmenin gerektiğine işaret vardır. İbrahim (aleyhisselâm) ancak bu şekilde ilâhî imtihanı kazanmış ve Allah katında derecelerin en yükseğine ulaşmıştır. -Yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm)'ı imam tayin edince bu durum hoşuna gitmiş, zürriyyetinden imam gelmesini arzulamış ve Yüce Allah'a dua ederek «Yâ Rabbi benim zürriyetimden imamlar tayin et, halk onlara uysun» demiştir, ibrahim (aleyhisselâm)'ın bu duasına karşılık Yüce Allah, benim rahmetim zalimlere ve kâfirlere erişmez, onlar benim rahmetimden istifade edemezler- buyurmuştur.

İbrahim (aleyhisselâm)’ın zürriyetinden kâfir ve zalimler çıkarsa onlar için imamlık söz konusu değildir. Çünkü imanı olmayanlar imam olamazlar. Ancak iman sahipleri buna lâyıktırlar. İbrahim (aleyhisselâm)’ın duası ancak bunlar için söz konusudur.

125

«Hani Beyti insanlar için bir toplantı yeri ve emin bir mahal yapmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin.»

Biz Kâbe-i Muazzama'yı insanların her yıl tavaf edecekleri bir yer yaptık. Her yıl Kabe'ye gelseler ve durmadan tavaf etseler bile yine ona doymazlar. Ona olan arzuları bitmez. Bilâkis arzuları artar ve kalblerindeki muhabbet çoğalır. Çünkü orasını Allah emin bir makam olarak yaratmıştır. Oraya iltica eden korktuklarından emîn olur, arzu ettiklerine kavuşur. Zira orası Allah'ın emin beldesidir. Hattâ adam öldüren biri Harem-i Şerife girse, oradan çıkmadıkça kısas yapılmaz. Ancak oradan çıktıktan sonra kısas yapılır.

İbn Ömer (radıyallahü anh) demiştir ki: «Bir insan atam Ömer'i öldürüp Harem-i Şerife girse, ben de orada oturduğunu görsem ayağa bile kaldırmam.» Bunun gibi kısas yapılması gereken insanlar Kabe'ye girseler, kendileriyle kısas yapılmaz. Oradan çıkmaları beklenir. Çıkana kadar beklenir. Çıkması için de yiyecek, içecek verilmez. Bir an önce Harem-i Şeriften çıksın diye böyle yapılır.

Hattâ Harem-i Şerifin içine giren av hayvanı bile avlanmaz. Çünkü Harem'in içinde av avlamak yasaktır. O hayvan Harem-i Şerife girmekle korktuklarından emin olmuştur. Orada emniyete kavuşmuştur.

Allahü teâlâ, »ibrahim'in makamım namazgah edinin ve orada namaz kılın» buyurmuştur. Mekke'yi fetheden Peygamberimiz, Kabe'yi tavaf ettikten sonra, Hazret-i İbrahim'in makamına gelmiş ve «Burası babamız İbrahim'in makamıdır» demiştir. Bunun üzerine Hazret-i Ömer (radıyallahü anh): «Yâ Resûlâllah, biz namazgah edinmeyelim mi?» diye sormuştur. Bu soru üzerine Yüce Allah yukarıdaki âyeti indirdi ve -Siz İbrahim'in makamını namazgah edinin» buyurdu.

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyurmuştur:

«İbrahim ile İsmail'e de evimi tavaf edenler (orada kalanlar), rükû' ve sücud edenler için titizlikle temizleyin diye kuvvetli emir vermiştik.»

Yüce Allah İbrahim ve ismail (aleyhisselâm)'a «Benim evimi putlardan, necasetten ve diğer şeylerden temizleyin. Uzaktan gelen kullarımın namaz kumaları ve ibadet yapmaları için orada bir makam tutun, edin» buyurmuştur.

126

«Hani İbrahim, Yâ Rabbi, burasını emniyetli bir şehir yap ve ahalisinden Allah'a ve âhiret gününe inananları mahsullerle rızıklandır, demişti. (Allah da) kâfir olanı dahi kısa bir zaman için faidelendireceğim, sonra onu cehennem azabına icbar edeceğim. Varacağı yer ne kötüdür, buyurmuştur.»

İbrahim (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya dua ederek: «Yâ Rabbi, sen Harem-i Şerifi emin bir yer kıldın. Buranın kuşu ve hayvanı öldürülmesin. Ağacı ve otu kesilmesin. İnsanlar bunun içinde dilenmesin. Buranın ehlinden Allahü teâlâ'ya ve âhirete îman edenlere yemişlerinden rızık olarak ver» demişti. İbrahim (aleyhisselâm) rızkı sadece iman edenler için talep etmiş, fakat imameti herkes için istemiştir. Yüce Allah da ibrahim (aleyhisselâm)'ı bundan men' ederek «Benim ahdim, yani nübüvvetim zalimlere ve kâfirlere ulaşmaz» buyurmuştur, ibrahim (aleyhisselâm) rızkı da imamet gibi zannedip çekindiği için bunu sadece iman edenler için talep etmiştir. Allahü teâlâ rızkın imamet gibi olmadığını bunun umuma ait olduğunu Hazret-i ibrahim'e bildirmiş «Yâ İbrahim, kâfire de dünyada yaşadığı müddetçe rızık vardır. Yaşadığı sürece onu da rızıklandırırız, âhirette ise elim bir azapla cezalandırırız» buyurmuştur.

127

«Hani ibrahim, o beytin temellerini İsmail ile birlikte yükseltiyordu (da şöyle dua etmişler) Ey Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemaliyle bilen sensin.»

İbrahim (aleyhisselâm) Kâbe-i Muazzama'yı tamamladı. Oğlu İsmail de yardım etti. Feriştahlar (melekler) taş taşıdılar. Kabe'nin taşları beş dağdan getirilmiş olup bunlar Turisina, Turizeyta, Cûcü dağı, Lübnan ve Hira dağlarıdır.

Hikmet ehli demişlerdir ki, «Beş vakit namazı cemaatle kılan kimseye Allatıü Teâlâ bu beş dağın ağırlığınca sevap verir.»

İbrahim ve ismail (aleyhisselâm) Kabe'yi tamamladıktan sonra şöyle dua etmişlerdir: «Rabbimiz, bizim bu amelimizi kabul et. Sana yakın olmamız için duamızı kabul buyur. Sen duaları işitir ve kabul edersin. Gönüllerdeki niyetleri bilirsin,»

Bu âyet-i celileden şu anlaşılmaktadır: Amel-i salih işleyen kimse amellerinin kabul edilmesi için Allah'a dua eder. Zira kişi amelinin kabul olmamasından korkar. Kulun en büyük arzusu yaptığı amellerin kabul edilmesidir. Bunun için Allah'a dua eder. Yüce Allah ancak günahlardan kaçınan ve kendinden korkanların amellerini kabul eder.

Rivayet edilmiştir ki, ibrahim (aleyhisselâm) ile ismail (aleyhisselâm) Kabe'nin inşaatını bitirdikleri zaman, yerdeki taş kırıntılarının üzerine çöküp Allah'a yalvarmışlar ve kulluğunu dilemişlerdir. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselâm) gelerek «Yâ İbrahim, Allah dileklerini kabul etti. Bir dilekte daha bulun- demiştir. İbrahim (aleyhisselâm) bir dilekte daha bulunmuş, Allah da onun dileğini şu âyetle beyan etmiştir:

128

«Ey Rabbimiz, ikimizi de sana teslimiyette sabit kıl, soyumuzdan da Müslüman bir ümmet (yetiştir.) Bize, ibadet edeceğimiz yerleri göster. Tövbemizi kabul et. Çünkü tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen sensin sen.»

Ey bizi yoktan var eden Rabbimiz, bizleri sana ihlâsla ibadet eden, boyun eğen ve İslâm üzere sabit kalanlardan eyle. İbadet edeceğimiz yerleri göster ve ibadet emrini bize bildir. Zürriyetimizden bazılarını sana itaatkâr et. Ve İslâm üzere sabit kıl, Zürriyetimden günahkâr olanları affet. Zira sen kullarını bağışlayan ve esirgeyensin.

129

«Ey Rabbimiz, onların içinden, onlara senin âyetlerini okuyacak, onlara kitabı, hikmeti öğretecek, onları (şirkten) iyice temizleyecek bir peygamber gönder. Şüphesiz yegâne galip ve tam hikmet sahib) sensin sen.»

İbrahim (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya dua ederek zürriyetinden peygamber gönderilmesini istemiş, inanmayanların tekrar hak dine dönmeleri için bu peygamberlerin onlara ilâhi kelâmı okuyarak va'z u nasihat etmelerini, helâl ve haramı bildirmelerini, onları küfür ve şirkten temizlemelerini, tam manasıyla ibadet yapmalarını, zekâtlarını vererek mallarını temizlemelerini istemiş, bu maksatla Yüce Allah'a dua etmiştir.

İbrahim (aleyhisselâm) «Yâ Rabbi, sen aziz ve galipsin. Hiç kimse sana galip gelemez. Sana âsi olanlardan intikamını alırsın. Hakimsin, hükmettiğini yaparsın, yaptığın her şey ilmîne muvafıktır» demiştir.

130

«Kendini bilmeyenden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir. Yemin olsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. Şüphe yok ki, O âhirette de muhakkak salihlerdendir.»

İbrahim (aleyhisselâm)’ın dininden yüz çevirenler ancak kendini bilmeyenlerdir. Kendini bilenler asla İbrahim (aleyhisselâm)’ın dininden yüz çevirmezler. Çünkü bu nefis Allahü teâlâ'ya hizmet için ya' ratılmıştır. Asıl görevi kulluktur. Allah'a ibadet etmektir. Kulluk görevini düşünmeden Allah'ın dinini terk edenler, beyinsizlerin ve kendini bilmeyenlerin ta kendileridirler. Onlar dünya ve âhirette en büyük zarara uğrayacaklardır. İbrahim (aleyhisselâm) cennette salihlerle beraberdir. Peygamberimizden sonra salihlerin en üstünü İbrahim (aleyhisselâm)'dir.

131

«Rabbi İbrahim'e (Hakka) teslim ol dediği zaman o âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti.»

Yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm)'ı kendine dost edinip nübüvvet ve risalete lâyık gördü. «Dinini Allah için halis tut. Din-i İslam üzere daim ol. İşlerini Allah'a emanet et. Zira Allahü teâlâ emreyledi» buyurdu. İbrahim (aleyhisselâm) da «Ben dinimi Allah için halis tuttum, işimi de âlemlerin Rabbi olan Allah'a emanet ettim, demiştir.

132

«İbrahim, bunu oğullarına da tavsiye etti. Yakup da (öyle yaptı) Oğullarım, Allah sizin için (İslâm dinini) beğenip seçti. O halde siz de ancak Müslümanlar olarak can verin.»

İbrahim (aleyhisselâm) dünyadan ayrılma zamanının yaklaştığını hissedince dört oğlunu, - ismail, İshak, Medyen, Medâyin - toplar, onlara şöyle vasiyette bulunur: «Oğullarım, Allahü teâlâ sizin için İslâm dinini seçti. Onun üzerine sabit olun ve Müslüman olarak ölün. Ancak Allah katında hak din budur.» ibrahim (aleyhisselâm) kendinden sonra çocuklarını şeytanın hak dinden çevireceğinden korktu. Şeytanın tuzağına düşüp Allah'a âsi olmasınlar diye çocuklarına böyle vasiyet etmiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'ın torunu Yakup (aleyhisselâm) da Mısır'a girdiği zaman Mısır halkını puta tapar görünce çocuklarına aynı şekilde dedesi İbrahim gibi vasiyette bulunmuştur:

133

«Yoksa (Ey Yahudiler) ölüm Yakub'un önüne geldiği vakit, siz de orada hazır mı idiniz? O. oğullarına, benden sonra neye ibadet edeceksiniz? dediği zaman onlar, senin Tanrı'na ve babaların İbrahim, ismail, İshak'ın bir tek Tanrısı olan Allah'a ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur, demişlerdi.»

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Yahudiler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek, « Yakup (aleyhisselâm)'ın oğullarına, Yahudi dini üzere olun, diye vasiyet ettiğini bilmiyor musun?» diye sormuşlardı, Allahü teâlâ onların sözlerini reddederek «Ey Yahudiler, Yakup (aleyhisselâm) öldüğü zaman, siz onun yanında mı idiniz ki, böyle konuşuyorsunuz? Halbuki siz ne söylediğinizi bilmiyorsunuz- buyurmuştur.

Yüce Allah, Yakup (aleyhisselâm)'ın oğullarına. «Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» dediğini, onların da -Senin ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın mabudu ve Rabbi olan Allah'a ibadet ederiz- dediklerini haber vermiştir.

İsmail (aleyhisselâm) Yakup (aleyhisselâm)'in amcasıydı. Amca baba makamında olduğu için ata diye zikredildi.

134

«Onlar birer ümmetti (gelip) geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizin. Siz, onların işlemiş olduklarından mes'ut de olacak değilsiniz.»

İbrahim (aleyhisselâm) ile Yakup (aleyhisselâm)’ın oğulları birer cemaat olup çok önceden yaşamışlardır. Onların sizin için söylediklerini öğrenmenize de imkân yoktur. Onların -Bizim dinimiz üzere olun» diye bir sözleri de »yoktur. Zira siz onları görmüş de değilsiniz.

Yahudilerin, «Biz İbrahim ve Yakup'un dini üzereyiz, onlar neyi işlemişlerse, biz de onu yaparız- şeklindeki sözlerini Allah bu âyetiyle reddediyor. «Onlar neyi işlemişlerse kendi fiillerinin cezasını göreceklerdir. Siz de neyi işiemişseniz kendi fiilinizin cezasını göreceksiniz. Siz onların işlediklerinden, onlar da sizin işlediklerinizden mes'ul değildir. Sizin amellerinizin onlara, onların amellerinin de size bir faydası yoktur. Siz, onların işlediklerinden sorumlu değilsiniz» buyurmuştur.

135

«(Yahudiler ve Hıristiyanlar Müslümanlara) Yahudi veya Nasranî olun ki, doğru yolu bulaşınız, dediler. (Habibim) de ki: Hayır, biz muvahhid olarak İbrahim'in dinindeyiz.. O, Allah'a eş tutanlardan değildir.»

Medine Yahudileriyle Bahran Hıristiyanları kendi dinlerinin ve peygamberlerinin daha üstün olduğunu iddia ederek birbirlerini kendi dinlerine davet etmişler, Yahudiler bizim dinimiz daha üstündür, bizim dinimize girin; Hıristiyanlar da bizim dinimiz daha üstündür, siz gelin bizim dinimize girin, demişlerdi. Her biri diğerine, bizim dine girerseniz hidayete ermiş ve doğruyu bulmuş olursunuz diyordu. Hangisinin dininin daha üstün olduğu hususunda anlaşamayınca Peygamberimize gelip: »Yâ Muhammed, hangimizin dini daha üstündür?» diye sormuşlardı. Peygamberimiz ise şu cevabı vermişti: «Her ikinizin dini de batıldır.» Bu sözü duyan Yahudiler ve Hıristiyanlar Resûlüllah'in huzurundan çıkıp gittiler. Bunun üzerine Yüce Allah yukarıdaki âyeti indirmiş ve -Yâ Muhammed, Yahudiler Yahudi, Hıristiyanlar da Hıristiyan olun ki sapıklıktan ve dalâletten kurtulup hidayete eresiniz» demişlerdir. Onlar hidayeti kimden almışlardır? Hidayet onların dininde değil, ancak İbrahim (aleyhisselâm)’ın dinine tâbi olmaktadır.» Yani hidayet İbrahim (aleyhisselâm)'ın dinindedir. Hak ve doğru olan da onun dinidir. Bunun için İbrahim (aleyhisselâm)’ın dinine «Hanif» ismi verilmiştir. Doğru ve halis olduğu için bu ismi almıştır. O, bütün batıl dinlerden uzak kalmış, Allah'ın birliğini isbat etmiş, Ona asla şirk koşmamıştır. İbrahim (aleyhisselâm) Allah'a eş tutanlardan değildir. Hükmünde ve işinde doğrudur. Müşriklerden değildir.

136

«(Ey mü’minler) deyin ki, biz Allah'a ve bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa’ya verilenlere ve peygamberlere Rableri katından verilene îman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah'a teslim olmuşuz.»

Peygamberimizin sahabesi dediler ki, Yâ Resûlâllah, nasıl bir itikadımız olsun ki, bütün peygamberlere inanmış ve hiçbirini diğerinden ayırt etmemiş olalım? Bunlardan hiçbirini yalanlamamış olalım?

Allahü teâlâ onların neye iman edeceklerini bildirmek için bu âyet-i celileyi indirmiştir. Yüce Allah, -Allah'ın bir olduğuna, şeriki bulunmadığına, Kur'ân-ı Kerim'in Allah tarafından gönderildiğine, Hazret-i İbrahim'e inen sayfalara, îsmail, İshak, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya ve İsa'ya indirilen kitapların hepsine ve bunlardan başka bütün peygamberlere ve onların Allah tarafından getirdiklerine inandık ve hepsinin hak olduğunu kabul ettik. Bunların birini diğerinden ayırt etmeyiz. Hepsi haktır ve Allah tarafından getirdikleri doğrudur, deyin» buyurmuştur.

Yahudiler ve Hıristiyanlar Musa ile İsa'dan başkasını kabul etmediler. Bunlardan başkasının peygamberliğini ve kitaplarından başka kitabı da kabul etmediler. Müslümanlar ise Allahü teâlâ'nın emrine boyun eğdiler. Bütün peygamberleri ve Allah tarafından gönderilen bütün kitapları kabul ettiler. Hepsine iman ettiler.

137

«Artık, eğer onlar da sizin bu îman ettiğiniz gibi, îman ederlerse, muhakkak doğru yolu bulmuşlardır, Şayet yüz çevirirlerse onlar ancak muhalefettedirler. (Habibim) o surette onlara karşı Allah yeter. O, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.»

Yahudiler ve Hıristiyanlar eğer mü’minler gibi îman ederlerse doğru yolu bulmuş olurlar. Şayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ve diğer peygamberlere îman etmeyip yüz çevirirlerse ebedî olarak dalâlet ve sapıklıkta kalırlar. Onlar mü’minlere muhalefet ve düşmanlık içindedirler. Yüce Allah onların mü’minlere karşı yapmak istediklerine engel olur, mü’minlere kötülük yapmak için onlara fırsat vermez.

Allahü teâlâ Yahudilerin ve Hıristiyanların mü’minlere ne söylediklerini bilir ve işitir. Onlara nasıl azap vereceğini ve onların niyetlerinin ne olduğunu da iyi bilendir.

Bu âyet-i celileyle İslâm dininin diğer bütün dinlerden üstün olduğuna ve Allah tarafından onlar üzerine galip kılındığına işaret odilmiştir. Allahü teâlâ Müslümanlara yardım ederek vaadini yerine getirmiştir. Beni Kureyza Yahudileri Müslümanlarla yaptıkları ahidleri bozdukları için eli silâh tutanlar kılıçtan geçirilmiş, çocukları ve kadınları esir edilerek mallarına el -konulmuştur. Benî Nadir kabilesi de yerlerinden çıkarılmış, koğulmuştur. Beni Bahran Hiristiyanları ise, Müslümanlara teslim olarak cizye (vergi, gayr-i müslimlerden alınır) vermeyi kabul etmişlerdir. Böylece Allahü teâlâ İslâm dinini bütün dinlerden üstün kılmıştır. Allah'ın yardımı her zaman îman edenlerle beraberdir.

138

«Allah'ın boyasıyla (boyanmışızdır). Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan kimdir? Biz, ona kulluk edenleriz.»

Hıristiyanların «Amudiyye» diye adlandırılan bir grupları vardır. Bunlar, doğan oğlan çocuklarını yedinci günde kutsal suya sokarlar ve bunu sünnet yerine kabul ederlerdi. Oğlan çocuklarının kutsal sayılan bu suya sokulmaları temizlik olarak kabul edilirdi. Bunu kendilerine din edinmişlerdi.

Allahü teâlâ bu gibi batıl şeyleri mü’minlere yasakladı ve buyurdu ki: «Allah'ın dinine tâbi olun, öyle ki, kendinizi ve çocuklarınızı İslâm'ın hükümlerine daldırın. O zaman pâk ve temiz olursunuz. Bundan daha temiz kimdir. Çocuklarınızı Allah'ın dininin hükümlerine daldırmak ve Hazret-i Peygamber'in sünnetini yerine getirmekle temizleyin. Suya batırıp çıkarmakla kimse temiz olmaz. Ancak oğlan çocukları Hazret-i İbrahim'in sünneti olan sünnet edilmekle temizlenir. Ey Müslümanlar, biz Allah'a ibadet ve itaat edicileriz, deyin.

Ebu Hüreyre (radıyallahü anh) rivayet etmiştir: «ibrahim (aleyhisselâm) yüz yirmi yaşında kendini sünnet etmiştir. Bundan sonra seksen yıl daha yaşamıştır. Böylece iki yüz yaşında ölmüştür.»

139

«(Habibim) de ki: Siz bizimle Allah hakkında çekişiyor musunuz? Halbuki o bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size ait. Biz ona bütün samimiyetimizle bağlanmişızdır.»

Yâ Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlara de ki: «Bizimle Allah'ın dini hususunda münakaşa mı ediyorsunuz? Siz Allah'ın bir olduğunu söylüyorsunuz. Halbuki biz de Allah'ın bir olduğunu kabul edip iman ettiğimiz halde niçin bize yardımcı olmuyorsunuz da düşmanlıkta bulunuyorsunuz?. Bizim Rabbimiz de, sizin Rabbiniz de Allah'tır. Bizim amellerimizin sevabı ve mükâfatı bize, sizin amellerinizin ecri ve sevabı da sizedir. Biz Allahü teâlâ'nın birliğini ve vahdaniyetini ikrar edip ona ibadet ederiz. Halbuki siz O'na ortak koşuyorsunuz.

140

«Yoksa siz gerçek, İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Oğulları Yahudi, Hıristiyanlar, mı diyorsunuz? De ki: (Bunu) siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Nezdinde Allah'tan gelen bir şahitliği saklayandan daha zalim kimdir? Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan gafil değildir?»

Yahudiler ve Hıristiyanlar biz peygamberlerin dini üzereyiz demişlerdir. Müslümanlar da onların dini üzerinedir. Yani o peygamberlerin dini üzerinedir. Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar İbrahim, İsmail, ishak, Yakup ve oğullarından gelen peygamberler, Yahudi ve Hıristiyan dini üzere idi derlerse peygamberlere iftira etmiş olurlar. Hu şekilde bir iddiada bulunmak en büyük bir yalandır. Onların hangi dinde olduğunu Allah mı daha iyi bilir, yoksa Yahudi ve Hıristiyanlar mı daha iyi bilir?

Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de ve inzal buyurduğu diğer kitaplarda bütün peygamberlerin dinînin İslâm olduğunu bildirmiştir. Bütün peygamberlerin İslâm dini üzere olduğunu zalimlerden başkası gizlemez. Bu gerçeği ancak zalimler gizler. Yani Allah'ın azabından korkmayanlar gizler. Yüce Allah, gerçekleri gizlemeyip beyan etsinler diye Yahudi ve Hiristiyanlardan ahdi misak almıştı. Bunların yaptıklarını Yüce Allah biliyor. Hiçbir şey Allahü teâlâ'dan gizli değildir. Her ne yaparlarsa onun mücazatmı ve mükâfatını verecektir. Bu ilâhî kelâm zalimlere umumi bir vaiddir. Mazlumlara ise tesellidir. Yüce Allah mazlumun hakkım zalimden ala' çaktır. Yeter ki mazlum sabretmesini bilsin.

141

«Onlar birer ümmetti geldi, geçti. (Onların) kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir ve siz onların işlemiş olduklarından mes'ul de olacak değilsiniz.»

Allahü teâlâ bu âyetle Yahudi ve Hıristiyanların yalanlarını reddederek önceki peygamberlerin onların dini üzere olmadıklarını haber vermiştir. Onlar bir topluluk ve bir cemaatti, gelip geçti. Onların amellerinin cezası onlara, sizin amellerinizin ve işlerinizin cezası da sizedir. Siz onların işlediklerinden, onlar da sizin işlediklerinizden asla sorumlu değildir. Herkes kendi amelinden sorumludur.

142

«İnsanlardan bir takım beyinsizler, üzerinde durdukları kıblesinden (onları) çeviren nedir? diyecekler. De ki: (Habibim), Doğu da Allah'ın, Batı da, Allah'ın. O kimi dilerse onu doğru yola iletir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), iki yıl Mekke'de, bir buçuk yıl da Medine'de namazını Kudüs'e doğru kılmıştır. Sonra Allahü teâlâ'ya dua ederek kıblegâhının Kabe olmasını istemiştir. Yüce Allah da Peygamberimizin duasını kabul etti ve Beytullah'ı mü’minlerin kıblesi yaptı. Bunu duyan Mekkeli müşrikler, «Kıble Kabe'ye doğru döndü, Muhammed de yönünü bizim kıblemize çevirdi. Yakında dinimize de dönecek» dediler. Allahü teâlâ onların sözlerini reddetmek için bu âyeti indirdi: -Yâ Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanların cahil ve beyinsizleri dediler ki: Müslümanları kıblelerinden alıkoyan nedir? Orayı bırakıp Beytullah'ı kıble edindiler. De ki: Mağrip de maşrık da Allah'ın mülküdür. Yani namaz Allahü teâlâ içindir. Doğuya doğru da batıya doğru da kılmanız Allah'ın emriyledir. O kimi dilerse Kabe'ye döndürür ve dinine delâlet eder, Zira bütün peygamberlerin kıblegâhı Kâbe-i Muazzamadır.

Ebül Aliye (radıyallahü anh): -Ben Salih (aleyhisselâm)ın mescidini gördüm. Kıblesi Kabe'ye doğru idi, Musa Peygamber de dışarıda namaz kıldığı zaman Kabe'ye doğru döner ve öyle kılardı- demiştir.

143

«Böylece sizi vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır, İnsanlara karşı şahitler olasınız. Bu peygamber de sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.»

Allahü teâlâ bu âyetiyle müminlere şöyle buyurmaktadır: «Sizi hidayete erdirip hak din olan İslâm'ı getirdim. Kıblenizi Kâbe-i Muazzama'ya çevirdim. Kıyamet günü peygamberlerim için, kâfirlere karşı şahitlik yapasınız diye sizi diğer ümmetler arasından seçip adaletli ve orta bir ümmet yaptım.

Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de sizin için şahitlik yapıp şefaat eder.

Onun şefaati ümmetine haktır. Yüce Allah kıyamet günü bütün insanları mahşer yerinde toplayıp peygamberlere, benim varlığımı ve birliğimi bunlara haber verdiniz mi diye soracaktır. Bunun ürerine bütün peygamberler, «Yâ Rabbi, senin varlığını ve birliğini onlara haber verdiğimize Hazret-i Muhammed'în ümmeti şahittir» diyeceklerdir. Böylece Muhammed ümmeti onlar için şahitlik edecek, 'Ey Rabbimiz, senin Resullerinin hepsi onlara, senin varlığını ve birliğini haber verdiler. Fakat onlar inat edip inkâr ettiler» diyeceklerdir.

İnkarcılar Muhammed ümmetine, «Bu şahitlik ya işitmekle veya görmekle olur. Halbuki siz bizden sonra geldiniz, bizi görmediniz ve onların bizi dine davet ettiklerini de işitmediniz. Nasıl oluyor da bizim aleyhimizde şahitlik ediyorsunuz?» diye soracaklardır. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber'in ümmeti, «Biz Allahü teâlâ'nın şahitliği ile şahitlik ederiz. Çünkü sizin halinizi ve peygamberlerinizi kitabında bize bildirdi. İşte biz onunla şahitlik ederiz' diyeceklerdir. Zira Allahü teâlâ kelâmında asla yalan söylemez. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de ümmetini tezkiye edip -Benim ümmetim asla yalan söylemez, çünkü onlar hak üzeredirler» buyurmuştur.

Kâfirlerin hepsi kıyamet günü rezil ve perişan olacaklar, dilleri tutulacak, konuşmaya takatları kalmayacaktır. Onların Allah'tan başka yardımcıları da olmayacaktır. Onları kimse Allah'ın azabından kurtaramayacaktır.

144

'(Ey Resulüm)! Hâlen yönelmekte olduğun Kabe'yi, ancak Resule uyanlarla geri dönenler arasını ayırt etmek için kıble kıldık. Gerçi bu kıbleyi çeviriş büyük ve ağır ise de, yalnız o, Allah'ın hidayet ettiği kimselere ağır gelmez.'

Yâ Muhammed, bizim kıbleyi değiştirmemizden maksat, sana kimin hakkıyla iman edip etmediğini açığa çıkarmak içindir. Allah tarafından kıblenin değiştirilmesi Peygamberimize itaat edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırt etmek içindir. Bazılarına Kabe'ye doğru namaz kılmak ağır gelir, kalbinde imanı olan kimseler için ise kıblenin Kudüs'ten Kabe'ye çevrilmesi Allah'ın bir ikramıdır. Kıblenin Kabe'ye çevrilmesine sahabe-i kiram çok sevinmiştir.

Sahabe-i kiram, Peygamberimize, «Bugüne kadar Kudüs'e doğru namaz kılıp da aramızdan ayrılmış olan kardeşlerimizin namazları ne olacak, diye sorduğunda Allahü teâlâ şu âyeti indirmiştir:

«Allah îmanınızı zayi edecek değildir. Çünkü Allah insanları çok esirgeyendir. Onlara rahmet ve inayet edendir.»

Allahü teâlâ, sizin imanınızı ve Kudüs'e doğru kıldığınız namazları asla zayi etmez. Yüce Allah kullarının bütün ibadetlerini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan ve esirgeyendir. Hiç kimsenin zerre kadar amelini zayi etmez.

Bazı tefsircilere göre, bu âyetin iniş sebebi şöyledir-. Yahudiler Müslümanlara dediler ki, sizden âhirete gidenlerin bugüne kadar yaptıkları ibadetler ve kıldıkları namazlar batıl oldu. Çünkü onlar Kudüs'e doğru namaz kılmışlardı. Onların bu sözüne karşı Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti indirerek buyurdu ki: -Yüce Allah, kıbleyi çevirmekle sizin namazlarınızı asla zayi etmez, zira Allah esirgeyen ve bağışlayandır.»

«Biz, yüzünü çok kere göğe doğru evirip çevirdiğini muhakkak görüyoruz. (Namazda) yüzünü artık Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede bulunursanız (namazda) yüzlerinizi o yana döndürün. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir gerçek olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapacaklarından gafil değildir.»

Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir-. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm)'dan Allahü teâlâ kıblemi Yahudilerin kıblesinden başka bir yere çevirsin, yani Kâbe-i Muazzama'ya döndürsün diye istekte bulundu. Zira Hazret-i İbrahim'in ve diğer peygamberlerin kıblesi Kabe idi. Arapları islâm'a davet etmek için orası bir sebepti. Peygamberimizin bu arzusuna karşılık Cebrail (aleyhisselâm) dedi ki: »Ya Resûlâllah, ben senin gibi bir kulum, hiçbir şeye mâlik değilim. Rabbinden sen dile, Yüce Mevlâ dileğim işitir.»

Peygamberimiz yüzünü göğe çevirerek dileğini arz etti. Allahü teâlâ bütün gayblan ve kullarının dileklerini bilir. Ondan hiçbir şey gizli kalmaz. O anda bu âyet-i celileyi indirdi ve buyurdu ki: Yâ Muhammed, gözlerini göğe çevirip baktığını biz görürüz, namazda senin yönünü arzu ettiğin Kâbe-i Muazzama'ya çeviririm. Namazda yönünüzü Mescid-i Haram'a çevirin, Ey Müslümanlar yeryüzünün neresinde namaz kılarsanız kılın, yönünüzü namazda iken Kabe'ye doğru çevirin. Kendilerine kitap verilenlerin hepsi, Kabe'nin Hazret-i İbrahim'in kıblesi olduğunu bilir. Allahü Teâ,lâ sizin amellerinizden ve Kabe'ye doğru dönüp dönmediğinizden gafil değildir.

Yahudiler ve Hıristiyanlar Peygamberimize gelip dediler ki: Yâ Muhammed, bize bir alâmet getir ki, onunla sözünün doğru olduğunu kabul edelim, senin gerçek peygamber olduğunu bilelim.

145

«Yemin olsun ki, (Habibim) sen, kendilerine kitap verilenlere her âyeti (mucizeyi) getirmiş olsan da, onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine tâbi olucu değilsin. Onların kimi kiminin kıblesine de uyucu değildir. Yemin olsun sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan o takdirde şüphesiz sen de zalimlerden olmuş olursun.»

Allahü teâlâ Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buyuruyor ki: «Yâ Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlara bütün alâmetleri getirip göstersen bile onlar yine senin dinine dönüp, kıblene doğru namaz kılmazlar. Sen de onların kıblesine doğru namaz kılıcı değilsin. Onların ikisi de ehl-i kitaptan oldukları halde biri diğerinin kıblesine doğru namaz kılmazlar. Sen, onların senin kıblene döneceklerine ve sana tâbi olacaklarına inanma. Çünkü onlar senin dinine dönmez ve senin kıblene doğru namaz kılmazlar. Eğer gen onların nevalarına uyarsan, tekrar kıblelerine doğru (Kudüs'e doğru) namaz kılarsan kendine zulmedenlerden olursun.

Bu hitap Peygamberimizin şahsında ümmetine yöneliktir. Yoksa elbette Peygamber onların dinine ve kıblesine dönmez. Ümmetinin de dönmemesi için bu bir tenbih ve bir ikazdır.

146

«Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Peygamberi) öz oğulları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinden bir güruh, kendileri bilip durdukları halde mutlaka hakkı gizlerler»

Ehl-i kitabın mü’minleri kitaplarından Hazret-i Peygamber'in özelliklerini öğrenmişlerdi. Dolayısıyla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak peygamber olduğunda hiç şüpheleri yoktu. Hattâ Hazret-i Muhammed'i kendi çocukları gibi bilirlerdi.

Abdullah İbni Selâm şöyle demiştir: «Vallahi ben Allah'ın Resulünü kendi oğlum gibi biliyorum.»

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) «Abdullah İbni Selam'ın dediği gibi biz de Hazret-i Peygamber'i aynı şekilde biliyor ve tanıyoruz. Yine onun hak peygamber olduğunda asla şüphemiz yoktur. Kendi çocuklarımızda şüphemiz olur ama onun hak peygamber olduğunda asla şüphe etmeyiz- demiştir.

Allahü teâlâ şöyle haber veriyor: Yahudilerden bir kısmı, Hazret-i Peygamber'in sıfatlarını kitaplarında gördükleri halde onu gizlerler, hakikati inkâr ederler, peygamber olduğunu söylemezlerdi. Çünkü gerçeği söylemek onların işine gelmezdi. -

İmam-ı Mukatil demiştir ki: «Yahudiler Hazret-i Peygamber'e 'taştan yapılmış bir evi niçin tavaf ediyorsun?' diye sordular. Hazret-i Muhammed de onlara, burayı tavaf etmenin hak olduğu ve Allah'ın kıblesi bulunduğu Tevrat'ta yazılıdır» buyurdu. Yahudiler bu gerçeği inkâr ettiler. Yüce Allah da yukarıdaki âyeti inzal buyurdu: -Tevrat ehli oranın hak kıble olduğunu kendi öz çocuklarını bildikleri gibi bilirler. Fakat bunlardan bir kısmı var ki, onlar bunu gizlerler, hak olduğunu bildikleri halde gerçeği söylemezler.»

147

«Hak, Rabbindendir, o halde sakın şüphecilerden olma.»

Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'in kıblesinin hak olduğunu Peygamberimize bildirmiş ve -sen onların inkarcılarına aldırma ki, İbrahim'in kıblesi üzere olduğunda şüphe etmesinler» buyurmuştur.

148

«Her birinin bir kıblesi vardır. O yüzünü o kıbleye döndürür, öyle ise siz de hayır işlere koşun, birbirinizle yarış edin. Siz her nerede olursanız olunuz, Allahü teâlâ hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah her şeye hakkıyla kadirdir.»

Dini olan her topluluğun bir de kıblesi vardır. İnananlar orada Allah'a yönelirler. Allahü teâlâ Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine nerede olurlarsa olsunlar, salih ve hayırlı ameller işlemelerini emrediyor. Bütün ümmetlere bu hususta önder olmalarını tenbihliyor. Salih ameller hususunda diğer ümmetlerden önde olmalarını istiyor. Kıyamet günü bütün insanları bir araya toplayarak hepsinin amellerine göre mükâfat ve mücazat vereceğini bildiriyor. Bunun için de Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetinin diğer ümmetlerden daha fazla salih amel işlemelerini buyuruyor.

149

«Hangi yerde (sefera) çıkarsanız (namazda) yüzünüzü Mescid-î Haram tarafına döndürün. Bu Rabbinden (gelen) mutlak bir haktır. Allah yapacaklarınızdan gafil değildir.»

Ey Müslümanlar nerede namaz kılarsanız kılın, yönünüzü Mescid-i Haram'a doğru çevirin. Namazda yüzünüzü Mescid-i Haram'a doğru çevirmek Allah'ın emridir. Yüce Allah sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir. Amellerinizin hepsinden haberdardır. Allah, yaptığınız işlere göre mükâfat veya mücazat verecektir.

150

«Hangi yerden çıkarsan (namazda) yüzünü Mesûd-i Haram'a doğru çevir- (Ey mü’minler) nerede olursanız olun, yüzlerinizi o yana döndürün. Ta ki aleyhinizde, insanların, içlerindeki zalim olanlarından başkasının bir hücceti kalmasın. Artık onlardan korkmayın. Benden korkun. Ta ki size karşı olan nimetimi tamamlayayım Siz de hidayete kavuşmayı ümit edebilirsiniz.»

Nerede namaz kılarsanız kılınız, yüzünüzü Kabe'ye doğru çeviriniz ki, Yahudilerin sizin üzerinizde bir delilleri olmasın. Onlar daha önce kıblenin Kabe'ye doğru olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Yahudiler, Muhammed kıblesini bilmiyordu, ona kıblesini biz öğrettik şeklinde konuşmalar yapmışlar ve şöyle devam etmişlerdi: «Muhammed hem bizim dinimizi kabul etmiyor, hem de kıblemize doğru namaz kılıyor.» Bu sözlerle cahilleri kandırmaya, Müslümanlara da bunu bir delil olarak göstermeye çalışıyorlardı. Kıble Kabe'ye doğru çevrilince onların bu delilleri ve zalimlerin iddiaları batıl oldu. Müşrik Yahudiler, biz bu dini Muhammed'den daha iyi biliyoruz demişler ve delil olarak da kıble meselesini ileri sürmüşlerdi.

Allahü teâlâ, «Yâ Muhammed, kıblenizi değiştirdiğimiz için, müşriklerin birbirlerine yardım ederek delil getirmeleri seni kor' kutmasın. Ancak benden kork. Sakın kıbleni (Kabe'yi) terk etme. Kıbleyi değiştirmemizin sebebi, İslâm nimetini üzerinize hâkim kılmaktır. İnsanlar hidayete ersin ve emirlerime tâbi olsunlar diye seni resul olarak gönderdim. İlâhi emirlere muhalefet edenler asla hidayet bulmazlar.

151

«Nitekim sizden, içinizden bir peygamber gönderdik ki, o aize ayetlerimizi okuyor. Sizi tertemiz yapıyor. Size kitabı ve hidayeti öğretiyor. Bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor.»

Allahü teâlâ şöyle buyurmaktadır: Ben size içinizden bir peygamber gönderdim. Şayet size meleklerden bir peygamber gönderseydim kendisine bakmaya gücünüz yetmez ve ona tahammül edemezdiniz. Benim kelâmımı size okuması, sizi Allah'a şirk koşmaktan ve küfürden temizlemesi için kendi cinsinizden bir peygamber gönderdim. Böylece Allah'a karşı nasıl ibadet yapılacağını ve malınızın zekâtını vermeyi size bildirsin. Helâl ve haramı öğreterek benim hükümlerimi bildirsin diye içinizden bir peygamber gönderdim.

152

«Öyle ise siz beni (ibadetle) anın. Ben de sizi anayım. Bir de bana şükredin. Bana nankörlük etmeyin.»

Yüce Allah buyuruyor ki: «Ben size peygamber göndererek nimetlerimi ve ihsanımı verdim. Bunların kıymetini bilin. Bana ibadet ve itaat etmekle, beni zikredin. Buna karşılık ben de size mağfiret edeyim. Yüce Allah'ı itaatle ananı Yüce Allah hayırla anar. Kendisine isyan edenleri Yüce Allah gadabma uğratarak cehennem azabıyla cezalandırır. Bolluk ve sıhhatteyken Allah'ı zikredenleri, Yüce Mevlâ sıkıntıya ve darlığa düştükleri zaman onları sıkıntılarından kurtarmak suretiyle anar. Yani onları içinde bulundukları sıkıntılardan ve darlıklardan kurtarır. Onların yardımına yetişir. Siz, bir musibet anında beni zikredin ki, ben de sizi o musibetten kurtarayım. Siz beni halvetlerde yani gizli yerlerde anın ki, ben de sizi cemaat içinde anayım. Siz beni cemaat içinde anın ki ben de sizi meleklerin içinde anayım.

Amr İbn As (radıyallahü anh) demiştir ki: «Allahü teâlâ'yı anmak için bir araya gelen insanları Yüce Allah daha üstün ve daha aziz bir topluluk içinde zikreder, anar. Allah, onların yaptıklarından çok fazlasıyla ikramda bulunur. Onlar Allah'ı bir kere zikretmelerine karşılık, yüz kere zikretmişler gibi karşılığını alırlar. Şayet bir kavim, bir araya gelir de Allah'ı zikretmeden dağılırsa kıyamet günü büyük bir hüsrana uğrar.»

Bu âyet-i celileden anlaşılan mâna şudur: Allahü teâlâ buyuruyor ki, nimetlerime şükretmekle beni zikredin. Ben de üzerinizdeki nimetlerimi artırmakla siz) zikredeyim. Nimetlerime şükrederseniz üzerinizdeki nimetlerimi artırırım. Siz bana dua etmekle beni zikredin, ben de sizin dualarınızı kabul etmekle sizi zikredeyim. Siz halisane ibadet yapmakla beni zikredin, ben de sizi âhirette korktuklarınızdan emin ve arzu ettiklerinize kavuşturmakla zikredeyim. Benim nimetlerime daima şükredin. Size benim kelâmımı okuyarak bilmediklerinizi öğretmesi için peygamber gönderdim. Bunlan inkâr ederek ebedî azaba uğramaym.

Hakikat ehli demiştir ki, gerçek nimet ilimdir. Diğer nimetler rahatlığa kavuşmak içindir. Acıkan bir insan açlığım gidermek için yemek yer, açlık aslında onun için bir zahmettir. Yemek yediği anda rahat eder. Fakat bir müddet sonra o rahatlık tekrar zahmete dönüşür. Bu defa ondan kurtulmak için yine çare arar. Ondan kurtulmadıkça rahata eremez. Su içmek de böyledir. Susuzluk bir ızdıraptır. Susayan adam su içince bu ızdırabmı dindirir. Bir müddet sonra bu rahatlık tekrar ızdıraba dönüşür, insan ondan kurtulmadıkça rahat edemez. Diğer zahiri nimetlerin hepsi bunlar gibidir. Fakat ilim böyle değildir, İlim ne kadar çoğalırsa o kadar fayda verir. İlim arttıkça rahmet olur, sıkıntılar gider, huzur artar, insanda devamlı kalır. Diğer nimetler zeval bulur, yok olur. İlim zeval bulmaz, yok olmaz. Allahü teâlâ ilmi nimet olarak zikretti ve ona şükredilmesini emir buyurdu.

153

«Ey îman edenler, sabırla ve namazla (Allah'tan) yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah (m yardımı) sabredenlerle beraberdir.»

Ey iman edenler, Allahü teâlâ'nın emirlerine kulak verin, emrettiklerini olduğu gibi yerine getirin. Musibetlere sabretmekle ve Yüce Allah'ın emir ve farzlarını yerine getirmekle Allah'tan yardım isteyin. Zira Yüce Allah sabredenlerle beraberdir. Sabredenler mutlaka Allah'ın yardımını bulacaktır.

Yüce Allah bu âyette gizli ve açık itaati sabır ve namazla emretti. Zira namaz öyle bir ibadettir ki, içinde nice itaatler cem edilmiştir. Tekbir namazda, rükû namazda, Allah'a yönelmek namazda, secde namazda, kıraat namazda, sükûn namazda, tevazu namazdadır. Buna benzer daha nice hikmetler vardır namazda. Bir kişinin namazı Allah'ın indinde kabul olursa diğer amelleri de namazın hürmetine kabul edilir. Bedende gizli olan itaatlerden sabırdan daha üstünü yoktur. Bedenî ibadetlerin en üstünü sabırdır. Bunun için Allah sabırla ve namazla Allah'tan yardım isteyin buyurmuştur. Zira bunların her biri Allah katında en büyük itaat ve ibadettir.

154

«Allah yolunda öldürülmüş olanlar için ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz (onların diri olduğunu) iyice anlamazsınız.»

Bedir muharebesinde on dört sahabe şehit olunca insanlar şunlar, şunlar öldü, dediler. Allahü teâlâ da bu âyeti indirip buyurdu ki: Allah yolunda öldürülmüş olanlara ölüler demeyin. Belki onlar hükümde kıyamete kadar ecir ve sevap kazanan canlılar gibidir. Onlar cennette ebedî kalacaklar ve nimetlerinden istediklerini yiyeçeklerdir. Fakat sizin onların durumundan haberiniz yoktur. Bunun için onlara ölüler demeyiniz. Allah yolunda öldürülenler derecelerin en büyüğü olan şehitlik mertebesine ulaşacaklardır. Yüce Allah onların geçmiş bütün günahlarını bağışlayacak ve cennet nimetiyle mükâfatlandıracaktır.

155

«Yemin olsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden biraz eksiltme île imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele.»

Allahü teâlâ buyuruyor ki, biz sizi düşman korkusuyla ve daha başka şeylerle imtihan ederiz. Nitekim Hendek Muharebesi'nde mü’minler çok daralmışlardı. Bu bir kıtlıktı geçti. Yüce Allah mallarınızı eksiltmekle, sizi çeşitli hastalıklara müptelâ kılmakla ve bazılarınızı öldürüp bazılarınızı diri bırakmakla sizi imtihan etmektedir. Yine meyvelerinizi ve hububatınızı azaltmakla, sizi çeşitli sıkıntılara düşürmekle dener. Allah'tan gelen her şey kulu için bir imtihandır.

Bazı bilginler demişlerdir ki, meyveden maksat çocuklardır. Zira onlar gönül meyveleridir. Onlarsız dünyanın tadı yoktur.

156

«Onlar ki kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, biz Allah içiniz ve biz nihayet ona döneceğiz, derler.»

Allahü teâlâ, bu musibetleri zikrettikten sonra peygamberine şöyle buyurdu: 'Yâ Muhammed, bu musibetlerden kendilerine isabet edip de sabredenleri müjdele, isyan etmeyerek, biz yüce Allah'ın kullarıyız, bizi yoktan var eden de o, yok eden de odur. Hükmüne razıyız. Nasıl hükmederse ona razı olur ve itaat ederiz, diyenleri müjdele ki, onlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır.

157

«İşte onlar için Rableri tarafından mağfiretler ve rahmet vardır. Hidayete erenler de onlardır.»

Bu özellikleri taşıyanlar için Rablerinden mağfiret ve rahmet vardır.

Allahü teâlâ’nın salâvat hakkında üç müjdesi vardır:

1. Salâvat getiren kimseyi Allahü teâlâ her türlü isyandan korur, O kimse Allah'a isyan edemez.

2. Salâvat getiren kimseyi Allah kendisine itaatte daim eder, artık onu hiçbir şey Allah'a itaatten alıkoyamaz.

3. Allah, salâvat getirenlerin günahlarını bağışlar.

Salâvat getirenlere Allah bunları lütfediyor. Yüce Allah kelâmında «salâvâtün» lâfzını çoğul olarak zikretmiştir. Allah, bir kere salâvat getiren adama üç sevap vereceğini müjdeliyor. Kur'ân-ı Kerîm'de salâvat kelimesinin çoğul olarak zikredilmesindeki hikmeti bir kere düşün. Müslümanlar için bunda ne büyük hikmetler ve faydalar vardır. Salâvâtın faydalarını ve hikmetlerini ancak Allah bilir. Müslümanlara düşen görev çok salâvat getirip ziyafetten istifade etmektir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: «Bir kimse daha önce başından geçen bir musibeti ansa ve Allah'a dönse (yani İstircâ etse) o anda musibete uğramış gibi Allah tarafından mükâfatlandırılır.» Yine Peygamberimiz buyurmuştur ki: «Kendisine musibet isabet eden kimse bana gelen musibeti hatırlasın. Zira mü’minler onu biliyor, onunla sabretsin. Çünkü o musibetlerin en büyüğüdür.»

158

«Şüphe yok ki, Safa ile Merve Allah'ın şeâirindendir. İşte kim o Beyt'i hac veya umre ile ziyaret ederse bunları güzelce tavaf etmesinde üzerine bir beis yoktur. Kim gönlünden koparak bir hayır işlerse (mükâfatını görür). Çünkü Allah taatlerin ecrini veren ve hakkıyla bilendir.»

Safa ile Merve arasında sa'y etmek haccın erkânmdandır. Hac ve umre yapmak isteyen mü’minler Safa ile Merve arasında sa'y etmek zorundadırlar. Çünkü buraları sa'y etmek haccın menâsikindendir.

Cahiliye devrinde müşriklerin, biri Safa'da, diğeri de Merve'de olmak üzere Âsaf ve Nabile isimlerinde iki tane putları vardı, Mekkeli müşrikler Safa ile Merve arasında sa'y ederler, elleriyle putlarına dokunurlar, onları öperlerdi. Bu, onların hem âdetleri, hem de ibadetleriydi.

Peygamberimiz kaza umresini yapmak için Mekke'ye gelip Safa ile Merve arasında sa'y edince yanında bulunan Medineli Müslümanlar bundan çekinerek «Burayı müşrikler sa'y ediyorlar, bu müşriklerin âdetidir» demişlerdi. Bunun için Allahü teâlâ yukarıda geçen âyeti indirerek, «Safa ile Merve arasını tavaf (yani say) etmekte sizin için bir günah ve bir vebal yoktur, buyurmuştur. Kim farz ve vacip olandan fazla tavafta bulunursa Allah buna şahittir. Kullarının ihlâsla yapmış olduğu az ibadeti bile çok kabul edip ona göre çok sevap verir. Yüce Allah kullarının niyetlerini bilir ve ona göre mükâfatını verir. Allah rızası için yapılan hiç bir şey karşılıksız kalmaz. Allah, onun mükâfatını fazlasıyla verir.

159

«Hakikat, indirdiğimiz o açık âyetlerimizi ve doğruyu, -biz kitapta insanlara onu pek aşikâr bir surette bildirdikten sonra - gizleyenler (yok mu?) İşte, onlara hem Allah lanet eder ve hem de bütün lanet edebilenler onlara lanet okur.»

Bu âyet-i celile Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudilerin ileri gelenlerinden Kâ'b İbni Eşref ve arkadaşları, Tevrat'ta Allahü teâlâ'nın beyan etmiş olduğu haram, helâl, recim âyetlerini; Peygamberin özelliklerini bildikleri halde inkâr edip gizlemişlerdir. Bu açık âyetleri gizleyenlere hem Yüce Allah hem de lanet edebilenler lanet ediyorlar. Şurası bir gerçektir ki, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler er geç Allah'ın gazabına uğrayacaklardır.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: -îmanı olmayan bir kimse ölüp kabre konduğu zaman melekler gelip, dinin nedir, yani hangi dine mensupsun, diye sorarlar. O da cevap olarak dinini bilmediğini söyler. Melekler ona sen dünyada iken de dinini bilmiyordun diyerek azap etmeye başlarlar. Onun sesini insanlarla cinlerden başka bütün varlıklar işitir. Ve ona lanet ederler .Çünkü onun sesi diğer varlıkları da rahatsız eder.»

İbn Mes'ud (radıyallahü anh) demiştir ki: «İki kişi birbirine lanet ettiği takdirde onlardan hangisi lanete lâyıksa lanet ona döner. İkisi de buna lâyık değilse o lanet göğe çıkar ve orada duracak yer bulamaz, tekrar gelir, sahibi lâyıksa ona, değilse Allah onu kâfirlerin üzerine çevirir.»

Bu âyetin mânası şuna işaret eder: Günahından ve küfründen tevbe edenler Allah'ın lanetinden ve gadabmdan kurtulurlar. Bu durumda Müslümanın Allah'ın gadabından kurtulup rahmetine ulaşabilmesi için günahlarından her zaman tevbe etmesi lazımdır. Çünkü tevbe günahları yıkar.

160

«Ancak tevbe edenler, (hareketlerini) düzeltenler ve iyice açıklayanlar başka. Ben artık onların günahlarını bağışlarım. Ben en çok tevbeyi kabul edenim, en çok esirgeyenim.»

Hiçbir kâfir Allah'ın azabına ve gadabma uğramaktan kurtulamaz. Ancak tevbe edip günahlarından kurtulanlar Allah'ın azabına uğramayacaktır. Her toklum, hak yoldan çıkarıp küfre soktuklarını tekrar hak yoluna davet edip ıslâh etmedikçe ve Hazret-i Peygamber'i kabul edip yolundan gitmedikçe günahları affedilip bağışlanmaz. Şayet bu şekilde hareket ederlerse Allah tarafından bağışlanırlar. Zira Allahü teâlâ tevbeleri en çok kabul edip bağışlayandır.

161

«Hakikat, küfredip de kendileri kâfirler olarak ölenler (yok mu?) onlar: Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üstünedir.»

Bu âyet-i celilede Yüce Allah, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin iman etmeyenlerin üzerine olduğunu bildirmektedir, öyle ki, kâfirler bile birbirlerine lanet edeceklerdir. Kâfirler inkârlarında» dolayı ebedî azaba uğrayacaklar ve asla kurtulamayacaklardır.

162

«Onun içinde ebedî kalıcıdırlar. Onlardan azap da hafifletilmez. Kendilerinin yüzüne de bakılmaz.»

Allah'a îman etmeyenler, ebedî olarak cehennemde kalacaklar ve azapları hiçbir zaman hafifletilmeyecektir. Çünkü çektikleri azap, küfür ve inkârlarının karşılığıdır.

163

«Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. O hem rahmandır, hem rahimdir.»

Bu âyetin iniş sebebi şöyledir: Mekkeli müşrikler elleriyle yaptıkları üç yüz altmış puta ilâh diye tapıyorlardı. Allah bu âyeti indirerek onların tapmakta olduğu putların batıl olduğunu ve hiçbir zaman ilâh olamayacaklarını beyan edip buyurdu ki: «Putlara ilâh diye tapanlar bilesiniz ki, tapmakta olduklarınızın hepsi batıldır. Onların hiç biri ilâh değildir. Sizin ilâhınız birdir. Onun şeriki ve ortağı yoktur.

Bazı bilginler bu âyetin Mecusîler (ateşe tapanlar) hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ateşe tapanların bir koluna «Maniye» denir ki, reislerine izafetle bu ismi almışlardır. Reisleri onlara demiştir ki: Yaratılan şeylerin hepsi çifttir. Bunlar da birbirlerine zıttırlar. Gecenin gündüze, iyinin kötüye, hayrın şerre zıt oluşu gibi, iyiyi, hayrı, nuru yaratan; kötülüğü, karanlığı, şerri yaratmaz.. Zira nur ile karanlık, iyi ile kötü, bir yerde toplanmaz. Bundan da anlaşılıyor ki, yaratıcı ikidir. Biri hayrı, nuru, iyiyi yaratır, diğeri de kötülüğü, karanlığı ve şerri yaratır.

Yüce Allah onun bu sözünü reddetmek için bu âyeti indirip buyurdu ki: Sizin ilâhınız birdir. Bütün mevcudatın halikı ve mâliki O'dur. O'ndan başka ilâh yoktur.

«Lâilâhe illallah» sözü iki kelimedir. Bunlardan biri Allah'tan başka ilâh olmadığına, ilâh diye tapılanların hiçbirinin ulûhiyete lâyık bulunmadığına delâlet eder. Diğeri de ulûhiyeti Allahü teâlâ'ya isnat eder ki, ulûhiyete ve rubûbiyete lâyık ancak Yüce Allah olduğuna işaret eder. Allahü teâlâ bu âyet-i celilede kendi vahdâniyyetini ve rubûbiyetini bildirmektedir. Müşrikler bunu inkâr etmişler, Allah'ın bir olduğuna dair Peygamberimizden delil istemişlerdir.

164

«Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıtan o gemilerde, Allah'ın yukarıdan indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında boyun eğmiş olan rüzgârları ve bunları evirip çevirmesinde akıl ve düşünce sahibi olan bir kavim için nice âyetler vardır,»

Yerin ve göklerin varlığı ve yaratılması Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir. Göğü direksiz yaratıp kandillerle süsleyen, yeryüzünü dağlarla sağlamlaştıran, meralar ve bağlarla döşeyen, içinden ırmaklar akıtıp denizler meydana getiren O'dur. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, birinin kısalıp diğerinin uzaması, gemilerin ieniz üzerinde ileri geri giderek insanlara menfaat sağlayacak yerlerde seyretmesi, gökten su inerek ölü arazinin yeniden yeşermesi, o su vasıtasıyla bütün yiyeceklerin oluşması, yeryüzünde hareket eden varlıkların yerin her tarafına dağılması, onların hepsinin rızıklandırılması, güneşin doğudan doğup batıdan batması, tekrar doğudan doğması, yer ile gök arasında rüzgârın Allah'ın emrine boyun eğerek hareket etmesi, Allah'ın vahdaniyetine ve birliğine delâlet etmektedir. Aklı olanlara ve düşünebilenlere bunlar delil olarak yetmez mi? Şayet bunları yaratan mabut iki tanp olmuş olsaydı, mevcut nizam yıkılır, ahenk bozulurdu. Yaratıldığı andan bugüne kadar bozulmadan gelen nizamın sahibi tektir. Aklı olanın bunda şüphesi olmaz.

165

«insanların içinde Allah'tan gayrisini emsal edinen adamlar da vardır ki, onlara Allah'a olan sevgi ile muhabbet beslerler. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise sağlamdır. Allah'a ortak koşarak nefislerine zulmedenler, vaktinde görecekleri azabı bilselerdi, muhakkak bütün kuvvet ve kudretin Allah'ın olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli bulunduğunu anlarlardı.»

İnsanlardan öyleleri vardır ki, taptıkları putları Allah'a eş tutup onu severler. Onu ilâh kabul ederler, Mü’minler ise Allahü teâlâ'yı seksiz şüphesiz ilâh kabul edip her şeyden çok severler. Puta tapanlar, içinde bulundukları sıkıntılardan dolayı putlarından yardım isteseler asla onlara yardım edilmez. Çünkü onlar kendi elleriyle diktikleri şeylerdir. Hatta böyle durumlarda onlara tapmaktan vazgeçerler. Allah'a iman eden mü’minler ise, hangi durumda olurlarsa olsunlar Yüce Allah'a ibadet etmekten geri kalmazlar. Gerek huzur ve rahat içindeyken, gerekse bir musibete duçar oldukları zaman müracaat kaynaklan Yüce Allah'tır. Çünkü her şeyin sahibi, yaratanı, var edeni, yok edeni O'dur. Mü’minler her zaman O'na dua ve ibadet edip yalvarırlar. Bilirler ki musibetleri ancak Yüce Allah giderir. Allah'tan başkasının buna gücü yetmez. Hiçbir güce sahip olmayandan yardım talep etmek ahmaklıktır.

Soru: Bu âyette mü’minlerin Allah'ı, kâfirlerin de putlarını sevdikleri zikredilmiştir. Halbuki mü’minler Yüce Allah'ı kâfirlerin putlarını sevdiklerinden daha çok severler. Bu âyette neden ikisi birden zikredilmiştir?

Cevap: Mü’minlerin Allah'ı sevmeleri derece derecedir. Bazılarının Yüce Allah'ı sevmesi, O'nun bir olduğunu kalben tasdik ve dil ile ikrardan ibarettir. Onu her şeyden tenzih ederler. Onların muhabbeti Allah'ın birliğini kabul ve ikrardır.

Bazı mü’minler ise bununla yetinmeyip canlarını, mallarını ve bütün varlıklarını Allah yolunda feda ettiler. Bütün azalarıyla O'na ibadet edip günahlardan kaçındılar. Allah yolunda düşmanla savaşıp canlarını feda ettiler. Mallarından Allah'ın farz kıldığı zekât ve öşür gibi ibadetleri yerine getirdiler. Allah'ın rızasını kazanmak için mallarını fazlasıyla harcadılar. Bunların Allah'a olan sevgisi, sadece Allah'ın bir olduğunu kabul eden mü’minlerin sevgisi gibi değildir. Zira sadece Allah'ın varlığını ve birliğini kabui edenler, diğer emirlerini yerine getirip günahlardan kaçınmamışlardır. Sadece Yüce Allah'ın birliğini ve vahdaniyetini kabul etmekle yetinmişlerdir. Bütün varlıklarıyla Allahü teâlâ'ya muhabbet besleyen mü’minlerin sevgisi diğerlerinden çok daha farklıdır. Çünkü o mü’minler Allah'ın emirlerine tam teslim olmuş, yasaklarından kaçınmış, Allah'ın sevgisini her şeyin üstünde tutmuş ve O'nun rızasını kazanmak için var güçleriyle çalışmışlardır.

Allahü teâlâ bu âyetin başında mü’minlerle kâfirleri zikrederek, mü’minlerin Allah'a olan sevgisi, kâfirlerin putlarına olan sevgisi kadardır ki, onlar putlarını bırakıp başkasına tapmazlar buyurmuştur. Âyet-i celilenin sonunda ise kalbleri Allah aşkıyla ve Allah sevgisiyle dolu ve bütün varlıklarıyla Allah'a muhabbet besleyen mü’minleri zikrediyor ki, gerçek mü’minler onlardır. Onların Allah'a olan sevgisi kâfirin putuna olan sevgisi gibi değildir. Allah'ın emirlerine boyun eğmeden, yasaklarından kaçınmadan izhar edilen kuru bir Allah sevgisi, kâfirlerin putlarına gösterdiği sevgi gibidir. Mü’min bütün zerreleriyle Allah'ı anacak, O'nun emri doğrultusunda hareket edecektir, İbn Mübarek ne güzel söylemiştir-.

Allah'a âsi olduğun halde O'nu sevdiğini söylüyorsun. O'nu sevip sevmediğin hareketlerinde açıkça kendini göstermektedir. Eğer sen O'nu sevmiş olsaydın elbette itaat ederdin. Âdet odur ki, seven daima sevdiğine itaat eder.'

Allahü teâlâ'yı sevenler O'nun hükümlerini yerine getirir ve emirlerine itaat ederler. Yüce Allah putlarını sevenler hakkında buyurdu ki: «Kıyamet günü putları onlara asla bir fayda sağlamayacaktır. Puta tapanlar o zaman şöyle diyeceklerdir: «Kuvvet ve kudret Allahü teâlâ'nındır. Putlar âciz mahlûklardır.» Onlar Allah'ın azabının çok elîm olduğunu ve puta tapanların O'nun rahmetinden uzak olduğunu bileceklerdir.

166

«O zaman arkalarından uyulup gidilenler kendilerine uyanlardan hızla uzaklaşmışlardır. Hepsi o azabı görmüşlerdir. Aralarındaki ipler (münasebetler) de parçalanıp kopmuştur.»

İnkarcıların başkanları kıyamet günü Allah'ın azabını gördükleri zaman dünyada kandırdıkları insanlardan uzaklaşacaklar, aralarındaki ahidleri bozacaklar, dostlukları ve münasebetleri bozulacaktır.

167

«Ve tâbi olanlar şöyle demiştin 'Bizim için (dünyaya) bir -dönüş olsaydı da bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık.' Böylece Allah onlara bütün yaptıklarını hasretler halinde kendilerine gösterecektir. Onlar cehennemden çıkıcılar da değillerdir.»

Reisleri onlara, -biz sizden huzursuz olduk, sizi hidâyetten sapıklığa ve dalâlete çevirdik. Siz de bize aldanarak hakkı bırakıp batıla daldınız» diyecektir. Onlar da reislerine, şayet biz tekrar dünyaya bir daha dönseydik, biz sizden huzursuz olurduk ve sizin bizden huzursuz olup kaçtığınız gibi biz de sizden kaçardık. Bir daha asla size tâbi olmazdık, derler.

Yüce Allah onları birbirlerinden şikâyetçi yapacak ve huzursuz edecektir. Dünyadaki dostlukları orada düşmanlığa dönüşecektir. Aralarındaki samimiyet bitecek, putlara taptıkları için utanç duyacaklar ve pişman olacaklardır. Allah katında putlarının hiçbir değeri olmadığını göreceklerdir. İşledikleri amellerin ve taptıkları putların hepsi kendileri için azap, üzüntü, sapıklık, korku ve işkence olacaktır. Reisleri de, kendileri de, taptıkları putları da azaptan kurtulamayacaklardır.

168

«Ey insanlar, yerdeki şeylerden helâl ve temiz olmak şartıyla yeyin. Şeytanın adımlaryıa uymayın. Çünkü o size hakîkaten apaçık bir düşmandır.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şöyledir: Araplardan Beni Artır, Benî Müdlic, Huzâ'a kabileleri Allahü teâlâ'nın helâl kıldıklarını kendilerine haram kılmışlardı. Ekin, koyun, sığır eti ve deniz hayvanlarını yemek gibi. Ayrıca beş tane yavru yapan devenin de hiç bir şeyinden istifade etmezlerdi. Bu devenin kulağı ikiye ayrılır, eti yenmez, binilmez, boğazlanmaz, salıverilirdi. Bu deveye binmeyi de haram kabul ederlerdi. Yine bunların bir hastaları olduğu zaman veya önemli bir ihtiyaçları ortaya çıktığı vakit putlarına deve adarlar, ihtiyaçları yerine geldiği zaman o deveyi salıverirlerdi. Arük o deveye yük yüklenmez, binilmez, boğazlanmazdı. Eti yenmezdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurdu: Allah'ın size helâl kıldığı ekinlerden, hayvanlardan yeyin ve hak yola tâbi olun. Allah'ın helâl kıldığı şeyleri kendinize haram kılmakla şeytana tâbi olmayın. Onun davetine uymayın. Çünkü o sizin açık düşmanınızdır.

169

«O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi emreder.»

Şeytan sizi dünyada felakete ve cezaya, âhirette de azaba ve Allah'ın rahmetinden uzaklaşmaya teşvik eder. Şeytan size cehennem azabına sokan, rahmetinden uzaklaştıran hayasızlığı emreder. O, Allah'ın emri olan şeyleri haram olarak, Allah'ın haram saydığı şeyleri de helâl olarak kabul etmenizi emreder. Sizi bu şekilde Allah'a isyan ve kendine itaat ettirmek ister. Sizi Allah'ın yolundan alıkoymak için haram olan şeyleri helâl, helal olan şeyleri de bilmediğiniz halde haram olarak söylemenizi arzu eder.

170

«Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman, onlar; biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da bulamamış idiyseler»

Allah'ın helâl kıldıklarını kendilerine haram kılan müşriklere; gelin, Allah'ın kitabında indirdiği ile amel edin denildiğinde onlar, biz onunla amel edemeyiz, ancak atalarımızın yolundan gideriz. Onlar nasıl amel etmiş ise biz de öyle amel ederiz, derlerdi. Allahü teâlâ onların sözlerini reddederek buyurmuştur ki: -Onların ataları cehalet içinde yüzüp hakkın ne olduğunu bilmezken delilsiz, hüccetsiz, düşünmeden ona tâbi olurlar da Hakk'a tâbi olmazlar.»

Yüce Allah bu âyetinde Kur'ân Kerîın'den, Sünnetten, Ehl-i Sünnet mezhebinden delil olmadan başka bir şey ile amel edilmeyeceğine işaret etmektedir.

171

«O kâfirlerin hali, bağırıp çağırıştan başka bir şey duymayan, haykıran (bir çoban)ın haline benziyor. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onun için düşünmezler.»

Yüce Allah bu âyet-i celilede iman etmeyenleri hayvanlara benzeterek Peygamberimize şöyle buyurmaktadır: «Senin kâfirleri hak yola davet etmen, sığır ve koyunlarını kurdun eline düşürmemek için bir araya toplamaya çalışan çobanın hali gibidir ki, o hayvanlar çobanın bağırmasından, çağırmasından ve konuşmasından anlamazlar. O kâfirler de aynı hayvanlar gibi senin sözünü işitirler ama anlamamazlıktan gelirler. Çünkü onlar sağırdırlar. Hak yolu ve hidayeti göremezler. Akılları yoktur, dalâletten kurtulup hidayeti bulamazlar. Bâtılı bırakıp Hakk'a dönemezler.

Bu âyet-i celilede şuna işaret edilmiştir: Vaaz ve nasihat dinleyen kimselerin dinledikleri vaaz ve nasihat kendilerine tesir etmeyip kalblerinde bir iz bırakmıyorsa, onlar gayr-i müslimlerin sıfatlarıyla sıfatlanmış olup kendilerini diğer mahlûklara benzetmiş olurlar. Çünkü vaaz ve nasihat ancak iki zümreye tesir etmez. Biri îmanı olmadığı için, diğeri de hayvan olduğu için.

172

«Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin en temiz olanlarından yeyin, Allah'a şükredin. Eğer (hakikaten) O'na kulluk ediyorsanız.»

Bazıları Allahü teâlâ'nın helâl kıldığı şeyleri kendileri için haram kabul edip yemezlerdi. Böylece nefislerine zulmederek Allah'ın rızasını dilerlerdi. Yüce Allah onların bu hareketini yasakladı ve buyurdu ki: «Allahü teâlâ'nın size rızık olarak verdiği şeylerin temiz olanlarından yeyin ve karşılığında Allah'a şükredin. Eğer Allah'ın rızasını kazanmayı düşünüyorsanız, Yüce Allah'ın helâl kıldığını yeyin. Bilesiniz ki, Allah'ın rızası, helâli helâl bilip onu talep etmekte, haramı da haram bilip ondan sakınmaktadır.

Yüce Allah bu âyetle Hazret-i Peygamber'in ümmetinin diğer ümmetler karşısındaki üstünlüğünü ve faziletini beyan etmiştir. Zira Allahü teâlâ bu ümmete diğer peygamberlere hitap ettiği gibi hitap etmiştir. Yüce Allah diğer peygamberlere, «Ey Resullerim, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin- buyurmuştur. Âhir zaman Peygamberi'nin ümmetine de, «Ey iman edenler, rızık olarak size verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin» buyurmuştur. Böylece diğer peygamberlere verilen emir, aynı zamanda Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine de verilmiştir. Onlar emirde bir oldukları gibi hükümde de birdirler. Hükümde bir olmak bu ümmetin büyüklüğüne ve faziletine delâlet eder. Zira Müslümanların kendilerine haram kıldığını Allah helâl kıldı. Müminler gelip Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e »Ya Resûlallah, Allah bunları bize helâl kıldı, bu durumda haram olanlar hangileridir, diye sormuşlardır. Allah da şu âyetiyle haram olan şeyleri beyan etmiştir:

173

'O size, ölüyü, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesileni kat'iyyen haram kıldı. Fakat kim bunlardan yemek zorunda kalırsa, (kimseye saldırmamak ve haddi geçmemek üzere) onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcıdır, hakkıyla merhamet edicidir.'

Allahü teâlâ ölü hayvanların etinin, kanın, domuz etinin, Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanların etlerinin, Besmele çekilmeden kesilen hayvanların etlerinin yenilmesini haram kılmıştır. Domuzun eti haram olduğu gibi bütün eczası da haramdır bir Müslüman için. Müslüman onun hiçbir şeyinden istifade edemez. Kasten Besmele çekilmeden kesilen hayvanların etleriyle, Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanların etlerini yemek haramdır.

Allah yerine «Tanrı» zikredilerek kesilen hayvanların etlerinin yenmesi hususunda ulema ikiye ayrılmıştır. Bir kısım ulemaya göre bu hayvanların etini yemek haramdır. Bir kısmına göre ise bunların etlerini yemekte bir mahzur yoktur. Fakat dinde ihtiyat sahibi olanların zaruret olmadıkça yememeleri evlâ görülmüştür.

Yenilmesi dinen haram kılman şeylerden muztar kalınca yani mecbur olunca ölmeyecek kadar yemekte mahzur yoktur. Bu durumda ancak tehlike atlatılacak kadar yenilir, fazlası haramdır. Bu ruhsat herkese verilmemiştir. Meselâ yol kesenler, devlete karşı gelenler için söz konusu değildir. Bu ruhsat yalnız belli bir maksat için muztar kalanlara verilmiştir. Ancak bizim mezhep imamlarımıza göre bu ruhsat herkes için söz konusudur. Onlar ruhsat konusunda bir ayrım yapmamışlardır.

Bazı tefsir sahipleri demişlerdir ki, «Muztar olan ancak açlığını giderecek kadar yiyebilir. Daha fazla yerse haramdır.»

Muztar: Haram olanı mubah kılan durumdur. Yiyecek başka bir şey bulamadığı için açlıktan ölmek üzere olan bir adamın yukarıda ismi geçenlerden zaruret miktarı yemesi mubahtır.

Tefsirciler «muztar- hususunda ihtilâf etmişlerdir: İmam-ı Şafii'ye göre muztar, ölü hayvanın etini yemediği takdirde helak ola cağından korkan kişidir. İbn Mâlike göre, muztar farzları eda edemeyecek kadar açlıktan zayıf düşen kişidir.

Muztann yukarıda zikredilen şeyleri yemesinin helâl olup olmadığı hususunda ulema ikiye ayrılmıştır: Bir kısmı, yukarıda zikredilen ve yenilmesi haram olan şeyler hangi şartlar altında yenirse yensin, haramdır. Fakat yiyen muztar olduğu için günahkâr değildir. Zira Allahü teâlâ âyetinin sonunda «Allah, gafurdur, rahimdir» buyuruyor ki, muztarların yediklerini Allah bağışlar, onları esirger ve affeder, demişlerdir.

Üiğer görüş ise şudur: Muztar olan kimsenin yukarıda sayılanları yemesi helâldir. Onları terk edip yememeye ruhsat yoktur. Muztar kalanlar yukarıda sayılanları yemeden ölürlerse Allah indinde mes'uldürler, cezalarını çekeceklerdir. Çünkü Yüce Allah muztar kalanların onları yemesine izin vermiştir. Bu durumda kalanlar onları yemeden ölürlerse mes'uliyet altında kalmış olurlar.

Yüce Allah, bu hususta En'am süresinin 119. âyetinde şöyle buyurmuştur:

«O, size - kendisine kafi surette muztar ve muhtaç bulunduklarınız müstesna olmak üzere - neleri haram kıldığını ayrı ayrı bildirmişken, üzerlerine Allah'ın ismi anılmış olanlardan yememenizde ne oluyor ya?»

Allahü teâlâ kullarına haram olanları ayrı ayrı beyan etmiş ve bunlardan ihtiyaç miktarı kadar yenilmesini mubah kılmıştır. Yukarıda geçen şeyleri muztar olmayanların yemesi ise kesinlikle haramdır. Mecbur kalmadan bunları yiyenler günahkâr ve âsi olurlar.

174

«Allah’ın indirdiği kitaptan birşeyi gizleyip de onunla az bir pahayı satın alanlar (yok mu?) Onlar karınlarına ateşten başka (bir şey) yemiş olmazlar. Kıyamet günü Allah, onlarla konuşmaz, onları temize de çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.»

Bu âyet-i celile Yahudi âlimleri hakkında nazil olmuştur. Yahudi âlimleri Peygamberimizin kendi soylarından geleceğini ümit ediyorlardı. Peygamberimiz Hazret-i İsmail'in soyundan gelince, Yahudi bilginleri telâşa kapıldılar, korktular. Çünkü böylece prestijleri sarsılacak, sevgileri yok olacak, eskisi gibi menfaat sağlıyamıyacaklardı. Yahudi bilginleri kabilelerinin arasındaki prestijlerinin sarsılmaması için, Peygamberimizin Tevrat'ta belirtilen özelliklerini insanlardan gizlemişler veya başka şekillerde yorumlamışlardır.

Onlar insanların gerçeği öğrenip Hazret-i Peygamber'e îman etmesini istemiyorlardı. İçlerinden bunu bilenler de din adamlarına bir kısım menfaat temin ederek Peygamberimizin Tevrat'ta zikredilen sıfatlarını değiştirmişler ve insanlardan gizlemişlerdir. Allahü teâlâ ise onların yaptıklarını açığa vurarak şöyle buyurmuştur: «Yüce Allah'ın peygamberinin sıfatlarını Tevrat içinde gizleyenler veya onu değiştirenler az bir paha ile dünya menfaati için âhireti satanlar yok mu? Onlar karınlarına cehennem ateşinden başkasını doldurmamışlardır. Onların karınlarına doldurdukları ancak cehennem ateşidir. Çünkü onlar hakkı gizler ve haram yerler.'

Allahü teâlâ burada haramı ateş olarak zikretmiştir. Zira haram ateşe götürücüdür, haramın sonu ateştir. O da mutlaka vuku bulacaktır. Vuku bulacağından dolayı Allah haramı ateş olarak zikretmiştir. Allah onlara hayır kelâmıyla değil, azap ve ikap kelâmıyla hitabetmişti. Çünkü onları affedip, çirkin amellerinden temizleyecek de onun için. Onları o halleriyle çetin bir azaba mübtelâ eylemiştir.

Bu âyet-i celilede şuna işaret vardır: İlim sahipleri insanların ihtiyacı olan ilmi insanlardan gizledikleri veya halka öğretmek için ücret talep ettikleri, bununla dünya malı biriktirdikleri, servet peşinde koştukları takdirde bu âyette zikredilen kavimlerle haşrolunur, onlarla birlikte azap olunurlar.

Ebü Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmiştir; «Allah'ın kendilerine ilim verdiği âlimler, ilimlerini insan' lara öğretmezler, gizlerlerse, Yüce Allah kıyamet günü onların zina ateşten bir gem vuracaktır.»

175

«Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığı, mağfirete bedel azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar.»

176

 

177

san, Allahü teâlâ'nın varlığını ve birliğini tasdik etmek, şeriki ve benzeri olmadığını kabul etmektir. Yüce Allah bu âyetle imanın altı esasından beşini zikretmiştir:

1. Allah'ın varlığına ve birliğine îman.

2. Âhiret gününe, yani öldükten sonra tekrar dirilmeye îman. Âhiret günü herkes ameline göre ya ceza ya da mükâfat görecektir. İtaat ve ibadet ehli sevabıyla cennete, isyan edenler de masiyet ve ikaplanyla cehenneme gireceklerdir.

3. Allah tarafından gönderilen kitaplara îman. Yüce Allah tarafından yüz dört tane kitap gönderilmiştir. Bunlardan yüzü sayfadır, dört tanesi de büyük kitaptır.

4. Meleklere iman. Melekler Allahü teâlâ'nın yaratmış olduğu manevi varlıklardır.

5. Peygamberlere iman. Allah tarafından gönderilen bütün peygamberler haktır. Bu esaslardan birini kabul etmeyen kimse imanından olur, imanın esaslarından birini inkâr etmek küfrü gerektirir.

Allahü teâlâ bu iman esaslarını zikrettikten sonra birr u ihsanın en üstünü «ihsan» dır buyurmuştur. Birr u ihsan, malından akrabalarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmış olan misafirlere, dilenenlere, fakirlere, esirlere ve kölelere Allah rızası için vermek demektir. Bir başka deyimle birr u ihsan mala tamah ederek cimrilik yapmamaktır. Onu gönül rızasıyla vermektir.

Yukarıda geçen âyetin devamında Allahü teâlâ iman esaslarını ve maldan yapılması gereken infakı belirttikten sonra, birr u ihsanı şöyle zikrediyor: Farz namazları kılmak, zekâtı vermek, ahd-i misakta Allah'a verilen sözde ve Allah'ın kulları arasındaki ahidleşmelerde vefa gösterip sözünde durmak; yoklukta, hastalıkta, herhangi bir sıkıntıda ve kâfirlere karşı yapılan savaşta sabredenler birr u ihsanı yerine getirenlerdir. Ancak yukarıda sayılanlar birru ihsanı yerine getirmiş olup, îmanında samimî ve amellerinde sadıktırlar. Onlar Allah'ın bütün emirlerini yerine getirmiş, ahidlerine sarılmış ve yasaklarından kaçınmışlardır.

Bu âyet-i celilede şuna işaret vardır: Birr u ihsan yalnız Allah'ın farzlarını yerine getirmekle olmaz. Kulu Allah'a yaklaştıracak bütün amelleri ve ibadetleri yapmak, Allah'ın yasaklarından ve cehenneme götürecek amellerin tamamından kaçınmakla olur. Birr u ihsanın en güzeli işte budur. Bu, hem insanın Allah katındaki değerini yükseltir, hem de ilâhî mükâfata ulaştırır.

178

«Ey iman edenler, maktuller hakkında sizin üzerinize kısas farz kılınmıştır. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas edilir. Fakat kimin lehine de maktulün kardeşi (velisi) tarafından cüz'i bir şey affolunursa (kısas düşer). Artık örfe uymak ve maktulün (velisine diyeti) güzellikle ödemek (lâzımdır). Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve merhamettir. O halde kim bundan sonra (katile veya taraflarına) tecavüzde bulunursa onun için pek acıklı bir azap vardır.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) demiştir ki: «Bu âyet-i celile, iki Arap kabilesi hakkında nazil olmuştur. Bu iki kabile İslam’ın doğuşundan önce devamlı savaşırlardı. Süregelen bu savaşlar sonunda her ikisinden de birçok insan ölmüş, bir çok insan da sakat kalmıştı. Bunlardan galip gelenler diğerlerine «Şayet bizim kabileden bir kişi öldürürseniz sizden iki kişi öldürürüz, bir köle öldürürseniz, bir hür insan öldürürüz. Bir kadın öldürürseniz, bir erkek öldürürüz» demişlerdi. İslâm dini zuhur edince bunlar kendi istedikleri gibi birbirlerinden kısas talebinde bulunmuşlardı, islâm'ın hükümlerini bilmedikleri için kendi arzularına göre kısas yapılmasını istemişlerdi. Yüce Allah bu âyeti indirerek İslâm'ın kısas hakkındaki hükmünü bildirmiştir. Allahü teâlâ -Ey iman edenler, kısas sizin üzerinize farz kılınmıştır. Hür ile hür, kadın ile kadın, köle ile köle kısas edilecektir» buyurmuştur.

Kısas: Eşitlik manasınadır. Bir şeyin mislini yerine getirmek demektir. Kısasın yerine getirilmesi için bir takım şartlar vardır. Kısas yapılabilmesi için katilin âkil ve baliğ olması, kasden ve bir âletle öldürmesi, maktulün de masum olması gerekmektedir.

Tefsir sahipleri bu âyetin mânası hususunda ikiye ayrılmışlardır. Bir kısmı bu âyetin hükmünün kaldırıldığını söylemiş, bir kısmı da kaldırılmadığım bildirmiştir.

Bu âyetin mensuh olduğunu söyleyen müfessirler şöyle demişlerdir: Bu hüküm İslam'ın yeni ortaya çıktığı zamanda söz konusuydu ki, hür yerine hür, kadın yerine kadın, köle yerine köle kısas edilirdi. Maide sûresinin 45. âyeti bu hükmü kaldırmıştır.

Bu âyetin hükmünün kaldırılmadığını söyleyen tefsirdiler de şöyle demişlerdir: Bu âyet mensuh değildir. Zira bu âyet hür ile hürün, kadınla kadının, köleyle kölenin kısas edileceğini bildirmektedir. Mâide süresinin 45. âyeti ise kısasın farz olduğunu beyan etmektedir. Fakat cinslerini bildirmemektedir. Ancak hür yerine hürün, kadın yerine kadının, köle yerine kölenin kısas yapılmasını yukarıda geçen âyet açıklamaktadır. Bunun için de hüküm kaldırılmamıştır.

Allahü teâlâ bu âyetle İslâm'ın müsamahakâr bir din olduğunu beyan ederek, kısas hususundaki hükmünü ve toleransını açıklamıştır. Şayet maktulün velisi katili affeder, bağışlar veya diyet talebinde bulunursa kısas düşer. Taraflar arasındaki husûmet ortadan kalkar. Bu anlaşmadan sonra eğer maktulün tarafı tecavüze kalkarsa Allah katında en büyük azapla cezalandırılır. İlâhî vaad böyledir.

Maktulün velisinin talep ettiği diyet güzelce ona verilir. Birbirlerine zorluk göstermezler. Şayet maktulün vârisi iki olup biri diyeti, diğeri de kısası isterse kısası isteyenin hakkı da diyete çevrilir ve diyet olarak verilir. Vârislerden birinin diyeti talep etmesiyle katilden kısas düşer. Geri kalan vârislerin hakları da diyete çevrilir. Hepsine diyet olarak verilir. Bu hüküm Allah'ın Muhammed ümmetine bir lütfü ve bir müsamahasıdır. Allahü teâlâ kullarını esirgeyen ve bağışlayandır. Allahü teâlâ, Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine her şeyde kolaylık sağlamıştır. Kısas hususundaki hüküm Tevrat'ta ve İncil'de daha başkadır. Tevrat'a göre katil anında öldürülecektir, bağışlama ve diyet geçerli değildir. İncil'de ise durum daha değişiktir. Katil kısas edilmez ve bir diyet de ödemez. Ancak maktulün velileri tarafından affedilir, bağışlanır. Bundan başkası geçerli değildir. Bu hüküm Hazret-i Peygamber'in ümmetine Allah tarafından daha müsamahakâr kılındı. Maktulün velisi dilerse kısas ettirir, dilerse affeder, dilerse diyetini alır.

Mezhep imamları bu hususu farklı değerlendirmişlerdir. İmam-ı Şafiî Hazretleri, «maktulün velisi ya diyet alır veya kısasa kısas ister, affedemez. Katil ister razı olsun, ister olmasın» demiştir.

İmam-ı Âzam Hazretleri, katil razı olmadıkça maktulün velisi diyet alamaz. Ancak katil razı olursa maktulün velisi diyet alabilir. Diyet alıp aralarında anlaştıktan sonra maktulün tarafı tecavüzde bulunursa onlar için elim bir azap vardır, demişlerdir.

179

«Ey akıl sahipleri kısasta sizin için büyük bir hayat vardır. Ta ki (katiden) sakınasınız.»

Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için bir hayat vardır. Çünkü kısas hükmüyle aranızdaki kan davaları ve düşmanlık son bulur. Katillik yapmak isteyenler bunun bedelini canlarıyla ve hayatlarıyla ödeyecekleri için bundan vazgeçerler. Zira kısas iki kişinin hayatını kurtardığı gibi, iki kabilenin de perişan ve yok olmasını önler. Adam öldürmek isteyen bilir ki, haksız yere birini öldürmenin karşılığı ölümdür. Birini öldürdüğü zaman kendi de aynı akıbete uğrayacaktır. Bunun için adam öldürmekten vazgeçer. Kendisi kurtulur, öldürdüğü zaman ise kendisi de ölecektir. Bundan vazgeçtiği takdirde ikisi de kurtulacaktır. Kendileri kurtulduğu gibi mensup oldukları aileler de kurtulacak, toplumda huzur, sükûn meydana gelecek, cinayetler azalacak veya hepten yok olacak, ceza evleri boşalacak, devletin fertleri huzur içinde yaşantılarını sürdürecek, İslâm kardeşliği perçinleşecek, kimse kimsenin yaşama hürriyetini elinden alamayacaktır. Devletin işi kolaylaşacak, asayiş sağlanacaktır. Bunun için Allahü teâlâ: «Ey akıl sahipleri, sizin için kısasta büyük bir hayat vardır» buyurmuştur. Çünkü akıl sahipleri katlin neticesini düşünürler, nefislerine uyup böyle bir şeye cür'et etmezler. Çünkü onlar dünya felâketinden ve âhiret azabından korkarlar. Çoluk çocuklarını düşünürler, karşısındakinin de can taşıdığını akıllarından çıkarmazlar, onun da insan olduğunu unutmazlar, ona can verenin Allah olduğunu bilirler. Bir cana kıymanın Allah'a isyan olduğunu düşünürler. Bir canı ortadan kaldırmanın bir toplumu ortadan kaldırmak kadar günah olduğunu bilirler. Akl-ı selim sahibi olmayanlar bütün bunları düşünemez, nefsinin isteklerine kapılır, hem dünyasını, hem de âhiretini yıkar. Şeytanın vesvesesine kapılır. Allah'a âsi olur. Toplumun huzurunu bozar, çoluk çocuğunu perişan eder.

180

«Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit - eğer mal bırakacaksa anaya babaya, yakın akrabaya meşru bir surette vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerinde bir hak olarak Farzedildi.»

Kendisinde ölüm alâmeti belirenlerin, şayet mal bırakacaklarsa ölmeden önce vasiyetlerini ana, baba ve yakınlarına yapmaları farzdır. Çünkü bırakacakları malın varisi onlardır.

Bu âyetin iniş sebebi şöyledir: İslâm'ın zuhuru sırasında ölüm alâmeti görülen insanlardan bazıları mallarını yabancılara vasiyet eder, anne, baba ve yakınlarını bundan mahrum bırakırlardı. Allahü teâlâ bu şekilde yapılan vasiyeti men edip buyurdu ki: «ölüm ânında vasiyetinizi anaya, babaya ve yakın akrabalarınıza yapın.» Çünkü sizin vârisleriniz ancak onlardır. Âyetle belirtilen anaya babaya vasiyet emri neshedilmiş, yani kaldırılmıştır. Çünkü onların evlâtlarının, kendi mallarına vâris olacakları Kur'ân âyetleriyle sabittir. Onların tekrar vasiyet etmesine gerek yoktur. Akrabalara vasiyet de nesh edilmiştir. Ölünün vereseleri, akrabalarının da verese olmalarını lâyık görürlerse onlar da verese olur. Bu bakımdan onların da vasiyet etmesine gerek yoktur. Bunun için de akrabaya vasiyet âyeti neshedilmiştir.

Bazı bilginlere göre vasiyet vacip değil, müstehaptır. Dileyen vasiyet eder, dileyen etmez.

İbrahim Nehâi: «Resûlüllalı (sallallahü aleyhi ve sellem) dünyadan ayrılırken vasiyet etmedi. Fakat Ebû' Bekir (radıyallahü anh) vasiyet etti. Vasiyet etmekle de güzel yaptı. Ama eğer vasiyet etmeseydi üzerine bir vebal yoktu» demiştir.

Bazı bilginlere göre ise vasiyetin vacip olması mensuh değildir. Zira vasiyet bazan vacip, bazan da müstehaptır. Vasiyetin vacip olduğu yerler şunlardır: Üzerinde hac, zekât, namaz, oruç ve nezir (adak) gibi ibadetler bulunanların onların yerine getirilmesi için vasiyet etmeleri vaciptir. Eğer mevta vasiyette bulunmamışsa vârisi dilediği takdirde bunları yerine getirir, dilediği takdirde yerine getirmez. Sahih ve doğru olan görüş de budur.

İmam-ı Şafiî'ye göre vasiyet vaciptir. Şafii Hazretleri bunun delili olarak İbn Ömer (radıyallahü anh)'in Peygamberimizden rivayet etmiş olduğu şu hadîsi göstermiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «Gece yatarken yanında malı olanlar, onun vasiyetini yazıp bıraksınlar. Vasiyetini yapmadan yatmasınlar» buyurmuştur. Bu hadis, vasiyetin vacip olduğunu göstermektedir.

Vasiyet bırakılan malın üçte birinden fazla olmamalı, şayet fazla olursa vereseler mağdur olur. Onların mağdur olmamaları için mâruf olanın dışına çıkılmaması gerekir. Yüce Allah'ın emri de budur. Mevta bırakmış olduğu malın üçte biri kadar vasiyette bulunabilir. İslâm her hususta vasatı tavsiye etmiştir.

181

«Artık kim bunu işittikten sonra onu tebdil ederse herhalde vebali onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir.»

Yapılan vasiyetleri yerine getirmeyenler veya onları değiştirenler vacibi terk ettikleri veya değiştirdikleri için günahını çekeceklerdir. Allah vasiyet edenlerin vasiyetini işitir ve ona göre sevabını verir. Yüce Allah, vasiyeti değiştirenleri bilir, ona göre cezasını verir. Hiçbir şey Allah'ın ilminden gizli değildir.

182

«Bununla beraber kim vasiyet edenin haksızlığa meylinden, yahut günaha gireceğinden endişe edip de aralarını bulursa ona da hiçbir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, hakkıyla merhamet edicidir.»

Vasiyet eden, vasiyetini hak üzere yapmaz, vereseler arasında ayrıcalık yapar veya bırakmış olduğu malın üçte birinden fazla vasiyette bulunursa, bu durumda vasiyet edenin günaha girmesinden endişe edenlerin ara buluculuk yapmalarında bir beis yoktur. Onlar bu hususta bir günaha da girmezler. Zira onlar, vereseler arasmdaki anlaşmazlığı gidermek ve onların hiçbirinin haksızlığa uğramaması için arabuluculuk yapmaktadırlar. Bilâkis onlar hakkın icrasına çalıştıklarından dolayı mükafat içindedirler.

Bu hususta İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Vasiyet edenin, vasiyetinde vereselerden birini zarara uğratması büyük günahtır. Yani günah-ı kebâirdir. Hakiki müminin günah-ı kebâirden sakınması gerekir. Vasiyet eden kişinin, vereselerden hiçbirine zarar vermeyerek, hak üzere vasiyetini yapması lâzımdır. Buna riayet etmeyen kimse büyük günah işlemiş olur. Zira yüce Allah kullarının adaletle hükmetmelerini ve hak üzere amel işlemelerini emrediyor. Mü’min her hususta buna uymak zorundadır. Allahü teâlâ bu âyetiyle mirasın, vereseler arasında eşit şekilde taksimini emrediyor. Buna uymayanların büyük bir cezaya uğrayacaklarını bildiriyor.

183

«Ey iman edenler, oruç sizden evvelki ümmetlerin üzerine farz olduğu gibi, sizin üzerinize de farz kılınmıştır. Ta ki korunasınız.»

Sizden önce iman edenler üzerine oruç farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de farz kılınmıştır. O bilinen bîr aydır. Yüce Allah'tan korkun. İmsaktan güneşin batımına kadar yemekten, içmekten, cinsi münasebetten sakının. Allah'tan korkun ki, azabından kurtulup ilâhi rahmete nail olasınız.

Ramazanda akşam namazından imsaka kadar yemek, içmek ve zevcelerle görüşmek helâl kılınmıştır. Bu kolaylık sadece Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine mahsustur. Tevrat'ta ise, Ramazanda yeme, içme ve cinsî münasebet ancak akşam namazından yatsı namazına kadardır. Bunun dışındaki bütün zaman oruçlu olarak geçecektir.

184

«(O) sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lâzımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız, eğer bilirseniz hakkınızda hayırlıdır.»

Ramazanda hasta oldukları veya sefere çıktıkları için oruçlarını tutamayanlar, iyileştikten ve seferden döndükten sonra oruçlarını, Ramazanın dışında gününe gün tutarlar, Yaşlılıktan veya müzmin bir hastalıktan dolayı oruç tutamayanlar da oruçlarını yerler, buna mukabil her gün yerine bir fidye verirler. Bu fidye, onların oruçlarının karşılığıdır. Ancak bunu, oruç tutması mümkün olmayan yaşlılarla iyi olması beklenilmeyen hastalar verir. Sıhhati yerinde olanlar veya geçici bir hastalığa yakalananlar fidye veremezler. Çünkü onların iyi olma ihtimalleri vardır.

İmam-ı Şafiî şöyle demiştir: «Bu âyet inince zenginler oruçlarını yeyip, fakirlere fidye vermeye başladılar. Fakirlerden başkası oruç tutmaz oldu. Halbuki oruca mukabil fidyeyi ebedi oruç tutması mümkün olmayanlar verecektir.

Allahü teâlâ âyetini indirerek evvelki âyetin hükmünü neshetmiştir. İman eden herkes ister zengin olsun, ister fakir olsun, üzerine farz olan orucu tutması gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, yaşlı ve müzmin hastalığa yakalanıp da oruç tutamayanların fidye vermesine izin vardır. Bu hüküm, İslâm'da zorluk olmadığını göstermektedir.

«Hak ile batılı ayırt eden, insanlara doğru yolu gösteren hidayet kaynağı ve açık âyetleri cami olan Kur'ân-ı Kerim Ramazan ayında indirilmiştir.»

Ramazan ayının birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerden biri de Kur'ân-ı Azimüşşân’ın Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına Ramazan ayında inmesidir. Bundan sonra zaman zaman Cebrail (aleyhisselâm) vasıtasıyla Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e âyet âyet, yirmi üç yıl /arımda indirilmiştir. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi de Ramazan'in içindedir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) 'Kur'ân-ı Kerim Kadir gecesi Levh-i Mahfuz'dan bir defa dünya semasına indirilmiş, bundan sonra da zaman zaman Peygamberimize Cebrail vasıtasıyla getirilmiştir» demiştir.

İbn Cerir (radıyallahü anh): «Her Kadir gecesinde bir yıllık ahkâm, Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına iner ve orada bulunan yazıcı melekler tarafından kaydedilir, sırası geldikçe vuku bulur» demiştir.

Allah tarafından gönderilen Kur'ân-ı Kerim, hak ile batılı ayırt ötmek için gelmiş, insanlara hidayet yolunu göstermiştir. Kim kurtulmak isterse Kur'an'a sarılsın. Emirlerine uysun, yasaklarından kaçınsın. Kur'ân’ın haram saydığını haram, helâl saydığını helâl kabul etsin. Kur'an insanlara kurtuluş yollarını göstermiş, felâkete götürecek yolları açıklamış, şeytanın mü’minin en büyük düşmanı olduğunu ilân etmiş, kurtuluşun ve hidâyetin ancak Allah'ın amirlerine sarılmakla gerçekleşeceğini beyan etmiştir. Bunun için de insanları dalâletten kurtarıp hidayete sevk edecek ve iki cihanda saadete ulaştıracak olan Kur'ân-ı Kerîmi göndermiştir.

«Ey îman edenler, oruç sizden evvelki ümmetlerin üzerine farz olduğu gibi, sizin üzerinize de farz kılınmıştır. Ta ki korunasınız.»

Sizden önce iman edenler üzerine oruç farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de farz kılınmıştır. O bilmen bir aydır. Yüce Allah'tan korkun. İmsaktan güneşin batımına kadar yemekten, içmekten, cinsî münasebetten sakının. Allah'tan korkun ki, azabından kurtulup ilâhî rahmete nail olasınız.

Ramazanda akşam namazından imsaka kadar yemek, içmek ve zevcelerle görüşmek helâl kılınmıştır. Bu kolaylık sadece Âhirzaman Peygamberi'nin ümmetine mahsustur. Tevrat'ta ise, Ramazanda yeme, içme ve cinsî münasebet ancak akşam namazından yatsı namazına kadardır. Bunun dışındaki bütün zaman oruçlu olarak geçecektir.

185

«(O) sayılı günlerdir. Artık sizden kim hasta veya seferde olursa tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar. Gücü yetmeyenler üzerine de bir yoksul doyumu fidye (lazımdır). Bununla beraber kim gönül isteğiyle bir hayır yaparsa işte bu onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız, eğer bilirseniz hakkınızda hayırlıdır.»

Ramazanda hasta oldukları veya sefere çıktıkları için oruçlarını tutamayanlar, iyileştikten ve seferden döndükten sonra oruçlarını, Ramazanın dışında gününs gün tutarlar. Yaşlılıktan veya müzmin bir hastalıktan dolayı oruç tutamayanlar da oruçlarını yerler, buna mukabil her gün yerine bir fidye verirler. Bu fidye, onların oruçlarının karşılığıdır. Ancak bunu, oruç tutması mümkün olmayan yaşlılarla iyi olması beklenmeyen hastalar verir. Sıhhati yerinde olanlar veya geçici bir hastalığa yakalananlar fidye veremezler. Çünkü onların iyi olma ihtimalleri vardır.

«Öyleyse içinizden kim o aya erişirse onu tutsun. Kim de hasta olur yahut bir sefer üzerinde bulunursa o halde başka günlerde, oruç tutmadığı günler sayısınca (orucunu kaza etsin). Allah size kolaylık diler. Sizin için güçlük istemez, O sayıp ikmal etmeniz, Allah'ı büyük tanımanız içindir. Olur ki şükredersiniz.-'

Ramazan ayına erişip de hasta ve yolcu olmayanlar oruçlarını tutsunlar. Hasta olanlar veya seferde bulunanlar da hastalıktan kurtuldukları ve seferden döndükleri zaman tutamadıkları günler sayısınca oruçlarını tutsunlar. Seferde olanlar tutamadıkları gün sayısınca fidye veremezler. Zira onların seferden döndükleri zaman tutmaları mümkündür. Hastalar ise iyi oldukları takdirde oruçlarını tutacaklardır. İyi olma ihtimalleri yoksa yukarıda belirtildiği gibi fidyelerini vereceklerdir.

Fidyenin efdal olanı, bir günlük oruç yerine iki fakiri doyurmak veya iki fakiri doyuracak kadar para vermektir. Bundan yukarı istediği kadar verebilir. Fazlasının ölçüsü yoktur.

Yine Ramazanda' bazı nıü’ıninlere özel durumlarından dolayı orucu yeme ruhsatı verilmiştir. Bu durumları zail olduktan sonra oruçlarını gününe gün tutacaklardır. Bu hususta kendilerine ruhsat verilenler şunlardır: İşinin ağırlığından dolayı oruç tutarak sıhhatini kaybedecek olanlar, oruç tutmak suretiyle hastalığının artmasından korkanlar, hâmile kadınlar, yani oruç tutmak suretiyle çocuğunun zayi olmasından korkanlar, çocuğuna süt veren kadınlar, oruç tutmak suretiyle sütünün kesilmesinden ve sütsüz kalan çocuğun helak olmasından korkan kadınlar, ay hâli ve nifas hâlinde bulunan kadınlar, açlık ve susuzluk sebebiyle helak olmaktan veya aklının gitmesinden korkanlar oruçlarını yerler. Bunlar bu özel durumlarından kurtulduktan sonra Ramazanın dışında gününe gün oruçlarını tutarlar.

Ramazan orucunun kazası hususunda İslâm uleması ihtilâf etmiştir. Abdullah İbni Ömer (radıyallahü anh) ve Hazret-i Ali (radıyallahü anh) «Ramazan orucunun kazasını ayrı ayrı tutmak mekruhtur. Ramazan orucunun kazası, her kaç gün ise arka arkaya tutulması lâzımdır- demişlerdir.

Muaz İbni Cebel ve sahabeden bir grup ise bu hususta şöyle demişlerdir: «Orucu kazaya kalmış olanlar, nasıl arzu ederlerse o şekilde oruçlarını tutsunlar, ister peş peşe ister ara vererek tutarlar. Bunun bir mahzuru yoktur.»

186

«Kullarım, sana beni sorunca (haber ver ki) ben muhakkak (onlara) yakınımdır. Bana dua edilince de ben o dua edenin davetine icabet ederim. O halde onlar da benim davetime icabet ve bana îman etsinler. Tâ ki doğru yola ulaşmış olalar.»

Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Bazı sahabeler Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gelerek demişlerdir ki: «Yâ Resûlâllah, Allah bizim Rabbimizdir, Ona nasıl dua edelim? Bize yakınsa gizli dua edelim, uzak ise aşikâr edelim. Yani sesli dua edelim.' Bunun üzerine Allahü teâlâ yukarıda geçen âyeti indirerek buyurdu ki: «Yâ Muhammed, kullarım sana benim yakın ve uzaklığımdan sorarlar. Ben onlara şah damarlarından daha yakınım. Kalblerinden geçirdiklerini ve geçirecek olduklarını bilirim. Bana dua edenin duasını kabul ederim. Bana îman etsinler ki, dalâletten kurtulup hidayete ermiş olsunlar.» Hidayete ermek ancak Allah'a iman etmekle mümkündür. Yüce Allah kullarına şah damarından daha yakındır. Allahü teâlâ için uzaklık yakınlık söz konusu değildir. Yaratmış olduğu her varlığın bütün zerrelerinden haberdardır. Kullarının yaptığı gizli ve aşikâr bütün duaları bilir. Hiçbir şey onun ilminden gizli kalmaz. Her şey O'nun emriyle hareket eder.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre duanın tarifi şöyledir:

«Yâ Rabbi, ibadetlerimizi kabul et. Emir senindir. Sen yücesin. Şerikin yoktur, ibadet ancak sana mahsustur. Mülkünde şeriktir ve ortağın yoktur. Şüphesiz hamd sana mahsustur. Ve nimet senindir» (Buharî ve Tirmizi).

«Ben Allah'a îman ettim. Allah'ın düşmanı olan şeytana uymam, Allah'ın va'di ve O'na mülâki olacağımız haktır. Allah'ın bir olduğuna, ortağı, benzeri, yardımcısı ve şeriki bulunmadığına şahitlik ederim. O doğmamıştır ve doğurmamiştır. Ona hiçbir şey denk değildir. Ve ben yine şahitlik ederim ki, kıyamet kopacak, onun kopacağında şüphe yoktur. Ve sen kabirde dirilip, kalkacaksın.»

İbn Abbas (radıyallahü anh): «Bu âyet indikten sonra ben bu kelimeleri her namazın arkasından okudum. Hiç terk etmedim' demiştir.

Bazı tefsircilere göre bu âyetin mânası şudur: «Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) sizi îmana davet ettiği zaman, siz tâat ve ibadetle bana icabet edin. Benim birliğimi kabul edip iman edin ki, dalâletten kurtulup hidâyete eresiniz ve doğru yolu, kurtuluş yolunu bulaşınız.»

187

«Oruç (günlerinizin) gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl edildi. Onlar sizin için, siz de onlar için birer libassınız. Allah nefislerinize karşı zaaf göstermekte olduğunuzu bildi ve tevbenizi kabul etti, sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah'ın hakkınızda yazdığını isteyin. Sizler için fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden seçilinceye kadar yeyin, için, sonra orucu ertesi geceye kadar tutun. Mescitlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bu Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın, İşte Allah âyetlerini böylece insanlara açıklar. Tâ ki korunsunlar.»

Bu âyetin iniş sebebi şöyledir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) ruhsat verilmeden önce bir Ramazan gecesi, yatsı namazından sonra hammıyla münasebette bulunur. Sabahleyin durumu Peygamberimize haber verir. Ramazan gecelerinde hanımlarla görüşmeye henüz müsaade edilmediği için Peygamberimiz şöyle der:

«Yâ Ömer, yaptığın iş hatâdır. Sana lâyık bir hareket değildir.» Bu sözleri duyan Ömer çok üzülür ve bu üzüntü ile evine döner. Allahü teâlâ, Âhirzaman Peygamberi 'nin ümmetine lütfedip bu âyeti celileyi indirmiştir. Bu, Yüce Allah'ın kullarına bir ruhsatıdır. Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: «Ramazan gecelerinde zevcelerinizle görüşmeniz size helâl kılındı. Siz onların, anlar sizin elbiselerinizdir. Zira onlar sizi haramdan ve cehennem ateşinden korumaktadırlar. Siz de onları nikâhınıza almakla haramdan ve cehennem ateşinden koruyorsunuz,. Onların gönlü sizinle, sizin gönlünüz onlarla rahat eder.»

Allahü teâlâ, mü’minlerin Ramazan gecelerinde zevcelerine yaklaşmakla emaneti muhafaza edip nefislerine zulüm ve ihanet edeceklerini biliyordu. Bunun için mü’minlerden bu güçlüğü giderdi. Ramazan gecelerinde zevceleriyle görüşmelerini helâl kıldı. Allah, bu ruhsattan önce yapılan hataları bağışlar, çünkü Allah bağışlayıcı ve affedicidir.

Bu âyet-i celile için, 'sahabeden İbn Kays hakkında geldi diyenler de olmuştur. İbn Kays (radıyallahü anh), bir Ramazan günü hurma bahçesinde çalışmış, çok yorulmuş, evine gelince yorgunluğu sebebiyle iftardan önce uykuya dalmıştı. Uyandığı zaman yatsı namazının geçtiğini görmüş, yemek vakti geçtiği için bir şey yemeden sabah etmişti. Bu âyet gelmeden önce yeme, içme müsaadesi ancak yatsı namazına kadardı. Yatsı namazından sonra yemek yasaktı. Oruçlular ancak iftar ile yatsı arası yemek yiyebiliyorlardı. Bu âyet gelene kadar eski şeriatle amel ediliyordu. İbn Kays'ı açlık çok hırpalamış ve yola gidecek takati kalmamıştı. Tam o sırada Peygamberimiz Kays'ı gördü ve «Yâ Kays, sana ne oldu ki, böyle kendinden geçmişsin? Kays başından geçenleri anlattı. O gece yemek yiyemediğini, iki gün aç kaldığını söyledi. Peygamberimiz Kays'ın haline acıdı ve üzüldü. Allah yukarıda geçen âyeti indirerek buyurdu ki: «Gecenin karanlığından gündüzün aydınlığı fark edilinceye kadar yeyin, için ve zevcelerinize yaklaşın. Bunlar tâ imsak noktasına kadar size helâl kılındı.» Böylece orucun başlangıç ve bitiş noktaları belirlenmiş oldu.

Bazıları bu âyetin zahirî mânasına göre hükmederek ellerine bir miktar beyaz iplik, bir miktar da siyah iplik alırlar, onları birbirinden ayırt edinceye kadar yerlermiş.

Adî İbni Hatem eline iki çeşit iplik almış, bunların birbirinden ayrılmasına kadar yemiş. Bunlar tanyeri ağarıncaya kadar birbirinden seçilmemiş, Gelip durumu Peygamberimize bildirmiş. Peygamberimiz de tebessüm ederek demiş ki: «Yâ Adî, bundan maksat beyaz iplikle siyah iplik değildir. Asıl maksat gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığıdır.» Âyetin hakikî mânası budur. Allahü teâlâ iftardan fecr-i sadıka kadar yemeyi, içmeyi ve diğer hususları helâl kılmıştır.

Bazı sahabeler Ramazan ayında camilerde itikâfa giriyorlardı. Ramazanda camilerde îtikâfa girmek sünnettir. Sahabeler gece çıkıp evlerine giderler, hanımlanyla cinsi münasebette bulunurlar, yıkandıktan sonra tekrar camiye gelip îtikâfa girerlerdi. Yüce Allah itikâfta olanların hanımlanyla görüşmelerini bu âyet-i celileyle yasaklamıştır. Bu yasaklar Allah'ın hududlarıdır. Allah'ın emrine muhalefet ederek haddi aşmayın. Emirlerine uyup yasaklarından kaçının. Allahü teâlâ'nın ahkâmını size açıklamasının hikmeti, emirlerini gücünüz nisbetinde yerine getirmek yasaklarından korkup kaçınmak içindir.

188

«Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin ve kendiniz bilip dururken insanların mallarından bir kısmını günahla yemeniz için onlan hâkimlere aktarmayın.»

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: İmrül-Kays ile Abdullah İbni Esra' bir meselede anlaşamazlar ve nizalaşırlar. Durumu gelip Peygamberimize bildirirler ve dâvalarını anlatırlar. Her ikisi de dâvalarında haklı olduklarını söylerler. Kimin haklı, kimin haksız olduğunun ortaya çıkması ve mal sahibinin kim olduğunun belirlenmesi için bunlardan birinin yemin etmesi gerekiyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz şöyle buyurdu:

«Siz bir meselede anlaşamadınız, bana geldiniz. Birinizin getirmiş olduğu delil, digerinizinkinden daha kuvvetli, daha açık olabilir. Ve kendini daha iyi savunabilir. Böylece haksız olduğu halde haklı çıkabilir. Haklı olan da hakkını savunamaz ve delillerini getiremez. Kendini savunamadığı ve delillerini getiremediği için de haklı olduğu halde haksız duruma düşebilir. Ben de sizin gibi bir insanım, hanginizin haklı olduğunu, hanginizin haksız olduğunu bilemem, bunu ancak Allah bilir. Savunmanıza göre aranızda hükmederim. Benîm hükmüm haramı helâl etmez. Yalan yere and içerek haramı almanız cehennem ateşini almanız demektir. Çünkü hakkınız olmadığı halde yalan yere yemin ederek ve delil getirerek bile bile başkasının hakkım almak cehennem ateşini almaktır.»

Bu âyet-i celile mezkûr iki kişi hakkında nazil olmuş, fakat hüküm bakımından herkesi ilgilendirmektedir.

Allahü teâlâ buyuruyor ki: «Bazınız bazınızın malını yalan yere yemin ederek ve zulüm ile alıp yemesin. Hâkimlere rüşvet vererek, haksız olduğu halde haklı çıkmasın. Kardeşine zulmedip malını almasın. Bu şekilde almış olduğunuz mallar size haramdır. Yaptığınız iş karşınızdaki kardeşinize zulüm ve işkencedir. Her hususta hakkınıza razı olun. Hakkınız olmayanı asla talep etmeyin.»

Bu âyet-i celilede şuna da işaret vardır: Yalan yere yemin etmek ve başkasının hakkını talep etmek haramdır. Bu haramı kabul edip yemek cehennem azabını hak etmektir. Harama helâl diyen dinden çıkar, kâfir olur ve onun yeri ebedî cehennemdir. Haramı helâl saymanın cezası ebedî cehennemdir.

Saîd İbni Müseyyeb (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle nakletmiştir: -Yalan yere şahitlik yapanların, bulundukları yerden ayrılmadan Allah'ın laneti ve gazabı üzerlerine yağar.»

Bu âyetin hükmü umumîdir. Yemin etmek suretiyle haksız yollardan Müslümanların mallarını yiyenlerin, zulmederek başkasının malını elinden alanların, domina, kumar ve buna benzer oyunlarla başkasının mauna alanların, hâkimlere rüşvet vererek hakkı olmayan malı elde edenlerin, rüşvet yiyenlerin ve buna benzer haksız yollardan kazanç sağlayanların hepsi Allah'ın lanetine ve azabına uğrayacaklardır.

189

«Sana yeni doğan ayları sorarlar. De ki: O, insanların faydası için, bir de hac için vakit ölçüleridir. İyilik ve tâat, evlere arkalarından gelmeniz değildir. Fakat iyilik Allah'a muhalefetten sakınmaktır. Evlere kapılarından gelin. Allah'tan korkun. Tâ ki muradınıza kavuşasınız.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyetin nüzul sebebini şöyle açıklamıştır: Muaz İbni Cebel ve Sa'lebetül-Ensarî Peygamberimize gelerek: «Yâ Resûlâllah, bu aya ne oluyor ki yeni doğduğu zaman iplik gibi görünüyor, sonra toplanıp değirmen gibi yuvarlak bir şekil alıyor. Sonra tekrar eksiliyor ve incelip gidiyor?» diye sorarlar. Bunun üzerine Yüce Allah yukarıdaki âyeti indiriyor ve buyuruyor ki: «Yâ Muhammed, sana ayın artıp eksildiğinden sorarlar. Bundaki hikmet nedir, derler. Onlara haber ver, ayın artıp eksilmesi, insanların vakitleri bilmeleri, çalışanların ayları tayin etmeleri, borç alıp verenlerin ödeme zamanını tayin edip haksızlığa uğramamalan, hamile kadınların iddetlerinin ne zaman tamam olacağını iyi bilmeleri, orucun ve bayramın noksansız yapılması, hac zamanının belirlenmesi, yılların hesaplanması içindir. Ay bu maksatlarla artar ve eksilir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) demiştir ki: 'Cahiliye devrinde ve İslâm'ın ilk zamanlarında hac için ihrama girenler, ihramdan çıktıktan sonra evlerine kapılarından girmezler, arkasından bir yer açar oradan veya penceresinden eve girerlerdi. Çadırda oturanlar da aynı şekilde kapısından girmezler, arkasından girerlerdi. Böylece kapıdan girip çıkmayı kendilerine haram sayarlardı. Halbuki ihramh olanlara kapıdan girip çıkmayı Allahü teâlâ haram kılmamıstı.»

Yüce Allah bu âyetiyle onların âdetlerini men edsrek buyurdu ki: «Evinizin kapısından girip çıkmayı terk ederek arkasından girip çıkmak birr u ihsan değildir. Birr u ihsan ancak Allah'a itaat etmek ve emirlerine sarılmakla olur. İhramh veya ihramsız, evinizin kapısından girmek size helâldir. Allah'ın size helâl kıldığını haram kılmayın. Haram kıldığını da helâl kılmayın. Allah'tan korkun, ona âsi olmayın. Allah'a teslim olun ki, felah bulup azabınchın kurtulasmız.

190

«Size harp açanlarla, Allah yolunda siz de döğüşün. Aşın gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.»

Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 628 senesinde umre yapmak için Mekke'ye gittiler ve şehrin yakınında, Hudeybiye mevkiinde konakladılar. Mekkeli müşrikler o sens Peygamberimizi ve sahabesini şehre sokmadılar. Peygamberimiz bir ay Hudeybiye'de kaidı ve müşriklerle sulh yaparak geri döndü. Yapılan anlaşmaya göre, Müslümanlar bir yıl umre yapmayacaklar, ertesi yıl umre yapacaklar, Mekke'de üç günden fazla kalmayacaklar ve kimseyle görüşmeyeceklerdi. Ayrıca on yıl haram aylarda ve Mekke'de savaşmayacakiardı. Bu anlaşmadan sonra Peygamberimiz dönüp Medine'ye geldiler, ikinci sene Peygamberimiz tekrar sahabesiyle birlikte birinci senenin umresini yapmak için sefere çıktı. Mü’minler, müşriklerin kendileriyle savaşacaklarını zannederek korktular. Zira mü’minler haram aylarda savaşmayı hoş görmezler, bu aylara hürmet ederlerdi. Allahü teâlâ bu âyeti indirip buyurdu ki: «Ey mü’minler, siz Allah'a muti olun. O'nun yolunda savaşın. Sizinle savaşanlarla beraber haram aylarda ve Harem-i Şerif içinde siz de savaşın. Onlar bozmadıkça siz ahdinizi bozmayın. Allah ahdini bozanları sevmez.»

Bu âyet şu hususa da işaret etmektedir: Sulh yapanların ahidlerinde durmaları vaciptir. Yapılan anlaşma kâfirlerle bile olsa, onlar ahdi bozmadıkça, ahdi bozmak yasaktır. Ancak kâfirlerle yapılan anlaşma mü’minlerin zararına ise o anlaşmayı bozmakta bir mahzur yoktur. Müslümanların aleyhine cereyan eden bir anlaşma geçersizdir. Ona itibar edilmez.

Bu âyet-i kerîme islâm'ı müdafaa için cihadın meşru olduğunu bildirmektedir.

191

«Onları nerede yakalarsanız öldürün. Onları sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Fitne katiden beterdir. Onlar Mescid-i Haram yanında, orada sizinle döğüşünceye kadar siz de orada kendileriyle döğüşmeyin. Fakat sizi öldürürlerse siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası böyledir.»

Allahü teâlâ kâfirlerle savaşmayı emrediyor. Ahidlerini bozan kâfirleri nerede bulursanız orada öldürün. Zira size onlarla savaşma ruhsatı verilmiştir. Onların sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Haram aylarda ve Harem-i Şerifin içinde kâfirlerle savaşmak onların Allah'a şirk koşmasından çok daha iyidir. Mescid-i Haram içinde sizinle savaşmazlarsa siz de onlarla savaşmayın.

Şayet ahidlerini bozup sizinle savaşırlarsa siz de onlarla savaşın. Kâfirlerin cezası budur. Eğer İslâm'ı kabul ederlerse, Allahü teâlâ gafurdur, onların geçmiş günahlarını bağışlar, rahimdir, kullarını esirger.

192

«Bununla beraber (muharebeden) vazgeçerlerse şüphesiz ki, Allah çok yarlığayıcı, hakkıyla merhamet edicidir.»

Yüce Allah îman eden kullarını esirger ve bağışlar.

193

«Fitne kalmayıncaya kadar, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur.»

Ey mü’minler, Mekkeli müşrikler Harem-i Şerifte Allah'a şirk koşarlarsa İslâm dini hâkim oluncaya kadar onlarla savaşın. Bu, Allah'ın dinidir. Onlar sizinle savaşmayı terk ederlerse, siz de onlarla savaşmayı terk edin. Onlar kendilerine zulmedip küfürlerini terk etmezlerse küfürlerinin cezası onları helak edip mallarına el koymaktır.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabeleriyle birlikte kurbanlarını aldılar, ikinci yıl umre yapmak için Mekke'ye geldiler ve umrelerini yaptılar, kurbanlarını kestiler. Üç gün Mekke'de kaldılar, sonra tekrar Medine'ye döndüler.

194

«Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için kim sizin üzerinize saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdığı gibi ona saldırın. Allah'tan korkun ve bilin ki, şüphesiz Allah takva sahipleriyle beraberdir.»

Müşrikler Müslümanlara sizin savaşmanız hangi ayda haramdır diye sormuşlardır. Müşriklerin bu sorudan maksadı, Müslümanların savaşmadıkları bir zamanda savaşıp akıllarınca onları gafil avlamaktı. Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti indirerek buyurdu ki: «Kafirler haram aylarda sizinle savaşırlarsa siz de aynı şeklide onlarla savaşın, Onlar haram ayına riayet etmeyerek sizinle savaşırsa, siz de kısasa kısas olarak aynı şekilde savaşın. Haram aylarda size zulüm edip savaş açanlara siz de ayniyle mukabelede bulunun. Böylece haram aylara riayetsizlikten korkmayın. Allah'tan korkun. Siz ahdinizi önce bozmayın, ahdi bozma hususunda Allah'tan korkun. Bilin ki Allahü teâlâ'nın nusreti, yardımı zulümden korkanlar üzerinedir.»

Bu âyet-i çelilenin nüzul sebebi hususî, fakat hükmü umûmîdir. Bir kimsenin malına ve canına ihanet edilip zarar verildiği takdirde zarar verene aynı şekilde mukabelede bulunulur. Zarara uğrayan kimsenin herhangi bir âzası telef edilmişse zarar verenin de aynı şekilde o âzası telef edilir. Misliyle mukabelede bulunulur. Mal hususunda da durum böyledir. Telef olan malından eksik almadığı gibi fazla da alamaz, çünkü fazlası haramdır.

195

«Allah yolunda mallarınızı harcayın. Kendinizi tehlikeye atmayın. İyilik edin. Allah muhakkak iyilik edenleri sever.»

Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) düşmana karşı savaşa çıkmayı sahabelerine emretti. Bunun üzerine Medine'nin ileri gelenlerinden bir cemaat dediler ki: «Yâ Resûlâllah, biz ne ile savaşa çıkalım. Yiyecek bîr şeyimiz yok, kimse de bize yardımda bulunmuyor.- O zaman Allahü teâlâ bu âyeti inzal buyurdu: «Ey servet sahipleri, malınızın bir kısmını Allah yolunda yoksullara infak edin. Onu elinizde tutarak ve yoksullardan saklayarak helak olmayın. Zira siz fakirlere yardımda bulunmaz, onların ihtiyacını yerine getirmekten kaçınırsanız, onlar da sizinle savaşa iştirak etmekten çekinirler, kaçarlar. Siz de düşmanın karşısında azlığınızdan dolayı mağlûp düşer, mallarınızla helak olursunuz. Bir kısmını Allah rızası için onlara vermekten çekinirken sonra hepsinden olursunuz. Hem siz, hem aile efradınız, hem de mallarınız helak olur. Eğer siz Allah rızası için yoksullara infak eder, onların yardımına koşarsanız siz de, aile efradınız da, mallarınız da düşmanın eline düşüp yok olmaktan kurtulur. Çünkü onlar da sizinle beraber düşmana karşı canla başla mücadele edeceklerdir.»

Bu âyet-L celileden anlaşılan bir başka mâna da şudur: Malınızın bir kısmını tasadduk edin, cimri olmayın. Yarın siz o malı mirasçılara bıraktığınız zaman siz onun menfaatinden mahrum olacak, mirasçılar ise diledikleri gibi harcayacaklardır. Eğer gayr-i meşru yolda harcarlarsa tasadduk etmediğiniz için azabını siz çekeceksiniz. Onlar da geçici safasını süreceklerdir. Zira o malın bir kısmını Allah yolunda tasadduk etmediğiniz için sizden davacı olacaktır. Böylece elinizle kendinizi helak etmiş olacaksınız.

Bu âyetin bir mânası da şudur: Haram maldan yapılan hayır, Allah katında asla kabul edilmez. O mal kıyamet günü sahibinin yüzüne çarpılır. O haram sahibini ateşe götürür, helak eder. Zira haram ateşten bir parçadır, her zaman sahibini ateşe götürür.

Imam-ı Katâde şöyle demiştir: «Haram maldan sadaka verenler, hayır yapanlar, bundan sevap bekledikleri takdirde kâfir olurlar. Kâfir ise ebedî olarak azaptadır.

Bu âyet-i celilenin devamında Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Allah yolunda ihsan edin, tasaddukta bulunun. Hak teâlâ ihsan edenleri sever.»

İhsan, Allah rızası için karşılıksız iyilik yapmaktır. Yapılan iyilik ve hayrın Allah indinde kabul olması için, sadece Allah rızası için yapılması gerekir, Allah rızası için yapılmayan ibadetler ve iyilikler Allah katında makbul değildir. Bu türlü ibadetler ve iyilikler kabul edilmez. Zira Allahü teâlâ ihsan edenleri sever. Kendi rızası için amel edenlerden hoşlanır. Ona göre fazlasıyla mükâfat verir. Çünkü Yüce Allah her şeye kadirdir.»

196

«Haccı da, umreyi de Allah için, tam yapın.»

Haccınızı ve umrenizi Allah için yapın. Bütün erkânını ve şartlarını yerine getirin. Telbiyede Allah'a eş tutmayın. Kâfirlerin ve müşriklerin yaptığı gibi yapmayın. Allah'ın rızası olmadığı şeyleri hacda ve umrede yapmayın. Zira Allah rızası için yapılmayan ibadetler makbul değildir.

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Herhangi bir sebeple bunlardan alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurbanı gönderin.

Hac ve umre için ihramlandıktan sonra hastalık veya herhangi bir sebeple hac ve umresini yapamayanlara Allahü teâlâ bir kolaylık olmak üzere hac ve umrelerinin yerine Beytullah'a birer kurban göndermelerini beyan ediyor. Bu kurbanlar boğazlanıncaya kadar ihramdan çıkmamalarını ve haccın menasikine uymalarını bildiriyor. Hac ve umreye mani olan engel ortadan kalktıktan sonra gelecek yıl hac ve umreyi kaza edin, yerine getirin, buyuruyor.

Yüce Allah âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin.»

İhramda olanlar, kurbanları Mina'ya varıp kesilinceye kadar ihramdan çıkıp traş olmasınlar. Ancak kurbanları kesildikten sonra traş olup ihramdan çıksınlar, îlâhî emir böyledir. Hacc-ı ifrad, Hacc-ı temettü, Hacc-ı kıran için durum aynıdır.

Allahü teâlâ hac âyetinde şöyle buyuruyor:

«Artık içinizden kim hasta olur yahut başından bir esiyyeü bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan yahut da kurbandan fidye (vaciptir) .

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şöyledir: Kâ'b İbni Acuze Beytullah'a hac ziyaretine gitmek için ihrama girer, ihramlı iken başında haşerat oluşur. Bu haşerat kendine eziyet verir. Durumu öğrenen Peygamberimiz sorar, Kâ'b, bunların kendine eziyet verdiğini söyler. Peygamberimiz «traş ol!» cevabını verir. Fakat buna mukabil altı kişiyi yedir, şayet buna gücün yetmezse üç gün oruç tut. Bunu da yapamazsan bir koyun kurban et, der.

Allahü teâlâ Peygamberinin hükmünü tasdik etmek için bu âyet-i celileyi indirir: «îhramlıyken av avlayanlar, traş olanlar, bunlara mukabil fakirlere fidye versinler. Eğer buna güçleri yetmiyorsa oruç tutsunlar. Bunu da yapamıyorlarsa bir kurban kessinler.»

Allahü teâlâ: 'Siz emin olduğunuz zaman», üzerinize farz ve vacip olan hac ve umrenizi kaza edin, buyurmuştur. Hac ve umreye niyet edip de herhangi bir sebepten yapamayanların ilk fırsatta hac ve umrelerini yapmaları gerekir.

Allahü teâlâ hac âyetinin devamında şöyle buyuruyor:

«Kim hacca kadar umre ile faidelenmek isterse ona kolayına gelen bir kurbanı (kesmek vacip olur)».

Umre için ihrama girip umresini yaptıktan sonra ihramdan çıkarak hac mevsimine kadar Mekke'de kalıp tekrar hac etmek için ihrama girenlerin bir kurban kesmeleri gerekir. Kurban üç kısımdır: Deve, sığır ve koyun.. Deve en yüksek olanı, sığır orta, koyun ise en aşağı olanıdır. En edna olanı koyun olduğu için koyundan kurban kesmek yeterlidir.

Hanefi mezhebine göre sadece umre veya sadece hacc-ı ifrad yapanlara kurban kesmek gerekmez. Hacc-ı temettü ve Hacc-ı kıran yapanların kurban kesmeleri gerekir.

Allahü teâlâ kullarına daima kolay olanı emrederek şöyle buyurmuştur:

«Fakat bulamazsa hac günlerinde üç, döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere oruç tutmak (üzerinize vacip olur ki) bunlar tam on gün eder. Bu, ailesi Mescid-i Haram'da bulunmayanlara aittir. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, cezası en çetin olandır.»

Mekke'nin yerlisi olmayıp da haccedenlerin kurban almaya durumları müsait Olmadığı takdirde ihramlı iken üç, memleketlerine döndükleri zaman da yedi gün oruç tutarlar ki tamamı on gün eder. Bu, kesemedikleri kurbana mukabildir. Çünkü orada kurban kesmek haccın vaciplerinden biridir. Kurban kesme olayı terk edildiği için Yüce Allah kullarına kolaylık olsun diye on gün oruç tutmalar rını emretmiştir. Allah'ın azabından korkun, emirlerini yerine getirin. Ona asla muhalefette bulunmayın. İbadet ve itaatlerinizi tam yapın.

197

«Hac ayları bilinen aylardır. İşte kim onlarda haccı (kendine) farz ederse, artık hacda kadına yaklaşmak, günah işlemek, kavga etmek yoktur. Siz ne hayır yaparsanız Allah onu bilir. Bir de (hac için) azıklanm. Muhakkak ki azığın en hayırlısı kaçınmaktır. Ey kâmil akıl sahipleri benden korkun.»

Hac vakitleri bilinen aylardır. Bunlar şevval, zilkade ve zilhicce ayının ilk on günüdür. Bu aylar içinde haccı kendine farz kılanların, ihrama girip telbiyede bulundukları takdirde hanımlarına yaklaşmaları, orada kavga etmeleri, günah işlemeleri, çirkin söz söylemeleri, av avlamaları yasaktır. Bunları terk etmek suretiyle haccın âdabına uymuş ve faziletini muhafaza etmiş olurlar. Bunlara uyulmadığı takdirde haccın fazileti yok edildiği gibi günaha da girilmiş olur. Her türlü ibadetin kabul olması için gerekli şartlarına uyulması gerekir. Allahü teâlâ kullarının ne yaptığını bilir, ona göre mükâfat ve mücazat verir.

Hac ve umreye niyetlenenlerin gidip gelecek kadar kendilerine lâzım olan bütün ihtiyaçlarının tam olması gerekir. Orada başkasına muhtaç olmamak için gerekli şeylerin önceden hazırlanması icap eder. Yüce Allah, hac ve umreye gidecek olanların ihtiyaçlarını önceden temin etmelerini ve orada kimseye muhtaç olmamalarını beyan ediyor. Zira ibadetin huzurlu yapılabilmesi için ihtiyaçların giderilmesi ve başkalarına yük olunmaması lâzımdır. İhtiyaç içinde kıvranan insanlar ibadetlerini huzurlu yapamazlar.

Bu âyetin iniş sebebi şöyledir: Yemenliler, biz Allah'a tevekkül ettik, biz tevekkül ehliyiz, diyerek hiçbir ihtiyaçlarını karşılamadan ve azıklarını yanlarına almadan hac için Mekke'ye gelirler. Yiyecek hiçbir şeyleri olmadığı için insanlardan yiyecek dilenirler. Vermeyen olduğu takdirde zoraki ve işkence ederek alırlardı. Böylece diğer hacıları da müşkül durumda bırakırlardı. Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti indirip buyurdu ki: «Bir yolculuğa çıktığınız zaman, sizi götürüp getirecek kadar ihtiyacınız olan şeyleri ve azıklarınızı yanlarınıza alın. Azığın en hayırlısı sizi başkalarına muhtaç etmeyendir.»

Müslümanın sefere çıkarken başkalarına muhtaç olmamak için azığını yanına alması farzdır. Dilenmek, başkasına el açmak İslâm'da yasaktır.

Bu tefsirciler azığı şöyle izah etmişlerdir: Sefere çıktığınız zaman ihtiyattınız olan azıktan ve yiyecekten yetecek kadar alın. Âhiret yolculuğuna da çıkmadan önce takva azığından edinin. Takva Allah'tan korkmak, emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmaktır. Ahiret yolculuğuna çıkmadan önce bu hazırlığı da yapın. Zira ahiret yolculuğu ebedi bir yolculuktur. Azıksız yola çıkanların hali perişandır.

Ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun, emirlerine sarılın. Ona muhalefet etmekten sakının ki, azabından kurtulup rahmetine ulaşasnız.

198

«(Hac mevsiminde ticaretle) Rabbinizden rızık istemenizde bir günah yoktur.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi budur: Sahabe-i kiram Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hac esnasında, cahiliye devrinde çeşitli pazarlarda alışveriş ettiklerini söyleyerek «yaptığımız iş doğru mu?« diye sormuşlardır. Bunun üzerine Allah, hac esnasında alış-veriş yapmaya müsaade ettiğini bu âyetle beyan etmiştir:

«Hac esnasında Allah'ın size rızık olarak verdiği şeylerden, maişetinizi teinin için alışveriş yapmanızda bir günah yoktur. Ancak haccın erkânını yerine getirmek şartıyla ticaret yapmanızda bir günah yoktur.»

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Arafat'tan geri döndüğünüz zaman Meş'ar-i Haramın yanında Allah'ı zikredin, O size nasıl hidayet ettiyse siz de onu öylece anın. Siz bundan evvel dalâlette kalmış kimselerden idiniz.»

Arafat dağından ayrılıp Müzdelife'ye indikten sonra Allahü teâlâ'yı orada telbiye ve dua ile anın. O sizi hidayete erdirip, İslâm nimetini nasip etti. Buna karşılık siz de Allah'ı anın. O sizi hidayete erdirmeden önce kimin hidayette olup olmadığını bilmiyordunuz. Hepiniz dalâlet içindeydiniz. Sizi sapıklıktan kurtarıp hidayete erdiren ancak O'dur.

Arafat dağının bu ismi almasının hikmeti şudur. Cebrail (aleyhisselâm), Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'e haccın bütün şartlarını ve erkânını bu dağda öğretmiş ve ona «hel arefte?» öğrendin mi? diye sormuştur. İbrahim (aleyhisselâm) da cevaben, «areftü- yani öğrendim, demiştir. Bundan dolayı ismi geçen dağa «Arafat» denilmiştir. Hacıların Arefe günü burada vakfeye durmaları haccın farzlarındandır.

Mina'ya Mina denilmesini ise İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle açıklar: Cebrail (aleyhisselâm) Âdem (aleyhisselâm)'a Mina'da -Yâ Âdem, neyi dilersen dile» demiş, Âdem (aleyhisselâm) da cevaben «Etimmenî alellahil cennete» yani ben Allah'ın cennetini arzu ediyorum, demiştir. Bundan dolayı o mevkinin ismi «Mina» olarak kalmıştır.

Müzdelife'ye de Müzdelife denilmesi şundan ileri gelmektedir: Havva anamızla Âdem babamız orada birleştikleri için, buluştukları için bu ismi almıştır.

199

«Sonra insanların döndüğü yerden siz de dönün. Allah'tan mağfiret isteyin. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıct, hakkıyla merhamet edicidir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kureyşliler Harem-i Şeriften çıktıktan sonra Arafat'ta vakfeye durmazlar, içlerinden bazıları Harem-i Şerifin dışında vakfeye dururlardı. Yemen halkı ve diğerleri ise Arafat'ta vakfeye dururlardı. Arafat'ta vakfeye durduktan sonra dönerlerdi. Allahü teâlâ bu âyet-i celileyi indirerek buyurmuştur ki: «Ey Kureyşliler, diğer insanlar nerede vakfeye duruyorlarsa, siz de orada vakfeye durun. Onlar nereden dönerlerse siz de oradan dönün. Yüce Allah'tan mağfiret isteyin. Bu ana kadar işlemiş olduğunuz günahlarınızdan tevbe edin, mağfiret isteyin. Zira Yüce Allah kullarını bağışlayan, günahlarını affedendir.'

Bu âyetin nüzulünden sonra Peygamberimiz Ebû Bekir'e hacıları alıp Arafat'ta vakfeye durmasını emretmiştir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivayet olunmuştur ki: Allahü teâlâ vakfeye duran hacılarla meleklere karşı iftihar eder ve buyururmuş ki: «Yâ feriştahlanm, uzak yerlerden gelen kullarıma bakın, benim emrimi yerine getirmek için buraya geldiler. Her türlü eziyete katlandılar. Ben de onları bağışladım. Günahlarını affettim- (Neseî). Arafat'ta vakfeye duran hacılarla beraber melekler de vakfeye durur ve onların dualarına iştirak ederler.

200

«Sonra hacca ait ibadetlerinizi bitirince atalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın.»

Bu âyet-i celilenin iniş sebebi şudur: Arapların eskidenberi bir âdetleri vardı. Onlar hac ibadetini ikmal ettikten sonra Mine mescidi ile dağ arasındaki sahada dururlar, babalarının yapmış oldukları iyilikleri ve işleri anlatırlardı. Ve bu işi yaparken büyük bir heyecana kapılırlardı. Ondan sonra dağılıp giderlerdi.

Yüce Allah bu âyetinde buyurdu ki: «Siz hac ibadetini ikmal ettikten sonra, sizi yaratan Allah'ı zikredin, anın. Bütün hayırları size ve atalarınıza veren O'dur. Zikre lâyık ancak sizi yaratan Rabbinizdir.»

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: Siz, Âdem atanızı zikrettiğiniz gibi Allah'ı zikredin Zira Yüce Allah, Âdem'i atasız yaratmış ve onun sulbünden de sizleri yaratmıştır Size bütün iyilik ve hayırları veren, her şeyi sizin için yaratan O'dur Bu nimetlere karşılık her an Allah'ı zikretmeniz farzdır.

Allahü teâlâ âyet-i celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Artık o insanlardan bazıları. Ey Rabbimiz, bize nasibimizi dünyada ver, der ki, onun âhiretten nasibi yoktur.»

Mekkeli müşrikler vakfeye durdukları zaman hep dünyalık isterler, servetlerinin çok olmasını arzu ederlerdi. Âhirete ait hiç bir şey istemezler, Allah'a tevbe etmezlerdi. Allahü teâlâ onların âhiretten nasibi olmadığını beyan ederek çok elim bir azaba çarptırılacaklarını bildiriyor. Mü’minler ise hem dünya, hem de âhiret nimetlerini Yüce Allah'tan isterler.

201

«Kimi de, Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateşin azabından koru, derler.»

Mü’minler vakfeye durdukları zaman Ey Rabbimiz, bize dünyada da, âhirette de iyilik ve hasene ver. Bizi kabir azabından, cehennem azabından koru. Bize iki cihanın saadetini ihsan et, derler.

İbn Abbas (radıyallahü anh) haseneyi şöyle izah etmiştir: Dünyada hasene, günahlardan tevbe etmek, kelime-i şehadet getirerek ölmek ve saliha bir hatundur. Çünkü saliha hatun eşini dünyada haramdan korur. Ve ona yardımcı olur. Âhiretteki hasene ise, cehennem azabından kurtulup cennet nimetine kavuşarak ebedî saadeti elde etmektir.

Mü’minin hacda ve diğer ibadetlerde dua ederken dünya ve âhiret nimetleri için dua etmesi gerekir.

İmam-ı Katâde, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında bir zâtın şöyle dua ettiği bize nakledildi, demiştir: «Yâ Rabbi, bana âhirette vereceğin cezayı bu dünyada ver. Onu burada çekeyim de âhirette selâmete kavuşayım» (Tirmizî). Allah o zâtın duasını kabul etmiş, çekebileceği bir hastalığı kendine vermiş. Hastalık onu çok yıpratmış ve yerinden kalkamayacak bir hale getirmiştir. Her geçen gün ızdırabı artan zat Hazret-i Peygambere bildirilmiş. Peygamberimiz o zata gelerek'hatırını sormuş ve «neden bu hale geldin?» diye sormuş. O zat bunu kendisinin istediğini, Allah'a böyle dua ettiğini söylemiş. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuş ki: -Ey Âdem oğlu, sen Allah'ın azabına dayanamazsın. Rabbine şöyle dua et: «Ey Rabbim, dünyada da, âhirette de bana iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru.- Hasta olan zat bu şekilde Allahü teâlâ'ya dua eder ve hastalığından kurtulur.

Yüce Allah bu âyetle duanın nasıl yapılacağını bildirmektedir. Bu şekilde yapılan dua ile dünya ve âhiret nimetleri birleştirilmiş olur. Mü’min dua ederken hem dünya, hem de âhiret için dua edecek, Allah'tan dünya ve âhiret mutluluğunu birlikte isteyecektir. Allah'ın rahmeti her şeyi ihata etmiştir. Yüce Allah, «kuluma istediğini vereceğim- buyuruyor. Şartlarına riayet ederek dua edenlerin dünya ve âhiret arzuları gerçekleşir. Duanın şartları aşağıda gelecektir.

202

«İşte onların kazandıklarından nasibleri vardır. Allah hesabı pek çabuk görendir.»

Her insan kazandığının karşılığını mutlaka görecektir. Hayır işlerse hayır, şer işlerse şer görecektir. Allahü teâlâ hesabı tez verendir. Allah dünyada kendilerine hasene verdiklerinden günahları giderdi, mükâfatlarını artırdı. Kötülük yapanların da cezalarını ziyadeleştirdi.

İmam-ı Dahhak, hesap hakkında şöyle demiştir; Hesabın tez oluşu şu demektir: Allahü teâlâ kıyamet günü bütün varlıkları bir defada hesaba çeker, onların birinin hesaba çekilmesi diğerinin hesaba çekilmesine engel değildir. Yer ve gök ehli hep birlikte Allah'a dua ve niyazda bulunsalar, hepsinin dualarını işitir ve arzularını bilir, birini diğerine karıştırmaz. Onların hepsini bir anda hesaba çeker ve her biri hesaba çekilenin yalnız kendi olduğunu bilir. Hiçbiri diğerinin günahından ve sevabından bir şey alamaz. Orada herhangi bir yanlışlığın olması söz konusu değildir.

203

«Bir de sayılı günlerde Allah'ı zikredin. Kim iki günde acele ederse üstüne günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur. Bu takva sahibi içindir. Allah'tan korkun ve bilin ki, muhakkak onun huzurunda (hepiniz) toplanacaksınız.»

Kurban bayramı günlerinde farz namazlardan sonra tekbir getirerek Allah'ı zikredin. Arefe günü sabah namazından başlamak üzere kurbanın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farzdan sonra namaz kılanların tekbir getirmesi vaciptir. Yüce Allah âyet-i celilede buna işaret ederek -sayılı günlerde Allah'ı zikredin» buyurmuştur.

Bazı bilginler şöyle demişlerdir: Bu tekbirlerden maksat, eyyam-ı teşrik günlerinde Mina'da taş atarken getirilen tekbirdir. Mina'da üç gün şeytan taşlanır. Bu tekbir şeytan taşlanırken getirilen tekbirdir. Hacılardan biri bayramdan sonra iki gün taş atsa da üçüncü günü beklemeden gitse üçüncü günü beklemediği için kendisine bir günah yoktur. Ancak haccın geri kalan hükümlerini ve şartlarını yerine getirmek suretiyle haccı kabul edilir, hattâ evine geldiği zaman bile masiyetten kendisini korumalıdır. Bir çok hacı vardır ki, evlerine döndükleri zaman Allah'tan korkmayıp masiyete dalarlar, günah işlemekten hiç çekinmezler. Allahü teâlâ onlardan hazer eder. Âyetin sonunda Yüce Allah, -Allah'tan korkun, bilin ki hepinizin toplanıp varacağınız yer O'nun huzurudur. Hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız. Amellerinize göre mükâfat ve mücazat göreceksiniz. Hayır yapanlar mükâfatını, şer işleyenler ise mücazattnı göreceklerdir» buyurmuştur.

204

«insanlardan öyle kimse vardır ki, onun dünya hayatına ait sözü hoşunuza gider ve o kalbinde olana Allah'ı şahit getirir. Halbuki o düşmanların en yamanıdır.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Ahnes İbni Şurayk adında gayet edip ve endamlı bir kâfir vardı. Bu adam Müslümanlara karşı çok gaddardı. Bir gün Medine'de gezerken Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile karşılaşır ve Efendimize «Yâ Resûlâllah, benim niyetim gelip sana îman etmekti- der. Peygamberimiz onun doğru söylediğini zannederek konuşmasından hoşlanır. Ahnes yemin eder ve der ki «Vallahi ben sana îman ettim ve seni sevdim.» Halbuki Ahnes batıl üzereydi ve Peygambere düşmanlık yapıyordu. Çünkü Peygamberimiz onun yeminine itimat etmişti. Allahü teâlâ bu âyeti indirerek şöyle buyurmuştur:

«Yâ Muhammed, insanlardan bazılarının sözleri sana hoş gelir. Onlar sadece dünya hayatı için söylerler. Âhiret hayatından habersizdirler ve âhirette onlara hayrı dokunacak hiç bir şey yapmazlar. Onların söylediklerinin hepsi yalandır, onların kalbleri küfür doludur. Konuştukları da yalandır. Seni inandırmak için Yüce Allah'ı da şahit tutarlar. Halbuki onlar batıl üzere sana düşmanlıklarını devam ettirirler.»

205

«O, yer yüzünde iş başına geçti mi orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez.»

Bu âyet-i celile Ahnes hakkında inmiştir. Yüce Allah buyuruyor ki: «Yâ Muhammed, onun işi yeryüzünde daima fesat çıkarmak ve Allah'a isyan etmektir. Onun arzusu yeryüzünde huzuru kaldırmak ve devamlı bozgunculuk yapmaktır. O Müslümanların ekinlerini helak eder ve hayvanlarını öldürürdü. Onun işi gücü Müslümanlara zarar vermek, yeryüzünde fesat çıkarmaktı. Allahü teâlâ yeryüzünde fesat çıkaranları ve fesadı sevmez, onların günahlarını bağışlamaz.»

Zalim ve münafık Ahnes Peygamberimize îman ettiğini söylemesine rağmen ondan ayrıldıktan sonra Müslümanların ekinlerini helak etti ve hayvanlarını öldürdü. Peygamberimiz onun sözüne kanıp aldanmasın diye Yüce Allah da bu âyeti indirdi ve onun kalbinde saklamış olduğu düşmanlığı bildirdi.

206

«Ona, Allah'tan kork denildiği zaman izzeti kendisini günah işlemeye götürür. İşte öylesine cehennem yetişir. O hakikat ne kötü yataktır.»

Bu âyet-i celile yine Ahnes hakkında nazil olmuştur. Ona, Allah'tan kork, kibirlenmeyi bırak, Allah'a isyan etme, mütevazi ol, bozgunculuğu bırak, günah işlemekten sakın denildiği halde aldırmamazlıktan gelirdi. Yüce Allah onun akıbetini haber verip buyurdu ki:

«Ona cehennem azabı kâfidir. O ne kötü bir yataktır.» Fesatçıların, kâfirlerin, isyancıların ve müşriklerin gideceği yer orasıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.

Bu âyet-i celile Ahnes hakkında inmesine rağmen, hüküm bakımından herkese hitap etmektedir. Kim yeryüzünde bozgunculuk yapar, Allah'a âsi olur, Müslümanlara zarar verirse, Allah'ın azabına uğrayacak ve gideceği yer cehennem olacaktır. Onlar Ahnes ile beraber haşrolacaklardır.

Bir Yahudi mühim bir ihtiyacı için Halife Harun Reşid'e gider, fakat bir yıl halifenin huzuruna giremez. Bir gün halife evinden çıkınca yolunu keser ve «Ey mü’minlerm emiri, Allah'tan kork» der. Bu sözü duyan halife atından iner ve secdeye kapanır. Secdeden başını kaldırdıktan sonra vezirlerine Yahudinin ihtiyacının giderilmesini emreder. Vezirleri Yahudinin ihtiyacını karşıladıktan sonra, halifeye gelerek «Ey mü’minlerin emîri, sana ne oldu ki, bir Yahudinin sözüyle atından indin, secdeye kapandın» derler. Halife «ben, Yahudinin sözünden dolaya atımdan inmedim. Allahü teâlâ'nın sözünü hatırladığım için indim. Bir insana -Allah'tan kork» dendiği zaman onu kibir kaplar, kibirlenip de günaha girmeyeyim diye atımdan indim, seodeye kapandım- der.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Yüce Allah'ın emirlerine icabet edip, O'na mutî olun. Biri, sizden Allah rızası için bir şey isterse verin. Mü’minin özelliği budur, imanın hakikati bununla zahir olur- (Tirmizî).

207

«İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki Allah'ın rızasını isteyerek nefsini satın alır. Allah kullarına çok merhametlidir.»

Bu âyet Suheyb-i Rumi ile Peygamberimizin sahabesinden bir cemaat hakkında nazil olmuştur. Bu zatlar Mekke'de olduğu için, Mekkeli müşrikler bunlara ezâ-cefa etmişlerdi. Bunlardan Suheyb-i Rumî çok yaşlı ve çok zengin idi. Onların işkencesine dayanamayarak müşriklere şöyle der: -Ey kavmim, ben yetmişlik bir ihtiyarım, sizinle beraber olayım, benden size bir zarar gelmez. Bütün malımı size vereyim, beni bırakın, dinime karışmayın, malımla, canımı ve dinimi sizden satın alayım.» Mekkeli müşrikler buna razı olurlar, koyunlarını ve bütün mallarını alırlar. Suheyb (radıyallahü anh) eli boş olarak Medine'ye Peygamberimizin yanına döner. İlk önce Ebû Bekir'e uğrar, Ebû Bekir (radıyallahü anh), kendisi hakkında âyet nazil olduğunu ona haber verince çok sevinir.

Yüce Allah, Suheyb-i Rumî hakkında indirmiş olduğu âyette şöyle buyuruyor: «İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, mallarını verip canlarını ve dinlerini satın aldılar. Bunu Allah rızası için yap' Ular. Allahü teâlâ öyle kullarını merhamet edici, bağışlayıcı ve arzularını yerine getiricidir.»

Bu âyet-i celile her ne kadar Suheyb-i Rumî hakkında nazil olmuşsa da; malım Allah yolunda infak ederek canını, namusunu ve dinini zarara uğramaktan koruyan, âhiretini satın alan bütün mü'minlere hitap etmektedir. Allah rızası için yapılan her şeyin karşılığını Yüce Allah çok fazlasıyla verecektir.

208

«Ey îman edenler, hep birden sulh u selâma girin. Şeytanın adımlan ardına düşmeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.»

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Abdullah İbni Selâm ve arkadaşları İslâm'ı kabul ettikten sonra, cahiliye devrinde olduğu gibi cumartesine tazimde bulundular ve deve etini yemeyi kendilerine haram saydılar. Allahü teâlâ da bu âyeti indirerek «Ey iman edenler, hepiniz İslâm'ın emirlerine uyun. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiklerine tâbi olun. İslâm'ın emirlerinden dışarı çıkmayın. Şeytana tabi olup, onun arkasından gitmeyin. Zira şeytan sizin en büyük düşmanmızdır, sizi Allah yolundan ahkoyar. Ona tâbi olursanız, helak olursunuz. Allah'ın size helâl kıldığını kendinize haram kılmayın, haram kıldığını da helâl kılmayın' buyurmuştur.

209

«Size bunca aşikâr deliller geldikten sonra yine kayarsanız bilin ki, şüphesiz Allah mutlak galibdir. O hikmet sahibidir.»

Bunca deliller size ulaştıktan sonra şeytan sizi hak yoldan ahkoyar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirmiş olduğu İslâm'ı bıraktırırsa, bilin ki Allahü teâlâ, azizdir ve hükmü galibdir, haktan ayrılan kullarından mutlaka intikamını alacak ve onları elîm bir azapla cezalandıracaktır. O'nun hükmüne mâni yoktur. Hak yolda olanları mükâfatlandırdığı gibi, hakkın dışına çıkanları da cezalandıracaktır.

210

«İslâm'a girmeyenler Allah'ın, buluttan gölgeler içinde meleklerle birlikte kendilerine gelivermesine ve işlerinin bitirilmesine mi bakıyorlar? Halbuki işler Allah'a döndürülür..»

Kâfirler neye güvenerek îman etmezler. Bunların güvendikleri bir yer mi vardır? Allahü teâlâ'nın va'd ettiği azabın üzerlerine gelmesini mi bekliyorlar? Yoksa Allah'ın bulutlar içinde meleklerle üzerlerine azabını göndermesini mi bekliyorlar? Yüce Allah kıyamet günü cennet ehlini, cennete, cehennem ehlini de cehenneme sevk ettikten sonra bütün işler Allah'a dönecektir. Allah itaat ehline sevap, ikap ehline ise azap verir. Yani itaat edenlere sevap, isyan edenlere de azap verir.

211

«Sor İsrailoğullarına, onlara nice açık âyetler verdik. Kim Allah'ın nimetini, o kendisine geldikten sonra, değiştirirse şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır.»

Ya Muhammed, İsrailoğulları cenin Tevrat'taki özelliklerini inkâr ederek, mücadele ederler. Biz, onlara ne kadar nimetler ihsan edip, deliller izhar ettik. Denizi ikiye ayırıp onları kurtardık, düşmanlarını helak ettik, Tih vadisinde onları kırk yıl hapsettikten sonra kurtardık. Onlara kudret helvasıyla güvercin eti indirdik. Senin özelliklerini Tevrat'ta onlara bildirdik. Şimdi bütün bu nimetlerimizin şükrünü terk edip inkâr ederek, seninle mücadele ediyorlar.

Allahü teâlâ, kendilerine nimet verip, Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını bildirdikten sonra, değiştirenlere, hakkı gizleyip batılla tevil edenlere Yüce Allah'ın şiddetli azabı vardır. Allah'ın nimetleri onlardan zail olur.

Bu âyetin hükmü umumîdir. Allah'ın verdiği nimetlere şükretmeyip, inkâr edenlerden Allah nimetini alır. Onları elim bir azap ile cezalandırır.

212

«Küfredenlere dünya hayatı pek süslendi. İman edenlerden kimiyle eğleniyorlar. Halbuki takvaya erenler kıyamet gününde onların üstündedirler. Allah kimi dilerse ona hesapsız rızik verir.»

Bu âyet-i celile Kureyş kâfirlerinin reisleri hakkında nazil olmuştur. Onlara dünya hayatı süslü, çok güzel, lezzetleri tatlı görünmüştür. Müşrikler zenginlikleriyle böbürlenerek Müslümanların fakirleriyle alay etmeye başlamışlardır. Kâfirlerin hor gördüğü Kimseler Allah'a şirk koşmaktan uzak ve küfürden sakmmışlardir. Onlar ne kadar fakir olsalar da Allah'a iman ettikleri için kâfirlerden dünyada çok üstündürler. Âhirette ise makam ve nimetler yönünden, onlardan çok ulvîdirler. Onların hor gördüğü fakirler âhirette cennet nimetiyle mükâfatlandırılırken, müşrikler esfel-i sâfilinde en şiddetli azap ile cezalandırılacaklardır.

Allahü teâlâ kimi dilerse ona sonsuz rızık verir, vermiş olduğu rızkın hesabını kimse bilmez. Onu hiç kimse hesap edemez. Yüce Allah kulunu hiç ummadığı yerlerden rızıklandırır. Bu nimetlerin dünyada şükrünü yerine getirenlerden âhirette hesabı sorulmaz. Dünyada şükrünü yerine getirmeyenlerden âhirette hesabı sorulur.

Dünya hayatını insanlara hoş gösteren hususlar hakkında tefsirciler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre dünya hayatını insanlara hoş gösteren şeytandır. Zira Allahü teâlâ, kullarını dünyanın kötülüklerinden alıkoymak için âyetlerini indirmiş ve dünyanın fani olduğunu, onunla böbürlenmemelerini, dünyaya aldanmamalarını beyan etmiştir. Fakat şeytan, onları ebedî saadetten mahrum etmek için, dünyayı hoş göstermiş, gönüllerini dünyaya bağlatmış, âhireti inkâr ettirmiş veya unutturmuştur.

Bazı tefsircilere göre ise, dünyayı hoş gösteren Allahü teâlâ'dır. Kullarını imtihan etmek için göze ve gönle hoş görünen şeyleri dünyanın içine atmıştır. İnsanlar onlarla böbürlenerek, gururlanarak aldandılar. Ebedî hayatı terk ettiler. Dünya muhabbetine daldılar ve saadet-i ebediyeden mahrum oldular.

213

«İnsanlar bir tek ümmetti. Binaenaleyh Allah'ın müjdecileri, habercileri olmak üzere (onlara) peygamberler gönderdi. İnsanların ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak kitablar da indirdi.»

Bu insanların hepsi Nûh (aleyhisselâm) zamanında bir din ve bir ümmet üzere idiler. Allah'a iman etmeyip, Nûh ile gemiye binmeyenlerin tamamı helak olmuştu, yer yüzünde tek bir kâfir bile kalmamıştı. Sadece kurtulanlar gemiye binenler olmuştu. Nûh tufanından sonra gemiye binip, kurtulanların zürriyetleri çoğaldı, dinleri ayrıldı, çeşitli kabilelere bölündüler. Birçoğu hak dinden uzaklaştı. Yüce Allah tekrar onlara peygamberler gönderdi, hak yola davet etti.

Bir kısım bilginler bu mevzuda şöyle demişlerdir: «Nûh (aleyhisselâm) zamanında bütün insanlar kâfir idi, bu bakımdan bir din üzere idiler. Allahü teâlâ bunları hak yola davet etmek için Nûh (aleyhisselâm)'u ve diğer peygamberleri gönderdi. Gönderilen peygamberler Allah'a itaat edenleri cennetle müjdelediler, isyan edenlerin ise ebedî azaba uğrayacaklarını bildirdiler. Yüce Allah peygamberler vasıtasıyle kitaplar gönderdi ki, ibadet şekillerini öğrensinler ve aralarında ihtilâfa düştükleri meselelerde onunla hükmetsinler diye.» Yüce Allah'ın peygamberler ve kitaplar göndermesindeki hikmet, kullarım dünyada ve âhirette ebedî saadete ve mutluluğa ulaştırmaktır.

Yüce Allah âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Halbuki kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirine karşı olan ihtiras ve hasetten ötürü ihtilâfa düşenler, o Ikitap) verilenlerden başkası değildir. İşte Allah îman edenleri, kendi iradesiyle, hakkında ihtilâfa düştükleri hakka ulaştırdı. Allah kimi dilerse onu doğru yola iletir.»

Kendilerine kitap verilenler, Allahü teâlâ'nın dininin hak olduğunu bildikten sonra hasetlerinden dolayı ihtilâfa düşüp, muhtelif dinlerin sâliki oldular. Yüce Allah iman edenlere hidayet verip, batıldan hakka dönderdi. Onlar batılı bırakıp hakka girdiler. Yüce Allah kimi dilerse onu hak yolda muvaffak kılar.

214

«Yoksa siz, sizden evvel geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk, sıkıntı gelip çattı ve (öyle) sarsıldılar ki, hatta peygamberleri maiyetindeki mü’minlerle birlikte: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyordu. Gözünüzü açın, muhakkak Allah'ın yardımı yakındır.»

Bu âyet-i celile Hendek muharebesi hakkında nazil olmuştur. İsmi geçen muharebe esnasında kâfirlerin çokluğu mü’minleri korkutmuştu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabesiyle istişare yaparak Medine şehrinin etrafına hendek kazılmasına karar vermişlerdi. Bu hendek kazımmda bizzat Peygamberimiz de çalışmıştı. Düşmanın çokluğundan tedirgin olan sahabeler, çeşitli yorumlarda bulunuyorlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti indirerek: Ey mü’minler, sizden öncekilerin düştüğü sıkıntılara düşmedikçe -ki, onlar çeşitli sıkıntılar, hastalıklar, yokluklar, ızdıraplar çekmişlerdi - siz de onları çekmedikçe cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Tâ ki, mü’minler Resûlüllah'a «Allah'ın yardımı bize ne zaman ulaşacak» dediler. «Yâ Muhammed, Allahü teâlâ'nın yardımı size yakındır.' Kâfirler kazılan hendeği görünce şaşırdılar. Zira bu ana kadar böyle bir şey görmemişlerdi. Bir müddet Medine'yi muhasara altında tuttuktan sonra, bir netice alamadan çekip gittiler.

Artık sıra Müslümanlara gelmişti. Allahü teâlâ'nın va'dettiği yardım mutlaka vuku bulacaktı. Mü’minler Mekke üzerine yürüdüler, kısa zamanda Mekke'yi fethettiler, ilâhi vaad vuku bulmuştu. Müslümanlar sevinç içinde idiler. Artık küfür ehli helak ve perişan olmuştu. Müslümanlar kurtulmuş, Allah'ın yardımına kavuşmuşlardı. Allah daima inananlarla beraberdir. Her zaman küfür ehli helak olacak, iman ehli zafer bulacaktır.

Bir kısım tefsirdiler de şöyle demişlerdir: «Bu âyet bütün peygamberler hakkındadır. Zira her peygamberin ümmeti kâfirler tarafından işkenceye maruz kalmıştır. Onlar «ne zaman Allah'ın yardımı bize ulaşacaktır» dediklerinde Allahü teâlâ da yardımını göndermiş, onları kâfirlerden kurtarıp, kâfirleri helak etmiştir.»

215

«Onlar, hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sana sorarlar. De ki: Maldan vereceğiniz şey ananın, babanın, akrabanın, yetimlerin, yoksulların, yol oğlunun (misafirlerin hakkı) dır. Her ne hayır işlerseniz şüphesiz Allah onu çok iyi bilendir.»

Bu âyet-i celile, sahabenin zengin ve yaşlılarından Amr İbn Cemuh (radıyallahü anh)'un «Yâ Resülâllah, hangi şeyi sadaka olarak verelim, infak edelim? suâline cevap olarak nazil olmuştur. Allahü teâlâbu âyet-i celileyi inzal buyurarak: -Yâ Muhammed, sana hangi şeyi nafaka olarak vereceklerini sorarlar, ihtiyacınızdan fazlasını nafaka olarak verin..» Bir de kimlere vereceklerini sorarlar. «İnfaka lâyık olanlar, analar, babalar, akrabalar, yetimler, yoksullar, yolda kalmışlar, misafirlerdir. Siz malınızı nasıl infak edip, sadaka olarak verirseniz verin Allah onu bilir. Kıyamet günü çok fazlasıyla onun mükâfatını size verir. Allah, hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz.

Bir kısım tefsirciler şöyle demişlerdir: -Bu sadaka âyeti, zekât âyetiyle neshedilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'deki bütün sadaka âyetlerinin hepsi böyledir.»

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Sadaka âyeti zekât âyetiyle nesh edilmemiştir. Hükmü bakidir. Zira bu âyette anaya-babaya, hısımlara ihsan etmek, yetimlere, yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine yardım ve hayır yapmak tavsiye edilmektedir. Âyet buna delâlet eder.»

216

«Sizin hoşunuza gitmediği halde uhdenize düşmanla savaş yazıldı. Olur ki bir şey hoşunuza gitmezken o, sizin için hayırlı olur. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir (hangisinin hayır, hangisinin şer olacağını) siz bilmezsiniz.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Allahü teâlâ düşmanla savaşmayı Müslümanlara farz kıldı. Müslümanlar savaşmayı ve savaş için sefere çıkmayı hoş görmediler, zahmet sandılar. Yüce Allah bu âyet-i celileyi indirerek şöyle buyurmuştur: «Sizin üzerinize cihad farz kılındı, sizin hoşunuza gitmeyen ve size ağır gelen şeylerde, sizin için hayır vardır. Hoşunuza giden, sevdiğiniz şeylerde de sizin için belki şer vardır. Hoşunuza gitmeyen savaşta, fetih ve İslâm'ın zuhuru vardır. İslamî cihadda ölenler şehadet mertebesine, kalanlar ganimet ve gazilik derecesine ulaşırlar. Düşmanla ‘ınvaşmayıp evde oturmak sizin hoşunuza gider, halbuki bu sizin için serdir. Savaştan geri kalmakla düşmana cesaret verir, onu üzerinize musallat edersiniz. Dünyevi ve uhrevî nimetlerden mahrum kalırsınız. Allahü teâlâ sizlerin salâhınızı ve faydalarınızın nelerde olduğunu bilir, fakat siz bilmezsiniz. Bunun için sizin üzerinize düşmanla savaşmayı farz kılmıştır, emretmiştir. Hayır, Allahü teâlâ'nın dilediğindedir; bizim dilediğimizde değildir. Bizim görevimiz Allah'ın emirlerine boyun eğmektir. Hoşumuza gitmeyen şeylerde belki bizim için sayısız hayırlar vardır, halbuki biz onu bilmeyiz.. Gaybı bilen ancak Allah dır. O, daima kulunun hayrına olan şeyi takdir eder, kulları için şer değil, hayır diler.

217

«Sana haram olan o ayı, ondaki muharebeyi sorarlar. De ki: Onda muharebe etmek büyük günahtır. Allah yolundan men etmek, onu inkar etmek, Mescid-i Haram'a gitmelerine manî olmak, onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyük günahtır. Fitne katiden de beterdir. Kâfirler, güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaya devam edeceklerdir. İçinizden kim dininden döner de o, kâfir olarak ölürse onların yaptığı işler dünyada da, âhirette de boşa gitmiştir. Onlar o ateşin arkadaşlarıdır. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Abdullah İbn Cahş'ı Cemâziyü’l-âhir ayında, dokuz kişilik bir öncü kuvvetle, Mekkeli müşriklerin Müslümanlara karşı ne gibi bir hazırlıkta bulunduklarını öğrenmesi için Mekke tarafına göndermişti, öncü kuvvet yolda giderken Kureyş ticaret kervanıyla karşılaştı. Seriyye başkanı Abdullah, Kureyşlileri yanıltmak için arkadaşlarının saçlarını kestirdi. Mekkeli müşrikler bunların saçlarının kesik olduğunu görünce Recep ayının girdiğini zannederek yollarına devam ettiler. Çünkü eskiden beri Araplarda Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarında savaş yapılmazdı. Bu aylarda savaş yapmak haramdı. Fakat henüz Recep ayı girmemişti. Abdullah İbn Cahş onlarla savaştı, bir kısmını katletti, bir kısmını esir etti ve mallarını aldılar. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanları haram ayda savaş etmekle suçladılar, Peygamberimize gelip «haram aylarda savaşmak var mıdır, sizin dininizde haram aylarda savaş yapılır mı?» diye sordular. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirerek: -Yâ Muhammed, müşrikler sana haram ayında yapılan savaşın hükmünü sorarlar. Haram ayında savaş yapmak günahtır. Fakat Allah'ın kullarını Beytullah'ta ibadet etmekten men etmek, Allah'a şirk koşmak, Müslümanları Mekke'den çıkarmak Allah katında günahların en büyüğüdür. Allah'ı inkâr etmek, O'na şirk koşmak, haram ayında savaşmaktan çok daha gûnahdır. Eğer o müşriklerin güçleri yetse, sizi dininizden çevirmek için her an savaşırlar, haram ay dinlemezler, fakat onlaraı asla buna güçleri yetmez. Siz de bundan sonra onların dinine rağbet edip, onlara dönmeyin. Her kim onların dinine dönerse bu ana kadar yapmış olduğu bütün iyilikler yok olur. Yapmış olduğu iyiliklerin dünyada ve âhirette kendisine asla faydası olmaz.

Abdullah İbn Cahş arkadaşlarıyla Peygamberimize gelerek: -Yâ Resûlâllah, biz kâfirlerle Recep ayında savaştık, bize mücâhidlerin sevabı verildi mi, yoksa Recep ayında savaştığımız için mükâfattan mahrum mu kaldık?» diye sordular.

218

«Hakikat îman edenler, bir de Allah yolunda hicret edip de savaşanlar yok mu? İşte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah hakkıyla yarlığayıcı, cidden merhamet edicidir.»

İman ettikten sonra Allah rızası için, dinleri uğrunda yurtlarını terk edenler, dinlerini korumak için kâfirlerle savaşanlar, mutlaka Allah'ın rahmetine nail olacaklardır. Onlar hem bu dünyada, hem de ahirette ebedi mükâfata kavuşacaklardır. Allahü teâlâ gafurdur, haram ayda yapılan savaşların günahını bağışlar, rahimdir, iman eden kullarını esirger.

Yüce Allah haram aylarda savaşmayı bu âyetle mubah kılmıştır. Bundan sonra savaşılması yasak bir ay kalmamıştır. Yüce Allah Tevbe sûresinin 36. âyetinde şöyle buyuruyor: «O aylarda nefislertnize zulmetmeyin, topyekün kâfirlerle beraber savaşın.» Günah işleyerek kendinize zulmetmeyin. Kâfirler sizinle savaştıkları zaman, siz de hep birlikte onlarla savaşın. Ne zaman onlar sizinle savaşırlarsa, siz de haram ay gözetmeden onlarla savaşın.

219

«Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için faideler vardır. Günahları ise faidelerinden daha büyüktür.»

Bu âyet-i celile Hazret-i Ömer, Hazret-i Muaz ve Hazret-i Sa'd İbni Vakkas hakkında nazil olmuştur. İsimleri geçen sahabeler Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'e gelerek: «Yâ Resûlâllah, içki ve kumar hususunda bize ne dersin? Bunlardan içki, aklı, kumar da malı gideriyor. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti indirerek: «Yâ Muhammed, sana içki ve kumardan sorarlar. Bunları işlemek günahtır. Zira bunlar aranıza düşmanlık sokar, birbirinize kötü söz söylemenize sebep olur, sizi yalana teşvik eder, sizin küfrünüze sebep olur, ibadetlerinize mani olur. Fakat bunlarda bazı faydalar da vardır. Bunlardan kazanç temini gibi. Her ne kadar insanlar için bunlarda fayda varsa da, zararları faydalarından çoktur. Günahı çok, menfaati azdır.»

Bu âyet-i celile içki ve kumarın faydasını ve zararlarını bildirerek zararının faydasından çok olduğunu haber vermiştir.

Sahabeden bazıları, günahı olanı bırakalım, bize faydalı olanı alalım demişlerdir. Yüce Allah Nisa sûresinin 43. âyetini indirerek: -Ey îman edenler, siz, sarhoşken, ne söyleyeceğinizi bitinceye kadar namaza yaklaşmayın» buyurmuştur. Bu âyetin nüzulünden sonra sahabeden bir kısmı içkiyi bırakmıştır. Bir kısmı da içkiyi bırakmayarak namaz vakitleri içmezler, namaz vakitlerinin dışında içerlerdi. Yüce Allah hiç bir peygamberin ümmetine vermediği bütün nimetleri, Hazret-i Muhammed'in ümmetine ihsan etti. Allahü teâlâ Şeriat-ı Muhammediyeyi bir anda göndermedi, zaman zaman, alıştıra alıştıra gönderdi. Halbuki diğer peygamberlerin kitaplarını bir defada göndermiş, böylece dinî emirlerin bir kısmı onlara ağır gelmişti. Fakat Hazret-i Muhammed'in ümmetine ağır gelmesin diye dinin hükümlerini zaman zaman göndermiştir. İçki yasağını da bir defada koymamıştır. Zira İslâm'ı kabul edenlerden içkiye mübtelâ olanlar vardı, bir anda bunları içki alışkanlığından vazgeçirmek nefislerine ağır gelecekti. Allah içkiyi haram kılmadan önce içkinin zararlarını bildirdi, ondan sonra sarhoş iken namaza yaklaşılmamasını emretti ki, Müslümanlar bunun üzerinde düşünsünler, haram olduğunu anlasınlar. Bundan sonra Maide sûresinin 90. âyetini inzal ederek iman edenlere içki ve kumarın kesinlikle haram olduğunu bildirmiştir. Bunun açıklaması Maide süresinde gelecektir. Bu âyet-i celile içki ve kumarın bütün mü’minlere haram olduğunu bildirmiştir. Sadece içilmesini değil, ticaretinin yapılmasını da haram kılmıştır.

Kivayet edilmiştir ki, Âşâ isminde bir zat, Müslüman olmak için Medine'nin yolunu tutar. Yolda bir kaç müşrikle karşılaşır. Müşrikler nereye gittiğini sorarlar, Âşâ da Müslüman olmak için Medine'ye gittiğini söyler. Müşrikler, ona Müslüman olursan Muhammed, sana namaz kılmam emreder, derler. O da, kul olana Allah'a hizmet etmek vaciptir, cevabını verir. Müşrikler bu zatı İslâm'a girmekten alıkoymak için, yine devam ederler ve eğer Müslüman olursan, Muhammed, sana, malından fakirlere vermeni söyler, derler. Âşâ, fakirlere yardım insanlığın gereğidir der. Müşrikler devam ederler, şayet islâm'ı kabul edersen, Muhammed sana zina yapmamanı söyler. Müslüman olursan zina yapamazsın, derler, Âşâ, zina yapmak çirkin bir iştir, insanlığa yakışmaz, aklı olanın yapacağı bir iş değildir der. Bu defa müsrikfer, İslamı kabul ettiğin takdirde Muhammed içki içmeni yasaklar, sana içki içirmez derler. Bunu duyan Âşâ, içkiye sabredemem; bir yıl daha içerim ondan sonra gider islâm'ı kabul ederim der ve yoldan geri döner. Evine giderken devesinden düşer ölür.

Düşünebilenler bundan ibret almalıdır. Hayır işini geciktirmek hayır getirmez, daima şer getirir. Allah'ın yasakladığı şeylerden bir an önce vazgeçmek en büyük hayırdır. Onlarda ısrar etmekse en büyük tehlikedir. Zira insan ne zaman ve hangi şartlar altında öleceğini bilmemektedir. Onun için de tedbirli olması şarttır.

Cafer-i Tayyar (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Ben İslâm'dan önce bile içki içmedim, gördüm ki akü yok ediyor, içenleri perişan ediyor, insanı insan yapan akıldır, insanın kemâle ermesi için aklını koruması gerekir. Ancak akıl sahipleri kemâle ermiştir. Aklının kıymetini bilmeyenler en aşağı dereceye inmişlerdir. Allahü teâlâ akıl vermediklerine herhangi bir mükellefiyet yüklememiştir. Onlar için bir ceza da yoktur..» Böylece aklın ne kadar değerli bir nimet olduğu anlaşılmaktadır. Aklı zedeleyecek olan her şeyi Yüce Allah yasaklamıştır. Fakat insanlardan bazıları bu ilâhi hikmeti anlayamadıkları için kendilerine zulmederler de farkında olmazlar.

Kumar da içkiyle birlikte yasaklanmıştır. İslâm'dan önce birkaç arkadaş bir deve satın alarak aralarında kur'a çekerlermiş, kimin ismi en son çıkarsa devenin parasını o verirmiş. İsmi en son çıkan zarar ediyor, diğerleri onun sırtından geçiniyordu, islâm haksız yere başkasının sırtından geçinmeyi kesinlikle yasaklamıştır. İslâm buna asla müsaade edemezdi. Nitekim de etmemiştir. Kur'a ile ve diğer oyunlarla haksız yere birbirinin elindekini almayı islâm kumar kabul etmiş, büyük günah olduğunu bildirmiş, bunu yapanların elim bir azaba çarptırılacaklarını da haber vermiştir.

Imam-ı Mücahid ile İmam-ı Ata her ne suretle olursa ölsün haksız yere başkasının elindekini almak kumardır. Bu az olsun, çok olsun farketmez, demişlerdir.

Yüce Allah âyet-i celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Sana hangi şeyi nafaka vereceklerini sorarlar. De ki: İhtiyacınızdan artanı verin. Allah size böylece âyetlerini açıklar. Olur ki dünya hususunda da, âhlret hususunda da iyice düşünürsünüz.»

Bu âyet-i celile Amr İbni Cemuha'nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)e sadaka hakkında soru sorması üzerine nazil olmuştur. Allahü teâlâ buyurdu ki: «Yâ Muhammed, senden sadaka hakkında sorarlar. Hangi şeyden sadaka verelim derler. Aile efradınızın ve sizin ihtiyacınızdan fazlasını infak edin.' Amr (radıyallahü anh) bu hükmü öğrendikten sonra kazandığından aile efradına yetecek kadarını alır, diğerini sadaka olarak verirdi. Tâ ki zekat âyeti gelene kadar böyle devam etti. Zekât âyeti gelince sadakanın vücubu nesh edilmiştir. Fakat sadaka vermek sevabtır, verene mükâfat vardır, vermeyene de bir günah yoktur. Yalnız zekât böyle değildir. İslâm'ın şartından biri de zekât vermektir. Gücü yettiği halde zekât vermeyenler, hem Allah'a âsi olurlar, hem de en büyük azaba uğrarlar. Zekât, zengin olan her Müslümana farzdır. Zekâtın farziyetini inkâr eden dinden çıkar. Yüce Allah, zekât müessesesiyle İslâm'da sosyal adaleti gerçekleştirmiştir. Zenginlerin fakirlere zekâtlarını vererek, onların da günün şartlarına göre yaşama düzeyine çıkarılması ve ihtiyaçlarının giderilmesi insanlığın gereğidir. Yüce Allah, zekâtı İslâm'ın şartlarından biri sayarak, zengine fakiri korumasını emretmiştir. Düşü' nülecek olursa bunda büyük hikmetler vardır. Zekât, zengin fakir ayrımını ortadan kaldırmakta, toplumun huzurunu sağlamaktadır. Aç insan her şeyi yapar, yokluk insana her şeyi yaptırır. O zaman zenginde de, fakirde de huzur kalmaz.

Allahü teâlâ, içki ve kuman yasaklamış, sadakayı bildirmiş, emirlerini ve yasaklarını size açıklamıştır. Siz, bu dünyada Allah'ın emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçının. Bu dünya hayatı geçicidir, lezzetleri fanidir. Makam ve şöhretleri bir oyuncaktır, dünyanın hiç bir şeyi baki değildir. Âhiretin nimetleri, lezzetleri, makamları datmîdir, geçici değildir. Bu izzet ve şerefe ancak amel-i salih ile ulaşılır. Bu dünyada, Allah'ın emirlerini yerine getirmekle ebedi saadete ve mutluluğa ulaşılır. Geçici hayatı, ebedî hayata tercih etme. Dünyada Allah'a isyan edip, ahiretini yıkma, mutluluğu bırakıp zillete düşme. Hakkı bırakıp, batıla dalma.

220

«Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: Onlar için ıslahta bulunmak hayırlıdır. Şayet kendileriyle bir arada yaşarsanız onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah, salâhına çalışanlarla, fesad yapanları bilir. Eğer Allah dileseydi, sizi muhakkak zahmete sokardı. Şüphesiz Allah mutlak galiptir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yüce Allah, Nisa sûresinin 10. âyetini inzal edip «gerçek, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar» buyurmuştur. Bu âyetin nüzulünden sonra sahabe, yetimlerin mallarını ayırmışlar, onlara karışmamaya başlamışlar, kimin yanında yetim varsa onun malını ve evini ayırmışlar, mallarını mallarına karıştırmamışlardır.

Abdullah İbn Revana (radıyallahü anh), bir gün Peygamberimize gelerek: -Yâ Resûlâllah, Yüce Allah, Nisa sûresinin 10. âyetini inzal buyurduktan sonra ben yetimlerin mallarını ve evlerini ayırdım, ben onlara karışmaktan korkuyorum. Bu hususta bize tanınan herhangi bir ruhsat var mı?» diye sormuştur. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti indirerek: -Yâ Muhammed, sana yetimler hakkında sorarlar, onlara karışmanın hükmü nedir?» derler. Yetimleri ve mallarını ıslâh etmek hayırlıdır. Buna karşılık onlardan bir ücret beklemeyip, mükâfatınızı Allah'tan umasınıa. Şayet, onlara nafakalarında, mallarında, yardımcı olup, onlarla ortaklık yapıp mallarını muhafaza ettiğinizden dolayı size bir ücret isabet ederse, onlar din kardeşinizdir. Kardeş kardeşin işine yardım eder, onun malını ve canını muhafaza eder, namusunu kendi namusu gibi korur. Birbirinin mallarından hak üzere istifade ederler. Dünya malı için hakkı unutmazlar. Allahü teâlâ, alimdir, sizin ne yaptığınızı bilir. Yetimlerin mallarını ıslah mı ediyorsunuz, yoksa gasp mı ediyorsunuz bilir. Allahü teâlâ dileseydi, size teklif edip emrinde zorluk yapardı. Halbuki O, kullan için daima kolaylık diler. O Hakimdir, her işi yerli yerince yapar, O'nun işinde bir noksanlık yoktur.

221

«Allah'a şirk koşan kadınlarla, onlar îmana gelinceye kadar evlenmeyin, îman eden bir cariye, müşrik bir kadından, bu sizin hoşunuza gitse de elbet daha hayırlıdır. Müşrik erkeklere de, onlar iman edinceye kadar, nikahlamayın. Mü’min bir kul müşrikten o, sizin hoşunuza gitse de elbette hayırlıdır. Onlar sizi cehenneme çağırırlar, Allah ise, kendi iradesiyle, cennete ve mağfirete çağırır. O, insanlara âyetlerini apaçık söyler. Tâ ki iyice düşünüp ibret alsınlar.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Ebû Mersed adında sahabeden bir zat, Mekke'ye gider, oradaki Müslümanları alıp, Medine'ye, Peygamberimizin yanına getirir. Yine bir defasında Mekke'ye döndüğü zaman, İslâm'dan önce evlenmek için dostluk kurduğu Annak adındaki müşrike kadınla karşılaşır. Annak, Ebû Mersed'e, «beni unuttun, seninle aramızda bir dostluk vardı» demişti. Mersed de «Yâ Annak, islâm bu dostluğa mânidir, sen, bize haramsın. Fakat Peygamberimize sorayım, islâm'da müsaade varsa, seninle evlenirim» der. Ve gelip durumu Peygamberimize haber verir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, yukarıdaki âyeti indirerek; «Mü’mine bir kadını nikahlamak, Allah'a şirk koşan bir kadını nikâhlamaktan daha hayırlıdır, iman eden bir cariye ise, müşrik olan hür bir kadını nikâhlamaktan çok daha iyidir. O kadın mal ve güzellik bakımından sizin hoşunuza gitse de.»

Yüce Allah bu âyet-i celile ile kâfir erkeklerle Müslüman kadınların, Müslüman erkeklerle de kâfir kadınların evlenmelerini haram kılmıştır. Tâ ki onlar iman edinceye kadar. Mü’mine bir kolsum ehl-i kitabdan bir erkekle evlenmesine müsaade edilmiştir. Bu konu yeri geldiği zaman açıklanacaktır.

Bir kısım tefsircilere göre bu âyet Abdullah İbn Revana hakkında nazil olmuştur. Bu zatın bir mü’mine cariyesi vardı. Bu cariyeyi âzâd eder ve onunla evlenir. Sahabe bunu hoş görmez ve «sen hür bir müşrik kadınla evlenseydin de, cariyenle evlenmeseydin» derler. Yüce Allah da bu âyet-i celileyi indirerek «bir mü’mine cariyeyi nikahlamanız, hür bir müşrike nikahlamanızdan çok daha hayırlıdır. Müşrike mal ve güzellik bakımından hoşunuza gitse de.» Fakat kitabi olan bir kadını Müslüman bir erkeğin nikahlaması helâldir.

Şafiî mezhebine göre, hür olan bir erkeğin kitabî olan bir cariyeyi nikahlaması caiz değildir. Eğer o erkeğin hür bir kadını almaya gücü yeterse bu böyledir. Hanefî mezhebine göre ise, hür bir erkeğin cariye ile evlenmesinde bir mahzur yoktur. Hür bir kadınla nikâhlanmaya gücü yetse bile bu böyledir. Allahü teâlâ âyet-i celilesinde «mü’mine kadınları, müşrik erkeklerle evlendirmeyin. Tâ ki onlar iman edinceye kadar. Mü’mine kadını mü’min bir erkekle nikahlamak en hayırlısıdır» buyurmuştur. Bir Müslüman kadının hiç bir surette müşrik bir erkekle evlenmesine İslâm'da müsaade yoktur. Bütün mezhep imamları aynı görüştedir, Müslüman kadm ister hur olsun, İster cariye olsun hüküm aynıdır. Kâfir ister kitabî olsun, ister müşrik olsun Müslüman kadınla nikahlanma hususunda ikisi de aymdır. Zira kâfir kadınla, kâfir erkek her an Allah'a isyan ederek, cehennem ehlinin amelini işlerler ve kendilerine tâbi olanları da aynı ameli işlemeye davet ederler. Yüce Allah kullarını hakka davet ederek amel-i salih işlemelerini emreder. Bunun karşılığı olarak da cennet nimetini onlara bahşeder. Emirlerini ve yasaklarını kullarına beyan eder, açıklar ki, bunları bilip haktan ayrılmasınlar.

222

«Sana kadınların ay halini de sorarlar. De ki: O bir ezadır, onun için hayız zamanında kadınlardan aynim. Temizlendikleri vakte kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiler mi o zaman Allah'ın size emrettiği yerden onlara gidin. Her halde Allah hem çok tevbe edenleri sever, hem çok temizlenenleri sever.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyetin nüzul sebebini şöyle açıklamıştır: -Ebud-Dahdâ (radıyallahü anh). Peygamberimize gelerek: «Yâ Resülâllah, hanımlarımız ay hali olduğu zaman, onlara yaklaşalım mı, yaklaşmayalım mı?» diye sorar. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti inzal ederek: «Yâ Muhammed, sana kadınların ay halinden sorarlar. Bu durumda onlara yaklaşalım mı, yaklaşmayalım mı? derler. O kan necisdir, hayız müddetince onlara yaklaşmayın. Ancak hayızdan kesilip yıkandıktan sonra veya hayızdan kesilip üzerinden tam bir namaz vakti geçtikten sonra, Yüce Allah'ın size helâl kıldığı yerden onlara yaklaşın» buyurmuştur.

Bazı tefsirciler bu hususta şöyle demişlerdir: Yüce Allah, 'hayızlı iken kadınlardan uzak olun» âyetini inzal buyuranca, bazıları hayızh kadınları evden uzaklaştırmışlar, hayız müddetince' onlardan uzak yaşamışlardır. Bunun üzerine sahabeden bir cemaat Peygamberimize gelerek: «Yâ Resûlâllah, hayız halinde kadınlarımızdan uzak yaşıyoruz, şimdi soğuklar başladı, bizim onlardan ayrı yaşayacak gücümüz ve takatimiz yok, onlar hayızh iken ne yapmamız gerekiyor?» demişlerdir Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, «onlara, kadınlarınız hayızh iken, onlarla cinsî münasebette bulunmayacaksınız. Evlerinizi terk etmeyeceksiniz. Uzlet sadece hayızh iken onlara yaklaşmamaktır, evi terk etmek değildir. Yüce Allah'ın emri budur» buyurmuş tur.

Allahü teâlâ günahdan ve şirkten tevbe edenleri sever. Emirlerini yerine getirip, yasaklarından sakınanlardan razı olur.

223

«Kadınlarınız sizin tarlalarınızdır. O halde tarlalarınıza dilediğiniz gibi, gelin. Kendiniz için önden gönderin. Bir de Allah'dan korkun. Ve bilin ki, her halde siz de Ona kavuşacaksınız. İman edenlere müjdele.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar, biz hanımlarımıza dilediğimiz yerden yaklaşırız, otururken, yatarken, ayakta iken Allahü teâlâ’nın helâl kıldığı yerden onlara gideriz demeleri üzerine, Yahudiler biz Tevrat'ta gördük, kadınlara sadece yatarken yaklaşılır, başka şekilde yaklaşılmaz demişlerdir. Allahü teâlâ onları yalanlamak için bu âyet-i celileyi indirerek şöyle buyurmuştur: «Avretleriniz sizin ekin tarlalarınızdır. Onlara Allah'ın helâl kıldığı yerden, istediğiniz şekilde yaklaşın. Hanımlarınız sizin oğlan ve kızlarınızın yetişme tarlasıdır. Kendinizden önce âhirete amel-i salih gönderin. Salih evlât yetiştirin ki, kıyamet günü size şefaatçi olsun, bu vesileyle necat bulup, ebedi saadete ulaşırsınız. Hanımlarınızla görüşmeyi arzu ettiğiniz zaman kendilerine Besmele ile yaklaşın. Şayet Besmelesiz onlara yaklaşırsanız, şeytan da sizinle beraber yaklaşır.» Zira Besmelesiz başlanan işin ortağı şeytandır. Şeytanın ortaklığı ise çocuğun hayırlı ve salih bir evlât olmasına mâni olur. Hanımlarınız hayızlı iken ve arkadan onlara yaklaşmayın, Allah'dan korkun. Zira yarın varacağınız yer Allahü teâlâ'nın huzurudur. Burada yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz. Allah'ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından çekinenler, ibadetlerini yapanlar ve Allah'tan korkanlar mükâfatlarını göreceklerdir.

1. Hayız: Bir kadının döl yatağı denilen rahminden muayyen müddetler içinde gelen kandır. Buna ay hali veya adet hali de denir.

2. Kadınlar en az 9 yaşında akıl-bâliğ olup adet görmeye başlarlar. Elli veya elli iki yaşlarında adetten kesilirler. Herhangi bir sebeple bu müddetten evvel kesilen kadınlar da vardır.

3. Adet müddetinin en azı üç, en çoğu da on gündür. Bu müddet arasında görülen kanlar adet kanı sayılır. Şayet on günden fazla olursa hastalık kanıdır. Burun kanı gibi mütalâa edilir.

4. Adet gören bir Müslüman kadın namaz kılamaz, oruç tutamaz, Kur'ân-ı Kerîm okuyamaz, bir âyet bile okuyamaz, efendisiyle görüşemez. Kur'ân-ı Kerîm yazılı bir levhayı ve Kur'ân-ı Kerîm'i eline alamaz. Camilere giremez, Kâbe-i Muazzama'yı tavaf edemez. Kocası, göbeği ile diz kapağı arasından istifade edemez. Ancak beyiyle aym döşekte yatmalarında bir beis yoktur.

5. Hayızlı ve loğusa olan kadınlar bu durumda iken kılmadıkları namazları sonradan kaza etmezler. Fakat bu durumda tutamadıkları oruçları hayız ve loğusalık bittikten sonra gününe güntutarlar.

6. Hayız ile loğusalığın âzâmî müddetleri geçince yıkanmadan da zevciyet muamelesi helâl olur. Şayet âzami müddetinden az bir zamanda kesilirse yıkanmadan veya bir namaz kılacak kadar zaman geçmeden yaklaşılmaması gerekir .

7. Ramazanda oruçlu iken ay hali olan kadının orucu bozulur, o günü tekrar Ramazan dışında kaza etmesi gerekir.

224

«Allah'ı yeminlerinizden dolayı, iyilik etmenize (fenalıktan) sakınmanıza, insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Allah hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Abdullah İbni Revaha, Beşir İbni Numan ile konuşmamaya ve evine girmemeye yemin etmiş, Beşir ile konuşması istendiğinde, Abdullah «ben yemin ettim, onunla konuşmam, yeminimi yerine getirmek bana vaciptir ve ben yeminimde samimiyim» demiş, Beşir ile konuşmayı reddetmiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i celileyi inzal buyurarak, onu reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: -Siz Allahü teâlâ'ya yemin etmeyi engel sayarak akrabalarınızla ilgiyi kesmeyin. Onlara iyilik yapmayı, yardım etmeyi terk etmeyin. Yemininizi bir mani kabul ederek insanlar arasında ara buluculuk yapmayı terk etmeyin, Allah'a isyan edecek şeylerde yemin ederek, onda ısrar etmeyin,» Yüce Allah işiticidir, yemininizden kasdmızın ne olduğunu bilir. Ona göre mücazat ve mükâfatını verir.

Fıkıh bilginleri yemin mevzuunda şöyle demişlerdir: «Herhangi bir kimse isyan olacak şeylere yemin etse, meselâ anamla - babamla, akrabalarımla konuşmayacağım, namaz kılmayacağım, oruç tutmayacağım, kimseye hayır yapmayacağım, cemaatle namaz kılmayacağım diye yemin etse, yeminini bozup keffaret vermesi gerekir. Zira bu gibi şeylere yemin edip, yeminde ısrar etmek Allah'a isyandır, isyandan vazgeçmek için yemini bozup, yeminin cezası olan keffâreti vermesi şarttır. Yemin sahibi ceza olarak ya üç gün peşipeşine oruç tutar, ya on kişiyi iki öğün yedirir veya on kişiyi giydirir veya bir köle âzâd eder. Bunlardan hangisine gücü yeterse onu yapar, yeminin günahından kurtulur. Yeminin keffaretini vermeyen Allah indinde mes'uldür.»

225

«Allah, sizi yeminlerinizdeki lâğvdan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat sizi kalblerinizin azmettiği yeminler yüzünden muahaze eder. Allah çok yarlığayıcı ve çok halimdir.»

Allahü teâlâ, yeminizdeki yanılmadan dolayı size azap etmez.

İbn Abbas (radıyallahü anh), lağvı şöyle tarif etmiştir: «Herhangi bir saye yemin eden zatın, yeminden sonra o şeyin, yeminin zıddı olduğunu bilmesidir, yani o şey yemin ettiğinin aksidir. Bundan dolayı yemin sahibine bir vebal yoktur. Çünkü bunda bir kasıt yok, yemin eden öyle zannetmiş.

Bazı tefsirciler de yemindeki lağvı şöyle izah etmişlerdir: «Bir kimse İslâm'da ibadet ve hayırlı olan şeyleri yapmamaya yemin eder ve o yemininden vazgeçerek, onları yapmaya devam eder, yeminini bozduğu için de keffaretini verirse günahdan kurtulur. Yemini bozduğu için vebal altında kalmaz. İslâm'da ibadet olan şeyleri yapmamak için yapılan yemin Allah'a isyandır. Bunda ısrar etmek günahdır. Zira yapılan yemin hayrı yapmaya mani gösterilmektedir. Bundan vazgeçilmediği takdirde, sahibi Allah'ın azabına uğrayacaktır. Çünkü bu şekilde yapılan yemin, sahibini hayırdan men etmektedir. Bu gibi hatâlardan vazgeçenleri Allahü teâlâ bağışlar. Yüce Allah, halimdir, isyan edenlerin azabını ânında vermez, tevbe edip isyanlarından dönmeleri için onlara ruhsat verir.

Yeminin mahiyeti: Yemin, lügatte kuvvet mânasına gelir. Dinen bir işi yapıp yapmamak hususunda azme veya iddiaya kuvvet vermek için Allahü teâlâ namına yapılan anddır. «Vallahi şöyle yapacağım veya vallahi böyle yapmayacağım» şeklinde yapılan anddır.

Yeminler üç kısma ayrılır.- Birincisi yemin-i lâğvdır. Bu, yanlışlıkla veya doğru olduğu zanniyle yapılan yemindir. Borcunu ödemeyen bir şahsın borcunu ödediğini zannederek «vallahi borcumu ödedim' demesi gibi. Burada bir kasıt söz konusu değildir, sadece borcunu ödediğini zannederek yemin edilmektedir. Bu gibi yeminler mağfurdur. İkincisi: Yemin-i münakidedir. Geleceğe ait bir yemindir. «Ben yarın şu işi şöyle yapacağım veya ben falanla konuşmayacağım» gibi. Yemin sahibi yemininde durursa keffaret lâzım gelmez, şayet yapmayacağım dediği şeyi yaparsa yemini bozulmuş olur, üzerine keffaret lâzımdır. Üçüncüsü: Yemin-i gâmusdur. Bu da yalan yere kasden yapılan yemindir. Bir kimsenin borcunu vermediği halde bile bile yalan söyleyerek «vallahi borcumu verdim» diye yemin etmesi gibi. Bu çok günahdır. Buna keffaret yetmez. Ancak tevbe istiğfar edip Allah'a yalvarması gerekir, dilerse Mevlâ affeder. Böyle bir yemin, sahibinin her türlü felâketine sebep olur. Her Müslümanın bundan çok sakınması gerekir.

226

«Kadınlarına yaklaşmamaya yemin edenler için dört ay beklemek vardır Eğer erkekler bu yeminlerinden dönerlerse şüphe yok ki Allah cidden yarlığayıcı, hakkıyla merhamet edicidir.»

Hanımlarına yaklaşmamaya yemin edenler, dört ay geçtikten sonra onlara muntazır olurlar. İ'lâ'nın mahiyeti: İ'la lügatte yemin etmektir, istilânda zevceye yaklaşmamak için yapılan yemindir. Herhangi bir kimse, hanımına «ben vallahi sana dört aya kadar yaklaşmayacağım» diye yemin etse, bilâhare dört ay içinde yemininden dönse, yemini bozulur ve yemin edene keffaret gerekir. Eğer yemin eden kişi hanımına dört ay içinde dönmese, yani onunla zevciyet muamelesinde bulunmasa, lâfla yemininden vazgeçtiğini söylemese dört ayın sonunda hanımı bir talâk-ı bâin ile kendinden boş olur. Şayet dört ay içinde yemin edenin hanımına yaklaşacak kudreti veya hanımının kudreti olmazsa, yemin eden evinden uzak bir yerde bulunur! dört ay içinde evine dönecek fırsat bulamazsa, bu müddet zarfında yeminden vazgeçtiğini söylese, yemini bozulur, dört ayın bitiminde talâk vaki olmaz, yemini bozulduğu için keffaret lâzım gelir.

Herhangi bir kimse, iki veya üç ay hanımıma yaklaşmayacağım diye yemin etse, bu, i'lâ olmaz. Çünkü i'lâ müddeti dört aydır. Bu müddet içinde yemininden dönerse, keffaret lâzım gelmez, ancak bu yemin 'lâgv»dır. Allahü teâlâ kullarını bağışlayıcı ve merhamet edicidir.

İ'lâ edenler, yeminlerinden dört ay içinde dönerlerse, onlara keffaret gerekir. Eğer i'lâ edenlerin maksatları hanımlarını boşamaksa, dört ayın sonunda talâk vaki olur.

Bazı bilginler, dört ay geçmekle talâk vaki olmaz, i'lâ yapan kişiye «yâ hanımına dön veya onu boşa denir» demişlerdir.

Hanefi mezhebine göre, dört ay içinde ilâ yapan hanımına yaklaşmaz veya ilâdan vazgeçtiğini bildirmezse, i'lâ müddetinin sonunda talâk vâki olur demişlerdir.

227

«Eğer boşamaya karar verirlerse, şüphesiz Allah hakkıyle işitici, gerçekten bilicidir.»

Yüce Allah semi'dir, i'lâ yapanların (yemin edenlerin) kelâmını işitir. Alimdir, yemin edenlerin maksatlarını bilir. Ne niyetle yemin ettiklerini çok iyi bilir. Hiç bir şey O'nun bilgisinden uzak değildir.

228

«Boşanmış kadınlar kendi kendilerine üç hayız ve temizlenme müddeti beklerler. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe inanıyorlarsa Allah'ın, kendi rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Kocaları bu beldeme müddeti içinde barışmak isterlerse onları geri almaya çok lâyıktırlar. Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da onlar üzerinde haklan vardır. Erkekler, onlar üzerinde üstün bir dereceye malikdirler. Allah mutlak galibdir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir.»

Boşanmış kadınlar üç hayız müddeti beklerler.

Bazı tefsirciler, üç temizlenme müddeti beklerler, demişlerdir. Onlar «kuru'» kelimesini temizlik anlamında kullanmışlar, ona göre mâna vermişlerdir. Tefsircilerin çoğu «kürü'» kelimesini hayız anlamında kullanmışlardır.

Bu âyet-i celile bütün boşanmış kadınların iddet beklemelerinin hükmünün aynı olduğunu beyan etmektedir. Fakat beş çeşit boşanmış kadın vardır. Onlar bu âyetin- hükmüne dahil değildir. Bu âyet-i celilenin hükmüne dahil olmayanlar da şunlardır. Cariyeler, bülûg çağına gelmeyen kızlar, ay halinden kesilen kadınlar, hamile kadınlar ve nikâh olduğu halde zevciyet olmadan boşanan kadınlar.

Cariyenin (kölenin) boşandıktan sonraki durumu şudur; Eğer cariye hayız görüyorsa belli ki hamile değildir. Bu durumda bekleme müddeti iki aydır. Şayet hayız görmüyorsa boşandıktan sonra bekleme müddeti bir buçuk aydır. Hamile olduğu zaman ise, çocuğunu aunyaya getirene kadar beklemesi gerekmektedir. Hür ve cariye için hamile olan kadınlarda hüküm aynıdır. Küçük çocukların, yani bulûğ çağına gelmeyenlerin ve ay halinden kesilmiş olan kadınların kocalarından boşandıktan sonra bekleme müddetleri üç aydır. Nikahlanıp da cinsî münâsebette bulunmadan boşanan kadınlar iddet beklemezler. Çünkü duhul vaki olmamıştır.

Bu kadınların, Allahü teâlâ'nın, rahimlerinde yarattıklarını gizlemeleri asla doğru değildir. Hamile iseler hamile olduklarını, hamile değilseler hamile olmadıklarını söylemeleri kendileri için vaciptir. Eğer onlar Allah'a ve âhiret gününe îman ediyorlarsa, gerçeği olduğu gibi söylemeleri şarttır. Şayet kocaları bu bekleme müddeti içinde onlara müracaat ederek dönerlerse, onları almaya en lâyık olan kocalarıdır. Eğer üç talâkla kadın kocasından boşanmış olup, kocası tekrar kendisine dönmek isterse, yani karısını almak isterse, normal şekilde karısını alamaz. Çünkü dinen onu boşamıştır. Ancak alabilmesi için; boşanan kadın başka bir erkekle nikahlanır ve cinsî münasebette bulunur, o erkek boşarsa bekleme müddeti bittikten sonra eski kocası ile evlenebilir.

Erkeklerin kadınlar üzerinde meşru surette haklan vardır. Onların nafakaları, mihirleri, giyimleri, namuslarını koruma ve muhafızlık etme gibi. Kadınların da kocaları üzerinde hakları vardır. Kocalarına itaat etmeleri, Allahü teâlâ'nın emirlerine uyan her şeyde kocalarına muti olmaları ve onlara muhalefette bulunmamaları gerekir. Şayet kocalarının emri, Allah'ın emrine muhalifse, kocalarına karşı itaatsizlik, Allah'a itaat olur, önce Allah'a itaat şarttır. Kadın, beyinden izin almadan veya beyinin izni olmadan evinden çıkamaz. Kocasının döşeğini terk edemez, beyinden izin almadan kimseye bir şey veremez. Şayet izinsiz verirse, günahı kadına, sevabı kocasına olur.

Kadın kocasının izni olmadan nafile oruç tutmamalıdır, eğer tutarsa Allah indinde kabul olmaz. Beyinin sevmediği kimseleri evine almamalı, kadın, kendini haramdan korumalıdır. Kadının kendini haramdan koruması, İslâm'ın emrettiği şekilde giyinmesi farzdır. Bu şekilde giyinmeyen kadınların, hem kendileri, hem de kocaları mes'uldür. Çünkü kadını islâm'ın emrettiği şekilde giyindirmek, kocanın görevidir. Kadın, kocasının eve getirdiklerini küçük görmemeli ve kocasının kendine yapmış olduklarını inkâr etmemelidir. Kadın kocasına karşı «senin, bana bir hayrın dokunmadı, senden hiç bir şey görmedim» gibi sözler söylememelidir.

Kocası sohbet etmek istediği zaman bir bahane uydurarak, kocasından kaçmamalı. Ne kadar meşgul olursa olsun beyinin isteğini yerine getirmelidir. Kocasından izinsiz evinden çıkan kadın, evine dönene kadar meleklerin lanetine uğrar. Dışarıya çıkarken süslenip püslenip çıkmamalı, başka erkeklerin dikkatini çekip, fitneye sebep olacak giyimden kaçınmalıdır. Kadın, ancak beyine karşı süslenebilir, dışarıya karşı süslenemez. Herkesin dikkatini çekecek şekilde giyinmemeli ve koku sürmemelidir. Erine karşı her türlü kokuyu sürünebilir ve süsü yapabilir. Kocasını diliyle incitmemeli, ona ağır söz söylememelidir. Kadının kocasına karşı gelmesi, Allah'a âsi olmaktır. Kocasına karşı gelen kadın, Allah'a âsi olmuştur. Allah'a âsi olan kimsenin yeri ise cehennemdir.

Kadın kocasını azarlamamak, hattâ onu adıyla bile çağırmamalıdır. Kadın kocasının hizmetinde ne kadar çok bulunursa, Allah katındaki derecesi o kadar artar. Kadın kocasına hizmet etmekle derecesini artırmış olur. Kadın kocasına yaptığı hizmeti başına vurmamalıdır. Ben sana şunu yaptım, bunu yaptım dememelidir. Kadın kocasına karşı hizmeti, gücü yettiği nisbette yerine getirmelidir.. Kocasının yemeğini pişirip, çamaşırını yıkamalı, evinin işlerini yapmalıdır. Kocasını memnun etmek için ona hizmet etmek, nafile ibadet yapmaktan hayırlıdır. Kadının saadeti, kocasını memnun etmektedir. Zira Allahü teâlâ'nın rızası da bunun içindedir. Bir koca hanımından memnunsa Allah da o kadından memnun olur. Şayet kocası karısından memnun değilse, Allah da o kadından memnun olmaz. Allah'ın gadabı o kadının üzerinedir. Kocasının hanımından bir gün hoşnut ve memnun olması, o kadının bir yıl kılmış olduğu nafile namazdan, tuttuğu nafile oruçtan ve verdiği nafile sadakadan daha hayırlıdır. Karı-koca arasındaki bu münasebetler, bütün bu incelikler İslamın âdâb ve ahlâkindandır. İslâm, aile yuvasına bu derece önem vermektedir. Bu mevzuda yazılacak çok şey var. Fakat bunları yapanın diğerlerini de yapacağını düşünerek kelâmın uzamaması için bu kadarla yetindik.

Kadının da kocası üzerinde hakları vardır, islâm hiç bir şeyi tek taraflı düşünmez. Bu hususta İslâm'ın emri şudur: Hane reisi olan koca yediğinden ve giydiğinden hanımını da yedirip giydirecektir. Bütün bunları helâl kazancından yapacaktır. Şayet din konusunda bilmedikleri varsa (namaz, oruç, zekât, hayız, nifas ve diğer hususları) öğretmelidir. Kendi bilmiyorsa, bilen birine gönderip dinini öğretmelidir. Namazını ve diğer ibadetlerini ihmal ettirmemelidir. Hanımının tesettürünü tam yapmalı, zamana değil, islâm'a uymalıdır. Yüce Allah, Tahrim süresinin altıncı âyetinde şöyle buyürüyor: «Ey îman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi ateşten koruyun.» Cehenneme gitmeye vesile olan şeylerden kendinizi ve ailelerinizi koruyun. Bunların başında bilgisizlik gelir. Dünya ve âhirette kişiyi felâkete sürükler. Erkek, kendi çalışıp hanımına bakmalı, hanımını şurada, burada çalışmaya zorlamamalıdır. Hanımını eviyle başbaşa bırakmalıdır. Onu dışarda çalıştırmamalıdır. Zira kadınlar yaratılış itibariyle hassasdırlar. Hanımını, olur-olmaz şeyleri bahane ederek dövmemelidir. Yarın onun davacısı Yüce Allah'tır. Eğer döverse dinî hususlarda dövmelidir. Namazı terk ettiği, orucu tutmadığı, izinsiz sağa-sola gittiği ve itaat etmediği zamanlarda şiddet kullanabilir. Şayet kadın kocasının malını boş yere atar-tutarsa, o zaman dinen -yüzüne, başına, kollarına vurmamak şartıyle - tedip için müsaade vardır. Erkek hayır ve iyi olan şeyleri hanımına öğretmelidir. Onun yapamayacağından fazlasını teklif etmemelidir. Onun izzet-i nefsini rencide etmemelidir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Hanımının yaptıklarına sabredip, onu idare eden kocalara, Yüce Allah Hazret-i Eyyüb (aleyhisselâm)'e sabrından dolayı vermiş olduğu sevabı verir.» Kadınları idare edip, onların ev içindeki yapmış olduğu hareketlere sabredenlere Allahü teâlâ mükâfatını verecektir.

Bazı âlimler bu mevzuda şöyle demişlerdir: Kadınların cefalarına sabretmenin bir çok faydası vardır. Saliha bir kadın dünya ve âhirette beyinin saadete ulaşmasına vesile olur. Kadın beyinin evini bekler, onun zürriyetinin devamını sağlar, çocuklarını büyütür. Beyini haramdan korur, beyinin ihtiyacı olan ev işlerini yapar, malını muhafaza eder.

Erkek daima hanımını hoş tutmalıdır, ona eziyet etmemelidir. Erkek kadın, kadın da erkek için bir libasdır. Erkeği temizleyen odur. Şayet erkeğin iki hanımı varsa, onlara ayrı ev kurmalı, yemekte, içmekte, giyimde ve diğer hususlarda aralarında bir ayrım yapmamalı, ikisine de eşit muamelede bulunmalıdır. Birini diğerine yermemen, ikisini de ihmal etmemelidir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu mevzuda şöyle buyurmuştur:

«İki hanımı olan erkek, hanımlarının arasında yeme, içme, yatıp kalkma ve nafaka hususunda eşitliği sağlamazsa, ben ondan, o da benden değildir. Bu haline tevbe edip, aralarındaki eşitliği sağlamadıkça, benim şefaatimden mahrumdur. (Müslim).

İki evlilerin hanımları arasında her hususta eşitliği sağlaması şarttır. Buna riayet etmeyenler Allah indinde mes'uldür. Çünkü kadınlar, erkeklere Allahü teâlâ'nın emanetidir. Erkek kadının mallarını elinden zorla alamaz. Kadın gönül rızasıyla verirse bunun bir vebali yoktur, zorla alınırsa günahı çoktur. Kadının rızası olmadan alınan mal asla helâl değildir. Erkek, hanımıyla alay etmemeli, onun da bir insan olduğunu unutmamalıdır. Yeri geldikçe hanımıyla şakalaşmak, hâlini, hatırını sormalı. Onun namusunu korumalı, hayızlı ve nifash iken asla ona yaklaşmamahdır. Bu durumda yaklaşmak kesinlikle haramdır. Bu konuda söylenecek çok söz var ama, bu kadarla iktifa ettik.

Erkeklerin kadınlardan üstün olduğu yerler şunlardır: Kadına bakmak, mihir vermek erkeğe aittir. Mirasta erkekler tam, kadınlar yanın hisse sahibidirler. Dinen kadını boşamak erkeğe aittir. Şahitlik hususunda iki kadın, bir erkek yerindedir. Düşmanla savaşmak erkeklere farzdır. Ezan okumak, imamlık yapmak, cenaze, cuma, bayram namazlarını cemaatle kılmak erkeklere emredilmiştir. Kadılık, emirlik, halifelik, müftülük erkeklere mahsustur. Bunların hiç biri kadınlara emredilmemiştir.

Yüce Allah, aziz ve hakimdir. Hanımını bir talâkla boşayan, üç ay içinde hanımına tekrar dönerse onu alır. Buna da talâk-ı ric'î denir. Nikâha gerek kalmadan evlilik hayatı devam eder. Bir kadının kocası üzerinde üç talâk hakkı vardır. Erkek, hanımına «benden boşsun» dediği zaman bir talâkla hanımını boşamış olur. Bundan pişman olarak hanımına «sözümden döndüm, seni seviyorum, seni aldım, şaka yaptım» gibi sözler söyleyerek, hanımına tekrar dönmüş olur. Şunlarla da talakdan vazgeçmiş olur; hanımını sevmekle, cinsî münasebette bulunmakla, ona şehvet nazarıyla bakmakla, erkek verdiği talâktan vazgeçmiş olur. Böylece karı-koca arasındaki engel aradan kalkmış olur.

229

«Boşama iki defadır. Artık ya iyilikle tutmaktır, ya güzellikle salmaktır. Onlara verdiğiniz bir şeyi almana, size helâl olmaz. Meğer ki erkekle kadın Allah'ın sınırlarını ayakta tutamayacaklarından korkmuş olsunlar. Eğer bu suretle siz de onların, Allah'ın sınırlarını hakkıyle muhafaza ve ifa edemeyeceklerinden korkarsanız o halde fidye vermesinde ikisi üzerinde de vebal yoktur. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Onları geçmeyin. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.»

İslâm'dan önce talâk sınırlı değildi. Yüce Allah, talâkı üçle sınırlamıştır, Allahü teâlâ'nın bu âyette iki talak zikretmesindeki hikmet, iki talâkla hanımlarını boşayanlar, pişman olup hanımlarını tekrar almak istedikleri zaman alabilsinler diye iki talâk zikretmiştir. Bundan sonra gelen âyette Yüce Allah üç talâk zikretmektedir. Kadın kocasından üç talâkla boşandıktan sonra, kocası onu bir daha alamaz. Ancak alabilmesi için boşanan kadın bir başka erkekle evlenir, aralarında halvet vuku bulur Ve ondan sonra alan adam boşarsa dört ay on gün bekledikten sonra eski kocasıyla evlenebilir. Üç talâkla boşanan kadın bunun dışında başka bir suretle boşandığı adamla evlenemez.

Bu âyet-i celilede iki talâk zikredilmesinden maksat, yukarda; da belirttiğimiz gibi, iki talâkla hanımlarını boşayanların, hanımlarının bekleme müddeti içinde tekrar alma kolaylığı olsun diyedir. Erkek, iki talâkla hanımını boşadığı takdirde tekrar almak isterse, hanımının izni olsa da, olmasa da talâk-ı ric'î île hanımına döner. Fakat talâk-ı bâyin ile boşamışsa hanımının izni olmadan alamaz. Hanımı kabul eder de alırsa nikâh tazelemesi gerekir.

Erkek, talâk-ı ric'i ile hanımını aldıktan sonra, ona iyi muamele etmesi gerekir. Onu İslâm'ın emrettiği şekilde yedirmesi - giydirmesi, kendisine eza, cefa etmemesi gerekir. Eğer hanımını almayıp boşarsa iyilikle boşaması, hakkını vermesi, kadına verdiği mihri geri almaması ve zahmet çektirmemesi lâzımdır. İslâm'ın emri budur. Buna uymayanlar Allah indinde mes'uldür. Şayet karı-kocanın bir arada yaşamaları mümkün değilse, erkeğin hanımının hakkını vererek güzellikle boşaması da islâm'ın emridir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Abdullah b. Übey'in kızı Cemile gelerek, kocası Sabit b. Kays'tan şikâyet etmiş ve onunla yaşayamayacağını, ondan ayrılacağını söylemiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona «Sabitin sana verdiği mihri geri verebilir misin ve buna gücün yeter mi?» demiştir. Cemile «fazlasıyla veririm, yeter ki beni bıraksın» der. Peygamberimiz «sadece aldıklarını geri ver, fazlası gerekmez- buyurmuş ve Sabitle hanımının arasını -hal- etmiştir (Tirmizi).

Hal: Erkek hanımıyla geçinemeyip boşarsa veya kadın kocasından hoşlanmayıp bırakırsa, sevmeyenin diğerine bir miktar mal vermek suretiyle boşanmalarıdır. Boşanmak isteyenin diğerine bir miktar mal vermek suretiyle boşanmalarıdır. Şayet ayrılmayı erkek arzu ediyorsa, hanımının istediğini vermekle ondan boşanabilir. Eğer boşanmayı kadın isterse, kocasından almış olduğu mihri geri vermek suretiyle kocasından ayrılır. Bundan fazlasını kocasının alması helâl değildir. Fazlasını alırsa haramdır. Allahü teâlâ'nın emrettiği şekilde erkeğin kadının, kadının da erkeğin hakkını vermesi şarttır.

Eğer boşanma teklifi erkekden gelirse dînen hanımından hiç bir şey talep edemez. Şayet karı ile kocanın arasındaki geçimsizlik Allahü teâlânın hakkım zâyedip, dinlerine zarar veriyorsa hakim veya kadı, bu defa kadının, kocasının istediklerini vererek ayrılmalarına hükmederler. Bunda bir vebal ve bir günah yoktur. Yüce Allah'ın farz kıldığı hükümler bunlardır. Bunları tecavüz etmeyin. Allahü teâlâ'nın emrettiği hükümleri çiğneyenler zalimlerden olup, kendilerine zulmetmişlerdir.

230

«Yine erkek, zevcesini boşarsa ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikahlanıp varıncaya kadar ona helal olmaz. Bununla beraber, eğer bu koca da onu boşar da, onlar Allah'ın sınırlarını ayakta tutacaklarını zannederlerse tekrar birbirine dönmelerinde her ikisi hakkında da vebal yoktur. Bunlar bilir, anlar bir kavm için Allah'ın açıkladığı sınırlardır.»

Üç talâkla hanımını boşayan erkeğe, hanımı başka bir erkekle evlenmedikçe helâl olmaz. Yukarıda belirtildiği gibi boşanan kadın, başka bir erkekle evlenir, evlendiği erkekten tekrar boşanır, iddeti bittikten sonra eski kocası ile evlenebilir. Başka şekilde evlenmesine dinen müsaade yoktur, ikinci erkekle sadece nikâhlanması yeterli değildir, halvetin de vuku bulması gerekir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Sahabeden Rüfaa, hanımını üç talâkla boşadı ve boşadıktan sonra Abdurrahman b. Zubeyr'e nikahladı. Zübeyir ona dokunmadan sabahladı. Rüfaa'nın hanımı durumu gelip Peygamberimize haber verdi. Peygamberimiz «eğer kocana dönmek istiyorsan, aranızda halvetin olması gerekir» buyurmuştur.» Halvet, kadının evlendiği kişi ile cinsi münasebette bulunmasıdır.

Rüfaa hadisiyle sabit oldu ki, kocasından üç talâkla boşanan kadınların tekrar eski kocalarıyla evlenebilmeleri için, başka bir erkekle nikahlanıp, cinsi münasebette bulunduktan sonra o erkekten boşanıp, iddeti bitince eski kocasıyla evlenebilir. Boşanan kadın başka bir erkeğe nikâhlansa fakat aralarında cinsi münasebet olmasa bu nikahlanma geçerli sayılmaz.

İmam-ı Şafii Hazretlerine göre, cinsî münasebet şart değildir. Nikahlanmak yeterlidir. İmam-ı Âzam Hazretlerine göre ise, cinsî münasebet şarttır. Sadece nikahlanmak yeterli değildir, İmam-ı Şâfii, âyet-i celilenin zahirine göre hükmetmiştir, İmam-ı Âzam da, yukarda geçen hadîs ile hükmetmiştir.

Bunlar Allahü teâlâ'nın hükümleridir. Bunları muhafaza etmek farzdır. Yüce Allah, emirlerini bilen bir kavme beyan etti ki, onlar Allah'ın emirlerini işitir, muhafaza eder ve olduğu gibi yerine getirirler. Cahil olan kavim ise, Allah'ın hükmüne kulak vermezler, onları yerine getirmezler ve yerine getirmeyi de arzu etmezler.

231

«Hem kadınları boşadığınız zaman iddetlerini bitirdiler mi, artık onlan ya iyilikle tutun, ya iyilikle bırakın. Onları, sırf zulmedebilmeniz için, zararlarına olarak, tutmayın. Kim böyle yaparsa muhakkak kendine yazık etmiş olur. Allah'ın âyetlerini oyuncak yerine koymayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini ve size öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün. Allah'dan korkun ve bilin ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

Hanımlarını boyayanlar, eğer arzu ederlerse iddetleri içinde onlara dönebilirler. Onlara döndükten sonra iyi muamele etmeleri ve onların gönüllerini hoş tutmaları gerekir. Eğer iddetleri içinde onlara dönmezler, almayı arzu etmezlerse iyilikle onları boşasmlar, bıraksınlar, onlara zulmetmesinler. Şayet iddeti bitmeden hanımına döner, sonra yine onu boşarsa ve böyle devam ederse hem kendine zulmetmiş olur, hem de boşamakta olduğu hanımına zulmetmiş olur. Bu şekilde davrananlar kendilerine en büyük zulmü yapmış olurlar. Bunlar Allahü teâlâ'nın kendilerine gösterdiği kolaylığı kötüye kullanarak, Allah kelâmı ile alay ederler. Hem hanımlarına talâk veriyorlar ve hem de onları oyuna tutuyorlar. Onları bu şekilde oyuna tutmak Allah'ın kelâmıyla alay etmektir. Çünkü bu ruhsatı erkeklere veren Allah'dır. Yüce Allah İslâm'ın bütün nimetlerini bize verdi ki, onu muhafaza ve korumamız gerekir. Kur'ân-ı Kerim'deki bütün va'z u nasihatleri ve hikmetleri bizim üzerimize indirdi ki, onlardan istifade edelim. Yine haram ve helâlleri bize bildirdi ki, onların zararlı olanlarından korunup faydalı olanlarından istifade edelim. Yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'de hak ile batılı bize bildirdi ki, Allah'ın azabından korunup, rahmetine ve mükâfatına kavuşalım. Allahü teâlâ kullarının amellerini bilir ve ona göre mükâfatını ve mücazatmı verir. Yaptığınızı asla karşılıksız bırakmaz.

232

«Kadınları boşadınız da iddetlerini bitirdiler mi, aralarında meşru bir surette anlaştıkları takdirde, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine engel olmayın. İşte içinizden Allah'a ve âhiret gününe îman etmekte olanlara bununla öğüt veriliyor. Bu sizin için daha faziletli ve daha temizdir. (Ondaki hikmeti) Allah bilir, siz bilmezsiniz.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Ma'kıl bin Yesâr'ın kız kardeşi ile Abdullah İbn Âsim evlenmişti. Bilâhare Abdullah hanımını boşamış ve iddeti bittikten sonra yaptığına pişman olarak hanımıyla evlenmek istemiş, hanımı da buna razı olmuştu. Fakat Makıl bu evliliğe razı olmayarak şayet «onunla evlenirsen benim yüzüm sana haram olsun» demiş, bu evliliğe mani olmak istemiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ âyet-i celilesini göndererek «hanımlarınızı boşadığınız zaman onların iddetleri bittikten sonra da kocalarına varmak isterlerse, siz onların evlenmesine mâni olmayın. Yeter ki onlar aralarında iyilikle anlaşmış olsunlar. Yüce Allah, kimin Allah'a ve âhiret gününe îmanı olduğunu bilir. Allah'ın hükümlerine itaat etmenizde sizin için büyük hikmetler vardır. Onların tekrar nikâhlanmalan, birbirlerine olan sevgilerinden ve muhabbetlerinden dolayıdır. Bu evlilik onları kötü yola düşmekten koruyacak, aralarına fitne ve düşmanlık girmesine mani olacaktır. Siz, bunu bilemezsiniz, bu hikmetleri ancak Allah bilir. Onlar iyilikle anlaştıkları halde aralarını ayıranlar elim bir azaba uğrayacaklardır.»

Bu âyet-i celile geldikten sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mâkıl'i çağırır: «Yâ Mâkıl, eğer mü’min isen kız kardeşini Abdullah'a ver ki, Allah'ın hükmünü yerine getirmiş olasın» der. Mâkıl «Yâ Resûlâllah, ben Allah'a îman ettim. Resulüne tâbi oldum. O'nun hükmüne nasıl karşı gelirim? Neyi emrettiyse onu yap» der. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mâkıl'in kız kardeşiyle Abdullah'ı tekrar nikâhlar.

Bu âyet-i celile aynı zamanda şuna da işaret eder: Bir kadının velisi, kadının izni olmak şartıyle onu uygun bulduğu bir erkekle nikahlayabilir. Yalnız kadınla erkek arasında eşitlik şarttır.

Talâk: Lügatta boşamak, manevî bir kayıttan kurtulmak demektir. Şer'î mânası ise, nikâh akdinin ortadan kalkmasıdır.

Tatlik de: Kadını boşamak, aradaki karı-kocalık bağını kaldırmaktır. Talâk iki kısımdır. Birincisi talâk-ı ric'îdir. Bu kadınla cinsî münasebette bulunduktan sonra «sen, benden boşsun, seni boşadım, sen boş ol, sen talâksın» gibi sözlerle niyete muhtaç olmaksızın birer talâk-ı ric'i vâki olur. Talâk-ı ric'iden sonra iddet içinde henüz, baki olan nikâhı kavlen veya fiilen devam ettirmekten ibarettir. Erkek, talâk-ı ric'î ile boşamış olduğu kadına -sen benimsin, sana müracaat ettim, sözümden vazgeçtim» dese veya hanımıyla cinsî münasebette bulunsa ona dönmüş olur. Yani hanımına rücû etmiş olur.

İkincisi talâk-ı bâindir: Bir şeye teşbih olan talâktır. Bir kimse hanımına hitaben talâk niyetiyle -sen bâinsin, senden ayrıldım, seni terk ettim, benden uzak ol, aramızda nikâh yoktur, çık git- gibi sözlerden birini söylerse, bir talâk-ı bâin vuku bulmuş olur. Yine bir kimse haramına «seni üç talâkla boşadım veya benden üç talâk ile boş ol» derse üç talâk-ı bâin vâki olur. Üç talâkla hanımını boşayanlar, yukarda belirtildiği gibi başka bir erkekle evlenmedikçe hanımını alamaz.

233

«Anneler çocuklarını iki bütün yıl emzirirler; Bu emmeyi tamam yaptırmak isteyenler içindir. Onların maruf veçhile yiyeceği, giyeceği, çocuk kendisinin olana aittir. Kimse takatinden ziyadesiyle mükellef tutulamaz. Ne bir anne çocuğu yüzünden, ne de bir çocuk kendisinin olan baba, çocuğu sebebiyle zarara sokulmasın. Mirasçıya düşen de bunun gibidir. Eğer aralarında rıza ve müşavere ile memeden kesmeyi arzu ederlerse ikisinin üzerine de vebal yoktur. Çocuklarınızı enızirtmek isterseniz meşru surette verdiğinizi teslim etmek şartıyle yine uhdenize vebal yoktur. Allah'dan korkun ve bilin ki şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyle görendir.»

Anneler çocuklarını iki yıl enızirsinler. Süt müddetinin en çoğu iki yıldır. Çocuğun enızirme hakkı ve annesinin nafakası babanın üzerinedir. Bir baba kudretinden fazla nafaka vermekle mükellef olmayacağı gibi, bir anne de takati bulunmadığı takdirde çocuğunu enızirmekle mükellef tutulmaz. Bunlardan yapamayacakları bir şey: istenmemelidir. Bir anne çocuğunu enızirmeye icbar edilmemelidir. Zira dinen anne çocuğunu enızirmeye zorlanamaz. Anne enızirmek isterse çocuğu ondan alınmamalıdır. Çocuk anneden zorla alınıp başkasına süt enızirmek için verilemez. Ancak annenin ve babanın rızasıyla süt enızirtmek için başkasına verilebilir. Bunda ikisi için de vebal yoktur. Çocuğun varisleri de baba gibidir. Şayet baba hayatta olmasa, çocuğun velileri enızirilmesini temin edecektir. Süt anneye verilecek nafaka ve ücret çocuğun varislerine aittir. Anne-baba çocuklarının durumlarını nazar-ı itibare alırlar da iki seneden önce sütten keserlerse buna selâhiyetlidirler. Çocuğun zarara uğramaması şartıyla bunu yapabilirler. Çocuğun zarara uğrama ihtimali varsa bunu yapamazlar.

Anne çocuğuna süt vermeye muktedir değilse, bir süt anne bulup çocuğu enızirtmek babaya aittir. Baba onun süt bedelini ve nafakasını günün şartlarına göre vermekle mükelleftir. Bu hususta süt verene de, süt emene de bir zarar verilmiş olmasın. Bu gibi ahkâma riayet hususunda Allah'dan korkun, gayr-ı meşru bir harekette bulunmayınız. Biliniz ki Yüce Allah yaptığınız şeyleri şüphesiz tamamıyle görmektedir. Ona göre mükâfat ve mücazat verecektir.

234

«içinizden ölenlerin bıraktıkları zevceler kendi kendilerine dört ay on gün beklerler. İşte bu müddeti bitirdikleri zaman artık onların kendileri hakkında meşru' vech ile yaptıkları şeyden dolayı size günah yoktur. Allah ne işlerseniz hakkıyle haberdardır.»

içinizden ölenlerin hanımları dört ay on gün kimse ile evlenmeden iddetlerini beklesinler. Eğer bir zaruret yoksa, iddetleri bitene kadar kocalarının evinden çıkmasınlar. Şayet iddetlerinin bitiminde gidecek olurlarsa kocalarının yapmış olduğu zinetleri bıraksınlar. Onlar kendilerine denk biriyle evlenecek olurlarsa velileri üzerine bir vebal yoktur. Yeter ki dört ay on gün tamamlanmış olsun. Allahü teâlâ, onların ne yaptıklarını ve onların evlenmesine mâni olanları bilir. Ona göre mükâfatlarını ve mücazatlarmı verir.

Bu âyet-i celilenin hükmü umûmîdir. Kocası ölen kadınlar ister büyük, ister küçük olsun bekleme müddetini bitirmeden evlenemezler. Kadının dört ay on gün zarfında çocuğu olup olmadığı anlaşılır. Çocuğu varsa onu dünyaya getirene kadar evlenmesi caiz değildir.

235

«Kadınları nikâhla isteyeceğinizi bildirmenizde, yahut böyle bir arzuyu gönüllerinizde saklamanızda üzerinize bir vebal yoktur. Allahü teâlâ bilmiştir ki, siz onları mutlaka hatırlayacaksınız. Ancak kendileriyle gizlice vaadleşmeyin. Meşru bir söz söylemeniz başka. Bekleme müddeti son buluncaya kadar da nikâh bağını bağlamayın. Bilin ki Allah kalblerinizde olanı muhakkak biliyor. Artık ondan sakının ve yine bilin ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, gerçek hilm sahibidir.»

İddeti biten kadınları tariz yoluyla istemekte size bir vebal yoktur. Tariz şudur: Dul bir kadına «sen güzelsin, sen saliha bir kadınsın, ben evlenmek istiyorum, sana rağbet ediyorum» denilmesi birer tarizdir. Dul kadınların iddetleri bitmeden tariz yoluyla onlarla evleneceğinizi bildirmenizde bir sakınca yoktur. Yalnız onlarla evleneceğinizi aranızda gizlice konuşmayın veya iddet içinde nikâh vaadinde bulunarak mukarenete yeltenmeyin. Yani onlarla cinsî münasebette bulunmayın. İddet bekleyen kadım iddeti bitmeden nikahlamak şer'an caiz değildir, iddet bekleyen dul kadınlarla evlenmeyi gönlünüzden geçirmenizde de sizin için bir beis yoktur. Ancak iddetleri içinde onlarla nikâhlanmanız ve cinsi münasebette bulunmanız yasaktır. Bu ilâhî yasağa uymayanlar mutlaka cezalarını göreceklerdir.

Allahü teâlâ, dul kadınların nasıl evleneceklerini ve onların nasıl isteneceğini açıkça beyan ederek, iddetleri bitmeden onlarla evlenilmesini yasaklamıştır. Doğacak olan çocuğun nesebinin belirlenmesi ve ailenin dejenere olmaması için bu yasak konmuştur. Yüce Allah, gafurdur, kullarının günahlarını affeder. Halimdir, kullarının yaptıkları günahın cezasını acele edip dünyada vermez. Tevbe edip, günahlarından dönmeleri için onlara mühlet verir.

236

«Kendileriyle temas etmediğiniz, yahud kendilerine bir mihir tayin etmediğiniz kadınları boşamışsanız üzerinize vebal yoktur. Onları, zengin olanınız kudretince, dar gelirli olanlarınız da haline göre maruf bir fâîde ile fâidelendiriniz. Bu, iyilik etmek şiarından bulunanların üzerine bir haktır.»

Ey Müılümanlar, giz kadınları nikahlayıp da, onlarla cinsi münasebette bulunmadan veya nikahladığınız halde kendilerine bir mihir tayin etmeden görüşme vuku bulmaksızın bosamış olduğunuz kadınlar için sizin üzerinize bir vebal yoktur. Nikâh esnasında mihirleri tayin edilmeyen kadınların, mihirleri emsallerinin mihrine göre verilir. Kadının emsalleri nazar-ı itibare alınır. Şayet boşanan kadınlarla cinsî münasebet vuku bulmuşsa tayin edilen mihrin tamamı verilir. Cima veya halvet vuku bulmamışsa tayin edilen mihrin yarısı verilir.

Halvet şudur: Kadın ve erkek bir arada cima edecek kadar bir zaman bulunması ve bunların cima etmesine mani bir engelin olmamasıdır. Ramazan orucu, hayız, nifas veya bunlardan birinin hasta oluşu, çımanın olmasına manidir. Böyle bir özür bulunmaksızın ikisinin bir arada bulunması halvettir. Bu durumda cima etmemeleri için bir engel yoktur. Böyle bir durumda tayin edilen mihrin tamamı verilir. Cima ve halvet vuku bulmadan boşama olursa tayin edilen mihrin yarısı verileceği gibi, boşayanın gücü nisbetinde kadına faydalanacağı bir şey vermesi de lâzımdır. Zira boşanan kadın bununla üzüntüsünü gidersin ve teselli bulsun. Boşanan kadınları mağdur etmemek ve kendi durumuna göre uygun olanı vermek boşayan üzerine vaciptir. Dileyen, dilediği kadar verebilir. Herkesin istediğini vermesinde bir beis yoktur.

237

«Eğer siz onları, kendileriyle temas etmeden önce boşar, onlara bir mihir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğinizin yarısı onlarındır. Meğer ki kendileri vazgeçmiş olsunlar. Yahud nikâh düğümü elinde bulunan kimse bağış yapmış olsun. Sizin bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki üstünlüğü unutmayın. Şüphesiz Allah, ne yaparsanız hakkıyla görücüdür.»

Eğer siz kadınları nikahlayıp da cinsi münasebette bulunmadan önce boşarsanız tayin etmiş olduğunuz mihrin yarısını onlara vermeniz şarttır. Şayet onlar mihirlerinden vazgeçerlerse, onlara mihir vermeniz gerekmez. Cinsi münasebette bulunmadan boyadığınız kadınlara tayin ettiğiniz mihrin tamamım vermeniz ve onları madur etmemeniz takvaya daha yakındır. Zira onlar, size nisbetle büyük bir acziyet içindedirler, siz, onlardan üstün olduğunuzu unutmayın. Sizin bağışlamanız, mihirlerini eksiksiz vermeniz çok daha iyidir. Allahü teâlâ, sizin yaptıklarınızı görür, ihsanınızı bilir, ona göre mücazat ve mükâfatını verir.

238

«Namazlara ve orta namaza devam edin. Allah'ın divanına tam huşu' ve tâatle durun.»

Üzerinize farz olan beş vakit namazı zamanında ve tadil-i erkânla kılın. Orta namaza da devam edin, onu ihmal etmeyin. Zira namazı ihmal sahibine itaatsizliktir. Namazlara devam ise sahibine itaattir.

Bazıları, orta namazın, sabah namazı olduğunu söylemişlerdir. Bazıları ise öğle namazı demişlerdir. Bazıları da orta namazdan maksat, ikindi namazı olduğunu bildirmişlerdir. Ulemanın ekserisi de bu görüştedir.

Ebû Yûnus (radıyallahü anh) Hazret-i Aişe (radıyallahü anhâ)'den şöyle rivayet etmiştir: « Hazret-i Aişe Aişe, benden bir Kur'ân-ı Kerim yazmamı istedi ve 'izâ vustâ'ya» geldiğin zaman bana haber ver dedi. Ben de -izâ vusta'ya' gelince ona haber verdim. Kendi eliyle 'vusta» yerine, «salâtül asri» yazdı.»

Aişe validemiz böylece orta namazın ikindi namazı olduğunu belirtmiştir. Peygamberimizin zevcelerinden Hazret-i Hafsa da orta namazın ikindi namazı olduğunu beyan etmiştir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: -Ben «salâtül-vusta»yı orta namaz zannederdim. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hendek muharebesinde ikindi namazını geciktirince şöyle dedi: «Kâfirler bizi orta namazından alıkoydu.- O zaman anladım ki, orta namaz ikindidir.»

Allahü teâlâ, mü’min kullarına beş vakit namaz kılmalarını ve özellikle orta namazı da kılmalarını emrederek, onda tembellik etmemelerini ısrarla beyan etmiştir. Zira ikindi vakti iş ve gücün yoğun olduğu bir zamandır, insanların bir çoğu meşgalelerinden dolayı bunu terk etmekte veya namaza karşı tembellik yapmaktadırlar. Yüce Allah insanların dikkatlerini bu noktaya çekerek namaza kurşı ihmalkar davranmamalarını emretmiştir. Allah rızası için namaz kılın ki, itaat edenlerden ve Allah'ın emirlerini muhafaza edenlerden olun. Yüce Allah kullarına namazda, ayakta çok durmalarını ve huşu' ile namazlarını kılmalarını emretti.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den hangi namazın daha efdal olduğu sorulduğunda, «kıyamı uzun olan namazdır» cevabını vermiştir.

239

«Fakat korkarsanız, o halde yürüyerek, yahud binekli olarak namazı kılın. Emin olduğunuz vakit ise yine Allah'ı, size bilmediğiniz şeyleri nasıl öğretti ise, o vech ile anın.»

Eğer düşmandan korkarsanız, namazlarınızı ayak üstü kılın. Buna gücünüz yetmezse bineklerinizin üstünde ima ile kılm. Bineklerinizin üzerinde ima ile namaz lalarken yüzünüzü istediğiniz yere çevirin. Düşmandan veya yabani korkusundan emin olduktan sonra, namazlarınızı Allah'ın emrettiği şekilde kılın. Kıyam, kıraat, rükû ve secdelerine dikkat edin.

Hangi şartlar altında olursa olsun, namazın terk edilemiyeceğini Yüce Allah bu âyet-i celile ile bildirmektedir. Namaz İslâm dininin direğidir. Namazsız İslâm olmaz.

240

«Sizden vefat edip de zevcelerini terk edenler, zevceleri için bir seneye kadar hanelerinden çıkmamak üzere bir meta ile fâidelenmesini vasiyyet etsinler. Bunun üzerine onlar çıkarlarsa artık onların bizzat yaptıkları meşru' işlerden dolayı size mes'uliyet yoktur. Allah mutlak galibdir, yüce hikmet sahibidir.»

Vefat edip de hanımları kendilerinden sonraya kalanlar, hanımlarının bir yıl kendi evinde durmaları için ve onların nafakalarının verilmesi hususunda vasiyyet etsinler. Cahiliyet devrinde ve önceki şeriatlarda kocası ölen kadının iddet beklemesi bir yıldı. İslâm dini yukarda belirtildiği gibi iddet beklemeyi dört ay on güne indirmiştir. Bundan fazlası ve ölenin hanımına vasiyet etmesi nesh edilmiştir, kaldırılmıştır. Vasiyyet, miras âyetiyle ve Peygamberimizin «mirasçıya vasiyyet yoktur» (Neseİ) hadisiyle neshedilmiştir. Şayet iddet bekleyen kadınlar, iddetleri bittikten sonra çıkıp giderlerse bunların gitmesinden size bir vebal yoktur. Hattâ iddetleri bitmeden kocalarının evini terk ederlerse onların nafakalarından vazgeçerek kendiliğinden evi terk etmelerinde sizin üzerinize bir günah yoktur. Onların yapmış olduğu meşru işlerden dolayı siz mes'ul değilsiniz. Yüce Allah galibdir, kahrıyla hükmeder. Allah her işi yerli yerince noksansız yapar. Yüce Allah'ın hükümlerinde bir noksanlık yoktur. Hükümlerinde insanlar için sayılamayacak kadar hikmetler vardır.

241

«Boşanan kadınların da meşru surette faidelenmeleri haklarıdır ki bu, Allah'dan korkanlar için bir vazifedir.»

Boşanan kadınlar için, boşayanın, gücü nisbetinde yukarda da belirtildiği gibi bir meta' vermesi lâzımdır. Boşanan kadınların haksızlığa uğratılmaması gerekir. Boşanan kadınlar dört kısma ayrılır: 1. Nikâh ânında mihri tayin edilenler. 2. Nikâh ânında mihri tayin edilmeyenler. 3. Kendisiyle cinsî münasebette bulunulanlar. 4. Kendisiyle cinsi münasebette bulunulmadan boşananlar. Kendisiyle cinsî münasebette bulunulana mihir vermek vaciptir. Diğerlerine vermek ise müstehaptır. Bunların hakkında yukarıda bilgi verildi. Allah'dan korkanların onların hakkını vermeleri bir vazifedir.

242

«İşte Allah akıllarınız ersin diye size âyetlerini böyle açıklar.»

Yüce Allah hükümlerini, emir ve nehiylerini beyan etmiştir ki, îman edenler hükümlerini ve emirlerini yerine getirsin, yasaklarından çekinsin. Hak yolda devam etsinler diye.

Allahü teâlâ yukarda geçen âyetlerde boşanan kadınların bütün durumlarını açıklamış, onların mağdur edilmemelerini özellikle vurgulamıştır. Bu, İslâm'ın kadına son derece önem verdiğinin bir ifadesidir. Bu hüküm aynı zamanda kadınların rastgele boşanamayacağını da belirtmektedir. Mü’minlerin bu önemli hususlara dikkatlerini çekerek, kadınlar üzerinde titiz davranmalarını önemle belirtmiştir. Kadınların, erkeklere Allah'ın emaneti olduğunu, bu emanetin iyi korunması ve muhafaza edilmesi gerektiğini bildirmiştir.

243

«(Sayıları) binlerce oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi?. Allah onlara «ölün» dedi, sonra da kendilerini diriltti. Her halde Allah insanlara karşı fazl sahibidir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler.»

Bu âyet-i celilenin kıssası şudur; İsrailoğulları zamanında «Vasît» şehrinde veba hastalığı baş gösterir. Şehir halkından on sekiz bin veya yetmiş bin kişi hastalıktan korktukları için şehri terk ederler. Gittikleri yerde Yüce Allah bunların hepsini helak eder. Güya onlar, ölümden korktukları için memleketlerini terk etmişlerdi. Bunların peygamberlerinden Hızkıl (aleyhisselâm) bu beldeye uğruyor, hepsinin helak olduğunu görünce «Hamd şanına mahsus olan Yüce Allah, bunları diriltmeye kadirdir. Bunları diriltse de, O'na ibadet etseler» der ve dirilmeleri için Allahü teâlâ'ya dua eder. Yüce Allah duasını kabul eder ve onları ölümlerinin sekseninci günü veya daha fazla bir zaman geçmesine rağmen diriltir. Allahü teâlâ bu olayı Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e haber vermiştir. Tâ ki, öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenler en büyük bir ibret olsun. Bundan dolayı Yüce Allah «Yâ Muhammed, ölüm korkusundan dolayı yurtlarını terk edip çıkanların haberi sana bildirilmedi mi? Allah onların hepsini helak etti. Sonra Hızkıl (aleyhisselâm)’ın duasıyla onları tekrar diriltti» buyurmuştur.

Yüce Allah insanlara karşı fazl ve ihsan sahibidir. Fakat insanların pek çoğu bunu bilmezler. Allah'ın verdiği nimetlere karşı nankörlük yaparlar da, şükrü yerine getirmezler.

Bu âyet-i celile, Peygamberimizin Hak Peygamber olduğunu inanmayanlara isbat eder. Zira kendinden önce gelip geçen peygamberlerin haberlerini ve onlar zamanında meydana gelen olayları asırlarca sonra insanlara olduğu gibi bildirmesi elbette hak peygamber oluşunun delilidir. Yahudilerin ve Hıristiyanların kabir azabını ve öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmelerini Yüce Allah bu âyetle reddetmektedir. Onlar Resûlüllah'ın Hak Peygamber olduğunu bildikleri halde yine iman etmemişlerdir.

244

«Allah yolunda muharebe edin. Bilin ki şüphesiz Allah hakkıyla isitici, kemâliyle bilicidir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu âyet hakkında şöyle demiştir: «ölüm korkusuyla yurtlarından kaçıp, çıkanları gittikleri yerde Yüce Allah helak edip, tekrar diriltince «Allah yolunda muharebe edin, savaşın» demiştir. Yani nerede olursanız olua, ölümden korkmayın. Siz kaçmakla ölümden kurtulamazsınız.

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Âhirzaman Peygamberinin ümmetinin, ölümden korkmadan Allah yolunda muharebe etmeleri için bu âyette emir vardır: «Ey îman edenler, Allah yolunda muharebe edin. Bilin ki, Allah semi'dir, sizin ne söylediklerinizi işitir ve gönlünüzdekileri bilir.

245

«Kimdir o kimse ki, Allah için güzel bir ödünç versin de, Allah da ona kat kat emsalini ihsan buyursun. Allah (kimini) daraltır, (kimini) genişletir. Siz ancak O'na döndürüleceksiniz.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Ebüddahdâ (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'e gelerek: «Yâ Resülâllah, benim iki bahçem var, birini Allah rızası için tasadduk etsem, bunun mukabili olarak Allahü teâlâ bana cennetten bir bahçe verir mi?» diye sorar. Peygamberimiz cevaben «verir- buyurur. Ebüddahdâ tekrar Peygamberimize: «Oğlumla, anası da benimle beraber olurlar mı?» der. Peygamberimiz «evet, onlar da seninle beraberdir» buyurmuştur. Bunun üzerine Ebüddahdâ: «Şahid ol, yâ Resûlâllah, ben Allah rızası için birini tasadduk ettim» der. Dönüp bahçesine gider ve kapısından içeri girmez. Zira Allah rızası için bahçesini verdiğinden dolayı teeddüb eder. Bahçede olan hanımına seslenir, «bahçeden çık ben burasını Allah rızası için tasadduk ettim» der. Bunu duyan hanımı sevinç içinde bahçeden çıkar ve kocasına «sana mübarek olsun, ne güzel iş yaptın» karşılığını verir, sevincini kocasına bildirir, yaptığı işin çok iyi olduğunu söyler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i celileyi inzal buyurarak «kimdir, gönül hoşluğu ile Allah rızası için kendi malından veren? Allahü teâlâ cennette onun mislini fazlasıyla vermeye kadirdir. Allah yolunda tasadduk edenlerin dünya ve âhiret mükâfatını ve sevabını çok fazlasıyla Yüce Allah verecektir.-

Allah verdiği nimetlere şükreden kavmin dünyada da, âhirette de nimetlerini artırır, nimetlerine şükretmeyen kavimden de verdiği nimetleri geri alır. Kendilerini perişan eder. Mallarını Allah yolunda gönül rızasıyla tasadduk edenler, Allah katında aynısını bulacaklardır, insanların dönüp varacağı yer orasıdır. Hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz.

Ebû Osman el-Hindi (radıyallahü anh) Ebü Hüreyre (radıyallahü anh)'den rivayet ederek şöyle demiştir: «Allahü teâlâ kulunun bir hasenesine bin hasene verir. Yani bir iyiliğine bin iyilik yazar. Ebû Hüreyre'nin bunu söylediğini işittim ve doğruluğunu öğrenmek için o yıl hacca gittim! Hacda Ebü Hüreyre'yi buldum, bunu sordum. O «bunu sana söyleyen yanlış söylemiş, ben bir iyiliğe iki bin iyilik verir dedim» der ve Hadîd sûresinin on birinci âyetini okur. Allahü teâlâ Hadid sûresinin on birinci âyetinde şöyle buyuruyor:

«Allah'a karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim? İşte o, bunu kat kat artıracaktır. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.»

Yüce Allah'ın vermiş olduğu mükâfatın hesabını kimse bilemez. Onu ancak kendi bilir. Allah rızası için verilen şeyin mükâfatını kat kat artıracağını Yüce Mevlâ beyan ediyor.

246

«Musa'dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerine bakmadın mı? Hani onlar, Peygamberlerine, bize bir hükümdar gönder de Allah yolunda savaşalım, demişlerdi. O da, ya üzerinize bir muharebe yazılıp da savaşı tutmayıverirseniz, demişti. Onlar (şöyle) söylemişlerdi: Allah yolunda neye savaşmayalım? Hem hakikaten yurtlarımızdan çıkarıldık, evlâtlarımızdan mahrum edildik. Fakat vakta ki onların üzerine muharebe farz kılındı, içlerinden birazı müstesna olmak üzere, yuz çevirdiler. Allah o zalimleri çok iyi bilicidir.»

Yâ Muhammed, Musa'dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerinin haberi sana gelmedi mi?. Onların kâfirleri, mü’minlere galip gelerek bir kısmını esir etmişler, esir edemediklerini yurtlarından Çıkarmışlar ve onları çocuklarından uzaklaştırmışlardı. Kâfirlerin melikleri, kumandanları Câlût'du. Mü’minler çaresiz kalmışlar, peygamberleri Hazret-i İşmuil (aleyhisselâm)'e gelip durumlarını arz etmişler ve «bizim için Allah'a dua et de, bize bir melik versin, biz de onunla, beraber Allah yolunda muharebe edelim» demişlerdi. İşmuil (aleyhisselâm), onlara: «Allah sizin üzerinize muharebe etmenizi farz kılar ve size bir melik gönderirse, ola ki siz, muharebe etmeyip, ondan yüz çevirip kaçarsınız» der. Bunun üzerine onlar -niçin savaşmayalım, düşmanlarımız bizi, vatanımızdan çıkardılar, çoluk - çocuğumuzu esir edip, bizi perişan ettiler» derler. İşmuil (aleyhisselâm) kendilerinden teminat aldıktan sonra dua eder, Yüce Allah da duasını kabul eder ve onlara muharebe etmeyi farz kılar. Onlara düşmanla savaşmak emredilince, pek azı verdikleri sözde durur, diğerleri ahidlerinden vazgeçer ve muharebeden kaçarlar. Ahidlerinde duranların sayısı ancak üç yüz on üç kişidir.

Yüce Allah, alimdir. Kimin sözünde durup durmadığını en iyi bilendir. Ahidlerinden dönenler ancak zalimlerdir. Onlar yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

247

«Onlara peygamberleri hakikat Allah size bir padişah olarak Tâlût'u göndermiştir, dedi. Dediler ki: Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken ve ona maldan da bir bolluk verilmemişken nasıl olur da bizim başımızda padişahlık onun olabilir?. Peygamberleri de dedi ka Şüphesiz Allah onu sizin üstünüze beğenip seçmiştir. Ona bilgice, vücudca da bir üstünlük vermiştir. Allah hükmünü kime dilerse ona verir. Allah'ın lûtf u keremi boldur.»

Onlar düşmanlarıyla muharebe etmek için melik istemişler ve bu yüzden İşmuil (aleyhisselâm)'e müracaat ederek, ondan Allah'a dua etmesini dilemişlerdir, işmuil (aleyhisselâm) de Allah'a dua eder, Yüce Allah, onun duasını kabul eder. Talût'u kendilerine melik olarak gönderir. Tâlût aralarında yaşayan fakir biri idi. Onlar soy itibariyle Yakup oğullarından, padişahlık yönüyle de Yâhuza oğullarından idiler. Tâlût da Lâvi neslindendi. Alış-veriş yapardı. Fakat büyük bir âlim idi. Allahü teâlâ ilmi sebebiyle Tâlût'un derecesini yükseltti ve kendisini melik olarak gönderdi. İşmuil (aleyhisselâm), Tâlût'un melik olarak gönderildiğini insanlara bildirince, onlar -o bizim üzerimize nasıl melik olur? Halbuki biz melik olmaya ondan daha lâyıkız. Bizim soyumuz onunkinden çok daha üstündür. Üstelik mal bakımından biz ondan daha üstünüz. Melik herkesden zengin olmalı ki, askere hük- ' medebilsin. Onların ihtiyacını temin etsin, demişlerdir, işmuil (aleyhisselâm) de, onlara «Yüce Allah sizin içinizden Tâlût'u seçti ve onu sizin üstünüze ilim ve vücud bakımından üstün kıldı. O, cüsseli bir insandır, harp taktiğini sizden çok iyi bilir. Mülk sahibi Yüce Allah'dır, hükmünü kime dilerse ona verir. Bu, zenginlikle olmaz. Allahü teâlâ'nın ilmi her şeyi ihata etmiştir. O, kimin melikliğe lâyık olduğunu en iyi bilendir- demiştir.

İnsanlar bu sözleri işmuil (aleyhisselâm)'den işitince, kendisinin sözü olduğunu zannederler ve îşmuil (aleyhisselâm)'e «eğer bu hükümler Allah'dan ise, bize bir âyet getir ki, hakikat açığa çıksın» derler. Allahü teâlâ da onların bu durumlarını beyan edip, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e âyet-i celilesinde şöyle buyurmuştur:

248

«Peygamberleri onlara dedi ki: Gerçek, onun hükümdarlığının açık alameti size o Tâbut'un gelmesi olacaktır ki, içinde Rabbinizden bir sekînet ve Musa hanedanıyla Hânın ailesinin metrûkatından bir bakıyye vardır. Melekler onu yüklenecektir. Elbette bunda size kat'i bir alamet vardır. Efter iman etmişlerseniz.»

Onlar Peygamberleri İşmuil (aleyhisselâm)'den Tâlût'un melik olduğuna dair bir alâmet istediler. Tâlût da melik olduğunu isbat için, onlara bir tâbutla geldi. Bu tabut melik olduğunun alâmetiydi.

Bu tabutun kıssası şudur: Tevrat'ın sandukudur. Hazret-i Adem'den Hazret-i Musa'ya intikal ettiği rivayet ediliyor. Hazret-i Musa bu tabutu muharebelerde ordusunun önünde bulundurmuştu, bu ordu için manevi bir kuvvet temin ederdi. Musa'dan sonra Müslümanların elinde bulunan bu tabut, Câlût'un Müslümanlara galip gelmesiyle onlardan alınmış ve bir mezbeleliğe gömülmüştür. Câlût ve avanesi ona saygısızlık ettikleri için Yüce Allah onları çeşitli hastalıklara mübtelâ etmiştir. Basur hastalığı o zamandan, cüzzam hastalığı Hazret-i Eyyüb zamanından, yemeklerin bozulması, İsrailoğulları zamanından kalmıştır. Bunların yeri geldikçe izahları yapılacaktır.

Bu tabut Müslümanların elindeyken gittikleri har yere götürüyorlardı. Aynı zamanda kafirlere karşı galip gelmeleri için onunla zafer talep ederlerdi. Yüce Allah bu tabutu, Tâlût'un melik olduğuna bir alâmet kılmıştır. Allahü teâlâ, meleklere tabutu alıp Tâlût'a getirmelerini emretti. Onlar da tabutu Tâlût'a getirdiler.

İşmuil (aleyhisselâm) tabutun içindekileri kavmine haber verirken, bu nun içinde Rabbinizin -sekinesi- var demiştir. Sekine hakkında tefsirciler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazı tefsircilere göre sekine: Bir dilektir. Gittikleri yere tabutu götürürler, kalbler onunla tatmin olur ve onunla zafer dilerler.

İmam-ı Mukatil'e göre sekine: «Tabutun içinde bulunan bir hayvandır. Bu hayvanın başı kedi kafası gibi olup, iki kanadı vardır. Şayet ses çıkarırsa savaşta galip geleceklerini anlarlar, ses çıkarmazsa mağlûp olacaklarını bilirlerdi.» Bazıları da, sekinenin ses çıkaran yeşil bir cevher olduğunu söylemişlerdir. Diğer bir kısım tefsirciler de, tabutun içinden geçen bir rüzgâr olduğunu, zaman zaman ses çıkardığını, eğer savaşta ses çıkanrsa zafere işaret olduğunu söylemişlerdir.

Bu tabutun içinde Hazret-i Musa'nın asası, Tevrat'ın bazı parçaları ve Tin vadisinde yağan kudret helvasından bir ölçek ve Hazret-i Harun'un sarığı bulunmaktadır. Tabut, şimşir ağacından yapılmıştı.

Câlût ve avanesi tabuta saygısızlık ettikleri için çeşitli hastalıklara mübtelâ olmuşlardır. Bunun sebebini tabuta bağlayarak, «bu bize İsrailoğullarının ilâhından oldu, zira biz, onu gömmüştük» demişlerdir. Onlar, tabutun İsrailoğullarının ilâhı olduğunu kabul ederlerdi. Uğramış oldukları musibetlerden kurtulmak için tabutun bulunduğu yerden çıkarılması gerektiğine inanmışlardı. Bunun için de iki sığır alıp koşmuşlar ve tabutu olduğu yerden çıkarmışlardı. Çıkardıkları tabutu sığıra koştukları arabanın üzerine koyarlar ve İsrailoğullarının bulunduğu yere doğru salıverirlerdi. Bu sığırların yavrularını da kendi yanlarında bırakırlardı. Allahü teâlâ'nın emriyle iki melek gelir o sığırları İsrailoğullarının bulunduğu yere getirirdi. Sabah olunca İsrailoğulları tabutu aralarında bulurlar. İşmuil (aleyhisselâm), onlara «bu tabutun gelmesi Tâlût'un melik olduğuna işarettir. Eğer siz, mü’min iseniz Tâlût'un Allah tarafından melik olarak gönderildiğine inanırsınız» demişti. İsrailoğulları aralarında tabutu görünce, onun Allah tarafından olduğunu kabul etmişler ve Tâlût'a tâbi olmuşlar.

249

«Vaktâ ki Tâlût ordusuyla ayrılıp çıktı, dedi ki: Şüphesiz Allah sizi bir ırmakla imtihan edicidir. İşte kim ondan içerse benden değil, kim onu tutmazsa artık o benden. Eliyle bir avuç alanlar başka. Derken, içlerinden birazı müstesna olmak üzere ondan içtiler. Nihayet o ve maiyetindeki müminler vaktaki onu geçtiler. Dediler ki: Bugün bizim Câlût'a ve ordusuna karşı takatimiz yoktur. Muhakkak Allah'a kavuşacaklarını bilenler ise nice az bir cemiyet, daha çok bir cemiyete Allah'ın izniyle galebe etmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir dediler.»

Talüt melik olunca, yetmiş bin kişilik bir ordu ile muharebeye çıktı. Hava çok sıcak olduğu için asker yolda giderken çok şiddetli susamışlardı. Tâlût'tan susuzluğa çare bulmasını istemişler, aksi takdirde mahv u perişan olacaklarını söylemişlerdi. Tâlût «sabredin İşmuil (aleyhisselâm)'e soralım, o ne der bakalım' demiş ve gelip durumu ona arz etmişti. Bunun üzerine İşmuil (aleyhisselâm) Allah'a dua ve niyaz eder, Yüce Allah da ona, Talût'a bildirilmesi gerekeni vahyeder.

İşmuil (aleyhisselâm) Tâlût'a Allah'ın emrini bildirir, Tâlût da gelip askerlerine şöyle der: «Ey kavmim, Allahü teâlâ, sizi Ürdün ile Filistin arasındaki bir nehirle imtihan ediyor. İçinizden her kim o nehirden yatarak içerse, o benden değildir. İçenler düşmanımız üzerine galip gelemezler, mağlûp olurlar. Kimse ondan içmesin. Ancak avuçlarınızla içebilirsiniz. Avuçlarıyla içenler bizdendir. Onlar düşmanlarını mağlûp ederler. Düşmanlarına karşı zafiyet göstermezler.»

Allahü teâlâ'nın onları denemesi, içlerinden niyetleri salih olanlarla, olmayanların belli olması içindir. Zira niyetleri bozuk olanlar muharebe meydanına gitseler de, savaşmazlar. Düşmandan yüz çevirip kaçarlar. Savaşanların da, onların kaçtığını görünce moralleri bozulur, zayıf düşerler. Onların da paniğe kapılmasına sebep olurlar.

Yüce Allah, onların niyetlerini bildiği için muharebe meydanına gitmeden önce, diğerlerinden onları ayırmıştır. Onlar Tâlût'un emrini dinlemeden, yatarak ırmaktan kana kana içtiler. İçlerinden pek asa ise Tâlût'un hükmüne uyarak avuçlarıyla içtiler. Avuçlarıyla içenlerin sayısı üçyüz on üç kişi idi. Yüce Allah ırmaktan su içenlerle, içmeyenlerin arasını ayırt ederek, Tâlüt'a «ırmaktan su içenleri geri çevir, içmeyenleri de beraberinde götür» diye emretmiştir. Tâlût, emrine uymayıp su içenleri geri çevirmiş, içmeyenleri ise beraberine alıp, nehrin karşısına geçirmiştir. Tâlût'a itaat eden mü’minler, Câlût'un ordusuyla karşılaştıkları zaman «bizim onlara gücümüz yetmez» demişlerdi. Zira Câlût'un ordusu yüz bin kişilik bir orduydu. Mü’minlerin âlimleri ise, nice az ordular vardır ki, Yüce Allah'ın yardımıyla kendilerinden çok fazla olan ordulara galip gelmişlerdir. Onlardan korkmayın, yeter ki niyetiniz halis olsun. Allahü teâlâ'nın yardımı ve nusreti O'nun yolunda sabredenlerle beraberdir» demişlerdir.

250

«Onlar, Câlût ile askerlerine karşı çıktıkları zaman dediler ki: Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır. Ayaklarımıza sebat ver. Bu kafirler güruhuna karşı bize yardım et.»

Mü’minler Tâlût'un başkanlığında, Câlût'un ordusunun karşısında saf tuttular, Allah'a yalvarıp dua ettiler: «Ey Rabbimiz, biz» sabır ve metanet ver. Bize yardım  eyle. Bizi bu kâfirlerin üzerine galip kıl» dediler.

Rivayete göre, Dâvud (aleyhisselâm) çobanlık yapar, koyun otlatırdı. O'nun yedi kardeşi vardı. Kardeşleri de Tâlût'la beraber bulunuyorlardı. Uzun zaman kardeşlerinden haber alınamayınca, babası Îşâ, kardeşlerinin durumunu öğrenmek için Davud'u göndermişti. Dâvud (aleyhisselâm) yolda giderken bir taşa rastlar, taş Allah'ın desturuyla Davud'a şöyle der: «Beni al, beraberinde götür. İbrahim (aleyhisselâm) düşmanlarını benimle helak etmiştir.. Dâvud (aleyhisselâm) taşı alır, çantasına kor ve yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, yine bir taşa rastgelir; taş aynı şekilde -Beni de al, beraberinde götür. Musa (aleyhisselâm) benimle nice düşmanlarının üzerine galip gelmiştir- der. Dâvud (aleyhisselâm) onu da alır, çantasına kor ve yoluna devam eder. Talut'a kadar gelir. Tâlût'un ordusunun, Câlût'a karşı saf tuttuklarını görür; O sırada Câlût meydana çıkar, -kimdir, benimle savaşacak olan? Gelsin savaşalım» der. Tâlût'un ordusundan kimse ona karşı çıkmaz: Câlût kimsenin meydana çıkmadığını görünce, ikinci kez bağırır, «Ey İsrailoğulları gerçekten siz Hak üzere iseniz bir kez bana karşı çıkın» der. Kâfirin bu sözünü duyan Dâvud (aleyhisselâm) galeyana gelir, kardeşlerine «içinizde bu sünnetsize karşı çıkacak yok mu?- diye sorar.

Bunun üzerine kardeşleri, «sen nasıl konuşuyorsun? Ağzını tut» derler. Dâvud (aleyhisselâm) da onların yanından ayrılır, ordunun diğer kanadına geçer. Orduyu harbe teşvik eder, o anda Tâlût çıkagelir. Dâvud (aleyhisselâm) Tâlût'un geldiğini görünce, ona şöyle der: «Yâ Talût, şu Câlût kâfirini öldürene ne yaparsın?» O da cevaben «onu öldürene kızımı verir, mülkümün yarısına ortak ederim» der. Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) «ben onunla savaşırım» der. Tâlût buna çok sevinir, silâhını ve zırhını çıkarır Davud'a verir. Tâlût çok uzun boylu olduğu için zırhı Davud'a olmaz. Dâvud, zırhı geri verir ve «ben, bununla savaşmaya alışkın değilim» der.

Tâlût, Dâvud (aleyhisselâm)'a harp edip etmediğini sorar. Dâvud (aleyhisselâm) da cevaben: -Koyunlarıma kurt gelirdi, kılıcımla bir hamlede onları ikiye bölerdim» der. Tâlût «kurt zayıf bir hayvandır. Halbuki bu adam kuvvetli biridir», bundan başka tecrüben yok mu?» der. Yine Dâvud (aleyhisselâm) «zaman zaman koyunlarıma arslanlar saldırıyordu, onları vurup elimle çenelerini ayırırdım» der. Bunun üzerine Tâlût «Bana benziyorsun, adın nedir?» diye sorar. Cevaben «îşa oğlu Dâvud» der ve destur diyerek savaş meydanına atılır. Savaş âletini eline alır, meydana çıkar. Bunu gören Câlût da meydana çıkar ve böbürlenerek «beni öldürmeye sen mi geldin? Elindekiyle köpekler öldürülür» der. Buna karşılık Dâvud (aleyhisselâm) da «sen de kelpsin, köpek gibi öldürüleceksin» der.

Câlût'un başında bir miğfer vardı ki, bir hayli ağırdı. Câlût, kızarak, Dâvud (aleyhisselâm)'a «önce sen mi atacaksın, ben mi?» diye sorar. Dâvud (aleyhisselâm) da -önce ben atayım- der ve çantasındaki taşlardan birini çıkarır. Taşı harp aletiyle Câlüt'a atar. Taş, Câlût'un göğsüne isabet eder, göğsünü deler, arkadan çıkar ve geride saf tutmuş düşman ordusundan bir çoğunu öldürür.

Bazı tefsircilere göre: Dâvud (aleyhisselâm)'un çantasında üç taş vardı. Çantasından taşı almak için elini uzattığında üç taşın bir taş olduğunu gördü. Bunu alıp harp aletiyle düşmanın üzerine attı. Atılan taş üç parçaya ayrıldı. Bir parçası Câlût'a, iki parçası da düşman ordusuna isabet etti. Onlardan bir çoğu helak oldu, geri kalanlar da muharebe meydanından dağıldı. Bu taş görünürde bir taş olup gerçek mânada taş değildi.

251

«Derken Allah'ın izniyle düşmanlarını bozguna uğrattılar. Dâvud da Câlüt'u öldürdü. Allah da ona saltanat ve hikmet verdi. Ve daha dilemekte olduğundan da bazı şeyleri öğretti. Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile önleyip savmasaydı, yer muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah âlemlere karşı büyük fazl sahibidir.»

Allahü teâlâ, Câlüt'u ve ordusunu Dâvud (aleyhisselâm)'a helak ettirip, onları hezimete uğrattı. Tâlût, Dâvud (aleyhisselâm)'un Câlüt'u öldürdüğünü, ordusunu hezimete uğrattığını ve dağıttığını görünce kızını Davud'a nikahlamış ve mülkünün de yarısını vereceğini vaad etmiştir. Tâlût'un vezirleri buna rıza göstermeyerek şöyle demişlerdir: Eğer sen, mülkünün yarısını Davud'a verirsen, geri kalan mülkünde de hak iddia eder, hepsini elinden alır.»

Vezirlerinin »özüne uyan Tâlût, mülkünün yansım Davud'a vermekten vazgeçer Hatta onu öldürmeye teşebbüs eder, Davud (aleyhisselâm)'u öldürmek için çok uğraşır ama bir türlü muvaffak olamaz. Dâvud, ona galip gelir, sonunda Tâlüt mülkünün yarısını vermek zorunda kalır. Bunu hazmedemeyen Tâlût, bir müddet sonra Dâvud (aleyhisselâm) ile savaşa tutuşur, Tâlût öldürülür, mülkünün tamamı Davud'a kalır.

Israiloğulları Dâvud (aleyhisselâm) zamanına kadar tek hükümdarın başkanlığı altında toplanmamışlardı. Dâvud (aleyhisselâm) 'un hükümdar olmasıyla tek hükümdarın başkanlığı altında toplanmış olurlar.

Yüce Allah, Dâvud (aleyhisselâm)'a İsrailoğullarının on kolunun hükümdarlığını vermiştir. Aynı zamanda onu peygamber olarak gönderip dört büyük kitaptan ikincisi olan Zebur'u vermiştir. Zebur kitabında dört yüz yirmi sûre bulunmaktadır. Dâvud (aleyhisselâm). Yüce Allah'tan neyi dilemişse, Allah ona vermiştir. Dâvud (aleyhisselâm) demirden zırh yapar, kuşlarla konuşur ve dağların yapmış olduğu tesbihâtı anlardı. Onlar Dâvud ile tesbih ederdi.

Allahü teâlâ bazı insanlar vasıtasıyla, yeryüzünde fitne-fesad çıkaranları helak etmiş, yeryüzünü onların şerrinden korumuştur. Eğer onlar yeryüzüne hâkim olmuş olsaydılar, orada fesad çıkarırlar, huzuru bozarlar ve her yeri helak ederlerdi. Yüce Allah peygamberler vasıtasıyla mü’minlerden musibetleri gidermiş, onları gayr-i müslimler üzerine galip kılmış, âsileri helak etmiştir. Nitekim, Allah'dan korkan erkekler, süt emen çocuklar, mer'ada otlayan hayvanlar olmasaydı, insanların üzerine azap yağardı. Şayet Allah'ın salih kulları olmasaydı âcizler helak olurdu, buyurulmuştur. Allahü teâlâ fazl-ı inayeti ile mü’minlere zarar veren şeyleri kendilerinden gidermiştir.

252

«Bunlar Allah'ın âyetleridir ki, onları sana hak olarak okuyoruz. Sen de, şüphe yok ki gönderilmiş alan peygamberlerdensin.»

Yâ Muhammed, sana bildirdiğimiz Allahü teâlâ'nın vahdaniyeti ve senden önceki peygamberlerinin gerçek olduklarının alâmetidir. Cebrail'in sana getirip okuduğunda hilaf yoktur. Onda bir noksan da bulamazsın. Şüphesiz sen de zikrettiğimiz peygamberlerdensin. Sana da açık âyetlerimizi bildirdik ve seni mucizelerle te'yid ettik.

253

«O peygamberler yok mu? Biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik. Allah onlardan biri ile söyleşmiş, birini de birçok derecelerle yükseltmiştir. Meryem'in oğlu İsa'ya o bey yineleri biz verdik ve onu Ruhü’l-Kuds ile destekledik. Eğer Allah dileseydi onların arkasındakiler, kendilerine o apaçık burhanlar geldikten sonra, birbirini öldürmezlerdi. Fakat ihtilâfa düştüler. Binnetice onlardan kimi îman etti, kimi küfre saptı. Eğer Allah dileseydi birbirini öldürmezlerdi. Şu var ki Allah ne dilerse yapar.»

Yâ Muhammed, senden önceki peygamberlerin haberlerini Kur'ân-ı Kerîm'de sana bildirdik. Onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik. Bu meziyetler de üçe ayrılır. Bir kısmına, nübüvvets delâlet eden özellikleri çok verdik, bu vesileyle diğerlerinden üstün kıldık. Bazısını da ümmetinin çokluğuyla diğer peygamberlerden üstün kıldık. Bazısının ise nefsini üstün kılmakla diğerlerinden üstün kıldık. Nitekim Allahü teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur: Yüce Allah onlardan Mûsâ ile söyleşti. İdris (aleyhisselâm)'in de derecesini yükseltti.

Bu konuda bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: «Bütün bu özellikler Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e mahsustur. Zira O bütün mevcudata peygamber olarak gönderilmiştir. Yüce Allah, hiç bir peygambere vermediği özellikleri ona vermiştir. O bir avuç hurma ile bir çok insanı doyurdu. Ümmü Mâbed'in sağılmayan koyununu eliyle sıvayınca herkese yetecek kadar süt sağıldı, aya parmağı ile işaret edince ay ikiye bölündü. Peygamberimizin bunlara benzer bir çok mucizesi vardır. Bütün mucizeler onun derecesinin yüksekliğine işaret etmektedir.

Yüce Allah Meryem oğlu İsa'ya da bir kısım mucizeler vermiştir. O, ölüleri diriltiyor, sağırları ve dilsizleri iyi ediyor, Alaca hastalığına yakalanmış olanları o hastalıktan kurtarıyordu. Ona Ruhü’l-Kuds'le yardım ederek, kendisini öldürmek istedikleri zaman, onlara fırsat vermedi, göğe yükseltti. Eğer yüce Allah dileseydi kendilerine apaçık deliller geldikten sonra onlar birbirlerini öldürmezlerdi. Yine dileseydi onların hepsini iman etmeye mecbur tutardı ve hepsi îmana gelirlerdi. Fakat Yüce Allah onları kendi iradeleriyle başbaşa bıraktı, onlar ise dinde ihtilafa düşerek ikiye ayrıldılar. Bir bölüğü Allah'a ve Resulüne îman ederek mü’min oldular. Bir kısmı ise bunları inkâr ederek kâfir oldular. Allahü teâlâ dileseydi onların hepsi tek bir millet gibi olur ve aralarında savaş edip birbirlerini öldürmezlerdi. Yüce Allah ne dilerse onu yapar. Dilediğini ihtilâfa düşmekten muhafaza eder. Dilediğini de zelil eder. O'nun emrini ve hükmünü kimse değiştiremez. Bütün varlıklar yaptıklarından sorguya çekilirler. Fakat O, yaptığından sual olunmaz.

254

«Ey iman edenler, içinde ne bir alışveriş, ne bir dostluk, ne de bir şefaat bulunmayan bir gün gelmezden evvel size verdiğimiz rızaktan harcayın. Kâfirler zulmedenlerin ta kendileridir.»

Ey iman edenler size rızık olarak verdiklerimizden, siz de ihtiyaç sahiplerine verin. Alış verişin ve dostluğun bulunmadığı, hiç bir şeyin fayda vermediği, Allah'ın müsaade ettiklerinden başka kimsenin kimseye şefaat edemeyeceği gün gelmeden önce, orası için hazırlık yapın. Size rızık olarak verdiklerimizden, siz de Allah rızası için verin. Kafirlere dünyada da, âhirette de asla şefaat edilmez. Onlar kendi nefislerine zulmeden zalimlerin ta kendisidir. Onlar peygamberler hakkında söylenmeyecek sözleri söylediler. Dünyaya mağrur olup, yeryüzünde fesad çıkardılar. Bu azgınlıklarından dolayı iki cihanın saadetinden mahrum oldular.

255

«O Allah'dır ki, kendinden başka hiç bir Tann yoktur. Diridir, zatıyla ve komâliyle kaimdir. O'nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Onun izni olmadıkça, O'nun nezdinde şefaat «decek olan kimdir? O önlerindekini, arkalarındakini, bilir. O'nun ilminden yalnız kendisinin dilediğinden başka hiç bir şeyi kavrayamazlar. O'nun kürsüsü göklerden ve yerden daha geniştir. Göklerin ve yerin hıfzı O'na ağır gelmez. O, çok yüce, çok büyüktür.»

Müşrikler, putlarının Allahü teâlâ'nın ortağı olduğunu söyleyerek, O'nun katında kendilerine şefaat edeceklerini ifade etmişlerdi. Yüce Allah da onların bu yalanlarını reddederek, vahdaniyetini beyan etmek için bu âyet-i celileyi inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah'dan başka mâbud-u hakikî yoktur.» O, haydır. Allahü teâlâ'nın hayatı kimseden değildir ve hayatının başlangıcı da yoktur. O, kadîmdir, hayatı son bulmaz. O'na asla ölüm arız olmaz. Zâtiyle kâimdir, asla zeval bulmaz. O'na hiçbir kötülük isabet edemez. Her varlık üzerine kaimdir ki, onların yaptıklarına göre mükâfat ve mücazat verir. Yüce Allah her şeyden münezzehdir. O'nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku tutmaz. Uyuklama madde gözüyle olur, bazan gelir, bazan gider. Uyku ise gözden kalbe inendir. Kalbin uyumasından maksat, kalbin gafil olmasıdır. Halbuki Allahü teâlâ bütün mahlûkatın işlerini tedbir etmekten gafil değildir. Bütün varlıkların sevk ve idaresi Yüce Mevlâ'ya aittir.

Rivayete göre Musa (aleyhisselâm) bir gün «Rabbimiz uyur mu uyumaz mı?» diye aklından geçirmiş. Bütün gayıpları bilen Yüce Allah Musa (aleyhisselâm)'nın hatırından geçeni bildiği için, iki eline iki şişe almasını ve onları iyi muhafaza ederek kırmamasını emretmiştir. Musa (aleyhisselâm) da ilâhi emre uyarak iki şişe alır. Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'ya uyku verir. Musa (aleyhisselâm) da şişeler elinde uykuya dalar ve bu sırada şişeler elinden düşüp kırılır. Musa uyanıp şişelerin kırıldığını görünce mahcup olur. Yüce Mevlâ bunun üzerine Musa (aleyhisselâm)'ya şöyle vahyeder: «Yâ Musa, yerler ve gökler benim alimde bu şişeler gibidir. Eğer beni uyku tutsaydı bütün mevcudat, elindeki şişeler gibi helak olurdu.» Yerde ve göklerde ne varsa O'nundur. O'nun mülkünde kimsenin ortaklığı yoktur. Allahü teâlâ'nın ortağı ve benzeri yoktur. Bütün varlıklar O'nun bir olduğunun delilidir. O'nun izni olmadan hiç bir kimse katında şefaat yetkisine sahip değildir. Ancak şefaate müsaade ettikleri başkalarına şefaat edebilirler. Bu âyet peygamberlerin, velilerin ve Allah'ın salih kullarının şefaat edeceklerine delâlet eder. Ve müşriklerin iddialarını da reddeder.

Allahü teâlâ alimdir, her şeyi bilir. O'nun bilgisinden hiç bir şey gizli kalmaz.

Putların dünyada kâfirlere «biz sizin Rabbiniziz, bize tapın, âhirette de size şefaat ederiz» demediklerini, Yüce Allah çok iyi biliyor. Bunların hepsi kâfirlerin uydurmasıdır. Hiçbir şey O'nun ilmini ihata edemez. O'nun bildiğini kimse bilemez, insanların bazısı meleklere taparak, onların şefaatini umarlardı. Allahü teâlâ da, bu âyetiyle onların hiç bir şeye malik olmadıklarını, geçmiş ve gelecekten haberleri bulunmadığını haber vermiştir. Onlar ancak Yüce Allah'ın kendilerine bildirdiklerini bilirler.

Bundan sonra Allahü teâlâ azametini bildirmek için kürsüsünden haber vererek şöyle buyurmuştur: «Allahü teâlâ'nın kürsüsü yerlerden ve göklerden daha geniştir», yerler ve gökler O'nun kürsüsü ile dolmuştur.

İbn Ebi Rabah şöyle demiştir: «Yedi kat gökler ve yedi kat yerler kürsünün altında geniş bir araziye terk edilen bir halka misalidir». Burada kürsünün ne kadar büyük olduğu ifade edilmektedir.

Abdullah İbni Mes'ud da şöyle demiştir: «Göğün tabakaları arasındaki mesafe beş yüz yülik yoldur. Yedinci gökle kürsi arasındaki mesafe de o kadardır. Kürsî ile su arasındaki mesafe de beşyüz yıllık yol miktarıdır. Arş su üzerindedir. Allahü teâlâ da arşdan yukardadır. Arşın üzerine oturmamıştır. O'nun azametini hiç bir şey taşıyamaz. Arşı taşıyan melekler O'nun kudretiyle taşımaktadırlar. Yerleri ve gökleri kudretiyle muhafaza etmek O'nu âciz bırakmaz. O, Yüce Hâlikm şerike ihtiyacı yoktur.»

Bivayete göre kürsiyi dört melek taşımaktadır. Her meleğin dört yüzü vardır. Biri âdem yüzü, biri sığır yüzü, bîri arslan yüzü, biri de kuş yüzüdür. Melek, âdem yüzüyle bütün insanlara dua eder. Allah'dan mağfiret, rızık ve bolluk diler. Sığır yüzüyle bütün hayvanlara dua eder, onlar için rızık talebinde bulunur. Arslan yüzüyle bütün yırtıcı hayvanlar için rızık talebinde bulunur. Kuş yüzüyle de bütün kuşlar için Yüce Allah'dan rızık talep eder.

Muhammed İbn Hanefî şöyle demiştir: «Âyete'l-Kürsi indirildiği zaman ne kadar put varsa hepsi yere yıkılmıştır. Yine ne kadar kâfir melik varsa onların da hepsi yere yuvarlanıp başlarındaki taçları düşmüştür. Bütün şeytanlar birbirlerine koşuşarak iblisin yanında toplanmışlar, durumlarını ona haber vermişlerdir. İblis de onlara: «Siz yeryüzünü dolaşın, bu durumunuz neden meydana gelmiş bakın- demiştir. Bunun üzerine onlar yer yüzünü dolaşmaya başlamışlar, Medine'ye geldikleri zaman Âyetel-Kürsi'nin inzal buyurulduğunu öğrenince, sarsıntılarının bundan meydana geldiğini anlamışlardır. Ayete'l-Kürsi iman edenlere şifa, inanmayanlara da cezadır. Âyetel-Kürsi Kur'ân-ı Kerîm içinde büyük âyetlerden olup, hususiyetleri çoktur. Sabah-akşam bu âyet-i celileyi ve Âmenerresûlü'yü samimiyetle okuyanların bütün arzulan yerine gelir. Yüce Allah bu âyetleri okuyanları bütün düşmanlardan ve kötülüklerden muhafaza eder. Âyetel-Kürsinin bir çok özellikleri vardır.

256

«Dinde zorlama yoktur. Hakikat, iman ile küfr apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim şeytanı tanımayıp da Allah'a îman ederse o, muhakkak ki kopması olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkıyla işitîci, kemaliyle bilicidir.»

İslâm dininde zorlama yoktur. Kimse dine girmesi için zorlanamaz. İman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Kendi isteği ile İslamiyeti kabul edip hidayete erenler mükâfatlarını göreceklerdir, islâm'ı kabul etmeyip küfürde kalanlar da cezalarını göreceklerdir. Hiç kimseye İslâm'a girmeleri için cebir kullanılmaz. Çünkü İslâm, kimsenin zorla Müslüman olmasını arzu etmez. İslâm asla zeval bulmaz. İslâm, mensuplarını ilâhi rahmete, hidayete ve kurtuluşa götürür. Küfür ise dalâlete, sapıklığa ve felâkete götürür. Allahü teâlâ iman ehlinin de, küfür ehlinin de ne söylediklerini işitir ve ne yaptıklarını bilir. Ona göre lâyık oldukları mükafat ve mücazatı verir.

257

«Allah îman edenlerin yardımcısıdır. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Küfredenlerin dostları ise şeytandır. O da kendilerini nurdan karanlıklara çıkarır. Onlar cehennemin arkadaşlarıdır. Onlar orada, bir daha çıkmamak üzere, ebedî kalıcıdırlar.»

İman edenlerin koruyucusu, muhafaza edicisi ve yardımcısı Allah'dır. Allahü teâlâ onları küfrün çirkinliklerinden, dünyanın ve kabrin karanlıklarından iman vasıtasıyla kurtardı. Onları cennet nimetleriyle mükâfatlandırdı. Küfredip, îmandan uzaklaşanların yardımcısı şeytandır. İnanmayanlar ilâhî nimetten mahrum oldukları gibi, ebedî cehennemde de kalacaklardır.

258

«Allah kendisine mülk verdiği için ibrahim ile, Rabbi hakkında çekişeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür deyince o, ben de diriltir, öldürürüm demişti. İbrahim: Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir deyince o kâfir şaşırıp kalmıştı. Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez.»

Yâ Muhammed, sana Allahü teâlâ'nın vahdaniyeti hususunda İbrahim (aleyhisselâm) ile muhasama ve mücadele yapanın haberi gelmedi mi? Allah, ona kimseye vermediği dünya saltanatını vermiştir. Nemrud kadar dünya saltanatına sahip kimse yoktur. Dünya saltanatının vermiş olduğu şımarıklıkla hâşâ Allahlık iddiasında bulunmuştur. Buna rağmen Nemrud ve avanesi puta taparlardı. Bu yüzden İbrahim (aleyhisselâm) ile mücadelede bulunmuştur ve kendisinin ma'bud olduğunu iddia etmiştir.

Nemrud ve kavmi bayram günlerinde toplanıp belirli bir yerde şenlikler yaparlardı. Yine böyle bir bayram gününde toplanıp bayram yaparlarken Hazret-i İbrahim, onların puthanesine girer, bütün putlarını kırar ve en büyük putun başına baltayı asar, çıkar gider. Onlar bayramlarından döndükleri zaman bütün putlarının kırıldıklarını görürler ve bunu İbrahim (aleyhisselâm)'in yaptığını anlarlar. Çünkü bayram yerinde, aralarında yalnız İbrahim (aleyhisselâm) yoktu. Nemrud, İbrahim (aleyhisselâm) "i çağırır ve «niçin ma'budlarımızı kırdın?- der. İbrahim (aleyhisselâm) cevaben: «Ma'budlarınızı şu balta kendisinde olan put kırmıştır» der. Hazret-i İbrahim'in bu cevabına şaşıran Nemrud, «o nasıl bizim ma'budlarımızı kırar? O hiç bir güce sahip değildir» der. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) onlara: «Ellerinizle yaptıklarınız, hiç bir gücü bulunmayan ve kendini koruyamayan nasıl ma'bud olur» der, Nemrud ve avanesi yapmış oldukları putları ma'bud olarak kabul eder ve onlara taparlardı. Hazret-i İbrahim ise onlara tamamen muhalifti. Nemrud, İbrahim (aleyhisselâm)'in neye taptığını sorar. Cevaben Hazret-i İbrahim «her şeye gücü yeten, yoktan var eden, dirilten ve öldüren Rabbime taparım' der.

Bir kısım tefsircilere göre bu münazaa'nın sebebi şudur: Nemrud çok zengin olduğu için yiyecek depo ederdi. Halk ondan yiyecek satın almaya geldiği zaman önünde secdeye kapanır, ondan sonra ihtiyacını alırmış. İbrahim (aleyhisselâm) da ihtiyaçlarını almak için Nemrud'un yanına gider, halkın yaptığı gibi secdeye varmadan doğrudan ihtiyacını ister. Herkesin önünde eğilmesini isteyen Nemrud, İbrahim (aleyhisselâm)'in önünde eğilmediğini görünce sebebini sorar. İbrahim (aleyhisselâm) de «ben beni yoktan var eden, dirilten, muhafaza eden ve öldüren Rabbime secde ederim- der. Bunun üzerine Nemrud -ben de diriltir ve öldürürüm» der. İbrahim (aleyhisselâm), bunu nasıl yaptığını sorunca Nemrud zindandan iki kişi çağırtır, birini serbest bırakır, birini de öldürür. «Gördün mü? Birini dirilttim, diğerini öldürdüm» der.

Bu manzarayı gören Hazret-i İbrahim, ona şöyle der: «Sen ölüyü diriltmedin, diri olanı salıverdin. Halbuki benim Rabbim ölüyü diriltir.» İbrahim (aleyhisselâm) bu sözü söyledikten sonra, Nemrud'un bunu değiştirip kavmine karşı «ben ölüleri diriltirim» demesinden endişelendiği için, Nemrud'a ikinci hücceti getirmisitr. İbrahim (aleyhisselâm), ona «Allahü teâlâ güneşi maşrıktan doğduruyor. Sen de gücün yeterse mağripten doğdur» demişti. Bu sözü duyan Nemrud donakalmıştı.

Soru: İbrahim (aleyhisselâm) birinci hüccetle yetinmeyerek, neden ikinci hüccete ihtiyaç duydu? Halbuki münazaralarda bir delili bırakıp başka bir delile geçmek hoş görünmez.

Cevap: Bir delili bırakıp başka bir delil getirmek iki türlü olur. Biri ilzamdan sonra olduğu için hoşa gider, beğenilir. Biri de muhatabını ilzam etmeden önce olduğu için beğenilmez, hoşa gitmez. Yani muhatabını susturmadan önce olduğu için hoşa gitmez.

İbrahim (aleyhisselâm) Nemrud'a «benim Rabbim ölüleri diriltir, halbuki sen ölü olmayan birini salıvermekle dirilttim dedin» diyerek, onu ilzam edip getirmiş olduğu delili iptal etmiştir. İbrahim (aleyhisselâm) bundan sonra ikinci delilini getirerek hüccetini kuvvetlendirmiştir. Nemrud ise susakalmıştır, çünkü söyleyecek bir şey bulamamıştır. Allahü teâlâ zâlimleri asla muvaffak etmez. Onların delillerini ve iddialarını her zaman boşa çıkarır. Zira hak gelince batıl yok olur.

Yüce Allah «güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır» buyurmuştur. İbrahim (aleyhisselâm)'in hücceti karşısında şaşkına dönen Nemrud, kavmi içinde mahcup olunca çok kızmış ve Hazret-i İbrahim'in ateşe atılarak yakılmasını istemiş, zira başka çıkış yolu bulamamıştı. Çünkü zalimlerin âdeti budur, başa çıkamadıkları yerde kaba kuvvete başvururlar. Zannederler ki kaba kuvvetle hak gizlenecektir. Hazret-i İbrahim'in Nemrud'la olan mücadelesi yeri gelince izah edilecektir.

259

«Yahut o kimse gibisini görmedin mi? Ki çatılan çökmüş, duvarlan üstüne yıkılmış bir kasabaya uğramış. Allah burasını ölümden sonra acaba nasıl diriltecek? demiş. Allah da onu yüz yıl ölü bırakmış, sonra diriltmiş. Ne kadar kaldın demiş, o da: Bir gün, yahud bir günden az diye söylemişti. Allah, ona: Hayır, yüz yıl kaldın, İşte yiyeceğine, içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de merkebine bak. Seni insanlara ibret nişanesi kılmamız için böyle yaptık. Kemiklerine de bak, onları nasıl birleştirip yerli yerine koyuyoruz. Sonra da onlara et giydiriyoruz dedi. O, kendisine apaçık belli olduğu zaman şöyle söyledi. Biliyorum ki Allah şüphesiz her şeye hakkıyla gücü yetendir.»

Yâ Muhammed, sana Hazret-i İbrahim ile Allahü teâlâ'nın vahdaniyeti hakkında çekişenlerin ne gibi felâketlere uğradıkları, helak olan bunca kişilerin kıssaları ve yerlerinden kaçıp çıkanlara bizim neler yaptığımız bildirilmedi mi?

Bu âyet-i celilede yeniden ihya edildiği bildirilen zat Üzeyir (aleyhisselâm)dir. Üzeyir (aleyhisselâm) merkebiyle birlikte Kudüs şehrine uğramış, şehir halkından yetmiş bin kişinin Buhtu Nasr tarafından katledildiğini, yetmiş bin kişinin de esir edildiğini görmüş. Şehrin harap olduğunu ve içinde kimsenin bulunmadığını görünce kendi kendine «Allah bunları nasıl diriltecek diye» söylenmiş. Üzeyir (aleyhisselâm) böyle söylemekle Allah'ın kudretini inkâr etmiyor, ilâhî kudretin neticesi olan ba'si gözüyle görmek istiyordu. Yüce Allah da kudretini göstermek için ona bir uyku veriyor, uykuya dalan Üzeyir (aleyhisselâm) tam yüz yıl uykuda kalıyor. Üzeyir uykuya varınca merkebi de ölüyor. Yüce Allah onları insanlardan ve yırtıcı hayvanlardan gizliyor. Kimse onları göremiyor ve dokunamıyor. Allahü teâlâ Üzeyir (aleyhisselâm)'i dirilttikten sonra: «Yâ Üzeyir, uykuda ne kadar kaldın?» diye sormuş, o da cevaben «bir gün veya bir günden az uyudum» demiştir. Zira Üzeyir (aleyhisselâm) uykuya yattığı zaman güneş kuşluk vaktinde idi, uyandığı zaman ise güneş henüz batmamıştı. Buna bakarak bir gün veya bir günden az kaldım demişti.

Yüce Allah da 'yüz yıl uykuda kaldın, şimdi tekrar ba's olundun» buyurmuştur. Yüce Allah Üzeyir (aleyhisselâm)'in ibret alması için bu durumunu haber vermiştir. Ölülerin nasıl dirileceklerini, kendisini dirilterek göstermiştir. Bu uzun süreye rağmen yiyecekleri ve içecekleri bozulmamıştır. Allahü teâlâ «Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış, sanki üzerinden yıl geçmemiş gibidir' buyurmuştur. Üzeyir (aleyhisselâm) yiyeceklerini koyduğu gibi bulmuştur. Fakat merkebi ölmüş, etleri çürümüş kemikleri bembeyaz kalmıştı. İlâhi kudrete bak, yiyecekler bozulmuyor, merkep çürüyüp sadece kemikleri kalıyor. Yüce Allah «merkebine bak, seni ve merkebini insanlara bir ibret ve öldükten sonra dirilmeye delâlet eden bir alâmet kıldık. Çürümüş etleri bembeyaz kemiklere nasıl giydirdik ve nasıl dirilttik bak» buyurmuştur. Üzeyir bu ilâhi hitabı işitir ve merkebine bakar ki, etleri yok olmuş meydanda sadece kemikleri kalmış. Allahü teâlâ, o dağılmış kemikleri bir araya toplayarak et giydirip, ona ruh vermiş ve eski haline döndürmüştür. Merkep canlanıp, eski haline dönünce Üzeyir (aleyhisselâm) secdeye kapanır. Secdeden kalktıktan sonra «şimdi kesin ve yakın olarak inandım ki, Yüce Allah her şeye kadirdir. Ölüleri diriltir, dirileri de öldürür, istediğini istediği zaman yapar» demiştir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, Üzeyir, İsrailoğullarının âlimlerinden olup, Buhtu Nasr'ın istilası sırasında esir düşmüş, Babil şehrine götürülerek hapsedilmiştir. Bir fırsatını bulup hapisten kaçmış. Merkebiyle beraber Dicle'nin kenarına gelmiş ve bir ağacın altına inmiş. Merkebini oraya bağlayarak Buhtu Nasr tarafından yıkılan köyü gezmiş, orada kimseyi bulamamış, evler yıkılmış, her yer târ u mâr olmuş, meyveler oluşmuş, ama yiyecek kimse kalmamıştı. İncir ve üzümden bir miktar yemiş, bir miktar da toplayıp merkebinin yanına gelmiş, üzümden şıra yapıp bir kaba koymuştu. Tekrar harap olan köye doğru bakarak «acaba Allah bu ölüleri nasıl diriltecek» demişti. Yüce Allah da kudretini göstermek için, ona uyku vererek uyutmuştur, O adında öldükten ionra dirilmeyi inkar etmiyor, fakat bunu gözüyle görmek istiyordu. Yüce Allah kudretini ona göstermek için tam yüz yıl onu uykuda bırakmıştır.

260

«Hani İbrahim, Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demiş. Yüce Allah da inanmadın mı yoksa, demiş. O da inandım, fakat kalbimin yatışması için, demiş. Öyleyse dört çeşit kuş al, onları kendine alıştır. Sonra her dağ başına onlardan birer parça koy, sonra onları çağır. Koşarak sana gelirler. Ve bil ki şüphesiz Allah azizdir, hakimdir.»

Bu, ilâhi sanatın sırlarına muttali olma arzusudur. Mukatil (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) deniz kenarında çürümüş, etleri dağılmış kuşların ve balıkların yemekte olduğu bir hayvan iaşesi görmüş ve kalbinden şöyle geçmiştir: Şu çürümüş, bir kısmı denize dağılmış, bir kısmı da kuşların kursağına girmiş olan hayvanın Yüce Allah parçalarını nasıl bir araya getirip tekrar diriltecektir?» demiştir.

İbrahim (aleyhisselâm)'in bunda şüphesi yoktu. Fakat ilâhî sırlan gözüyle görmek istiyordu. Bunun için de şöyle demişti: 'Ey Rabbim, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster.» Allahü teâlâ İbrahim (aleyhisselâm)'e vahy edip buyurdu ki: «Yâ İbrahim, benim ölüleri dirilttiğimi inanıp, tasdik etmez misin.» İbrahim (aleyhisselâm) cevaben der ki: «Yâ Rabbi, inanıyor ve tasdik ediyorum. Sen neyi dilersen onu yaparsın ve her şeye kadirsin. Fakat dost dostunun sözünü işitir ve dileklerini kabul eder. Zira sen, «kulum benim dostumdur» buyurdun. Dostun olan kulun, bunu gözüyle müşahede ederek, kalbinin teskin olmasını ve ilminin aynel yakîne ulaşmasını istiyor. Şayet müşrik ve kâfirler dirilmeyi inkâr eder, öldükten sonra dirilme hususunda sorarlarsa onlara yakînen cevap vereyim. İbrahim (aleyhisselâm)'in bu arzusuna karşı Yüce Allah, «dört kuş al, onları kendine alıştır. Sonra başlarını kes, etlerini ve kemiklerini ez, birbirine karıştır dört parça yap, her parçasını bir dağın üzerine at. Başlarını eline al ve onları kendine çağır. O zaman kudretimizi görürsün» demişti. İbrahim (aleyhisselâm) ilâhi emri yerine getirmiş, horoz, tavus, karga ve güvercinden oluşan dört kuşu alarak başlarını kesmiş, parçalamış ve birbirlerine karıştırmıştır. Her parçasını bir dağın üzerine atmış ve başlarını eline alarak onları çağırmıştır.

Allah'ın emriyle dört yönden rüzgâr eserek o parçaları birbirinden ayırmış, her kuşun parçası bir yere toplanmıştır. Bir yere toplanan parçalar dirilip İbrahim (aleyhisselâm) 'in yanına gelmişler ve İbrahim (aleyhisselâm)'in elindeki başlarıyla birleşerek uçup gitmişlerdir. Bu ilâhi kudretin tecellisini gören İbrahim (aleyhisselâm): «Allahü teâlâ azizdir, emriyle ve hikmetiyle ölüleri diriltir, bunda asla şüphem yoktur» demiştir.

Mâna ehli şöyle demişlerdir: «İbrahim (aleyhisselâm)'in yukarda ismi geçen dört kuşu seçmesi, dört şeye işaret eder:

1. İnsanın nefsine uyarak âhiretini unutması,

2. Malına - mülküne mağrur olarak ölümü hatırlamaması,

3. Çoluk-çocuğunun çokluğu ile öğünerek ölümü unutması,

4. Helâl-haram demeden yemesi ve Allah indindeki hesabını düşünmemesi. Bu dört kuşun tabiatında bunlar mevcuttur. Horoz daima şehvetinin esiridir, onunla meşgul olur. Tavus, sûsüyle meşhurdur. Karga iyi kötü ayırmadan ne bulursa yer. Güvercin ise daima çoğalmakla meşguldür. Akl-ı selim sahipleri bunlardan ibret alırlar, horoz gibi nefsinin esiri, tavus gibi servetinin mahkûmu olmazlar, karga gibi haramı helâli birbirine karıştırmazlar, güvercin gibi çoluk çocuğunun çokluğundan dolayı övünmezler. Bunların hepsi insanı gaflete ve felâkete götürür. Âhiret saadetinden mahrum eder. Bunlardan sakınanlar gaflete düşüp, âhiret nimetindenmahrum olmazlar.

261

«Mallarını Allah yolunda harcayanların hali yedi başak bitiren her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir.»

Bu âyet-i celile Hazret-i Osman ile Hazret-i Abdurrahman hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük gazvesinden önce, sahabelerinden orduya yardım etmelerini istemişti. Bunun üzerine Abdurrahman (radıyallahü anh) dört bin dirhem getirerek: «Yâ Resûlâllah, sekiz bin akçam vardı, dört binini aile efradım için bıraktım, dört binini de Allahü teâlâ'ya ödünç verdim» demiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), ona dua etmiş, «Allahü teâlâ, bize getirdiğini ve ailene bıraktığını mübarek etsin ve bereketini artırsın» buyurmuştu. (Buharı ve Müslim). Hazret-i Osman (radıyallahü anh) da, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e «sahabeden orduya yardımda bulunamayanların yerine ben yardımda bulunacağım, onların yardımı bana aittir» demişti.

Peygamberimiz onlara dua etmiştir. Yüce Allah bu âyeti orada inzal buyurarak «Allah yolunda tasaddukta bulunanların benzeri yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan tohum gibidir.» Bir tohum yedi yüz mislini verir. Allah yolunda harcayanların benzeri bunun gibidir. Bir tasaddukta bulunur, yediyüz mislini alır. Allahü teâlâ kendi rızası için sadaka verenleri çiftçiye, verilen sadakayı da tohuma benzetmiştir. Allah rızası için sadaka verenlere yedi yüz misli, hatta daha fazla sevap verileceği bu âyet-i celilede bildirilmiştir. Yüce Allah insanların amellerine ve niyetlerine göre verdikleri sadakaların mükâfatını kat kat verir. O'nun mükâfatının ölçüsü yoktur. Eğer çiftçi mesleğinin ehli olur, tarlasını zamanında eker, mahsulün gereğini yaparsa elde edeceği hasılat ektiğinden çok fazla olur. Şayet çiftçi mesleğinin ehli olmaz, zamanında tarlasını ekmez, ziraatın gereğini yapmazsa elde edeceği hasılat ektiğinden de az olur, emeğinin karşılığını alamaz, kazancı boşa gider. Tarla çorak olursa ekilen tohum ne kadar sağlam olursa olsun, iyi mahsul vermez. Tarla ne kadar münbit olursa olsun, ekilen tohum çürük olursa yine mahsul vermez. Bu misallerden ibret al, maksadını bil.

Çiftçinin mesleğinin ehli oluşu gibi, sen de sadaka ehli ol. Çünkü bu dünya fanidir, mal ve ömür elden gider. Fırsat elde iken, ölüm gelip varını-yoğunu elinden almadan Allah rızası için tasaddukta ve hayırda bulun. Çiftçinin tarlasına sağlam tohum ektiği gibi, sen de Allah rızası için helâl maldan tasadduk et. Zira çürük tohumun mahsul vermediği gibi, haramdan yapılan tasadduk da Allah katında fayda vermez, sahibine zararı olur. Sahibi güvenir, fakat neticesi boş olur. Verdiğini Allah rızası için verir. Şöhret kazanmak için vermez. Allah rızası için yapılmayan hayrın faydası olmaz.

Ekilen arazinin münbit olması şuna işaret etmektedir: Sadakanın verildiği yer Allah rızasına uygun bir yer olacaktır. Allah rızasına uygun olmayan yere verilen sadaka, çorak toprağa ekilen tohum gibidir. Tohum ne kadar sağlam olursa olsun çorak toprak onu yok edecektir, yapılan emek boşa çıkacaktır. Allah rızasına uygun olan yerlere verilen sadakanın mükafatını Yüce Allah verecektir. O'nun ne kadar mükâfat vereceğini ancak kendi bilir. Ehil çiftçi gibi ol, dünyaya aldanma, mala tamah edip cimrilik yapma. Yapmış olduğun hayır çürük tohum gibi olmasın.

Tohumun çürüklüğü, malın haram ve şüpheli olmasıdır. Haram ve şüpheli maldan hayır yapmak, çürük tohumu toprağa ekmek gibidir. Ekilen arazinin çoraklığı ise şu demektir. Sadakanın verildiği kimse, zalim, fasık veya bid'at ehli olmamalıdır. Şayet bunlara sadaka verilirse, çorak toprağa tohum ekilmiş gibi olur. Tohum ne kadar sağlam olursa olsun, toprak çorak olduğu sürece ondan hayır gelmez. Sahibinin emeği boşa gider. Bunlar nefs-i hevalanyla amel ederler, dinlerini dünya için satarlar. Dünya menfaati için dinlerinden fedakârlık yaparlar. Onlara verilen sadakadan, Allah katında mükâfat beklenemez. Bu gibi adamların şerrinden emin olmak için sadaka verilirse, yine mükâfat beklenmez. Çünkü bu, Allah rızası için değil, onların şerrinden kurtulmak için yapılan tasadduktur. Bu tasadduk alanlara haram olduğu gibi verenler için de bir faydası yoktur. Akıl sahipleri için bu kadar açıklama yeterlidir. Anlamayanlar için ne kadar açıklama yapılırsa yapılsın yine de fayda vermez. Gaflette olanlar, bunlardan nasibini alıp uyanamazlar. Onlar ancak İsrafil sûru üfürdüğü zaman uyanırlar.

262

«Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükâfatı, Rablerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve mahzun da olacak değillerdir.»

Allah yolunda sadaka verenler, sonra infak ettikleri şeyin ardından yaptıklarını başa kakmazlar. Verdiklerini Allah rızası için verirler. Sadaka verdikleri kimseleri dilleriyle, elleriyle incitmezler. Onların mükâfatı ve ecirleri Allah katındadır. Onlar için korku yoktur ve âhîrette mahzun da olacak değillerdir. Onlar dünya ve âhiretin musibetlerinden emin olurlar ve arzularına kavuşurlar. Allah rızası için tasaddukta bulunanların emeği asla boşa çıkmaz.

Sadakada minnet (başa kakma) iki türlü olur;

1. Sadaka Allah rızası için verilir. Mükâfatı ondan beklenir. Sadaka veren Mevlâ'sından karşılığını bekler, O'na naz yapar. Zira Mevlâ kulunun yapmış olduğu hayrı asla karşılıksız bırakmaz, kul onun için naz yapar.

2. Hayır yapanlar, sadaka verenler yaptıkları hayrı başa kakarlar. Söz ve hareketleriyle yardımda bulundukları kimseleri incitirler. Ben, sana -şunu yaptım, bu yardımda bulundum, şu kadar yardım ettim. Buna kargılık bana hürmet etmiyorsun. Halbuki bana hürmet ve saygı duyasın diye yardım ettim» gibi sözlerle halk arasında yardım ettiği kimseyi rencide etmesidir. Bu gibi sözler, yapılan hayrın ve verilen sadakanın mükâfatını yok eder. Sahibine Allah katında asla faydası olmaz. Çünkü bu sadaka Allah rızası için verilmemiştir. Minnetle yapılan hayrı Yüce Allah kabul etmez. Mü’min yapmış olduğu hayırla mü’mın kardeşinin gönlünü hoş edecek, onun hayır duasına muhatap olacaktır. Mü’minin başına kakmak ve gönlünü kırmak için hayır yapmayacaktır.

Âyette geçen «eza' nın da anlamı şudur: Hayır yapanların yardımda bulundukları kimselere, yaptıkları yardımları toplum içinde dile getirerek «sana şunu yapmadım mı, yardımda bulunmadan mı? Ben olmasaydım sen perişan olurdun, seni kurtaran benim» gibi sözlerle onu üzmesidir. Bu gibi sözler ve hareketler, yapılan hayır ve sadakaları iptal eder, sevabını ve mükâfatını yok eder. Eza ile yapılan hayır indallahda makbul değildir.

263

«Bir tatlı dil, bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır. Ve Allah ganidir, halimdir.»

İhtiyaç sahibi biri herhangi bir istekte bulunduğu zaman, şayet verecek bir şey bulunmazsa ona dua edip, güler yüzle muamele etmek en hayırlısıdır. İhtiyaç sahibine minnetle, sitemle ve tekebbürle vermektense güler yüzle onun gönlünü almak en hayırlısıdır. Allahü teâlâ'nın hoşnut olduğu da budur. Bir tatlı söz ve bir af, eziyetle verilen sadakadan çok daha iyidir. Cömert kişilerin gönül rızasıyla verdikleri cüz'i bir sadaka, cimri ve hasis kişilerin verdikleri çok sadakadan daha efdaldir. Zira onlar Allah rızası için verirler, diğerleri ise verdiklerini başa kakarlar. Verdikleri sadakayı başa kaktıkları için de hiç bir hayrını göremezler.

Allahü teâlâ minnetsiz olan sadakaları ve hayırlan kabul eder, minnetle yapılan sadakaları ve hayırları asla kabul etmez. Yüce Allah ganîdir, kendi rızası için verilen sadakaları kabul eder. Riya ile verilen ve başa kakılan sadakaları kabul etmez. Allahü teâlâ, halimdir, sadakasında minnet ve riya yapanların cezasını hemen vermez. Zamanı gelince onlara lâyık oldukları cezayı verir. Yapılan hayır, yalnız Allah rızası için yapılırsa indallahda kabul edilir, yapana mükâfatı, sevabı kat kat verilir. Başka bir niyetle verilirse boşa gider.

264

«Ey iman edenler, Allah'a ve âhiret gününe inanmayip, insanlara gösteriş için malını infak eden kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle heder etmeyin. O gösteriş yapanın hali, üzerinde toprak bulunan kayatunki gibidir. Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde, onu katı bir taş halinde bırakır. Onlar işlediklerinden hiçbir şey elde edemezler. Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez.»

Ey iman edenler, Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, insanlara gösteriş için malını infak eden kimseler gibi, siz de sadakalarınızı başa kakmak ve ezâ etmek suretiyle heder etmeyin, O müşrikler infak ederler de, küfürleri sadakalarını imha eder, sevabını yok eder. Nitekim verdikleri sadakaları başa kakan mü’minlerin de, minnet ve ezaları sadakalarını imha eder. Yüce Allah bunların sadakalarını şiddetli bir yağmur vasıtasıyla üzerinden toprağı giden ve hiç bir şey bitmeyen taşa benzetmiştir. Riya ve küfür ehlinin sadakaları bunun gibidir. Onların sadakaları kendilerine asla fayda vermez, kalbleri yumuşatmaz. Sevap ve mükâfatını göremezler. Allahü teâlâ kâfirler güruhunu hidayete erdirmez. Kâfir küfründe devam ettiği müddetçe, riya ehli riyasından vazgeçmedikçe, küfür ve riyalarından dolayı Yüce Allah onların yaptıkları tasadduklan kabul etmez. Yaptıkları tasaddukların mükâfat ve sevabını Allah katında bulamazlar. Onların kalbleri, toprağı gitmiş, üzerinde hiçbir şey bitmeyen sert bir taş gibidir ki, o ilâhî rahmetle yumuşayıp iman nasip olmaz. Gönülleri nurlanmaz, kalblerinde iman meş'alesi yanmaz.

265

«Allah'ın rızasını kazanmak ve kalblerindekini sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisintisi bulunur. Allah, ne yaparsanız hakkıyla görücüdür.»

Mallarını Allah yolunda ve Allah rızası için vererek, îmanlarını artıranların hali münbit bir arazideki güzel bir bahçeye benzer. Böyle bir bahçeye şiddetli bir yağmur isabet ettiği zaman, meyveleri iki kat olduğu gibi, Allah rızası için sadaka verenlerin de mükâfatı kat kat olur. Gönülleri yumuşar, imanları artar. Kalbleri Allah sevgisiyle dolar. Allah rızası için, ihlâsla ve riyadan uzak olarak verilen sadakaların mükâfatını ancak Allah verir. Allahü teâlâ'nın mükâfatının ölçüsü yoktur. Kullarının ne niyetle tasaddukta bulunduklarını bilir, ona göre mükâfat ve mücazatını verir.

266

«Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki hurmalardan, üzümlerden onun bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, orada kendisinin her çeşit meyveleri bulunsun da, kendisi ihtiyarlamış olup, çocukları güçsüz kalmışken bahçeleri ateşli bir kasırga ile yanıversin. İyi düşünürsünüz diye Allah size âyetlerini böyle açıklar.»

Sizden herhangi biriniz arzu eder mi ki, hurma ağaçlarından ve üzüm bağından bir bahçesi olsun da, altından ırmaklar aksın, içinde rengârenk meyveler bulunsun, gönlünün arzu ettiğini yemekte iken ihtiyarlık gelip çativersin. Çocuklarınız güçsüz kalmışken, geçinmekten âciz iken, güvendiğiniz bahçeniz ansızın bir ateş kasırgasıyla yanıp yok olsun. Bağın yok olmasıyla bütün ümitler suya düşsün, sahibi perişan olsun, artık tutunacak bir şeyi kalmasın. Yeniden böyle bir bağ kurması mümkün değil, güçlü ve kuvvetli çocukları da yok ki, kendine yardımda bulunsun, düşmüş olduğu bu halden kurtulsun. Böyle bir insanın halini düşünün, varlıktan yokluğa düşmüş, kurtulma imkânı yok, büyük bir çaresizlik içinde kıvranır durur. Yüce Allah kâfir ve münafıkların durumunu buna benzetmiştir.

Onlar dünya menfaatini sağlamak için infakta bulunmuşlar, fakat âhireti hiç düşünmemişlerdir. Yarın Allah'ın huzuruna vardıkları zaman büyük bir ihtiyaç içinde olacaklarını hiç akıllarına getirmemişlerdir. Onları bu azaptan kurtaracak hiç bir infaklan yoktur. Zira küfürleri ve nifakları, yaptıkları infakın hepsini yok etmiştir. Onlan âhiretin dehşetinden ve ilâhi azaptan kurtaracak, hiç bir yardımcıları ve amelleri yoktur. Tıpkı üzüm bağını ateş kasırgasının bir anda yok ettiği gibi, onların intaklarını ve amellerini, küfür ve nifakları yok etmiştir. Âhiretin dehşetim ve ilahî azabın şiddetini gören kâfir ve münafıklar; bağ-bahçesi harap olan ihtiyarın tekrar bağına kavuşmayı arzu ettiği gibi, onlar da tekrar dünyaya gelmeyi arzu ederler. Fakat onların arzu ve istekleri asla yerine getirilmez. Çünkü onlar bu dünyada iken âhiretin varlığını inkâr etmişlerdi.

İçine düştüğünüz dalâletten kurtulup, hidayete erişesiniz, fırsat elden gitmeden tedbir alasınız diye Allahü teâlâ âyetlerini böylece size açıklıyor.

Düşünebilen mü’minler bütün bunlardan ibret alarak amellerini Allah rızası için, ihlâsla yapmalıdırlar. Amellerine riya ve gösteriş karıştırmamalıdırlar. Yüce Allah'ın verdiği nimetlerin şükrünü hakkıyla eda etmelidirler. Bu nimetlerden Allah yolunda tasadduk ederek, O'nun rızasını kazanmaya çalışmalıdırlar. Mü’minlerin gayesi ebedi saadeti kazanmak ve o yolda çalışmak olmalıdır. Bunu yapamayanlar ebedi hüsrandadırlar.

267

«Ey îman edenler, kazandıklarınızın temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız pek âdi, bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki şüphesiz Allah her şeyden müstağnidir, asıl hamde lâyık olan O'dur.»

Ey îman edenler, kazandıklarınızın en temizlerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin, Allahü teâlâ, helâl kazançtan tasadduk edilmesini bu âyet-i celilesiyle emretmiştir. Yine bu âyet, haram maldan yapılan infakın Allah katında kabul edilmeyeceğine delâlet etmektedir. Allahü teâlâ, helâl ve temiz maldan tasadduk edilmesini sever. Temizliğinden ve helâllığından şüphe ettiğiniz mallardan infak etmeyin. Nefsiniz için hoş görmediğinizi, başkaları için de hoş görmeyin.

İslâm müçtehidleri, haram maldan sadaka verip, ondan sevap bekleyenler ile, haram olduğunu bildiği halde alan ve verene dua edenlerin kâfir olacağına dair fetva vermişlerdir. İslâm bilginleri bu hususta ittifak halindedirler. Bu gibi bir hareket îmanı tehlikeye düşürmektedir. Zira haram olduğunu bildiği halde alan, verenlere tazim etmiş. Yüce Allah'ın emirlerini hafife almış olur. Bu bakımdan verenin de, alanın da küfrüne hükmedilmiştir. Allah'uı emirlerini hafife almak, zatım hafife almaktır. Mü’minin görevi O'nun emirlerine itaattir. Yüce Allah, İman eden kullarına helâl kazançlarından sadaka vermelerini emretmiştir.

Bu yapılmadığı takdirde Allah'a itaat edilmemiş ve emirlerine muhalefette bulunulmuş olur. Allah rızası için tasaddukta bulunan mü’minlerin haramlardan ve haram olan şeyleri tasadduk etmekten kesinlikle kaçınmaları gerekir.

Allahü teâlâ îman edenlere sadece mallarından tasaddukta bulunmalarını değil, yerden onlar için rızık olarak çıkarmış olduğu mahsulden de infak etmelerini emretmiştir. Yüce Allah «benim rızam için, size rızık olarak verdiklerimden, siz de tasaddukta bulunun ki, size vermiş olduğum nimetimi artırayım. Size vermiş olduğum nimetlere nankörlük yaparsanız, benim azabım çok elimdir» buyurmuştur.

Vermiş olduğunuz sadakalar ve yapmış olduğunuz infaklar asla boşa çıkmaz, mükâfatı çok fazlasıyla verilecektir. Allah rızası için yapılan tasadduklar ve verilen sadakalar geride kalan malı her türlü felâketten korur, ona gelecek olan zararı önler.

Allahü teâlâ, ganidir, sizin vermiş olduğunuz sadakalardan, yapmış olduğunuz infaklardan Ona bir fayda olmadığı gibi, bir zarar da yoktur. Ancak sizin takva ile helâl maldan vermiş olduğunuz hayırları kabul eder. Habis maldan vermiş olduğunuz sadakaları asla kabul etmez. O'nun bütün fiili güzeldir. Bu bakımdan Allahü teâlâ temiz ve güzel olanı sever, ondan hoşlanır. Helâl olan maldan verilen az sadaka, haram olan maldan verilen çok sadakadan daha hayırlıdır. Zira Allah rızası için verilen sadakanın azı çoğu olmaz. Haram inaldan yapılan sadakadan, sahibine hayır gelmediği gibi imanını da tehlikeye düşürür.

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) halkı sadaka vermeye teşvik etmişti. Peygamberin emrine uyan halk güçleri nisbetinde sadakalarını getirip mescidde topluyorlardı. İçlerinden biri yenmeyecek kadar kötü bir salkım hurma getirmiş, Peygamberimiz de bunu hoş karşılamamıştı. Bunun üzerine bu âyet-i celile nazil olmuş ve hükmünü beyan eylemiştir. Sadaka veren kimse aslında kendisi için âhiret hazırlığı yapmaktadır. Verdiğini orada bulacaktır. Aklı olan bundan ibret almah ve âhiret için en iyisini göndermelidir. Âhiret için hazırlık yapmayanlar, orada ebedi saadetten mahrum kalacaklardır. Çünkü dünya âhiretin tarlasıdır.

268

«Şeytan sîzi fakir olacaksınız diye korkutur. Size cimriliği emreder. Allah ise size kendisinden bir yarlığama ve bir bolluk va'd ediyor. Allah Vasidir, Alimdir.»

Şeytan sizi çeşitli vesveselerle tasadduk etmekten ve hayır yapmaktan alıkoyar. Sadaka verirsen fakir düşersin, malın elinden gider, servetin yok olur, sonra sana kim yardım eder gibi sözlerle kalbinize verdiği vesveselerle sizi korkutur. Allah yolunda sadaka vermenize ve hayır yapmanıza engel olur. Sizi ribaya, yalancılığa, harama ve cimriliğe teşvik eder. Halbuki Yüce Allah, zekâtlarını verenlerin, Allah yolunda tasadduk edenlerin mükâfatlarını çok fazlasıyla vereceğini vaad ediyor. Yapılan sadakaların günahları yok edeceğini, malı artıracağını, sahibini Allah'a yaklaştıracağını, dünya ve Ahlret saadetini temin edeceğini de bildirmektedir. Verilen sadakalar ve zekâtlar malın bereketini artırır, ona gelecek olan zararı önler, Malı manen temizler, sahibini ilahi mesuliyetten kurtarır. Müslüman malından, infakta bulunmakla, şükrünü eda etmiş olur. Her nimetin şükrü kendi cinsiyle eda edilir. Verilen sadakalar kulu iki cihanda aziz eder. Şeytan ise, size cimriliği emreder, hayırdan alıkoyar, fakirlikle korkutur.

Allahü teâlâ ihsanı geniş olan her şeyi hakkıyla bilir. Alimdir, kullarının ne niyetle sadaka verdiklerini ve hayır yaptıklarını bilir. Ona göre karşılığını verir. Bu sözlerde çok hikmetler vardır. Bunları ancak gönül ehli olanlar anlar. Bunları düşünen iki cihan saadetine ulaşmak için çalışır, arzu ettiğine nail olur.

269

«Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki, ona çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.»

Allahü teâlâ kime dilerse ona hikmet verir. Hikmetten maksat, dinde fakih ve âlim olmak, Kur'ân'a sadık kalmaktır. Söylediğini doğru söyleyen, hikmet sahibi, şeriata uygun konuşan kimsedir. Onlar şeytana ve onun vesvesesine tâbi olmazlar. Bu özellikler kendisinde olanlara çok hayır ve mükâfat verilmiştir. Zira onların hareketleri ve sözleri Allah'ın Kitabına ve Peygamberin sünnetine uygundur. Onlar Kitaba ve sünnete aykırı bir harekette bulunmazlar. Allah'ın emirlerine asla muhalefet etmezler. Allah'ın emirlerini olduğu gibi yerine getirir ve yasaklarından kaçınırlar. Böylece dünya ve âhiretin mutluluğuna erişirler. Arzu ettiklerine nail olurlar ve korktuklarından da emin olurlar.

Hikmet ehli şöyle demişlerdir: «Kendilerine hikmet ve Kur'an ilmi verilenler, bunun kıymetini çok iyi bilmelidirler. Kur'ân-ı Azimüşşân'ı hıfzetmek lûtf-u ilâhîdir. Dünya menfaati için kimseye tevazu', rağbet ve hürmet etmemelidirler. Ancak bunu Allah rızası için yapmalıdırlar. Zira kendilerine verilenler dünya malından çok daha üstündür. Çünkü Yüce Allah dünyanın bütün hazineleri ve makamları için «lehü metâun kalîl - onun için az bir menfaat vardır.» Buna karşılık ilim için. «hayran kesîr - ilim çok hayırlıdır» buyurmuştur, ilim sahibi elbette, servet sahibinden daha üstündür. Zira Yüce Allah «bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu?» buyurmuştur. Şayet ilmiyle amel ederse ondan çok daha hayırlıdır. Hayrı az olanla hayrı çok olan elbette bir değildir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Bir kimse dünya menfaati için zenginliğinden dolayı birine tevazu' ve saygıda bulunursa dininin üçte biri gitmiş olur. Dindarlığından ve fakire yardım ettiği için saygı duyarsa, bu hayır ve güzel ahlâklılık olur.» Zira duyduğu saygı menfaat karşılığı değil, Allah rızası içindir. Fakat bir çokları yaptıkları hayırdan ve verdikleri sadakadan dolayı tekebbüre kapılarak mağrur olmuşlar, doğru yoldan ayrılıp dalâlete düşmüşler ve helak olup gitmişlerdir. Mü’min, Kur'ân'ın emrine uyar, onun gösterdiği yolda gider, emirlerinin tatbikçisi olur. Vermiş olduğu sadakalardan dolayı kibirlenmez. Allah yolunda infak eder, cimrilik yapmaz, şeytana tâbi olmaz. Hakk'a tâbi olur, başkasına aldırmaz.

270

«Nafakadan ne harcadınız, yahut adaktan ne adadınızsa muhakkak Allah onu bilir. Zalimlerin hiç bir yardımcısı yoktur.»

Sizin zekât ve sadakalardan verdiklerinizi ve Allah'a karşı ne adakta bulunduğunuzu, Yüce Allah bilir. O'nun ilminden hiç bir şey gizli kalmaz. Allah için verdiklerinizin hiç biri zayi olmaz. Amel defterinize verdiklerinizin mükâfatı yazılır. Allahü teâlâ, sizin verilininiz bir sadakaya yedi yüz misline kadar mükâfat ve sevap verir. Zalimler güruhu ise asla Allah'ın rahmetinden istifade edemezler, Çünkü onlar Allah'ın emirlerine itaat etmezler, O'nun emirlerine muhalefette bulunurlar. Zekâtlarını vermezler, Allah yolunda infakta bulunmazlar. Onları Allah'ın azabından kurtaracak hiç bir amelleri yoktur. Kıyamet günü bir yardımcı ve bir şefaatçi da bulamayacaklardır. Herkes burada yaptığının karşılığını orada bulacaktır. Kimsenin hakkı zayi olmayacaktır.

271

«Sadakaları aşikâre verirseniz, o ne iyi olur. Eğer onları gizler ve fukaraya öyle verirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve onunla günahlarınızın bir kısmını yarlığar. Allah, her ne yaparsanız haberdardır.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabeyi sadaka vermeye teşvik etmişti. Bunun üzerine onlar da. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e «sadakanın gizli verileni mi, yoksa aşikâr verileni mi? daha efdaldir» diye sormuşlardır. Allahü teâlâ da bu âyet-i celileyi inzal buyurarak «sadakalarınızı aşikâre verseniz, o ne iyi olur. Eğer onları gizli olarak fukaraya verirseniz, bu sizin için daha hayırlı olur- demiştir. Zira sadakayı gizli vermek, sahibini riyaya düşmekten korur. Aşikâr vermek ise riyaya daha yakındır.

Selef uleması, zekâtın ve sadakanın gizli olarak verilmesinin daha efdal olduğunu bildirmişlerdir. Müteahhirin uleması ise, töhmetten kurtulmak için zekâtın aşikâr, sadakanın gizli verilmesinin daha e'fdal olduğunu söylemişlerdir.

Sadakanın gizli olarak verilmesi hususunda âlimler ittifak halindedir. Zira ibadetleri gizli yapmak sahibini riyaya düşmekten daha fazla korur.

Verdiğiniz zekâtlarınız ve sadakalarınız, günahlarınızın keffaretidir. Yüce Allah onlar vasıtasıyla günahlarınızı yarlığar, mükâfatınızı artırır. Gizli ve aşikâr verdiklerinizi bilir. Hiç birini karşılıksız bırakmaz.

272

«Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. İnfak edeceğiniz hayır kendi menfaatmizedir. Zaten siz, Allah'ın rızasını aramaktan başka bir suretle infak da etmezsiniz ya. Hayır namına ne infak ederseniz karşılığı tam olarak size ödenir. Siz haksızlığa uğratılmazsınız.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) gaza umresini ifa etmek için Mekke'ye gelir. Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Esma da oradadır. Müşrik olan annesi Katiyle ile dedesi Ebü Kuhafe ondan yardım talebinde bulunurlar. Esma (radıyallahü anhâ) da onlara, «Peygamberimize sormadan size bir şey veremem, zira siz, bizim dinimizde değilsiniz» der ve durumu gelip Peygamberimize arzeder.

Bunun üzerine bu âyet-i celile inzal olmuştur. Allahû Teâlâ -Yâ Muhammed, onlan hidayete erdirmek senin üzerine bir borç değildir. Ancak, Allah dilediğini hidayete erdirir» buyurmuştur.

Soru: Yüce Allah bir âyet-i celilesinde: -Yâ Muhammed, sen doğru yola hidayet edersin» buyurmuştur. Halbuki bu âyette: «Yâ Muhammed, onları hidayete erdirmek sana düşmez» denmektedir. Bu iki âyet arasındaki özellik ve fark nedir?.

Cevap: Birinci âyetten maksat, doğru yolu bildirip, ona davettir. Görev, Hakkı bildirip, ona davet etmektir, ikinci âyetten maksat hidayettir. Îmanı olmayanlara, îman nasip ederek hidayete erdirmektir. Bu da ancak Allah'a mahsustur. Bunun için Yüce Allah Peygamberimize: «Yâ Muhammed, onları hidayete erdirmek sana düşmez. Ancak Allah dilediğini hidayete erdirir- buyurmuştur.

Sizin vermiş olduğunuz sadakalar kendiniz içindir. Mü’mdne de verseniz, mü’min olmayana da verseniz aynıdır. Allah rızası için verdiğiniz her şeyin karşılığını bulacaksınız. Bu âyette mü’min olmayanlara da sadaka verileceğine işaret vardır, Gayr-i müslime sadaka verilebilir, fakat zekât verilemez. Zekât ancak mü’minin hakkıdır.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) gayr-i müslimlerden birinin, dilendiğini görünce «biz zamaniyle senden cizye (vergi) aldık, şimdi seni ihmal edemeyiz» demiş ve ona devlet hazinesinden aylık bağlamıştır. Hazret-i Ömer'in bu hareketi kâfire sadaka verilmesinde mahzur olmadığını gösterir. Siz, Allah rızası için infak ediyorsunuz, ihtiyaç sahibi kimse ona veriniz. Kabul edici Yüce Allah'tır. Verdiklerinizin sevabı ve mükafatı sizindir. Kime verirseniz veriniz, sevabınızdan asla bir şey eksilmez. Yeter ki yapılan her şey Allah rızası için olsun.

Allahü teâlâ, sadaka âyetlerini peşi peşine indirmiş, bunun hikmetlerini ve faziletini beyan etmiştir. Kullarının zekât ve sadaka vermelerini, mallarından infakta bulunmalarını da emretmiştir. Çünkü bunlarda düşünebilenler için dünyevi ve uhrevî sayılamayacak kadar hikmetler vardır.

273

«Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup, yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların, hayalarından dolayı onları zengin saydıkları yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsınız. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.»

Sadakalarınızı kendilerini Allah yolunda vakfetmiş fakirlere verin. Onlar ömürlerini Allah'a itaat ve ibadetle geçirmişler, kendilerini İslâm'a vakfetmişlerdir. Bu âyette zikredilen zevat Suffe ashabıdır. Dünya ile ilgilerini kesmişler, kendilerini ilme vermişler, gazveden gazveye koşmuşlar, ticareti, yeryüzünde gezip - tozmayı terk etmişlerdir. Kimseden dünyevi bir şey talep etmemişler, onları görenler ve bilmeyenler zengin zannetmişlerdir. Onların hali yüzlerinden bellidir. Çünkü onlar gecelerini ibadet, gündüzlerini de oruç ile geçirirlerdi. Bu yüzden benizleri solmuş, takatleri kesilmiş, fakat kimseye yük olmamışlardır. Bunlar İslâm'ın ilk ilim ordusu unvanını almışlardır. İlimleriyle, ahlâklanyla ve yaşantılarıyla herkesi kendilerine gıbta ettirmişlerdir. Onlar yüzsüzlük ederek kimseden bir şey istemezlerdi.

Sizin, mallarınızdan infak ettiklerinizi bilir. O'nun ilminden hiç bir şey gizli kalmaz. Ona göre karşılığını verir. Yüce Allah yaptığınız nifaktan ve verdiğiniz sadakalarınızdan dolayı, sizi iki cihan saadetine kavuşturur.

274

«Mallarını gece, gündüz, gizli ve aşikâr Allah yolunda nifak edenlerin mükâfatlan Rableri katındadır. Onlar için korku da yoktur. Onlar üzülecek de değildirler.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin dört dirhem parası varmış, sadaka âyeti gelince bunun bir dirhemini gece, bir dirhemini gündüz, bir dirhemini gizli ve bir dirhemini de aşikâr vermiş ve geride verecek bir şeyi kalmamış.. Bunun üzerine Allahü teâlâ "bu âyeti inzal buyurarak «mallarını gece, gündüz, gizli ve aşikâr Hak yolda harcayanların mükâfatları Rableri katındadır» demiştir. Onlar için korku da yoktur ve üzülecek de değillerdir. Onlar iki cihan saadetine erişeceklerdir. Hak yolda infak edenler Allah'ın rızasını kazanmış, korktuklarından emin, arzularına nail olacaklardır.

Bu âyet-i celile her ne kadar Hazret-i Ali hakkında nazil olmuşsa da hükmü umûmîdir. Mallarından Allah yolunda gece, gündüz, gizli ve aşikâr infakta bulunanlar aynı mükâfata ve sevaba nail olacaklardır. Zira Yüce Allah Hak yolda mallarından infakta bulunanların mükâfatlarının kat kat verileceğini bildirmiştir. Ancak yapılan infak helâl maldan ve Allah rızası için olmalıdır. Bunun izahı yukarda geçmiştir. Allahü teâlâ infak âyetlerini zikrettikten sonra, riba âyetini de zikrederek şöyle buyurmuştur:

275

«Faiz yiyen kimseler (kıyamet günüj, şeytan çarpan kimseler (kabirlerinden) nasıl kalkarlarsa (onlar da) öyle kalkarlar. Bu, onların zaten alışveriş de faiz gibidir, demelerinden dolayıdır. Halbuki Allah, alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizcilikten vazgeçerse, geçmiş olanlar kendisine ve hakkındaki hüküm Allah'a aittir. Kim de tekrar, (faize) dönerse, onlar cehennem yaranıdırlar. Ve orada ebediyyen kalacaktırlar.»

Bu âyet-i celile, ümmet-i Muhammed'i ribadan, faizden men için nazil olmuş, faizin ne elim felâketlere sebep olacağını en açık bir surette bildirmiştir. Faiz ve riba yiyenler, bu dünyada perişan oldukları gibi, âhirette de en elim bir azab ile cezalandırılacaklardır. Onlar kabirlerinden kalkarken şeytanın çarpıp delirttiği kimseler gibi, delirmiş olarak kabirlerinden kalkacaklar ve mahşer yerine o şekilde geleceklerdir. Onlar kendilerinden habersiz, gözleri dönmüş olarak mahşer yerine getirilirler.

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: «Faiz yiyenler kıyamet günü kabirlerinden karınlan küp gibi şişmiş olarak kalkarlar. Bu halleriyle ayağa kalkmak isterler, fakat kalkamazlar, yere yıkılırlar. Mahşer halkı onların üzerine basıp geçerler. Faiz yiyenler bu şekilde diğerlerinden ayrılacaklardır,' Onların bu musibetlere uğramalarındaki sebep faizi, alış-veriş gibi helal görmelerindendir, Faizle, alış-verişi bir tutmuşlardır. Halbuki Yüce Allah alış-verişi helâl, faizi haram kılmıştır.

İslâm'ın bidayetinde herhangi bir kimse vadeli bir şey sattığı zaman, vade müddeti içinde para ödenmezse, malı alan muayyen bir müddet vadenin uzatılmasını ister ve buna karşılık bir fark öder. Onlara, bu ödenen farkın faiz olduğu söylendiğinde, faiz olmadığını iddia ederler ve ticaret olduğunu söylerlerdi. Ticaret malını satarken üzerine konulan kâr nasıl helâlsa, bu da bir ticarettir. Bu bakımdan aradaki fark da helâldir, demişlerdir. Onlar sadece kendi çıkarlarını düşünerek hüküm vermişlerdir. Yüce Allah'ın emrini nazar-ı itibare almamışlardır. Yüce Allah, onların bu şekildeki iddialarını yalanlamak için şöyle buyurmuştur: «Allahü teâlâ alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de, faizcilikten vazgeçer, Allah'ın emirlerine itaat aderse, geçmiş olanlar kendisine ait ve hakkındaki hüküm de Allah'a aittir.» Riba âyeti gelene kadar aldıkları faizden Allah indinde mes'ul değildirler. Zira onlar henüz faizin haram olduğunu bilmiyorlardı. Bu bakımdan mes'ul değillerdir. Fakat riba âyeti geldikten sonra aldıkları her kuruş faizden Allah indinde mes'uldürler. Faizi ticaret sayıp, haram olduğunu kabul etmeyenler -Allah korusun- dinden çıkarlar. Müslümanın buna çok dikkat etmesi gerekir. Müslüman faize tevbe ettikten sonra, tevbesini bozup Allah'ın haram kıldığı faize döner, onu mubah görürse, onlar cehennem ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar. Faizi mubah görmeyenler zaten onu işlemezler. Onu işleyenler ne suretle işlerse işlesinler, ilâhi azaptan asla kurtulamayacaklardır. Çünkü bunda Yüce Allah'ın emirlerine muhalefet vardır. Faizle iştigal edenler Allah'ın emrine karşı gelmişlerdir. Emrine karşı gelenler elbette cezasını görecektir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Faiz alanın, verenin, şahidlik edenin ve kâtiplik yapanların hepsi mel'undur, onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardır.»

Yine İbn Abbas, Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Peygamberimiz öyle bir zaman gelecek ki faiz yemeyen kimse kalmayacak. Hattâ yemeyenlere de onun eserinden bulaşacaktır. Faizin yetmiş küsur günâhı vardır, bunların en küçüğü annesiyle zina etmiş adamın günahı gibidir. Mü’mine düşen faizden sakınmak ve fitnesine düşmemektir» (Buhârî ve Müslim).

276

«Allah ribanın bereketini tamamen giderir. Sadakaları ise artırır. Allah küfran-i nimette bulunan günahkârları asla sevmez.»

Ey îman edenler! Allahü teâlâ faizin ve faizle yapılan alış-verişin bereketini kaldırmıştır. Buna mukabil verilen sadakaların mükâfatını kat kat artırır. Sadakalar sahibini muhabbet-i ilâhiyeye nail eder ve selâmete erdirir. Faiz ise muhabbet-i ilâhiyeden mahrum eder.

Ehl-i marifet şöyle demişlerdir: -Faiz alanların malları üç musibetten hali olmaz. Faizcilerin malları yâ kendi ellerinde telef olur, yâ çocuklarının ellerinde telef olur veya hayırsız bir işe yaünlır, o yolla yok olur gider. Ondan hiç bir şekilde istifade edilemez. Faizcilerin akıbeti budur. Mutlaka onlar felâkete uğrayacaklardır.»

Allahü teâlâ haram yiyenleri, nimetlerine karşı nankörlük yapanları, faizi mubah görenleri asla sevmez.

277

«Îman edip, salih amel işleyenlerin, namaz kılıp, zekât verenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir.»

Onlar, Allah'a, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe îman ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını tam olarak verirler, oruçlarını tutarlar. Bu şekilde amel-i salih işleyenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlar için korku ve hüzün yoktur. Onlar asla mahzun da olacak değillerdir ve yaptıklarının da karşılığını bulacaklardır.

278

«Ey îman edenler, gerçek mü’minlerdenseniz Allah'tan korkun. Faizden kalanı bırakın.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Cahiliye devrinde Beni Sakıf kabilesiyle, Beni Mugîre oğulları arasında faiz alış-verişi yapılırdı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Taiflilere karşı galip gelince, kendileriyle bir antlaşma yaptı. Antlaşmaya göre, Taifliler faiz almayı terk edecekler, ödünç verdikleri paradan faiz almayacaklardı. Peygamberimiz, İslâm'ın bütün hükümlerini olduğu gibi onlara da tatbik etmişti. Onlar Müslümanlarla İslami hükümler karşısında eşitti. Kısasta, malları, canlan ve çoluk-çocuklarının korunması hususunda Müslümanlarla aynı idiler. Antlaşma metni bu şekilde yazılmıştı. Antlaşma müddeti bittikten sonra Taifliler gelip Kureyşlilerden paralarının faizini istemişler, aralarında anlaşamamazlık olunca Mekke'nin emîrine başvurmuşlardı. O da, Peygamberimize bir mektup yazarak durumu bildirmişti. Bunun üzerine bu âyet inzal olmuştur. Yüce Allah «Ey îman edenler, gerçek mü’minler iseniz Allah'tan korkun. Faizden kalanı bırakın, ana paranızı alın» buyurmuştur. Ana paradan fazlası faizdir. Ancak Allah'dan korkanlar ve hakiki mü’minler faizi terk ederler. Allah'ın emirlerine mutî olurlar, O'nun emirlerine muhalefetten kaçınırlar.

279

'Eğer böyle yapmazsanız, bunun Allah'a ve Peygambere karşı bir harp olduğunu bilin. Şayet tevbe ederseniz, sermayeniz sizindir. Ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğratılmış olmazsınız.'

Siz, şayet ribayı helâl kabul etmiyorsanız, ana paranızdan fazlasını bırakın, ana paranızı alın. Eğer bunu kabul etmez, faiz alırsanız Allah'a ve Resulüne harp ilân etmiş olursun. Hazret-i Allah'a ve Resulüne karşı gelmek, onlara harp ilân etmek sizi helak ve perişan eder. Faizcilik yapmak Allah'a ve Resulüne harp ilân etmektir. Bunun ne büyük bir felâket olduğunu düşünebilenler anlar.

Allahü teâlâ «eğer gerçekten faize tevbe ettinizse, malınızdan verdiğinizi alın. Ne haksızlık yapın ve ne de haksızlığa uğrayın» buyurmuştur, islâm'da eksik almak da, fazla almak da yasaklanmıştır. Yardım Allah içindir, ödünç alıp-vermek de öyledir. Allah için yapanlar, mükâfatlarını göreceklerdir. Faizcilik yapanlar da er-geç cezalarını bulacaklardır.

Faizin yasaklanmasındaki hikmetleri kısaca izah etmekte fayda mülahaza ediyoruz:

1. İslâm'da yasaklanan her şey mutlaka insanlara zararlı olduğu için yasaklanmıştır. Yasaklar üzerinde inceden inceye düşünüldüğünde bu gerçekler ortaya çıkar. Faiz ilk anda sahibi için bir gelir gibi gözükürse de, aslında hiç de öyle değildir. Bunun ahlâki, içtimaî ve iktisadi pek büyük mahzurları vardır. Faizi alan tek taraflı düşünmektedir. İşin, ahlâki, içtimai ve iktisadî yönlerini nazar-ı itibare almamaktadır. İslâm bütün bunları nazar-ı itibare aldığı için faizi yasaklamıştır.

2. Faiz, bir çok kimselerin iktisadi faaliyetlerini azaltır. Elindeki parayı faize yatırır, oradan geçimini temin etmek ister, herhangi bir işle meşgul olmak istemez. Tembelliğe alışır, böyle bir hareket ise ferdi ve içtimâi bir zarardır. Memleket bu gibilerden zarar görür, çalışmayanların sayısı artar, verim düşer, tüketim artar. Bunun için İslâm faizi yasaklamıştır.

3. Faiz, birçok kimseleri ağır bir yük altında bırakır. Borç aldıkları paraları lüzumsuz yerlerde harcarlar. Aldıkları borcun üzerine faiz de binince iki misli olur. Bunun altından kalkamazlar, bu yüzden hem kendileri hem de çoluk-çocukları perişan olur. İslâm toplum fertlerinin sefalete sürüklenmesini istemediği için faizi yasaklamıştır.

4. Faiz, içtimaî yardımlaşmaya muhaliftir. Müslümanlar arasındaki samimiyeti ve birliği bozar. Yardımlaşma ruhunu öldürür, kişileri maddeperest yapar. Müslümanların arasına düşmanlık tohumunu eker, Müslümanları kardeş ilân eden islâm, bunun için faizi yasaklamıştır.

5. Faiz, çok kere borçluyu huzursuz eder. Borçlu, borçlu olmanın huzursuzluğu içinde ezilir durur. Faizcinin karşısında eziklik hisseder, prestiji sarsılır. Ümitsizliğe düşer, ümitsizlik ise insanı felâkete götürür. İslâm toplum fertlerini huzursuz eden her şeyi yasaklamıştır.

6. Faiz, fakirlerin aleyhine olmak üzere, zenginlere büyük bir selâhiyet vermiştir. Bu ise ilâhî adalete ters düşer. İlâhî adalete ters düşen her şeyi Yüce Allah yasaklamıştır.

7. Faiz, ahlâkı dejenere eder, iktisâdi ve içtimâi hayatı bozar. Toplumda büyük bir uçurum meydana getirir. Fakirleri daha da fakirleştirir. Toplumda büyük bir dengesizlik meydana getirir. Bunun için İslâm faizi yasaklamıştır.

8. Faizin haram olmasının da yine bir çok hikmetleri vardır.

Fakat biz bunların hepsini idrâk edemeyiz. Cenâb-ı Hak, alîm ve hakimdir. Her neyi emretmiş ve her neyi yasaklamışsa onda büyük hikmetler vardır. Biz o hikmetleri anlayamayız, onu ancak Allah bilir. Bizim vazifemiz, ilâhi emir ve yasaklara uymamızdır.

280

«Borçlu darda ise, ona geniş bir zamana kadar mühlet verin. Bununla beraber eğer bilirseniz, sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.»

Eğer borç verdiğiniz kimseler darda ise, borcunuzu veremeyecek durumda iseler, onlara geniş bir zamana kadar mühlet verin. Onları sıkmayın ki, borçlarını kolaylıkla ödesinler. Eğer bilirseniz, onlara verdiklerinizi sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlı olur. Âhirette sevabı baki kalır ve mükafatı sizin olur. Borçlu olan birine bu şekilde müsamaha göstermek büyük bir insanlıktır. Bunu yapabilenler imanın lezzetini tatmış kimselerdir. Böylece uhrevi mükafata nail olacaklardır.

281

«Hem öyle bir günden sakının ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tamamıyle ödenecek ve onlara haksızlık edilmeyecektir.»

Siz, Allah'a döndürüleceğiniz günün azabından korkun. Herkes dünyada işlediklerinden sorguya çekilecektir. Zerre kadar iyilik yapan mükâfatını, zerre kadar kötülük yapan da cezasını görecektir. Hiç kimse haksızlığa uğratılmayacaktır. Her fert ameline göre mükafat ve mücazat görecektir.

282

«Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman onu yazın. Aranızda bir kâtip de onu doğrulukla yazsın. Katip, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.»

Bu âyet-i kerime, meşru surette yapılacak borçlar ve ticari muameleler hakkında riayet edilecek hususları bildirmektedir.

«Ey iman edenler, muayyen bir vade ile borçlandığınız zaman, onu yazın.» Borcunuzun vadesi geldiği zaman onu ödeyin. Borcun vadesini ve miktarını yazmak İslâm'da farz kılınmıştır. Yüce Allah «aranızda borcunuzu bir kâtip doğrulukla yazsın» buyurmaktadır. Zira şahitsiz yazmalar delil olamaz. Üçüncü bir şahsın yazmasındaki hikmet her hangi bir yanlışlığa mahal vermemek içindir. Yazma emri de, borcun unutulmaması ve tarafların zarara uğramaması içindir. Borcu yazacak kâtip de adil olacaktır. Yüce Allah «yazan, Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin» buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın, burada kâtibe yüklediği mükellefiyet yazma işinin ihmal edilmemesi ve geciktirilmemesi içindir, ilâhî emirde kâtibin âdil olması belirtiliyor. Müşteriyle, satıcı arasındaki adaleti o sağlayacaktır. Müşterinin hakkının satıcıya, satıcının hakkının da müşteriye geçmemesi ve hiç birinin haksızlığa uğramaması için kâtibin âdil olması gerekmektedir. Kâtip, Allah'ın kendisine emrettiği şekilde yazmaktan çekinirse, Allah indinde en büyük mes'uliyeti yüklenmiş olur. Hiç birisinin haksızlığa uğramaması için, kâtibin, kendisine tevdi edileni olduğu gibi yazması gerekir. Bu, Yüce Allah'ın kul hakkına verdiği önemin en büyük bir ifadesidir.

Ehl-i ilim şöyle demişlerdir: «Borçlu veya alacaklı, borcunu veya alacaklarını unuttukları zaman «Allahım, borcumu veya alacağımı bana hatırlat» diye dua ettikleri takdirde, Yüce Allah, onların dualarına şöyle cevap verir: «Kulum, ben sana yazmayı emrettim, sen yazmadın ve bana âsi oldun. Hatâ senindir.»

Yine hanımının şerrinden kurtulmak için Allah'a dua edenlere Allah, «kulum, onun idaresini senin emrine verdim. İdare edemiyorsan onu bırak» buyurmuştur. Bu iki hususta hata kulundur. İlâhi emre itaat etmedikleri için zarara uğramışlardır. Allahü teâlâ kullarının zarara uğramamaları için emirlerini açıkça beyan etmiştir.

Yüce Allah âyet-i celilesinde borçlular için şöyle buyurmuştur:

«Hak kendi üzerinde olan da yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun da ondan bir şey eksiltmesin.'

Üzerinde başkasının hakkı olan hemen yazdırsın. Rabbi olan Allah'tan korksun da başkasının hakkından hiç bir şeyi gizlemesin. Yani borcundan hiç bir şeyi eksiltmesin. Kâtiplik yapan da, söylenenden başkasını yazmasın, söyleneni olduğu gibi yazsın.

Allahü teâlâ âyet-i celilenin devamında şöyle buyurmuştur:

«Şayet borçlu sefih, küçük veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumdaysa velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit yapın. Eğer iki erkek bulunmazsa şahidlerden razı olacağınız bir erkekle iki kadın olabilir. Kadınlardan biri unutursa diğerinin hatırlatması kolay olur.»

Şayet, borçlu sefih, deli, çocuk, ahmak veya kendi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, onların velileri borçlarını dosdoğru yazdırsın. Taraflar arasında herhangi bir ihtilâfa meydan vermemek için, bu yazışmanın şahitler huzurunda yapılmasını Allahü teâlâ emretmektedir. Yüce Allah «erkeklerden iki şahid yapın. Eğer şahitlik yapacak iki erkek bulamazsanız, şahidlerden razı olacağınız bir erkekle iki kadın olabilir» buyurmuştur.

İki kadının şahit olarak getirilmesindeki hikmet, şayet kadınlardan biri yapılan akdi unutursa, diğerinin ona hatırlatması içindir. Zira kadınların yaratılış itibariyle hafızaları zayıf, yanılmaları fazladır. Bazan acıma hisleri, bazan kindarlıkları ağır basar. Anneliğin verdiği şefkat duygusuyla, kadında psikolojik bir hal meydana gelir. Hemen heyecanlanır, derin düşünemez, yanılgıya uğrayabilir. Halbuki şahitliğin hissiyattan uzak, akl-ı selimle yapılması gerekir. Zira şahitliğin neticesinde hakkın zuhuru, adaletin tahakkuku söz konusudur. Hak sahibini, adalet ise yerini bulacaktır. Bu sebeplerden dolayı herhangi bir yanılgıya düşmemeleri için, İslâm iki kadının şehadetini kabul etmiş, tek kadının şehadetini kabul etmemiştir. İslâm, bu veçhile onların manevî mes'ûliyete düşmelerini de önlemiştir.

Yüce Allah âyet-i celilenin devamında şöyle buyurmuştur;

«Şahitler çağrıldıkları vakit çekinmesinler. Borç, büyük veya küçük olsun onu müddeti ile beraber yazmaktan üşenmeyin. Bu, Allah yanında adalete daha uygun, şahitlik için daha sağlam, şüpheye düşmemenize de daha yakındır. Ancak aranızda peşin alış-veriş olursa onu yazmamanızda size bir beis yoktur. Alış-veriş yapıldığında şahit tutun. Yazan da, şahitlik eden de zararlandınlmasın. Şayet zarar yapacak olursanız, o zaman kendinize dokunacak bir fısk olur. Allah'dan korkun, Allah size öğretiyor, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

Şahidler, şahidlik yapmak için mahkemeye çağrıldıkları zaman asla çekinmesinler, gitsinler. Zira şahitlik isteğe bağlı olmayıp, ilâhi bir emirdir. Şahitlikten çekinmek ilâhi emre karşı gelmektir, dolayısıyla haramdır.

İslâm bilginleri şahidleri durumlarına göre üç gruba ayırmışlardır. Birinci grup, gördüğünü ve bildiğini söylemeyenler.' Bu yüzden mümin kardeşinin hakkı zayi olmaktadır. Bildiğini ve gördüğünü söylemesi hakkın tahakkuk etmesine sebep, adaletin yerine gelmesine de vesile olacaktır.

İkinci grup şahitlik yapanlar bildiklerini ve gördüklerini olduğu gibi söylemeyenlerdir. Karşıdakini yanıltmak için noksan ve yalan söylerler. Bu yüzden de hakkın zayi olmasına sebep olurlar. Bu gibilerin bildiklerini ve gördüklerini tam söylemedikleri için şahidlikleri kabul edilmez.

Üçüncü grup şahidler ise, günah ve masiyete dalmış olanlardır. İslâmda bu gibilerin şehadetleri kabul edilmez. Zira bunlar işlemiş oldukları masiyetlerle Allah'a âsi olurlar. Allah'a âsî oldukları gibi mü’min kardeşlerine de hainlik ederler ve hakkı söylemekten çekinirler. Böylece hakkın açığa çıkmasına mani olurlar. Bu yüzden bir çok hak heba olur gider. Şahitlerin gördüğünü ve bildiğini olduğu gibi söylemeleri ilâhi emrin gereğidir. Bunun için yalancıların, masiyet sahiplerinin, hakkı olduğu gibi söylenmeyenlerin şahitliklerini islâm kabul etmez.

Şahitlikten çekinenler veya hakkı doğru söylemeyenler Allah indinde lâyık oldukları cezayı göreceklerdir. Zira şahitlikte ve diğer hususlarda doğruyu ve hakkı söylemek Yüce Allah'ın emridir. Bundan çekinmek Allah'ın emrine muhalefet etmektir. O'nun emrine muhalefet edenler mutlaka cezalarını göreceklerdir.

Yüce Allah, borç az olsun, çok olsun müddetîyle beraber yazılmasını emretmektedir. Çünkü yazmak, malı hem korur, hem de zayi olmasını önler. Böyle olduğu gibi, yazanlar hem Allah'ın emrine itaat etmiş olurlar, hem de sevap kazanırlar. Borcu yazmak Allah'ın hükmünü muhafaza ettiği gibi, taraflar arasında meydana gelecek adaletsizliği de önler ve herhangi bir şüphenin meydana gelmesine mâni olur. Bu, tarafların selâmeti ve toplumun iktisâdi yönünden çok önemlidir. Aranızda yaptığınız peşin alış-verişlerde yazmamakta üzerinize bir vebal yoktur. Yazma emri borcun unutulmaması içindir. Peşin alış-verişte ise böyle bir şey söz konusu değildir. Aranızda «alış-veriş yaparken şahit tutun. Peşin ve veresiye yapılan alış-verişlerde şahit tutmak çok daha evlâdır. Yüce Allah'ın «alış-verişlerinizde şahit tutun» emrinde büyük hikmetler vardır. Şahitler huzurunda yapılan ahs-verişler tarafların hataya düşmelerini önler. Mamafih şahitsiz yapılan alış-veriş de caizdir. Fakat İslâm'ın öngördüğü şahitlerin huzurunda yapılmasıdır. Buna riayet edenler her türlü şaibeden uzak kalırlar.

İslâm dini kimsenin zarara uğramasını istemez. Bu bakımdan Yüce Allah «kâtiplik yapan da, şahitlik yapan da zararlandırılmasın» buyurmuştur. Sizden herhangi biriniz kâtipleri ve şahitleri zarara uğratmasınlar. Şayet katiplere ve şahitlere bir zarar olursa bu Allah yolundan çıkmaktır. Mevcut olan şahitleri ve kâtipleri bırakıp başkalarını şahit ve kâtip tutmak edebe aykırıdır ve onların hakkını gasb etmektir. Onların hakkını gasb etmek suretiyle Allah'a âsi olmaktan korkun, onların hakkını vererek Allah'a itaat ediniz. Onların hakkına riayet Allah'a itaattir. Bir de, Yüce Allah'ın size öğrettiği ile edeblenin. Zira Allahü teâlâ, alimdir, sizin ne yaptığınızı bilir, ona göre mükâfat ve mücazatını verir.

283

«Eğer seferde olup da bir yazıcı da bulamazsanız o vakit alınan rehinler yeter. Şayet birbirinize güvenirseniz, güvenilen kimse Rabbi olan Allah'dan korksun da borcunu ödesin. Bîr de şehadeti gizlemeyin. Onu kim gizlerse hakikat onun kalbi bir günahkârdır. Allah ne yaparsanız hakkıyla bilendir.»

Bu âyette Yüce Allah mü’minlerin vicdani duygularını tahrik ediyor ve Allah'dan korkarak ahde vefa göstermelerini, emanete riayet etmelerini emrediyor. Ve şöyle buyuruyor: -Siz, sefere çıktığınız zaman alış-verişlerinizi yazacak bir kâtip bulamazsanız o vakit alınan rehinler yeter.» Müslümanların arasındaki alış-verişleri yazacak birisi bulunmadığı zaman Yüce Allah onların ne şekilde hareket edeceklerini bildirmektedir. Bu gibi durumlarda alış-verişin yapıldığını tesbit için Allahü teâlâ aralarında bir rehinin alıp verilmesini şart koşmuştur. Alınan bu rehin, mal için bir vesika hükmündedir. Yüce Allah alış-veriş yapanların birbirlerine itimat etmelerini de şart koşmaktadır. Ve bu hususta şöyle buyurmaktadır: «Şayet birbirinize güvenirseniz, güvenilen kimse Rabbi olan Allah'dan korksun da borcunu ödssin.» Bu rehin, rehin edilene bir emanettir. Emanetçi emaneti zayi etmesin, emaneti sahibine olduğu gibi ödesin. Emaneti sahibine vermekten asla çekinmesin ve bu hususta Allah'tan korksun.

Bir de şahitler gördüklerini ve bildiklerini gizlemesinler. Allahü teâlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor: 'Şehadeti gizlemeyin. Onu kim gizlerse hakikat onun kalbi bir günahkardır. Allah ne yaparsanız hakkıyle bilendir. Gördüğünü ve bildiğini gizleyenler, söylemekten çekinenler, facir ve fâsık kimselerdir. Allahü teâlâ, sizin gizlediklerinizi ve açığa çıkardıklarınızı bilir, ona göre ceza ve mükâfat verir. O'nun ilminden hiç bir şey gizli kalmaz. Yüce Allah'ın bu vadi, şehadetin gizlenmemesi ve hakkın yerini bulması içindir. Şehadetin gizlendiği yerde hak mutlaka yok olacaktır. Bu yüzden hak sahipleri zarara uğrayacak, hakkı olmayanlar, haksız kazanç elde edeceklerdir. Bunun için Yüce Allah şehadeti gizleyenleri facir ve fasık olarak vasıflandırmıştır.

284

«Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır. İçinizdekini açıklasanız da, gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğini azaplandırır ve Allah her şeye kadirdir.»

Yüce Allah, bu âyet-i celile ile insanların dikkatini çekerek, haktan ayrılmamalarını, yerde ve göklerdeki her şeyin Allah'ın olduğunu bildirmiştir. Gökler ve yer Yüce Allah'ın mülküdür. Onları var eden, idare.. eden, içindekileri koruyan, besleyen, rızıklandıran O'dur. Ondan başka Hâlik-ı Zülcelâl yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nun emriyle hareket eder. O'nun emrine mani olacak hiç bir kuvvet yoktur, bütün varlıklar O'na boyun eğmektedir. İbadet ancak O'na yapılır, O'ndan başka ibadete lâyık yoktur. Çünkü Ma'büd-u Mutlak O'dur. Yerde ve göklerde ne varsa hepsi O'nun birliğinin ve Rubübiyyetinin delilidir. Bütün yaratıklar O'nun varlığının isbatıdır.

«Siz, kalbinizdeki masiyetleri gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir ve onunla sizi hesaba çeker, mükafata lâyık olana mükâfat, mücazata lâyık olana da mücazatını verir.

Bu âyet-i celile nazil olduğu zaman sahabe-i kiram endişeye düşmüş ve Peygamberimize gelip: «Yâ Resûlâllah, gönlümüzden günah ve masiyet işlemek geçiyor, fakat biz onu yapmıyoruz, ondan vazgeçiyoruz. Veya gönlümüzden geçirdiğimizi yapıyoruz, Bu ikisi mücazat bakımından bir midir? demişler. Bu âyet-i celile sahabe-i kiramı çok düşündürmüş, Yüce Allah onların tereddütlerini gidermek için «La yükellifullahü nefsen...» âyetini inzal buyurmuştur.

Süfyan-ı Sevri (radıyallahü anh) şöyle, demiştir: «Her peygamber ümmete ne bu âyetle gelmiştir. Onlar bu ilâhî hükme itiraz ettikleri için gönüllerinden geçirdikleriyle azap olunmuşlardır. Onlar şöyle demirlerdir: «Bizim bu hükme gücümüz yetmez, nefsimiz de tahammül edemez.» Allahü teâlâ da, onların bu sözlerine karşılık kalblerinden geçirdikleriyle kendilerini mes'ul tutmuştur. Bu âyet Hazret-i Peygamber'in ümmetine de gelmiş, fakat onlar ilâhî hükme boyun eğmiş, itiraz etmemişlerdir. Bunun için de Yüce Allah Hazret-i Peygamber'in ümmetine lütfedip, onları kalblerinden geçirdikleriyle mes'ul tutmamıştır.» Allahü teâlâ dilediğini bağışlar, günahlarını affeder. Dilediğini de cezalandırır. Günahında ısrar edenleri, hatalarından önlemeyenleri cezalandırır. Hatâlarına karşı tevbe ve istiğfar edenleri de affeder.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Tevbe ve istiğfar ile büyük günahlar kalmaz, yok olur. Küçük günahlara devam ile, onlar da büyür, çoğalır, küçük olarak kalmaz. Tevbe eden kimse günahlardan kurtulur, küçük günahlara devam eden de günahını artırır» (Neseİ).

Hadis-i şerifte de belirtildiği gibi tevbe ve istiğfar ile büyük günahlar silinir, yok olur. Küçük günahlara devam ile onlar da büyür. Bu bakımdan Müslüman daima günahlarından tevbekâr olmalıdır.

285

«Peygamber de, iman edenler de O'na Rabbinden indirilene inandı. Hepsi de Allah'a, meleklere, kitaplarına, peygamberlerine îman etti. -O'nun peygamberlerinden hiç birinin arasını tefrik etmeyiz. Dinledik ve itaat ettik, Ey Rabbimiz, mağfiretini isteriz. Son varış ancak Sanadır dediler.»

Bu âyet-i kerime dinin esaslarını beyan ediyor. Bu âyet, Mücâhid, İmam-ı Dahhak ve İmam-ı Hasan'a göre Mi'rac gecesi nazil olmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan nakledilen rivayet de aynı şekildedir.

Bazı tefsircilere göre, bu âyetten başka Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetlerini Cebrail, Peygamberimize getirmiştir. Yalnız bu âyeti Peygamberimiz Mi'rac gecesi bizzat vasıtasız işitmiştir. Peygamberimiz Mi'rac gecesi Sidretü'l-Müntehâ denen makama ve oradan da, daha ileri giderek yalnız Hazret-i Peygambere mahsus olan makama ulaşmıştır. Resûlüllah o makamdan da geçmiş, Allahü teâlâ'nın dilediği makama varmıştır. Son makama vardığı zaman Cebrail: «Yâ Muhammed, Rabbini selâmla» demiştir. Peygamberimiz de: -Ettehıyyâtü lillâhi vessalâvâtü vettayyibâtü - dil ile, beden ve mal ile yapılan ibadetlerin hepsi Allah'adır» diyerek selâmlamıştır.

Yüce Allah da cevaben: «Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühû - Ey gani yüce olan Nebi, Hazret-i Muhammed, Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketleri senin üzerine olsun- buyurmuştur. Bu yüce selamı işiten Hazret-i Peygamber, Allah'ın selâmından ümmetinin de nasiplenmesini istemiş ve «Esselâmü aleynâ ve ala ibâdillahissalihîn - Allah'ın selâmı bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun» demiştir. Allahü teâlâ ile peygamberi arasında bu şekilde bir selamlaşmanın olduğunu gören Cebrail de: «Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdtihû ve resulün -Şehadet ederim ki, Allah'dan başka Allah yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hazret-i Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür» demiştir. Cebrail (aleyhisselâm)'in bu şahadetinden sonra Allahü teâlâ: «Amenerresûlü...» âyetini Mi'racda peygamberine bildirmiştir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin fazilet ve üstünlükte kendisiyle bir olmasını Yüce Allah'dan niyaz etmiştir. Yüce Allah da, O'nun niyazını kabul etmiştir. Bu âyet-i celilede iman esasları bildirilmektedir. Mü’minler, Allah'ın bir olduğuna, başlangıcı ve sonu olmadığına, şeriki ve benzeri bulunmadığına, evlâddan münezzeh olduğuna iman etmişlerdir. Ayrıca meleklere, kitaplara ve peygamberlere iman etmişlerdir. Bunların hepsinin hak peygamber olduğunu tasdik etmişlerdir. Mü’minler şöyle derler: «Biz, Allah'ın peygamberlerine iman ettik. Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi bir kısmına iman eder, bir kısmına iman etmemezlik yapmayız. Hepsinin peygamberliğini kabul ederiz.»

Yüce Allah Âl-i îmran süresinin 29. âyetinde şöyle buyuruyor:

-De ki: Göğüslerinizin içinde olanı gizleseniz de, açıklamanız da Allah onu bilir.- Bu âyet geldikten sonra Peygamberimiz şöyle demiştir: «Yâ Rabbi, işittik ve itaat ettik, bize mağfiret et, senden mağfiret diliyoruz. Dönüşümüz yalnız sanadır.»

286

«Allah hiç bir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. (Herkesin) kazandığı hayır kendi lehine, yaptığı (şer de) kendi zararınadır.»

Allahü teâlâ hiç kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez. Yapamayacağı bir şeyi teklif etmez. Ayakta durmaya takati olmayan birini, namazı ayakta durarak kılmaya zorlamaz, oturarak kılmasına müsaade eder. Suyun bulunmadığı yerlerde toprakla teyemmüm yapmayı emreder. Ramazanda hastalık veya başka bir sebepten dolayı oruç tutamayanları, o durumda oruç tutmaya zorlamaz. Ancak sıhhatlerine kavuştuktan sonra oruç tutmalarına izin verir. Kimseyi kalbinden geçirdiği ile hesaba çekmez. Ancak kalblerinden geçirdiklerini fiiliyata çıkarırlarsa o zaman lâyık oldukları cezayı verir. Hiçbir fert kalbinden geçirdiğinden mesul değildir.

Herkesin yaptığı hayır kendisi içindir. Yapmış olduğu kötülükler de yine kendisi içindir. Kimse kimsenin günahından sorumlu değildir. Herkes kazandığının karşılığını görecektir. Yüce Allah Ahirzaman Peygamberinin ümmetini kalbinden geçirdiği ile mes'ul tutmayınca, bu defa Cebrail Peygamberimize «dile Yüce Allah'dan neyi dilersen ki, sana versin» demiş. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), yukarıda geçen âyetin devamı olan:

yi Rabbinden istemiş, Rabbi de O'na vermiştir. ."

Manası: -Ey Rabbimiz, unuttuk, yâhud yanıldıysak bizi tutup sorguya çekme.»

Bundan sonra Cebrail şöyle der: -Yâ Muhammed, Allahü teâlâ dileğini kabul etti. Ümmetinden hata ve yanılma kaldırıldı, yine Rabbinden dile neyi dilersen.»

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz, nefsini değil, ümmetini düşündüğü için Mevlâ'sından istekte bulunmuş ve Rabbine şöyle niyaz etmiştir:

«Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.»

Onlar hatâlarından dolayı kendilerine helâl olan şeyleri haram kılmışlardır. Günah işledikleri zaman, tövbelerinin kabulü için intihar etmelerinin gerektiği, üstlerine bir necaset bulaştığı zaman oranın kesilip atılması, namaz ve gusül abdestinin sadece su ile alınması, teyemmümün kabul edilmemesi, bir günde elli vakit namazın onlara farz kılınması, namazın sadece mescidlerde eda edilmesi emredilmiştir. Ramazan boyunca hanımlarına yaklaşmak haram kılınmıştır. Yine Ramazanda yemeye içmeye akşamla yatsı arası müsaade edilmiştir. Bizde olduğu gibi imsak noktasına kadar müsaade edilmemiştir. Mallarının dörtte birini zekât olarak vermeleri emredilmiştir. Yüce Allah bütün bu güçlükleri Âhirzaman Peygamberinin ümmetinden kaldırmıştır. Onlara lütfederek, bunları hafifletmiş ve ancak tehammül edebileceklerini kendilerine yüklemiştir. Yapamayacakları şeylerden onları mesul tutmamıştır.

Âyet-i celilenin devamında

«Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceğini taşıtma. Bizi affet. Bağışla bizi. Sen, bizim Mevlâmızsın. Kâfirler güruhuna karşı yardım et bize.»

Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmeyeceğini ve tehammül edemeyeceğimizi, zorluğundan dolayı terk edeceğimizi yükleme. Zira biz onu terk eder, sana âsi olur ve azabına müstehak oluruz. Günahlarımızı affet. Bizi rahmetinle esirge ve bağışla. Günahlarımızdan ve isyanlarımızdan dolayı üzerimize taş yağdırıp bizi helak etme. Sen bizim velimiz ve koruyucumuzsun. Kâfirlere karşı bize yardım et. Kâfirleri helak eyle. Ehl-i İslâmı galip ve muzaffer eyle.

Allahü teâlâ, Resulünün yapmış olduğu duaya icabet ederek, kabul etmiştir. Bunun için Peygamberimiz; «Allahü teâlâ düşmanlarım üzerine bana yardım etmiştir. Ben bir aylık yoldan korkuyla yardım olundum, Allah Müslümanların korkusunu bir aylık mesafedeki düşmanların kalbine atmış ve onları korkuyla telâşa düşürmüştür» demiştir. Müslüman orduları bir aylık mesafeden savaşmak için düşmanın üzerine hareket ettikleri zaman Müslümanların geldiklerini ister bilsinler, ister bilmesinler, Allah onların kalbine Müslümanların korkusunu atar ve bu korku ile telâşa düşerler. Yüce Allah. Mi'racda bu duaları Resûlüllah’ın kalbine ilham edip, bildirdi.

Hazret-i Peygamber Mi'racdan döndükten sonra, Allahü teâlâ bu duaları kendi kelâmı olarak Peygamberine inzal etti ki, ümmeti de bu duaları öğrensin ve kıyamete değin kendi yaptığı duayı ümmeti de yapsın diye. Bu dualar Yüce Allah tarafından kabul olmuş dualardır. Her mü’min bu duaları hıfzeder ve bunlarla dua ederse Allah indinde makbuldür. Bunun hikmetleri ve faziletleri diğer dualardan çoktur.

Peygamberimiz şöyle demiştir;

«Hiç bir peygambere verilmeyen üç özellik bana verilmiştir.

1. Yeryüzünün her tarafı benim ümmetime mescid kılınmıştır. Temiz olan her yerde namaz kılınmasına müsaade edilmiştir.

2. Suyun bulunmadığı yerde toprakla teyemmümün yapılmasına izin verilmiştir.

3. Bana Bakara sûresinin son âyeti verilmiştir. Bu arş'ın altında bir hazinedir ki, benden önce ve sonra hiç kimseye verilmemiştir.»

Ebü Ümame (radıyallahü anh) Peygamberimizden şöyle nakletmişür: .

«Bakara sûresi ile Âl-i İmran sûresini mutlaka öğreniniz. Kıyamet günü bunlar sahibini bir bulut gibi gölgeleyecekler ve kıyametin şiddetinden koruyacaklardır» (Müslim)

Başka bir rivayete göre, "bu iki sûre kuş gibi olup sahiplerini örter ve onun affı için bir hüccet olurlar. Onları öğrenin, ezberleyin, okumaya devam edin. Onları okumak fazilettir, berekettir, okumamak hatadır, nedamettir. Bunların faziletini ve hikmetini bilenler okumaya devam ederler. Hikmetini bilmeyenler ise okumasını terk ederler.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sûre hakkında şöyle demiştir: «Bakara sûresi üçyüz âyete ulaşmıştır. Allahü teâlâ her şeyi bunda toplamıştır. Bunu okuyan saadete ulaşır- (Buhâri ve Müslim).

Îman Mefkuresi:

Allahü teâlâ yukarda geçen 285. âyette Müslümanları ulu bulman şerefiyle şerefyâb ederek Resûlüllah ile birlikte zikrediyor. Bu ikramın ve şerefin ne demek olduğunu Müslümanlar çok iyi bilirler. İslam düşüncesinin temel kaidesi Allah'a îmandır. Hayata hükmeden nizamın temeli de Allah'a imandır. Allah'a îmanın mânası, ibadet ve Rububiyyet hususunda ilâh olarak Allah'ı tanımaktır. Rububiyyet ve ulühiyyet mevzuunda ortak hiç kimse yoktur.

Meleklere îman: Allah'ın meleklerine îman gayba îmanın bir başka şeklidir. Gayba iman duygusu insanı, hayvanlara mahsus olan hissiyatın hudutları dışına çıkarır. Bu hudutların dışında insana marifet kapılarını açar. İnsanın hisleri ile anlayamadığı, fakat varlıklarını fıtraten kabul ettiği hususları bilme arzusu insanı gayba îman etmeye zorlar. Bu bakımdan meleklere iman insanlara marifet kapılarının açılmasına sebep olur.

Kitaplara ve Peygamberlere îman: Allah'a îman Allah tarafından gönderilen her şeye imanı gerektirir. Kitaplara ve Peygamberlere îman insana güç kazandırır. Bunlara îmanı almayan insan gücünü yitirir. Yeryüzünde Allah'ın dinini yayan peygamberlerdir, onlar olmasa Allah'ın dinini kim yayabilir? Kitaplar ise Allah'ın hükümlerini, emir ve yasaklarını bildiren ilâhi kaynaklardır. Bunlara îman Allah'a imandır.

Hayır ve şerrin Allah'dan olduğuna ve âhiret gününe îman;

İnsanın mes'ûliyet duygusunu artırır. Maddî ve manevi çalışmaya teşvik eder. İnsanı Allah'a yaklaştırır. İnsanın hayvani arzularına gem vurur, insanın yaşantısını kontrol altına alır ve ibâdete yöneltir. İnsandaki merhamet duygusunu galeyana getirir ve ahlâkî olgunluğa yükseltir. Bunun için hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna, âhiret gününe iman şarttır.

0 ﴿