20

«Işıkları sönüp gece karanlığında kalanların üzerlerine yıldınmın şimşeği inip gözlerini alıverecek. Yıldırımın ışığı onları aydınlatınca bir iki adım yürürler. Işık gidip karanlık olunca dikilip kalırlar.»

Münafıkların durumu da böyledir. Onların kalbine İslâm sevgisi düşünce itikatlarını sağlamlaştırmak, İslâm yolunda yürümek isterler. Fakat küfür karanlığına dönünce bundan vazgeçerler. Eski hallerine devam ederler. Bunların durumu yıldırımın ışığında yürüyen adamın durumu gibidir.

Bazı tefsircilere göre, «Işık açılınca yürürler, karanlık olunca dururlar» ibaresinde kinaye vardır. Şayet münafıklar kelime-i tevhidi söylese, mü’minlerle beraber yürürler, mü’minlerin kılıcından emin olurlar, böylece aile efradı esir olmaktan kurtulur. Tevhid nuruyla nurlanırlar. Kelime-i şehadeti terkedip mü’minlerle yürümeyi bırakırlarsa, tevhid nuru söner, tekrar küfür karanlığında hasret içinde kalırlar.

Bazı bilginlere göre de âyetin mânası şöyledir: Hazret-i Peygamber'in peygamberlik delili risalet alâmetleridir. Şayet bunlar nur gibi zahir olsa gönülleri ona meyleder, nifaklan gider, Allah'ı ve emirlerini tasdik ederler,. Ne zaman ki mü’minlerin bir güçlüğe ve zorluğa düştüklerini görseler, - Uhud Savaşı'nda olduğu gibi - hemen pişman olup küfürlerine geri dönerler. Ve küfürleri üzere devam ederler.

İmam-ı Süddî (radıyallahü anh) bu âyetin mânasını şöyle izah etmiştir: Münafıklardan iki kişi Medine'den çıkıp kaçtı. Yolda yağmurlu, yıldırımlı ve şimşekli bir havaya tutuldular. Gecenin karanlığında korkudan yıldırımı duymamak için parmaklarını kulaklarına tıkarlar, şimşek çaktığı zaman ışığında biraz yürürlerdi. Işık kaybolunca da gidecek bir yer bulamazlar, oldukları yerde kalırlardı. Bu korku içindeyken birbirlerine: «Keşke Muhammed'i tasdik edip biat etseydik, küfür ve nifakı terk etsek de öyle çıksaydık» derler. Bu zamana kadar geçirdikleri zamana pişman olarak Hazret-i Peygambere gelirler, iman edip küfür ve nifaklarından vazgeçer İslâm'ı kabul ederler. Allahü teâlâ Medine'de kalan münafıklar ibret alsınlar, küfür ve nifaklarından dönsünler diye bu iki zatın durumunu haber veriyor. Bundan sonra Allahü teâlâ buyurdu:

«Eğer Allahü teâlâ dileseydi onların işitmelerini de, görmelerini de giderirdi.- Nitekim gönül gözünün ve gönül kulağının görmesini ve işitmesini aldığı gibi. Zira onlar hakkı görüp işitmezler, dünyada sağır ve kördürler. Yüce Allah onların maddi işitmesini ve görmesini isteseydi alırdı. Bu vesileyle günahlarını artırır, cezalarını da hemen verirdi. Fakat Allah'ın hilim sıfatı onların azabının verilmesini geciktirdi. Âhirete te'hir etti. Bütün bunları bu hikmetlerden ibret almaları için yaptı.

Allah, mü’minler ibret alsınlar, onların durumuna düşmesinler, imanını kaybedip âhirette zarara uğrayanlardan olmasınlar diye münafıkların özelliklerini muhtelif âyetlerde açıkladı.

Soru: Elhamdülillah, benim îmanımda şüphem yok Hazret-i Peygamber'in peygamberliğine ve Kur'ân'in haber verdiklerine de kesinlikle inanıyorum. Bu durumda ben nasıl münafıklardan olurum. Bundan sonra onlardan sakınmanın mahzuru nedir?

Cevap: Bu ikazın maksadı kişinin içinin ve dışının münafıklık alâmetlerinden uzak olmasıdır. Müslüman her haliyle nifak alâmetlerinden uzak durmak zorundadır. Nitekim Hasan-ı Basrî Hazretleri şu sözleriyle bunu çok güzel açıklamıştır:

«Münafığın içi dışına, kalbi diline, sırrı açığa çıkardığına uymaz.» Münafık, iç hali dış haline uymayandır. Dıştan sofî görünür, içi nifak ve fesatla doludur. İnsanların kendisine âlim demesi, gerekli saygıyı göstermesi için âlim süsüne bürünür. İnsanların kendisinden dini öğrenmesi için dindar görünür. Halbuki kalbinde dünya sevgisinden, makam hırsından, şan şeref arzusundan başka bir şey yoktur. Onlar âlim suretinde haramidirler. Dünya sevgisi onları esir edip akıllarını başlarından almıştır. Bunlar Allahü teâlâ'nın Dâvud (aleyhisselâm) 'a haber verdiği âlimler gibidir. Yüce Allah Dâvud (aleyhisselâm)'a şöyle buyurdu :

«Ya Davud, bana ulaşabileceğin yollardan sor, dünya sevgisinin kendisini esir ettiği, onun sarhoşluğu ile aklı başından giden âlimlerden sorma. Onlar benim yolumun haramileri (yol kesicileri)dir ki, bana gelen kullarımı benim yolumdan alıkoyarlar.» Haramiler yolcuya asla doğru yolu göstermezler. Onları soymak, ellerinde bulunanları almak için çeşitli hilelere başvururlar. Bu tip âlimlerin ti urumu da aynen böyledir. Allah'ın rızasını kazanmak, ibadet ve takvâyı öğrenmek için onlara bir şey sorulduğunda kendilerinin de içinde olduğu kuru ve temeli olmayan bir yol gösterirler. O yol buna hoş gelir, bu yolda dünya menfaatini temin eder. O kuru yolda bir gün helak ve perişan olup gider.

Hasan-ı Basri şöyle demiştir: Nifakın bir diğeri de dilin kalbe muhalif olmasıdır. Evden eve, şehirden şehire gidip vaaz ve nasihat edenler bunun gibidir. Bunların kendilerinde vaaz ve nasihatten hiç bir eser yoktur, Söyledikleri başka, yaptıkları başkadır. Onların söylediklerinin kendilerine bir faydası yoktur, kaldı ki başkalarına yararları dokunsun. Onları dinleyenlerin doğru yola gelmesi, kötülüğü bırakması mümkün değildir. Kendisine tesir edemeyen bir nasihatçı başkalarını etkileyemez. Bu gibilerin arzusu dünya menfaatini temin etmekten başka bir şey değildir. Dinleyenler ister ıslah olsun ister olmasın, onlar için önemli değildir.

Bunlar, pazar yerlerinde insanları başına toplayıp şifa otu ve şifa macunu satan hekimler gibidirler. Bunlar, macunlarının şifa, otlarının da deva olduğunu öve öve insanlara satarlar. Gayeleri ilâç satmaktır, ilâçların faydalı olup olmadığı hiç önemli değildir, önemli olan ilâçların satılmasıdır. Dünya menfaati için vaaz ve nasihat edenlerin durumu onlardan daha kötüdür. Çünkü din ilimlerini hasis ve basit bir şeyi elde etmek için âlet etmektedirler. Ya vaaz ederek veya Kur an okuyarak mal toplarlar.

Pazarda şifa macunu satan adamın sermayesi yaban otuyla baldır. Bir hasisi başka bir hasisle satar. Macunun ve yaban otunun şifa olduğunu söyleyen satıcı sözüne yalan katar, günah-ı kebair işler, sonunda helak olur. Ya dünya malı için Allah kelâmını satanların hâli ne olur?

Yine Hasan Basri demiştir ki, bir kişinin bir yere girerken başka, çıkarken başka hallere bürünmesi münafıklık alametidir. Sırf çıkarı için ve makam sahibine sadece makamından dolayı tazim ve ikramda bulunan, en yakın dostu olduğunu söyleyerek kendisini öven, işinin olmasını isteyen, işi düşmediği zaman aynı makam sahibinin kötülüğünden bahseden kişinin bu hareketleri münafıklık alâmetidir.

Kim olursa olsun, yukarıda sayılan sıfatlardan biri kendinde bulunan adam münafıktır. Belki bu haller topluma yayılmış, âdet haline gelmiş olabilir. Hatta bunun nehyedildiği dahi unutulmuştur. Bütün bu alâmetler Peygamberimiz dünyadan göç ettikten sonra kısa bir zaman içinde insanlar arasında yayılmıştır. Daha o zamanlar bu alâmetler yayıldığına göre zamanımızın insanlarının durumu acaba nedir? Allah korusun, her halimizde bu alâmetler görülmektedir.

Hazret-i Huzeyfe (radıyallahü anh)'dan rivayet edilmiştir. -Peygamberimiz zamanında bir adam bir kelime söyledi. Ve o kelime ile münafık oldu. Ben şimdi o sözü her birinizden günde on defa işitiyorum.»

Abdullah İbni Ömer'e bir zat gelerek, ya Abdullah, biz çocuklarla konuşurken onların her dediğine doğrudur diyoruz. Yanlarından ayrıldıktan sonra haklarında ne gerekirse onu söylüyoruz. Bu hareketimizin bir sakıncası var madır? Abdullah, Resûlüllah zamanında bunun gibi işleri biz nifak sayardık, demiştir. Hazret-i Abdullah'ın beyan ettiği bu nifak münafıklık alâmeti değildir. Münafıklık ve münafık alâmeti, îmanın zıddı olan, îman ile bir arada bulunması mümkün olmayan davranış ve hareketlerdir. Peygamberimiz şu sözleriyle münafıklığın alâmetini ne güzel izah buyurmuştur:

«Münafıklığın alâmeti dörttür; Bu alâmetleri taşıyan kimse namaz kılsa, oruç tutsa, yani kendisinin müslüman olduğunu sansa bile yine münafıktır. Bu alâmetler şunlardır:

Konuştuğu zaman yalan söyleyen, söz verip sözünden dönen, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet eden, biriyle münakaşa ve kavga ettiği zaman haddi aşıp kötü söz söyleyen» (Buhârî ve Müslim).

Bu vasıfları üzerinde bulunduran kişi Peygamberimizin lisanıyla münafıktır. Peygamberimizin hadisinden ve sahabenin sözlerinden nifakın büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrıldığını öğreniyoruz.

Büyük nifak, kişinin îmanında ve itikadında münafık olmasıdır. Allah, peygamber ve âhiret hakkında kalbinde şüphesi bulunan kimiler halis münafıklardır. Nifak îmanı götüreceği için nifak ile iman ikisi bir arada bulunamaz. Nifak bulununca îman gider, sahibi İslam'dan çıkar, küfre girer.

Nifakın küçüğü, kişi amelinde münafıktır. Amelini gösteriş için yapar. Başkalarına kendini beğendirmek arzusundadır.

Sahabe-i Kiram Peygamberimize mü’minle münafığın alâmetini sorar, Peygamberimiz mü’minin himmeti (aklı, kalbi) daima namaz ve oruçtadır, buyururdu.

Hatem-i Esam buyurdu ki Mü’min daima dînini ve âhiretini düşünür. Neye bakarsa ondan bir ibret alır. Kalbinden Allah korkusunu çıkarmaz. Münafık ise devamh olarak dünya arzularının peşindedir, Âhiretini unutur, uzak hayâller kurar, dinini düşünmez. Dünyayı toplamaya çalışır. Mü’min Allah'tan başkasından bir şey beklemez. Ancak her şeyi sebebine sarılarak Allah'tan ister. Münafık her şeyi başkasından bekler. Allah'tan ümidini keser. İnsanlardan medet bekler. Bilmez ki medet beklediği insanlar da kendisi gibi âcizdir.

Mü’min Allah'tan başkasından korkmayan, yalnız Allah'tan korkan kimsedir. Âhiretini unutmayıp sağlam tutandır. Mü’min dini uğrunda malını mülkünü ve canını feda etmekten çekinmez. Malının ve canının gittiğine razı olup dininin ziyana uğramasına rıza göstermez. Münafık, dininin ve âhiretinin gitmesine göz yumup malının zarara uğramasına asla rıza göstermeyen, dini uğruna fedakârlıkta bulunmayan kimsedir.

Mü’min daima ibadet ve hayır işleriyle uğraşır, Allah korkusundan göz yaşı döker. Münafık ise her zaman günah ve fesat içindedir, kalbinde Allah korkusu bulunmaz.

Mü’min hayalı, edeplidir, kimseyi incitmez. Daima doğruyu söyler. Olur olmaz yerlerde konuşmaz. Anaya babaya iyilik ve ihsanda bulunur. Her an Allah'a şükürden geri durmaz. Kimsesizleri, yoksulları gözetir. Hısım ve akrabayı düşünür. Merhameti elden bırakmaz. Mü’min başkasının gıybetini yapmaz. Kimseye lanet etmez. Hased, kin ve koğuculuk ve cimrilik gibi sıfatları kendinde bulundurmaz. Bütün bunlar münafıklık alâmetidir. Hiçbirisi mü’mine lâyık değildir. Müminin bunlardan korunması lâzımdır. Çünkü bu sıfatlar amelde münafıklık alâmetidir. Zamanımızın âlimlerinin çoğu amelde nifak içindedirler. Kendilerinin bu durumu insanların da nifak ve dalâletine sebep olmuştur. Zira avam-ı nas bunların haline bakıp zannederler ki, bu sıfatları taşımak İslâm'ın şartlarındandır. Çünkü halkın gözünde âlim olan onunla sıfatlanmıştır. Halk kendisini örnek alır. Farzmış gibi âlimin yaptıklarına uyar. Farzı bile terkeder de onu bir defa bile terketmez. Bunun için Peygamberimiz buyurdu:

Taşın üzerinde yürüyen karıncanın ayak izinin gizli oluşu gibi şirk de benim ümmetimin içinde gizlidir. Şirk ve nifaktan uzak olanlar, ona düşmekten korkanlardır. Şirk ve nifaka yakın olanlar, aldırış etmeyip sıfatlarından korkmayanlardır.»

Burada bahsedilen şirk büyük şirk değildir, küçük şirktir. Meselâ amel-i riya gibi. Bunlar kişinin imanını gidermez. Ama imanın hakikatini ve kemâlini giderir. Yani îmanın ışığını söndürür. Bunu ancak basiret ehli anlar. Mâna gözü açık olanlar bilir. Bu gizli sıfatlan da ancak ehl-i takva anlar, ibadette kemâl sahibi olanlar, Allah korkusunu kalbinden hiç çıkarmayanlar anlar.

Hasan-ı Basrî'ye, elhamdülillah zamanımızda münafık kalmadı dedikleri zaman şu cevabı vermiştir: Allahü teâlâ münafıklara bir âfet gönderse, onları helak etse, şu sokaklarda insan ölüsünden ayak basacak yer bulamazdınız.

Münafıklar ve özellikleri hakkındaki bu önemli açıklamalardan gerçek mü’minlerin ibret alarak imanlarını muhafaza etmeleri gerekir. Nifak ve şirk içinde olanlar Allah'ın azabından emin değillerdir. Onların akıbetlerinden korkulur. Zira hiç kimse son neferinde imanla mı yoksa imansız mı göçeceğini bilemez. Bu çirkin sıfatlar galip gelip ölüm vaktinde îmanını selb ederse küfür üzere gider. Yeri ebedi cehennem olur. Önceki îmanın ona hiç bir faydası olmaz. Bu, şuna benzer. Kuşluk vakti oruçlu olan bir kimse ikindi vakti orucunu bozarsa bu oruç tam gün olmadığı için batıldır. Geçerli değildir. Orucun geçerli olması için tam gün tutulması gerekir. Yarım gün oruç olmaz. Bunun ibadet sayılabilmesi için bütün gün olması lâzımdır. Aksi düşünülemez. Mü’minin îmanının da fayda vermesi için dünyadan son anda iman ile ayrılması ve ruhunu teslim etmesi lâzımdır. Orucunu bozanın orucu batıl olduğu gibi, îmanı gidenin de İslâm'ı batıldır.

Akıl ve idrâk sahipleri bundan ibret alırlar, imanlarını ibadetle takviye ederler, kötü sıfatlardan kendilerini korurlar. Cahillere ise ne kadar söylenirse söylensin yine ibret alıp durumlarını düzeltmezler.

20 ﴿