102

«Şeytanların, Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir oldular ki, insanlara sihri öğretiyorlardı.»

Yahudiler, Allah'ın kitabının hükümlerini kulak ardı etmişler, şeytanların Süleyman Peygamber zamanında düzüp yazdıklarına tâbi olmuşlardır. Peygamberlerin yolunu ve Allah'ın emrini bırakıp sihre uymuşlardır. Allah'ın kitabıyla Resulüne uymayı ve bunlarla amel etmeyi terk etmişlerdir. Şeytanların uydurup yazdıklarıyla, iki meleğe ilham olan şeylere tâbi olup, onlarla meşgul olmuşlardır.

Tefsirciler bunun sebebi hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Biz en meşhur görüşü naklettik.

Allahü teâlâ, Süleyman (aleyhisselâm)'a İsrailoğullarından baş-Itn bir kavlinden evİPitllınmuBlai tma (Kİnı Kakül, ne hlltımıltlr, bilinme/. Süleyman Alt»yhla«)|ftıtı Urallufcullurımn dışında başka bir kavimden SabûrA udimin bir kadınla evlenir. Allahü teâlâ Süleyman (aleyhisselâm)'a bir ders olsun diye tahtından alır. Yerine birkaç günlüğüne bir şeytan oturtur. İnsanlar, tahta oturanın Süleyman (aleyhisselâm) olduğunu zannederler. Fakat onun vermiş olduğu hükümlerin Süleyman (aleyhisselâm)'ın hükümlerine muhalif düştüğünü fark ederler. Bu durum karşısında şüphelenirler ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın hocası ve tahta geçtiği zaman veziri olan Âsaf İbni Berhâ'ya gelerek şöyle konuşurlar: «Bunun hükmü Süleyman (aleyhisselâm)'ın hükmüne benzemiyor, biz bu işten şüphe ediyoruz, bu ne haldir?» Bunun üzerine Âsaf durumu tetkik etmek için Süleyman'ın hanımlarının yanına gider. Onlara Süleyman'ın halinden sorar. Süleyman (aleyhisselâm)'ın hanımları derler ki: «Eğer bu Süleyman ise vallahi siz helak olursunuz. Çünkü bunun hareketleri ve hükümleri Süleyman'ınkine hiç benzemiyor.-.

Bu konunun tamamı «Sâd- suresinde anlatılacaktır. Tahta oturan şeytan insanların kendisini tanıdığını anlayınca, sihirle ilgili ne varsa hepsini yazar ve Süleyman'ın tahtının altına gömer. Ayrıca Süleyman'ın yüzüğünü denize atıp kaçar.

Süleyman (aleyhisselâm) gemicilerle deniz kenannda çalışıyor ve her gün balık yakalıyorlardı. Bunun karşılığı olarak Hazret-i Süleyman iki balık alır, birini satar ekmek parası yapar, birini de pişirir yerdi. Yine bir gün iki balık alır, birini satar, diğerini de pişirmek için Bismillah der. Tam bu sırada karnını yarar ve yüzüğü balığın karnından çıkar. Süleyman (aleyhisselâm) Allah'a hamdederek yüzüğü parmağına takar. Mülkü ve saltanatı tekrar kendine verilir. Ve hayatının sonuna kadar tahtında oturur. Süleyman (aleyhisselâm) öldükten sonra şeytan insan suretine girer ve insanlara der ki:

«Süleyman (aleyhisselâm)'ın ne ile amel ve hükmettiğini öğrenmek isterseniz, şu tahtın altını kazın ve görün.» Tahtının altını kazdılar ve şeytanın oraya gömmüş olduğu sihirle ilgili defterleri çıkardılar. Bu defterlerin hepsinin sihirle ve küfürle dolu olduğunu gördüler. Süleyman (aleyhisselâm)’ın kavminin bilginleri ve akıl sahipleri dediler ki: Bu asla Süleyman'ın ameli ve hükmü değildir. Bu ancak şeytan işidir, şeytandan başkası bunu yazmaz. Bütün bunlara rağmen içlerinde bulunan cahiller ve beyinsizler bu Süleyman'ın ilmidir diyerek ona tâbi oldular.

Allahü teâlâ, Süleyman (aleyhisselâm)'ın özrünü bildirmek için Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şu âyeti indirdi:

«Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurup takip ettikleri şeylere uydular.»

Yahudiler kitaplarının hükmünü bırakıp Süleyman (aleyhisselâm)'ın tahtının altında bulunan şeytanların yazdıkları sihir defterlerine tâbi oldular. Bunu Süleyman yapmadı, yapmadığı için de günahkâr değildir. Fakat şeytanlar bunu yaptıkları ve insanlara sihir öğrettikleri için kâfir oldular. Sihir yapan kimsenin kâfir olacağı bu âyet-i kerimeden anlaşılmaktadır. Zira Allahü teâlâ sihri küfürle birlikte zikretti. «Süleyman kâfir olmadı, fakat şeytanlar kâfir oldu.» Yüce Allah sihri küfür sözüyle ifade buyurdu. Hulâsa, bu âyet, sihrin küfür, yapanın da kâfir olduğuna delâlet etmektedir.

Hazret-i Ömer halifeliği sırasında Muâviye'ye bir mektup yazarak : «Sihir yapan erkek ve kadını öldürün» demiştir. Şayet sihir yapan kâfir olmasaydı Hazret-i Ömer -öldürün» demezdi.

Âyetin devamında Allahü teâlâ şöyle buyurdu:

«Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı.»

Bâbil vilâyetinde Hârut ile Mârut adında iki meleğe ilham olunan şeylere tâbi oldular.

İbn Abbas (radıyallahü anh) bu olayı şöyle nakletmiştir: Âdem (aleyhisselâm)'dan sonra insanlar Allahü teâlâ'ya şirk koşup kâfir olmuşlar ve Allah'ı bırakıp putlara tapmaya başlamışlardı. İnsanların bu durumunu gören melekler sabredememişler, gayrete gelerek Allah'a dua etmişlerdi: "Ey Rabbimiz, sen kullarını en güzel şekilde yarattın, onlara çeşitli nimetleri rızık olarak verdin. Onlar ise sana âsi olup başka şeylere taptılar. Onları neden helak etmiyorsun?» demişlerdi. Allah meleklere buyurdu ki: «Biz bir kavme peygamber gönderip onlara hakkı bildirmedikçe, gittikleri yolun kötü olduğunu öğretmedikçe asla onları helak etmeyiz. Sizin içinizden ikinizi yeryüzüne göndereceğim, gidin o kullarımı hayra çağırın, şerden, kötülükten çevirin. Melekler arasından Hârût ile Mârût seçilerek yeryüzüne gönderildi. Onlar yeryüzünde Allah'ın emirlerini insanlara bildiriyor, yasaklarından alıkoyuyorlardı. Yani emr-i bilma'ruf ve nehy-i anil münker yapıyorlardı. İnsanları zina, içki, adam öldürme ve benzeri haramlardan men ediyorlardı. Böylece bir süre yer yüzünde kaldılar.

O devirde güzelliğiyle ünlü bir kadın vardı. Harut ve Mârut bu güzel kadının ününü duyarlar ve yanına giderler. Onunla konuşup sohbet etmek isterler. Kadın onlara: -Şu puta taparsanız, isteklerinize razı olurum, tapmazsanız olmam» der. Onlar «Bu senin teklifin olacak iş değil, biz ona taparsak kâfir oluruz» cevabını verirler ve çekip giderler. Bir müddet sonra tekrar kadına gelerek aynı şekilde konuşmak isterler. Kadın yine onlara -Şu puta tapmadığınız sürece isteklerinizi yerine getirmem. Ya şu puta taparsınız, ya şu adamı öldürürsünüz, ya da şu içkiyi içersiniz. Eğer bunlardan birini yaparsanız isteklerinizi kabul ederim, aksi takdirde arzunuzu yerine getirmem» cevabını verir. Onlar «Bari içkiyi içelim, diğerlerine göre daha ehvendir» derler. Tevbe ederiz olur, cevabını verirler.

İçkiyi içtiler. Tabiî ki, akılları başlarından gitti. Sarhoşluğun etkisi ile ve bizi haber vermesin diye yanlarında bulunan adamı da öldürdüler. Bununla da yetinmeyip kadınla da zina ettiler ve puta taptılar.

Allahü teâlâ, Hârut'la Mârut'un durumunu diğer meleklere göstermek için aradaki perdeyi kaldırdı. Melekler onların durumlarını gördüler, hallerine şaştılar. Yer ehlini mazur görüp onlar için istiğfar ettiler.

Rivayet edildiğine göre o kadın meleklerden ism-i âzami öğrendi ve onun sayesinde göğe çıktı. Allah da onu yıldız yaptı. Bazılarına göre zühre yıldızı bu kadındır.

Hazret-i Ali ve Hazret-i Ömer demişlerdir ki: «Zühre yıldızı yedi yıldızdan biridir. Bunların hepsi birlikte yaratıldı. Birçok şeyin takdir edilip vücuda gelme sebepleri yıldızların devrine bağlıdır. Yıldızların her birinin bir nesne üzerinde hükmü ve saltanatı vardır. Zührenin saltanatı da rutubet üzerindedir.»

Fakat Allahü teâlâ o kadını yıldıza benzetti ve cehenneme atıp azap etmelerini emretti. Nitekim suretleri döndürülen kavimlerin tamamı helak olup Allah'ın kahrına uğradılar.

Hârut ve Mârut'un başına gelen bu olaylar İdris (aleyhisselâm) zamanında gerçekleşti. Onlar İdris (aleyhisselâm)'a gelerek şefaatçi olmasını istediler ve günahlarının bağışlanması için Allah'tan af talebinde bulundular. İdris (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'ya niyaz etti. Yüce Allah da onları dünya ve âhiret azabı arpsında muhayyer bıraktı. Onlar, «Âhiret azabının sonu yok, biz ona takat getiremeyiz. Dünya azabı ise ebedi değildir. Dünyanın sonu gelince o azabın da sonu gelir» dediler ve dünya azabını tercih ettiler. Onları götürüp Bâbil kapısında başları aşağı astılar. Böylece azaplarını çekmeye başladılar. Bu kıyamete kadar devam edecektir. Bunu fırsat bilen şeytan sihir defterini onların ayaklarının arasına koydu. Yahudilerin dedeleri gidip o defterlerden sihir öğrendiler, Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Halbuki onlar (iki melek): Biz ancak fitneyiz, sakın sihir yapıp da kâfir olma demedikçe hiçbir kimseye sihir öğretmezlerdi. İşte onlardan koca ile karının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Halbuki sihirbazlar Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir. Onlar ise kendilerini zarara sokacak, onlara faide vermeyecek şeyleri öğreniyorlardı. Yemin olsun, onlar muhakkak biliyorlardı ki, onu (sihri) satın alan kimsenin âhiretten hiçbir nasibi yoktur.»

Hârût ile Mârût, biz bir fitneyiz, imtihan için gönderilmişiz. Sakın sihir yapıp kâfir olmayın, demedikçe kimseye sihir öğretmezlerdi. Allah bizimle bu insanların mü'min ve kâfir olanlarını meydana çıkarmak için, bu imtihanı küfürle îmana tahsis etmiştir. Sihir yapmayı öğrenenler, kitabın (Tevrat'ın) hükmüne göre amel etseler veya hiç öğrenmeseler mü’min olurlar. Yani sihri öğrendiği halde onunla hiçbir şey yapmayan mü’mindir. İslâm'da bir şeyi öğrenmek suç değil, onu insanların aleyhine ve zararına kullanmak suçtur. Bu türlü şeyler dinen yasak ve günahtır. Bazıları onu öğrenip kâfir oldular. Her ne kadar Hârut'la Mârut: «Bunu (sihri) öğrenmeyi bırakın, bunu öğrenip de kâfir olmayın- demişlerse de, onlar inat ettiler, mutlaka öğrenmek istediler. Zira melekler hiçbir zaman kimseye küfür öğretmeyi istemez. Sihrin keyfiyetini onlara beyan ettiler ama sihri öğrenmeyi onlara yasakladılar. Sihri öğrenmekten şunun için men ederlerdi: Hârut ile Mârut zamanında bir adam gelip birine zinanın ne olduğunu sorar. O da zinayı anlattıktan sonra -Zina haramdır, sakın ona yaklaşma, onu işlemeye yeltenme, onu terk eden mümin, terketmeyen kâfir olur» cevabını verir.

Yahudiler onlardan sihir öğrendiler. Öğrendikleri bu sihirle karı kocanın arasım açarak ve onları birbirinden ayırarak helâline varmasına mani olurlardı. Bu gibi sihirlerle birçok fitnenin doğmasına sebep olurlardı.

Allahü teâlâ dilemedikçe sihirbazlar kimseye zarar veremez. Eğer Allahü teâlâ, sihrin ona zarar vermesini takdir ettiyse, mutlaka zarar verecektir. Buna kimse mani olamaz. Ancak bu, sihirbazlara ruhsat anlamına gelmez.

Onların öğrenmiş olduğu sihrin dünyada ve âhirette kendilerine zararı vardır. Dünyadaki zararı dinden çıkarmasıdır. Âhiretteki zararı ise ebedi azaptır. Onlar hakikati bildikleri halde sihri Allah'ın kelâmı olan Tevrat üzerine tercih ettiler. Dolayısıyla onların âhiretten nasibi yoktur. Yani âhiret nimetlerinden istifade edemeyecekler ve ebedi azaba uğrayacaklardır.

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Nefislerini ne fena şey mukabilinde satmışlar, eğer bilmiş olsalardı.»

Yani, nefisler; için seçtikleri sihir ne kötüdür. Allahü teâlâ’nın kitabını okudukları halde onu ve peygamberlerin sünnetini terk ettiler. Eğer dünya ve âhirette zarara uğrayacaklarını bilmiş olsalardı, bu durumlarından derhal dönerlerdi. Fakat onlar kendi durumlarından haberdar değillerdir.

Soru: Geçen âyette onlar «hakikati bildiler» diye zikredildi. Daha sonra gelen kısımda ise, «Eğer bilselerdi» diye zikrediliyor. Yani bu, bilmiyorlardı demektir. Bu âyetin muhatabı olanlar hakkında, «bilmeyle, bilmemenin» ikisinin bir âyette toplanmasının hikmeti nedir?

Cevap: Onlar hakikati biliyorlardı. Fakat bildiklerinin herhangi bir faydası yoktu. Zira ilmiyle amel etmeyen hakiki âlim olamaz. Hakikî âlim ilmiyle amel eden kimsedir. İlim öğrenmek menfaat içindir. Tabiî ki ilmin gereği ile amel edilirse bu söz konusudur. Eğer ilmin gereği ile amel edilmezse o ilimden bir menfaat elde edilmez. Hattâ o ilmi hiç öğrenmemiş gibi olur. Bu, şuna benzer: istikbalini temin ve garanti etmek için sanat öğrenen bir kimse, öğrenmiş olduğu sanatı bırakır. Hiç onunla meşgul olmaz. Daha doğrusu sanatın gereklerini yapmaz. Sanatını muattal bırakır. Bu adam aslında hiç sanat öğrenmemiş gibidir. İstifade edilmeyen sanat öğrenilmemiş demektir, Eğer onlar hakikati bilselerdi, Allah'ın kitabını bırakıp sihri tercih etmezlerdi.

102 ﴿