ÂLİ İMRÂN SÛRESİ Bu sûre-i celile Kur'ân-ı Azimüşşân'ın üçüncü sûresi olup, Medine'de nazil olmuştur, iki yüz âyettir. Bu sûreye «îmran- sûresi denmesinin hikmeti şudur: Hazret-i Musa ile Hazret-i Harun'un babasının ismi «Imran» di. Bu sûrede onlardan bahsedildiği için Âl-i İmrân adını almıştır. Bu sûre-i celilede Cenâb-ı Hakk’ın vahdaniyet-i kudsiyyesi bildirilmektedir. 1 «Elif, lâm, mim» 2 «Allah o Allah'dır ki, kendinden başka hiç bir ilâh yoktur. O, Hay ve Kayyûm'dur.» Elif, lâm, mim'in izahı «Bakara- sûresinde geçmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Elif, lâm, mim işarettir. Allahü teâlâ bütün mevcudatın halikı ve ma'bûdudur. Hiç bir şey O'nun ilminden hâli değildir. O'ndan başka nıa'bud yoktur. Diridir, O'na ölüm arız olmaz, mülkü ve saltanatı da asla zail olmaz. Hay'dır, hayatının başlangıcı yoktur. Nefsiyle kaimdir, bütün işleri O idare eder. Canlıların rızkını veren O'dur. Yoktan var ettiği gibi, yok eden de ancak O'dur. Evveli ve sonu yoktur, O'nun varlığı zeval bulmaz.» Bazı bilginlere göre, Hay ve Kayyûm, Allahü teâlâ'nın ulu adlarındandır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) bir ölüyü diriltmek istediği zaman bu isimlerle dua eder ve çağırırdı. Vâsıf İbn Berhayâ Belkıs'ın tahtını Süleyman (aleyhisselâm)'a bu isimleri çağırarak bir anda getirmiştir. İsrailoğulları Hazret-i Musa'ya İsm-i A'zam'ı sormuşlar, Musa (aleyhisselâm) da İsmi A'zam'ın Yâ Hayyü, Yâ Kayyûm olduğunu söylemiştir. Denizciler boğulma tehlikesiyle karşı karşıya geldikleri zaman Yâ Hayyü, Yâ Kayyûm ile dua ederler, bu duaları onları korktuklarından kurtarır, arzu ettiklerine nail eder. 3 «O, sana kitabı hak ve kendinden öncekileri tasdik edici olarak indirdi. Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak Tevrat ile İncil'i indirmişti.» 4 «Bir de hak ile bâtılı ayırd eden Fûrkan'i indirdi. Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Allah azizdir, intikam sahibidir.» Allahü teâlâ, sevgili habibi Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi ve sellem)'ya Cebrail vasıtasıyla hakkı beyan eden ve kendinden önce gönderilen kitapları tasdik ve şeriatın hükümlerini açıklayan Kur'ân-ı Kerîm'i indirmiştir. Bundan önce de insanlara yol gösterici olarak Hazret-i Musa'ya Tevrat'ı, Hazret-i İsa'ya încil'i indirmiştir. Bütün bunların indiriliş sebebi insanları felâkete götürecek yollardan alıkoymak ve onları doğru yola iletmektir. Bundan sonra Yüce Allah hak ile batılı bildiren, haramı ve helâli açıklayan, şeriat hükümlerini beyan eden Fürkan'ı Hazret-i Muhammed'e indirmiştir. Gerçekten Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli azap vardır. Yüce Halik, âyetlerini inkâr ederek, kendine isyan edenlerden intikamını alacak ve onları elim bir azaba çarptıracaktır. 5 «Şüphe yok ki ne yerde, ne gökte hiç bir gey Allah'a gizli kalmaz. Sizi ana rahminde dilediği gibi şekillendiren O'dur. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, Azizdir, Hakimdir.» Şüphe yok ki, yerde ve gökte ne varsa hiçbiri Allah'tan gizli değildir. Yüce Allah onların hepsinden haberdardır. Her varlığın ne yaptığını ve ne işlediğini bilir, ona göre karşılığını verir. Bu karşılık kimine mükâfat, kimine mücazat olur. 6 «Sizi ana rahminde dilediği gibi şekillendiren O'dur. Kiminizi kısa, kiminizi esmer, kiminizi beyaz, kiminizi muti, kiminizi âsi, kiminizi erkek, kiminizi kadın yapan yalnız O'dur.» Peygamberimiz bu hususta şöyle demiştir: «Çocuğun ana karnında iken şaki veya muti olduğu belirlenir.» Abdullah İbni Mes'ud, Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Çocuk ana rahminde kırk gün nutfe, kırk gün uyuşmuş kan, kırk gün de bir et parçası olarak kalır. Yüz yirmi gün sonra şekillenmeye başlar. O zaman bir melek gönderilir şaki veya mutî olacağı alnına yazılır» (Buharı). İbrahim Edhem Hazretlerinden va'z u nasihat dinlemek için ilim erbabı bir hey'et gelir, ibrahim Edhem, dört şeyle meşgul olduğunu ve nasihat edemeyeceğini bildirir. Gelen hey'et ne ile meşgul olduğunu öğrenmek ister, bunun üzerine İbrahim Edhem Hazretleri şöyle der; «Birincisi: Mîsak günü Allahü teâlâ Âdem oğullarını iki gruba ayırdı. Birini iman ehli kılıp, bunlara ehl-i cennet dedi. Diğerini ehl-i küfür yapıp, bunları da ehl-i cehennem kıldı. Ben bunların hangisinden olduğumu bilmediğim için düşünüyorum. İkincisi: Allahü teâlâ beni ana rahminde şekillendirdiği zaman, görevli melek «Yâ Rabbi, bunu şakilerden mi yazayım, yoksa sana mutî olanlardan mı yazayım?» dediği zaman, ben hangi gruba yazıldığımı bilmediğim için düşünüyorum. Üçüncüsü: Hayatımın son anında Azrail canımı alırken «Yâ Rabbi iman üzere mi, yoksa küfür üzere mi ruhunu kabzedeyim» dediği zaman, ben ne şekilde ruhumu teslim edeceğimi bilmediğim için düşünüyorum. Dördüncüsü: Mahşer yerine insanlar toplanıp, hesaba çekildikten sonra «kötüler iyilerden ayrılsın, iyiler cennete, kötüler cehenneme gitsin» dendiği zaman, ben hangisine gideceğimi bilmediğimden dolayı düşünüyorum. Bunlar bende va'z u nasihat edecek kuvvet bırakmadı.' Gerçekten bunlar tam bir va'z u nasihattir. Bu hali unutmamak ve ona göre hareket etmek îman eseridir. Bu hali unutup nefs-i hevâ ile meşgul olmak şekavet (günah) ve gaflet eseridir. Bazıları, bu hadis-i şerife istinaden ana rahminde çocuğun alnına ne yazıldı ise, dünyada o olur. Şaki yazıldı ise şakî, muti yazıldı ise muti olurlar, artık bundan sonra yapılan amellerin ne faydası olacak demişler. Bu söz en büyük gaflettir, sahibini Ehl-i Sünnet mezhebinden çıkarır, Cebriye mezhebine sokar. Zira hiç bir kimse ana rahminde alnına ne yazıldığını bilemez. Kula düşen çalışmak, Allah'ın emirlerine itaat etmek, yasaklarından kaçınmaktır. Kulun görevi budur. Görevini ihmal ettiği zaman cezasını, yerine getirdiği zaman da mükâfatını görecektir. Ana rahminde sizleri dilediği gibi şekillendiren yalnız Allahü teâlâ'dır. O'ndan başka gâlib-i mutlak yoktur. Kafirlerden intikamını alacak, îman ve itaat edenlere de mükâfatlarını verecektir. Allahü teâlâ intikam sahibi değildir. Fakat lâyık olana, lâyık olduğu cezayı verecektir. 7 «Sana kitabı indiren Odur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir ki, bunlar Kitabın esasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihlerdir. İşte kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için müteşabih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'viüni ancak Allah bilir. İlimde derinleşenler ise: «Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır» derler. Bunu ancak akıl sahipleri düşünebilir.» Sana kitabı indiren Allahü teâlâ'dır. O kitabın bazı âyetleri muhkem ve açıktır. Helâl ve haramı açıklayan ve kendinden önceki kitapların hükmünü nesh ederek, kaldırandır. Onun âyetleri muhkemattan olup, bütün kitapların aslıdır, O da üç âyettir. Biri En'âm süresinin 151. âyetidir. Yüce Allah onda şöyle buyuruyor: «De ki: Gelin üzerinize Rabbinizin neleri haram ettiğini ben size okuyayım.» İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: -Bir kişiden Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân olduğunu işittim, ben de, ona Ümmü'l-Kitap En'âm süresindeki âyetlerdir, dedim.» O âyetlerin bir kısmı müteşabihdir, surelerin evvelindeki gibi harflerdir. Bunlarla neyin kast edildiğini ancak Allahü teâlâ bilir. O'ndan başkası müteşabihlerden neyin kast edildiğini bilmez. Bazı tefsirciler, mânası açık ve te'vile ihtimali olmayan âyetlere muhkem âyetler demişlerdir. Müteşâbih âyetler ise, lâfzı başka bir lâfızla aynı olup, mânası farklı olan âyetlerdir. Yani, mânası açıkça anlaşılmayan mecazî kelimelerdir. Bunlara da müteşabih âyetler demişlerdir. Soru: Kur'ân-ı Azimüşşân'ın bütün lâfızları anlaşılmak için nazil olduğu halde, neden bazı âyetleri müteşabihdir, neden mânası açıkça anlaşılmamaktadır? Cevap: Bunun hakikatini ancak Allah bilir. Fakat, bazı âyetlerin müteşabih oluşu, âlimlerin faziletini ve birbirinden üstünlüklerini açıklamak içindir. Eğer hepsinin mânası anlaşılır şekilde açık olsaydı bazı bilginlerin üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Yani, ilimde derinleşenlerin üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Şurası da muhakkak ki, musannifler kitaplarının bazı yerlerini açık, net yazarlar ve bazı yerlerini de okuyucunun üzerinde düşünmesi için kapalı geçerler. Okuyucu mânası kapalı olan kısımlarda daha fazla gayret sarfeder, inceliklerini anlamak için çabalar. Bu bakımdan ilâhi kelâmın bir kısmı açık, bir kısmı da kapalıdır, ilimde kemal sahibi olanlar mânasını iyice düşünsünler diye. Üim sahipleri bu gibi âyetlerin mânasını öğrenmek için daha fazla gayret göstereceklerdir. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Kalblerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için müteşabih olanlara uyarlar. Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir.» Haktan ayrılıp küfrü tercih edenler müteşabih âyetlere tâbi olarak fitne çıkarmak için çeşitli mânalar vermişlerdir. Bu vesile ile küfürlerini artırmışlar, o küfürleri üzere ebedi kalmışlardır. Hattâ daha da ileri giderek Muhammed ümmetinin arasına fitne ve fesad sokmak için müteşabih âyetleri tevile kalkışmışlar, kıyametin ne zaman kopacağı hakkında tarih ileri sürmüşler ve çeşitli yalanlar sergilemişlerdir. Kıyametin ne zaman kopacağını ancak Allah bilir. Zira bu kâinatın sahibi O'dur. Yahudilerden bir grup Peygamberimizin huzuruna gelerek şöyle derler: «Yâ Muhammed, Cebrail'in sana indirdiğini işittik. Eğer bu doğru ise senin ümmetinin ömrü yetmiş bir senedir.» Onlar âyet-i celileyi bu şekilde te'vil etmişlerdir. Bunun geniş izahı Bakara süresinde geçmiştir. Allahü teâlâ, onların iddialarını reddetmek için âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor; «Onun te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar «biz ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır» derler. 'Bu ümmetin ne kadar ömrünün olacağını ancak Allah bilir. Allah'tan başka kimse bilemez. İlimde kemal sahibi olanlar -biz ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır- derler. Allah'a îman edenler, Yahudilerin Allah'a şirk koştuklarını ve Allah'ın âyetlerini yalanladıklarını işitince, Yüce Allah'ın kelâmiyle şöyle dua etmişlerdir: 8 «Ey Rabbimiz, bizi hidayetine erdirdikten sonra kalblerimizi sapıtma. Katından bize rahmet ihsan eyle. Şüphesiz en çok bağışlayan sensin sen.» Allah'a iman edenler, İmanlarında samimi olduklarını beyan etmek için Yüce Allah'a şöyle niyazda bulunmuşlardır: «Ey Rabbimiz, bizim kalbimizi hidayete erdirdikten sonra, tekrar sapıtıp, hak yoldan ayırma. Kullarını hidayete erdiren, hakkı bildirip batıl yoldan alıkoyan sensin. Bizi İslâmla şereflendirdikten sonra, bundan mahrum etme.» 9 «Ey Rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinden hiç şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olansın. Şüphesiz ki Allah va'dinden dönmez.» Ey Rabbimiz, geleceğinden hiç şüphemiz olmayan kıyamet günü, bütün mahlûkatı mahşer yerine toplayacak olan sensin. Herkesi hesaba çekip, ameline göre mükâfat ve mücazatını verecek olan yine sensin. Allahü teâlâ asla va'dinden dönmez. 10 «Şu küfredenlerin mallan ve çocukları Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. Ve onlar ateşin yakacağıdır. Malına ve evlâtlarına güvenip, onlarla övünenler için bu âyette büyük ibretler vardır. Hakkı inkâr eden kâfirlerin malları ve evlâtları kıyamet günü asla kendilerine fayda vermez. Servetlerinin ve evlâtlarının çokluğu ile övünenler, Allah katında en büyük hüsrana uğrayacaklardır. Onları Allah'ın azabından hiçbir şey kurtaramayacaktır. Ancak Allah yolunda harcadıkları malları onlar için mükâfat ve rahmet olacaktır. Allah yolunda harcanmayan mallar ise, sahibi için bir yük ve büyük bir vebaldir. Evlât ve mal, sahibini hak yoldan ayırmadıkça çok değerlidir. Hak yoldan ayırdığı zaman ağır bir yüktür. Allahü teâlâ'nın bu âyet-i celilede evlâtla malı bir arada zikretmesinin sebebi şudur: insanların bir çoğu mallarına ve evlâtlarına gururlanarak gafletlerinden dolayı ilâhi azaba uğrarlar da farkına varmazlar. Mal ve evlâtlanyla övünürler de Allah'ı unuturlar. Dünyaya mağrur olurlar, fakat âhireti hiç hatırlamazlar. Bunların kendilerinin olduğunu zannederler. Halbuki onlar, bunların asıl sahibi değil emanetçisidirler. Bunların asıl sahibi Yüce Ali ah'dır. Bunlara aldanarak hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ederek gururlanırlar, başkalarını küçük görürler, kendilerini beğenirler. Düşünmezler ki güvendiklerinin hepsi boştur. Çünkü onların hiçbiri, sahibini Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Yüce Allah bu ikisini bir zikretti ki, insanlar bunlara güvenerek aldanmasıniar, bunların kendileri için bir imtihan olduğunu unutmasınlar, mallarını Allah yolunda harcamaktan da çekinmesinler ve ömürlerini boşa harcamasınlar. Ömürlerini boşa harcayanlar, mal ve evlâtlarına gururlanarak haktan ayrılanlar mutlaka cezalarını göreceklerdir. 11 «Tıpkı Fir'avun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibi ayetlerimizi tekzip ettiler. Allah da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Allah'ın azabı çok şiddetlidir.» Allahü teâlâ bundan sonraki âyette kâfirlerin durumunu zikrederek «onlar tıpkı Fir'avun hanedanının ve onlardan öncekilerin gidişi gibidir. Onlar bizim âyetlerimizi yalanladılar da Allah da kendilerini günahları yüzünden yakalayıverdi. Allah cezası pek çetin, olandır» buyurmuştur. Mekke müşrikleri aynı Hazret-i Musa zamanındaki Fir'avunlar gibi Hazret-i Peygamber'e gelen âyetleri yalanlamışlardır. Fir'avun ve hanedanı Hazret-i Musa'ya kötülük yapmak için birleşmişler ve ona kötülük yapmaya çalışmışlardır. Tıpkı onlar gibi Mekke müşrikleri de birleşerek cihanın güneşi olan sevgili Peygamberimize kötülük yapmaya çalışmışlardır. Fir'avun'un Hazret-i Musa'ya yaptığı gibi, onlar da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e aynısını yapmak istemişlerdir. Allahü teâlâ, âyetlerini yalanlayan ve Musa'nın peygamberliğini kabul etmeyen Fir'avun ve hanedanını denizde boğarak helak etmiştir. Ondan önce geçen peygamberlerin kavimleri de, peygamberlerini inkâr ettikleri için Nuh, Âd, Semûd ve Lût gibi, Yüce Allah onlan da inkârlarından dolayı helak etmiştir. Çünkü onlar da Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, peygamberlerini yalanlamışlardır. Onların helak oluşu yalanlarından dolayıdır. İnsanların bunlardan ibret alarak, onların düştükleri hatalara düşmemelerini Yüce Allah beyan buyurmaktadır. 12 «O küfredenlere de ki: Yakında mağlûp olacaksınız ve toptan cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü yataktır.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Mekke müşrikleri Uhud savaşında Müslümanlardan yetmiş sahabeyi şehid edip, Müslümanlara zarar verince çok sevinmişlerdi. Allahü teâlâ da onların sevinçlerini kursaklarında bırakmak için bu âyet-i celileyi inzal ederek şöyle buyurmuştur: «O kâfirlere de ki: «Yakında mağlûp olacaksınız ve toptan cehenneme sürükleneceksiniz.» Yüce Allah Müslümanların, bundan sonra galip geleceklerini, kâfirlerin ise mağlûp olacaklarını müjdelemiştir. Kâfirlerin de mağlûp ve helak olarak cehennemde ebedi kalacaklarını bildirmiştir. İmam-ı Kelbi'ye göre, bu âyet Beni Kureyza Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Bedir muharebesinde müşrikleri yenilgiye uğratması Yahudileri hayrete düşürmüştür. Az bir Müslüman ordusunun kendilerinden üç kat fazla olan müşrik ordusunu hezimete uğratması, onları şaşırtmıştır. Yahudiler Peygamberimiz hakkında şöyle demişlerdir: «Okuma-yazma bilmeyen Muhammed, bize Musa hakkında bilgi veriyor. Aynı zamanda biz onun özelliklerini ve sıfatlarını Tevrat'ta da bulduk.» Onun özelliklerini ve vasıflarını Tevrat'ta bulmalarına rağmen yine de iman etmemişlerdir. Hatta birbirlerine şöyle demişlerdir: «Muhammed'e iman etmede acele etmeyin, sabredin, ona tâbi olmayın, bu savaş sizi aldatmasın, bir savaş daha olsun bakalım kim kazanacak.» Akıllarınca Müslümanların galibiyetlerine güvenememişler ve Uhud muharebesine kadar beklemişlerdir. Uhud muharebesinde sahabeden yetmiş kişi şehid olup, Müslümanlar zarar görünce kâfirler çok sevinmişler ve «Allah'a yemin olsun ki bu hal olmadı, onun sıfatı değişti» demişler ve İslâm dinine girmeyi reddetmişlerdir. Peygamberimiz daha önce Medine Yahudileriyle muayyen bir zaman için anlaşma yapmıştır. Uhud savaşından sonra Yahudiler tek taraflı olarak anlaşmayı bozmuşlardır. Allahü teâlâ da bu âyeti inzal ederek, onların yakında felâkete uğrayacaklarını bildirmiştir. İkrime (radıyallahü anh) Bedir savaşını şöyle anlatıyor: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir günü muharebeyi kazandıktan sonra Medine'ye döndü. Orada bulunan Yahudileri Benî Kaynuka mahallesinde topladı. Ve onlara şöyle söyledit «Gelin İslâm'ı kabul edin, siz de Kureyşlilerin uğradığı akıbete ugramayın» (Müslim ve Tirmizi). Resûlüllah'ın onları İslam'a davet etmesine karşılık, onlar da Peygamberimize, hayasızca şöyle demişlerdir: -Yâ Muhammed, bu galibiyetine aldanma, nefsin seni gururlandırmasın, sen Kureyş'in savaş bilmeyenleriyle muharebe ettin. Bizimle muharebe etseydin de görseydin harbi kim kazanırdı.» Bu küstahça hareketlerinden sonra, Allahü teâlâ da bu âyeti inzal ederek onların yakında mağlûp olacaklarını bildirmiştir. 13 «Karşılaşılan iki topluluğun durumlarında sizin için ibret vardır. Biri Allah yolunda dögüşüyordu. Diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerinin kendilerinin iki katı olduklarını gözleriyle görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz görebilenler için bunda ibret vardır.» Karşılaşan iki topluluğun durumlarında sizin için ibretler vardır. Biri Allah yolunda, O'nun rızasını kazanmak için savaşır. Diğeri de kâfirdir, putu için savaşır. Kâfirler Müslümanlardan çok fazlaydı. Müslümanlar kâfirlerin kendilerinden fazla olduğunu ve kendilerinin iki katı olduğunu görüyorlardı. Düşmanın çokluğu Müslümanları korkutmuyordu. Çünkü Yüce Allah onlara -yüz Müslümanın, iki yüz kâfire galip geleceğini' vaad etmişti. Allah va'dinden asla dönmez. Nitekim durum Bedir muharebesinde öyle olmuştu. Bedir muharebesinde müşrik ordusunun sayısı dokuz yüz, Müslüman ordusu ise ancak üç yüz kişi idi. Müşrik ordusu, Müslüman ordusundan üç kat daha fazla olmasına rağmen, Yüce Allah'ın yardımıyla müşriklere galip gelmişler ve onları hezimete uğratmışlardır. Hezimete uğrayan müşrikler, İslâm ordusunun çok fazla olduğunu zannediyordu, bu bakımdan da kalblerine korku düşmüştü. Allahü teâlâ kâfirlerin kalbine müminlerin korkusunu atmışü. Çünkü müminler Allah'a inanıyordu. O'ndan yardım bekliyorlardı. Müşrikler ise putlarına tapıp çokluklarına güveniyorlardı. Yüce Allah dilediğini yardımı ve nusretiyle destekler. Bedir muharebesinde Allahü teâlâ mü’min kullarını meleklerle te'yid etmiş, güçlendirmiş, kâfirlerin, kalbine ise korku salmış ve onları hezimete uğratmıştır. Gerçek akıl sahipleri ve görebilenler için bunda ibretler vardır. Ancak bu ibretleri Allah'a hakkıyla îman edenler anlar. 14 «Kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, nişanlı atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar dünya hayatının metaldir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.» Bu âyet-i celilede insanların nelere karşı sevgi besledikleri dile getirilmektedir, insanlar bunlara gönül bağlayarak âhireti unutmuşlardır. Yüce Allah insanların onlara gönül bağlayarak âhireti unutmamalarını öğütler. Dünyada insanlara bazı şeyleri güzel gösterip sevdirmek ya Allah'dandır veya şeytandandır. Eğer bazı şeyleri güzel gösterip sevdirmek Allahü teâlâ'dan ise, mü’minler için bu bir imtihandır. Kâfirler için de bu bir ukubet ve felâkettir. Şayet bazı şeyleri güzel gösterip, sevdirmek şeytandan ise felâkettir. Zira şeytan insanlara vesvese vermek suretiyle onları gururlandırır, âhireti unutturur, onları şehvetlerine mahkûm eder ve neticede helaklerine sebep olur. Âyette geçen dünya zinetleri şayet insanlara Allah'ı ve âhireti unutturmaz, şehevi arzulara daldırmaz, Allah'a isyan ettirmez de, sahibini şükre yöneltir ve insandaki Allah sevgisini artırırsa o zaman fitne olmaktan çıkar, sahibi için rahmet olur. Bunlar sahibine Allah'ı unutturduğu zaman fitne ve felâket olur. Allahü teâlâ âyette ilk olarak kadınları zikretmiştir. Zira kadınların fitnesi, her şeyin fitnesinden daha fazladır. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Ümmetimin içinde kadınların fitnesinden daha ağır bir fitne bırakmadım. Zira bunların fitnesi Âdem (aleyhisselâm) zamanından bugüne kadar devam etmiştir' (Neseî). Peygamberimiz, ümmetinin arasında kadınların fitne çıkarmasından korkmuştur. Onun için en büyük fitnenin onlar olduğunu açıklamıştır. Bu demek değildir ki, bütün kadınlar fitnedir. Fakat kadınların ekserisi fitnedir. İlim ehli kadınların iki türlü, çocukların da bir türlü fitnesi vardır demişlerdir. Kadınların fitnelerinden biri, beyini hısım ve akrabalarından kesmesi, ana-babasmdan ayırması, onlarla beyinin arasına dargınlık ve kırgınlık sokmasıdır. Kadınların ikinci fitnesi; dünyaya karşı aşırı bir hırs beslemeleri, haram, helâl demeden mal biriktirerek zinetlerini artırmaları, eşlerinin izni olmadan şurada -burada dolaşmaları, âhireti unutup, ibadeti terk edip, dedi-kodu yapmalarıdır. Onlar eşlerini düşünmeden arzu ettiklerini isterler, alıp -alamayacağını düşünmezler. Evlâtların fitnesi: Kişi evlâtlarına servet biriktirmek için koşuşur da, âhireti hatırlamaz. Kızına çehiz, oğluna servet biriktirmeye çalışır da, Allah'ı unutur, ibadeti terk eder, onların servetine servet katarken, Allah'a âsi olur, âhiretini yıkar ama haberi olmaz. Onların istikbâlini temin ederken, kendi ebedi saadetini düşünmez. Onların rahatlığı için çalışır da, kendi rahatlığını hiç aklına getirmez. Fani dünya için çalışır da, ebedî hayatı için çalışmaz. Âhiret için bir hazırlıkta bulunmaz. En büyük tehlike, evlâtlar için Allah'a âsi olmak, ibadeti terk etmek, âhireti unutmaktır. Kazandığından Allah rızası için tasaddukta bulunmayan, çocuğu için servet, kendisi için büyük bir yük hazırlamıştır. Dünya fitnelerinden biri de altın ve gümüştür. Nice insanlar bunlara aldanarak Yaratanını unutmuş, ibadeti terk etmiştir. Onlarla dünya saltanatı kurmuş, ölümü unutmuş, hiç ölmeyecekmiş gibi hareket ederek, gurura kapılmış, başkalarını küçük görmüştür. Biriktirmiş olduğu altın ve gümüş Allah indinde onun günahını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Halbuki insan bunların sahibi değil, bekçisidir. İnsanlara Allah'ı unutturan şeylerden biri de, bağlan, bahçeleri ve hayvanlarıdır. Onların sevgisi insanların kalbini sarmış ve Allah'ı unutturmuştur. O bağlar, bahçeler insanları oyalar, ölümü hatırlatmaz, ibadeti unutturur, âhireti düşündürmez. Sahibi, o bağların, bahçelerin kendisinin olduğunu zanneder. Düşünmez ki, burada misafirdir, asıl sahibi başkasıdır. Misafir başkasının malıyla övünmez, kibirlenmez, büyüklenmez, sahibine asi olmaz. Allahü teâlâ bu âyet-i celilede dört çeşit malı zikretmiştir. İnsanlar da durumlarına göre dört sınıftır. Her sınıf bu dört çeşit maldan biriyle fitneye düşer. Yüce Allah evvelâ altın ve gümüşü zikretmiştir. Bununla tüccar ve esnaf fitneye düşer. Bunların tesirinde kalarak asıl sahibini unutur. Bunların sevgisi onu sarar, gözü başka şeyi görmez olur. İkinci olarak atlan zikretmiştir. Bunlarla beyler ve süvariler fitneye düşerler. Onlar atlarıyla övünürler de Allah'ı unuturlar. Onların gözünün gördüğü odur, başka bir şey düşünmezler. Üçüncü olarak deve, koyun ve sığır gibi hayvanları zikretmiştir. Bunlarla da dağlarda, ovalarda yaşayanlar fitneye düşmüşler, onlara aldanıp ibâdeti unutmuşlar, mallarının çokluğu ile iftihar etmişler, fakat asıl sahibini hatırlamamışlardır. Dördüncü olarak, ekin, bağ ve bostan tarlalarını zikretmiştir. Bunlarla da şehirlerde ve köylerde yaşayanlar fitneye düşmüşlerdir. Bağ ve bahçelerine güvenerek nam salmışlar ve şehvetlerinin esiri olmuşlardır. Bunlardan her biri sevdiklerini baştacı yapmışlar, dünya zevkine dalarak Allah'ı ve âhireti unutmuşlar, bunların esiri olmuşlar ve çeşitli felâketlere düşmüşler de yine de akılları başlarına gelmemiştir. Şayet bu dünya metalarını Allah rızası için kullanırlar, âhiretlerini unutmazlar, ibadetlerini terk etmezler, Allah'a çarşı şükürlerini yaparlarsa, dünya metaı kendileri için rahmet olur. Ahiret azığı ve cennet nimeti olur. Bunlar iki cihanın saadetini kazanmak için insanlara verilmiştir, İnsanları felâkete götürmek için verilmemiştir. Allahü teâlâ bu âyetin sonunda dünya meta'larının fani olduğunu tenbih edip buyurdu ki: «Gönül bağladığınız şeylerin hepsi dünya metaıdır. Zira dünya ve dünyanın da bütün metaları fanidir. Fani olan şeyin peşine düşme, ona aldanıp gururlanma, bunlara bağlanıp haktan ayrılma. Çünkü yarın sen ondan ayrılacaksın. Dünyada iken âhiretini mamur et. Zira varacağın yer Allah'ın katıdır, ebedî kalacağın mekân da orasıdır. Orada hüsrana uğramamak için hazırlığını tam yap.» 15 «De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvaya erenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada devamlı kalacaklardır. Tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Ve Allah kullarını hakkıyla görücüdür.» Allahü teâlâ, bu âyet-i celilede mü’min kullarına dünya nimetlerinden çok daha hayırlısını âhirette vereceğini haber veriyor. Ve Yüce Peygamberine şöyle hitap ediyor: -De ki: «Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?. Takvaya erenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır.» Takva sahipleri, Allah'ın azabından korkanlar, nifaktan, günahtan, şirkten sakınanlar, dünyaya aldanıp Allah'a ibadetten gafil olmayanlar, bağlarına, bahçelerine ve servetlerine güvenip âhireti unutmayanlardır. Onlar için cennette baldan ve sütten altından ırmaklar akan bostanlar ve köşkler vardır. Oraya giren Allah dostları ebedi olarak kalacaklar, bir daha çıkmayacaklardır. Âhiret nimeti dünya nimetlerinden çok daha üstündür. Zira dünya nimetleri fani, âhiret nimetleri ise daimidir Nitekim Ebu Said (radıyallahü anh) Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Cennetin bir karış yeri, dünya ve dünya nimetlerinin hepsinden daha hayırlıdır» (Buharı ve Müslim). Burada anlatılmak istenen husus, âhiret nimetlerinin ne kadar üstün olduğunu belirtmektir. Çünkü orada Allah rızası vardır. Zira Allah'ın rızası her şeyin fevkindedir. Oraya girenler için tertemiz eşler vardır. Onlar dünyadaki gibi kirlenmezler, dünyadaki ihtiyaçların hiç biri kendilerine arız olmaz. Onlarda kin, hased, gıybet, dedi-kodu yoktur. Onlar dünyadaki zevcelere benzemezler. Allahü teâlâ «kullarını hakkıyla görücüdür.» Kullarının yaptığı amelleri bilir ve görür. Ona göre mükâfat ve mücazatını verir. Hiç kimsenin yaptığı amelleri karşılıksız bırakmaz. 16 «Onlar ki: 'Ey Rabbimiz, biz gerçekten îman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla. Ve bizi o ateşin azabından koru' diyenler, sabredenler, doğru olanlar, gönülden kulluk edenler, infak edenler ve seherlerde Allah'dan mağfiret isteyenlerdir.» 17 «Onlar ki: 'Ey Rabbimiz, biz gerçekten îman ettik. Artık bizim günahlarımızı bağışla. Ve bizi o ateşin azabından koru' diyenler, sabredenler, doğru olanlar, gönülden kulluk edenler, infak edenler ve seherlerde Allah'dan mağfiret isteyenlerdir.» Allahü teâlâ bu âyette muttaki kullarının özelliklerini zikretmiştir. Allah'ın muttaki kullan halvete çekilerek, Allah'a yalvarırlar ve şöyle niyaz ederler: «Ey Rabbimiz, biz sana gerçekten îman ettik. Artık bizim günahlarımızı, hatâlarımızı bağışla. Bizim ma'budumuz sensin. Cehennem azabından bizi koru. Hatâya düşmekten ve sana âsi olmaktan bizi muhafaza eyle. Allahü teâlâ'nın, cennet va'd ettiği kulları, tâat ve ibadet içinde olanlar, musibetlere sabredenler, mâsiyetlerden ve nefs-i hevâdan sakınanlar, dünya belâlarından ve fitnelerinden kendilerini koruyanlar, Allah'a tevekkül edenler ve Allah'dan gelen musibetlere sabredenlerdir. Onlar hakkıyla Allah'a îman etmişlerdir ve îmanlarından asla dönmezler. Onlar Allahü teâlâ'nın bütün emirlerine boyun eğerek itaat ederler. Yüce Allah'ın kendilerine verdiğinden infak ederler, namazlarını dosdoğru kılarlar, seher vakti Allah'a istiğfar ederler, günahlarının bağışlanması için O'na niyaz ederler. Bu sıfatlarla muttasıf olanlar Allah'ın muttaki kullarıdır. Onlar Yüce Allah'ın rızasını kazanmışlardır. Allahü teâlâ da, o muttaki kullarını cennet nimetiyle mükâfatlandıracaktır. 18 «Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler de, ilim sahipleri de O'ndan başka hiç bir ilâh olmadığına şehadet ettiler. O, Azizdir, Hakimdir.» Allahü teâlâ, bu âyette kendi vahdaniyet-i ulûhiyyesini zikretmiştir. Yüce Allah mahlûkatı yaratmadan önce kendi zatından başka ma'bud ve ilâh olmadığına tanıklık etmiştir. Melekleri ve insanları yarattıktan sonra, onlar da Allah'dan başka hiç bir ilâh olmadığına, Ma'bud-u Mutlak O olduğuna, Allah'ın adaleti ayakta tuttuğuna, kimseye zulüm ve haksızlık etmeyeceğine şehadet etmişlerdir. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Abdullah İbn Selâm (radıyallahü anh) ve arkadaşları, Yahudilerin reislerine «gelin Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dinine girin. Hak din budur» demişlerdir. Yahudilerin reisleri ise «bizim dinimiz, sizin dininizden daha üstündür. Biz niçin sizin dininize girelim?» cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirerek buyurmuştur ki: «Allah, adaleti ayakta tutarak şehadet etti ki, gerçekten O'ndan başka ilâh yoktur. Melekler de, ilim sahipleri de O'ndan başka hiçbir ilâh olmadığına şehadet ettiler.» Yüce Allah adliyle kullan üzerine kaimdir. Allah katında hak din İslâm'dır. Allah katında ondan başka din yoktur. İmam-ı Kelbi'ye göre bu âyetin nüzul sebebi başka bir olaya dayanmaktadır ve şöyledir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'de iken, iki Yahudi bilgini Peygamberimizi görmek için Şam'dan yola çıkarlar. Medine'ye geldikleri zaman biri diğerine «ne mutlu bize, bu şehir Âhirzaman Peygamberinin şehridir» der. Doğruca Peygamberimizin huzuruna gelirler ve Peygamberimize, «sen Muhammed misin?- derler. Peygamberimiz de cevaben, «evet, ben Muhammed'im» der. Tekrar onlar, Peygamberimize, «sen Ahmed misin?» derler. Peygamberimiz de «evet, ben Ahmed ve Muhammed'im» der. Peygamberimizin incil'deki ismi Ahmed, Tevrat'daki ismi da Mahmud'dur. Bunun üzerine Yahudi bilginleri Peygamberimize şöyle derler: «Sen bize Allahü teâlâ'nın kendi vahdaniyeti üzerine şahitlik yaptığını, meleklerin ve insanların, O'nun vahdaniyeti ve ulühiyyeti üzerine tanıklık yaptığını bildiren bir âyet göster.» Bu âyet onlara cevaben inzal olmuştur. Bunu gören Yahudi bilginleri Peygamberimizi tasdik edip, İslâm'ı kabul etmişlerdir (Müslim - Tîrmizî). Yüce Allah'ın yaratmış olduğu bütün varlıklar O'nun birliğinin delilidir. Melekler O'nun vahdaniyyetine, azametine, kudretine tanıklık etmişlerdir, ilim ehli de, bütün mevcudatın sahibi, halikı, mâliki ve mürebbisi olduğuna şehadet etmişlerdir. Allahü teâlâ bu âyette önce kendi zatına şehadetini zikretti. Sonra meleklerin, daha sonra da ilim ehlinin şehadetlerini zikretmiştir. Bundan sonra şehadetini te'kid için «Ma'budü Hak O'dur. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur» buyurmuştur. Yüce Allah'ın hükmü, bütün mahlûkatının üzerine galipdir. Ve hâkimdir, O'nun fiilinde hiçbir noksan ve abes yoktur. Her şeyi yerli yerince yaratmıştır. Said İbni Cebir (radıyallahü anh) bu âyet hakkında şöyle demiştir: «Beytullah'ın içinde ve etrafında, her kabilenin bir veya iki putu olmak üzere üç yüz altmış put vardı. Bu âyet nazil olunca, onlar bu âyetin kerametinden yere yıkılmışlardır.» 19 «Şüphe yok ki Allah indinde din İslâm'dır. Ancak kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, çabuk hesap görücüdür.» Bu âyette Allahü teâlâ, hak dinin İslâm olduğunu bildirmiştir. Ancak Allah tarafından kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı ayrılığa düşmüşlerdir, ilâhî kitaplara îman edenler Allahü teâlâ tarafından İslam olarak isimlendirilmiştir. Yahudi ve Hıristiyanlar kendi ihtiraslarından dolayı bu ismi değiştirmiş, biri Yahudi diğeri Hıristiyan adını almıştır. Yüce Allah, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr edenlerin hesabını çabuk görücüdür. Bunları inkâr edenlerin azabı pek çetindir. Yüce Allah bütün mahlükatı bir anda hesaba çekecek, mükâfat ve mücazatlarını verecektir. İslâm: Lügatte ihlâs, inkıyad, mutavaat mânalarına gelir. Şeriatte, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in tebligatını her veçhile kabul etmek, tahsin ile Cenâb-ı Hakk'a itaat ve boyun eğmektir. İslâm lâfzı, îmanın alâmeti, semeresi olan namaz, oruç, hac gibi salih amellere de ıtlak olunur. Îman ile İslâm taşımış oldukları hüküm itibariyle eşittir. Her mü’min, muslinidir ve her müslim de mü’mindir. İslam lâfzı din mânasına geldiği gibi, şeriat lâfzı da din manasınadır. Din: Allahü teâlâ tarafından konulmuş bir kanun-u ilâhîdir. Yüce Allah'ın varlığını, birliğini, azamet ve ulûhiyyetini bildirir. İnsanları yaratılışlarındaki gayeden haberdar eder. İnsanlara vazifelerini, hidayet ve saadet yollarını gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın, bizlere ihsan buyurmuş olduğu ilâhî din, beşeriyetin ilk ve son dinidir. Bütün peygamberlerin beşeriyete tebliğ ettiği din Hak dindir. Din, beşeriyet için en büyük bir ihtiyaçtır. Her devirde insanların dine son derece ihtiyacı vardır. İnsanlar yalnız dünya varlığını, dünya zevkini gaye edinmemelîdir. Çünkü insanın yaradılış gayesi bu değildir. Zâriyât sûresinin 56. âyetinde belirtildiği gibi, Allah'a kulluktur. 20 «Seninle mücadele ederlerse. Ben, bana uyanlarla birlikte kendimi Allah'a teslim ettim, de. Kendilerine kitap Terilenlerle ümmilere de de ki: 'Siz de İslâm'ı kabul ettiniz mi?' Eğer İslâm'a girerlerse muhakkak doğru yolu bulurlar. Şayet yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak tebliğdir. Allah kullarını hakkıyla görücüdür.» Bu âyet-i kerime İslâmiyeti kabul edenlerin hidayete erdiklerini bildiriyor. Allahü teâlâ sevgili peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, İslâm'ı kabul etmeyenler, seninle mücadele ederlerse, onlara: «Ben, bana uyanlarla beraber kendimi Allah'a teslim ettim, de.» Zira İslâm'ı kabul etmek Allah'a teslim olmaktır. Yine Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle hitap ediyor: -Kendilerine Tevrat ve încil verilenlerle, kendilerine kitap verilmeyen ümmîlere de de ki: 'Siz de islâm'ı kabul ettiniz mi?» İslâm'ı kabul etmek, Yüce Allah'ın vahdaniyetini ve azametini kabul etmektir. İslâm'ı kabul etmeyenler Allah'ın birliğini kabul etmezler. Ayetteki sorunun anlamı şudur: Bu bir emirdir. İslam'ı kabul etmek Allah'ın emridir. İslâm'a girip Allah'ın birliğini, Hazret-i Muhammed'in hak peygamber olduğunu ve Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini kabul edenler sapıklıktan kurtulup, hidayete ermişlerdir. Ancak bunların hidayete ereceğini Yüce Allah bildirmektedir. Eğer bunlar İslâm'ı kabul etmezler, yüz çevirirlerse «sen onların yüz çevirmelerine üzülme. Zira senin vazifen, bizim emirlerimizi onlara bildirmek, tebliğ etmektir.» Yüce Allah, bu âyette sevgili Peygamberinin üzülmemesini öğütlüyor. Cihanın Peygamberi Allah'dan aldığı emirleri, anında onlara tebliğ etmiştir. Onun görevi ilâhî emri kullara bildirmekti. Allahü teâlâ kullarının ne yaptığını görür, niyetlerini bilir. Ona göre mükâfatlarını ve amellerinin karşılığını verir. 21 «Allah'ın âyetlerini inkâr edenler ve haksız yere peygamberlerini öldürenler ve insanların içinden adaleti emredenlerin canına kıyanlar yok mu?.. Onları pek acıklı bir azap ile müjdele.» 22 «Onlar öyle kimselerdir ki, dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.» Bu âyet-i celilede Hazret-i Muhammedi ve Kur'ân-ı Azimüşşân'ı inkâr edenlerin elîm bir azaba uğrayacakları bildirilmektedir. Müşrikler Peygamberimizi ve Kur'ân'ı inkâr etmişlerdir. Peygamberimizin peygamberliğini ve Kur'an'ın Allah tarafından gönderildiğini kabul etmemişlerdir. Yahudiler de Peygamberimizden önce bazı peygamberleri haksız yere öldürmüşlerdi. Hattâ onlar, peygamberlerini öldürmekle de kalmamışlar, içlerinden iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışanları da öldürmüşlerdir. Yüce Allah, onlar için Peygamberimize şöyle buyuruyor: «Onları pek acıklı bir azap ile müjdele.» Yapmış oldukları bu hareketlerden dolayı onlar çok çetin bir azaba uğrayacaklardır. Yüce Allah onlardan intikamını alacaktır. Onlar öyle kimselerdir ki, dünyada da, âhirette de amelleri boşa çıkmıştır. Onların âhirette hiçbir yardımcıları yoktur. Kimse onları Allah'ın azabından kurtaramaz. 23 «Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da sonra onlardan bir zümre arkasını çeviriyor. Ve onlar temelli yüz çevirenlerdendir.» 24 «Bu, onların; 'Sayılı günlerden sonra bize asla ateş dokunmayacak' demeleri yüzündendir. Onların uydurageldikleri yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmıştır.» Bu âyet-i celile, ellerindeki kitapların hükümlerine muhalefet eden kimselerin uğrayacakları uhrevî mes'uliyeti haber vermektedir. İmam-ı Mukatil’e göre, bu âyet Kâ'b İbni Eşref ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Onlar kendilerinde bir üstünlük görerek, şöyle demişlerdir «Bizim yolumuz doğrudur. Bizden daha doğru yolda olan yoktur. Allah, Musa'dan sonra bize daha peygamber göndermemiştir.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de onların yalan söylediklerini ortaya çıkarmak için şöyle demiştir: «Şüphesiz benim size söylediklerim haktır. Eğer benim söylediklerime inanmıyorsanız, Tevrat'ı getirin, hak olup olmadığını ondan öğrenelim.» Yahudiler, Tevrat'ı getirmekten çekinmişlerdir. Şayet Tevrat'ı getirmiş olsalardı gerçek ortaya çıkacaktı. Onlar Peygamberimizin gerçek peygamber olduğunu bildikleri halde inkâr ediyorlardı. Allahü teâlâ da, onların yalanlarını izhar için bu âyet-i celileyi inzal buyurmuştur. İmam-ı Kelbi'ye göre: Bu âyet Hayberli iki Yahudi hakkında nazil olmuştur. Hayberli iki Yahudi zina etmişlerdi, Tevrat'a göre cezalarının verilmesi gerekiyordu. Tevrat'ta da zinanın cezası recimdir. Onlar Tevrat'ın bu hükmünü kabul etmemişler, gelip Peygamberimize müracaat ederek haklarında hüküm vermesini istemişlerdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de zina suçunun cezasının recim olduğunu onlara bildirerek, haklarında recimle hükmetmiştir. Onlar Peygamberimizin bu hükmüne de itiraz ederek «Allah'ın hükmü böyle değildir» demişlerdir. Bunun üzerine Peygamberimiz de, onların kendi kitaplarına göre cezalandırılmalarını istemiş ve Yahudi âlimlerinden İbni Suriyâ'yı davet ederek zinanın Tevrat'taki hükmünü sormuştur. Peygamberimiz ona yemin verdiği için, zinanın Tevrat'taki hükmünü gizlemeyerek recim olduğunu söylemiştir. (Buharî - Müslim). Yahudiler, kendi kitaplarının hükmüne de Kur'ân-ı Kerimin hükmüne de inanmadıkları için Yüce Allah, bu âyeti celileyi inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmedin mi ki, aralarında hüküm vermek için Allah'ın kitabına çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir zümre arkasını çeviriyor.» Onlar Tevrat'tan da, Kur'ân-ı Kerîm'den de yüz çevirdiler, Şayet yüz çevirmeselerdi Allah'ın hükmünü kabul ederlerdi. Haklarındaki Allah'ın hükmünü kabul etmediler. Hattâ uğrayacakları cezayı da hafife alarak «bizi ateş birkaç günden fazla yakmaz» demişlerdir. Onların birkaç gün dedikleri şudur: Tih vadisinde onların dedeleri kırk gün buzağıya tapınışlardı. Onlar da dedelerinin buzağıya taptığı kırk günü kast etmişlerdi. Ve o kadar ceza göreceklerini tahmin etmişlerdi. Ondan fazla ceza görmeyeceklerini söylemişlerdi. Onlar bu sözleriyle ve bu davranışlarıyla Yüce Allah'a iftira etmişlerdir. Bu onların şımarıklıklarının alametidir. Zira Yüce Allah hiç kimseye kaç gün ve ne kadar ceza vereceğini bildirmemiştir. Cezanın da, mükafatın da miktarını ancak Allah bilir. Çünkü cezayı veren de, mükâfatı veren de O'dur. Yüce Allah onların dünyevi ve uhrevî cezalarını artırmak için bir müddet onları dünyada serbest bırakmıştır. Onlar da dünyanın kendilerinin olduğunu zannederek, şımarmışlar ve küfürlerini artırıcı sözler söylemeye başlamışlardır. Hattâ bazıları da, «cehennemde kimse ebedi kalmayacak, biz de orada birkaç gün kalacağız» demişlerdir. Böylelikle inkârlarını büsbütün artırmışlardır. 25 «Onları geleceğinde şüphe olmayan bir günde topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkesin kazandığı ödendiği zaman halleri ne olacak?» Bu âyet-i celilede Yüce Allah kıyamet günü herkese kazandığının karşılığının verileceğini bildirmektedir. Geleceğinde asla şüphe olmayan kıyamet günü, Allahü teâlâ, bütün varlıkları mahşer yerine toplayacak ve herkes bu dünyada kazandığının karşılığını verecektir. Hiç kimseye haksızlık yapılmayacak ve kazandığının karşılığı eksiksiz olarak verilecektir. O zaman hakkı inkâr edenlerin hali ne olacak?. Allah'ın azabından onları kim kurtaracak? 26 «De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin. Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Sen dilediğini aziz eder ve dilediğini de zelîl edersin! Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki, sen her şeye hakkıyla kadirsin.» Yüce Allah bu âyet-i celilede, mülkün sahibinin yalnız Allahü teâlâ olduğunu bildirmektedir. Bu dünyada hiç kimsenin dilediği gibi tasarruf edebileceği bir mülkü yoktur. İnsan oğlunun elindeki mülk emanettir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince, münafıkların reisi Abdullah ibn Selûl şöyle demişti: Muhammed, Rumların ve iranlıların mülklerinin kendisinin olmasını istiyor Bu ne mümkün? Bu olacak şey mi?» Münafıkların reisi aklınca hüküm veriyor. Allahü teâlâ'nın mülkünü, kendi mülkü gibi görüyor. Allahü teâlâ da bu âyet-i celileyi inzal ederek, mülkü dilediğine vereceğini bildirmiştir. İmam-ı Mukatil de şöyle demiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), iranlılarla Rumların yerlerinin ümmetinin olması için Allahü teâlâ'ya dua ediyordu. Yüce Allah da bu âyeti indirerek sevgili Peygamberinin bununla dua etmesini bildirmiştir.» Bazı tefsirciler ise şöyle demişlerdir: -Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'nin etrafına hendek kazarken bir taşa rast gelirler, sahabe bir türlü taşı kıramaz. Peygamberimiz taşın yanına gelir, taşı kırmak için kazmayı eline alır ve birkaç kez vurur. Taştan bir nur çıkar. Peygamberimizin yanında bulunan Selman-ı Fârisi Hazretleri onu görür ve «Yâ Resülâllah, ben taştan acaip bir şeyin çıktığını gördüm» der. Peygamberimiz de, «o nur içinde Şam'ın köşklerini gördüm» buyurmuştur. Yüce Peygamberimiz taşa tekrar kazmayı vurunca bir nurun daha çıktığını görür ve «bu nurun içinde de İran'ın köşklerini görüyorum» der ve ilâve eder: «Kısa bir zamanda Şam ile îran benim ümmetimin olacak ve ümmetim onlara galip gelecektir» (Buhâri - Müslim). Münafıklar Peygamberimizin bu sözlerini işitince şöyle demişlerdir: «Muhammed korkudan emin olmak için Medine'nin her yanına hendek kazdırdı. Bu durumda olmasına rağmen iranlıların ve Rumların yerlerini almak istiyor. Halbuki onlar memleketlerinde ipek üzerinde yatıyorlar, Muhammed ise hasır üzerinde yatmaktadır. Eğer Muhammed peygamber ise, onun durumu da öyle olmalıydı.» Yüce Allah onların sözlerini reddetmek için bu âyet-i celileyi inzal buyurarak, sevgili habibine şöyle hitap etmiştir: «De ki: Ey mülkün sahibi olan Allahım, sen mülkü dilediğine verirsin. Hazret-i Muhammed ve ona tabi olanlara verdiğin gibi. Sen mülkü dilediğinin elinden alırsın. Fars ve Rumlardan aldığın gibi. Sen dilediğini aziz kılarsın, hidayete erdirip islam'ı nasip ettiklerin gibi. Sen dilediğini zelil edersin, müşrik ve kafirleri »111 ettiğin gibi Ben dilediğine hidayet ve saadet verip, onları aziz edersin. Sen dilediğini küfrüyle zelil edersin. Şüphesiz ki, sen her şeye hakkıyla kadirsin.» 27 «Geceyi gündüzün içine koyarsın. Gündüzü de geceye geçirirsin. Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızık verirsin.» «Sen geceyi gündüzün içine koyarsın, gündüzü uzatır geceyi kısaltırsın. Sen, gündüzü gecenin içine sokar, geceyi uzatır gündüzü kısaltırsın. Tâ kıyamete değin geceyi götürür gündüzü, gündüzü götürür geceyi getirirsin. Sen, gecenin karanlığında gündüzün aydınlığını, gündüzün aydınlığında da gecenin karanlığını yok edersin. Sen ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarırsın.» Hayat ve ölüm de böyledir. Yavaş yavaş ve dereceli olarak biri diğerini takip ediyor. Canlılar dünyasında geçen her saniye, hayatla birlikte ölüm de hareket ediyor. Her an canlı azalardan ölüm bir bir parça koparıyor ve hayat, yeni yeni binasını kurmaya çalışıyor. Canlıların bünyesinde bir kısım hücreler ölüyor ve bir kısım hücreler yeniden meydana geliyor. Yeni bir hücre doğuyor, yeni ölen hücrenin yerini alıyor. Ölen her hücrenin yerine bir yenisi geçiyor. Bir tek canlının bünyesinde vuku bulan hareket de böyle. Sonra daire genişliyor ve bütün canlılar ölüyor. Hayat denilen şey son buluyor. Ama bünyelerindeki hücreler yeni bir terkib meydana getirmek için toz ve toprağa karışıyor. Atomları bir başka canlının terkibine giriyor. Ve orada yeniden bir hayat canlanmaya başlıyor. Allah'ın kudretiyle kıyamet günü o atom tekrar eski haline dönecektir. Gece ve gündüz bütün saniyeler boyunca devam eden bir devr-i daimdir. Hangi insan bunlardan birisini kendinin yaptığını ileri sürebilir? Hiç bir akıl sahibi bütün bunların kör bir tesadüfün eseri olduğunu iddia edemez . Bu hususta bazı tefsirciler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir, şöyle ki: Bazı insandan ölü, bazı insandan da diri nutfenin geldiği, çürümüş bir taneden yemyeşil bir bitki çıktığı gibi. Yüce Allah ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkarmıştır. Kıyamet günü ölüyü de o şekilde diriltecektir. Kâfirden mü’min, mü’minden de kafirin doğduğu, âlimden cahil, cahilden de âlimin doğduğu gibi. Allahü teâlâ kıyamet günü her canlıyı aynı şekilde diriltecektir. Hazret-i Zehra (radıyallahü anhâ) Peygamberimizin şöyle söylediğini naklediyor: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), hanımlarından bazısının evine girer ve orada bir kadın görür, o kadının kim olduğunu sorar, hanımları «senin helâlindir» derler. Peygamberimizin o hanımı müşrik birinin kızı idi. İslâm ile müşerref olup, cihanın güneşinin hanımı olma şerefini kazanmıştır. Peygamberimiz Allahü teâlâ'ya hamd ederek, «ölüden diriyi çıkarıyor» buyurmuştur (Ebû Dâvud). Çünkü o saliha bir kadındı, fakat babası kâfirdi. Yüce Allah dilediği kullarına tahmin etmediği yerden hesapsız rızık verir. Bu âyeti sabah-akşam okuyanları Yüce Allah zilletten kurtarır, aziz kılar. Kalbini Allah sevgisiyle doldurur ve rızkını bol eyler. 28 «Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur. Ancak onlardan sakınma haliniz müstesnadır. Allah size, kendinden korkmanızı emrediyor. Nihayet dönüş Allah'adır.» Bu âyet-i celilede Allahü teâlâ, mü’minlerin kafirleri asla dost edinmemelerini emrediyor ve onların dost olamayacaklarını bildiriyor. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu âyet münafıklar hakkında nazil olmuştur. Münafıkların reisi Abdullah ibn Selûl ve arkadaşları, Peygamberimizin yanına geldikleri zaman iman ettiklerini ifade ederler, ayrıldıkları zaman küfürlerine devam ederek Yahudilerle dostluk kurarlar ve onların Peygamberimize galip gelmesini de isterlerdi. Hattâ daha ileri giderek Peygamberimizin yanında olup-bitenleri Yahudilere haber verirler ve onların sevgisini kazanmaya çalışırlardı. Akıllarınca Peygamberimizi ve mü’minleri aldatmaya çalışırlardı. Yüce Allah da bu âyeti sevgili habibine indirerek şöyle buyurmuştur: «Mü’minler, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost tutmasınlar. Kim öyle yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur.» Kâfirlerle dost olan Allah'ın dininden ayrılmış, rahmetinden uzaklaşmış ve hidayeti bırakıp, küfre girmiş olur. Zira kâfiri dost edinmek, onların küfrüne razı olmaktır. Kâfirlerin küfrüne rıza gösterenler de, kâfir olur. Çünkü küfre rıza, küfürdür. Şayet onların şerlerinden korkarsanız, serlerinin size bulaşmaması için, kalben buğz (düşmanlık) etmek şartıyle, dilden dostluk kurabilirsiniz. Sadece lisanı bir dostluğa müsaade vardır, kalbi ve fiili dostluğa asla müsaade yoktur. Allah'ın düşmanlarıyla dost olan Müslümanların, islâm hududlarının haricine çıktığını Yüce Allah kesinlikle ilân ediyor. Bu dostluk, ister kalbî bir dostluk olsun, ister ona yardım etmek şeklinde olsun, ister onun yardımını talep etme tarzında olsun, hepsi müsavidir. Allahü teâlâ size, kendinden korkmanızı emrediyor. Başkalarından korkmamanızı bildiriyor. Zira mü’minlerin yardımcısı O'dur. Nihayet dönüş Allah'adır. Amellerinize göre ceza ve mükâfatını verecek olan da O'dur. 29 «De ki: içinizde olanı gizleseniz de, açıklasanız da, Allah onu bilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini O bilir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.» Allahü teâlâ kullarının gönüllerinde sakladıklarını da, açığa çıkardıklarını da bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden saklı kalmaz. Yüce Allah, ahdini bozup kâfirleri dost tutanları da, onları dost edinmeyenleri de bilir. O, her şeye kadirdir. O, hiç bir şeyden âciz değildir. Her şey O'na muhtaçtır. Hayır işleyenler mükâfatını,' şer yapanlar da cezasını görecektir. Hiç bir şey O'nun ilminden gizli kalmadığı gibi, hiç bir amel de karşılıksız kalmayacaktır. Nitekim ; 30 «Düşünün o günü ki, herkes ne hayır istediyse, karşısında onu hazırlanmış bulacaktır. Ne de kötülük yaptıysa, onunla kendi arasında uzak bir mesafe bulunmasını arzu edecek. Allah sizin, kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını pek çok merhamet edicidir.» «Her fert hayır ve şerden yaptığını kıyamet günü karşısında hazırlanmış bulacaktır. Herkese dünyada kazandığının karşılığı, noksansız olarak verilecek, kimseye haksızlık yapamayacaktır. Dünyada yapmış olduğu kötülükler kıyamet günü karşısına çıktığı zaman, ondan kaçmak isteyecek, fakat kaçamayacaktır. Çünkü onlarla cezalandırılacaktır. Allah, sizin, kendinden korkmanızı emrediyor. Zira her şeyin karşılığını O verecektir. Kullarının amellerini değerlendirecek olan da O'dur. O, merhamet edici ve bağışlayıcıdır. Tevbekâr olan kullarının hatâlarını ve günahlarını bağışlar. Yapmış oldukları hatâların karşılığını hemen vermez. Tevbe ve istiğfar etmeleri için onlara mühlet verir, O. 31 «De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok yarlığayıcı ve çok merhamet edicidir.» Bu âyet-i celile, Cenâb-ı Hakk'a itaat ve muhabbetin, O'nun rahmet ve mağfiretine nailiyetin ancak O'nun muhterem Peygamberine tâbi ve onu sevmekle olacağını bildirmektedir. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirlerin ileri gelenlerinden Kâ'b ibn Eşrefi ve arkadaşlarını islâm'a davet etmişti. Onlar, Peygamberimizin bu davetini hafife alarak şöyle demişlerdi-. «Bizim Allah katındaki sevgimiz, bir çocuğun babası katındaki sevgisi gibidir. Biz, O'nun en sevgili kullarıyız.» Yüce Allah onların bu iddialarını reddederek, sevgili habibine şöyle buyurmuştur: » De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Yüce Allah çok yarlığayıcı ve çok merhamet edicidir.» Allahü teâlâ'yı sevmek ancak Hazret-i Peygamberi sevmekle mümkündür. Onu sevmeyenler asla Allah'ı sevmiş olamazlar. Zira, Hazret-i Peygamber'in tebliğ ettiği din, Allahü teâlâ'nın dinidir. Peygamberimiz «eğer bana tâbi olur ve Allah'ın emirlerini yerine getirirseniz, gerçekten Allah'ı sevmiş olursunuz, buyurmuştur. Bu şekilde Peygambere tâbi olup, Allah'a itaat edenlerin günahlarını bağışlar. Çünkü Yüce Allah gafur ve rahimdir. Tevbe eden kullarını esirger ve bağışlar (Tirmizî). Allah'a muhabbet, O'nun ve Resulünün emirlerine itaat ve hükmüne rıza göstermekle olur. O'nun emirlerine itaat etmeyenler, hükmüne rıza göstermeyenler asla Allah'ı ve Resulünü sevmiş olamazlar. Allah'ın kullarına muhabbeti ise, kullarının günahlarını bağışlaması ve onlara rahmetiyle ihsan etmesidir, Allah'ın rahmetine mazhar olanlar O'nun sevgili kullarıdır. Yahudiler bu âyetin inzal olduğunu duyunca, kendilerinde bir üstünlük görerek şöyle demişlerdir: Hıristiyanların İsa'yı dost edindiği gibi, Muhammed de bizim, kendisini dost tutup, izzet ve ikram etmemizi istiyor.» Yahudiler kendilerine göre hayaller kurmuşlardı. Halbuki Hazret-i Muhammed'in onların dostluğuna asla ihtiyacı yoktur. Zira, o, Allah dostudur. Onun dostu da Allah'a îman edenlerdir. 32 «De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz ki, Allah da o kâfirleri sevmez.» Ey îman edenler, Allahü teâlâ'ya ve Resulüne itaat edin. Allah'ın emirlerine tâbi olup, yasaklarından kaçınmakla O'na ve Resulüne itaat etmiş olursunuz. Allah'a ve Resûlü'ne itaat edenler iki cihan saadetini kazanmış, dünya ve âhiretin mutluluğuna ulaşmış olurlar. Allah'ın ve Resulünün emirlerinden yüz çevirenler ise, O-nun rahmetinden mahrum olurlar. Zira O'nun emirlerinden yüz çevirenler kâfirlerdir. Yüce Allah küfredenleri asla sevmez, onların günahlarını bağışlamaz. Onlar hakkı gizlerler, hidayete gelmeyi istemezler, küfürlerinde devam ederler. Yukarda da belirtildiği gibi Allahü teâlâ, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder, onların günahlarını bağışlar. Bu âyet-i celilede Allahü teâlâ, kendine itaat ile Peygamberine itaati bir zikretmiştir, Allah'ın Resûlü'ne itaat etmeyen asla Allah'a itaat etmiş" olamaz. Peygambere itaatsizlik, Allah'a itaatsizliktir. Hazret-i Peygambere tâbi olmayan ve ona itaat etmeyen Allah'ı, sevmiş olamaz. Çünkü Allah'a muhabbetin yolu Peygambere itaatten geçer. Zira Yüce Allah «eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun- buyurmuştur. Bu âyet, Allah sevgisinin, ancak Peygamber sevgisiyle mümkün olacağını belirtmiştir. Yukarda da ifade edildiği gibi, Peygamberin bildirdiği ve tebliğ ettiği her şey Yüce Allah'ın emridir. Allah'a muhabbet besleyenler peygambere tâbi olup, onun sünnetini icra ederler ve Allah'ın emirlerini de yerine getirirlerse ilâhi rahmete mazhar olurlar. İlâhî rahmete mazhar olanların günahları bağışlanır, Peygamberin şefaatine hak kazanırlar, korktuklarından emin, arzu ettiklerine nail olurlar. Bütün bunlar Allah'ın emirlerine itaat ve Resûlü'ne tâbi olmakla olur. 33 «Muhakkak Allah, Âdem'i, Nuh'u, İbrahim hanedanını, İmran ailesini âlemlere tercih etti.» Allahü teâlâ, Âdem, Nüh, İbrahim hanedanına ve îmran ailesine çeşitli özellikler vererek, onları âlemler üzerine tercih etmiştir. Âdem ile Nûh (aleyhisselâm)'u da zürriyetine peygamber göndermiştir, Ve din olarak da onlara İslam'ı vermiştir. Yüce Allah Âdem Peygambere beş özellik vermiştir. Bu özellikler başka peygamberlerde yoktur. Bu özellikler şunlardır: 1. Yüce Hâlık, Âdem (aleyhisselâm)'i en güzel bir biçimde yaratmıştır. 2. Bütün isimlerini ona öğretmiştir. Melekler ona secde etmiştir. 3. Yüce Allah Âdem'i yarattıktan sonra cennete koymuştur. 4. Âdem (aleyhisselâm), bütün insanlığın babasıdır. Allahü teâlâ Nûh (aleyhisselâm)'a da beş özelik vermiştir: 5. Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'u insanlığın ikinci atası yapmıştır. Nûh tufanında bütün kâfirler helak olmuş, sadece onun ümmeti kalmıştı. İnsanlık tekrar onun ümmetinden ve oğullarından türemiştir. 1. Yüce Allah, Nûh (aleyhisselâm)'a çok uzun ömür vermiş ve Nûh (aleyhisselâm) dokuz yüz elli sene kavmine peygamberlik yapmış, onları Hakk'a davet etmiştir. 2. Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'un duasını kabul ederek kâfirleri helak etmiş, ona îman edenleri de boğulmaktan kurtarmıştır. — Nûh (aleyhisselâm)'u ve ona îman edenleri, düşmanlarının zulmünden kurtardığı gibi, helak olmaktan da kurtarmıştır. 3. Yüce Allah, Nûh (aleyhisselâm)'un şeriatıyla, ondan önceki şeriatın bazı hükümlerini değiştirmiştir. Her ne kadar Nüh (aleyhisselâm)'a Allah tarafından kitap gönderilmemişse de, peygamber olduğu için Allah tarafından bazı hükümler kendisine ilham edilmiştir. Yüce Mevlâ, İbrahim (aleyhisselâm)e de beş özellik vermiştir: 4. Allahü teâlâ, rivayete göre ibrahim (aleyhisselâm)'in soyundan Âhirzaman Peygamberine kadar bin peygamber göndermiştir. 5. Yüce Mevlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'i kendine dost edinmiştir. 1. İbrahim (aleyhisselâm)'i Nemrud'un ateşine yaktırmamış ve onun hilelerinden kurtarmıştır. 2. Yüce Allah, ibrahim (aleyhisselâm)'i bütün beşeriyete imam tayin etmiştir. 3. Allahü teâlâ, onu bir kaç kelime ile imtihan etmiş ve kendisine tevfik ederek imtihanda muvaffak etmiştir. Bunun izahı Bakara sûresinde geçmiştir. Yüce Allah, bu özellikleri bunlara verdiği gibi, İmran ailesine de bazı özellikler lütfetmiştir. İmran ailesinin kim olduğu hususunda bilginler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İmam-ı Mukatil'e göre îmran, Hazret-i Musa ile Hazret-i Harun'un babasıdır. Yüce Allah onları İsrailoğullarına peygamber olarak göndermiş ve onların şahsında Tin vadisinde İsrailoğullarına kudret helvasıyla bıldırcın eti ikram etmiştir. Allahü teâlâ bunu hiç bir peygambere vermemiştir. İmam-ı Kelbî'ye göre, îmran Hazret-i Meryem'in atasıdır. Onun hanımı Hanne'den Meryem dünyaya gelmiştir. Meryem'den de, babasız olarak Hazret-i İsa dünyaya gelmiştir. Bu özellik, hiç bir peygamberin anasına verilmemiştir. Bütün bunlar birbirinin soyundandır ve birbirinin dini üzere gelmişlerdir. Bunların hepsinin getirdiği din İslâm'dır. 34 «Birbirinin zürriyetinden olarak. Allah hakkıyla işitici, kemâliyle bilicidir.» Allahü teâlâ, bunların sözlerini işitici ve bilicidir. Hiç bir şey O'nun bilgisinden hâli değildir. O, kullarının yaptıklarını bilir ve sözlerini işitir, O, her şeye kadirdir. 35 «Hani îmran'uı karısı: Rabbim, karnımdakini âzadlı bir kul olarak sana adadım. Benden de (bunu) kabul buyur. Şüphesiz hakkıyle işiten, kemaliyle bilen sensin sen, demişti.» Bu mübarek âyetlerde, kudret-i ilâhiye ile ne kadar hârikaların vücuda geldiği ve bir kısım muhterem simaların ne büyük imtiyazlara mazhar olduğu gösteriliyor. Hazret-i Meryem'in anası Hanne, İmran ibn Mâse'nin hanımıdır. Rivayete göre Hanne yaşlandığı bir sırada hamile olmuş. -Eğer ben bunu salimen dünyaya getirirsem, Beyt-i Mukaddes'e tasadduk edeceğim» demiş. Ve Rabbine söyle niyazda bulunmuştu: «Rabbim, karnımdakini âzadlı bir kul olarak sana adadım. Benden de bunu kabul buyur. Şüphesiz hakkıyla işiten, kemâliyle büen sensin sen.» Hanne bu şekilde Rabbine dua etmişti. Bunun üzerine kocası Hanne'ye, «eğer bu çocuk kız olursa örtünmesi gerekir, o zaman ne yapacaksın?» demişti. Yani nasıl Beyt-i Mukaddes'e hizmet edecek demek istemişti. Hanne düşünür, bütün samimiyetiyle Rabbine şöyle niyaz eder: «Ya Rabbi, karrumdakini senin için nezrettinı. Dünyadan âzâde olup, senin kapına hizmetkâr olsun. Ömrünü sana ibadetle geçirsin, Karnımdakinin kız mı, erkek mi olduğunu bilmiyorum. Benden bunu kabul buyur, şüphesiz ki, sen hakkıyla işiten, kemâliyle bilensin. Rabbim duamı kabul eyle.» Samimiyetle yapılan duaların ind-i ilâhide makbul olacağı muhakkaktır. 36 «Fakat onu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilici iken: Rabbim, hakikat ben onu kız olarak doğurdum. Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adını Meryem koydum. Ben onu da, soyunu da taşlanmış şeytandan sana sığındırırım, demişti.» Hazret-i Meryem'in anası Hanne, çocuğu dünyaya getirince onun kız olduğunu görür ve «Rabbim, ben onu kız olarak dünyaya getirdim» der. Halbuki Allahü teâlâ onun ne doğurduğunu çok iyi bilicidir. Hanne, çocuğunun kız olması hasebiyle nezrini yerine getiremeyeceğinden korkuyordu. Fakat nezrinde samimî olduğu için şöyle der: «Erkek, kız gibi değildir. Gerçekten ben adını Meryem koydum. Ben onu da, soyunu da taşlanmış şeytandan sana sığındırırım.» Elbette ki, kız çocuğu erkek çocuk gibi Beyt-i Mukaddes'te ikamet edemez. Hanne, çocuğunun kız olmasına rağmen nezrinden dönmediğini ifade ile, «gerçekten ben onun adını Meryem koydum- diyor. Meryem onların lisanında hizmet eden, Allah'a kendisini adayan demektir. Allahü teâlâ da onun samimi duasını kabul edertk, onu ve zürriyetini kovulmuş, taşlanmış şeytandan korumuştur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle demiştir: 'Dünyaya gelen her çocuğa şeytan dokunur ve çocuğun ağlamasına sebep olur. Hanne'nin duasından dolayı yalnız Meryem ile İsa (aleyhisselâm)’ya dokunamamıştır.- Yüce Allah Hanne'nin samimiyetinden ve ihlâsından dolayı, duasını kabul buyurmuştur. 37 «Bunun üzerine Rabbi onu iyi bîr rıza ile kabul etti. Onu güzel bir nebat gibi büyüttü. Zekeriyyâ'yı da ona memur etti. Zekeriyya mihraba her girişinde, onun yanında bir yiyecek bulurdu. Yâ Meryem, bu sana nereden (geliyor) diye sorardı. O da: Allah tarafından derdi. Şüphe yok ki, Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.» Hanne, Meryem'i doğurunca kundak yapıp Beyt-i Mukaddes'deki din bilginlerinin bulunduğu yere bırakır. Orada yirmi dokuz din adamı vardır. Hazret-i Zekeriyya da bunların içindedir. İmran, ilim bakımından onların en büyükleri ve reisleri olduğu için, orada bulunan din adamlarından her biri Meryem'i almak ister. Fakat hepsi Meryem'i almak istediği için bir türlü anlaşamazlar. Aralarında münakaşa çıkar. Bunun üzerine Zekeriyya (aleyhisselâm) Meryem'i alır. Zira Meryem'in teyzesi Zekeriyya (aleyhisselâm)'run hanımıdır. Zekeriyya -Bunun bakımı bana aittir, çünkü teyzesi de benim nezdimdedir» der. Orada bulunanlar buna razı olmazlar ve şöyle derler: «Bu bir nezirdir. Senin ona bakman, terbiye etmen nesep itibariyle olur. Kalbuki buna bakmaya herkesden daha lâyık olan anasıdır.» Neticede Meryem için kura çekmeye karar verirler. Onların kur'a şekli, herkes elindeki kalemi nehre atmakla olurmuş. Hep birlikte Ürdün nehrine gelirler ve ellerindeki kalemleri nehre atarlar, herkesin, kalemi batar sadece Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın kalemi su üstünde kalır. Anlarlar ki, bunun bakımı Zekeriyya (aleyhisselâm)'ya verilmiştir. Kalemi suyun üstünde kalan kur'ayı kazanmış olacaktı. Kur'adan sonra Meryem'i Zekeriyya aldı. Allahü teâlâ da, Hanne'nin nezrini kabul ettiğine işaret ederek şöyle buyurmuştur: «Bunun üzerine Rabbi onu iyi bir rıza ile kabul etti.» Yüce Allah, Hanne'nin nezrini kabul etti ve Meryem'i en güzel yiyeceklerle besledi. Onun terbiyesini en güzel şekilde yaptı. Zekeriyya (aleyhisselâm)'yı da, ona bakmaya ve terbiye etmeye memur etti. Zekeriyya (aleyhisselâm), onun için Beyt-i Mukaddes'in yanına bir köşk inşa etti, içine de bir mihrap yaptırdı. Binanın kapısını da yüksek bir yerden koydu ki, Zekeriyya'dan başka kimse oraya çıkamasın. Zekeriyya Peygamber onun için bir süt anne tutmuştu. Süt anne ona her gün bakıyor ve süt veriyordu. Nihayet Meryem, olgunluk çağına geldi. Binada tek başına duruyor ve gece-gündüz ibadete devam ediyordu. Bulunduğu yerden ancak özürlü iken çıkar, teyzesinin yanına gelir, o günlerini teyzesinin yanında geçirirdi. Özrü bittikten sonra tekrar köşküne döner, mihrabında ibadet ile meşgul olurdu. Bazılarına göre, Hazret-i Meryem hiç özür görmemiş ve devamlı ibadet ile meşgul olmuştur. Kendisinde ibadete mani bir özür bulunmadığı için her an ibadetle iştigal ederdi. Zekeriyya (aleyhisselâm), onun mihrabına girdiği zaman, yanında mutlaka bir yiyecek bulurdu. Kışın sebzeler ve meyveler, yazın ise kış yiyeceği bulurdu. Halbuki Meryem'in bulunduğu yere Zekeriyya'dan başkası girip-çıkmıyordu. Zekeriyya bunları görünce bir an şaşınr ve Meryem'e şöyle der: «Yâ Meryem bunlar sana nereden geliyor?» Meryem de cevaben: «Allah tarafından, O, lütfuyla bana bunları ihsan etti» der. Şüphe yok ki, Allahü teâlâ dilediği kullarını sayısız rızıklarla rızıklandırır. O'nun hikmetinden sual olunmaz. O, sevdiği kullarını böyle mükâfatlandırır. 38 «Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: Rabbim, bana katından çok temiz bir zürriyet ihsan et. Muhakkak sen duayı hakkıyla işitensin.» Zekeriyya (aleyhisselâm), Allahü teâlâ'nın Meryem'e, yazın kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi verdiğini görünce şöyle der: «Yazın kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi veren Rabbim, yaşlı erkek ve kadına da bir evlât vermeye kadirdir.» Zekeriyya (aleyhisselâm) ile hanımı yaşlanmıştı. Bu âna kadar da çocukları olmamıştı. Artık çocukları olacağına dair ümitleri de yoktu. Beyt-i Mukaddes'in anahtarı ve nübüvvet onların sülâlesini takiben Zekeriyya (aleyhisselâm)'ya kadar gelmişti. Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın çocuğu olmadığı için mukaddes emaneti kime bırakacağını düşünüyordu. Meryem'in yanındaki yiyecekler Zekeriyya (aleyhisselâm)'yı çok duygulandırmış ve Rabbine şöyle dua etmişti: «Ya Rabbi, bana hayırlı, itaatkâr, edepli bir evlât ver. Sen duaları kabul edensin. Benim duamı da kabul buyur.» Allahü teâlâ, Zekeriyya (aleyhisselâm) 'nın bu şekilde samimî olarak yaptığı duayı kabul etmiştir. Melekleri, ona hayırlı bir evlât verdiğini müjdelemek için gönderdi. 39 «O, mihrabda durup namaz kılarken melekler ona (şöyle) seslendiler: Gerçek, Allah sana kendisinden bir kelimeyi tasdik edici, bir efendi, nefsine hâkim ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya'yı müjdeler.» Allahü teâlâ, bu âyette Yahya (aleyhisselâm) 'nın özelliklerini açıklamıştır. Yahya (aleyhisselâm) üç yaşında iken, İsa (aleyhisselâm) dünyaya gelmişti. İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın kelimesi olduğunu ilk önce o tasdik etmiştir. Bu hususta geniş bilgi Meryem süresinde gelecektir. Yahya (aleyhisselâm) ile İsa (aleyhisselâm) aynı zamanda, teyze çocuklarıdır. Cebrail'in kendisine verdiği müjdeyi duyan Zekeriyya (aleyhisselâm), ona şöyle sorar: 40 «Ve dedi ki: Rabbim, ben artık iyice kocamıs, karım da kısır iken nasıl oğlum olabilir? öyle, Allah dilediğini yapar, dedi.» Zekeriyya (aleyhisselâm), Yüce Mevlâ'nın kudretinden asla şüphe etmiyordu. Yüce Allah'ın her şeye kadir olduğunu biliyordu. Fakat yaşlı olduğunu ve hanımının da "kısır olduğunu ifade ediyordu. Çünkü Zekeriyya (aleyhisselâm) yüz yirmi yaşında idi. Karısı da o nisbette yaşlı ve kısırdı. Her ikisi de çocuklarının olacağından ümidi kesmişlerdi. Allahü teâlâ hakkıyla her şeye kadirdir. Dilerse gençlikte, dilerse ihtiyarlıkta kullarına dilediğini verir. Zekeriyya (aleyhisselâm), ilâhi müjdeyi aldıktan sonra hanımının hamile olduğuna dair bir alâmet istiyordu. Bu, Allah'a karşı teslimiyetin ve sevincin ifadesiydi. 41 «Dedi ki: Rabbim, bana bir alâmet ver. Alâmetin insanlarla üç gün, işaretten başka şekillerle konuşmamandır, dedi. Bununla beraber Rabbini çok an ve akşam-sabah O'nu tesbih et.» Zekeriyya (aleyhisselâm) hanımının hamile olduğunu öğrenince: «Yâ Rabbi, hanımımın hamile olduğuna dair bana bir alâmet ver. Onun ile hamile olduğunu bileyim» demişti. Yüce Allah da, ona şöyle buyurmuştur: «Senin alâmetin üç gün, insanlarla işaretten başka şekillerle konuşmamandır.» Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın, üç gün insanlarla konuşmamasının birçok hikmetleri vardır. Bu, insanlardan muayyen bir zaman için ayrılıp, kendini ibadete vererek Allah'a teslim olmasıdır. Bu vesile ile ibadete ayırmış olduğu zamanın daha çok olması ve ibadetini huzur içinde yapmasıdır. Bundaki asıl hikmeti Yüce Mevla bilir. Bazı tefsircilere göre Zekeriyya (aleyhisselâm)'nın insanlarla konuşmadan men edilmesinin sebebi şudur: «Zekeriyya'nın konuşmadan men edilmesi ukubet (hata) yönündendir. Zira ona salih bir evlât müjdesi verildiği zaman, buna karşılık Allahü teâlâ'ya hamd etmesi gerekirdi. Fakat o, bunu bıraktı hanımının hamile olduğuna dair alâmet istedi. Yüce Allah da, onun üç gün insanlarla konuşmasını yasakladı. Buna rağmen çok zikir yapmasını ve akşam - sabah Allah'ı tesbih etmesini emretti.» Bazı tefsirciler de bu hususta şöyle demişlerdir: Allahü teâlânın, Zekeriyya (aleyhisselâm)'yı insanlarla konuşmadan men etmesi ukubet yönünden değildir. Belki keramet yönündendir. Onun insanlarla konuşmaması hanımının hamile olduğuna işarettir.» Bazı islâm bilginleri de şöyle demişlerdir: «Zekeriyya (aleyhisselâm), Yahya ile müjdelenince, şeytan ona «Yâ Zekeriyya, sana Yahya'yı müjdeleyen ses şeytandandır. Eğer Allah'tan olsaydı, sana vahiy gelirdi» demiştir. Zekeriyya (aleyhisselâm) da, kendisine âm olan bu şüphenin giderilmesi için «Yâ Rabbi, bana hanımımın hamile olduğuna dair bir alamet ver. Onunla, bana gelen müjdenin senden geldiğini bileyim» demişti. Bunun üzerine Allahü teâlâ da, Zekeriyya (aleyhisselâm)'yı insanlarla konuşmaktan men etti. Fakat onu zikirden alıkoymadı. Akşam-sabah Allah'ı çok zikretmesini ve O'na hamd etmesini emretti. 42 «Hani meleklen Ey Meryem, şüphesiz Allah seni seçip temizledi. Alemlerin kadınlarından seni üstün tuttu, demişlerdi.» 43 «Ey Meryem huşu ile Rabbinin divanına dur, secdeye kapan ve rükû' edenlerle birlikte rükû' et.» «Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarlarken, sen yanlarında değildin. Çekişirlerden de yine yanlarında değildin.» Bu âyet-i celileler Hazret-i Meryem'in üstünlüğünü bildirirken, huşu' ile Allah'a ibadet etmesini de emretmektedir. Cebrail (aleyhisselâm) Allah tarafından Hazret-i Meryem'e gönderilerek, ona şöyle demiştir: -Yâ Meryem, Allahü teâlâ seni İslâm dini ile müşerref kıldı. Günahlardan, çirkin şeylerden, kinden ve diğer kötü şeylerden seni temizledi. Seni âlemlerin kadınlarından üstün tuttu.» Burada anlatılmak istenen husus şudur: Nasıl ki Âdem (aleyhisselâm) babasız ve annesiz dünyaya getirildi ise, Hazret-i Meryem de babasız çocuk dünyaya getirmiştir. Yüce Allah bu özelliği Meryem'den başka hiç bir kadına nasip etmemiştir. Cebrail «Yâ Meryem, sen Rabbine itaat et. Huşu' ile namazda kıyamda dur. Secde ve rükû' edenlerle sen de secde ve rükû' et.» Cebrail, Hazret-i Meryem'e Beyt-i Mukaddes'te ibadet eden din bilginleriyle ibadet etmesini bildiriyordu. Imam-ı Mücahid «Allah tarafından gelen bu emir Meryem'e bildirilince, namazda ayakları ağrıyana kadar dururdu. Hattâ şişene kadar ayakta kalırdı» demiştir. Bu âyetlerde Yüce Allah'ın kudreti bildirilirken, aynı zamanda geçmiş mühim hâdiseler hakkında da Hazret-i Muhammed'e bilgi verilmektedir. 44 «Zekeriyya ve Meryem ile ilgili haberler sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'i onlardan hangisi himayesine alacak diye kalemlerini atarken sen yanlarında değildin. Onlar Meryem için çekişirlerken de yine yanlarında yoktun.» Yüce Allah, mümtaz kullarının haberlerini sevgili Peygamberine haber vermiştir. 45 «Melekler demeti ki: Ey Meryem, Allah kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. İsmi, Meryemoğlu İsa, Mesih'dir. Dünyada da, âhirette de şanı yücedir. Allah'a yakın kılınanlardandır da.» Allahü teâlâ, Hazret-i Meryem'e Cebrail vasıtasıyla kendinden bir kelimeyi müjdeliyor. Bu, Yüce Allah'ın kudretinin eseridir. Bu kudretin sırrını Allah'dan başka kimse bilmez. Her şeyi yoktan var eden «Halik», Âdem (aleyhisselâm)'i topraktan var ettiği gibi, bir insanı da babasız dünyaya getirmeye kadirdir. Yüce Allah'ın sevgili bir kulunu babasız dünyaya getirmesi, O'nun için güç değildir. O, 'ol» dedi mi her şey o anda oluverir. Bu hikmetlerin sırrını beşerin çözmesi mümkün değildir. Rivayete göre: Hazret-i Meryem'e özür vâki olmuş, özür müddeti bittikten sonra boy abdesti alıp ibadetine devam etmek istemişti. Boy abdesti için hazırlandığı bir sırada Cebrail Meryem'e gelerek şöyle der: ',Ya Meryem, Allahü teâlâ, babasız olarak sana bir oğlan çocuğu lütfetti. İsmi Meryemoğlu İsa, lâkabı Mesih'dir.' Mesih, yeryüzünde gezen, seyahat eden, gözü görmeyenlerin gözünü mesh etmek suretiyle gördürendir. Onun için İsa (aleyhisselâm)'ya Mesih denmiştir. Cebrail müjdesine devam ederek -Onun dünyada da, âhirette de şanı yücedir. Ve Allah'a yakın kılınanlardandır» demiştir. 46 «Beşiğinde de, yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O sâlihlerdendir.» Allahü teâlâ, onun şanının yüce olduğunu ve Allah'ın sevgili kulu olacağını Cebrail vasıtasıyla Meryem'e bildirerek şöyle buyurmaktadır: O beşikte de, yetişkinlik halinde de insanlarla konuşacaktır. Ve o, Allah'ın salih kullarındandır.» Daha dünyaya gelmeden Hazret-i İsa hakkında gereken malûmat Meryem'e bildirilmektedir. Hazret-i Meryem bu sözleri işitince şaşırır ve şöyle sual eder: 47 «Meryem dedi ki: Hey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum olabilir? Melekler de şöyle dediler: Allah dilediğini öylece yaratır ve bir şeyin olmasını dilerse, ona «ol» der, o da oluverir.» O âna kadar Hazret-i Meryem'e hiç bir beşer eli değmemişti. Meryem bu şüphesini gidermek için; «Hey Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, benim nasıl çocuğum olabilir?» demişti. Zira Meryem de bîr beşerdi. Bunun üzerine Cebrail Meryem'e şöyle diyor: «Hakikaten sana kimsenin eli değmedi. Fakat Allahü teâlâ, Öyle diledi. O, dilediğini dilediği gibi yaratır. Bir şeyin olmasını dilerse, ona «ol» der, o da oluverir.» Her şey Allah'ın dilemesiyle olur. Hiç bir şey O'nun iradesinin dışında değildir. Cebrail, kendisine verilen görev gereği Meryem'e vurmuştu, bu vurmadan mütevellit Meryem hâmile olmuştu. Bu vurma sadece zahiri bir sebeptir. Bazıları da şöyle demişlerdir: «Cebrail'in Meryem'e vurmasıyla, Meryem hamile kalmamıştır. Eğer öyle olsaydı insanların bir kısmı melekten, bir kısmı da insandan olurdu. Bu mümkün değildir. Bu meselenin hakikati şudur: «Allahü teâlâ Âdem (aleyhisselâm)'i yarattığı zaman, onun zürriyetinden ahd-i misak aldı. Ayni zamanda insanın madde-i aslisi olan nutfenin bazısını babanın sulbünde, bazısını da ananın sulbünde bıraktı. Baba ile ana cem oldukları zaman, babanın sulbünden gelen su ile ananın sulbünden gelen su döl yatağında birleşerek -İlâhi kudretle- çocuğun oluşmasını sağlar. Babanın sulbünden gelen su ile ananın sulbünden gelen suyun birleşmesi olmadan çocuğun olması mümkün değildir. Allahü teâlâ, ahd-i misakta babanın sulbüne bıraktığı su ile ananın sulbüne bıraktığı suyun ikisini de Meryem'de toplamıştır. Babadan gelen suyu Meryem'in Bulbünde, kadından gelen suyu da rahminde halk etmiştir. Fakat Cebrail'in Meryem'e vurmasına kadar bu iki su birbirine karışmamıştır. Cebrail'in Meryem'e vurmasıyla bu iki su birbirine karışmış, bu karışmadan da Hazret-i İsa'ya hâmile olmuştur.» Bütün bunlar ilâhî kudretin eseridir. Yüce Allah her şeye kadirdir. O'nun için bir zorluk yoktur. 48 «Ona kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek.» Bu âyetlerde İsa (aleyhisselâm)'ya verilen nimetler bildirilmektedir. Allahü teâlâ, İsa (aleyhisselâm)'ya kendinden evvel geçen peygamberlerin kitaplarını ilham yoluyla bildirmiştir. Ona hikmeti öğretmiş, Tevrat ve İncil'i de bildirmiştir. Çünkü Tevrat, İsrailoğullarına, incil de Hazret-i İsa'nın şahsında yine Israiloğullarına gönderilmiştir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Hazret-i İsa doğduğu zaman Tevrat'ı ezbere biliyordu. İsa'nın Tevrat'ı ezbere bilmesi îlâhi kudretin tecellisidir.» 49 «Onu İsrailoğullarına peygamber gönderecek ve onlara şöyle diyecektir; Ben, size Rabbinizden bir âyet getirdim. Size çamurdan kuş gibi bir şey yapıp, ona lifleyeceğim de Allah'ın izniyle hemen kuş olacak. Anadan doğma körleri ve abrası iyi edeceğim. Ve Allah'ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Yediklerinizi ve evlerinizde sakladıklarınızı da size haber vereceğim. Eğer îman edenlerden iseniz, elbette bunda sizin için kat'î ibret vardır.» Allahü teâlâ, İsa (aleyhisselâm)'yı İsrailoğullarına peygamber olarak gönderince, onlara şöyle demiştir: «Ey kavmim, ben size peygamber olarak gönderildim. Peygamber olduğuma dair Rabbinizden size bir de alâmet getirdim.' Kavmi, İsa'ya getirmiş olduğu alâmetin ne olduğunu sormuşlardı. O da, Allah'ın kendine vermiş olduğu mucizeleri bir bir sıralayarak, onlara, şöyle dedi: «Size çamurdan kuş gibi bir şey yapacağım. Ona üfleyince Allah'ın izniyle canlanacak kuş gibi uçacaktır.» İsa (aleyhisselâm), onlara mucizenin birincisini haber veriyor. Bunu lalettayin bir insanın yapamayacağını, ancak Allah'ın ruhsat verdiği insanların yapabileceğini ifade ediyordu. Bu hususta bazı rivayetler de şöyledir: İsa (aleyhisselâm), İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilip, onlara peygamber olduğunu söyleyince, kavmi inad edip, onun peygamberliğini kabul etmemişler ve ondan bir alâmet istemişlerdir. İstedikleri alâmetin de gece kuşu olmasını söylemişlerdir. Bunun üzerine İsa (aleyhisselâm) bir miktar çamur alarak, ondan bîr kuş yapar. Yapmış olduğu kuşa üfürerek dokunur, o da, Allah'ın izniyle canlanıp uçar gider. Bunlar ve benzerleri Allahü teâlâ’nın peygamberlerine verdiği mucizelerdir. Mucize, tabiat üstü ve beşerin aklının almadığı bir olaydır. Bunları zaman zaman kavimlerine göstermek, ancak peygamberlere mahsustur. Çamurdan bir kuş yapıp, ona dokunmak İsa (aleyhisselâm)'nın görevidir. Ona can verip, diriltmek de Allahü teâlâ'ya aittir. Hazret-i İsa'nın yapmış olduğu zahiri sebeptir. Kuşu yapmak, ona üfürmek ve dokunmak hep zahiri sebeplerdir. Yaratan Yüce Allah'tır. Nitekim Cebrail'in Meryem'e dokunması da böyledir. Bazıları da şöyle demişlerdir: Halk, İsa'dan gece kuşu yapmasını istemişti. O da bunu yapıp, Allah'ın izniyle diriltince insanlar şaşırmış kalmıştı. Bu kuş bazı yönlerden diğer kuşlardan farklı idi. Onun tüyü yoktu, yumurta yapmazdı, doğurmuş, memesi ve sütü de vardı. Günde iki saat görürdü. Bir saat güneş doğarken," bir saat de güneş batarken olmak üzere.. insanlar gibi güler, kadınlar gibi özür görürdü. Kavmi, Hazret-i İsa'nın bu mucizesiyle alay etmişler ve ona: «Yâ İsa, sen büyük bir sihirbazsın» demişlerdi. Hazret-i İsa, onların alaylarına aldırmayarak: «Ben, Allah'ın izniyle anadan doğma körleri ve abraşları da iyi edeceğim» demişti. Onlar da İsa'ya: «Senin yaptığını, bizim doktorlarımız da yapar» demişlerdi. Halbuki görmeyen gözleri ancak Allah ve O'nun ruhsat verdikleri gördürür. Onların doktorları bugüne kadar görmeyen birinin gözünü gördürememiştir. Onlar da bunu çok iyi biliyorlar, fakat inatlarından dolayı hakkı kabul etmiyorlardı. Hazret-i İsa zamanında, kavminin akıl hocası olan Calinus adında bir bilgin vardı, ona giderek İsa (aleyhisselâm)'nın durumunu anlatmışlardı. O, bunları dinledikten sonra şöyle demiş: «Anadan doğma körleri ve alaca hastalığına yakalananları tabibler iyi edemezler. Ancak Allah ve Allah'ın ruhsat verdikleri iyi eder.» Bu haberi Calinus'tan duyanlar tekrar İsa'ya gelerek: «Yâ İsa, eğer sözünde samimi isen, anadan doğma körler ile alaca hastalığına yakalananlan iyi et de görelim» demişlerdir. Hazret-i İsa da, onların isteklerini yerine getirmiş, bunu görenlerden bazıları iman etmiş, bazıları ise: «Bu sihirdir» diyerek îman etmemişlerdir. İsa (aleyhisselâm) yine onların îman etmediklerini görünce «ben Allah'ın izni ile ölüleri de diriltirim» demişti. Bu sözleri İsa'dan duyan kavmi şaşırır, tekrar Calinus'a dönerler ve İsa'nın söylediklerini olduğu gibi anlatırlar. Calinus, Hazret-i İsa'nın peygamber olduğunu anlamıştı. Fakat kavmi hâla inadlarmda ısrar ediyorlardı. Calinus, onlara şöyle diyordu: -ölüleri ancak Allah'ın izniyle peygamberler diriltir. Onlardan başkası asla bunu yapamaz.» Onlar, Calinus'un bu uyarısı üzerine tekrar İsa (aleyhisselâm)'ya gelirler ve: «Ey İsa, eğer sözünde doğru isen bir ölü dirilt de görelim- demişlerdi. İsa (aleyhisselâm) da, Allah'ın izni ile dört kişiyi dirütmiştir. Bunlardan biri İsa'nın kendi arkadaşı idi. Hazret-i İsa, arkadaşının mezarının başına gelerek Allah'a dua eder. Yüce Allah duasını kabul eder, mezar açılır, ölü dirilir, yıllarca yaşar ve çoluk çocuk sahibi olur. İkincisi, yeni ölmüş bir genci gömmeye götürürlerken Hazret-i İsa salın yanına gider ve Rabbine dua eder. Yüce Mevlâ duasını kabul eder genç dirilir, ailesine döner. Üçüncüsü bir kız çocuğudur, ölümü üzerinden bir akşam geçmiştir. Hazret-i İsa onun başucuna gelerek Yüce Allah'a dua eder, duası kabul olur ve kızcağız dirilir, yıllarca yaşar. Dördüncüsü, Nün (aleyhisselâm)'un oğlu Şam'dır. Kavmi, İsa'ya «senin dirilttiklerin yeni ölmüş insanlardır. Belki onlar ölmemiş, bayılmışlardır. Sen, bize Nuh'un oğlunu dirilt de görelim» demişlerdir. Hazret-i İsa'dan bunca mucizeyi görüyorlar, yine de îman etmiyorlardı. Onlar bir beşerin bunları yapamayacağım çok iyi biliyorlardı. Bunlar ancak Allah'ın izniyle olacak şeylerdi. Hazret-i İsa Şam'ın mezarının başına gelir, ellerini kaldırır Allahü teâlâ'ya dua eder, duasını kabul eden Mevlâ, Sâm'ı diriltir. Sam, kabrinden kalktığı zaman saçlarının beyazladığı görülür. İsa (aleyhisselâm), Sâm'a «neden başın beyazladı? Sizin zamanınızda başın beyazlaması yoktu» der. Sam «Ey Allah'ın Resulü, sen benim dirilmem için dua ettin, Allah da senin duanı kabul etti. O zaman kıyametin koptuğunu zannettim, korkudan başımın saçları beyazladı» cevabını verir. Bunun üzerine İsa (aleyhisselâm), «ona can verirken ne gibi zorluk çektin?» der. Sam da, İsa'ya -Ey Allah'ın Resulü, ölümün acısı henüz boğazımdan gitmedi» der. Halbuki Sâm öleli çok uzun bir zaman olmuş, buna rağmen ölüm acısını unutmamıştır. Sâm orada bulunanlara «Ey insanlar, bu Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir. Ona tâbi olunuz» demiştir. Şam'ın bu sözünü duyanların bir kısmı iman etmişler, bakısını yine iman etmemişlerdir. Hazret-i İsa, bu hakikatleri görüp de iman etmeyenlere şöyle der: «Ey insanlar, evinizde yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi de size haber vereceğim.» Onlar hiç itiraz etmeden «evlerimizdeki yediklerimizi ve sakladıklarımızı, bize haber ver. Eğer bunları da bize haber verirsen, biz de senin peygamberliğini tasdik ederiz» demişlerdir. İsa (aleyhisselâm) da, onların yediklerini ve biriktirdiklerini isimleriyle kendilerine bir bir haber vermiştir. Bunu işitenlerin bir kısmı hemen îman etmiş, bir kısmı yine îman etmemiştir. İman etmeyenler şöyle demişlerdir: «Allah, bir kavme peygamber gönderiyor ve o kavmin içinde gizli olan şeyleri de peygamberine verdiği mucize ile açığa çıkartıyor.» îman etmeyenler de biliyorlardı. Hazret-i İsa'nın yaptıklarının sihir olmadığını, ama yine de îmana yaklaşmıyorlardı. Zira Yüce Allah peygamberlerine asla sihir öğretmez, onlara peygamberliklerini isbat için mucizeler verir. Allahü teâlâ, her peygambere ayn ayrı mucizeler vermiştir. Meselâ Hazret-i Musa' (aleyhisselâm)'ya verdiği mucizeler, o devirde çok yaygın olan sihri yok etmek içindir. Hazret-i Musa'nın asası, onların yapmış olduğu bütün sihirleri yok ediyordu. Musa zamanında, onlara başka mucizeler gösterilseydi belki de Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğine inanmayacaklardı. Onun için Yüce Allah onların mesleğiyle ilgili mucizeyi Musa'ya vermiştir. Hazret-i İsa zamanında da tabiblik çok yaygındı. Allahü teâlâ da, tabiblikle ilgili mucizeleri İsa (aleyhisselâm)'ya vermiştir. Çünkü o devirde rağbette olan tıp idi. O günün tabibleri Hazret-i İsa'nın mucizesi karşısında şaşırmış kalmışlardı. Zira bu, onların yaptıklarından çok farklı idi. Onlar da bunu biliyorlardı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında da belagat ve edebiyat çok yaygındı. Allahü teâlâ da, Hazret-i Peygambere öyle bir belagat ve fesahat mucizesi vermiştir ki, herkes onun karşısında donakalmıştı. Allah kelâmı Kurân-ı Kerim Peygamberimizin en büyük mucizesidir. O günün şair ve edipleri Kur'ân-ı Kerîm'in belagatı karşısında susmuşlardır. Aklı olanlar derhal iman etmişler ve iki cihan saadetini kazanmışlar, iman etmeyenler ise, küfürleri ile helak olup gitmişlerdir. İsa (aleyhisselâm)'nın, kavmine gösterdiği bütün bu mucizeler peygamber olduğunu isbat içindir. Onlardan bir kısmı bu hakikatler karsısında îman etmiş, bir kısmı inatlarının kurbanı olarak îman etmemişlerdir. 50 «Benden evvel gelen Tevrat'ı tasdik ederek, size yasaklanmış olanların bir kısmını helâl kılmak üzere size Rabbinizden âyet getirdim. Artık Allah'tan korkun ve bana itaat edin.» Isa (aleyhisselâm), kavmine peygamber olarak gönderildiğini bir çok mucizeler göstererek isbat etmiştir. Buna rağmen kavmi, kendisiyle alay etmekten vazgeçmemiştir. O, kavminin alay ve inkârlarına aldırmayarak, kendilerine şöyle demişti: «Benden evvel gelen Tevrat'ı tasdik ederek, daha önce Allah tarafından size haram kılınmış olanların bir kısmını helâl kılmak üzere, size Rabbinizden âyetler getirdim.- Bazı şeyler Tevrat'ta İsrailoğullarına haram kılınmıştır. Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'ya gönderilen İncil'de ise, haram olan şeylerin bazıları helâl kılınmıştır. Bunun geniş izahı En'âm sûresinde gelecektir. Hazret-i İsa incil'in hükümlerini onlara açıklamış ve «benim, size helâl kıldıklarım Allah'ın emridir. Ben hiçbir şeyi kendiliğimden size helâl kılamam. Bunların hepsi Allah'ın emridir. Artık Allah'tan korkun. O'nun emirlerine sarılın, yasaklarından da kaçının. Bana tabi olun, emirlerime itaat edin. Ben, size hakkı tebliğ ediciyim. Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na kulluk edin, asla şirk koşmayın. Ben sizi doğru yola davet ediyorum, işte doğru yol budur. Sizi ebedi saadete ulaştıracak olan yol da budur. 51 «Şüphe yok ki, Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na kulluk edin. Doğru yol işte budur.» Bazıları, Allahü teâlâ'ya Mesih demişlerdir. Bazıları ise, Allah üçtür, üç Allah'dan biri de Allahü teâlâ'dır, demişlerdir. Hazret-i İsa, bunların sözlerini reddederek, Allah'ın bir olduğunu, O'ndan başka ilâh bulunmadığını, kendisinin Allah'ın, kulu ve Resulü olduğunu açıkça ifade etmiştir. 52 «İsa, onların inkârlarını hissedince: Allah uğrunda yardımcılarım kimlerdir? dedi. Havarileri Biziz Allah'ın yardımcıları. Allah'a iman ettik. Sen de şahid ol ki, biz muhakkak Müslümanlara: dediler.» İsa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğine, İsrailoğullarından pek azı iman etmişlerdi. Îman etmeyenler ise, Hazret-i İsa'yı öldürmeyi tasarlamışlardı. Böylece güya İsa'yı öldürecekler, küfürlerine devam edeceklerdi. İsa (aleyhisselâm) da, onların kendisine bir tuzak kurduklarını çok iyi biliyordu. Buna göre tedbirini almıştı. Bir gün Hazret-i İsa, onlara «Allah uğrunda benim yardımcılarım kimlerdir?» demişti. Havariler: «Allah'ın yardımcıları biziz, Allah'a îman ettik. Sen de şahid ol ki, biz muhakkak Müslümanlarız» demişlerdi. 53 «Ey Rabbimiz, senin indirdiğine îman ettik ve Resülü'nün ardınca gittik. Bizi şahid olanlarla beraber yaz,» Hazret-i İsa da, onlara -nefislerinizi her türlü kötülüklerden temizleyin ve bana tâbi olun- demişti. Onlar, İsa'nın emirlerine itaat ederek, Hak dinde ona tâbi olmuşlardır. Onlar Hakka dönünce şöyle demişlerdir: «Ey Rabbimiz, biz sana ve senin indirdiğine iman ettik. Resulüne tâbi olduk, Ey Resûl, Müslüman olduğumuza şahid ol. Biz Müslümanız. Bizi de Müslümanlarla beraber yaz.» 54 «Hile yaptılar, Allah da, onları cezalandırdı. Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir.» Yahudiler bir hile ile Hazret-i İsa'yı öldürmek istemişlerdi. Allahü teâlâ da onların hileleriyle kendilerini cezalandırmıştır. Çünkü Yüce Allah hile yapanların cezasını en iyi verendir. Hak yoldan ayrılıp hileye başvuranlar mutlaka hilelerinin cezasını göreceklerdir. Zira Allah hiç bir zaman mazlumun hakkını zalimde bırakmaz. İmam-ı Kelbi şöyle demiştir: «Yahudiler, İsa (aleyhisselâm)'yı öldürmek için tuzak hazırlıyorlardı, İsa da, onların niyetlerini öğrenince, gözlerinin önünden kayıp olmak için bir eve sığınır. Yahudilerin başkanı, İsa'nın yakalanmasını ister ve bu iş için de Yahudâ denen bir şakiyi görevlendirir. Bu şaki, İsa'nın bulunduğu eve girer, orada İsa'yı bulamayınca geri çıkar. Yüce Allah, onun şeklini İsa (aleyhisselâm)'ya benzetir. Görenler onun İsa olduğunu zannederek, yakalar ve öldürürler. Çarmıha gerdikleri vakit bakarlar ki, yüzü İsa'ya, diğer tarafı arkadaşları Yahudâya benziyor. Bunun üzerine öldürülenin İsa olup olmadığı hususunda aralarında ihtilâf çıkar. Kimi «bu İsa'dır» der, kimi «bu arkadaşımız Yahudâ» der. Hangisi olduğuna bir türlü karar veremezler. Münakaşa büyüdükçe büyür, bu defa aralarında kavga başlar. Taraflar birbirine girer ve her iki taraftan da birçok ölü verirler.» İsa için kurdukları tuzağa Allahü teâlâ kendilerini düşürür. Hilelerinin cezasını kendileri çekerler. Aklı olanlar bunlardan ibret alır. Başkası için tuzak kurmaz. Hile yapıp, cezasını çekmez. Dünya ve âhiretini yıkmaz. İmam-ı Dahhak da şöyle demiştir: «Yahudiler, Hazret-i İsa'yı öldürmek için plân hazırlıyorlardı. Buldukları yerde yakalayacaklar ve öldüreceklerdi. İsa (aleyhisselâm) da, onlara gözükmemek için havarileriyle bir eve sığınmıştı. Şeytan onların bulunduğu yeri Yahudilere haber verir. Onlar da dört bin kişiyle İsa'nın bulunduğu evin etrafını sararlar. İsa (aleyhisselâm) onları görünce havarilerine «kim onlara karşı çıkacak? Onlara karşı çıkan cennette benimle beraberdir» der. Havarilerden biri 'ben onlara karşı çıkacağım» der. İsa (aleyhisselâm), ona kendi gömleğini, sangını ve değneğini verir. Yüce Allah, onu İsa'ya benzetir. Evden dışarı çıkınca Yahudiler tarafından öldürülür. Hazret-i İsa'ya da manevi bir elbise giydirilerek yemesi-içmesi giderilir ve melekler içine yükseltilir. Meleklerle beraber ibadet yapmaya devam eder.» 55 «O vakit Allah buyurdu ki: «Ey İsa, şüphesiz ki, seni öldürecek olan benim. Seni kendime yükseltip kaldıracak, seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaracak ve sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar küfredenlerden üstün tutacak da benim. Sonra dönüşünüz yalnız banadır. Ayrılığa düştüğünüz hususlarda aranızda hükmedeceğim.» Bu âyet-i celile İsa (aleyhisselâm)'nın Allah katına yükseltildiğini bildirmektedir. Allahü teâlâ, İsa (aleyhisselâm)'ya «seni öldürecek olan benim. Göğe çıkaracak olan ve Âhirzamanda tekrar yeryüzüne indirecek olan yine benim» buyurmuştur. Bu âyette, kimsenin İsa (aleyhisselâm)'ya zarar veremeyeceği ifade edilmektedir. Yüce Allah dilemedikçe insanlar hiç bir şeye muvaffak olamazlar. Ve hiç bir kuvvet onlara asla zarar veremez. Allahü teâlâ, İsa (aleyhisselâm)'ya «seni kâfirlerin içinden tertemiz çıkaran ve sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar küfredenlerden üstün tutacak olan da benim» buyurmaktadır. Yüce Mevlâ, Hazret-i İsa'yı kâfirlerin içinden tertemiz çıkarmıştır. Onların kötülükleri İsa (aleyhisselâm)'ya dokunmamışlar. Yüce Allah Hazret-i İsa'yı onların şerrinden korumuştur. İsa'yı koruduğu gibi, ona tâbi olanları da kıyamete kadar bütün kâfirlerden üstün tutacaklar. Allahü teâlâ, îman edenlere bunu va'dediyor. Bu, îman edenler için en büyük şereftir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: «Hazret-i İsa'ya tâbi olanlar Hazret-i Muhammed'in ümmetidir. Çünkü İsa'yı tasdik eden onlardır. Hazret-i İsa yeryüzüne indiği zaman onu tasdik edecek olanlar da yine onlardır.» İman edenlerin de, iman etmeyenlerin de dönüp varacakları yer Allah'ın huzurudur. Dünyaya gelen her canlı Allah'a döndürülecektir. Orada dünyada yaptıklarının hesabını verecektir. 56 «Küfredenleri de dünya ve âhirette şiddetli azaba uğratacağız. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur» Allahü teâlâ, dünyada da, âhirette de îman etmeyenleri çok şiddetli bir azap ile cezalandıracaktır. Hiç şüphesiz onlar küfürlerinin cezasını göreceklerdir. Küfredenleri Allah'ın azabından kurtaracak hiç bir kuvvet yoktur. 57 «İman edip ameli salih işleyenlere gelince, onların mükâfatları tastamam ödenecektir, Allah zalimleri sevmez.» İman edip amel-i salih işleyenler de mutlaka mükâfatlarını göreceklerdir. Onlar, Allah katında yapmış oldukları amellerin karşılığını çok fazlasıyla bulacaklardır. Îman edenler, Allah'ın emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınmışlardır. Yüce Allah îman edenlere mükâfatlarını vereceği gibi, zalimlere de cezasını verecektir. Çünkü O, zalimleri asla sevmez. Zalimler kendi nefislerine yaptıkları zulmün cezasını göreceklerdir. 58 «İşte bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.» Bu âyet Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hitap etmektedir. Yâ Muhammed, bunları sana Cebrail vasıtasıyla indirmiş olduğumuz âyetlerden ve hikmet dolu Kur'ân-ı Azimüşşân'dan okuyoruz. Bu Kur'ân'ın hepsi senin Rabbin tarafından gönderilmiş Allah kelâmıdır. 59 «Muhakkak Allah katında İsa'nın durumu da, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «ol» dedi de, o da oluverdi.» Hiç şüphesiz Allah katında İsa'nın durumu, Âdem (aleyhisselâm)'in durumu gibidir. Allahü teâlâ, Âdem (aleyhisselâm)'i topraktan anasız, babasız ve en güzel bir biçimde yaratmıştır. Ona «ol» demiş, o da oluvermiştir. İsa (aleyhisselâm) da aynı Âdem gibi babasız olarak yaratılmıştır. Hiç yoktan Âdem'i halk eden Allah, babasız olarak İsa'yı dünyaya getiremez mi? Onu babasız dünyaya getirmek Yüce Mevlâ için zor değildir. Sadece «ol» emrine bağlıdır. O, «ol» dedi mi her şey oluverir. Bu âyet-i celile Necran elçileri hakkında nazil olmuştur. Onların âlimlerinden ve din adamlarından bir topluluk Peygamberimize gelerek Hazret-i İsa hakkında mücadele etmişlerdir, İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem). onlara «İsa Allah'ın kulu ve Resulüdür» demişti. Onlar Peygamberimize itiraz ederek «babasız bir çocuğun dünyaya geldiğini ve ölüleri dirilttiğini bize göster» demişlerdir. Peygamberimiz yine onlara İsa'nın kim olduğunu izah ettikten sonra «gelin Müslüman olun, hiç şüphesiz İsa Allah'ın kuludur» buyurmuştur. Onlar hakkı gördükleri halde, görmemezlikten gelerek «İsa Allah'ın oğludur ve biz senden evvel Müslüman olduk» demişlerdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlara «siz yalan söylüyorsunuz. Zira üç şey Allah'a îman etmeye manidir. Bunlar da puta tapmak, Allah'ı baba kabul etmek ve domuz eti yemektir» buyurmuştur. Onlar saygısızlıklarını daha da ileri götürerek, Peygamberimize İsa'nın babasının kim olduğunu sormuşlardır. Allahü teâlâ da, onların iddialarını reddetmek için bu âyeti inzal ederek, şöyle buyurmuştur: «Allah katında İsa'nın durumu da, Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Ona «ol» dedi, o da oluverdi.» 60 «Hakk, Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i İsa'nın durumunu Kur'an'dan öğreniyordu. Yüce Allah, ona Hazret-i İsa'nın durumunu açıkça Kur'anda bildirmişti. Allahü teâlâ, ona şöyle buyuruyordu: «Bunları sana âyetlerden ve hikmet dolu Kur'an'dan okuyoruz.» İsa Allah'ın kulu ve peygamberidir. Bunun için Yüce Allah Peygamberimize şöyle buyuruyor: «Hak, Rabbindendir. Öyle ise şüphecilerden olma.» Elbette Peygamberimiz Hazret-i İsa'nın Peygamberliğinden şüphe etmiyordu. Kendisine Necranlıların ve Yahudilerin dedikodusuna aldırma demek isteniyordu, bu âyette. Onların bir kısmı «Isa Allah'ın oğludur» diyor, bir kısmı da «Necranlı Yusuf'un oğludur» diyorlardı. Halbuki gerçekleri biliyorlardı. Buna rağmen Allah'a îman edip, Hakka dönmüyorlardı. 61 «Sana ilim geldikten sonra, o hususta kim seninle tartışırsa de ki: Gelin oğullarımızı, oğullarınızı, kadınlarımızı, kadınlarınızı kendimizi, kendinizi çağıralım. Sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olmasını dileyelim.» Allahü teâlâ, İsa (aleyhisselâm)'nın nasıl dünyaya geldiğini Kur'ân-ı Azîmüşşân'da bildirmiştir. Buna rağmen müşrikler ve Yahudiler bu hakikati kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti sevgili habibine inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sana ilim geldikten sonra, o hususta kim seninle tartışırsa de ki: «Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım. Hepimiz bir yere toplanıp, Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olması için dua ve niyaz edelim.» Müslümanlar ve kâfirler bir yere toplanıp Allah'ın lanetinin yalancıların üstüne olması için dua ve niyaz edeceklerdi. Bunun için de muayyen bir günde toplanmak üzere Peygamberimiz onlarla anlaşmıştı. Belirlenen gün geldi. Peygamberimiz lazı Fatıma, damadı Hazret-i Ali ve iki torunu ile tayin edilen yere gelmişti. Müşrikler de ayni şekilde yakınları ile oraya gelmişlerdi. Fakat onlar yaptıklarına çok pişman olmuşlardı. Peygamberimiz, onlara «Allah'ın lanetini yalancıların üstüne dileyelim mi? demişti. Onlar başlarına geleceği çok iyi bildikleri için «biz, bunun gibi işten Allah'a sığınırız. Ve böyle şey yapmayız» demişlerdi. Onlar yalancılar üstüne Allah'ın lanetini okumaya söz verdikleri halde, bundan vazgeçmişlerdi. Çünkü kendilerinin yalancı olduklarını biliyorlardı. Yaptıkları beddua kendi aleyhlerine olacaktı. Bunun için de sözlerinden döndüler. Peygamberimiz, onların sözlerinden döndüklerini görünce şöyle demiştir: «Üç şeyden birini yapmak zorundasınız. Yâ yalancılara Allah'ın lanetini okuyacaksınız. Bunu yapmazsanız İslâm'ı kabul edeceksiniz veya cizye vereceksiniz.» Onlar cizye vermeyi kabul etmişlerdir. İki bin dirhem cizye vermeyi kabul eden müşrikler, bunun binini Muharrem ayında, binini de Receb ayında veriyorlardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onlardan cizye almak için Ebu Ubeyde'yi görevlendirmiştir. Ve şöyle demiştir: «Eğer onlar yalancıların üstüne Allah'ın lanetini okusalardı, hepsi helak olacaktı. Hattâ yuvalarmdaki kuşlara varıncaya kadar» (Müslim - Neseî). 62 «Doğrusu işte budur o kıssanın hak ifadesi. Allah'dan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki Allah Azız ve Hakimdir.» 63 «Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah bozguncuları hakkıyla bilir.» Ya Muhammed, İsa hakkında Kur'ân-ı Kerim'de vârid olanların hepsi hakdır. O, Allah'ın kulu ve Resûlü'dür. Kur'ân-ı Kerîm Allah kelâmıdır ve haber verdiklerinin hepsi haktır. Yüce Allah'tan başka Ma'bud yoktur, ibadete lâyık yalnız O'dur. O, mülkünde Aziz, hükmünde galibdir. Emrinde Hakîm'dir. O'nun emrine karışacak kimse yoktur. İsa (aleyhisselâm)'nın yaratılmasına hükmeyledi, anasının karnında babasız çocuk vücuda getirdi. Kâfir ve âsiler bu hakikati bildikten sonra haktan yüz çevirirlerse azgınlıklarının cezasını er-geç göreceklerdir. Allahü teâlâ bozguncuları hakkıyle bilir. Onların fesadına göre cezalarını verir. 64 «De ki: Ey ehl-i kitap hepiniz, sizinle bizim aramızda müsavi olan bir kelimeye gelin. Allah'dan başkasına kulluk etmeyin. O'na hiç bir şeyi eş koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rab ittihaz edinmesin. Eğer yine yüz çevirirlerse o vakit deyin ki: «Şahid olun, biz muhakkak Müslümanlarız.» Allahü teâlâ, Peygamberimize şöyle buyurmuştur: «Kendilerine kitap verilip de îman etmeyenlere de ki: -Ey Ehl-i Kitap hepiniz, sizinle bizim aramızda müsavi olan bir kelimeye gelin.» Bunlar kendilerine Tevrat verilen Yahudilerle, İncil verilen Hıristiyanlardır. Bu zümreler kendi dinlerinin üstün olduğunu söyleyerek Peygamberimizin peygamberliğini kabul etmemişlerdi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlarla «sizinle bizim aramızda müsavi olan bir kelimeye gelin' demişti (Buhâri). Peygamberimizin, onları davet ettiği kelime «la ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah» dır. Onlar bu kelimeye yaklaşmamışlardır. Şayet bu kelimeye gelselerdi zaten Müslüman olurlardı. Peygamberimiz, onlara şöyle demiştir: «Allah'a itaat si-' zin de göreviniz, bizim de görevimizdir. Madem ki Allah'a inanıyorsunuz O'nun emirlerine itaat etmek de görevinizdir. Sizin canınız ve malınız, bizim malımız ve canımız gibi haramdır. Gelin hepimiz Allah'a kulluk edelim. O'ndan başkasına kulluk etmeyelim. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da, kimimiz kimimizi Rab ittihaz edinmesin.» Hıristiyanlar Allah'ın üç olduğunu söylüyorlar ve Hazret-i İsa'yı Rab kabul ediyorlardı. Peygamberimiz yine onlara «kiminiz kiminize Allah'a isyan olan şeylerde itaat etmesin. Gelin hakka tâbi olalım' buyurmuştur. Peygamberimiz onlara Allah'ın âyetlerini anlattıktan sonra, onlar yine imana gelmemişler, haktan yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: -Ya Muhammed, sen bu hakikatleri onlara bildir, eğer bundan sonra îman etmezler, yüz çevirirlerse o vakit deyin ki: «Siz Allah'a itaat etmediniz ve O'nun emirlerine tâbi olmadınız. Şahid olun, biz îman ettik. O'nun emirlerine tâbi olduk ve biz Müslümanlarız.» Allah'ın emirlerinden yüz çevirmeyenler elbette ki, O'nun va'd ettiği mükâfatlara nail olacaklardır. Yüz çevirenler ise, lâyık olduklarını göreceklerdir. Bu âyet-i celile şuna da delâlet etmektedir: Mü’minlerin, Allah'ın ve Resûlü'nün emirlerini münkirlere ve bid'at ehline bildirmeleri ve onlan Allah'ın dinine davet etmeleri gerekir. Bunu yapmak her Müslümanın görevidir. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak Allah'ın emridir. Müslüman bunu yapmadığı takdirde Allah indinde mes'uldür. Şayet onlara Allah ve Resulünün emir ve yasaklarını bildirir de, onlar yine küfür ve isyanlarına devam ederlerse o zaman onlarla olan bütün ilişkilerin kesilmesi gerekir. Mü’min onlarla ilişkisini kesmedikçe îmanı kâmil derecesine yükselemez. Allah'a karşı küfür ve isyanda bulunanlar, mü’minin ana-baba, kardeş, çocuk ve en yakın hısımları bile olsa, onlarla olan münasebetlerini ve dostluklarını kesecektir. Bu, Yüce Allah'ın emridir. Mü’min ancak bu suretle îmanı kamil derecesine yükselebilir. Mü’min, onlardan ilgiyi kesmedikçe, onların küfür ve isyanlarına göz yumdukça îmanı kâmil sahibi olamaz. Zira Allah'a isyan edenin isyanına göz yummak veya ona rıza göstermek, onu yapmak gibidir. 65 «Ey ehli kitap! İbrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Tevrat da, İncil de şüphesiz ondan sonra indirilmiştir. Aklınız ermiyor mu?» Bu ayet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ve Hıristiyanlar bir araya gelerek İbrahim (aleyhisselâm) hakkında münakaşaya tutuşmuşlar. Yahudiler «ibrahim bizim dinimiz üzereydi ve o bizdendir» demişlerdir. Hıristiyanlar da «o, bizim dinimiz üzereydi» demişlerdir. Halbuki İbrahim (aleyhisselâm) onlardan çok önceydi. Yüce Allah da, bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: -Ey ehl-i kitap, ibrahim hakkında niçin münakaşa ediyorsunuz? Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir.» Yahudilik ve Hıristiyanlık Hazret-i ibrahim'den sonra ortaya çıkmıştır. Tevrat'ta olsun, İncil'de olsun hak din İslâm'dır. İlâhi kitapların hepsinde gönderilen din da budur. Yüce Allah tarafından İslâm'dan başka bir din gönderilmemiştir. İlâhi kitaplarda İslâm'dan başka bir dinin ismi bile zikredilmemiştir. Onlar hak dinden ayrıldıktan sonra bu isimleri almışlardır. Kendi hased ve kinlerinden'dolayı batıl dinlere sapmışlardır. Allah'ı bırakıp, şeytana tâbi olmuşlardır. Allahü teâlâ onlara şöyle buyuruyordu: «Sizin hiç aklınız ermiyor mu?» Onlar hiç düşünmeden İbrahim (aleyhisselâm)'i kendi dinlerinden kabul ederek aralarında mücadeleye başlamışlar. 66 «Siz, hakkında bilginiz olan şey üzerinde münakaşa eden kimselersiniz. Ya bilginiz olmayan şey üzerinde niçin münakaşa ediyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.» 67 «İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi. Fakat O, Allah'ı bir tanıyan gerçek Müslüman idi. O, müşriklerden de değildi.» Yahudiler ve Hıristiyanlar, Tevrat'ta ve İncil'de Peygamberimizin özelliklerini ve sıfatlarını okumalarına, onun son peygamber olarak geleceğini bilmelerine rağmen hasetlerinden dolayı peygamberliğini kabul edip, îman etmemişler, körü körüne bazı iddialarda bulunmuşlardır. Yüce Allah da, onların iddialarını reddederek şöyle buyurmuştur: «İbrahim hakkında kitabınızda Yahudi ve Hıristiyan olduğuna dair bir malûmat yok iken neden onun hakkında mânakaşa ediyorsunuz? Allah, onun hangi dinde olduğunu bilir. Fakat siz bilmezsiniz, ibrahim ne Yahudi, ne Hıristiyandır. O, Allah'ı bir tanıyan gerçek Müslümandır ve o, müşriklerden de değildir.» Yüce Allah İbrahim (aleyhisselâm) hakkında kesin bilgiyi vermekte ve onun dostlarının kimler olacağını şu âyetle açıklamaktadır'. 68 «Doğrusu İbrahim'e en yakın olanlar, ona uyanlar, şu peygamber ve îman edenlerdir. Allah, o îman edenlerin dostudur.» Doğrusu İbrahim (aleyhisselâm)'e en yakın olanlar, onun yolundan gidenler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e îman edenlerdir. Ancak bunlar İbrahim'in dini üzeredirler. Peygamberimize, peygamberlik gelmeden önce dedesi İbrahim (aleyhisselâm)'in dini üzere idi. İman etmeyenler peygamberlere yakın olmadığı gibi, onların şefaatma da hak kazanamazlar. Onların şefaatma hak kazanmak ancak îman ile mümkün olur. Allahü teâlâ iman edenlerin yardımcısıdır. Onları düşmanları üzerine galip kılmaya muktedir olduğu gibi, kelime-i tevhidi yükseltmeye ve küfrü yok etmeye kadirdir. 69 «Ehl-i kitaptan bir taife sizi şaşırtmak isterler. Halbuki onlar kendilerinden başkasını şaşırtamazlar da farkına bile varmazlar.» 70 «Ey ehl-i kitap, niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı inkâr ediyorsunuz?» 71 «Ey ehl-i kitap niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunus?» Yüce Allah kendilerine kitap verilenlerin durumlarını Peygamberimize bildiriyor ve şöyle buyuruyor: «Ehl-i kitaptan bir taife sizi şaşırtmak isterler. Halbuki onlar kendilerinden başkasını şaşırtamazlar da farkına bile varmazlar.» Yahudi ve Hıristiyanlar, îman edenleri, îmanlarından alıkoymak isterler. Halbuki Müslümanların doğru yolda olduğunu da bilirler. Fakat inatlarından dolayı iman etmezler de, onları kendi saflarına çekmek isterler. Yüce Allah da, onların bu inkârlarını şöyle beyan ediyor: «Ey ehl-i kitap, görüp ve bilip dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?» Halbuki onlar Resûlüllah’ın son peygamber olduğunu Tevrat'ta ve incil'de görüp, okumuşlardı. Onun hak peygamber olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Hatta O'na îman edenlerin doğru yolda olduklarında da şüpheleri yoktu. Bu hakikatleri bildikleri halde yine de inkâr etmekten geri durmuyorlardı. Bunun için Allahü teâlâ, onlara «ey ehl-i kitap niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?» buyurmuştur. Onlar bildikleri halde hakkı gizliyor ve batılla" karıştırıyorlardı. Yahudi ve Hıristiyanların arasından bir kısmı ayrılıp, onun peygamberliğini kabul ediyordu. Bir kısmı inat ederek îmana gelmiyordu. Îmana gelmeyenler «peygamber bizden değildir» diyerek, bile bile inkâr ediyorlardı. Bu yolda inatlarının kurbanı oluyorlardı. Bu âyet-i kerimede, mü’minlerin, mü’min olmayanların hile ve aldatmacalarına kapılmamalarına dikkat çekilmektedir. Mü’min, düşmanlarının hilelerine kapılarak, imanından vazgeçmemeli, bilâkis her an îmanını kuvvetlendirmelidir. 72 «Ehl-i kitaptan bir güruh şöyle dedi: Varın o mü’minlere indirilenlere gündüzün îman edin. Sonra da dönüp, küfredin. Belki onlar da dönerler.» Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince on sekiz ay namazı Beyt-i Mukaddes'e (Kudüs'e) doğru kılmıştır. Zira o zaman henüz kıble değişmemişti. Kıblenin değiştiği gün Peygamberimiz sabah namazını Kudüs'e doğru kılmış ve ikindi namazında iken ilâhî vahiy gelerek kıblenin değiştiğini bildirmiştir (Kütüb-i Sitte). Kıblenin değiştiğini duyan Yahudilerin ileri gelenleri, ayak takımına «siz varın gündüzün evvelinde o mü’minlere indirilenlere îman edin. Sonunda dönüp, küfredin- demişlerdir. Güya akıllarınca Müslümanlarla alay edecekler ve onları kandıracaklardı. Bunun için de ileri gelenleri, cahil ve sefih takımına «siz gündüz Muhammed'e, Kur'an'a ve onların kıblesine îman edin. Akşam tekrar inkâr ederek, kâfir olun. Ona iman edenleri de şüpheye düşürmek için «Tevrat'ta Muhammed'in hak peygamber olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur», deyin» demişler. Halbuki onlar Tevrat'taki hakikati gizlemeye çalışıyorlardı. Çünkü Yüce Allah Tevrat'ta Resûlüllah'ın bütün özelliklerini bildirmiştir. 73 «Kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın. De ki: Şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur. Derler ki: Size verilenin bir benzerinin de birine verildiğini veya Rabbinizin katında size hüccet gösterecekleri bir şeyi açıklamayın. De ki: Doğrusu fazilet Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah Vasidir, Alimdir.» 74 «O, dilediğine rahmetini tahsis eder. Allah, en büyük fazl ü inayet sahibidir.» Yahudilerin reisleri, cahil ve ayak takımına «kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın. Çünkü doğrusu bizim dinimizdir» demişlerdi. Yüce Allah onların bu sözlerini reddederek: «Ya Muhammed, onlara de ki: «Doğru yol, Allah'ın yoludur. Allah katında hak din islâm'dır. Sana indirilen kitabın içinde her şey açıkça beyan edilmiştir» buyurmuştur. Yahudiler beyinsizliklerini alenen ifade ederek, birbirlerine «size verilenin bir benzerinin de birine verildiğini veya Rabbinizin katında size hüccet gösterecekleri bir şeyi açıklamayın» demişlerdi. Onlar bu ifadeleriyle Tevrat gibi Kur'ân-ı Kerim'in de hak Kitap olduğuna işaret etmişlerdir. Fakat bu gerçeği itiraf etmekten çekinmişlerdir. Şayet itiraf etmiş olsalardı zaten Müslüman olacaklardı. Buna rağmen, Müslümanları kendi saflarına çekmek için, kendilerinin doğru yolda, Müslümanların ise batıl yolda olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah da, onların iddialarını reddederek sevgili habibine şöyle buyurmuştur: «O, dilediğine rahmeti tahsis eder. Allah, en büyük fazl ü inayet sahibidir.» O, rahmete lâyık olanı bilir ve ona rahmetini tahsis eder. Çünkü O, en büyük fazl ü inayet sahibidir. 75 «Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kantarla emanet etsen onu sana öder. Öylesi de vardır ki, bir tek altın emanet etsen tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez. Bu, onların: Ümmîter hakkında bize karşı bir yol yoktur demelerindendir. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemektedirler.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kureyşten bir zat Abdullah ibn Selâm'a iki yüz vakıyye altın emanet bırakmıştı. Daha sonra emanetini isteyince Abdullah olduğu gibi teslim etmişti. Yine Kureyş'ten bir zat Yahudilerden Fenhas ibn Azuraya bir altın emanet etmişti. Bilâhare sahibi emaneti isteyince vermemiş, inkâr etmişti. Allahü teâlâ, bu âyette emaneti muhafaza edenleri medhetmiş, emanete ihanet edenleri ise zemmetmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: «Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kantarla emanet etsen onu bana öder. Öylesi de vardır ki, bir tek altın emanet etsen tepesine dikilmedikçe onu sana ödemez. Onu kendisi için ganimet kabul eder-Nitekim zamanımızdaki Müslümanların çoğu da böyledir. Kendilerine bir şey emanet edildiği zaman ona ihanet ederler. Emaneti olduğu gibi sahibine vermezler. Kendi mallan gibi tasarruf ederler. Ehl-i kitap, bizim dinimizden almayanların malları bize helâldir, tıpkı haraç gibi demişlerdir. Bu suretle başkasının malını kendilerine helâl kılmışlar ve Tevrat'ta da hüküm böyledir, demişlerdi. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylemişlerdir. Çünkü ilâhî kitapların hiçbirinde emanete ihanet mubah kılınmamıştır. Hepsinde yasaklanmıştır. 76 «Hayır, kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki, Allah, sakınanları sever.» Allahü teâlâ, bu hususta onlardan ahd-i misak almış ve «kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphe yok ki, Allah, sakınanları sever» buyurmuştur. Kendilerine bir şey emanet edilenler, emaneti muhafaza hususunda Allah'dan korksunlar. Emanete ihanet ederek başkasına zulmetmesinler. Allah'ın emrine itaat edenleri ve O'ndan sakınanları Allah sever. Bu âyet-i celilede şuna da işaret vardır: Bir mü’min, mü’min kardeşine ihanet ederse îman-ı kâmil sahibi olamaz. İman-ı kâmil sahibi olmadığı gibi, kendini Müslümanlara ihanet eden Yahudilere benzetmiş olur. Çünkü onlar ahdinden dönmüş, emânete ihanet etmişlerdir. Mü’min de emanete ihanet edince ahdinden dönmüş olur. Yüce Allah ahdinden dönenleri asla sevmez. 77 «Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin, İşte onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz. Onlara bakmaz. Onlan temize çıkarmaz. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.» Bu âyet-i celile ahidlerine ve yeminlerine riayet etmeyenlerin, âdî bir menfaat uğruna mukaddesatını feda edenlerin uğrayacakları azabı bildirir. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, bu âyet Abdullah İbni Eşva' ile îmrü'l-Kays hakkında nazil olmuştur: Bunlardan biri diğerinden hak dava etmiş. Dava edilen ise hakkı inkâr etmek için yalan yere andiç-m iştir. And içen hak sahibinin hakkını inkâr etmiştir. Onların yalan yere and içmelerinden dolayı bu âyet inzal olmuştur. Bazılarına göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Yahudi âlimleri ve reisleri bir araya gelerek Peygamberimizin Tevrat'taki sıfatlanın değiştirmişler, insanlardan gizlemişler, buna mukabil bir takım menfaatler elde etmişlerdir. Az bir menfaat karşılığı dinlerini satmışlardır. Bu âyet onlar hakkında nazil olmuştur. Bazılarına göre de bunun nüzul sebebi şudur: Yahudi âlimlerinden bir cemaat Şam'dan kalkarak Müslüman olmak için Medine'ye gelirler. Daha Peygamberimize gelmeden yolda Yahudilerin reislerinden ve azılılarından Kâ'b İbni Eşrefi görürler. Kâ'b, onlara niçin geldiklerini sorar. Onlar, Müslüman olmak için geldiklerini söylerler. Kâ'b, «Muhammed'in gerçek peygamber olduğunu biliyor musunuz?» der. Onlar «Evet, biliyoruz' derler. Kâ'b: «Siz, Müslüman olmakla benim size vereceğim bir çok hediyeden mahrum oldunuz. Şayet Müslüman olmasaydınız, ben size bir çok hediye verecektim» der. Onlar: «Sen biraz sabret. Bize düşünme payı ver, biraz düşünelim» derler. Bir müddet düşündükten sonra «biz yanlış duymuşuz, Tevrat'ta bizim sıfatlarını bulduğumuz Muhammed bu değildir- diyerek yemin ederler. Ve islâm'a girmekten vazgeçerler. Bunun üzerine Kâ'b, onların her birine sekizer arşın (metre) bez ile sekizer ölçek arpa verir. Yüce Allah, bu âyeti onlar hakkında inzal edip, buyurdu ki: «Allah'ın ahdini ve kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin, işte onların âhirette hiç bir nasibleri yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz. Onlara bakmaz.» Allah, onlara rahmet nazanyla bakmaz. Onların günahlarını bağışlamaz, onları elim bir azap ile cezalandırır. 78 «Onlardan bir güruh vardır ki, kitaptan olmadığı halde kitaptan zannedilsin diye dillerini eğip, bükerler. O Allah katından olmadığı halde "Allah katındandır' derler. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.» Yahudilerden bir taife, kitaplarında zikredilen Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarını değiştirmişlerdi. Onunla ilgili kısmı okudukları zaman yanlış okumuşlar, daha da ileri giderek, dinleyenleri şaşırtmak için «o Allah katındandır» demişlerdi. Halbuki okudukları Allah katından değildi. Bile bile Allah'a karşı yalan söylemişlerdi. Söylediklerinin ve okuduklarının yalan olduğunu kendileri çok iyi biliyordu. 79 «Hiçbir beşere yakışmaz ki, Allah kendisine kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de sonra o, İnsanlara, Allah'ı bırakıp da, bana kul olun desin. Fakat, Kitabı okuyup öğrettiğinize göre Rabb'e kul olun demek yaraşır.» «Allahü teâlâ'nın, kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği mümtaz simalardan hiç biri insanlara, Allah'ı bırakın da bana kul olun ve bana ibadet edin dememiştir. Çünkü onlar insanların en seçkinleridir.» Bazılarına göre bu âyetin, nüzul sebebi şudur: Yahudi ve Hıristiyanlar Hazret-i İbrahim'in kendilerinden olduğunu söylemişlerdi. Bu yüzden aralarında münakaşa çıkmış ve her iki grup da İbrahim (aleyhisselâm)'i kendilerinden kabul etmişlerdi. Aralarında anlaşamayınca Peygamberimizi hakem tayin etmişler ve gelip durumu kendisine bildirmişlerdi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onlara «sizin hiç biriniz ibrahim (aleyhisselâm)'den değilsiniz. Çünkü siz Allah'a eş tutuyorsunuz» demiştir (Müslim). Buna kızan Yahudi ve Hıristiyanlar «sen, bizim senden başkasını dost edinmemizi istemiyorsun» demişlerdi. Halbuki Peygamberimiz, onların Allah'a îman etmesini istiyordu. Fakat onlar bunu hazmedemiyorlardı. Yüce Allah bu âyeti inzal ederek «hiç bir beşer yoktur ki, Allah kendisine Kur'an versin, onda haramı - helali bildirsin ve kendisine peygamberlik de versin, sonra o, insanlara «Allah'ı bırakın da, bana kulluk edin» desin.- Bu mümkün değildir. Fakat insanları hakka davet etmek, onların görevidir. Peygamberlerin hepsi bu görevi yapmış ve insanları Allah'a kul olmaya davet etmişlerdir. Peygamberler, insanlara hakkı tebliğ ederken, onların âlim, fakih, Allah'a ibadet edicilerden olmalarını da istemişler. Âlim, bildiği ile amel edendir. Bildiği ile amel etmeyen âlim değildir. İlmiyle menfaat temin edip, ameli terk edenler Allah katında en büyük cezaya uğrayacaklardır. Haktan ayrılıp menfaat karşılığı fetva verenler çok elim bir azaba uğrayacaklardır. Cahil bilmediği için ameli terk etmiştir. Âlim bildiği halde amel etmemiştir. Elbette âlimin mes'ûliyeti cahilinkinden çok fazladır. Amelsiz ve takvasız ilimle Allah'a yaklaşılsaydı, şeytanın herkesden çok Allah'a yakın olması gerekirdi. Çünkü o herkesten daha bilgiliydi. Bildiği ile amel etmek ve takva sahibi olmak en büyük ilimdir. Hakikî ilim ise Allah'ı bilmektir. 80 «Size melekleri ve peygamberleri Rab olarak benimsemenizi de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra, size küfretmenizi mi emredecek?» Allahü teâlâ peygamberleri, insanlara Allah'ın emirlerini bildirmek için göndermiştir. Onlar, insanları Allah'a ibadet ve itaate davet ederek hak dine çağırmışlardır. Peygamberlerden hiçbiri insanların, melekleri ve peygamberleri Rab olarak kabul etmesini istememişlerdir. Çünkü bu tevhid akidesine muhaliftir. Peygamberler tevhid akidesine muhalif hiçbir şeyi emretmezler. 81 «Hani Allah, peygamberlerden ahid almıştı: Yemin olsun ki, size kitabı, hikmeti verdim. Sizde olanı tasdik edici bir peygamber gelecek. Mutlaka ona inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da: ikrar ettik demişlerdi. Allah da: Şahîd olun, ben de sizinle beraber sahicilerdenim, demişti.» Allahü teâlâ, peygamberlerinden kuvvetli ve sağlam ahidler almıştı. Bu ahde bizzat kendisi şahidlik ettiği gibi, peygamberlerden de şahidler tutmuştu. Ve onlara: «Bu ahd ü misakı kabul edip, Allah'ın bu ağır yükünü omuzlayacak mısınız?» Onlar bu ahd ü misakı «kabul ettik» dediler. Bu emir bütün peygamberlere şamildir. Peygamberlere indirilen kitaplarda Hazret-i Peygamberin sıfatları belirtilmiştir. Âyette «sizde olanı tasdik edici bir peygamber gelecek- buyurulmustur. Gelecek olan peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) 'dir. Daha gönderilmeden onun peygamberliğini tasdik etmeleri hulusun da Yüce Allah bütün peygamberlerden ve ümmetlerinden kuvvetli ve sağlam ahidler almıştı. Ve onlara: -«Mutlaka ona inanacak ve mutlaka ona yardım edeceksiniz» buyurmuştur. Onlar da ahidlerinde duracaklarını bildirmişlerdi de, Allahü teâlâ: «Şahid olun. Ben de, sizinle beraber şahidlerdenim» demişti. Yüce Allah ahidleşenlerîn kimini kimine şahid tutmuştur. Allahü teâlâ'nın şahidliği, peygamberlerine çeşitli mucizeler vermesidir. Yukarda da belirtildiği gibi Yüce Allah her peygambere, peygamberliğini isbat için çeşitli mucizeler vermiştir. Onların mucizeleri karşısında insanlar âciz kalmıştır. 82 «Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar fâsıklardandır.» Ahdini bozanlar, îmandan yüz çevirenler fasıkların tâ kendisidir. Onlar Allah'a verdikleri sözden dönmüşlerdir. O'nun dinini bırakıp, başka bir din aramışlardır. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Kâ'b İbni Eşref ile yandaşları Hazret-i ibrahim hakkında münakaşa etmişlerdi. Hangisinin haklı olduğunu öğrenmek için de Peygamberimize gelip müracaat etmişlerdi. Peygamberimiz de «hiç biriniz İbrahim'in dini üzere değilsiniz. Çünkü siz inkarcılardansınız' demiştir. Onlar da «biz, senin hükmüne razı değiliz ve senin dinine de inanmıyoruz» cevabını vermişlerdir. Bunun üzerine Yüce Allah da bu âyeti inzal ederek: «Onlar, Allah’ın dinini bırakıp da, başka bir din mi arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez O'na teslim olmuştur.» Yerde ve göktekilerin hepsi Yüce Allah'ın emirlerine mutî olmuşlardır. Kimse O'nun hükmünün dışına çıkamaz. İmam-ı Mücahid'e göre, Müslüman Allah'a gönülden secde ederek teslim olur. Kâfir ise istemeyerek Allah'a teslim olur. Ona yerleri ve gökleri kim yarattı, diye sorulduğu zaman, ister istemez Allah yarattı, diyecektir. 83 «Yoksa Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez O'na teslim olmuştur. Nihayet O'na döndürülüp götürüleceksiniz.» Bazılarına göre, gök ehli meleklerdir. Melekler Allah'ın bütün hükümlerine mutidirler. Yer ehli ise, insanlardır. İnsanlardan mü'min olanlar kendi arzularıyla Allah'ın emirlerine boyun eğmişlerdir. Kâfirler ise, «halikımız Allah'tır» derler. Fakat Allah'ın dinini kabul etmedikleri için, O'nun emirlerine tâbi olmazlar. Yine küfürlerine devam ederler. Putlara taparlar da, onun âciz olduğunu hiçbir şeye gücü yetmediğini, her şeyi var edenin Allah olduğunu söylerler. Bu noktada Allah'a teslim oluyorlar da, O'nun emirlerini kabul etmiyorlar. Allahü teâlâ da, onlar için: «Bunlar İslâm'dan başka din mi arıyorlar?» buyurmuştur. Nihayet onlar Allah'a döndürülüp götürüleceklerdir. 84 «De ki; Allah'a îman ettik. Bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve oğullarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Hableri tarafından verilenlere de îman ettik. Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz. Biz, O'na teslim olanlarız.» Allahü teâlâ, onların durumunu zikrettikten sonra, sevgili habibine hitap ederek buyuruyor ki: «Yâ Muhammed, îman edenler, iman etmeyenlere: Biz Allah'a iman ettik. Bize indirilen- Kur'an'a, ibrahim'e, İsmail'e, Ishak'a, Ya'kub'a, oğullarına, Musa'ya, İsa'ya ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere de îman ettik. Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmeyiz. Birini diğerinden asla ayırmayız' desinler. Müslümanlar peygamberler arasında bir ayırım yapmamışlardır. Zira ayırım yapmak îmana muhaliftir. 85 «Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul olunmaz. Ve o, âhirette en büyük zarara uğrayanlardandır.» Bu âyet-i celile: Mukays ibn Dabâbe, Haris ibn Süveyd ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Âyet her ne kadar bunlar hakkında nazil olmuşsa da, hükmü umûmîdir. Bunlar islâm'ı beğenmeyerek, kendilerine yeni bir din aramışlar, mensup oldukları dinin İslâm'dan daha üstün olduğunu söylemişlerdi. Bu zihniyetti olanlar için, Yüce Allah şöyle buyuruyor; «Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette en büyük zarara uğrayanlardandır.» Yukarıda da belirtildiği gibi, Allah katında makbul din İslâm'dır. Kim bundan başka bir dine tevessül ederse, o din Allah katında asla makbul değildir. 86 «İman ettikten, peygamberin hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, küfre sapan bir kavmi Allah nasıl hidayete eriştirir? Allah, zalimler güruhunu hidayete götürmez.» Allah'a ve Resûlü'ne îman edip, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, bu hakikatleri görüp, inkâr eden bir kavmi Allah nasıl hidayete eriştirir? Allah'ın rahmetinden ümit kesilmez. Yüce Allah dilediğini hidayete erdirir. Fakat âyette bahsedilen zümre Allah ve Resûlü'ne îman edip, hakikati gördükten sonra, inkâr ederek kâfir olanlardır. Onlar îmandan dönmekle kendilerine zulmetmişlerdir. Allahü teâlâ, îmandan dönmek suretiyle kendi nefislerine zulmedenleri hidayete erdirmez. Ancak küfürlerinden vazgeçerin, günahlarına tevbe - istiğfar ederlerse Allah o zaman, onları hidayete erdirir. Soru: Bu âyette Allahü teâlâ, îmandan sonra küfre dönenleri zalimleri hidayete erdirmez buyurmaktadır. Halbuki bir çok mürted ve zalim İslâm'ı kabul ettikten sonra Allahü teâlâ onlara hidayet etmiştir. Bundaki hikmet nedir? Cevap: Kâfir küfründen, zalim de zulmünden vazgeçmedikçe Yüce Allah onları hidayete erdirmez. Ancak kâfir küfründen, zalim de zulmünden vazgeçip, tevbe-istiğfar ederse Yüce Allah onlara hidayet eder. Bunların hidayete ermeleri kendi ellerindedir. Çünkü Allahü teâlâ peygamberler vasıtasıyla kısanlara hak ile batılı bildirmiş onları kendi iradeleriyle haşhaşa bırakmıştır. Dileyen hidayeti dileyendalâleti seçer. Hidayeti arzu edeni Yüce Allah hidayete Arzu etmeyeni de hidayete erdirmez. 87 «İşte bunların cezası Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin lanetine uğramalarıdır.» 88 «Ebediyyen onun içindedirler. Onlardan azap hafifletilmez. Onlara rahmet nazarıyla bakılmaz.» 89 «Ancak bunun ardından tevbe edip, düzelenler müstesnadır. Doğrusu Allah gafurdur, rahimdir.» İslâm'ı kabul ettikten sonra, tekrar küfre dönenlerin cezası Allah'ın lanetine uğrayarak rahmetinden kovulmalarıdır. Allah'ın lanetine uğrayanlar meleklerin ve insanların da lanetine uğramışlardır. Zira Allah'ın sevmediğini hiç bir mahlûkat sevmez. Eğer bir kimse, birine lanet eder de, lanet edilen ona müstehak değilse, o lanet kâfirlerin üzerine döner. Müslüman olmayana lanet etmek caizdir. Müslümanın Müslümana lanet etmesi asla caiz değildir. Şayet Müslüman, din kardeşine lanet ederse, kıyamet günü o, bütün mah-Iûkatın lanetine uğrar. Din kardeşine lanet etmek o kadar tehlikelidir. Müslümanların buna çok dikkat etmesi gerekir. Allah'ın ve, diğer mahlûkatın lanetine uğrayanlar ebedi olarak azapta kalıcıdırlar. Onlardan Allah'ın azabı asla hafifletilmez. Çünkü azabı hafifletecek olan Allah'dır. O'nun lanetine uğrayanlar elbette rahmetinden kovulmuşlardır. Rahmetinden kovulanlar ebedi azabında kalacak olanlardır. Yukarıda da işaret edildiği gibi, küfür ve zulümlerinden vazgeçip, ihlâsla tevbe ederler ve amel-i salih işlerlerse Yüce Allah onların günahlarını bağışlar. Onları hidayete erdirir. Allah, gafur ve rahimdir, günahlarından tevbe edenleri esirger ve bağışlar. 90 «îman ettikten sonra küfredip de, küfürleri artanlar var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ kendileridir.» Bu âyetin nüzul sebebi şudur; Bazı kimseler İslâm'ı kabul ettikten sonra tekrar küfre dönmüşlerdi. Haris de bunlardan biriydi. Kız kardeşi, Hâris'e bir mektup yazarak, Allah tövbelerinizi kabul edecek, gelin tevbe edin, demişti. Bu haber Mekke'de yayılınca, onlar daha da şımararak şöyle demişler: «Muhammed ne söylerse söylesin. Biz onun ölümüne kadar burada kalacağız. Şayet gönlümüz îman etmek isterse îman ederiz. Biz ne zaman iman edersek tevbemiz kabul olacak. Çünkü Hâris'in kardeşi tevbemizin kabul olacağım söylemiştir- demişlerdi. Yüce Allah, onların batıl iddialarını reddederek: «iman ettikten sonra küfredip, küfürlerini artıranlar var ya, onların tevbeleri kabul edilmeyecektir» buyurmuştur. Zira onlar daima küfür içindedirler. Onların bütün işleri ve hareketleri küfürlerini artırmaktır. Bu balamdan onlar tevbe etseler bile tevbeleri kabul olmayacaktır. Çünkü onlar ihlâsla, samimiyetle tevbe etmezler. İhlâsla yapılmayan tevbe de Allah indinde makbul değildir. 91 «Doğrusu küfredip de, kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yer yüzünü dolduracak kadar fidye verseler bile kabul edilmeyecektir. İşte onlar için eüm bir azap vardır. Onların hiç bir yardımcıları da yoktur.» İmandan sonra tekrar küfre dönmeleri kendilerini helak etmiştir. İmansız olarak ölenler, Allah'ın azabından kurtulmak için yer yüzünü dolduracak kadar fidye verseler bile, o fidyeleri asla kabul edilmeyecektir. İman olmadıkça dünyada yaptıkları iyilik kat'iyetle kendilerine fayda vermeyecektir. Onlar için çok elim bir azap vardır. Onları Allah'ın azabmdan kurtaracak bir yardımcıları da yoktur. Müslüman bundan ibret alarak îmanını tehlikeye düşürecek her şeyden kaçınmalıdır. Çünkü imansız amelin hiç faydası yoktur. Hatta o amel dünya kadar bile olsa bir fayda vermesi söz konusu değildir. Bu âyet, kıyamet günü imansız hiç bir şeyin fayda vermeyeceğine işaret etmektedir. Eğer iman ve amel-i salih olmazsa, Allah katında hiç bir şey fayda vermez. Bu âyetlerde imandan başka hiç bir şeyin fayda vermeyeceğini Yüce Allah bildirmektedir. Mü’min, bundan ders alarak dinin ahkâmını tam manasıyla yapmalı, boş yere ömrünü geçirmemeli, salih amele devam ederek ölmeden önce kendisine saadet kapılarını açmalıdır. 92 «Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz şüphesiz ki, Allah onu bilir.» Bu âyet-i kerîme, mü’minlere Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsanına mazhar olmanın yollarını gösterir. Allah yolunda sevdiklerinizden vermedikçe iyiliğe kavuşamazsınız. Allah yolunda infak etmek, O'nun rahmetine kavuşmak için bir vesiledir. Allah katında sevapların en büyüğü yapılan tasadduktur. Mal canın yongasıdır. Onun bir kısmını Allah rızası için vermek herkesin işi değildir. Nefsin baskısından kurtulup onu Allah yolunda harcamak büyük fedakârlık ister. Onun için Yüce Allah «sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz» buyurmuştur. İnfakın birincisi zekâttır. Zekâtını vermeyen mü’min Allah'ın «zekâtınızı veriniz» emrini çiğnemiş olur. Allah'ın emirlerini çiğneyenler ise, asla iyiliğe erişemezler. Zekâtlarını vermeyenler âhiret saadetinden de mahrum olurlar. Zekât, sahibini cimrilikten ve mala mahkûmiyetten kurtararak, Allah sevgisini kazandırır. Zekâtlarını vermeyenler mala köle olmaktan ve Allah'ın azabını kazanmaktan başka bir şey elde edemezler. Allah yolunda gizli-âşikâr yapılan infakların hepsini O bilir. Ona göre dünyevi ve uhrevi mükâfatını verir. Bunun için sahabe-i kiram infak hususunda yarış etmişlerdir. Ömer ibn Abdülâziz deve yükleri ile şeker alarak halka tasadduk ederdi. «Şeker yerine parasını niçin tasadduk etmiyorsunuz?» diye sorulduğunda, «Şekeri çok seviyorum da, onun için tasadduk ediyorum» cevabını verirdi. Çünkü âyette: -Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz» buyurulmuştur. Abdülâziz de bunu kendisine şiar edinmişti. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) güzel bir cariye satın almıştı. Cariye, dürüst, ahlâklı olduğu için Hazret-i Ömer çok sevmişti. Bir müddet sonra da cariyeyi âzâd etmişti. Bu hareketinin sebebi sorulduğunda, -İnsanlar sevdiklerinden Allah yolunda infak etmedikçe arzu ettiklerine kavuşamazlar» demişti. Evet insanlar Allah yolunda sevdiklerinden tasadduk etmedikçe, sevdiklerine kavuşamazlar. Hazret-i Âişe (radıyallahü anh)'nin yaldızlı bir Kur'ân'ı bulunuyordu. Onun yazısı ve yaldızı çok hoşuna gidiyordu. Bu âyete gelince durur ve hemen Kur'ân-ı Kerîm'i sattırır, parasını tasadduk eder. Harun Reşid'in hanımı otuz bin altın vererek bir Kur'ân-ı Kerim yazdırır. Kur'ân'i eline aldığı zaman çok hoşuna gider, içini açınca ilk önce bu âyeti görür ve hemen Kur'ân'ı sattırır, parasını fakirlere tasadduk eder. Niçin böyle yaptığı sorulduğunda, şu anda benim için bundan daha kıymetli ve sevimli bir şey olmadığından böyle yaptım, der. Görülüyor ki, bu âyetin önemini anlayanlar sevdikleri şeyleri derhal Allah rızası için tasadduk etmişlerdir. Onlar fani olan şeylerle, ebedi olanı kazanmışlardır. Çünkü dünyadakilerin hepsi fani, âhirettekilerin hepsi bakidir. Mü’min bundan ibret alarak fani şeylerin esiri olmamalıdır. Dünya için âhiretinl yıkmamalıdır. İnfak: Allah rızası için verilen sadaka ve zekât bir infaktır. Bir hayır müessesesini idame ettirmek için yapılan yardım bir infaktır. İslâm'ı müdafaa etmek için savaşmak bedeni bir infaktır. Allah rızası için, insanlara kavli ve fiili yardımda bulunmak bir infaktır. Müslümanın ihtiyacını karşılamak bir infaktır. Müslüman, kudreti nisbetinde infakta bulunmadıkça iyiliğe erişmiş olamaz. Müslüman, Allah rızası için tasadduk etmeyi kendine şiar edinmelidir. 93 «Tevrat inmeden evvel İsrailoğullarının kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyecekler onlara helâl idi. De ki: Eğer sadıklardan iseniz haydi Tevrat'ı getirin de okuyun.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yâkup (aleyhisselâm) bir gün Beyt-i Mukaddes'e giderken yolda insan şekline girmiş bir melekle karşılaşır. Onu hırsız zannederek münakaşaya tutuşurlar. Münakaşa esnasında melek, Yâkub (aleyhisselâm) 'un ayağını incitir, Yâkub (aleyhisselâm) bundan çok ıztırap duyar. Ve 'Eger ayağımdaki arıza giderse sevdiğim taamları yemeyeceğim' diye nezreder. Onun sevdiği taamlar deve eti ile deve sütü idi. Bilâhare ayağındaki arıza gider ve nezrettiklerini yemez. Bunlar Allah'ın kendisine haram kıldığı şeyler değildir, bizzat kendisinin kendi nefsine haram kıldığı şeylerdir. Yâkub (aleyhisselâm)'un bu durumunu bilen Yahudiler «bunları Yâkub kendisine haram kılmadı. Bizzat Allah haram kıldı. Tevrat'ta da haram olduğuna dair hüküm vardır» demişlerdir. Kendilerine de deve eti ile deve sütünü haram kılmışlardı. Yüce Allah onların yalanlarını reddederek söyle buyurmuştur: «Tevrat inmeden evvel İsrailoğullarının kendi nefislerine haram kıldığından başka bütün yiyecekler onlara helâl idi.» Ancak bütün dinlerde olduğu gibi kan, boğazlanmadan ölen hayvan eti ve domuz eti haram kılınmıştır, İsrailoğullarının kendilerine haram kıldığı şeyler Tevratta haram kılınmamıştır. Allahü teâlâ onların iddialarını reddederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, onlara de ki: Eğer sözünüzde doğru iseniz haydi Tevrat'ı getirin de okuyun, deve sütünün ve etinin onda haram olup olmadığını görerelim.» Peygamberden bu sözleri duyan Yahudiler kitaplarını getiremeyince «Nûh zamanından beri haram kılındı» demişlerdir. İmam-ı Züccac şöyle demiştir: Bu âyet-i celile Hazret-i Muhammed'in risaletine delâlet eder. Çünkü Peygamberimiz Yahudilerin kitabında bulunmayan şeyleri kendilerine açıkça beyan etmiştir. Onlar hakikatleri gizlemeye çalışsalar bile gerçeği kendilerine olduğu gibi söylemiştir. Yahudilere «kitabınızı getirin» dediği zaman onlar kitaplarını getirememiştir. Çünkü onların söylediği Tevrat'ta yoktur. Zira onlar, Resûlüllah’ın vahiy ile konuştuğunu biliyorlardı. Buna rağmen yine de hakkı gizlemeye çalışıyorlardı. 94 «Bundan sonra kim Allah'a karşı yalan isnad ederse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.» Bu hakikatler açığa çıktıktan sonra, kitapta olmadığı halde «kitapta böyledir» diyerek Allah'a karşı yalan isnad edenler zâlimlerin tâ kendileridir. Kendi nefislerine zulmedenler elbette Allah'ın azabına müstehak olacaklardır. 95 «De ki: Allah doğru buyurmuştur. O halde İslâm'a yönelerek İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi.» Yâ Muhammed, iman etmeyenlere de ki: «Allah doğru buyurmuştur. O halde islâm'a girerek İbrahim'in dinine uyun.» Ehl-i kitap, kendilerinin Hazret-i İbrahim'in dini üzere olduğunu söylüyorlardı. Yüce Allah da, onlara «O halde İslâm'a girerek İbrahim'in dinine uyun» buyurmuştur. Zira İbrahim (aleyhisselâm) müşriklerden değildi. O hanif dini üzereydi. Yukarıda da belirtildiği gibi bütün peygamberlerin getirdiği dinin ismi İslâm'dır. Bu bakımdan Yüce Allah: «İslâm'a girerek ibrahim'in dinine uyun» buyurmuştur. Zamanımızda da, ilim adamı kisvesine bürünen bazı zavallılar makam, mevki ve şöhret kazanmak için Allah'ın kitabında olmayanları var göstererek yalan-yanlış fetva verme cür'etinde bulunmuşlar, Allah'ın âyetlerini kendilerine göre te'vil etmişlerdir. Vay onların haline, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onlar Allah'a karşı yalan isnat ederler. Tıpkı Yahudilerin ettiği gibi. Allah'a karşı yulan isnat edenden daha kötü kim olabilir?. 96 «Doğrusu insanlar için kurulan ilk ev Mekke'deki o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet olan Kâ'bedir.» Kâinatın sahibi ve Halikı olan Yüce Allah'a, yer yüzünde insanların ibadet etmeleri için Hazret-i İbrahim tarafından kurulan ilk ev Kabe'dir. O çok mübarek ve bütün âlemler için hidayet kaynacıdır. Orası Allah'ın evidir. Bereketi çok olup, günahların bağışlanacağı yerdir. Ona ikram ve hürmet Allah'a ve Resulüne hürmettir. Ona itaatsizlik, Allah'a ve Resûlü'ne itaatsizliktir. Bir rivayete göre, Kâ'be-i Muazzama, yer ile göğün yaratıldığı sırada su üstünde, melekler tarafından bir beyaz köpük halinde vuruda getirilmiştir. Yer daha sonra bunun altında teşekkül etmiştir. Adem (aleyhisselâm) cennetten yeryüzüne indirilince melekler kendisine 'Bu Beyt-i Muazzama'yi tavaf et. Biz bunu senden iki bin yıl önce tavaf ettik' demişlerdir. Bu mübarek Beyt Hazret-i İbrahim ile oğlu İsmail tarafından inşa edilmiştir. Bütün müminlerin kıblegâhı olup, her tarafına doğru namaz kılınır. Hazret-i İbrahim'den beri insanların ziyaretgâhı olmuştur. Kuşlar onun üzerinden asla uçmazlar, ona tazim için etrafında dolaşırlar. Bu âyet ona tazim ve hürmeti isbat için indirilmiştir. Imam-ı Kelbi şöyle der: «Beytullah ilk önce Âdem (aleyhisselâm) tarafından inşa edilmiştir. Halk Nüh (aleyhisselâm) zamanına kadar onu kıblegâh edinmiştir. Nûh tufanında Allahü teâlâ onu meleklere altıncı kat semaya kaldırtmıştır. Şimdi orası Beytü'l-Mâmur olarak bilinmekte olup günde yetmiş bin melek tarafından tavaf edilir. Tavaf edenlere bir daha kıyamete kadar sıra gelmez.» 97 «Orada apaçık alâmetlerle, İbrahim'in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin Kâbe'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır: Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlerden müstağnidir.» Orada mü’minler için apaçık alâmetler vardır. Hacerül-Esved ve Hazret-i ibrahim'in makamı gibi. Beytullah'a girenler her şeyden emin olurlar. Hâlis niyetle Allah'ın evine girenler elbette O'nun azabından emin olurlar. Ona gitmek için yol bulabilen herkesin Kabe'yi haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Haccın farziyyetini inkâr edenler kâfir olur. İslâm'ın beş şartından biri olan hac ibadeti, durumu yerinde olan mü’minlere farz kılınmış olup, insanlar üzerinde Allah'ın hakkıdır. Durumu yerinde olup da, hac etmeyenler Allah 'in hakkım çiğnemiş olurlar. Unutulmamalıdır ki, bu ibadetin terk edilmesinin mes'uliyeti çok ağırdır. Buna mukabil Allah rızası için haccedenlerin, kul hakkı haricindeki bütün günahlarının bağışlanacağını sevgili Peygamberimiz müjdelemektedir. Bu ne büyük müjdedir. Mü’min bunun üzerinde çok düşünmelidir. Nitekim Hazret-i Ali şöyle rivayet etmiştir: -Peygamberimiz bir gün hutbe okurken şöyle dedi: «Ey insanlar Yüce Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı. Hacca gidecek durumda olup da, gitmeyenlerin hali Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi gibidir. Çünkü onlar Allah'ın evini hafife almışlardır. Hacca gidecak durumda olup da, gitmeyenler Allah'ın hakkını çiğnedikleri gibi, bu ibadeti de hafife almışlardır. Bu bakımdan onlara benzemektedirler. Ancak hacca gidemeyecek durumda olanlar, hastalar ve oraya gitmek için yol bulamayanlar müstesnadır. Onlar için bir vebal yoktur. Böyle bir özür söz konusu olmadan gitmeyenler, benim şefaatimden mahrum ulurlar. Onlar benim kevserimden de içemezler.» Resûlüllah'ın bu sözüne dikkat et. Onun şefaatinden mahrum olmamak istiyorsan hac ibadetini terk etme. Dünya malına tamah edip Resûlüllah'ın şefaatinden mahrum olma. Sana malı verene karşı'cimrilik yapma, emrine itaat et, rahmetine nail ol. Cennetin de, cehennemin de burada kazanıldığını unutma. 98 «De ki: Ey ehl-i kitap, Allah ne yaptığınıza hakkıyla şahid iken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?» Yâ Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlara söyle, Yüce Allah onların yaptıkları her şeyi bilir. Böyle iken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar? Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, çok elim bir azaba uğrayarak cezalarını göreceklerdir. Yahudi ve Hıristiyanlar Allah'ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. 99 «De ki: Ey ehl-i kitap, siz doğru olduğuna şahit iken - Allah yolunu eğri göstermeye yeltenerek- İman edenleri niçin Allah yolundan çeviriyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.» Allahü teâlâ da, onlara: «Ey ehl-i kitap Müslümanların doğru yolda olduklarına sizler şahid iken Allah yolunu onlara eğri göstermeye yeltenerek, niçin îman edenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorsunuz? Yüce Allah, onların durumlarını ve Müslümanlar için ne yapmak istediklerini çok iyi biliyordu. Bundan dolayı ehl-i kitaba hitap ederek -niçin iman edenleri Allah yolundan alıkoymaya çalışıyorsunuz?» buyurmuştur. Her zaman olduğu gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar, islâm'ın bidayetinde de Müslümanları inançlarından ve ibadetlerinden alıkoymaya çalışmışlardır. Onların işi Müslümanları inançlarından alıkoymaktır. Şayet bunu yapabilirlerse emellerine kavuşmuş olacaklar ve Müslümanları istedikleri gibi idare edeceklerdir, islâm'ın bidayetinde niyetleri Müslümanlığı yok etmek olduğu gibi, 'bu gün de niyetleri aynıdır. Bunun için Yüce Allah, yukardaki âyetlerde ehl-i kitabı zikrederek, onların, îman ehlini Allah yolundan alıkoymaya çalıştıklarını bildiriyor ve mü’minleri, onların tuzaklarına düşmemeleri için ikaz ediyor. Mü’min, ilâhi tenbihatın ışığı altında onların tuzaklarına düşmeyecektir. Hele içinde bulunduğumuz devirde dostunu -düşmanını çok iyi bilecektir. Aksi takdirde - Allah, korusun - îmanını bile kurtaramaz. Allahü teâlâ kullarının yaptıklarından asla gafil değildir. Âyetlerini inkâr edenlerin cezasını, iman edip amel-i salih işleyenlerin de mükâfatını eksiksiz olarak verecektir. 100 «Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, İmanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.» Yüce Allah bu âyette îman edenleri ikaz ederek şöyle buyuruyor; -Ey îman edenler, eğer kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, îmanınızdan sonra sizi çevirirler de kafir yaparlar.» Yukarıda da belirtildiği gibi, Allah'a îman etmeyenlerin görevi Müslümanları çeşitli yollarla Allah'a imandan alıkoymaktır. Ehl-i kitabın her devirde Müslümanlara aynı oyunu oynayacağını Allahü teâlâ biliyor ve «herhangi bir zümreye uyarsanız, îmanınızdan sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar» buyuruyor. Demek oluyor ki, Müslümanlar için onların hepsi tehlikedir. İslâmın dışında bulunan ehl-i kitap ve diğerleri islâm'ı yıkma noktasında birleşmektedirler. 101 «Allah'ın âyetleri size okunur, aranızda peygamberi bulunurken nasıl küfredersiniz? Kim Allah'a sımsıkı sarılırca muhakkak doğru bir yola iletilmiştir.» Münafıklardan bazıları Yahudilerin yaldızlı sözlerine aldanarak îmandan sonra tekrar küfre dönmüşlerdir. Allahü teâlâ, mü’minleri bu âyetleriyle uyararak münafıkların durumuna düşmemelerini emrediyor. Ve onlara şöyle hitap ediyor: «Allah'ın vahdaniyetine ve Resûlüllah'ın risaletine delâlet eden hükümler size okunur ve aranızda da Allah'ın peygamberi bulunurken nasıl küfredersiniz? ' Yani bunları görüp dururken nasıl olur da inkâr edersiniz? Her varlık Allah'ın birliğini îsbat ederken, insanlık Hazret-i Muhammed'in son peygamber olduğunu tereddütsüz söylerken ve beşeriyet Kur'ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu haykırırken nasıl olur da, bunları inkâr edersiniz? Akl-ı selim sahiplerinin bunları inkâr etmesi mümkün değildir. İmam-ı Züccac'a göre, bu hitap sahabe-i kiramadır. Çünkü Peygamber onların arasında idi. Onu her gün ve her an görüyorlardı. Fakat bu hitap aym zamanda bütün ümmet-i Muhammed'i de içine alır. Zira aramızda her ne kadar peygamber yoksa da, onun getirmiş olduğu şeriat vardır. Her zaman ve her an Kur'ân-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri içimizdedir. Onları görüyor ve hükmüyle amel ediyoruz. Bunların olması Peygamberimizin aramızda olmam gibidir. Kim Allah'ın emirlerine sımsıkı unlıraa muhakkak doğru bir yola iletilmiş olur. Sapık yoldan kurtulur, hidayet yoluna girer. Hakka sarılmak insanı hidayete, haktan ayrılmak ise dalâlete götürür. Kur'an'a ve Peygamber'in sünnetine sarılanlar ve onların hükmüyle amel edenler Allah'a sımsıkı sarılmış olurlar. Allah'a sarılanlar korktuklarından emin, arzu ettiklerine nail olurlar. Allah'a sarılmak ancak emirlerini yerine getirmekle olur. 102 «Ey îman edenler, Allah'dan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Ve herhalde Müslüman olarak can verin.» Ey îman edenler, Allah'ın emirlerine itaat ederek, yasaklarından kaçınarak azabından korkun. Ona itaat ederek mağfiretini talep edin. Emirlerine sarılın, yasaklarından kaçının. Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Ona asla âsi olmayın. Size verdiği bunca nimetlerine karşı şükredin. Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük etmeyin. Daima Yüce Allah'ı zikredin ve bir an bile O'nun zikrinden geri kalmayın. Bu veçhile Allah'a itaat mü’minlere zor gelmiştir. Zira beşer gafletten hâli olamaz, biz hakkıyla Allah'a itaat edemezsek, O'na âsi olur, azabına müstehak oluruz korkusu ile Sahabe-i kiram endişeye düşmüştür. Allahü teâlâ onların endişelerini gidermek için «gücünüz nisbetinde itaat edin» buyurmuştur. Zira Yüce Allah kullarına tehammül edemeyeceği yükü yüklemez. Ancak güçleri nisbetinde onlara yükümlülük verir. Onları güçlerinin yetmediği şeylerden mes'ul tutmaz. Bu âyet, yukarda geçen âyetin hükmünü neshetmiştir. Bazı tefsircilere göre ise, bu âyet yukarda geçen âyeti neshetmemiştir. Zira Allahü teâlâ kullarının takat getiremeyeceği bir yükü onlara yüklemez. Âyette geçen «Allah'tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun» emri, her an Allah'a itaat edin demektir. Sahabe-i kiram Allah'a hakkıyla itaat edemeyiz, gaflete düşeriz de Yüce Allah'a âsi oluruz korkusu ile endişeye düşmüşlerdir. Allahü teâlâ, kullarının takati nisbetinde itaati emretmiştir. Birinci âyetteki itaat emri sahabeye ağır geldiği için ikinci âyet ile hafifletilmiştir. Bütün bunlar Allah'ın kullarına lûtfudur. Bu lütuf ve nimetler karşısında kulun da görevi Allah'a itaattir. Ey iman ehli, şu fani hayattan ebedî hayata göç ederken Müslüman olarak göçün. Allah'ın mü’min kullarına olan sevgisine bakın, Allah, ebedi hayata göçerken mü’min kullarının insan-ı kâmil ile göçmelerini arzu ediyor. Her Müslümanın en büyük arzusu Rabbine giderken imanlı gitmektir. Öyle ise imana gölge düşürecek her şeyden Müslümanın kaçınması gerekir. Tarifi imkânsız olan en büyük nimet mü’minler için Mevlâsı'na îman ile kavuşmaktır. Zira âhiret nimetlerinin hepsi buna bağlıdır. 103 «Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allahın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı. Ve O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz, bir ateş uçurumunun tam kenarında iken sizi oradan O kurtardı. Doğru yola ensesiniz diye. İşte Allah âyetlerini size böylece açıklar.» Bu ilâhî hitap Müslümanlaradır. Hepiniz Allah'ın dinine sımsıkı sarılın. Kur'ân'ın ve sünnetin buyruklarına uyun. Yardımı Allah'tan talep edin. Ondan başkasından yardım ve me'ûnet beklemeyin. Kur'ân’ın hükmünden ve Peygamberin yolundan ayrılmayın Bu kardeşlik, takva ve İslâm şuurundan doğan bir kardeşliktir. Bu kardeşliğin esası Allah'ın ipine, yani kelâmına, nizamına ve dinine sarılmaktır. Yoksa başka mefkureler etrafında toplanmak değildir. Bazı ilim erbabı şöyle demişlerdir: «Bu dünya bir kuyu gibidir. Bu kuyunun içinde yılanlar, akrepler ve zehirli ejderhalar vardır, içine düşen insanlar kurtulmak için sağlam bir ip arıyorlar. O ipe tutunsunlar ve kuyudan çıksınlar da, onların da şerrinden kurtulmuş olsunlar. Dünya da böyle bir kuyu gibidir. Çeşitli mihnetler, âfetler, musibetler hep onun içindedir. Hele zamanımızda hiç rahatlık yoktur. Mihneti ve musibeti çoğalmıştır. Bunun şerrinden kurtulmak için Yüce Allah kullarına Kur'ân gibi sağlam bir ip göndermiştir. Onun hükümlerine sımsıkı sarılsınlar da dünyanın mihnet ve meşakkatinden kurtulsunlar.- islâm'ı kabul edip, Kur'ân'a sarılanlar, iki cihanın, mihnet ve meşakkatinden kurtulurlar. Yüce Allah, mü’minlere «Yahudi ve Hıristiyanlar gibi, birlik ve beraberliğinizi bozarak tefrikaya düşmeyin» buyurmuştur. Ey iman sahipleri, Allah'ın size ihsan ettiği İslâm nimetini hatırlayın ve O'nun emirleriyle amel edin. Siz birbirinize düşman iken, İslâm nimetiyle sizi şereflendirdi. Kalblerinizi uzlaştırdı, aranızdaki düşmanlığı kaldırdı, sizi kardeş yaptı. Bu nimetlerin şükrünü eda edin. Siz İslâmdan önce bir ateş çukurunun kenarında helak olmak üzere iken, sizi oradan kurtaran O'dur. Bütün bu nimetleri hatırlayarak şükrünü eda edin. Bu âyet Evs kabilesi ile Hazreç kabilesi hakkında nazil olmuştur. Bu iki kabile tam kırk yıl aralarında harp etmişlerdir. Her iki taraf da bir çok ölü vermiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildikten, Mekke'de peygamberliği açığa çıktıktan ve etrafa yayıldıktan sonra Medine'de bulunan bu iki kabile Peygamberimize iman etmişlerdir. Bu iki kabileden yetmiş kişi Mekke'ye gelerek Peygamberimize biat ederler ve îmanlarından dönmeyeceklerine de ahdederler. Hattâ Peygamberimizi Medine'ye davet ederler ve iki yıl sonra Peygamberimiz Medine'ye hicret eder (Kütüb-i Sitte). Peygamberimiz Medine'ye gidince iki kabilenin arasındaki düşmanlığı kaldırır. Onları birleştirir ve kardeş ilân eder. Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek buyurdu ki: «Doğru yola erişesiniz diye Allah âyetlerini size böyle açıklar.- Ey iman ehli bu nimetlerin kıymetini bilin. Artık bundan sonra islâm nimetini bırakıp, dalâlete sapmayın. 104 «içinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.» İçinizden insanları İslâm'a, hayra, hakka davet edecek, iyiliği emredecek ve kötülükten alıkoyacak bir cemaat bulunsun. İman ve takva esasları üzerinde yücelen ve gelişen Müslüman cemaatin vazifeleri yer yüzünde hayrı şerre, ma'rufu münkere ve hakkı batıla galip kılmaktır. İslâm cemaati gittiği yerlere aynı ilkeleri götürmüş ve ikame etmiştir. O hayrın peşinde koşmuş, Allah'ın nizamını hâkim kılmak için var gücü ile çalışmıştır. Müslümanın mârufu emretmesi, münkerden nehyetmesi, üzerine dini bir vecibedir. Allahü teâlâ halkın bir kısmına emribilmaruf yapmayı emretmiştir. Halkın tamamına emribilmârufu emretmemiştir. Bu şuna işaret eder ki, halkın bir kısmı mâruf ehli, bir kısmı da münker ehlidir. Mârufu bırakıp münkeri emredenler münafıklar zümresine dahildir. Mârufu emredenler ise sırat-ı müstakimde olanlardır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. Emribilmâruf nehyianilmünker üç kısımdır. Biri el ile mârufu emretmektir. Bu emir sahiplerinin işidir. Biri lisanla emribilmâruftur ki, bu da âlimlerin işidir. Biri de kalb ile yapılan emribilmârufdur ki, bu da halkın işidir. Yani münker sahibine kalben buğz etmek suretiyle yapılan emribilmâruftur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): -Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, ona da gücü yetmezse kalben buğzetsin. Bu da imanın en zayıfıdır- buyurmuştur. Sahabe-i kiramdan bazıları da şöyle demişlerdir: «Her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin. Şayet buna gücü yetmezse, kalben buğzederek üç defa: «Ey Allah'ım, bu fiil münkerdir, ben bundan beriyim» desin ki, üzerine vacip olan emribilmâruf ondan sakıt olsun. Bunu söylemezsa münkeri nehyetmediği için günahkâr olur.' Yukarıda da belirtildiği gibi emribilmâruf ve nehyianilmünker yapmak her Müslüman üzerine dinî bir vecibedir. Maalesef bugün Müslümanlar emribilmârufu terk etmiştir. 105 «Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp, ihtilafa düşenler gibi olmayın. Ve işte onlar için büyük bir azap vardır.» Ey iman edenler, siz Yahudi ve Hıristiyanlar gibi aranızda ihtilâfa düşerek parçalanıp, ayrılmayın. Yüce Allah Müslümanların cemaat halinde yaşamasını emrediyor. Parçalanıp dağılmalarını yasaklıyor. Allahü teâlâ, lalam şuuru üt luurltınm)f müminlerin basit emeller peşinde koşarak, İslâm'ı kabul etmeyenler gibi parçalanıp, ihtilâfa düşmelerini istemiyor. İslâm cemaatinin olmadığı yerde emri bilmâruf ve nehyi anilmünker olmaz. Bunun olabilmesi için İslâm cemaatinin olması şarttır. Her devirde parçalanıp, ihtilafa düşen toplumlar perişan olmuştur. Bunun için Yüce Allah «onlar hakkında büyük bir azap vardır» buyuruyor. Onlar için hem dünyevî ve hem de uhrevî bir azap vardır. Bu da parçalandıkları için dünyada perişan olmak, âhirette ise, ilâhî azaba uğramaktır. 106 «O gün nice yüzler ak, nice yüzler kara olacak. O zaman yüzleri kara olanlara şöyle denecek, İmanınızdan sonra küfrettiniz ha, işte o küfrünüzün cezası olarak tadın azabı.» Dünya âhiretin tarlasıdır. Herkes dünyada yaptığının karşılığını orada görecektir. Yüce Allah ilâhî kelâmiyla kıyamet günü insanların görecekleri mükafat ve mücazatı beyan ederek şöyle buyurmuştur: «O gün nice yüzler ak, nice yüzler kara olacak. O zaman yüzleri kara olanlara şöyle denecek: «İmanınızdan sonra küfrettiniz ha, işte küfrünüzün cezası olarak tadın azabı.» İman şerbetini içip, İslâm ile müşerref olanların yüzleri ak olacak. Çünkü onlar dünyada iken îmanlarının ve dinlerinin emirlerini yerine getirmişler, dinlerinden asla ayrılmamışlardır. Onlar daima Rablerine itaat ederek, affına sığınmışlardır. Allah'ın affına sığınanların yüzünü kıyamet günü Allah ak edecektir. Nice yüzler' de vardır ki, kıyamet günü simsiyahtır. Yüzleri simsiyah olanlar îman etmemişler veya îmanlarından sonra tekrar küfre dönmüşlerdir. Bu onların küfürlerinin cezasıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: «O zaman yüzleri kara olanlara şöyle denecek: «îmanınızdan sonra küfrettiniz hâ. İşte bu, küfrünüzün cezasıdır, Şimdi tadın küfrünüzün cezasını.» Yukarda da işaret edildiği gibi, iman edenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezalarını göreceklerdir. Yüzlerinin simsiyah oluşu, iman etmediklerinin cezasıdır. Tefsirciler bu hususta çeşitli görüşler belirtmişlerdir; Kimine göre insanlar ba's olundukları zaman kiminin yüzü ak, kiminin yüzü siyah olacaktır. Kimine göre ise, insanların amel defterleri kendilerine verildiği zaman, mü’minler defterlerinde yaptıkları amel-i salihleri, hayırları ve iyilikleri görünce sevinçlerinden yüzleri bembeyaz olacaktır. Kâfirlerin ve münafıkların da yaptıkları kötülükleri gördükleri zaman üzüntülerinden yüzleri simsiyah olacaktır. Bazılarına göre ise, mizan kurulduğu zaman herkesin ameli tartılacak, mü’minin hayrı ağır gelince sevincinden yüzü bembeyaz olacak, kâfirin ve münafığın da kötü ameli ağır gelince üzüntüsünden yüzleri kararacaktır. 107 «Fakat yüzleri ak olanlar, Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.» Ve bir kısım tefsircilere göre ise, kıyamet günü herkese ma'budlarıyla bir araya toplanmaları emredilecek, her kavim dünyada ibadet ettikleriyle bir araya toplanacaklardır. Görecekler ki, ibadet ettikleri âciz, onlara hiç bir faydası yok. Hatta zararı var, bundan dolayı çok üzülecekler ve üzüntülerinden yüzleri kararacaktır. O zaman Yüce Allah mü’min kullarına «Rabbiniz kim?» diye soracaktır. Mü’minler cevaben 'Rabbimiz Allah'tır- diyeceklerdir. Tekrar Yüce Allah «Rabbinizi görseniz tanır mısınız?» diyecektir. Onlar «Rabbimiz tanıtırsa tanırız» cevabını vereceklerdir. Yüce Allah mü’min kullarına tecelli eder, onlar da Rablerini mekândan münezzeh olarak görürler ve secdeye kapanırlar. Secdeden kalktıkları zaman yüzleri kar gibi bembeyaz olur. Yüzleri ak olanlar Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Kâfir ve münafıklar ise, elim bir azap içerisinde küfürlerinin cezasını ebedi olarak çekeceklerdir. 108 «Bunlar Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Yoksa Allah, âlemlere zulmetmek istemez.» Bu hitap Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'edir. Cebrail vasıtasıyla ona indirilen Yüce Allah'ın âyetleridir. Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor; «Onları sana hak olarak okuyoruz. Yoksa Allah, âlemlere zulmetmek istemez.» Yüce Allah, kitabında emir ve yasakları bildirmiş, hak ile batılı beyan etmiş, haramı ve helâli açıklamıştır, Allah bir topluma peygamber gönderip, emir ve yasaklarını açıklamadan onları mes'ul tutmaz. Ancak peygamberler vasıtasıyla kitap göndererek emir ve yasaklarını bildirdikten sonra onları mes'ul tutar. Bunun için Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Allah, âlemlere zulmetmek istemez.» Yüce Halik, yaratmış olduğu varlıklara asla zulmetmez. Zira zulmetmek O'nun sânına yaraşmaz. Ancak kul, Allah'ın emirlerini terk etmekle kendi nefsine zulmeder. 109 «Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır, Ve bütün işler Allah'a döndürülür.» Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hepsinin yaratanı, besleyeni, rızıklandıranı, terbiye edeni ve Ma'budu O'dur. Bütün ibadetler ve dualar ancak O'na yapılır. O'ndan yardım istenir. Ve sonunda bütün işler Allah'a döndürülecektir. 110 «Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz. Ve Allah'a inanırsınız. Ehl-i kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler olmakla beraber, çoğu gerçek dînden çıkmış fâsıklardır.» Yüce Mevlâ, Allah katında en üstün dinin İslâm olduğunu haber veriyor ve İslâmın mensuplarına iltifat ederek, onların en hayırlı bir ümmet olduğunu ifade buyuruyor. Bu iltifat ancak îman edenlere mahsustur. Bunun için Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Mârufu emreder, münkerden nehyedersiniz. Ve Allah'a inanırsınız.» Müslümanların özellikleri bu âyet-i celilede belirtilmiştir. Onlar insanlığın kurtuluşu, saadeti, huzuru için seçilmiş, çıkarılmış en hayırlı bir ümmettir. Ondan daha hayırlısı ve üstünü yoktur. Çünkü o, ilâhi iltifata mazhar olmuştur. Onun görevi, gittiği yerde mârufu emretmek, münkerden nehyetmek ve yaratanına îman etmektir. O, bunun için çok hayırlıdır. Müslüman ilâhî iltifata mazhar olduğunu bilecek, değerini anlayacak ve ona göre hareket edecektir. Müslüman, Allah'ın nizamını hâkim kılmak için savaşacaktır. Tâ ki İslamı hâkim kılana kadar. Bazı tefsirciler bu ilâhi hitabın sahabeye mahsul olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Peygamberimiz: «İnsanların en hayırlısı benim ashabım ve onları takip edendir» buyurmuştur. Onların özellikleri daima iyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek ve iyilikten iyiliğe koşmaktır. Onlar düşkünlere yardım ederler, her yerde hakkı korur ve savunurlar. Elbette ki Allah'a ve Besülüne itaat edenler insanların en hayırlısıdır. Yüce Allah, bütün kullarının iman ederek hayırlı bir ümmet olmasını istiyor. Ve şöyle buyuruyor: «Ehl-i kitap da inanmış olsaydı kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinde îman edenler olmakla beraber, çoğu gerçek dinden çıkmış fâsıklardır.» Küfür içinde yüzenlerin, küfürlerini terk ederek iman etmeleri kendi menfaatlerinedir. Çünkü îman, sahibini mutluluğa, huzura, saadete, kurtuluşa götürür. İmandan nasibi olmayanların, bunlardan da nasibi olmaz. 111 «Onlar sizi incitmekten başka zarar veremezler. Sizinle savaşa koyulurlarsa geri dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.» Bu âyet-i celilede Yüce Allah mü’minlere zafer va'dediyor ve akıbetlerinin teminat altında olduğunu bildiriyor. İslâm cemaatinin karşısında onların savaşamayacaklarını Allahü teâlâ şöyle beyan ediyor: «Sizinle savaşa koyulurlarsa geri dönüp kaçarlar.» Elbette kaçarlar. Çünkü mü’min Allah'a inanmış, O'nun hükümlerine boyun eğmiştir. O «Allah yolunda ölürsem şehidim, kalırsam gaziyim» inancıyla savaşmıştır. Onun yardımcısı Allah'tır. Mü’min Allah'ın nizamını yer yüzünde hâkim kılmak için savaşır. Kâfir ise küfür peşinde koşar, onu yaymak için çalışır. Mü’min, imanında samimî, dinme bağlı, peygamberine sadık olduğu müddetçe onun yardımcısı Allah'tır. Eğer bunlardan feragat ederse Allah'ın nusretinden mahrum olur. 112 «Nerede bulunurlarsa bulunsunlar üzerlerine zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın ve mü’minlerin ahdine sığınmış olanlar müstesna. Onlar Allah'ın hışmına uğradılar. Üzerlerine de bir miskinlik vuruldu. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapmalarındandır.» İman etmeyenler, her zaman ve her yerde zelil olmaya mahkûmdurlar. Çünkü küfür insanı zillete götürür. İzzet ve şeref ancak mü'minlerindir. Yahudi ve Hıristiyanlar Müslümanların egemenliği altında oldukları müddetçe, onlara cizye vermek mecburiyetindedirler. Bu, onlar için bir zillettir. Müslüman olsalardı bu zillete düşmeyeceklerdi. Allah'ın ve mü’minlerin ahdine sığınmış olanlar müstesnadır. Onlar Müslümanlara cizye vermek suretiyle savaşmamak üzere mü’minlerle ahidleşmişlerdir. Mü’minlerle ahidleşmeyenler, Allah'ın hışmına uğrayarak azabına müstehak olmuşlardır. Aynı zamanda onların üstüne meskenet, fakirlik, perişanlık, felâket mührü vurulmuştur. Bütün bunlar, onların Allah'ın kitabını yalanlamalarından, haksız yere peygamberlerini öldürmelerinden, masiyetlerinden, hakkı inkârlarından ve taşkınlıklarındandır. Eğer onlar Allah'a isyan etmemiş olsalardı, elbette onlara zillet damgası vurulmazdı. Bugün durum tersine dönmüş gibi görünürse de. İslâm'ın doğuşundan yirminci asra kadar Müslümanlar düşmanları üzerindeki egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Fakat yirminci asırda durum tersine dönmüştür. Çünkü Müslüman, düşmanın taklitçisi olmuş, İslâm'ın özünü unutmuştur. Müslüman emribilmârufu ve nehyi anilmünkeri unutmuştur. Allah'a itaati bırakmış, isyana dalmış, aralarındaki birlik ve beraberlik bozulmuş, İslâm'ın birlik ruhu unutulmuştur. Müslüman içinde bulunduğumuz asırda taklitçi olmuş, yeryüzünde Allah'ın nizamının hâkim kılınması için çalışmayı terk etmiştir. Şahsî çıkarları peşinde koşmuş, Allah'ın emirlerini unutmuştur. Artık İslâmiyet sadece isimde kalmıştır. Bunun için Yüce Allah nusret ve yardımını onlardan kaldırmıştır. Allahü teâlâ bir kavmin ukubetini beyan ederken, ukubetin sebebini de açıklıyor. Yukarda da belirtildiği gibi. İnanmayanların üzerine zillet damgasının vurulması isyanlarından dolayıdır. Müslümanların da bugün, bu duruma düşmelerinin sebebi İslâm'ın emirlerini çiğnemeleridir. Müslümanlar topyekün İslâm'ın emirlerine sarılmadıkça, üzerlerine vurulmuş olan o zillet zincirini parçalayamazlar. Ancak topyekün islâm'ın emirlerine sarılırlarsa, o zaman Allah'ın nusreti ve yardımı kendilerinin üzerine olur. İşte o zaman Müslümanlar yeryüzüne hükümran olacaklardır. 113 «Hepsi bir değildir. Onlardan bir topluluk vardır ki, secdeye vararak geceleri Allah'ın âyetlerini okuyup dururlar.» 114 «Allah'a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirirler. Hayırlara koşarlar. İşte onlar salihlerdendir.» 115 «Onlar ne hayır işlerlerse elbette ondan mahrum bırakılmayacaklar. Allah takva sahiplerini pek iyi bilendir.» İman edenlerle, iman etmeyenler elbette bir değildir. Ehl-i kitaptan bir cemaat Allah'a ve âyetlerine iman ederek, kendilerini küfür ve şirkten temizlemişlerdir. Onlar gecenin karanlığında kalkarak namazlarını kılarlar, secdeye kapanırlar ve Allah'ın âyetlerini okurlar. Tevazu ile Ona yalvarırlar. O'nun peygamberini tasdik ederler ve iyiliği emreder, kötülükten de vazgeçirmeye çalışırlar. Onlar hayırdan hayra koşarlar. Yaptıklarını Allah rızası için yaparlar, işte onlar salihlerdendir. Çünkü onlar sahabî olma şerefine nail olmuşlardır. Onlar işlemiş oldukları hayırdan asla mahrum bırakılmayacaktır. Yüce Allah takva sahiplerini çok iyi bilir ve hiç kimsenin amelini karşılıksız bırakmaz. 116 «Küfredenlerin malları ve çocukları Allah'dan yana onlara bir fayda vermeyecektir, işte onlar cehennem yaranıdırlar. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır.» îman etmeyenlerin malları ve çocukları Allah katında kendilerine asla fayda vermeyecektir. İman olmayınca Allah katında hiç bir şeyin faydası yoktur. Mallarının ve çocuklarının çokluğu ile öğünenler, bilmelidirler ki, iman olmayınca bunlar kendilerine yük olmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Mal ve evlât dünya zinetidir. Baki kalacak olan amel-i salihtir. Îman-ı kâmil ile amel-i salih ol-. madiği sûrece hiçbir şey insanı Allah'ın azabından kurtaramaz. Yahudi ve Hıristiyanlardan bazıları «mallarımız ve çocuklarımız kıyamet günü bizi azaptan kurtarır» demişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal buyurarak küfredenlerin mallarının ve çocuklarının kendilerine asla fayda vermeyeceğini bildirmiştir. Îman sahipleri bundan ibret almalı, mal ve çocuklarına aldanmayarak amel-i salih yapmalıdırlar. Zira Allah katında amel-i salihten başka hiçbir şeyin faydası yoktur. İman etmeyenler, dünyada işledikleri küfürlerinin cezası olarak cehennemin yaranı olacaklar ve orada ebediyyen kalacaklardır. 117 «Bu dünya hayatında onların sarf ettikleri şeylerin durumu, kendi kendine zulmeden bir kavmin, ekinlerine isabetle mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgârın durumu gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendilerine zulmediyorlar.» Mallarını Allah yolunda değil de, gayr-i meşru yerlerde harcayanların durumu, kendi kendilerine zulmeden bir kavmin durumu gibidir. Onlar mallarını nefs-i hevalan peşinde harcayarak kendilerine en büyük zulmü yapmışlardır. Yüce Allah onların durumunu şuna benzetiyor: Onların durumu, ekinlerini mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgârın durumu gibidir. Kavurucu bir rüzgar onların ekin tarlalarını mahvettiği gibi, küfür ve inkârları da amellerinin sevabını mahvetmiştir. O, amellerinden hiç istifade edemeyeceklerdir. Çünkü inkârları amellerini yok etmiştir. Elbette ki yok olan şeyden istifade edilemez. Allahü teâlâ, onlara zulmetmedi. Onlar küfür ve nifaklarıyla kendilerine zulmettiler. 118 «Ey îman edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar. Sıkıntıya düşmenizi isterler, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Size âyetlerimizi açıkladık eğer düşünürseniz.» Yüce Allah bu âyet-i celile ile iman edenleri uyarıyor ve şöyle buyuruyor: 'Ey îman edenler, sizden olmayanı dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar.» Âyet-i celile mü’minleri ikaz ediyor. Müslümana, din kardeşinden başkasını dost edinmemesini emrediyor. Mü’min, bu ilâhî buyruğa uymadıkça yeryüzünde huzur bulamaz. Çünkü Yüce Allah, «onlar, sizi şaşırtmaktan geri kalmazlar ve sıkıntıya düşmenizi isterler, yani sizi sıkıntıya düşürürler- buyuruyor. Onlarla dost olmak demek, haktan ayrılmak ve maddî-manevî sıkıntıya düşmek demektir. Zira onlar mü’minlere karşı büyük bir kin beslemektedir. Her fırsatta ellerinden gelen düşmanlığı mü’minlere karşı yapmaktadırlar. Tarih bunun misalleriyle doludur. Mü’min düşmanının tuzağına düşmemek için bu ilâhi talimatın gereğini yapmak zorundadır. Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur; Medineli Müslümanlardan bir grup İslâm'dan önce Yahudilerle dostluk kurmuşlardı. Bilâhare Müslüman olduktan sonra da bu dostluklarını devam ettirmişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal buyurarak Müslümanların, Müslüman olmayanlarla dostluklarını nehyetmişür. Düşmanlarından her zaman Müslümanlara zarar geleceği için ilâhî emirle bu dostluk yasaklanmıştır. Denilmiştir ki: Kişinin kendine bakma, arkadaşına bak. Arkadaşı ne ise kendisi de odur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Kişi arkadaşının mezhebi ve yolu üzeredir. Sizden herhangi biriniz arkadaşlık yapacağı insanın durumuna baksın.» Arkadaşlık yapılacak insana çok dikkat etmek gerekiyor. Hele içinde bulunduğumuz asırda. Arkadaşlık kurduğumuz insanlar, âlim midir, cahil midir, eşkıya mıdır, hırsız mıdır, yol kesici midir, dindar mıdır, nedir? Bütün bunları araştırmalıdır. Ondan sonra arkadaşlık, dostluk kurmalıdır. Birçok masum insanlar kötü arkadaşlarının kurbanı olmuşlardır. Bunun için Allahü teâlâ bir Müslümanın, gayr-i müslim ile dostluk kurmasını yasaklamıştır. Ve şöyle buyurmuştur: «Kâfirler zahirde size dost gibi görünürler. Fakat gizliden gidiye size düşmanlıklarını sürdürürler. Aranıza fitne sokmak için durmadan çalışırlar. En azından fitnecilere yardımcı olurlar. Size olan öfkelerini açığa vururlar. Kalblerinde sakladıkları kin, düşmanlık asla sönmez.» Âyette bütün yönleriyle onların Müslümanlara karşı besledikleri durum ve tavır belirtilmiştir. Müslümanın bu hakikatleri gördükten sonra, onlarla dostluk kurması, sahip olduğu dinin emirlerini hiçe saymasıdır. İslâm'ın emirlerini hiçe sayanlar, onun nurundan istifade edemezler. Allahü teâlâ düşünmeleri ve ibret almaları için böylece âyetlerini kullarına açıklamıştır. 119 «İşte siz o kimselersiniz ki, onlar sizi sevmezken siz onları seversiniz. Ve siz kitapların hepsine inanırsınız. Onlar ise ancak sizinle karşılaştıkları zaman: 'İman ettik' derler Yalnız başlarına kaldıkları vakit de size öfkelerinden parmaklarının ucunu ısırırlar. De ki: Öfkenizden ölün. Gerçekten Allah onların sinelerindeki özü hakkıyla bilir.» Ey îman edenler, siz öyle kimselersiniz ki, gayr-i müslimler sizi sevmediği halde, siz onları seversiniz. Halbuki onlar sizi asla sevmezler. Onlar sizi sevmedikleri gibi, dininizi de sevmezler. Yüce Allah, gayr-i müslimlerin hiç bir zaman Müslümanları sevmediğini ve Müslümanların hakiki dostu olmadıklarını birçok âyette açıklamıştır. Siz, Allah tarafından gönderilen kitapların hepsine inanırsınız. Yahudi ve Hıristiyanlar da sizi kandırmak için, sizinle karşılaştıkları zaman «biz de bütün kitaplara inandık» derler. Halbuki onlar kendi kitaplarından başkasına inanmazlar. Âyette Müslümanların onların yalanlarına aldanmamaları bildiriliyor. Allahü teâlâ onların yalanlarını açığa vurarak şöyle buyuruyor: -Yalnız başlarına kaldıkları zaman size öfkelerinden parmaklarının ucunu ısırırlar.» Allah'ın kelâmı onların durumlarını ne güzel açıklıyor, İslâm'ın doğuşundan bugüne kadar Müslümanlara karşı aynı şekilde düşmanlıklarını sürdürmüşlerdir. Onlar öfkelerinden parmaklarını ısıradursun, Yüce Allah mü’min kullarını onların üzerine üstün kılmıştır. Gayr-i müslimlerin «Biz de Muhammed'in peygamberliğine ve Kur'an'a inandık» demeleri sizi aldatmasın. Zira onların gerçekten inanmadıkları âyette sarahaten bildirilmektedir. Şayet inanmış olsalardı elbette mü’minlere karşı öfkelenmeyeceklerdi. Allahü teâlâ, onların öfkelerinin son haddine geldiğini sevgili Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: «De ki: Öfkenizden ölün'». Bu ilâhi kelâm, gayr-i müslimlerin Müslümanlara karşı nasıl bir düşmanlık beslediklerinin en açık izahıdır. Yüce Allah, onların sinelerinde gizledikleri her şeyi bilir ve ona göre mücazatlarını verir. 120 «Sizlere bir iyilik dokunursa onıarı üzer. Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz ki, Allah onların yaptıklarını ihata etmiştir.» Müslümanların zafere ulaşması, huzur içinde yaşaması, ilerlemesi ve kalkınması düşmanlarını üzer. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Sizlere bir iyilik dokunursa onları üzer.» Onların arzuları Müslümanların daima zillet içinde olmasıdır. Müslümanların zafere ulaşması, huzur içinde yaşamaları elbette onları üzer. Şayet Müslümanların başına bir felâket gelirse buna çok sevinirler. Çünkü onların arzu ettiği de budur. Müslümanlar ne kadar felâkete uğrar, parçalanır, yıkılırsa, onlar da o kadar sevinirler. Bütün var güçleriyle her devirde bunu yapmaya çalışmışlardır. Allahü teâlâ, onların bu durumunu şöyle beyan ediyor: «Başınıza bir felâket gelirse buna sevinirler. Sabreder ve sakınırsanız, onların hilesi size hiç bir zarar vermez.' Müilüman Allah'a tevekkül edip, görevini yapar. Allah'ın emirlerine muti olursa, düşmanlarının hilesi onlara asla zarar verm«. Çünkü hayır da, şer de Yüce Allah'tandır. Müslüman tedbirini alıp, ilâhî buyruğa uyarsa düşmanın hilesinden kurtulur. Bugün çekilin ızdırapların hepsi ilâhî buyruğa uymayarak, onlarla kurulan dostluktan kaynaklanmaktadır. 121 «Hani sen mü’minleri savaş için duracakları yere yerleştirmek üzere erkenden evinden ayrılmıştın. Ve Allah, semî'dir, alimdir.- » Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Uhud muharebesinde sahabesiyle birlikte sabah erkenden savaş alanına gelmiş ve onları mevkilerine yerleştirmiş, harbi kazanmak için Rabbine dua etmişti. Allah, semi'dir, dua edenlerin duasını işitir ve kabul eder. Alimdir, kâfirlerin ne yaptıklarını bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. 122 «O zaman içinizden iki talanı bozulmak üzere idi. Halbuki onların dostu Allah'tır. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip, dayansınlar.» Bu âyet-i celile mü’minlerin dostunun Allah olduğunu ve O'ndan başkasına güvenilemeyeceğini belirtmektedir. Uhud muharebesinde ordunun iki kanadını teşkil eden Ensar'dan Selmeoğullarıyla Hâriseoğulları münafıkların sözlerine ve düşmanın çokluğuna aklanarak bozulmak üzere idi. Yüce Allah bu durumu sevgili Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: «Halbuki onların dostu Allah idi.» Dostu Allah olan, yardımcısı Allah olan, koruyanı Allah olan bir topluluk hiçbir zaman düşmandan kaçar mı? Allah, Müslümanlara zaferi va'd ediyor. Düşmanın çokluğu ve azlığı Müslümanı ürkütmemelidir. Müslüman eğer Allah'ın rızasını kazanmak için savaşıyorsa mutlaka zafere ulaşacaktır. Müslümana düşen Allah'a teslim olarak, O'na hakkıyla şükretmek ve O'na güvenmektir. Eğer kâfirlerin zahmetlerine dayanamayıp muharebe meydanından kaçarlarsa, o zaman felâkete uğrarlar. Onların zahmetlerine sabredip, Allah'a güvenirlerse, hiç şüphesiz zafer inananlarındır. 123 «Yemin olsun ki, siz düşkün bir durumda iken Bedir'de Allah size kafi bir zafer vermişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.» Yüce Mevlâ, îman edenlere Bedir muharebesinin tablosunu çiziyor ve Allah'a itaat ederek, verilen nimetlere şükretmelerini istiyor ve şöyle buyuruyor: «Yemin olsun ki, siz düşkün bir durumda iken Bedir'de Allah size kati bir zafer vermişti. Allah'tan korkun ki, şükretmiş olasınız.» Şükür, ancak Allah'a itaatle olur. 124 «Hani sen mü’minlere: 'İndirilmiş üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi' diyordun.» Bedir'de îman timsali Peygamber ordusu kendilerinden üç kat daha fazla olan kâfir ordusunu Allah'ın yardımı ile görülmemiş bir hezimete uğratmıştır. Bedir günü Hazret-i Peygamber'in ordusuna söyle diklerini, Yüce Allah şöyle beyan ediyor: «Hani sen mü’minlere: 'İndirilmiş üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi' diyordun.» Bedir 'de Peygamber ordusunu Allahü teâlâ üç bin melekle kuşatmış ve onlara yardım etmişti. Bu, İslâm'ın doğuşundan bu yana ilk savaştı. Artık zafer inananlarındı. İlâhi müjde devam ediyor ve şöyle sıralanıyordu: «Eğer peygamberinizle durup, sabrederseniz düşmandan korkarak harp meydanından kaçmaz ve Allah'a itaat ederseniz, Rabbiniz size nişanlanmış beş bin melekle yardım edecektir.» Yüce Allah'ın bu vadi inanıp, sabır ve itaat edenleredir. Uhud muharebesinde savaş başlamadan önce Resûlüllah ordusunu en iyi şekilde yerleştirmiş ve «benden emir gelmeden kimse asla yerinden ayrılmasın» diyerek son talimatı vermişti (Tirmizi). Bu talimat gereği harp neticelenene kadar kimse yerinden ayrılmayacak ve Resûlüllah'ın verdiği talimata göre hareket edilecekti. Peygamber ordusu, kendisinden üç kat daha fazla olan kafir ordusu ile savaşa başladı. Kısa zamanda Peygamber ordusu duruma hakim oldu Düşman ordusu dağılıp kaçmaya başladı, bunu gören Peygamber ordusu, Allah Elçisinin emrini beklemeden yerlerinden ayrıldılar ve savaş alanına toplandılar. Müslümanların bu durumunu gören düşman ordusu derhal toplanıp. Peygamber ordusunu arkadan vurmaya başladılar. 125 «Evet. Şayet sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız ve onlar da hemen üzerinize gelirse Rabbîniz size nişanlı beş bin melekle imdat edecektir.» Savaş bir anda Müslümanların aleyhine döndü. Çünkü Peygamber ordusu, Allah Elçisinin emrini beklemeden yerlerinden ayrılmışlar, bu hareketleriyle onun emrine muhalefet etmişlerdi. Onlar, Peygamberin talimatını tutmayarak muhalefet ettikleri için, Allah'ın onların yardımına gönderdiği beş bin melek, yardımı onlardan kesti. Zira onlar sabır ve itaatte kusur etmişlerdi. Çünkü Yüce Allah «şayet sabreder ve itaatsizlikten sakınırsanız, size nişanlı beş bin melekle imdat edeceğim» buyurmuştu. Onlar sabretmediler ve Resûlüllah'ın emrine muhalefet ettiler. Allah da, onlardan yardımını kesti. Böylece savaştan istenilen neticeyi alamadan döndüler. 126 «Bu yardımı Allah, size sırf bir müjde olsun ve kalbleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zafer, ancak aziz ve hakim olan Allah'tandır,» Bu mübarek âyetler, nusret ve zaferin sadece maddi sebeplerle tecelli etmediğini, ancak Allahü teâlâ’nın dilemesiyle gerçekleşeceğini bildirmektedir. Bu demek değildir ki, biz her şeyi bırakıp sırt üstü yatacağız. Biz her şeyin sebebine sarılacağız ve Allah'a itimat edeceğiz. O zaman Yüce Allah mü’min kullarına dilediğini verir. Bu âyette-. Allahü teâlâ yapılan yardımın hikmetini bildiriyor ve şöyle buyuruyor: «Bu yardımı Allah size bir müjde olsun ve kalbleriniz onunla yatışsın diye yaptı.» O her zaman mü’min kullarının yardımcısıdır. Tefsirciler arasında meleklerin yardımı hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısmı, melekler savaşmak için gelmemiştir. Savaşı mü’minlerin kazanacağını müjdelemek ve onların kalblerini yatıştırmak için Allah tarafından gönderilmiştir. Şayet melekler savaş için gelselerdi, mü’minlerin fazileti olmazdı. Halbuki mü’minlerin fazileti müdriklerle savaşmakta ve onları hezimete uğratmaktadır. Eğer melekler mü’minlere yardıma gelmiş olsaydı, bu kadar melefeo gerek yoktu, bir melek yeterli idi. Nitekim Lût (aleyhisselâm)'un kavmini bir melek helak etmiştir» demişlerdir. Bazıları da şöyle demişlerdir: «Melekler mü’minlere yardım için gelmiştir. Onların alâmetleri kâfirlere zahir olurdu. Onların kâfirleri öldürdükleri yerde ateş alevi gibi bir şey çıkardı ve kâfirler onu görürlerdi. Hattâ Ebu Cehil, İbni Mes'ud (radıyallahü anh)'a şöyle demişti: -Beni yere sen düşürmedin. Tanımadığım biri düşürdü. Onunla çok uğraştım, fakat kılıcımın ucu ona değmedi, işte beni o helak etti.» Bedir muharebesinde çok sayıda meleğin gelmesi, mü’minlerin kalblerini sakin ve sabit kılmak içindir. Allahü teâlâ melekleri de mücahidlerden kıldı ki, kıyamete değin hangi İslâm ordusunun sabrettiğini ve sevabını Allah'tan beklediğini bilsinler, onlara yardım ederek mü’minlerin safında savaşsınlar diye. Bedir muharebesinde meleklerin çok olmasının ikinci hikmeti de şudur: Melekler, dua ve tesbihatta bulunup, sevabını savaşanlara bağışlamak için çok gönderilmiştir. Bunun geniş izahı Enfal sûresinde gelecektir. Zafer ancak, mülkünde hâkim, galip ve aziz olan Allah'tandır. O her işi hükmü ile işler. Bazan kâfiri mü’min üzerine, bazan da mü’mini kâfir üzerine galip kılar. Bu, O'nun hikmetinin iktizasıdır. 127 «Küfredenlerin bir kısmını kesmek veya - ümitsiz olarak geri dönmecesine - bozguna uğratmak için.» Allahü teâlâ melekleri gönderip mü’minlere yardım etmesi, kâfirlerin bir kısmını kesmeleri veya onları hezimete uğratarak ümitsiz bir şekilde geri dönmeleri içindir. Nitekim Bedir'de durum böyle oldu. Onlardan yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi esir edildi. Onlar zelil ve perişan olarak Mekke'ye dönmüşlerdi. 128 «Senin elinde emirden bir şey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahut onları zâüm oldukları için azaplandınr.» Hazret-i Câbir'e göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Uhud muharebesinde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in dişi kırılmış, ayak bileği incinmiş ve kanamış, sahabeden de yetmiş kişi şehid olmuştu (Nesei). Sahabeden yetmiş kişinin şehid oluşu Peygamberimizi çok üzmüştü. Ve kâfirlere beddua etmeye başlamıştı. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, senin elinde emirden bir şey yok. Allah ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları zalim oldukları için azaplandırır.» Hüküm ancak Allah'ındır. O dilediğini yapar. Dilerse bunlara tevbe nasip edip, hidayete erdirerek İslâm'a getirir. Dilerse zalim oldukları için, o hal üzere öldürür ve en büyük azaba uğratır. Bu âyet inince Peygamberimiz onlara beddua etmekten vazgeçti. Çünkü Yüce Allah onlardan bir kısmının îmana geleceklerini biliyordu. Nitekim bu savaştan sonra Halid ibn Velid, Amr ibn As, îkrime ibn Ebû Cehil ve birçokları Müslüman olmuştu. 129 «Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Ve Allah gafurdur, rahimdir.» Yerde ve göklerde yaratılmış ne varsa hepsi O'nun mülküdür. Her şeyi yoktan var eden O'dur. O, rahmetiyle kullarından dilediğinin günahlarını bağışlar. Günahında ısrar edenlere de lâyık oldukları azabı verir. O, gafurdur, tevbe edenlerin tövbesini kabul eder. O, rahimdir, kullarını esirger. Günah işleyenlere hemen azabını vermez. Belki tevbe ederler diye onlara mühlet verir. 130 «Ey îman edenler, kat kat katlayarak faiz yemeyin. Allah'tan korkun ki, felah bulasınız.» 131 «Kafirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.» 132 «Allah'a ve Peygambere itaat edin ki, rahmete erdirilesiniz.» Yüce Allah'ın bütün emirleri iman edenleredir. İmanı olmayanlara Allah'ın hiç bir emri yoktur. Zira iman olmayınca hiç bir şeyin geçerliliği yoktur. İmana zararı dokunacak her şeyi Allahü teâlâ mü’min kullarına yasaklamıştır. Mü’min kullarının şer işlemesine razı olmayan Yüce Halik şöyle buyuruyor: «Ey îman edenler, mallarınızı faize vermekle kat kat artırarak yemeyin.» Faiz, Bakara sûresinde de belirtildiği gibi kesinlikle îman edenlere haramdır. Bir malı kıymetinden fazlaya satmak, veya ödünç verilen mal ve paradan fazlasını almak dinimize göre faizdir. Ey iman edenler, faiz yemek ve onu helâl saymak hususunda Allah'tan korkun. Tâ ki, azabından kurtulup, felah bulaşınız. Faizi helâl kılmakla kâfirler için hazırlanmış cehenneme düşmekten de korkun. Mu'tezile uleması şöyle demiştir; «Büyük günah işleyenler, tevbe etmeden ölürlerse kâfirler gibi ebedî cehennemde kalırlar. Zira Allahü teâlâ faiz yiyenlere cehennemi va'detmiştir, kafirlere va'dettiği gibi. Ehl-i Sünnet ulemasının bir çoğuna göre, Allah'ın bu va'di faizi helâl sayanlar içindir. Hangi cinsten olursa olsun faizi helâl sayanlar Allah'ın âyetlerini inkâr ettikleri için kâfir olurlar. Kafirler ise cehennemde ebedî kalacaklardır. O zaman bu âyet şu mânayı da ihtiva eder: İmanınızı yok edecek veya tehlikeye düşürecek ve sizi cehenneme götürecek amelleri işlemekten korkun. Zira öyle günahlar vardır ki, imanı yok eder. Şu günahlar - Allah korusun - îmanın yok olmasına veya en azından zayıflamasına sebep olur: Anaya-babaya âsi olmak, Allah'a âsi olmaktır. Onlara itaat Allah'a itaattir. Rivayete göre Alkame adında bir zat anasına karşı gelmiş. Yani ona âsi olmuş. Bir süre sonra vakti hitam bulup, ölüm yolculuğuna başlamış. Yanında bulunanlar Alkame'den kelime-i şehadet getirmesini istemişler. Fakat Alkame bir türlü dili dönüp kelime-i şehadet getirememiş. Tâ ki, anası gelip hakkını helâl edip suçunu bağışlayana kadar. Anası hakkını helâl edip suçunu bağışlayınca dilindeki bağ çözülmüş ve kelime-i şehadet getirmeye başlamıştır. Faiz yemek, haram lokmaların hepsi, emanete ihanet etmek ve sıla-i rahmi terk etmek de imam tehlikeye düşüren büyük günahlardandır. Ebu Bekir Elvarak İmam-ı Azamdan şöyle rivayet etmiştir: «Büyük günah işleyenlerin birçoğu ölüm ânında îmanlarını kurtaramamıştır. Yani imansız gitmiştir.» Bu zat da şöyle demiştir: «Başkalarına yapılan zulüm kadar îmanı tehlikeye düşüren bir şey görmedik.» Demek ki zulüm ve büyük günahlar îmanın en büyük düşmanıdır. Bunlardan sakınanlar imanlarını korumuşlardır. Sakınmayanlar kendi elleriyle îmanlarını tehlikeye atmışlardır. Ey îman edenler, imanınızı yok olmaktan veya tehlikeye düşmekten koruyarak, kâfirler için hazırlanmış olan ateşe düşmekten sakının. Şunlar da îmanın muhafızlarıdır, Allah'a itaat ederek, emirlerini yerine getirmek, farzları işlemek, haramlardan kaçınmak. Peygambere tâbi olup, onun sünnetlerini yapmak ve haram olan şeylerin küçük ve büyüğünü terketmek. Şayet Allah ve Resulüne itaat eder, farzları yapar, haramlardan sakınırsanız imanınızı kurtarır, rahmete erdirilirsiniz. Eğer aksini yaparsanız kendi ellerinizle îmanınızı zayi etmiş olursunuz. Ey îman sahipleri, kâfirler için hazırlanmış ateşten sakının. 133 «Rabbinizin mağfiretine ve eni göklerle yer kadar olan Cennete koşun. O Cennet takva sahipleri için hazırlanmıştır.» Bu ilâhî hitap Allah'a iman edenleredir, îmana mâni olan günahlardan tevbe etmeye koşun. Zira insanoğlu ne zaman öleceğini bilmemektedir. O bakımdan îmanı tehlikeye düşüren her şeyden manen temizlenmesi gerekir. Bundan dolayı Yüce Allah «Rabbinizin mağfiretine koşun» buyurmuştur. Ey iman sahipleri, Allah'ın emirlerine sarılarak eni göklerle yer kadar olan Cennete koşun. Orası ancak Allah'a îman edip, itaat edenler için hazırlanmıştır. İmam-ı Kelbî (radıyallahü anh), Cennetin dört olduğunu söylemiştir. Biri Cennet-i Adn'dir, ki en ulvisi budur. Biri Cennetü'l-Me'vâdır. Biri Cennetü'l-Firdevs'tir. Biri de Cennetü'n-Na'im'dir. Bu cennetlerin her biri göklerle yer kadardır. Yaratılan nesneler arasında en büyüğü cennettir. Bu Allahü teâlâ'nın mü’min kullarına bahşetmiş olduğu nimetin büyüklüğünü ifade eder. Nitekim îsmail Süddî şöyle demiştir: «Yerler ve gökler hardal tanesi gibi parçalansa, onların sayısınca Allahü teâlâ'nın cennetleri vardır. Ve her birinin büyüklüğü yer ile gök kadardır.» Sehl ibn Said (radıyallahü anh) da şöyle demiştir : Cennetin en edna tabakasında bulunan mü’mine Yüce Allah -Cennetten ne kadar yer arzu edersin?» diye soracaktır. O da cevaben: «Şu kadar arzu ediyorum» diyecektir. Onun gönlüne «şu kadar dile' diye ilham edilecektir. O da, gönlüne gelen kadar dileyecek ve ona «dilediğin senin olsun, o kadar daha veriyoruz' denecektir. Bir rivayete göre «istediğinin on kat fazlası sana verilecektir» denecektir. Bütün bu nimet ve mükâfatların hepsi Allah'ın müttakî kulları için hazırlanmıştır. 134 «Onlar ki, bollukta ve darlıkta infak ederler. Öfkelerini yenerler. İnsanların kusurunu bağışlarlar. Ve Allah ihsan edenleri sever.» Allahü teâlâ, kendilerine cennet hazırlanmış müttakî kullarının özelliklerini şöyle sıralamıştın Cennet, kendileri için hazırlanmış müttakiler onlardır ki, bollukta ve darlıkta, gizli ve aşikâr Allah rızası için infak ederler. Fakiri, yoksulu, yetimi gözetirler. Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler, kötülük yapmayı düşünmezler. Her işi Allah rızası için yaparlar. İnsanlardan intikam almayı düşünmezler, onların kusurlarını bağışlarlar. Daima affedici olurlar. İnsanlara hep iyilik yaparlar. Yüce Allah ihsan eden kullarını sever ve onları muhsinlerden kılar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: -Öfkelerini yenenleri ve intikam alma fırsatını buldukları halde vazgeçenleri, affedici olanları Allahü teâlâ cennette istediği huri ile nikâhlar. Ve onu aziz kılar.» 135 «Onlar ki, fena bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar. Günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir? Hem onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.» 136 «İşte onların mükâfatı, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçlan altından ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Ne de güzeldir ecri, iş yapanların.» Bu Ayet-i celileler fuhuş gibi büyük günahların da tevbeslnin kabul olacağını bildirmektedir, Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Onlar ki, fena, kötü bir şey yaptıklarında veya yabancı bir kadını öpmek, ellemek suretiyle kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar.» Fuhuş, günahların en büyüğü ve en çirkinidir. İslâm dininin müsamahası fuhşa dalanları Allah'ın rahmetinden uzaklaştırmıyor. Yeter ki, onlar Allah'ı zikretsinler ve hatalarından dönsünler. Hatâlarını bildikleri halde onda ısrar etmesinler. Yani yaptıklarına pişman olarak tevbe, istiğfar etsinler. Tevbe, istiğfar ederek günahlarının bağışlanmasını Yüce Allah'tan istesinler. Onlar bilmelidirler ki, günahları ancak Allah bağışlar. Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler, hatâlarının ardından hemen tevbe ve istiğfar ederler, yaptıklarına gönülden pişman olurlar, işte onların bu samimî tevbelerine karşılık mükâfatları, Rablerinden bir mağfiret ve ağaçları altından ırmaklar akan Cennetlerdir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Tevbe ve istiğfar edenlerin mükâfatı ne güzeldir. Her insan günah işleyebilir. Yapılan günahlarda ısrar edilmeyip, dönülür ve sadakatle Allah'a tevbe edilirse, Yüce Allah bütün günahları bağışlayacağım va'd ediyor. Fakat tevbeler samimî olmalı, bir daha dönülmemek üzere gönülden yapılmalıdır. Gönülden yapılmayan dualar Allah indinde kabul olmaz. İnsan günahının çokluğundan veya azlığından değil, tevbesinin kabul olmamasından korkmalıdır. Hasan-ı Basrî (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bizim yapmış olduğumuz istiğfarlar, tekrar istiğfara muhtaçtır. Zira gönülden pişmanlık duyarak yapılmayan istiğfarlar günahtır. Onlar için de istiğfara ihtiyaç vardır.» Görülüyor ki, tevbe ve istiğfarın kabul olması için gönülden pişmanlık duyularak yapılması şarttır. 137 «Sizden önce neler gelip geçti. Onun için yeryüzünde gezin de tekzip edenlerin akıbetini görün.» Sizden önce ne insanlar, ne kırallar, ne servet sahipleri ve ne büyüklük taslayanlar gelip geçti. Bunlardan kimi sırat-ı müstakimde yürüdü necat bulup, helak olmaktan kurtuldular. Ve iki cihan saadetini kazandılar. Kimi hakkı bırakıp batıla koştu, îmanı bırakıp küfrü seçti, helak oldu. Bunlardan her birinin yeryüzünde ibret alınacak eserleri, alâmetleri vardır. Hakkı yalanlayanların akıbetinin ne olduğunu yeryüzünü bir gezin de görün. Onlar ne felâketlere uğramışlardır. Onlardan ibret alın ve sîz de onların durumuna düşmeyin. Bazı tefsirciler gezmek fiiline şöyle mâna vermişlerdir: Yüce Allah'ın «yeryüzünde geziniz» emrinden maksat, Kur'an okuyarak mânasını düşünün ve yalancıların ne gibi cezalara uğradıklarına bakın. Kur’an okuyan insan doğuyu, batıyı, bütün mahlûkatı ve gökleri oturduğu yerden müşahede eder. Zira bütün herşey Kur'ân'ın içinde vardır ve hepsi ayrı ayrı zikredilmiştir. Hiç bir şey yoktur ki, Kur ân içinde olmasın. Bundan dolayı Yüce Allah: «Bu Kur'ân, bütün insanlar için bir beyandır» buyurmuştur. Kur'ân, insanların dalâletten, şirkten, küfürden kurtulmaları için bir beyandır. 138 «Bu, bütün insanlar için bir beyandır. Müttakîler için de bir hidayet, bir öğüttür.» Yine Kur'ân, Allah'tan korkup günahlardan sakınanlara öğüt, nasihat, hidayet ve kurtuluş rehberidir. Kur'an, hak ile batılı, iyi ile kötüyü, haram ile helâli, iman ile küfrü bildiren ilâhî kanundur. 139 «Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız mutlaka en üstünsünüzdür.» Ey iman sahipleri, kendinizi zayıf hissedip, düşmandan korkup, acze düşmeyin. Uhud Muharebesinde uğradığınız musibetlere üzülmeyin. Eğer hakkıyla inanmışsanız mutlaka onlara galip gelecek, zaferi kazanacaksınız. Çünkü siz hüccet bakımından onlardan çok üstünsünüz. Yeter ki, savaş meydanında gevşemeyin, Allah'ın hükmüne razı olun. Zira siz yeryüzünün hâkimisiniz. Allah'ın nizamını yeryüzüne yayacak olanlar sizlersiniz. Bu âyet-i celile Uhud Muharebesinden sonra sahabe-i kiramın her savaşta muzaffer olacağını müjdeliyor. Bundan sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında yapılan savaşların hepsi kazanılmış, bir çok şehirler fethedilmiştir. Yüce Allah -inanmışsanız en üstünsünüzdür» buyurarak, bu ümmetin çok şerefli ve çok üstün olduğunu belirtmiştir. Yüce Allah bütün peygamberlere nasıl hitap etti ise, Âhirzaman Peygamberinin ümmetine de öyle hitap etmiştir. Nitekim Musa (aleyhisselâm)'ya : Muhakkak sen en üstünsün- buyurmuştur. Bu ilâhî hitap Musa (aleyhisselâm)'nın şahsmadır. Âyette geçen «inanmışsanız mutlaka en üstünsünüzdür hitabı, Âhirzaman Peygamberinin ümmetine mahsustur. Bu, Allahü teâlâ'nın, Âhirzaman Peygamberinin ümmetini ne kadar şerefli ve ne kadar üstün kıldığının ifadesidir. Bazı tefsirciler de şöyle demiştir: «Uhud Muharebesinde şayet Resûlüllah'ın emrini dinleselerdi, Allahü teâlâ, onları galip kılacaktı. Yüce Allah, bunu va'd ediyordu. Nitekim Bedir'de onlan galip getirmişti. Fakat onlar Uhud'da Resûlüllah'ın emrine muhalefette bulundukları için müşrikler Müslümanlar üzerine galip gelmişlerdir.» Müşrikler Bedir'deki yenilgilerini bir türlü hazmedemiyorlardı. Müslümanlardan intikam almaya can atıyorlardı. Bunun için büyük bir hazırlık içindeydiler. Hatta büyük bir ticaret kafilesi hazırlamışlar, kârını savaş malzemesi almak için harcamışlardı. Mekke'nin reisi olan Ebû Süfyan’ın etrafında toplanarak mutlaka bu intikamın alınmasını istiyorlardı. Bunun için de üç bin kişilik bir ordu hazırlamışlardı. Ebû Süfyan başkanlık ettiği orduya yüz deve de yardımda bulunmuştu. Süfyan'ın başkanlığında yola çıkan orduda Halid ibn Velid, Amr ibn As ve İkrime ibn Ebi Cehil de vardı. Çünkü onlar henüz Müslüman olmamışlardı. Kureyşten Mekke'de kimse kalmamış, kadınlar ve çocuklar da ordunun arkasına takılmışlardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) müşriklerin harbe hazırlandıklarını ve kısa bir zaman içinde yola çıkacaklarını öğrendi. Bununla ilgili bir de rüya görmüştü. İstişare etmek için sahabesini topladı ve rüyasını onlara anlattı. Peygamberimizin rüyası şöyledir: -Rüyada kılıcımda bir gedik 'açıldığını gördüm. Bunu sahabemden bazılarının şehid olmasıyla yorumladım. Yine rüyada elimdeki zırhın içine giriyordum (Muvatta' - Nesei). Bunu da Medine olarak yorumladım.' Bu hususta görüşleriniz nedir? Bana bildirin.» Peygamberimiz savaş yapmayı pek uygun bulmuyordu. Bunun üzerine münafıkların reisi Abdullah ibn Selûl şöyle der: «Yâ Resûlallah, onlarla savaşa çıkalım. Düşmanla savaşırken elbette bize zararı dokunacaktır. Fakat hiç bir düşman bizi yenemez, biz onlar üzerine galip geliriz.» Abdullah aslında bu sözlerinde samimî değildi. Onun samimî olmadığını Peygamberimiz çok iyi biliyordu. Onun ardından Bedir muharebesine iştirak etmeyen Müslümanlar da «Yâ Resülâllah, düşmanla savaşa çıkalım. Onlar Allah düşmanıdır, bizden korktular da savaşa gelemediler demesinler ve bizim zayıf olduğumuzu sanmasınlar» demişlerdi, O kadar ileri gitmişler ki, Resûlüllah'ın canı sıkılarak evine girmişti. Bir müddet sonra silâhını kuşanarak evinden çıkar, sahabe-i kiram da toplanır. Peygamberimiz evine girdiği zaman durgundur. Sahabe bunun sebebini sorar ve -Ey Allah'ın Resulü, bizim bu hususta hiç bir fikrimiz yoktur. Şayet savaşa gidelim dersen gideriz, gitmeyelim dersen gitmeyiz. Biz her hususta sana tabiyiz' derler. Cevaben Peygamberimiz «hiç bir Peygambere silâhını kuşandıktan sonra savaşmadan geri dönmesi yakışmaz» buyurmuştur. (Müslim), Peygamberimiz ordusu ile Uhud'a doğru yürüdü. Ordusu bin kişi idi. Fakat münafıkların başkanı Abdullah ibn Selûl üç yüz kişiyle Peygamber ordusundan ayrıldı, geri döndü. Peygamberimiz yediyüz kişi ile Uhud Dağına geldi. Savaşta stratejik yeri bulunan bir mevkiye Abdullah İbn Cabir'in başkanlığında elli kişilik bir okçu kuvvet yerleştirdi. Ve -benden emir gelmeyince kat'iyetle yerlerinizden ayrılmayın» talimatını verdi. Çünkü burası harbin kaderini tayin edecekti. Peygamberimiz geri kalan ordusu ile düşmana yakın yere geldiler ve Uhud Dağını arkalarına aldılar. Savaş başladı. Ebu Dücâne Müslümanlardan bir toplulukla savaştı. Sonra Hazret-i Ali karşısına çıktı. Sa'd ibn Vakkas düşmana ok yağdırmaya başladı, müşriklerden bir kısmım öldürdüler. Müşrikler geri çekilmeye, Müslümanlar ilerlemeye başladı. Düşmandan bazıları kaçmaya yüz tutmuştu. Müslümanlar zaferi kazanmak üzereydi. Bunu gören Abdullah ibn Cabir'in kumandasındaki elli kişi yerlerinden ayrılarak savaş alanına koşmuşlardı. Abdullah'ın bütün ısrarlarına rağmen yanında ancak sekiz kişi kalmıştı. Bunu gören Halid ibn Velid iki yüz elli kişi ile hemen hücuma geçer ve orada kalan sekiz kişiyi şehid eder ve arkadan Müslüman ordusunu vurur. Bunu gören müşrikler hep birden hücuma geçerler. Ani baskına uğrayan Müslümanlar dağılır. Bu arada bir kısmı şehid olur, bir kısmı yaralanır ve bir kısmı da dağılır. Fakat Musa ibn Amr Peygamberimizin yanından hiç ayrılmaz, kâfirlere karşı onu korur. Şehid olunca bu defa kılıcı Ziyad ibn Sükkan alır ve şehid olana kadar Peygamberimizi korur. Şehid olunca Peygamberimiz kılıcı kendi alır ve düşman ile mukateleye başlar. O sıra atılan bir taş mübarek yüzünü yaralar, dişini kırar ve ayak bileği de yaralanır. Musa ibn Amr'ı şehid eden Resûlüllah'ı şehid ettiğini zannederek «Muhammed'i öldürdüm' diye iki defa bağırmıştır. Bazılarına göre o bağıran iblisti. Hattâ Medine'de bile aynı şekilde bağırmıştır. Bu haberi duyan Müslümanlar küçük - büyük, kadın - erkek âni bir mateme bürünmüşlerdir. Onlar Peygamberlerine o kadar bağlı idi ki «canımız, anamız, babamız sana feda olsun Yâ Resûlâllah» diyorlardı. Savaş henüz son bulmamıştı. Enes İbn Nadr (radıyallahü anh) Hazret-i Ömer'le, Hazret-i Talha'nın bulunduğu yere gider. Onlar sahabeden bir cemaatle bir yere çekilmiş oturuyorlardı. Enes «niçin oturuyorsunuz?» der. Onlar -Peygamberimizin öldürülmesi bizi mateme bürüdü de, ondan oturuyoruz» derler. Enes «Onun öldüğü gibi şerefle siz de ölün. Şerefle ölmek varken neden oturuyorsunuz?» der. Bunu duyan Hazret-i. Ömer, Hazret-i Talha ve diğerleri hücuma geçerler. Bu arada düşmanla savaşmakta olan Kâ'b İbn Mâlik Peygamberimizi görür ve hemen yüksek sesle «Peygamber buradadır- diye bağırır. Müslümanlar bir anda Resûlüllah'ın etrafında toplanırlar. O matem bir anda bayram sevincine döner. Mübarek elleriyle yüzünden akan kanı siler ve şöyle der: «Bu kavim nasıl felah bulur ki, Allah Resulü onları Mevlâ'larının kapısına çağırıyor da, buna mukabil onlar savaş açıp yüzünü yaralıyorlar.» Peygamberimizin bu durumunu gören sahabe-i kiram «keşke onlara beddua etseydiniz de, onlar helak olsalardı» demişlerdir. Pey-Kamberimiz «ben beddua etmek için gönderilmedim. Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim» buyurmuştur. Ve «Yâ Rabbi, bu kavme hidayet et. Onlar benim gerçek peygamber olduğumu bilmiyorlar» demiştir (Buhârî - Müslim). Peygamberimiz âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. O düşmanına da hiç bir zaman beddua etmemiş, onların da hidayete ermeleri için daima Rabbine niyaz etmiştir. Bu savaşta müşrikler kölelerini de getirmişlerdi. Cabir İbn Mu'tam, Vahşi adında bir köleye şöyle demişti: «Eğer Muhammed'i öldürürsen, sana bir sürü at vereceğim. Ali'yi öldürürsen yüz deve vereceğim. Şayet bunları değil de Hamza'yı öldürürsen, seni kölelikten âzad edeceğim.» Vahşî ona şöyle cevap verir: «Muhammed'in üzerinde Allah'ın muhafızları vardır. Kimse onu yalnız bulamaz. Ali de öyle cengâverdir ki, gördüğünü sağ bırakmaz. Hamza pehlivandır, onu gafil avlayabilirim.» Vahşî bir taşın arkasında siper alır, Hazret-i Hamza'yı beklemeye koyulur. Hazret-i Hamza oradan geçerken okunu atar ve Hazret-i Hamza'yı şehid eder. Ebü Süfyan'ın karısı Hazret-i Hamza'nın karnını yarar, ciğerini çıkarır, hıncından çiğner. Yüksek bir yere çıkarak« Bedir'deki intikamı aldık» diye bağırır. Kâfirler de «Hübel yükseldi' diye bağırırlar. Peygamberimiz «Yâ Ömer onlara cevap ver- buyurur. Ömer «Yüce olan Allah'tır. Sizin ölülerinizle bizimkiler bir değildir. Bizim ölülerimiz cennete, sizinkiler de cehenneme gittiler» demiştir. Bundan sonra Peygamberimiz ve sahabesi düşman ile savaşmaya başladılar, Allahü teâlâ Resulüne nusret edip, muavenet etti. Düşman ordusunu dağıttılar, müşrikler bu savaştan bir netice almadan geri döndüler. Uhud Muharebesinde yetmiş kişi şehid oldu. Bunun altmış altısı Ensar'dan, dördü de Muhacirlerdendi. Müşriklerden de on dokuz kişi öldürülmüştü. 140 «Eğer size bir yara isabet ettiyse şüphesiz o kavme de o kadar yara İsabet etmiştir. Hem o günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz. Allah'ın iman edenlere belirtmesi ve içinizden şahitler edinmesi içindir bu. Allah, zâlimleri sevmez.» 141 «Hem Allah'a îman edenleri seçip, kâfirleri mahvedeceği içindir bu.» Ey îman edenler, Uhud günü size yaralar, acılar, musibetler isabet ettiyse şüphesiz o kavme de o kadar, Bedir günü yara ve acı isabet etmiştir. Yüce Allah -hem o günleri biz, insanlar arasında döndürür dururuz» buyurmuştur. Zafer bazan sizin olur, bazan onların olur. Bunun böyle oluşunun hikmeti, Allah'ın gerçek îman edenleri belirtmesi, münafıkların mü’minlerden seçilip ayrılması ve içinizden şahitler edinmesi içindir. Hakiki mü’min de, münafık da böyle bir musibet ânında belli olur. Nitekim Lokman oğluna şöyle demişti: «Hakiki altın ve gümüş ateşte belirlenir. Hakiki mü’min de şiddet ve musibet anında belli olur.- Fakat Allahü teâlâ kimin gerçek mü’min, kimin münafık olduğunu çok iyi biliyor. Mü’minlerin de bilmeleri için, gerçek iman edenle etmeyeni beyan etmiştir. Yüce Allah kullarının durumunu bilmesine rağmen, onların mükâfat ve mücâzatını vermiyor. Ancak kullarının bu durumları fiiliyata aksettikten sonra veriyor. Yani kul sevabı gerektiren bir fiil işlerse, sevap, günahı gerektiren bir fiil işlerse cezasını veriyor. Bunları işlemeden vermiyor. Halbuki kullarından hangisinin sevap, hangisinin günah işleyeceğini daha önceden biliyor. Nitekim Allahü teâlâ, iblisin isyan edeceğini biliyordu. Buna rağmen isyan etmeden önce onu rahmetinden kovmadı. Ne zaman ki, iblis isyan etti, o zaman rahmetinden kovdu. Mü’minlerden de hâlis îman sahipleriyle, Uhud'da şehadet mertebesine ulaşacak olanları biliyordu. Fakat onların mertebelerini yükseltmek için kimine şehitlik derecesini, kimine de gazilik unvanını verdi. Yoksa kâfirleri üstün kılmak, mü’minleri ise hakir düşürmek söz konusu değildir. Şayet böyle olsaydı Allahü teâlâ, -hâşâ- kâfir ve zâlimleri dost edinmiş olurdu. Halbuki Yüce Allah zalimler ve kâfirler güruhunu asla sevmez. Bunun başka bir yönü, mü’minlerin günahlarının bağışlanması, kâfirlerin cezalarının artırılması ve kendilerinin helak edilmesidir. Mü’minlerin galibiyetinde de, mağlûbiyetinde de Allahü teâlâ'nın bir çok hikmetleri vardır. Bunlardan bir tanesi, yukarda da belirtildiği gibi, mü’minlerin günahlarının bağışlanması, kâfirlerin cezalarının artırılması ve helak edilmeleridir. 142 «Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri belirtmeden Cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz?» Ey îman sahipleri, Allah yolunda zahmet çekmeden, musibetlere sabretmeden, cihad yapmadan Cennete girivereceğinizi mi sanıyorsunuz? Hanginiz Allah rızası için cihad ediyor ve hanginiz musibetlere sabrediyor? Yüce Allah bunlan açığa çıkarmadan Cennete gireceğinizi sanmayın. Cennet elbette ki, mü’minler için hazırlanmıştır. Fakat mü’min Allah için cihad etmedikçe, dini için çalışmadıkça, bu uğurda musibetlere sabretmedikçe, kolayca cennete gireceğini zannetmesin. 143 «Gerçekten siz ölümle karşılaşmadan önce onu arzulamıştınız. Fakat işte onu gördüğünüz halde bakıp duruyorsunuz.» Ey iman sahipleri, siz ölümle karşılaşmadan önce savaşı ve şehadeti arzulamıştınız. Mü’minler Uhud'dan önce savaşmayı ve Allah yolunda şehid olmayı arzu ediyorlardı. Zira onlar Bedir Muharebesi'nde şehid olanlar hakkında nazil olan âyetleri işitince «keşke biz de şehid olsaydık» demişlerdi. 144 'Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülûrse geriye mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez. Allah, sükredenlerin mükâfatını verecektir.' Bu âyet-i celile Uhud Muharebesindeki sahabenin durumuna işaret ediyor. Yukarda da belirtildiği gibi Uhud'da «Muhammed öldü» diye bir şayia yayılmıştı. Bu yalan haberi duyan sahabe-i kiram kendinden geçmiş, mateme bürünmüşlerdi. Hattâ bir kısmı «artık Muhammed öldü, düşmanla savaşıp da ne yapacağız» demişler, savaşı bırakmışlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur; «Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? İslâm'dan önceki küfrünüze mi döneceksiniz? Kim geriye dönerse Allah'a hiç bir zarar veremez.» İnsanların küfür içinde olmaları Yüce Allah'ın varlığına asla zarar veremez ve O'nun saltanatından bir şey de eksiltmez. İnsan, küfretmekle ancak kendi nefsine zulmetmiş olur. Elbette kendilerine zulmedenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Buna mukabil Yüce Allah, şükredenlere mükâfatını vereceğini va'dediyor. Bu âyet-i celilede mü’minlere büyük bir uyan vardır. Hazret-i Muhammed'in bir peygamber olduğu, ondan önce de nice peygamberlerin gelip geçtiği ve Hazret-i Peygamberin de onlar gibi fâni alemden göçeceği bildirilmektedir. Her canlıya ölüm geldiği gibi, bir gün mutlaka Peygamberimize de ölüm gelecektir. Nitekim öyle de olmuştur. Fakat onun getirmiş olduğu şeriat ve din dünyanın tonuna kadar bakidir. Yüce Allah iman edenlere şöyle hitap ediyor' «Şimdi o ölse veya öldürülse geriye mi döneceksiniz?» Yani eskisi gibi küfre mi döneceksiniz? Onun getirdiği din ve şeriat dünyanın sonuna kadar baki olduğuna göre, Resûlüllah her an aramızdaymış gibi hareket etmek zorundayız. Gerek savaşta ve gerekse diğer bütün işlerinde Allah rızası için, hâlis niyetle çalışanların âhiretteki mükâfatları, Allah'ın muttaki kullan için hazırlamış olduğu cennettir. 145 «Allah'ın izni olmadıkça hiç bir kimseye ölmek yoktur. O, vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Kim dünya nimetini isterse kendisine ondan veririz. Kim de âhiret nimetini dilerse buna da ondan veririz. Ve şükredenleri mükâfatlandıracağız.» Hiç şüphesiz her canlı mutlaka ölümü tadacaktır. Fakat Allah'ın izni olmadan hiç bir canlı için ölüm yoktur. O ölüm, vadesiyle yazılmış bir yazıdır. Allahü teâlâ’nın tayin ettiği vade gelmeden hiç kimse ölmez. Vade gelince ecel ne bir saniye geri, ne de bir saniye ileri alınır. Bu âyet-i celile Mu'tezilenin şu görüşünü reddeder. Mu'tezile'ye göre: -Harpte ölen veya kesilen bir hayvan ecelinden önce ölmüş olur. Bundan dolayı adam öldüren kimseye kısas veya diyet lâzımdır. Hayvanı boğazlayanın da bedelini ödemesi gerekir. Şayet bunlar ecelinden ölselerdi, bunları öldürenlere ve kesenlere kısas veya diyet gerekmezdi. Halbuki Yüce Allah «hiç bir nefis ecelinden evvel ölmez' buyuruyor. Fakat bu ölümün ne zaman geleceği kullarca meçhuldür. Hangi yaşta geleceğini Allah'tan başka kimse bilmez. Şu veya bu bir bahanedir. Bunun için Allahü teâlâ kullarından hazırlıklı olmalarını istiyor. Çünkü ölüm bir hayatın sonu, diğer hayatın başlangıcıdır. Îmanın emirlerinden geri kalıp, bütün gücünü dünya için harcamak büyük gaflettir. Îmanın esaslarına tâbi olmak ilâhî emre tâbi olmaktır. İlâhî emre tâbi olanlar ise kurtuluşa «renlerin ta kendileridir. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Kim dünya nimetini isterse kendisine onu veririz. Kim de âhiret nimetini dilerse buna da ondan veririz. Ve şükredenleri mükâfatlandıracağız.» Allahü teâlâ dünyayı dileyene dünyayı, âhireti dileyene de âhiret nimetlerini verir. Yüce Allah kullarının dilediğini verir. Kul hayır dilerse hayır, şey dilerse şer verir. Yüce Allah, hiç şüphesiz şükredenleri mükâfatlandıracaktır. 146 «Nice peygamberler, beraberinde Rabbe kul olanlardan bir çoğu, muharebe etti de Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı ümitsizliğe düşmediler. Yılmadılar, boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever.» Ey iman edenler, sizden önce nice peygamberler, ümmetleriyle beraber Allah yolunda muharebe etmişlerdir. Bu yolda başlarına gelen birçok musibete rağmen asla ümitsizliğe düşmediler. Zira onlar Allah'ın rızasını kazanmak için koşarlardı ve düşmanın çokluğundan dolayı korkup yılmazlardı. Onlar hiçbir zaman düşmana boyun eğmediler. Fakat bütün musibetlere sabrettiler. Yüce Allah sabredenleri sever ve sabredenlerle beraberdir. Ey mü’minler, ne oldu size ki, Peygamberinizin ölüm haberini duyunca savaşı bırakıp dağıldınız. Peygamberinizin yolunda savaşmadınız. Halbuki sizden önceki peygamberlerin ümmetleri, peygamberleri öldürüldükleri veya öldükleri halde savaşmayı terk etmemişlerdi. 147 «Dedikleri sadece şu idi: Ey Rabbimiz, günahlarımızı ve içimizdeki taşkınlığımızı bize bağışla. Sebatımızı artır. Kâfirler güruhuna karşı bize yardım et.» Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin, peygamberleri öldürüldükten sonra Yüce Allah'a nasıl niyazda bulunduklarını, Allahü teâlâ Âhirzaman Peygamberinin ümmetine naklediyor. Onlar peygamberleri öldürüldükten sonra şöyle dua etmişlerdi: «Ey bizim Rabbimiz, günahlarımızı ve illerimizdeki taşkınlığımızı bize bağışla. Düşmanlarımızla savaşırken sebatımızı artır. Ayaklarımızı sabit kıl ki, düşmandan kaçmayalım. Sana inanmayan kafirlere karşı bize yardım et.» Onlar Allahü teâlâ'dan bir nimet ve servet istemiyorlardı. Sadece günahlarının affını, ayaklarının düşmana karşı sebat ettirilmesini, kâfirlere karşı muzaffer olmalarını diliyorlardı. Hattâ zaferi bile kendi nefisleri için değil, küfrün hezimete uğraması için istiyorlardı. Allah'a karşı mü’minlerin takınması gereken edep de budur. 148 «Bu yüzden Allah, onlara dünya nimetini de, âhiret nimetini de fazlasıyla verdi. Ve Allah ihsan edenleri sever.» Şu, kendi nefisleri için bir şey istemeyenlere, Allah, kendi katından her şeyi vermiştir. Nefislerini Allah'a adayanları, Allah asla boş çıkarmaz. Onların dünyevî ve uhrevî mükâfatlarını çok fazlasıyla verecektir. Zira Yüce Allah ihsan edenleri sever, onların ihsanına karşılık en güzel ihsan ile mukabele eder. 149 'Ey îman edenler, küfredenlere itaat ederseniz ökçelerinizin üstünden sizi geriye çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.' 150 «Halbuki Mevlânız Allah'tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.» Ey iman edenler, küfredenlere asla itaat etmeyiniz. Şayet onlara tâbi olur, itaat ederseniz, îmanınızdan küfre çevirirler ve siz, İslâm saadetinden mahrum olursunuz. Hangi devirde olursa olsun, Müslümanın islâm saadetinden mahrum olmaması için kâfire asla itaat etmemesi gerekir. Kâfire itaat etmek Müslümanı İslâm saadetinden mahrum eder, İşte o zaman Müslüman hüsrana uğrayanlardan olur. Küfredenlere tâbi olanlar er-geç mutlaka hüsrana uğrayacaklardır. Yukarda da belirtildiği gibi, küfredenlerin bütün arzuları iman edenleri hak yoldan alıkoymaktır. Bunun için Allahü teâlâ iman edenlere şöyle buyuruyor: «Ey îman edenler, küfredenlere itâat ederseniz ökçelerinizin üstünden sizi geriye çevirirler de, hüsrana uzayanlardan olursunuz. Halbuki Mevlânız Allah'tır. O, yardımcıların en hayırlısıdır.» Kâfire tâbi olup, ondan yardım beklemenin ne kadar tehlikeli olduğunu yüce Mevlâ böylece beyan ediyor. Onlara itaat edenlerin sonunun hüsran olacağını açıklıyor. 151 «Hakkında hiç bîr delil indirmediği şeyi Allah'a eş tanıdıklarından dolayı küfredenlerin kalblerine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Ne de kötüdür o zalimlerin varacağı yer.» Hakk'ı inkâr edenlerin dünyada asla huzur bulamayacakları bu âyet-i celilede ifade edilmektedir. Hakkı inkâr ederek ve Allah'a şirk koşarak, kâfir olanların kalblerine Allah tarafından korku atılacaktır. O korku ile huzurları kaçacak, rahatsız olacaklar, dünya ve âhirette de hüsrana uğrayacaklardır. Onlar kitaplarında, kendilerine hakkında bir delil indirilmeyen şeyi Allah'a eş tutarak, kâfir olmuşlardır. Onların âhirette varacakları yer ateştir. Çünkü orası kâfirler için hazırlanmıştır. Zalimlerin varacağı yer ne kötüdür. 152 «Gerçekten Allah'ın size olan va'di doğru çıktı. Onun izni ile kâfirleri doğruyordunuz ki, içinizde dünyayı isteyenler ve ahireti isteyenler bulunduğundan sevdiğiniz zaferi size gösterdikten sonra, baş kaldırdığınız, verilen emir hakkında çekiştiğiniz ve yıldığınız zaman sizi imtihan etmek için Allah mağlûbiyete uğrattı. Bununla beraber sizi bağışladı. Ve Allah mü’minlere fazl u inayet sahibidir.» Bu âyet-i celile Uhud Muharebesiyle ilgilidir ve nüzul ıt tudun Muharebenin başlangıcında müminlerin hücumlarına dayanamayan kâfirler kaçmaya başlamışlardı. Asıl savaş meydanı Müslümanların eline geçmişti. Bunu gören mü’minlerden bazıları savaşı bırakıp ganimet toplamaya başladılar. Müslümanların savaş esnasında gösterdikleri bu gevşeklik kendi aleyhlerine olmuş ve bir kısmı savaş alanından kaçmıştı. Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Gerçekten Allah'ın size olan va'di doğru çıktı. O'nun izni ile kâfirleri doğruyordunuz. Fakat siz ahdinizi bozdunuz, sözünüzden caydınız. O zaman düşmanın korkusu kalbinize düştü. Peygamberin yerleştirdiği okçular, Peygamberden haber gelene kadar yerlerinden ayrılmayacaklardı. Halbuki onlar bu ahdi unuttular ve bir kısmı «biz niçin burada duruyoruz, düşman münhezim oldu, dağıldı» demişlerdi. Bir kısmı da «Peygambere verdiğiniz sözde durun, onun emrine tecavüz etmeyin ve emir gelene kadar bu yerden ayrılmayın» demişterdi. Fakat onlar yerlerinden ayrılmak suretiyle Peygamberlerinin emrine âsî oldular. Yüce Allah, âyetin devamında bu olayı şöyle ifade ediyor: «içinizde dünyayı isteyenler ve âhireti isteyenler bulunduğundan sevdiğiniz zaferi size gösterdikten sonra, bas kaldırdığınız, verilen emir hakkında çekiştiğiniz ve yıldığınız zaman, sizi imtihan etmek için Allah mağlûbiyete uğrattı.» Gerçek mü’min kim, münafık kim meydana çıksın diye Yüce Hâlık sizi imtihan etmiştir. Bununla beraber sizi bağışladı ve Peygamberin emrine muhalefet ettiğinizden dolayı hepinizi helak etmedi. Çünkü Allah, mü’minlere karşı fazl u inayet sahibidir. 153 «Hani siz kimseye bakmadan kaçıyordunuz. Peygamber de arkanızdan sizi çağırıyordu. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah sizi kederden kedere uğrattı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.» Uhud Muharebesine iştirak eden mü’minlerden bir kısmı savaşın aleyhlerine dönmesiyle birlikte kaçmıştı. Allahü teâlâ onların bu durumunu hoş karşılamayarak şöyle buyuruyor: «Hani siz kimseye bakmadan düşmandan kaçıp, dağılmıştınız. Peygamber de arkanızdan kaçmamanız için sizi çağırıyordu da, kimse onun çağırmasına aldırmıyordu. Kaybettiğiniz savaşa ve ganimete, başınıza gelen musibetlere üzülmeyesiniz diye Allah, sizi kederden kedere uğrattı. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.» Herkese, yapmış olduğu ameline göre mükafat veya mücazat verir. Hiç kimsenin yaptığı karşılıksız kalmaz. 154 «Sonra o kederin ardından üzerinize öyle bir emniyet, öyle bir uyku indirdi ki o, içinizden bir zümreyi bürüdü. Bir zümre de canları sevdasına düşmüştü. Allah'a karşı cahiliyet zannı gibi haksız bir zan besliyorlar.» Allahü teâlâ, sizin üzerinize o kederin ardından öyle bir uyku ve öyle bir emniyet indirdi ki içinizden bir zümreyi bürüdü. Zira Yüce Allah onların kederlerini gidermek için üzerlerine emniyet ve uyku indirmişti. Uykuya dalanların gam ve kederleri izale oldu. Kendilerini uyku basanlar hakikî mü’minlerdir. Onlar kadere îman etmiş, Allah'a teslim olmuş kimselerdir. Bir zümre de vardı ki, onlar canlarının sevdasına düşmüştü, işte onlar münafıkların ta kendisidir. Zira onlar, Allahü teâlâ'ya karşı cahiliyet devrindeki gibi haksız bir zan besliyorlardı. Ve şöyle diyorlardı: «Artık Allahü teâlâ, Muhammed'e ve onun ashabına zafer nasip etmeyecek, onları zelil edecek.» Münafıklar bu sözleriyle mü’minlerin arasına fitne sokuyorlar ve Müslümanları tereddüde düşürüyorlardı. Her devirde, münafıkların durumu budur. Onlar daima mü’minlerin arasına fitne sokarlar. Peygamber ordusuna soktukları gibi. Allahü teâlâ yukarıda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor: «Bu işten bize ne? diyorlardı. De ki: 'Bütün iş Allah'ındır.' İçlerinde sana açmadıkları bir şer gizliyorlar. 'Bu bize ait bir şey olsaydı burada öldürülmezdik', diyorlar. De ki: 'Evlerinizde olsaydınız üzerlerine ölüm yazılmış olanlar, yine muhakkak devrilecekleri yerlere çıkıp gidecekler.' Bu, göğüslerinizin içindekini yoklamak, kalblerinizdekini temizlemek içindir. Ve Allah, sinelerdekini hakkıyla bilir.» Uhud'daki durumu gören münafıklar, ümitsizliğe düşerek «bundan sonra bize fetih nasip olmaz» demişlerdi. Âdeta onlar, Allah'ın rahmeti kendi ellerindeymiş gibi konuşuyorlar. Yüce Allah da sevgili habibine şöyle buyuruyor; «Yâ Muhammed, de ki: «Zafer de, ganimet de Allah'tandır. Size bunları nasip edecek olan da O'dur, İçlerinde sana açmadıkları bir şey gizliyorlar ve «eğer fetih bize müyesser olsaydı, biz öldürülmezdik» diyorlar.» Yâ Muhammed, onlara de ki: «Hayır da, şer de Allah'tandır. Siz, evlerinizde olsaydınız dahi üzerine ölüm yazılmış olanlar, muhakkak öldürülecekleri yerlere çıkıp gideceklerdi. Böylece Allah'ın hükmü mutlaka yerine gelecekti. Bu, göğüslerinizin içindekini yoklamak, günahlarınızı temizlemek, kalblerinizdeki kiri gidermek içindir. Allah, kalblerinizde gizlediklerinizi hakkıyla bilir.» Hiç bir şey O'ndan gizli kalmaz. 155 «İki topluluğun karşılaştığı gün, içinizden geri dönenleri, yaptıklarının bir kısmından ötürü şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Bununla beraber Allah onları bağışladı. Gerçekten Allah çok bağışlayıcıdır. Ve O, Halimdir.» Uhud savaşında Peygamber ordusu ile müşrik ordusu karşılaştıkları vakit, içinizden geri dönenleri, yaptıklarının bir kısmını onlara güzel göstererek şeytan yoldan çıkarmak istemişti. Peygamberin emrine muhalefet etmeyi, savaştan kaçmayı onlara hoş göstermişti. Bununla beraber Yüce Allah onların yaptıklarını affetmiş, günahlarını bağışlamıştır. Zira Allah gafurdur, günahları yarlığar. Halimdir, hatâ işleyenlerin cezasını hemen vermez, tevbe istiğfar etmeleri için cezalarını tehir eder. Rivayete göre Hazret-i Osman ile Abdurrahman ibn Avf arasında şöyle bir tartışma geçer: Abdurrahman Hazret-i Osman'a şöyle der: -Beti, Bedir'de bulundum, sen bulunmadın. Ben ağaç altında Resûlüllah'a bîat ettim, sen ise orada biat etmedin. Ve sen Uhud Savaşında da kaçanlar arasındaydın.» Hazret-i Osman da cevaben şöyle der: «Yâ Abdurrahman, dediklerin doğrudur. Fakat ben Peygamberin bulunduğu her yerde bulundum. Bedir savaşında bulunmayışımın sebebi vardı. O zaman, zevcem olan Resûlüllah’ın kızı hasta idi, onun hizmetinde bulunmak için geri bırakıldım. Bu bakımdan Bedirdeki ganimetten Resûlüllah bir taksim de bana ayırmıştı. Şayet onun emri olmadan savaştan geri kalmış olsaydım, bana ganimetten bir taksim ayırır mı idi? Sen ağaç altında biat ettiğin zaman, Resûlüllah beni Mekke'ye müşriklere gözcü göndermişti. Ben, oraya gözcü gittiğim için sizinle ağaç altında biat edememiştim. Fakat Peygamberimiz sağ elini sol elinin üstüne koyarak «bu da Osman içindir» demişti. Resûlüllah'ın sağ eli, benim sağımdan da, solumdan da çok daha hayırlıdır; Uhud günü savaştan kaçanları Allahü teâlâ şeytanın tuzağına düşmekle vasıflandırdı. Bununla beraber onlan bağışladığını da beyan etti. Ben, bağışlananlardanım.» Bu şekilde Hazret-i Osman Abdurrahman karşısında haklı çıkar. Bundan şu anlaşılıyor: Şayet bir yerde bir hayır işleniyorsa, meşru bir özürden dolayı o hayra iştirak edemeyenler de, ondan mükâfatını alır. Tıpkı o hayrı yapanlarla berabermiş gibi. 156 «Ey îman edenler, siz, küfredip de yeryüzünde dolaşan veya gazada bulunan kardeşleri hakkında: Onlar yanımızda olsalardı ölmezler veya öldürülmezlerdi diyen kâfirler gibi olmayın. Allah, bunu onların yüreklerinde bir hasret olsun diye bıraktı. Halbuki öldüren de, dirilten de Allah'tır. Allah ne yaparsanız, hakkıyla görendir.» Ey îman edenler, siz ehl-i kitap gibi olmayın. Onlar kendileri gibi küfredenlere, yeryüzünde sefere çıkan veya harbe iştirak eden kardeşleri hakkında şöyle demişlerdi: «Şayet onlar yanımızda olsalardı ne sefere çıktıkları vakit ölürlerdi ve ne de savaşta öldürülürlerdi.» Allahü teâlâ'nın, bu sözü onlara söyletmesi yüreklerinde bir acı olsun diyedir. Onların gönlündeki gamı ve kederi artırmak içindir bu. Halbuki insanlar sefere çıkmakla veya harbe iştirak etmekle ölmez ve öldürülmezler. Ancak öldüren de, dirilten de Allah'tır. Yukarda da belirtildiği gibi vade gelmeden hiç kimse ölmez. Harpte şehid olanların ruhları Cennet-i âlâdadır. Onlar Allah'ın izni ile istedikleri yerde dolaşırlar. Onlar dünya ve âhiret mükâfatlarının en büyüğüne nail olmuşlardır. Allahü teâlâ kullarının yaptıkları her şeyi görür ve bilir. Herkesin ameline göre karşılığını verir. 157 «Yemin olsun ki, Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bir bağışlaması ve merhameti onların toplayacağı şeylerden çok daha iyidir.» Ey mü’minler, siz Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, bu sizin için Allahü teâlâ'dan günahlarınıza keffarettir. Allah yolunda öldürülenlerin günahlarını, Yüce Allah bağışlayacağını va'dediyor. Allah yolunda ölenlerin veya öldürülenlerin âhiretteki mükâfatları ise Cennettir. Allah'ın bir bağışlaması ve merhameti münafıkların toplayacağı dünya malından çok daha hayırlı ve çok daha iyidir. Onların topladıkları malların, kendilerine asla hayrı olmayacaktır. 158 «Yemin olsun ki, ölseniz de, öldürülseniz de Allah katında toplanacaksınız-» Siz ister evinizde ölün, ister savaşta ölün hepiniz Allah'ın huzurunda toplanacaksınız. Herkes eksiksiz olarak amelinin karşılığını görecektir. Hiç kimsenin ameli karşılıksız kalmayacaktır. 159 «Allah'ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandin. Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Artık onları bağışla. Mağfiret dile onlara. İş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah'a güvenip dayan. Gerçekten Allah, tevekkül edenleri sever.» Bu ayet-i celilede Hazret-i Peygamber'in mü’minlere nasıl davrandığı, onlarla müşavere yapılmasının gerekli olduğu bildirilmektedir. Bundan dolayı Allahü teâlâ sevgili habibine şöyle hitap ediyor: «Yâ Muhammed, Allahü teâlâ'nın rahmeti sayesinde sen mü’minlere karşı yumuşak davrandın. Eğer onlara karşı kaba ve katı kalbli olsaydın şüphesiz etrafında kimse kalmaz, dağılır giderlerdi. Fakat Yüce Allah, seni yumuşak, cömert, güler yüzlü, merhamet edici ve ihsan edici kıldı. Sen artık onların yaptıklarını bağışla ve Allah'tan onlar için mağfiret dile. Hakkında vahiy gelmeyen mes'elelerde ve herhangi bir iş hususunda onlarla müşavere yap.» Dünyaya teallûk eden mes'elelerde, insanların en akıllısı ve en ekmeli olan Peygamberimize Yüce Allah istişare yapmasını emrediyor. Bu emir onun ümmetine de mahsustur. Ümmetinin de dünyaya teallûk eden işlerde istişare etmesi gerekir. Zira acziyet içindeki insanların istişare yapmaya daha fazla ihtiyacı vardır. Çünkü mü'minler için istişare yapmada bir çok hikmetler vardır, istişare yapmakla hem Resûlüllah'ın sünneti icra edilmiş olur, hem de re'sen vermiş olduğu kararlarda düşeceği hatâlardan kurtulmuş olurlar. Toplumda rahmet olduğu gibi, onun vermiş olduğu kararlarda da isabet vardır. Nitekim Peygamberimiz şöyle demiştir: «Hiç kimse istişare sonucunda günahkâr olmamıştır. Hiç kimse de istişaresiz yapmış olduğu işte huzur bulamamıştır.» Bu hadîs-i şeriften istişarenin ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır. Müşavere fertleri birbirine bağlar, aradaki tereddüdü giderir. Fertler arasında bilgi alış verişi yapılır. Her şeye körü körüne defti de. Yaratana teslimiyetle başlanır ve O'na tevekkül edilir. Zira Yüce Allah, Peygamberimize: «Yâ Muhammed, müşavereden sonra bir kere de azmettin mi Allah'a güven, O'na tevekkül et. Gerçekten Allah tevekkül edenleri sever» buyuruyor. Mü’minler için dünyevi işlerde müşavere, tatbik edilmesi genken en mühim bir mes'eledir. Fakat Müslümanların bir çoğu bu önemli mes'eleyi bir kenara itmişlerdir. 160 'Allah size yardım ederse, artık sizi mağlûp edecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa O'ndan başka size yardım edecek kimdir? Müzminler, sadece Allah'a güvenip dayansınlar.' Ey îman edenler, eğer Allah size yardım ederse, hiç kimse sizi asla mağlûp edemez. Şayet Uhud'da olduğu gibi sizden yardımı keserse, O'ndan başka da size yardım edecek yoktur. O'ndan başka kim size yardım edebilir? O halde, ey iman sahipleri, siz Allah'a güvenip dayanın. O'ndan başkasına güvenmeyin. İşte o zaman Allah'ın yardımı sizin üzerinize olur. 161 «Bir peygamber için emanete hıyanet etmek olur şey değildir. Kim, böyle hainlik ederse, kıyamet günü bu hainlik ettiği şey ile gelir. Sonra herkese kazanmış olduğu şey ödenir. Ve onlara zulmedilmez.» Bu âyet-i cel ilenin nüzul sebebi şudur: Yukarda da belirtildiği gibi Uhud Savaşmda sahabenin bir kısmı savaşı bırakıp ganimet toplamaya koyulmuştu. Onlar, kendi kendilerine -biz buradan ganimet alamazsak, bundan mahrum oluruz, bize ganimetten taksim ayırmazlar» diyerek, ganimet toplamak îûyetiyle savaşı terk etmişlerdi. Yüce Allah, onların bu durumlarını hoş karşılamayarak bu âyeti inzal edip, şöyle buyurmuştur: «Bir peygamber için emanete hıyanet etmek olur şey değildir. Hiçbir peygamber ganimetleri ümmetinden saklayamaz. Hiç bir ümmet de peygamberine kat'iyetle hainlik isnad edemez. Kim, böyle hainlik ederse, kıyamet günü bu hainlik ettiği şey ile Allah'ın huzuruna getirilir.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: -Kıyamet günü sizden birinizin boynunda bir koyun olduğu halde mahşer yerine gelerek «Yâ Muhammed beni kurtar' diye nida etse de, ben kıyamet günü onu Allah'ın azabından kurtarmaya malik değilim» (Nesei). Dünyada hıyanet edenlerin kıyamet günü hıyanet ettikleri şey ile Allah'ın huzuruna getirileceklerini Peygamberimiz bildirmiştir. Meselâ, sığır, koyun, deve, tavuk, altın, gümüş gibi, hangi cinsten hıyanet ettiyse, onu yüklenmiş olarak mahşer yerine getirilir. Kıyamet günü hıyanet ettiği nesneler Cehennem içinde şekillenerek ona gösterilir ve ona «işte dünyada hıyanet ettiğin nesneler şunlardır, git, getir- denir. O da almak için Cehenneme dalar alıp kapıya kadar getirir, geri düşürerek tekrar almaya gider, alır kapıya getirir tekrar düşürür, böylece Allahü teâlâ'nın dilediği kadar o kimseye azap edilir. Sonra hayırdan ve şerden herkese kazandığı tastamam verilir. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz. 162 «Allah'ın rızasına uyan kimse, Allah'ın hışmına uğrayan gibi olur mu? Onun vardığı yer Cehennemdir. O, ne kötü dönüş yeridir.» Allah'ın rızasını kazananla, Allah'ın hışmına uğrayan elbette bir olmaz. Allah'ın rızasını kazananlar, O'nun rahmetine ve affına nail olanlardır. Onlar peygamberlerine muhalefet etmeyerek, savaşta ve barışta haklarına razı olanlardır. Onların Allah katındaki mükâfatları Cennettir. Allah'ın hışmına uğrayanlarsa, kendilerine hıyanet edenlerdir. Onların Allah katındaki cezaları Cehennem olup, dönecekleri yer ne kötüdür. 163 «Onlar Allah katında derece derecedir. Allah yaptıkları şeyi görmektedir.» Yüce Allah kullarının yaptıkları her şeyi görür, onların yaptıklarını bilir ve hepsine lâyık oldukları mükâfat veya mücazatı verir. 164 'Yemin olsun ki, Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, tezkiye eden, kitap ve hikmeti öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir, Halbuki onlar daha önce apaçık bir dalalet içinde idiler.' Allahü teâlâ mü’min kullarına büyük bir lütuf ve ihsanda bulunmustur. Çünkü onlara Allah'ın âyetlerini okuyan, tezkiye eden, kitap ve hikmeti öğreten, kelime-i tevhidi bildiren, onlan şirk ve günahtan temizleyen, haramı - helâli beyan eden kendi içlerindim bir peygamber göndermiştir. İslâm gelmeden önce onlar dalâlet içinde idiler. İslâm geldikten sonra onun nuru ile nurlanıp, dalâletten kurtulup hakikati bulmuşlardır. 165 «Onları iki misline uğrattığımız bir musibete kendiniz uğrayınca: Bu nedir? dediniz. De ki: O, kendi nefsinizdendir. Doğrusu Allah her şeye kadirdir.» Ey îman edenler, Bedir'de siz müşrikleri iki kat musibete uğrattınız. Onlardan yetmiş kişi öldürdünüz, yetmiş kişi de esir aldınız. Buna mukabil Uhud'da siz bir musibete uğrayınca «bu nedir?» dediniz. Halbuki sizden sadece yetmiş kişi şehid olmuştu. Ey mü'minler, aklınızı başınıza alm, bu size kendi nefsinizden, kendi hatanızdan dolayıdır. Zira siz Peygamberinizin, sizi bıraktığı yerde durmamakla ona muhalefet ettiniz. Bu bakımdan başınıza gelen musibet kendi itâatsizliğinizdendir. Doğrusu Allah, yardım etmeye de, hezimete uğratmaya da kadirdir. O'nun kudreti her şeyi ihata etmiştir. O her şeye kadirdir. 166 «iki ordu karşılaştığı gün size gelen musibet, Allah'ın emliyledir. Bu, mü’minleri belirtmek içindir.» 167 «Bir de münafıklık edenleri açığa vurmak içindi. Kendilerine Gelin Allah yolunda savaşın veya savunun dendiği zaman: Şayet muharebe etmeyi bilseydik peşinizden gelirdik dediler. O gün onlar imandan çok küfre yakın idiler. Kalblerinde almayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların gizlediği şeyi Allah çok iyi bilir.» Ey mü’minler, müşriklerle karşılaştığınız zaman size gelen musibet Allah'ın emri ve hükmü iledir ki, gerçek mü’min ile münafığın kim olduğu belli olsun, meydana çıksın. O gün hakikî mü’mın ile münafık belli oldu. Münafıklara «gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun» dendiği zaman, onlar şöyle demişlerdi: -Şayet muharebe etmeyi bilseydik peşinizden gelirdik.» Halbuki onlar muharebe etmeyi çok iyi biliyorlardı. Fakat bunu münafıklıklarından söylüyorlardı. Onlar, bu sözlerini Peygamberimiz Uhud'a hareket ettiği gün söylemişlerdi. Peygamberimiz Uhud'a hareket ettiği gün, bir kısım atlı iri-yarı bir topluluk görmüş, kim olduklarını sormuştu. Sahabe-i kiram da «onlar Abdullah ibn Übey ibn Selûl'ün tâbi olduğu kavimdir» dediler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) «biz kâfirlerden asla yardım istemeyiz» buyurmuştur. Bunu işiten, münafıkların reisi Abdullah avanesiyle beraber geri dönmüşlerdir. Abdullah'ın geri döndüğünü gören Hazret-i Ömer «mü’minlerle savaşa sen de iştirak et, niçin geri dönüyorsun?» demişti. Abdullah da «şayet muharebe etmeyi bilseydik, sizinle biz de iştirak ederdik» demişti. Bunun üzerine Allahü teâlâ âyet-i celilesini inzal ederek: «O gün onlar îmandan çok küfre yakın idiler. İmandan meylettiklerinden, kalblerinde olmayan şeyi ağızlarıyla söylüyorlardı. Onların gizlediği şeyi Allah çok iyi bilir» buyurmuştur. Onlar îman ettiklerini söylerler. Halbuki kalben îman etmiş değillerdir. Kalben mü’minlerin hezimete uğramasını isterler, arzuları budur. Halbuki Yüce Allah, onların kalblerindeki küfrü ve nifakı çok iyi bilmektedir. Onlar gizleseler de, açığa vursalar da. 168 «Kendileri oturarak kardeşleri için: Bize uysalardı öldürülmezlerdi diyen o adamlara de ki; Şayet sadıklardan iseniz kendi nefislerinizden ölümü geri çevirin.» Uhud Muharebesi'nde mü’minlerden yetmiş kişi şehid olunca, savaşa iştirak etmeyen münafıklar kardeşleri için şöyle demişlerdi: «Şayet bize uysalardı öldürülmezlerdi. Harbe iştirak etmediğimiz için, bize bir şey olmadı,' Halbuki ölüm Allah'ın takdiriyledir. Allahü teâlâ dilemeyince hiç kimse ölmez. Yüce Allah onların yalanlarını reddederek sevgili habibine şöyle buyuruyor: Yâ Muhammed, onlara söyle, eğer sözlerinde sadık iseler kendi nefislerinden ölümü geri çevirsinler. Şayet ellerinde ise ölmesinler.-Buna asla güçleri yetmez, evinde ölen de, savaşta ölen de Allah'ın emriyle ölür. Yukarda da belirtildiği gibi Allah'ın emri olmadan ve vade gelmeden hiç bir canlı ölmez. Bazı müfessirlere göre, bu âyet-i celile nazil olunca münafıklardan yetmiş kişi ölmüştür. 169 «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler. Ve onlar rızıklanırlar.» 170 «Allah'ın kendilerine verdiği ihsandan dolayı sevinç içindedirler. Arkalarından henüz kendilerine katılmayanlara, 'kendilerine korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Müslümanlar aralarında «savaşta falanlar, falanlar öldü' diye söyleşmişlerdi. Bunun üzerine bu âyet inerek: «Siz, Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler» buyurmuştur. Allah yolunda öldürülenlerin ölü olmadığını Yüce Allah beyan ediyor. Zira onların mükâfatları kıyamete kadar yazılır. Tıpkı hayatta olanlar gibi. Nitekim Peygamberimiz şöyle demiştir: -Uhud'da şehid olan kardeşlerinizin ruhları Cennettedir. Onlar istedikleri yerde gezip -dolaşırlar. Cennetin ırmaklarından içerler, yemişlerinden yerler. Tâ arşın altına kadar giderler, oradan Allahü teâlâ'nın kendilerine ihsan ettiği makamları, yiyecekleri, içecekleri görünce' sevinerek «geride kalan kardeşlerimiz keşke bizim nasıl bir nimet içinde olduğumuzu bilseler de, ölümden korkmasalar ve bir an önce onlar da bu görkemli nimetlere kavuşsalardı' diye temennide bulunurlar (Müslim). Allah yolunda öldürülenlerin ölü olmadığını, bilâkis diri olduklarını, onların Cennet nimetlerinin hepsinden istifade ettiğini, amel defterlerinin kıyamete kadar açık olduğunu, onlar için bir hüzün, bir korku olmadığını Yüce Allah bildirmektedir, Allah yolunda öldürülenler, kardeşlerinin de şehadet şerbetini içerek kendilerinin ulaştığı mertebeye ulaşmalarını isterler. Zira onlar nimetlerin en ulvîsine nail olmuşlardır. Onlar için 171 «Onlar Allah'tan gelen bir nimet ve daha üstün ihsan ile ve Allah'ın, mü’minlerin mükafatını zayi etmeyeceği müjdesiyle sevinirler.» 172 «Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve Peygamberin davetine koşarlar. İçlerinden ihsan edenler ve sakınanlar için pek büyük mükafat vardır.» Allah yolunda öldürülenler, günahlarının bağışlandığından ve Cennet nimetleriyle mükâfatlandınldıklarından büyük bir sevinç içindedirler. Yüce Allah, onlara fadl u keremiyle Cennette sonsuz nimetler ihsan etmiştir. O'nun nimetinin ölçüsü yoktur. İmam-ı Mücahid (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Kılıçlar Cennetin anahtarlarıdır. Şehidler kılıçlarıyla Cennetin kapısını açacaklardır.» Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Bir şehid, kendi soyundan yetmiş kişiye şefaat eder.» Allah yolunda şehid olmanın ne kadar üstün bir derece olduğu yukarda geçen âyet ve hadisten anlaşılmaktadır (Nesei). İmam Ebu’l-Leys (radıyallahü anh) bu hadisin mânasından Allahü teâlâ'nın şehidlere beş ikramda bulunduğunu çıkarmıştır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), «Yüce Allah bana ve benden önceki peygamberlerin hiç birine bu ikramı yapmamıştır» demiştir (Buharİ). Beş madde şudur: 1. Bütün peygamberlerin ruhunu Azrail almıştır. Benim ruhumu da o alacaktır. Şehitlerin ruhunu ise Yüce Allah kudretiyle kabzeder. 2. Bütün peygamberler öldükten sonra yıkanmışlardır. Ben de «ölünce» yıkanacağım. Fakat şehitler rahmet suyu ile yıkandıkları için dünya suyu ile yıkanmazlar. Buna ihtiyaçları yoktur. 3. Bütün peygamberler kefenlenmişlerdir, ben dahi öldükten sonra kefenleneceğim Yalnız şehitler için kefene ihtiyaç yoktur, onlar elbiseleriyle gömülürler. 4. Peygamberler öldükten sonra, ölü diye nitelendirilirler. Fakat şehitlere ölü denmez, onlar diridirler. Zira Kur'an-ı Kerim'de onlar diri olarak zikredilmiştir. 5. Kıyamet günü bütün enbiyaya şefaat yetkisi verilir, benim şefaatim de o zamandır. Fakat şehitlere şefaat yetkisi her zaman verilmiştir. Onların şefaati her zaman kabul olur.» Allahü teâlâ mü’min kullarının ecrini asla zayi etmez. Allah'a ve Resulüne itaat edenlerin amellerini asla boşa çıkarmaz. Onların mükâfatlarını fazlasıyla verir. Ebu Süfyan Medine'de ticaret yapan Ne'îm ibn Mes'ud adında birini kandırarak «bizim çokluğumuzdan Müslümanlara bahset. Onların gözünü korkut, bizim üzerimize gelip yolumuzu kesmesinler» demişti. O kişi de Medine'yi yaygaraya vererek, Ebu Süfyan’ın bir ordu hazırladı ve bu ordu ile sefere çıktığını söylemişti. Bunu duyan sahabe endişelenmiş ve Süfyan'ın üzerine gitmeyi hoş görmemişlerdi. Bu şayiayı duyan Peygamberimiz şöyle söylemiştir: «Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, benimle kimse gelmese bile, ben onların üzerine gideceğim» (Buharı). Bunu duyan sahabe-i kiram galeyana gelir ve Peygamberle birlikte yetmiş kişi Süfyan’ın bulunduğu istikamete doğru yola çıkarlar. O havaliye vardıklarında büyük bir pazarla karşılaşırlar, fakat Mekkelilerden kimseyi göremezler. Mekkelilerden kimseyi göremeyince pazardan ihtiyaçlarını karşılarlar ve geri dönerler. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Kendilerine yara isabet ettikten sonra yine Allah'ın ve "Peygamberin davetine koşarlar. İçlerinden ihsan edenler ve sakınanlar için pek büyük mükâfat vardır.» Allah'ın ve Resûlü'nün davetine koşanlar, emirlerine sarılanlar için tükenmez mükafatlar vardır. 173 «Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine: Düşmanlarınız size karşı ordu hazırladılar, o halde onlardan korkun dedikleri zaman, bu haber onların îmanını artırdı da, 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir' dediler.» 174 «Sonra da kendilerine hiç bir zarar dokunmadan Allah'tan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Allah'ın rızasına uydular. Ve Allah çok büyük fazl u inayet sahibidir.» Ne'îm İbn Mes'ûd, mü’minleri korkutmak için Ebû Süfyan'ın kalabalık bir grup halinde yola çıktığını söylemiş ve hattâ Süfyan'ın bulunduğu istikamete gitmeyin demişti. Bu haber mü’minleri yıldırmadı, bilâkis imanlarını artırdı, savaşa karşı cesaretlerini çoğalttı. O, peygamber ordusunu düşmanın çokluğu yıldırmadı, Allah yolunda samimi olduklarını ve îmandaki sadakatlerini isbat için şöyle, demişlerdi: «Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir, biz düşmandan asla korkmayız.» O mümtaz ordu, peygamberleriyle beraber düşmana karşı çıkarlar, Yüce Allah peygamberini hiç yardımsız bırakır mı? Elbette bırakmaz. Peygamberle birlikte düşman üzerine giden sahabeye, düşman tarafından hiç bir zarar dokunmadan, Allah'tan bir nimet, bir mükâfat ve büyük bir kazançla geri dönerler. Onlar Allah'ın rızasına uyan insanlardır, Allah, rızasına uyanları asla boşa çıkarmaz. İmam-ı Dahhâk şöyle demiştir: «Bu vak'a Uhud günü olmuştur. Uhud'da Kureyşliler hezimete uğramış ve sonra bir yere toplanmışlar. Onların toplandığım haber alan Peygamberimiz üzerlerine gitmek istemiş. Fakat sahabenin çoğu yaralı olduğu için Peygamberimize ancak yetmiş kişi iştirak etmiştir. Bu âyet o zaman inmiştir.» 175 «İşte o şeytan ancak kendi dostlarını korkutur. Mü’min iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun.» Ey îman edenler, Ne'îm denen şeytan kendi dostlarıyla sizi korkutmak ister. Halbuki o sizi değil, ancak kendi yandaşlarını korkutur. Siz düşmanın üzerine gitmekten korkmayın, onlar sizin üzerinize gelemezler. Îman sahipleri hiç bir zaman küfür ehlinden korkmaz. Zira Yüce Allah mü’minlere şöyle hitap ediyor: «Mü’min iseniz düşmanlarınızdan korkmayın, benden korkun.» Mü’minler ancak Allah'tan korkarlar, Allah'tan başkasından korkmazlar. Onlar bilirler ki, Allah dostlarını asla yardımsız bırakmaz. 176 «O küfre koşanlar, seni mahzun etmesin. Şüphesiz onlar Allah'a bir zarar veremezler. Allah onlara âhirette bir nasip vermemeyi diliyor. Ve onlar için büyük bir azap vardır.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Ehl-i kitabın iman etmeyişi Peygamberimizi çok üzmüştü. Onları gören halk «eğer Muhammed hak peygamber olsaydı, ehl-i kitap ona tâbi olurdu» demişlerdi, iman etmeyenlerin durumuna ve halkın bu şekilde söyleyişine Peygamberimiz çok üzülmüştü. Bunun üzerine bu âyet nazil olarak «O küfre koşanlar seni mahzun etmesin. Onlar îman etmemekle Allahü teâlâ'nın mülkünden ve saltanatından bir şey eksiltemezler Allah onları âhiret nimetlerinden mahrum edecektir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.» 177 «İman etmeyenler kendi nefislerine zulmetmişlerdir. Küfürlerinin zararı kendilerinedir. Onlar için elîm bir azap vardır.» Bütün mahlûkat Allahü teâlâ'ya itaat ve ibadet etseler, O'nun mülkünden hiç bir şey artıramazlar. Ve yine bütün mahlûkat Allah'a isyan etseler, hiç biri itaat etmese, yine O'nun mülkünden ve saltanatından hiç bir şey eksiltemezler. Yüce Allah bunlardan müstağnidir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. 178 «imana karşılık küfrü satın alanlar, Allah'a hiç bir şeyle zarar veremezler. Onlar için elem verici bir azap vardır.» «O küfredenler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır.» İmanı bırakıp küfrü tercih edenler, âhîreti bırakıp dünyayı satın alanlar Yüce Allah'ın mülküne ve saltanatına hiç bir şeyle asla zarar veremezler. Onlar ancak kendi nefislerine zarar verirler ve azaplarını artırırlar. Onlar için çok elem verici bir azap vardır. İman etmeyenler zannetmesinler ki, malları, evlâtları ve uzun ömürleri kendilerini Allah'ın azabından kurtarır. Asla kurtaramaz. Bunlar, onların günahını ve azabını artırmak içindir. Bununla elim bir azaba uğrayacaklardır. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «İyi ve salih insanların ölümü, yaşamalarından daha hayırlıdır. Zira onların Allah katındaki makamları dünyadakinden çok daha üstündür. Fâsık insanların ölümü ise, yaşamalarından iyidir. Çünkü onlar yaşadıkça günahlarını ve azaplarını artırırlar. Günah arttıkça azap da artar. Bunun için yasamalarından ölmeleri daha iyidir.» 179 «Allah müminleri, sizin üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir. Nihayet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse onu seçer. Bunun için siz Allah'a ve peygamberlerine inanın. İnanır ve sakınırsanız size çok büyük bir mükâfat vardır.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kureyşlilerden bir grup Peygamberimize gelerek: «Yâ Resûlâllah, biz öyle zannediyoruz ki, bizim ölülerimiz Cehennemde, şayet dinimizi terk eder de sizin dininize girersek o zaman ölülerimiz Cennettedir dersiniz. Ve bizim dinimizden sizin dininize kimler girecek, kimler girmeyecek bunları bize haber ver» demişler. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah mü’minleri, sizin üzerinde bulunduğunuz küfür ve nifak üzere bırakacak değildir. Nihayet pâk mü’mini, murdar kâfirden ayıracaktır. Allah, size gaybi da bildirecek değildir ki, sizden kimin iman edip, etmeyeceği belli olsun. Fakat Allah peygamberlerinden kimi dilerse, onu kullarına peygamber olarak gönderir. Bunun için siz Allah'a ve peygamberlerine iman edin. Emirlerine itaat edin. Eğer siz Allah'a îman eder. Resulünü tasdik ederseniz ve Allah'ın yasaklarından sakınırsanız, size çok büyük bir mükafat vardır.» İman edenlerin mükâfatının sonsuz olduğunu Yüce Allah birçok âyetlerinde bildiriyor. İman etmeyenlerin de ne elîm bir azaba uğrayacakları açıkça ifade ediliyor. Allah'ın bütün nimetlerine kavuşmak da, onlardan mahrum olmak da insanın kendi elindedir. Allah'a iman edenler, O'nun bütün nimetlerinden istifade ederler, iman etmeyenlere gelince O'nun bütün nimetlerinden mahrum olacakları gibi, elîm bir azaba da uğrayacaklardır. 180 «Sakın Allah'ın fazl u kereminden verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilâkis bu, onlar için bir serdir. Cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır. Ve Allah işlediğiniz şeylerden haberdardır.» Ey mü’minler, Allahü teâlâ'nın kendilerine ihsan ve ikram ettiği şeylerde cimrilik ederek, zekâtlarını vermeyenler, Allah yolunda tasaddukta bulunmayanlar, bunun kendileri için hayırlı bir iş olduğunu zannetmesinler. Zira cimrilikleri kendileri için bir serdir. Çünkü cimrilik ettikleri şey kıyamet günü bir yılan gibi boyunlarına dolanacak, o şekilde mahşer yerine geleceklerdir. Nitekim İbn Ab bas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Zekâtını vermediğiniz mallarınız kıyamet günü bir ejderha olup, sahibinin boynuna dolanacak ve yakalarını ısıracaktır. Onlara diyecek ki: 'Ben, dünyada cimrilik yapıp da zekâtını vermediğiniz mallarınızım.» Zekâtı verilmeyen malın sahibi için ne büyük bir felâket olduğu İbn Abbas'ın sözlerinden anlaşılmaktadır. Zekât, Allah yolunda fedakârlığın bir nişanesi ve verilen nimetlere karşı bir şükürdür. Mükâfatı büyük olduğu gibi, vermeyenler için mes'uliyeti de çok ağırdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle demiştir: «Gökler ve yer, hepsi helak olup, bütün canlılar öldükten sonra. Yüce Mevlâ nida edip 'bugün mülk kimindir?' diye soracaktır. Kimseden cevap gelmeyince, âlemlerin Rabbi kendi kendine cevap verecek 'bugün mülk Kahhâr olan Allah'ındır' diyecek- (Nesei). Çünkü O, yerlerin ve göklerin, mirascısıdir. Âyette geçen miras, ölünün malından varislerin aldığı miras anlamına değildir. Mirasın Yüce Allah'a izafeti mecazîdir. Zira O, bütün mevcudatın sahibidir. Dünyada mülk iddiasında bulunanlar, tıpkı bir kiracı gibidirler. Mal sahibi dilediği zaman, kiracıyı mülkünden çıkarır. Bu mülkün hakiki sahibi de dilediği zaman mülkünü, saltanat iddiasında bulunanlardan alır. Kimse buna müdahale edemez. Bunun için Yüce Mevlâ «göklerin Ve yerin mirası Allah'ındır» buyurmuştur. O, bu mülkün son sahibidir. Ey mü’min, buna göre hareket et, aklını başına al. Allah'ın sana verdiğinden, sen de Allah yolunda tasadduk et. Zekâtını ver, Allah yolunda harcamaktan korkma. Bu senin için bir kurtuluş reçetesidir. Felâkete düşmek istemiyorsan Allah yolunda harcamaktan sakınma. Bu âyet-i celileden bir de şu mâna istinbat edilmiştir: Allahü teâlâ, kullarına ölüm gelip çatmadan önce, kendi yolunda infak etmelerini, zekâtlarını vermelerini, hayra koşmalarını emrediyor. Geride bırakmış oldukları mallar Allah katında onlara bir menfaat sağlamıyacaktır. Zira Allah yolunda tasadduk edilmeyen malın sahibine hiç bir faydası olamaz. Ancak ellerinizle verdikleriniz Allah indinde karşınıza çıkacaktır. 181 «Hakikat, Allah fakirdir, biz zenginleriz diyenlerin lâfını and olsun ki, Allah işitmiştir. Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini yazacağız. Ve diyeceğiz ki 'tadın o yakıcı azabı'.» 182 «Bu, yaptığınızın karşılığıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulmedici değildir.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Bekir'i, Yahudileri İslâm'a davet etmek için göndermişti. Ebu Bekir, onları İslâm'a davet edip, zekâtınızı verin demişti. Bunu duyan Yahudilerden Fenhas ibn Azûre alay ederek şöyle demişti! «Allah bizden sadaka diliyor, biz zenginiz O fakirdir.» Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek buyuruyor ki: «Hakikat, Allah fakirdir, biz zenginleriz» diyenlerin lâfını yemin olsun ki, Allah işitmiştir.. Dediklerini ve haksız yere peygamberlerini öldürdüklerini de yazacağız. Kıyamet günü onlara «tadın o yakıcı azabı» diyeceğiz.» Yüce Allah'a bu gibi ve benzeri iftirada bulunanlar, haddi aşanlar, haksız yere peygamberleri öldürenler, îman etmeyenler yaptıklarının cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir. Allahü teâlâ'nın kimsenin zekâtına, sadakasına ve hayrına ihtiyacı yoktur. Bunları yapanlar mükâfatını, yapmayanlar da cezasını göreceklerdir. Yoksa Allah kullarına asla zulmetmez. Onlara ancak yaptıklarının karşılığını verir. 183 «Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız için Allah bize ahid verdi diyenlere: ‘Benden önce nice peygamberler size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi. Sadık kimselerseniz niçin onları öldürdünüz?’ de » Müşriklerden Ka’b İbn Eşref ve arkadaşları «Doğrusu ateşin yiyeceği bir kurban gatirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamız için Allah Tevrat’ta bize ahid verdi. Ya Muhammed, eğer sen bize bir kurban getirir ve onu ateşte yakarsan, o zaman sana inanırız» demişlerdi. Allahü teâlâ bu âyeti indirerek sevgili habibine şöyle buyurmuştur: “Ya Muhammed, onlara deki: “Benden önce nice peygamberler size apaçık delillerle ve dediğiniz şeylerle geldi. Siz hakikaten sadık kimselerseniz,niçin onları öldürdünüz?” Onlar bu sözleri iman etmek için değil, inkarlarından dolayı söylüyorlardı. Çünkü onların dedeleri de önceki peygamberlere inanmamışlar, hatta onları haksız yere öldürmüşlerdi. Onların iman etmemesine üzülen Peygamberini Yüce Allah şöyle teselli ediyor: 184 “Seni tekzip ederlerse, senden önce açık mucizele sahifeler ve nurlu kitabı getirenler de tekzip edilmişti.” Ya Muhammed, onların seni yalanlamasına üzülme, sözlerinede aldırma, sabret. Zira onlar senden önceki peygamberleride yalanladılar. Halbuki o peygamberler de, senin gibi apaçık mucizelerle, sahifelerle, helali - haramı, hak ve batılı beyan eden kitaplarla gelmişlerdi. O peygamberler kendilerini hakka davet etmelerine rağmen inanmadılar. 185 «Her canlı ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size mutlaka ödenecektir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır. Cennete sokulursa artık o, kurtulmuştur. Dünya hayatı zaten aldatıcı meta'dan başka bir şey değildir.» Bu âyet-i celile bütün canlıların ölümü tadacağını bildirmektedir. Her varlık kendisine takdir edilen ömrü tamamladıktan sonra ölümü tadacak, Rabbine kavuşacaktır. Rahman sûresinin yirmi altıncı âyeti nazil olunca melekler «yeryüzünde yaşayanlar helak olacaklar, yani ölecekler. Biz yeryüzünde yaşamadığımız için, bize ölüm yoktur- demişlerdi. Yüce Allah bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Her canlı ölümü tadacaktır. Hiçbir varlık ölümden kurtulamayacaktır. Bu dünyada yaptıklarınızın karşılığı kıyamet günü size mutlaka ödenecektir. O vakit kim ateşten uzaklaştırılır, Cennete sokulursa artık o, Cehennem azabından kurtulup saadete ermiştir.» Allahü teâlâ, îman etmeyenlerin durumuna üzülen sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, kâfirlerin yaptıkları cefalara sabret, lâflarına aldırma. Yaptıkları kendi günahlarını artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Sabrınızın mükâfatı ve amellerinizin sevabı kıyamet günü size verilecektir. O îmana gelmeyenlerin cezası da, kendilerine tastamam ödenecektir. Dünya hayatı zaten insanları aldatıcı meta'dan başka bir şey değildir. O hayat insanları oyalar da, insanlar farkına bile varmazlar. Çoğu insanlar ömürlerini boşa geçirirler de sonunu hiç düşünmezler. İbn Abbas şöyle demiştir: «Dünya hayatı bir şişeye benzer, elden düşünce kırılır, parçalanır. Bir daha ondan istifade edilmez. Dünya da işte böyledir, elden çıkınca bir daha geri dönmez. Bir misafir gibidir, gelen gider kimse kalmaz.' 186 «Yemin olsun ki, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihana çekileceksiniz. Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız bilin ki, bu azme değer işlerdendir.» Ey iman edenler, mallarınızın azalıp çoğalmasıyla, zekâtla, sadakayla, hac ibadetiyle, hastalıkla, çeşitli musibetlerle Allah sizi imtihana çekecektir. Bunlar sizin için bir imtihan vesilesidir. Sizden önce kendilerine kitap verilen Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Allah'a şirk koşan müşriklerden bir çok kırıcı, incitici, kötü sözler işiteceksiniz. Eğer onlara sabreder, çirkin sözlerine aldırmaz ve Allah'a âsi olmaktan da sakınırsanız bilin ki, Yüce Allah mükâfatınızı çok fazlasıyla verecektir. Zira mükâfatlan da, cezaları da veren O'dur. Bu bakımdan sabredip, takva sahibi olanlar mutlaka mükâfatlarını, küfredenler de mutlaka cezalarını göreceklerdir. 187 «Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden Onu behemehal insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz diye ahid almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar. Onun mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür.» Allahü teâlâ, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına ve hiç bir hükmünü gizlemeyeceklerine dair ahid almıştı. İnsanlar bu ahidlerini unuttular, arkalarına attılar. Hazret-i Peygamberin sıfatlarını halktan gizlediler. Yahudi bilginleri, Hazret-i Muhammed'in Tevrat'taki sıfatlarını ve özelliklerini dünya menfaati karşılığı insanlardan gizlemişler ve buna mukabil cüz'î bir menfaat temin etmişlerdi. Yüce Allah onların durumunu şöyle beyan ediyor: «Onun mukabilinde az bir menfaati satın aldılar. Müşteri oldukları o şey ne kötüdür.» Onlar âhireti terk edip dünyayı satın aldılar. Bu dünyanın fani olduğunu hiç düşünmediler, bu yolla çeşitli menfaat temin etmek nefislerine hoş geldi. 188 «Ettikleri ile sevinen ve yapmadıklanyla övünmeyi sevenleri sakın azaptan kurtulacakları bir yerde sanma. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.» 189 «Göklerin ve yerin hakimiyeti Allah'ındır. Ve Allah her şeye kadirdir.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur.- Yahudi bilginleri, Hazret-i Peygamber daha insanlara peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat'tan özelliklerini okuyor ve son peygamber olduğunu söylüyorlardı. Halk da son peygamberin geleceğini biliyordu. Zaman gelip Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderilince, Yahudi âlimleri onun son peygamber olarak gönderildiğini inkâr etmişlerdir. Zira onlar peygamberi kendi soylarından bekliyorlardı. Yahudilerin ileri gelenleri, bilginlerine «Tevrat'ta bahsedilen ve özelliklerini bize okuduğunuz peygamber bu mu?» dediler. Yahudi bilginleri, menfaatlerini düşündükleri için onu inkâr etmişler ve halkı inandırmışlardır. Halbuki onlar Tevrat'ta sıfatlan zikredilen Peygamberin Hazret-i Muhammed olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Fakat bu inkârlarından dolayı Yahudilerin ileri gelenlerinden dünyevî menfaat temin etmişlerdir. Yüce Allah onların durumlarını şöyle beyan ediyor: «Ettikleriyle sevinen ve yapmadıklanyla övünmeyi sevenleri sakın azaptan kurtarılacakları bir yerde sanma. Onlar için pek acıklı bîr azap vardır.» Yahudiler, kendilerinin Hazret-i İbrahim'in dini üzere olduklarını söylüyorlardı. Halbuki onların Hazret-i İbrahim'in dini ile hiç bir ilgileri yoktu. Yine onlar namaz kıldıklarını, oruç tuttuklarını ve kitaplarıyla amel ettiklerini söylüyorlar ve bunlarla övünüyorlardı. Halbuki onlar yapmadıkları şeyleri söylüyorlardı. Zira onların bu söyledikleriyle hiçbir ilgileri yoktur. Sakın onların azaptan kurtulacaklarını sanmayın. Onlar için ebedi ve çok acıklı bir azap vardır. Göklerin ve yerin mülkü ve hazinesi elinde olan Allah her şeye kadirdir. Dilediği zaman küfredenlere azabını gönderir. Ve lâyık oldukları cezayı verir. 190 «Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Mekkelilerden bir grup Peygamberimize gelerek: «Yâ Muhammed, bize haber verdiğin ve bizi davet ettiğin, şeyin gerçek olduğunu isbat eden bir âyet getir. Çünkü sen, bizi Allah'a ibadete davet ediyorsun, O'nun misli ve şeriki olmadığını söylüyorsun. O'nun bir olduğuna dair bize delil getir» demişlerdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Göklerin direksiz yaratılışı, ay, güneş, yıldız ve gezegenlerin yerleştirilip, hepsinin kendi mihverinde hareket etmesi, güneşin enerjisinin tükenmemesi, yıldızların semayı kandiller gibi süslemesi ve yeryüzündeki dağların, denizlerin, nebatatın ve çeşit çeşit mahlûkatın oluşu, gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, birinin uzayıp birinin kısalması akıl sahipleri için şüphesiz Allah'ın birliğine delâlet etmektedir. Elbette bunlar, Allah'ın vahdaniyetini, birliğini isbat eder. Yaratıldığı andan bugüne kadar hiçbir arızaya uğramadan devam eden kâinatın bu nizamı hiç şüphesiz Allah'ın varlığının en büyük delilidir. Eğer Allah'tan başka ilâh olsaydı bu nizamın dengesi bozulurdu. Bütün bunların bir sistem dahilinde hareket etmesi Yaratıcının bir olduğuna delâlet eder. Aklı olanlar için bunlar yeter. 191 «Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstü yatarken Allah'ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ey Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen pak ve münezzehsin. Bizi ateş azabından koru,» Allahü teâlâ'nın bu âyette zikrettiği mümtaz kulları, gece gündüz Allah'ı zikrederler, namazlarını kılarlar, ayakta namaz kumaya gücü yetmeyenler oturarak kılarlar, buna da gücü yetmeyenler ima ile kılarlar. Onlar bütün hallerinde Allah'ı zikrederler. Hiç bir an Allah'ı zikirden geri durmazlar. Göklerin ve yerin yaratılışım düşünürler. Onlardan ibret alırlar. Müslûmanın tefekkür ettikçe îmanı artar. Allah'a teslimiyeti çoğalır. Ata İbni Ebi Rebaha şöyle demiştir: «Bir gün İbn Ömer ve Abid İbni Amir ile beraber Hazret-i Âişe'yi ziyarete gittik, yanına girdiğimiz zaman selâm verdik, selâmımızı aldı ve yanımdakilerin kim olduğunu sordu. Abdullah İbni Ömer'le, Abid İbni Amir olduğunu söyledi. Hazret-i Âişe «merhaba ey Abid, ne oldu sana ki, bizi bir defa olsun ziyaret etmedin» dedi. Abid «seni arzu eden dostları ziyaret et ki, muhabbet artsın. Seni arzu etmeyen dostları ziyaret edersen muhabbet azalır denildiği için ziyaretinize gelmedim' demiştir. Yanlarında bulunan İbn Ömer: -Ey mü’minlerin anası, Peygamberde gördüğün fevkalâde hallerden bize bahset» demişti. Bu sözü işiten Hazret-i Âişe bir müddet ağlar. Sonra şöyle der: «Bir akşam Resûlüllah’ın nevbet sırası bende idi. Geldi döşeğime girdi, mübarek vücudu vücuduma değdi. Sonra kalkmak için izin istedi, kalktı, abdest aldı ve namaz kılmaya başladı. Kıyamda dururken ağlıyordu, o kadar ağladı ki gözlerinin yaşı yeri ıslattı. Namazı bitirdikten sonra sağ yanının üzerine yattı ve sağ elini yüzünün altına koydu. O kadar ağladı ki, gözyaşından yer ıslandı. Bu arada Bilâl sabah ezanını okudu, ezandan sonra Resûlüllah'ın yanına girdi, ağladığını görünce «Yâ Resûlâllah, sen de mi ağlıyorsun? Halbuki senin hakkında Yüce Allah: «Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar buyurmadı mı?» demiştir. Peygamberimiz: «Yâ Bilâl, Allah, bana lütfetti. Buna karşılık ben şükreden kullarından olmayayım mı? Hem ben nasıl ağlamayayım ki? Bu gece bana âyeti indirildi. Bu âyeti okuyup da mânasının üzerinde düşünmeyenlere yazıklar olsun. Bir saat göklerin ve yerin yaratılışını düşünmek bir yıl nafile ibadet yapmaktan daha hayırlıdır» buyurmuştur (Buharı). Zira tefekkür ehli için bunlarda büyük hikmetler ve alâmetler vardır. Yerlerin ve göklerin yaratılışını tefekkür edenler şöyle derler: «Ey bizim Rabbimiz, sen bunları boş yere yaratmadın ve bunların her birini bir iş için yarattın. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bizi, âsiler, mücrimler için hazırlamış olduğun Cehennem ateşinden koru. Bizi azaba sürükleyecek her türlü masiyetten muhafaza et. 192 «Ey Rabbimiz, sen kimi ateşe sokarsan şüphesiz onu hor ve hakir edersin. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.» 193 «Ey Rabbimiz, doğrusu biz: 'Rabbinize inanın' diye îmana çağıran bir davetçiyi işittik ve imana geldik. Ey Rabbimiz günahlarımızı bize bağışla. Kusurlarımızı ört. Canımızı da iyilerle beraber al.» 194 «Ey Rabbimiz, peygamberlerinin va'dettiklerini bize ver. Kıyamet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, sözünden asla dönmezsin,» Tefekküre dalanlar Rablerine şöyle iltica etmişlerdir: -Ey Rabbimiz, sen kimi Cehenneme sokarsan şüphesiz onu zelil ve hakir edersin. Cehennemden uzaklaştırdıklarını da aziz ve şerefli kılarsın. Bizi de şerefli kıldıklarından et. Kâfirlere ve müşriklere yardım edip de, onları Allah'ın azabından kurtaracak hiç kimse yoktur. Onlar ateşin ebedî yaranıdırlar. Ey Rabbimiz, doğrusu biz, senin sevgili Peygamberinin «Rabbinize îman edin» davetini işittik ve iman ettik. Senin birliğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini tasdik ettik. Ey bizim Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kusurlarımızı ört. Yaptığımız hayır ve hasenatı günahlarımıza keffaret kıl. Sonunda canımızı sevgili kullarınla beraber al. Ruhumuzu da salih kullarının ruhlanyla haşr u cem et. Onlar yine Rablerine yalvararak şöyle derler: «Ey Rabbimiz, peygamberlerinin va'dettiklerini bize de ver. Kıyamet günü bizi rezil etme; Hatâlarımızı ve kusurlarımızı yüzümüze vurma. Bizi de sevdiklerin gibi rahmetine dahil et. Allah dostları, bu şekilde Mevlâ'larına niyazda bulunurlar. Rablerinin rahmetine kavuşmayı, günahlarının bağışlanmasını isterler. Rablerini gece-gündüz zikrederler, hatırlarından çıkarmazlar. Gönüllerini O'nun sevgisi ile doldururlar. 195 «Nihayet Rableri dualarını kabul etti. Birbirinizden meydana gelen sizlerden gerek erkek olsun, gerek dişi olsun işini yapanın işini boşa çıkarmam, Hicret edenlerin, yurtlarından Sarılanların, benim yolumda işkenceye, hakarete, ziyana uğrayanlara, muharebe edenlerin ve öldürülenlerin suçlarını elbette örteceğim, Allah katında mükâfat olmak üzere onları altlarından ırmaklar ikan Cennetlere koyacağım. Mükafatın güzeli Allah katındadır.» Allahü teâlâ, bu âyet-i celilesinde tefekkür edip, dua eden kullarının fiillerinden haber veriyor ve dualarını kabul ettiğini ifade buyuruyor. Yüce Allah, samimiyetle dua ve niyaîda bulunan kullarının dualarını kabul edicidir. Allah kullarının yellerini asla boşa çıkarmaz. Cafer ibn Muhammed şöyle demiştir: -Allabü Teâlâ'ya samimiyetle bu dualarla dua ve niyazda bulunanların dua ve niyazlarını hiç şüphesiz Allah kabul eder.» Çünkü «Rableri dualarını kabul etti.» İtâat edenlerin amellerini kadın olsun, erkek olsun asla zayi etmez. Mekke'den Medine'ye hicret edip, yurtlarından çıkarılanların, Allah yolunda işkenceye uğrayanların, zahmet çekenlerin, hakarete uğrayanların, müşriklerle muharebe edenlerin ve Allah yolunda öldürülenlerin bütün suçlarını, günahlarını Allahü teâlâ affedecektir. Allah, mükâfat olarak onları altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyacaktır. Mükâfatların en güzeli Allah katındadır. Zira dünyadaki nimetler fani, Allah katındaki nimetler ise daimîdir. 196 «Küfredenlerin refah içinde diyar diyar dönüp dolaşmaları sakın seni aldatmasın.» 197 «Az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer Cehennemdir. O ne kötü döşektir.» 198 «Fakat Rablerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler var. Orada ebediyyen kalacaklardır. Allah tarafından konukludurlar. Allah katında olanlar kendileri için daha hayırlıdır.» Yüce Allah sevgili Peygamberine, kâfirlerin durumundan bahsederken şöyle diyor: «Yâ Muhammed, kâfirlerin yeryüzünde gezip, ticaret yapmaları ve refah içinde olmaları seni aldatmasın.» Kâfirler ticaret maksadıyla birçok yerleri dolaşıyorlar ve kazanç temin ediyorlardı. İlk zamanlar Müslümanların sayısı az olduğu için ticaret yapmıyorlar, bu bakımdan biraz zorluk çekiyorlardı. Kâfirlerin durumlarına da asla imrenmiyorlardı. Çünkü bunun geçici olduğunu çok iyi biliyorlardı. Yüce Allah da, kullarını teselli için, kâfirlerin kıyamet günü varacakları yeri ve mü’minlerin mükâfatlarını haber vermiştir. Mü’minler, onların durumlarına imrenmesinler, hallerine sabrederek ebedî saadeti kazansınlar. Müslümanın sabretmesi kafire boyun eğmesi anlamında değildir, Müslüman asla kâfire boyun eğmeyecek, yeri geldiği zaman Allah yolunda düşmanla cihad edecektir. Onun sabretmesi Allah'tan gelen musibetlere karşıdır. Düşmanın zulmüne değildir. Allahü teâlâ, küfredenlerin ne elim bir azaba uğrayacaklarını haber vererek, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: Kâfirlerin ticaret yapıp mallarından birbirlerine yardımda bulunmaları seni üzmesin. Az bir dünya menfaatinden sonra onların varacakları yer Cehennemdir. O ne kötü döşektir. Onların malları ve ticaretleri asla kendilerine fayda vermeyecektir.- Fakat Allah'a îman edip, şirkten ve küfürden sakınanlar, Rablerinden korkanlar ve Allah'a itaat edenler için ağaçlarının ve köşklerinin altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Allah katında olanlar kendileri için daha hayırlıdır. Ancak Allah katındaki nimetler daimidir, diğerleri geçicidir. 199 «hhi-ı kitaptan Allah'a, size indirilen ve kendilerine indirilmiş olana - Allah'a huşu duyarak - inanıp, Allah'ın âyetlerini az bir pahaya değişmeyenler vardır. İşte onların ecirleri Rableri katındadır. Allah, şüphesiz hesabı çabuk görür.» Ehl-i kitaptan bazıları Allahü teâlâ'ya iman etmişlerdir. Onlar Kur'ân'ı tasdik ettikleri gibi, kendi kitaplarına ve peygamberlerine de inanmışlardır. Allah'ın âyetlerini Yahudiler gibi az bir pahaya değiştirmemişlerdir. Yahudiler dünya menfaati için Allah'ın âyetlerini inkâr etmişlerdi. İşte o îman edenlerin mükâfatlan Rableri katındadır. Onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir. Âsîlerin cezasını, itaat edenlerin de mükâfatını verir. 200 «Ey îman edenler, sabredin ve sabır yarışında düşmanlarınızı geçin. Cihada hazır bulunun. Ve Allah'tan korkun ki, felah bulasınız.» Ey îman edenler, size gelen musibetlere ve düşmanla cihad etmeye sabredin. Allah'ın emirlerini ifa edin, yasaklarından sakının. Peygamberinizle düşmanın üzerine gidin, düşmandan korkup geri çekilmeyin. Onlarla savaşmaktan asla yılmayın. Allah'ın nizamını yeryüzüne yayarken karşınıza çıkacak zahmetlere katlanın. Haktan ayrılıp, dalâlete ve sapıklığa düşmeyin. Allah'tan korkun ki, felah bulaşınız. Yani arzu ettiklerinize kavuşup, korktuklarınızdan emin olasınız. Allah'ın dinine sarılıp, emirlerine itaat etmedikçe, arzu ettiklerinize kavuşamazsınız. Yüce Allah'ın bu emri bütün müminler içindir. Sadece sahabe-i kirama mahsus değildir. Kadın olsun, erkek olsun, Allah'a iman edenlerin hepsi emirlerine itaat etmekle mükelleftir. Müslümanın asıl görevi Rabbine itaattir. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: «Mânasını düşünerek ve huzur-ı kalb ile Âl-i İmran sûresini okuyanlara Yüce Allah, âyetinin sayısınca sevap verir.- (Muvatta) |
﴾ 0 ﴿