NİSA SÛRESİ

Kur'an-ı Kerîm'in dördüncü süresidir, Medine'de nazil olmuştur, yüz yetmiş altı âyettir. İhtiva ettiği konuların başhcaları aile hayatına ait olduğu için «Sûre-i Nisa» adını almıştır. Ayetlerin genelde taşımış olduğu mânâ beşeriyetin yaratılışı, kardeşlik, aile teşkilâtı, ferdî, içtimaî hak ve vazifeler, cihad ve dinî terbiyedir.

1

«Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbinizden korkun. Ve yine kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan korkun da akrabalık bağım kesmekten sakının. Muhakkak ki, Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bu hitap Adem'in soyundan gelen bütün insanlara yöneliktir.» Ey insanlar Rabbinizin azabından korkun, O'na eş tutmaktan, isyan etmekten sakının, emirlerine itaat edin. O, sizin Mevlânızdır. Sizi tek bir canlıdan yaratmıştır. Bütün mevcudatın sahibi ve maliki O dur.

Bakara Sûresinde de işaret edildiği gibi, Yüce Allah Adem (aleyhisselâm)'i topraktan yarattı ve ona kendi ruhundan ruh verdi. Adem'in sol kaburga kemiğinden de Havva Anamızı yarattı. Ona »ol» dedi, o da oluverdi. Kudretiyle her şeyi yoktan var eden Yüce Allah bir insandan başka bir insanı yaratmaya elbette kadirdir. Hazret-i Havva yaratılınca, Âdem (aleyhisselâm)'e ornın kim olduğu sorulur, Âdem cevaben «îmree-'dir. Yani erkekten yaratılmış bir avrettir» der. Havva, diri olarak yaratıldığı için bu ismi almıştır.

Bütün insanların atası Âdem ile Havva'dır. Bunlardan bir çok erkek ve kadın dünyaya gelmiştir. İmamı Mukatil'e göre, Âdem ile Havva'dan, erkek ve kadın olmak üzere bin kişi dünyaya gelmiştir. Hazret-i Havva her doğumda ikiz çocuk dünyaya getirmiştir. Bunlardan biri erkek, diğeri kız idi. Allahü teâlâ insanların atası olan Âdem'in yaratılışını beyan ettikten sonra, «Ey insanlar Rabbinizden korkun, emirlerine itaat edin, akrabalarınızla ilgiyi kesmekten sakının. Akrabalarınızla ilgiyi kesmeyin» buyurmuştur. Akrabayı ziyaret etmek, onlarla ilgiyi kesmemek Allah'ın emridir. Hısım-akrabanın birbirini ziyaret etmeleri, aralarındaki hısımlık bağlarını kuvvetlendirmeleri, birbirlerinin dertleriyle dertlenmeleri İslâm'ın emridir. Hısım-akrabayı ziyaret etmek, onların duasını almak Allah'ın rahmetine vesiledir. Nitekim Peygamberimiz «Sıla-i rahmin sevabından daha çabuk kabul olan başka hiçbir güzel amel yoktur. Yine hiçbir kötü amel yoktur ki, onun cezası sıla-i rahmi kesenin cezasından daha çabuk verilsin. Ve yalan yere yemin edenler de perişan olacaklardır» buyurmuştur. Toplumun birbirine olan itimadını sarsacak ve toplum içinde huzursuzluk meydana getirecek yalan, iftira ve gıybet gibi kötü şeyleri dinimiz kesinlikle yasaklamıştır. Yalan yere yemin etmek dinimizde büyük günah olduğu gibi, ailelerin de felâketine sebep olur. Çünkü Peygamberimiz «Yemin ocak söndürür» buyurmuştur.

Peygamberimiz, -Allahü teâlâ rahmeti yarattı. Ve süa-i rahim yapana ben de rahmet ederim, sıla-i rahmi kesenden ben de rahmetimi keserim, buyurdu» demiştir. Hısım-akrabayı ziyaret etmek Allah'ın emrine itaat olduğu gibi, günahların bağışlanmasına da vesiledir. Şüphesiz ki, Allah sizin üzerinize tam bir gözeticidir. Yaptıklarınızı görür, amellerinizi bilir, ona göre mücazat ve mükâfatınızı verir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden asla gizli kalmaz.

İslâm dini, yoksulları ve yetimleri koruyan, helâl yoldan rızık temin etmeyi emreden, haramı yasaklayan bir dindir.

2

«Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin, Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.»

Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: -Yetimler mallarını muhafaza edecekleri yaşa geldikleri zaman, kendilerine mallarını verin. Onların malını alarak kendi temiz malınızı murdarla değiştirmeyin. Yetimlerin mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin ki, onların hakkı size geçmesin. Çünkü haksiz yere başkasının malını yemek büyük bir günahtır.» İslâm, kimsesizlerin mallarının ve canlarının korunmasına son derece önem verir ve böyle bir görevi İslâm toplumuna yükler. Bu görevi yüklenenler onların haklarının zerresine kadar riayet etmek zorundadırlar. Çünkü Yüce Allah «Onların mallarını murdar olarak» nitelendirmiştir. İslâm toplumunda yoksulların, fakirlerin, kimsesizlerin, yetimlerin korunması ve bakılması Yüce Allah'ın emridir. Bu emre riayet etmek her Müslümanın görevidir.

Bu âyet-i celile Kataf an kabilesine mensup bir kişi hakkında nazil olmuştur. O kişinin yanında kardeşinin oğlu bulunuyordu. Çocuk bulûğ çağına gelince amcasından malını ister, amcası malmı vermez, reddeder. Bunun üzerine bu âyet nazil olur. Peygamberimiz nazil olan âyeti o zata okuyunca hiç itiraz etmez; «Allah'ın ve Resûlü'nün emirlerine mutî olduk, bizi azaba götürecek günahlardan Allah'a ve Resûlü'ne sığınırız- diyerek hemen yeğeninin malını iade eder. O genç de almış olduğu malı Allah yolunda tasadduk eder. Peygamberimiz «Şüphesiz o genç sevap kazandı, fakat günah yerinde kaldı» demiştir. Bunu duyan sahabe «Yâ Resûlallah, nasıl olur da günah yerinde kalır? Halbuki bu mal Allah yolunda harcanmıştır» diye sorar. Peygamberimiz: «O genç malını Allah yolunda infak ettiği için sevap kazandı. Anası babası ise «Mal biriktirip Allah yolunda infakta bulunmadıkları, (zekâtım) vermedikleri için onların üzerinde günah kaldı» buyurmuştur. Hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi, zekâtı verilmeyen mal, sahibi için bir vebaldir.

3

«Eğer (kendileri ile) evlendiğinizde! yetim kızların haklarını gözetemeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikah edin. Şayet aralarında adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz, işte bu, adaletten sapmamanıza daha uygundur.»

islâm dini kadınların haklarına son derece önem vermiştir. Bazılarının iddia ettiği gibi, kadın' İkinci plâna atmamıştır. İslâm'ın kadına verdiği değeri başka hiçbir din vermemiştir.

Himayelerinde yetim kızlar olup da, onlarla evlenmek isteyenlere Yüce Allah şöyle hitap ediyor: -Eğer yetim kızların haklarını gözetemeyeceğinizden korkarsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikahlayınız, yani alınız.» İslâm'da yetimlere ne derece değer verildiği âyet-i celîlede açıkça belirtilmektedir. İslâm her şeyde bir ölçü koyduğu gibi, evlilikte de bir ölçü koymuştur. Evliliğin âzamisini ve asgarîsini belirtmiştir. İslâm dini, bir anda bir erkeğin, dört kadını birden nikâhı altına almasına müsaade etmiştir. Ancak bu sadece bir müsaadedir, emir değildir. İslâm, bir erkeğin dört kadınla evlenmesine izin vermiştir ama, kadınlar arasında, en ince noktasına kadar adaleti gözetmeyi de şart koşmuştur. Erkek, yemede, içmede, giyim-kuşamda ve onlarla olan münasebetlerde adalete riayet etmek zorundadır. Şayet erkek, kadınlar arasında âdil davranamayacağından endişe ederse, o zaman İslâm dini bir kadından fazlasına müsaade etmiyor. Çünkü İslâm'da, kadını alıp sokağa bırakmak yasaktır, aslolan, onu muhafaza etmektir. Bir kadını nikâhına alan erkek, onun ibadetinden, tesettüründen, iffet ve namusundan, iaşesinden, gezmesinden ve ailevi münasebetlerinden sorumludur. Bu bakımdan erkeğe büyük mes'uliyet yüklenmiştir. Dolayısıyla birden fazla kadınla evlenen erkeğin mesuliyeti o nisbette ağırdır.

İslâm'a göre nikâhın mahiyeti: Nikâh, bir erkekle bir kadın arasındaki meşru bir akit ve içtimâi bir bağdır. Nikâh vasıtasıyla kadın ve erkek arasında bir takım haklar teessüs eder ve kadınla erkeğin birbirlerinden meşru surette istifade etmeleri caiz olur. Nikâhsız olarak yabancı bir kadından istifade etmek kesinlikle yasak ve haramdır. Buna İslâm dininde asla müsaade yoktur.

Hazret-i Aişe (radıyallahü anh) 'den şöyle rivayet edilmiştir: «Bir kısım insanlar yetim kızlarla evlenirler ve onlar arasında adaleti gözetmezlerdi. Bu yüzden onların bir kısmı perişan olurdu. Kendilerini himaye edecek kimseleri de olmadığı için sürünürlerdi, Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek yetim kızlar arasında adaleti gözetmeyi emretmiştir.- İslam, kadınların başkalarının elinde oyuncak olmasına asla müsamaha göstermemiş, onları son derece korumuştur. Yüce Allah, bunu şöyle beyan ediyor: «Eğer yetim kızların haklarını gozetemeyeceğinisden korkarsanız, size helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet aralarında adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz o zaman bir tane almalısınız veya sahip olduğunuz cariye ile yetinmelisiniz. İşte bu, adaletten sapmamanıza daha uygundur.» Çok evhlik kişinin adaletten sapmasına vasıta olabilir.

Bazılarına göre bu âyetin, nüzul sebebi şöyledir: Dul kadınlarla evlenenler, onlara ve onların çocuklarına iyi muamele etmezler, yetimlerin haklarını korumazlar, onlara iyi bakmazlar, ezâ ve cefa ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bütün mesele, gerek yetimler arasında, gerek kadınlar arasında adaletle hükmedilmesi ve adaletin yerine getirilmesidir. Buna riayet edilmediği takdirde yapılan ibadetlerin hiçbir faydası yoktur. Zira adaletin olmadığı yerde Allah'ın rızasını kazanmak söz konusu değildir.

4

«Kadınlarınızın mehirlerini seve seve verin. Şayet ondan bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlar iseler, onu afiyetle yiyin.»

Bundan sonra Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Kadınlarınızın mehirlerini seve seve verin. Bu, boynunuza bir borçtur. Şayet kadınlarınız mehirlerinin bir kısmını size gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa, onu afiyetle yiyin. Onların bağışlamış olduğunda sizin üzerinize bir vebal yoktur.» Ayet-i kerîmeden anlaşıldığına göre, nikâhda konan mihir tamamen kadının hakkıdır. Bazıları mihrin kocaya helâl olduğunu söylemişlerse de, kadının izni olmadan kocasının onu yemesi veya alması asla helâl değildir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: -Hasta olan bir adam, hanımının mihrinden bir miktarla bal alsa, o balı yağmur suyu ile şerbet yapıp içse, Allah'ın izni ile şifa bulur. Çünkü Yüce Allah, kadınların mihirleri için «onu afiyetle yiyin», bal için «şifadır» ve yağmur suyu hakkında da »mübarek sudur» buyurmuştur. Şayet bunlar birbirine karıştırılırsa şifa olur.»

5

«Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, onlara güzel söz söyleyin.»

Allah'ın size ihsan ettiği mallarınızı beyinsizlerin eline vermeyin. Fakat kendilerine bunlardan yedirin, giydirin, ihtiyaçlarını karşılayın ve onlara gönüllerini hoş edecek söz söyleyin.

Bazılarına göre sefih, malı kadın ve çocukların eline vererek onların ölçüsüz bir şekilde bu malı istedikleri yerde harcamalarını temin eden adamdır. Bunun için Yüce Allah «Mallarınızı beyinsizlerin (eline) vermeyin- buyurmuştur.

6

«Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin. O vakit kendilerinde bîr olgunlaşma hissettiniz mi mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf edip de tez elden yemeyin. Kim zengin ise sakınsın. Kim de fakir ise uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman yanlarında şahit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah kâfidir;»

Yüce Allah himayelerinde yetim bulunanlara şöyle buyurmuştur: «Yetimleri evlenme çağına gelene kadar deneyin. O vakit kendilerinde bir olgunlaşma hissettiniz mi mallarını kendilerine verin.» Yetimlere malları ancak onu muhafaza edecek duruma geldikleri zaman verilmelidir. Onu muhafaza edemeyecek durumdaysalar, muhafaza edecek duruma gelinceye kadar bekletilmesi gerekmektedir. Yetimler büyüyecekler de elimizdeki mallarını geri alacaklar diye onları israf ederek harcayıp yemeyin. Himayesinde yetim bulunan zenginler onların mallarını harcamaktan sakınsınlar. Yetimlerin mallarını kendi ihtiyaçları için kullanmasınlar. Fakir olanların ise, emeklerinin karşılığı olarak onların mallarından uygun bir şekilde yemelerinde mahzur yoktur. Fakirler, himayelerinde bulunan yetimlerin mallarından israf etmemek şartıyla istifade edebilirler.

Yetimlerin mallarından istifade hususunda İslâm bilginleri üçe ayrılmıştır: Birinci gruba göre, fakirler yetimlerin malını muhafaza ettiği müddetçe ondan istifade eder. Zenginler muhafaza etse de istifade edemezler, ikinci gruba göre, fakir olsun, zengin olsun yetimin malından istifade etmek caiz değildir. Ancak ödünç alınabilir ve aynı şekilde geri verilir. Üçüncü gruba göre ise, yetimin malından istifade etmek hiçbir suretle caiz olmadığı gibi ödünç de alınamaz.

Birinci grubun delili sudur: İbn Abbas (radıyallahü anh)a fakir bir zat gelir, yanında yetim birinin olduğunu ve onun sağılır koyunlarının bulunduğunu söyler, o koyunların sütünden istifade edip edemeyeceğini sorar. İbn Abbas «Eğer onların bakımı sana ait ise istifade edersin» der. Birinci grup bunu delil göstererek fakir olan himayecilerin yetimin malından istifade edebileceğini belirtirler.

İkinci grubun delili de şudur: Muhammed İbni Şirin şöyle demiştir: «Fe'l ye'külû bil ma'ruf» âyetinin mânâsını Ubeyde ibn Selmana sordum. O da «Yetimin malından ödünç alıp-vermektir» dedi. İkinci grup da bunu delil getirerek, yetimin malından ödünç alınıp -verilmek suretiyle istifade edilir demişlerdir.

Üçüncü grubun delili ise şudur: «Gerçek, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar,» (Nisa.10). Üçüncü grup da bu âyeti delil getirerek hiçbir şekilde yetimin malından istifade edilemeyeceğini bildirmişlerdir.

Fıkıh bilginleri, yetimlerin fakir olan velîlerinin ve vasilerinin yetimin malından istifade etmesini caiz görmüşlerdir. Fakat efdal olan yetimlerin mallarını muhafaza edip, onlardan istifade cihetine gitmemektir.

İlâhî emrin ulviyetine bakınız, herhangi bir ihtilâfa düşmemek için yetimlerin mallarını kendilerine teslim ederken âdil şahitler huzurunda teslim edin demektedir. Yetimlere mallarını teslim ederken şahit bulundurmak müstehaptır, yani güzel görülmüştür.

7

«Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarında erkeklere bir pay vardır. Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar, az veya çok farz kılındığı şekilde bir paydır.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: İslâm dini gelmeden önce Araplar kadınlara miras vermezlerdi, mirasın tamamını erkekler alırdı. Hatta ölen adamın erkek çocuğu yoksa, mirası akrabasından olan erkekler alırdı, Kadınlara miras vermemelerinin sebebi, kadınların değil, erkeklerin savaşmaları ve kadınları korumalarıydı. Bu bakımdan erkekler mirası kendilerine lâyık görmüşler, kadınları ve kızları bundan tamamen mahrum etmişlerdi. Nitekim sahabeden Evs ibn Sabit ölünce geride üç kızı ve bir Hanımı kalmıştı. Erkek çocuğu olmadığı için mirasının tamamını amcasının oğlu almıştı. Kızlarına ve hanımına hiçbir şey verilmemişti. Evs'in kızları gelip durumu Peygamberimize bildirmişlerdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ana-babanın ve yakınlarının bıraktıklarında erkeklere bir pay vardır. Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarında kadınlara da bir pay vardır. Bunlar, az veya çok farz kılındığı şekilde bir paydır.» Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarında erkeğin hakkı olduğu gibi, kadınların ve kızların da hakkı vardır. İslâm dini, mirası cahiliye devrinde olduğu gibi sadece erkeğe tahsis etmemiştir. Kadınların ve kızların da mirastan haklarını ayırmıştır. Çünkü- islâm, adalet dinidir. Birine saadet kapılarını açarken, diğerini sefalete, yokluğa itmez.

8

«Miras taksim edilirken yakınlar, yetimler ve miskinler de hazır bulunurlarsa kendilerini ondan rızıklandırın. Ve onlara güzel söz söyleyin.»

Vereseler mirası taksim ederken, şayet orada ölünün yakınları, yetimler ve yoksullar da bulunursa kendilerini ondan rızıklandırın. Ölünün mirasından yakınlara, yetimlere ve yoksullara bir şey vermek sevaptır. Eğer onlara bir şey veremezseniz gönüllerini hoş edecek söz söyleyin, kalblerini kırmayın. İslâm, her fırsatta akrabayı, yetimi ve yoksulu korumuştur. Hatta mirastan bile onlara bir pay ayrılmasını güzel görmüş ve teşvik etmiştir. Bu hareket Müslümanlar arasındaki bağlılığın ve yardımlaşmanın bir ifadesidir.

9

«Arkalarında aciz ve küçük evlâdlar bıraktıkları takdirde gadre ve zulme uğrayacaklar dîye onlara karşı endişe edenler haksızlıktan korksunlar. Ve Allah'tan sakınsınlar. Sözü de dosdoğru söylesinler.»

Bu âyet-i celîle yetimlerin haklarına en ince noktasına kadar riayet edilmesini emrediyor. Yetimlere velilik ve vasilik edenler, kendi ölümlerinden sonra çocuklarının perişan olmasından korktukları gibi, yetimleri' de perişan olmasından korksunlar. Yetimleri ve mallarını kendi gocukları gibi korusunlar, ölüm döşeğinde olan adama «Sen malını kendin için harca, geride kalanları düşünme, onlara bırakacaksın da ne olacak, rızkı veren Allah'tır» demesinler. Ölüm döşeğinde olan adama şöyle tavsiyede bulunsunlar: -Malının bir kısmını kendin için vasiyet et, bir kısmını da çoluk-çocuğuna bırak ki, onlar senden sonra yokluğa düşüp perişan olmasınlar, «ölüm döşeğinde olan adama tavsiyede bulunanlar, onun yerine kendilerini koyarak hareket etsinler. Kendileri için hoş görmedikleri şeyi, onun için de hoş görmesinler. Daima hakkı söyleyerek Allah'tan korksunlar. Âhiret yolculuğuna çıkan adamın yanında bulunanlar kelime-i şehadet getirsinler. Ölüm döşeğine düşenin yanında Kelime-i Şehadet getirmek, onun da Kelime-i Şehadet getirmesine sebep olur. Son anda Kelime-i Şahadet getirenler, imanlarını kurtarmış ve Rahmet-i îlâhiye nail olmuşlardır. Kelime-i Şehadet getirirken can çekiştiren kişimi zorlamamak gerekir, olur ki, zorlama esnasında ağzından bir inkar sözü çıkar - Allah korusun - küfür içinde gider, ölüm döşeğime düşen kişinin yanında âdabına uygun olarak Kelime-i Şehadet getirilir, üzerine Yasin okunur ve ağzına su verilir. Fakat zamanımızda bunlar tamamen ihmal edilmiştir. Halbuki ölüm döşeğinde yatan kimsenin en çok muhtaç olduğu şey bunlardır.

10

«Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olular. Zaten onlar, çalgın bir ateşe gireceklerdir.»

Yetimlerin mallarını haksız yere, haram olarak yiyenler karınlarına ateş doldurmuş odurlar. Dünyada haram yiyenler cehennemin çılgın ve elim ateşine mutlaka girecekler, yedikleri haramın cezasını görecekledir. Zira, yedikleri haram onları cehenneme sürükleyecektir Çünkü Yüce Allah haram yiyenler için «Zaten onlar, çılgın bir ateşe gireceklerdik- buyuruyor, Haram yiyenlerin, yedikleri haram, kendili için cehennem ateşinden başka bir şey değildir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: -Miraç gecesi cehennem bana gösterildi, içinde karınları küp gibi şişmiş, içi yılan ve akrep dolu bîr topluluk gördüm, onların kim olduğunu Cebrail'e sordum. Cebrail: «Bunlar dünyada haksız yere yetimlerin mallarını yiyenlerdir. Şimdi ise yedikleri harama mukabil lokma lokma ateş yiyorlar» dedi.»

11

«Çocuklarınızın mirastaki durumu hakkında Allah size şöyle ferman buyuruyor: Erkeğe iki dişinin hissesi kadardır. Eğer kadınlar ikiden fazla ise bırakılan malların üçte ikisi onlarındır. Şayet tek ise yansı onundur, ölenin çocuğu varsa ana ve babadan her birine bırakılan malın altıda biri vardır. Çocuğu olmayıp da ona ana ve babası mirasçı olduysa üçte biri anasınmdır. Kardeşleri varsa o vakit altıda biri anasırundır. Bu hükümler, Ölenin borcu ödenip, yaptığı vasiyetler yerine getirildikten sonradır. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size fayda bakımından daha yakın olduğunu bilmezsiniz. Bunlar, Allah'tan birer farizadır. Doğrusu Allah, hakkıyle bilen ve Hâkim olandır.»

Allahü teâlâ bu âyetle çocuklarınızın mirastaki durumunu size beyan ediyor ve şöyle buyuruyor: Miras taksiminde erkeğe iki pay, kıza da bir pay vardır. Yani kız çocukları bir pay alacaklar, erkek çocuklar da iki pay alacaklardır. Bundan fazlasını alamazlar. Şayet ölenin iki veya ikiden fazla kızı olup, oğlu olmazsa mirasın üçte ikisi kızlarındır. Geri kalan da ölenin babası, amcası gibi akrabalardan biri varsa ona aittir. Akrabadan biri yoksa o da kızlarındır. Eğer bir kızı varsa terekenin yarısı kızımndır. Geri kalanı da en yakın akrabaya, yani babaya, dedeye, öz erkek kardeşe, babanın erkek kardeşine veya amcaya verilir. Şayet bunlar yoksa terekenin tamamı kızındır.

Bu husustaki Sünnet-i Nebeviyye şöyledir: Hazret-i Cabir'den şöyle rivayet edilmiştir: Said İbni Rebi'a Uhud Muharebesi'nde şehit olmuştu. Geriye iki kızı ile bir hanımı kalmıştı. Erkek çocuğu olmadığı için kardeşi terekesinin tamamım almıştı. Rebia'nın karısı Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek dedi ki; «Ey Allah'ın Resulü, bu iki kız Rebî'a'nın kızlarıdır. Babaları sizinle beraber Uhud'a iştirak etmişti, orada şehit düştü. Amcaları da babalarından kalan malları alarak kendilerine bir şey bırakmadı. Malları olmadan da evlenemezler.» Cabir diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: «Allahü teâlâ bu konuda hükmünü verecektir, «Bunun üzerine miras âyeti nazil oldu. Resûlüllah kızların amcalarına birisini göndererek buyurdu ki: «Said'in kızlarına üçte ikisini ver. Karısına da sekizde birini ver. Geri kalan da senindir.» Resûlüllah'ın iki kız hakkında yaptığı taksim budur. Bu hadis-i -şerif bize gösteriyor ki, kızlar ister iki olsun, ister daha fazla olsun taksim üçte iki üzerinden yapılır.

Eğer ölenin çocuğu varsa, ana ve babasına düşen miras, bırakılan malın altıda biridir. Yani ana ve baba terekenin altıda birini alacaklardır. Geri kalan da çocuklarınındır. Şayet çocuğu yoksa, varisi sadece ana ve babası ise mirasın üçte biri anasınmdır. Geri kalan iki hisse de babasına aittir. Ölenin kardeşleri varsa bu »defa mirasın altıda biri anasınmdır Geri kalan da babasmındır. Şayet babası yoksa kardeşlerinindir. Bu hükümler ve bu taksimat ölen kişinin borcu -varsa- Ödendikten ve vasiyeti yerine getirildikten sonra yapılacaktır. Borç ödenmeden ve vasiyet yerine getirilmeden taksim yapılmaz. Ölünün terekesinden borcu ödenir ve vasiyeti yerine getirilir. Çünkü bu Yüce Allah'ın emridir. Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Onu ancak Allah bilir. Miras hususundaki bütün bu ilâhî emirler Allahü teâlâ'dan birer farizadır. Doğrusu Allah herşeyi hakkıyla bilen ve hikmetine göre her birine bir farz takdir edendir. O, bildirmeden önce siz bunların hangisinin faydalı, hangisinin zararlı olduğunu bilmezdiniz. Onun farz kıldığını kimse değiştiremez.

Bazıları bu âyetin şöyle bir mânâya delâlet ettiğini de söylemişlerdir: Babalarınızdan ve oğullarınızdan, hangisinin Allah katında daha üstün olduğunu siz bilemezsiniz. Allah katında dereceleri üstün olanlar, yakınlarının da gözlerinin aydın olması için kendi derecelerine yükselmelerini Allah'tan niyaz ederler.

12

«Karılarınızın çocukları yoksa geriye bıraktıklarının yansı sizindir. Eğer çocukları varsa bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyet ve borçtan ödendikten sonradır.»

Yüce Allah, bu âyeti celilede erkek ile kadının ve akrabalık yoluyle varis olacakların mirastaki hisselerini beyan ediyor. Evli olduğu halde ölen kadının çocukları yoksa terekesinin yarısı kocasınındır. Geri kalan yarısı da akrabasından yakınlarına aittir. Şayet ölen kadının çocuğu varsa, kocasına terekesinin dörtte biri düşer. Yani kocası mirasın ancak dörtte birini alabilir. Geri kalan ise çocuklarınındur. Ancak bu taksim ölen kişinin vasiyeti yerine getirildikten ve borcu ödendikten sonra yapılır. Yukarda da belirtildiği gibi, mevtanın borcu ödenmeden ve vasiyeti yerine getirilmeden taksim yapılmaz. Âyetin devamında Allahü teâlâ kadınların, kocalarının mirasından ne kadar hak alacaklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur:

«Sizin çocuğunuz yoksa bıraktıklarınızın dörtte biri kadınlarınızındır. Şayet çocuğunuz varsa bıraktıklarınızın sekizde biri onlarındır. Ancak bu, yaptığınız vasiyet ve borç ödendikten sonradır.»

Ölen erkeğin çocuğu yoksa, bırakmış olduğunun dörtte biri hanımınmdır. Şayet çocuğu varsa terekesinin sekizde biri hanımınındır. Geri kalanı da çocuklarınındır. Bu taksimat, yukarda da belirtildiği gibi, ölen kişinin vasiyeti yerine getirilip, borcu ödendikten sonra yapılır. Yine âyetin devamında:

«Eğer mirası aranan erkek veya kadın çocuğu ve babası olmayan bir kimse olur da, onun erkek veya kız kardeşi bulunursa bunlardan herbirine altıda birer düşer. Şayet onlar ikiden çoksalar zarara uğratılmaksızın üçte birine ortak olurlar. Bunlar, yaptıkları vasiyet ve borcu ödendikten sonradır, bunlar, Allah'tan bir vasiyet ve emirdir. Allah her geyi hakkıyla bilindir ve Halimdir.»

Ölen erkek veya kadının mirasını alacak çocuğu veya babası olmazsa, buna mukabil erkek veya kız kardeşi olursa, bunların her biri ölenin mirasından altıda bir hisse alırlar. Şayet bu kardeşler ikiden fazla iseler mirasın üçte birine ortak olurlar. Aldıkları mirası erkek, kız ayrımı yapılmadan eşit şekilde taksim ederler. Geri kalan üçte iki de ölen kişinin amcasınındır. Bu taksimat ölen kişinin vasiyeti yerine getirilip, borcu ödendikten sonra yapılır. Şayet ölenin borcu mirasından ödenmez ve vasiyeti yerine getirilmezse, vârisler Allah katında sorumludur. Bunlar, Allahü teâlâ'dan bir vasiyet ve bir emirdir. Yüce Allah, Alimdir, kullarının şanına lâyık olanı bilir ve ona göre emreder. Halimdir, emrine muhalefet edenlerin cezalarını hemen vermez, tevbe edip, nadim olmaları için onlara mühlet verir.

13

«İşte bunlar Allah'ın hudududur. Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse Allah onu altından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Orada ebedi kalacaklardır. İşte bu, en büyük kurtuluş ve saadettir.»

14

«Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan eder hududunu çiğneyip geçerse, onu da içinde ebedî olarak kalmak üzere ateşe sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azap vardır.»

Sizin için mirastaki bu taksim Allahü teâlâ’nın emridir. Bununla amel etmeniz için size bildirmiştir. Allah'a ve Peygambere itaat edenler, mirastaki bu taksime riayet etsinler, Allah'ın hududunu korusunlar ve onunla amel etsinler. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah onu altından ırmaklar akan cennetine koyar. Onlar Cennette ebedi kalıcıdırlar. Bu, onların dünyada Allah'ın ve Resûlü'nün emirlerine itaat edip, onlarla amel ettiklerinin karşılığıdır. Kim de Allah'ın ve Peygamberin emirlerine itaat etmez, isyan eder, hududu aşarsa içinde ebedi kalmak üzere cehenneme girecektir. Onlar mutlaka isyanlarının cezasını görecektir. Onlar için hor ve hakir edici bir azap vardır. Bu, onların dünyadaki isyanlarının karşılığıdır.

15

«Kadınlarınızdan zina edenlere karşı aranızdan dört şahid getirin. Onlar şehadet ederlerse ölünceye veya Allah anlara bir yol açıncaya kadar evlerde tutun.»

16

«Sizden zina edenlerin her ikisine de eziyet edin. Tevbe edip, ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri en çok kabul eden ve en çok esirgeyendir.»

Bu âyet-i celîle islâm'ın bidayetinde zina eden kadınlar hakkındaki hükmü bildirmektedir. «Kadınlarınızdan zina edenlere karşı aranızdan âdil, Müslüman ve hür dört şahid getirin. Eğer onlar zina eden kadınlar hakkında şahitlik ederlerse, o kadınları ölünceye veya Allah onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.» Bu âyet, recim âyeti gelmeden önce nazil olmuş ve recim âyetiyle nesh edilmiştir. Bunun geniş izahı Nûr Sûresinde gelecektir. Müslümanlar arasında zinanın yayılmaması için, bu fiili irtikâp edenler hakkında Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Sizden zina edenlerin her ikisine de eziyet edin. Tevbe edip, ıslah olurlarsa artık onlardan vazgeçin. Çünkü Allah tevbeleri en çok kabul eden ve en çok esirgeyendir.» Zina edenlere eziyet edilmesi fuhşun topluma yayılmaması içindir. Zina gibi çirkin bir fiili irtikâp edenler, serbest bırakıldıkları ve toplum tarafından tepki görmedikleri takdirde, toplumun diğer fertlerini de etkileyeceklerdir. Bu bakımdan İslâm, zina edenleri toplumdan tecrit ediyor ve onları en ağır bir şekilde cezalandırıyor. Cemiyetlerin yıkılmasının başlıca sebebi ahlâksızlık olmuştur. Şayet zina edenler tevbe edip, bu durumlarından vazgeçerlerse Yüce Allah tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah tevbeleri en çok kabul eden ve en çok esirgeyendir. Bu âyet de Nûr Sûresinin ikinci âyetiyle nesh edilmiştir. Zina suçunu işleyenlerin cezası orada daha da artırılmıştır.

17

«Allah ancak, bilmeyerek kötülük yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Allah hakkıyle bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

Tevbeleri kabul eden ancak Allahü teâlâ'dır. Cehaletinden dolayı bilmeyerek günah işleyip de hemen tevbe edenlerin tevbesini Yüce Allah kabul eder. Zira tevbe işlenen günahlara ve yapılan kötülüklere karşı pişmanlık duymaktır. Kul, yaptığı kötülüklere pişman olup, Rabbine yalvardı mı Allah, tevbesini kabul eder. Eğer günahlarına pişman olmaz, isyana devam ederse elbette yapılan tevbeler kabul olmaz.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Mü’min cahilliğinden dolayı günah işler. Fakat onun günah olduğunu yakinen bilmiş olsaydı işlemezdi. Çünkü yaptığı kötülükler onu azaba götürür de farkında bile olmaz. Ancak mü’mini azaba düşmekten günahlarına karşı yapmış olduğu tevbe kurtarır. Günah işleyenler ölüm döşeğine düşmeden önce tevbe ederlerse yakinen tevbe etmiş olurlar ve tevbeleri Allah indinde kabul olur.» Zira Allahü .Teâlâ Alimdir, ihlâsla tevbe edenleri bilir. Hakimdir, âsi olanlara tevbe ile hükmeder. Nitekim Peygamberimiz «Allahü teâlâ, can boğaza gelene kadar kulunun tevbesini kabul eder» buyurmuştur. Bu âyet mü’minlerin tevbesi hakkında nazil olmuştur.

18

«Kötülükleri işleyip dururken kendisine ölüm geldiği zaman "şimdi işte gerçekten tevbe ettim" diyen ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi makbul değildir. İşte onlar için biz, elem verici bir azap hazırlamışızdır.»

Günah işlemeye devam edenlerin, günahlarından pişman olmayanların tevbesi makbul değildir. Çünkü onlar, gerçekte yaptıklarına pişman olmamışlar ve Allah'a isyana devam etmişlerdir, Azrail başucuna dikildiği zaman «Ben tevbe ettim ve hakkı kabul ettim» diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi asla kabul edilmeyecektir. Zira onlar ömürlerini hep isyan içinde geçirmişler, yaptıkları tevbelere sadakat göstermemişlerdir, ölüm anında yapılan tevbeler Allah indinde makbul değildir. Çünkü insan can çekiştirirken her şeyden ilgisini kesmiş, aklı başından gitmiş ve Azrail ile karşı karşıya gelmiştir, öyle bîr anda yapılan tevbeler kabule şâyân değildir. Yüce Allah, onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır. Onlar ebedi cehennemin yaranıdırlar.

19

«Ey iman edenler, kadınlara karşı zorla vâris olmaya kalkmanız size helal değildir. Apaçık hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir etmiş bulunur.»

Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Cahüiye devrinde bazı kimseler malına tamah ederek yaşlı kadınlarla -veya hoşlanmadıktan kadınlarla evlenmişlerdi. Bunlar aslında, zevceleri yaşlı olduğu veya hoşlanmadıkları için genç kadınlarla evlenmek arzusunda idiler. Bu yüzden de zevcelerini ihmal etmişlerdi. Fakat mallarına tamahen de boşamıyorlardı. Zevcelerinin kendilerine bir miktar mal vermek suretiyle boşanmalarını veya ölmelerini, dolayısıyla mallarına vâris olmalarını istiyorlardı. Bunun için de zevcelerini boşamaktan kaçınıyorlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurdu: «Ey iman edenler, kadınlara karşı zorla vâris olmanız size helâl değildir. Apaçık hayâsızlık etmedikçe onlara verdiğiniz mihrin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda bir çok hayır takdir etmiş bulunur.» Yüce Allah, erkeklerin kadınlara zorla ve meşru olmayan bir yoldan vâris olmalarını ve onlar bir hayâsızlık yapmadıkça verilen mihrin geri alınmasını yasaklıyor. Müslümanların hanımlarıyle iyi geçinmelerini emrediyor. Hoşlanmadığınız kadınlarda belki Allah, sizin için bir çok hayırlar kılar da, onlar affınıza sebep olur veya onlardan salih evlâtlar meydana gelir. Böylece onların vasıtasıyla iki cihanın saadetini kazanmış olursunuz. Onları bırakıp da evlenmek istediğiniz kadınlarda belki sizin için bir hayır yoktur. Siz hangisinin iyi, hangisinin kötü olduğunu bilemezsiniz, onu ancak Allah bilir. Zevcelerinizi hoş tutunuz. Şayet onlarla geçinmeniz mümkün değilse, ma'ruf bir şekilde onları boşaymız. Böylece onlar da başkalarıyle evlensinler bir yuva kursunlar, buna asla mani olmayın.

20

«Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine yüklerle mihir vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın. İftira ederek ve günaha girerek ona verdiğinizi geri alır mısınız?»

21

«Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karışıp katıldınız ve onlar, sizden kuvvetli teminat da aldılar.»

Zevcelerini beğenmeyip de, onları boşayarak yerine başka bir kadın almak isteyenlere Yüce Allah şöyle hitap ediyor: «Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, evvelkine yüklerle mihir vermiş olsanız bile içinden bir şey almayın.» islâm, kadınların erkekler tarafından mağdur edilmesine asla müsaade vermemektedir. Nikâh esnasında kadınlara verilen mihrin veya herhangi bir şeyin boşanma durumunda geri alınmasını da yasaklamaktadır. Çünkü verilen mihirler kadınların namus bedelidir. Hem nasıl olur? Zevceleriyle halvette bulunsun, onlardan istifade etsin, boşanma esnasında ise vermiş olduğu mihri geri alsın. Zira onlar nikahlanmak suretiyle sizden kuvvetli bir Leminat almışlardı. Nitekim Allahü teâlâ «Ey iman edenler zevcelerinizi iyilikle tutun ve onların maişetini temin edin. Eğer onlar hoşunuza gitmiyorsa iyilikle boşaym» buyurmuştur. Allah'ın bu emri onlar üzerinde muhkem bir teminattır. Buna muhalefette bulunmak büyük günahtır, Yüce Allah'ın emirlerine isyandır.

22

«Babalarınızın nikahladığı kadınları kendinize nikahlamayın Geçmişte olanlar artık geçmiştir. Çünkü o, çok çirkin ve iğrenç bir şeydi. O, ne fena âdetti.»

Bu âyet-i celîlede kimlerle evlenileceği ve kimlerle evlenilemeyeceği en ince noktasına kadar bildirilmiştir. «Ey iman edenler, siz babalarınızın nikahladığı kadınları nikahlamayın. Onlarla nikâhlanmanız haramdır.» İslâm'dan önce, baba ölünce büyük oğlu sırtından abasını çıkarır, üvey annesinin üzerine atarak ona sahip olduğunu ilân ederdi. Böylece üvey annesine sahip olurdu, İslam Dini, bu gibi ahlâk dışı hareketleri kesinlikle yasaklamıştır. Cahiliye devrinde olanlardan mes'ul değilsiniz. Artık onlar geçmiştir. Şayet cahiliye devrindeki gibi yaparlarsa, Allah'ın emirlerine isyan ettiklerinden dolayı en büyük azaba uğrayacaklardır. Zira onlar isyan etmekle Allah'ın rahmetinden kendilerini uzaklaştırmalardır.

23

«Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeşlerinizin kızları, kız kardeşlerinizin kızları, sizi enıziren süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, karılarınızın anaları, kendileri ile gerdeğe girdiğiniz kadınlarınızdan olup himayelerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. Eğer üvey kızlarınızın anaları ile gerdeğe girmemişseniz, onlarla evlenmenizde bir beis yoktur, öz oğullarınızın kanlan ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamanız da haramdır. Geçmişte olanlar artık geçmiştir. Çünkü Allah hakikaten yarlığayıcıdir, çok merhamet edicidir.»

Müslümanlara, analarıyla, yukarı doğru ne kadar uzanırsa uzansın; nineleriyle, kızlarıyla, aşağı doğru ne kadar inerse insin; torunlarıyle, kız kardeşleriyle, halalarıyla, teyzeleriyle, kız ve erkek kardeşlerinin kızlarıyla, süt anneleriyle ve süt kardeşleriyle, karılarının analarıyla, duhul vâki olmasa da nikahlandıktan karılarının analarıyla ve üvey kızlarıyla evlenmek haramdır. Eğer üvey kızlarının anneleriyle gerdeğe girmemişlerse, onlarla evlenmelerinde bir beis yoktur. Şayet üvey kızlarının anneleriyle gerdeğe girmişlerse, onlarla elenmeleri haramdır. Öz oğullarının kanlanyle evlenmek ve iki kız kardeşi birlikte nikahlamak da haramdır. Oğulluğunun veya üvey oğlunun karısı ile evlenmekte bir mahzur yoktur. Boşamış olduğu kadının iddeti bitmeden, onun kız kardeşi ile evlenemez. Ancak boşadığı kadının iddeti bittikten sonra, onun kız kardeşi ile evlenebilir. Dört kansı olan, onlardan birini boşarsa, boşanan kadının iddeti bitmeden başka bir kadınla evlenemez. Çünkü boşadığı kadınla henüz ilgisi kesilmiş değildir. İki kız kardeşi cariye olarak alan, onlardan biriyle cima yaparsa, diğeriyle cima edemez, ikisiyle de cima yapması haramdır. İki kız kardeşi bir anda nikahlamanın haram olduğu gibi. Yüce Allah cahiliye devrinde olanları bağışlar. Zira Allahü teâlâ affedici, bağışlayıcı ve merhamet edicidir.

24

«Mâliki bulunduğunuz cariyeler müstesna, kadınlardan kocası olanlarla evlenmeniz de haram kılındı. Bunlar, Allah'ın üzerinize Tarz kıldığı hükümlerdir. Haram kılınanların dışında kalanlar ise zinadan kaçınıp iffetli yaşamanız şartiyle mallarınızdan mehir vererek nikâhlanmanız için size helâl edildi. Onlardan faydalandığınıza mukabil, kararlaştırılmış olan mehirlerinl verin. Kararlaştırılandan başka, karşılıklı hoşnut olduğunuz hususta size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz ki, Allah Alîm olandır. Hakim olandır.»

Bu âyet-i celîle başkasının nikâhı altında bulunan kadınla evlenmenin haram olduğunu beyan etmektedir. Kocası olan kadınlarla evlenmek haramdır. Ancak harp esnasında esir olarak alınan cariyelerin kocaları olsa da, kendileriyle evlenmek helâldir. Onların kocaları kâfir olduğu için buna müsaade edilmiştir. Kocası kâfir olan Kadınlarla evlenmek Müslümanlara helâldir. Kâfirin nikâhı olmayacağından, esir edilen kadınların kocaları olsa bile nikâhları yoktur. Nikâhsız kadınlar ile evlenmek ise her an caizdir. Bunlar, Allah'ın sizin üzerinize farz kıldığı hükümlerdir. Siz, Allah'ın hükmüne tâbi ulun, O'nun emirlerinin dışına çıkmayın. Allah'ın hükmüne tâbi olmayanlar elim bir azaba uğrayacaktır.

Allahü teâlâ yukarda geçen âyetlerde kendileriyle evlenilmesi haram olanlardan on dördünü zikretti. Bunlardan yedisi neseben, yedisi de sebeben haram kılınmıştır. Bundan sonra da kendileriyle evlenilmesi helâl olanları zikretmiştir. Âyet-i celilede zikredilmeyen ve kendileriyle evlenilmesi haram olanları da Peygamberimiz bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: «Nesep yoluyla haram olanlar emme yoluyla da haramdır. Aynı zamanda herhangi bir kadın halasının ve teyzesinin üzerine nikahlanamadığı gibi, cariye de hür bir kadın üzerine nikâhlanamaz.

Ey Müslümanlar, haram kılınanların dışında kalan kadınları, zinadan kaçınıp iffetli yaşamanız şartıyla ve mallarınızdan mehir vererek nikahlamanız size helâl edildi. Onlardan faydalandığınızın karşılığı olarak, aranızda kararlaştırılmış olan mehirlerini zevcelerinize verin. Kendilerini nikahlamanıza rağmen gerdeğe girmeden, onlardan ayrılmışsanız, kararlaştırmış olduğunuz mihrin yansını verin. Şayet onlardan faydalanmışsanız kararlaştırmış olduğunuz mihri verin. Eğer aranızda kararlaştırılmıştan başka, mihri artırır veya zevceniz size mihrini bağışlarsa bundan dolayı sizin üzerinize bir vebal yoktur. Zira bu her iki tarafın rızasıyla olmuştur. Kadının kocası nikâhta belirtilen mihri artırdığı gibi, kadın da kocasına mihrinin bir kısmım veya tamamını bağışlar. Allahü teâlâ Alimdir, kullarının ne yaptığını bilir. Hakimdir, evlenilmesi haram olanları beyan ederek, helâle ruhsat vermekle hükmeder.

25

«Sizden, hür mü’min kadınlarla evlenmeye güç yetiremeyen kimse, ellerinizdeki mü’min cariyelerinizden alsın. Allah sizin imanınızı çok iyi bilir. Biribirinizdensiniz, aynı soydansınız. Onlarla, zinadan kaçınmaları, iffetli olmaları ve gizli dost tutmamış olmaları halinde velilerinin izniyle evlenin ve maruf olan şekilde mehirlerini verin.»

Hür ve mü’min bir kadınla evlenmeye gücü yetmeyenler, ellerinizdeki mü’mine cariyelerden alsınlar. O vakit cariyeleri nikahlayanların nikahında başka hür bir kadın bulunmasın. Yukarda da belirtildiği gibi, hür bir kadın üzerine cariyeyi nikahlamak haramdır. Bazı tefsircilere göre, mihir verecek kadar kudreti olanların cariyelerle nikahlanması caiz değildir. Fakat fıkıh bilginleri, hür bir kadına mihir verecek kudrette olanların da cariyelerle evlenmelerini caiz görmüşlerdir. Bazıları da şu görüşü ileri sürmüşlerdir: Allahü teâlâ cariyeyi mü’mine diye zikretti. Mü’mine olan bir cariyenin Yahudi ve Hıristiyanla evlenmesi caiz değildir. Ama fıkıh âlimleri buna cevaz vermişlerdir. Yüce Allah sizin imanınızı çok iyi bilir, O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli değildir. Mü’min olan kadınlarla evlenin, onların zahirine göre hükmedin, onların kalblerine muttali' olamazsınız. Kalblere muttali' olan ancak Allah'tır. Siz hepiniz Hazret-i Âdem'in soyundansınız, dininiz bir, peygamberiniz birdir. Bu bakımdan birbirinize herhangi bir üstünlüğünüz yoktur. Üstünlük ancak takvadadır. Cariyelerle, zinadan kaçındıkları, iffetli oldukları ve gizli dost tutunmadıkları takdirde velilerinin izniyle ve mâruf olan mihirlerini vermek suretiyle evlenin.

Cahiliye devrinde bazı kadınlar açıktan zina ederlerdi. Hatta evlerinin tanınması için kapılarına bir de alâmet koyarlardı. Bazıları ise gizlice fuhuş yaparlardı. Yüce Allah, gizli ve aşikar fuhuş yapanlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Ancak namuslu olmaları şartıyla Müslümanlarla evlenmesine müsaade edilmiştir. Âyetin devamında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

«Şayet evlendiklerinde zina edecek olurlarsa, onlara, hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Bu, içinizden, günaha girme korkusu olanlaradır. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.»

Bu ayet-i celîle zina suçu işleyen kölelere verilecek cezayı belirtmektedir. Cariye, hür bir erkeğe nikahlandıktan sonra fuhuş yaparsa, ona verilecek ceza, hür bir kadına verilecek olan cezanın yarısı kadardır. Başından nikâh geçmeyen hür bir erkek veya kadın zina işlerse, ceza olarak onlara yüz sopa vurulur. Eğer başlarından nikâh geçmiş ise recm edilir. Cariye ve kölelere ise bu cezanın yansı tatbik edilir. Yani elli sopa vurulur. Zira onlar hür insanlar gibi olmadıkları, bir çok yönden onların ulaştıkları mertebeye, nimete ve hürmete ulaşamadıkları ve eksik oldukları için, onlara tatbik edilen ceza da o nisbette eksiktir. Zira her külfet, verilen nimet mukabilinde olur. Ceza da böyledir, köle ve cariyenin sahip oldukları nimet eksik olduğu için cezaları da eksiktir. Âyette sadece cariye zikredilmiş, köle zikredilmemiştir. Her ne kadar köle zikredilmemişse de ikisinin cezası aynıdır.

İçki içenlerin ve namuslu bir kadına iftira edenlerin cezası hür olanlar için seksen sopadır. Köle ve cariyeler için ise kırk sopadır. Nitekim Hazret-i Ali ile Hazret-i Ömer «Köle ve cariyelere, hürlere verilen cezanın yarısı verilir» demişlerdir. Dünyada zina edip had cezasına çarpılmamak, âhirette de ilâhi azaba uğramamak için cariyelerle evlenmeye ruhsat verilmiştir. Allahü teâlâ, iki sınıf insanın cariyelerle evlenmesine müsaade etmiştir. Bunlardan birincisi, hür bir kadını nikahlayacak ve onun mihrini verecek durumu olmayanlar. İkincisi de evlenemediklerinden dolayı zinaya sapma tehlikesiyle karşı karşıya olanlardır. Fakat sabreder cariyelerle evlenmezseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Nitekim Hazret-i Ömer şöyle demiştir: «Cariyelerle evlenenler çocuklarını da köle yapmış olurlar.» Hür olan bir erkeğin her ne kadar cariyelerle evlenmesine izin verilmiş ise de, Hazret-i Ömer gibi sahabenin ileri gelenleri bunu hoş karşılamamışlardır. Zamanımızda her ne kadar köle yoksa da, insanların bir kısmı ö duruma düşmüştür. Onlarla evlenmek de cariyelerle evlenmek gibidir. Buna çok dikkat etmek lâzımdır.

Yüce Allah kullarını hakkıyla yarlığayıcı, merhamet edici ve bağışlayıcıdır. Kul, yaptığı kötülüklere tevbe eder ve Alladın emirlerine sarılırsa, Yüce Mevlâ günahlarını bağışlar.

26

«Allah size bilmediklerinizi açıkça bildirmek, sizden öncekilerin, yollarını size göstermek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah her şeyi bihakkın bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

27

«Allah sizin tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar da, sizin büyük bir sapıklığa girmenizi isterler.»

Allahü teâlâ, mü’min kullarının tevbelerini kabul edeceğini ve onlar için ağır teklifleri hafifleteceğini beyan ediyor, islâm dininde, cariyelerle evlenmeye her ne kadar ruhsat verilmiş ise de, bu hususta sabretmenin daha hayırlı olacağı bildirilmiştir, Ancak hür bir kadınla evlenemeyenlerin, cariyelerle evlenmelerine de müsaade edilmiştir. Böyle birisinin kötü yola düşmemesi için, cariye ile evlenmesinde mahzur yoktur. Bütün bunlar, Müslümanların fuhşa düşmemeleri içindir.

Yüce Allah, sizden önceki peygamberlerin şeriatlarını ve yollarını size açıkça bildirmek ister. Onların şeriatında haram olan şeylerin bir kısmı Ümmet-i Muhammed'e helâl kılınmıştır. Onların şeriatında cariye ile evlenmek haramdır. Onların dininde haram olmasına rağmen, Allahü teâlâ bunu, Hazret-i Muhammed'in ümmetine helâl kılmıştır. Neyin helâl, neyin haram olduğunu bilsinler ve helâl olanı işlesinler, haram olandan ise sakınsınlar diye Allahü teâlâ haramı ve helâli açıkça beyan etmiştir. Allahü teâlâ, günahlarınıza karşı yapmış olduğunuz tevbelerinizi kabul eder. Zira O, Alimdir sizin haram ve helâldan ne işlediğinizi bilir. O, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bazı tefsirciler bu âyet hakkında şöyle demişlerdir: «Allahü teâlâ size itaati emretti ve sizden önceki peygamberlerin şeriatlarını da bildirdi. Onlardan bir çoğu Allah'ın emirlerini terk etmişlerdir, Bundan dolayı çeşitli musibetlere ve azaba uğramışlardır. Fakat Hazret-i Muhammed'in ümmetinden isyan edenleri ise hemen azaba uğratmamış, tevbe etmeleri için kendilerine mühlet vermiştir. Allah tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, onları affeder. Zira Yüce Allah kullarının günahlarını bağışlamayı ve onları affetmeyi sever. Şehvetlerine uyanlar ise, kendileri gibi onların da büyük bir sapıklığa düşmesini ve haktan ayrılmasını isterler.

28

«Allah din hususunda ağır teklifleri sizden hafifletmek istiyor. Çünkü insan, sabır ve tahammül bakımından zayıf yaratılmıştır.»

Halbuki Allahü teâlâ gücünüzün yetmeyeceği yükü size yüklemez. Ancak kullarının gücünün yeteceğini onlara teklif eder. Çünkü insan zayıf yaratılmıştır. Zayıf varlıklar ağır tekliflere tahammül edemezler.

29

«Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaret yoluyla yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah sizi çok merhamet edicidir.»

Bu âyet-i celîle ile malların kıymetine işaret edilmekte, gayri meşru şekilde elden çıkarılması yasaklanmakta ve şöyle buyurulmaktadır: «Ey iman edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.» Yani birbirinize zulmedip, yalan yere yemin ederek, faiz alarak, kumar oynayarak, birbirinize ihanet ederek alıp yemeyin. Bu şekilde başkalarının mallarını alıp yemek haramdır. Ancak aranızda karşılıklı rıza ile ahp-vermeniz ve meşru yoldan ticaret yapmak suretiyle ahp yemeniz size helâldir. Bunun dışında haram yoldan kazanç elde ederek nefsinizi ve aile efradınızı mahv u perişan etmeyin. Zira haram yiyenlerin sonu perişandır. Böyle hareket edenler, kendileri perişan olduğu gibi, çoluk çocuklarını da perişan ederler. Bunun için Yüce Allah -Haram ile nefsinizi mahvetmeyin- buyurmuştur. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ sizi çok merhamet edici ve bağışlayıcıdır. Sizi, birbirinizin mallarını meşru olmayan yollardan almaktan men eder.

30

«Kim, zulüm ve tecavüz yolu ile bu yasakları işlerse, yakında biz onu cehennem ateşine atacağız. Onu ateşe atmak ise Allah'a pek kolaydır.»

Haram yoldan kazanç elde edip yiyenler, haksız yere adam öldürenler, Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler neticede perişan olacaklardır. Âhirette ise bunlar cehennem ateşine atılacaklar ve en büyük azaba çarptırılacaklardır. Onları cehennem ateşine atmak ise Yüce Allah'a pek kolaydır. Onlar zannetmesinler ki bu dünyada yaptıkları yanlarına kalacaktır. İyilik yapan mükâfatını, kötülük yapan da cezasını görecektir. Zira Allahü teâlâ her şeye kadirdir.

31

«Eğer size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir mevkiye yerleştiririz.»

Bu âyet-i celîlede Yüce Mevlâ, büyük günahlardan kaçınanların, küçük günahlarını bağışlayacağını va'd ediyor ve şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, şayet siz yasak edilen büyük günahlardan sakınırsanız, onları yapmazsanız, işlemiş olduğunuz diğer küçük günahlarınızı; namazlarınızı, oruçlarınızı, cumalarınızı, ramazanlarınızı keffaret kılarak affederiz.» Bu, Allahü teâlâ'nın mü’min kullarına müjdesidir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Allahü teâlâ büyük günah işleyenlere cehennemi va'd etmiş veya dünyada had vurulmasını emretmiştir. Büyük günahtan sakınanlar gerçek mü’minlerdir. Çünkü büyük günahlar imanı zedelemektedir. Namazlar ve oruçlar ise küçük günahlara keffarettir.» Bazıları da, bu sûrenin başından bu âyete kadar zikrolunan günahların hepsi büyük günahlardır» demişlerdir.

İbn Mes'ûd (radıyallahü anh)'dan şöyle rivayet edilmiştir: -Büyük günahlar dörttür; Allahü teâlâ'nın rahmetinden ümidi kesmek, Allah'ın azabından emin olmak, Yüce Mevlâ'ya şirk koşmak ve yalan söylemektir.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de büyük günahları şöyle belirtmiştir: «Allah'a şirk koşmak, anaya - babaya âsi olmak, haramı helâl, helali haram kabul etmek ve yalan yere yemin etmektir.»

ibn Ömer (radıyallahü anh) de şöyle demiştir: -Büyük günahlar dokuzdur: Allah'a şirk Hoşmak, mü’mini kasden öldürmek, harp meydanından kaçmak, namuslu bir kadına zina suçu isnad etmek, yetimin hakkını yemek, faiz yemek, sihir yapmak, anaya - babaya âsî olmak, Allah'ın haram kıldıklarını helâl saymaktır. Bunlardan kaçınanların diğer küçük günahlarını Allah affeder. Onları âhiretta cennet nimetiyle mükâfatlandırır. Büyük günahlardan kaçınmayanların küçük günahları da bağışlanmaz. Ancak büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları bağışlanır.» Mü’minlerin bağışlanabilmeleri için büyük günahlardan şiddetle kaçınmaları gerekir.

32

«Allanın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere, kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından lıir pay vardır. İsteklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin. Şüphesiz ki Allah her şeyi hakkıyla bilendir..»

Ey iman edenler, Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri tuzu etmeyin. Başkasının malına tamah ederek «Allah'ım ondan al ılu bana ver veya ona verme demeyin.» Bu başkasının malma hased ölmektir ve şeytanın sıfatıdır. Aynı zamanda Allah'ın taksimine razı olmamaktır, hatadır ve küfür alâmetidir. Çünkü bütün varlıkların rızkını veren Yüce Allah'tır. Onun verdiğine razı olmayan küfre Fakat şöyle denilebilir: «Ya Rabbi, filan kuluna verdiğin gibi, bana da ver, onu zengin ettiğin gibi, beni de zengin et.» Mü’min hiç bir zaman haset etmez, başkasının elindekine göz dikmez, başkasına kin beslemez, kimsenin kötülüğünü düşünmez.

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Sahabe-i kiramdan bazıları «Biz mirastan iki hisse alıyoruz, kadınlar bir hisse alıyorlar. Biz amelimizin karşılığı olarak da iki sevap alacağız» demişlerdir. Bunu duyan Üramü Seleme (radıyallahü anhâ) «Keşke cihad etmek kadınlar üzerine farz olsaydı» demiştir. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş "ve şöyle buyurulmuştur: «Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin.» Hiç şüphesiz harbe iştirak eden erkeklerin sevabı vardır. Buna mukabil kadınların da, kendilerini haramdan korudukları, kocalarına itaat ettikleri ve Allah'ın emirlerini yerine getirdikleri için cihad etmiş gibi sevapları vardır. Bunları yapan kadınlar, savaşa iştirak edenler gibi sevap alacaklardır. Ey mü'minler, siz istediklerinizi Allah'ın fazlından ve kereminden isteyin. O, kullarına dilediğini verir. Allahü teâlâ, Alimdir her şeyi hakkıyla bilir. Kimin cihada lâyık olduğunu, kimin olmadığını en iyi bilendir. Kadınların evlerinde oturup, kendilerini haramdan korumaları, kocalarına itaat etmeleri ve Allah'ın emirlerini yerine getirmeleri harbe iştirak etmelerinden daha hayırlıdır. Yüce Allah kulları için en hayırlı olanı takdir etmiştir.

33

«Ana-babanın ve akrabanın geriye bıraktığı maldan her birinize miras kıldık. Bir de, el ele verip yeminle sözleşme yaptığınız kimselere hisselerini verin. Doğrusu Allah her şeye şahittir.»

Allahü teâlâ, ana-babanın ve akrabanın geriye bıraktığı maldan her birinize miras kıldı. El ele vererek yeminle sözleşme yaptığınız kimselere de hisselerini verin. Yeminle sözleşmeden maksad şudur: Bazıları muhabbet besledikleri insanlarla el ele vermek suretiyle yemin ederdi ki, kendisinden sonra mirasına ortak olsun. Veya nesebi meçhul olan çocuğu velayeti altına alıp, öldükten sonra,o çocuğun ölenin mirasına ortak olmasıdır. Daha sonra bu hüküm âyetiyle nesh edilmiştir.

Bu hususta bazı tetsirciler şöyle demişler: -Allahü teâlâ "Mallarınızın üçte birinden onların hisselerini verin» buyurduğu için, onlar bu vasiyette bulunmuşlardır.» Yüce Allah, kullarının her şeyine şahittir. Onların neyi Allah rızası için verdiklerini ve neyi vermediklerini hakkıyla bilir.

34

«Allah'ın kimini kiminden üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler, iyi kadınlar, itaatli olanlardır. Allah kendi haklarını nasıl koruduysa onlar da öylece göze görünmeyeni koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınlara önce öğüt verin. Uslanmazlarsa, kendilerini yataklarında yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse dövün. Size itaat ettikleri takdirde incitmeye bir bahane aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür.»

Her âyet-i celilenin bir nüzul sebebi vardır. Bu âyet de Saîd ibn Rebîa hakkında nazil olmuştur. Said, Muhammed ibn Müselleme'nin kızı olan karısını aşırı şekilde dövmüştü. Said'in karısı gelip durumu Resûlüllah'a haber vermişti. Resûlüllah, Saîd'e kısas tatbik edilmesini emretmişti. O anda bu âyet nazil olmuş ve «Allah'ın kimini kiminden üstün kılmasından ötürü ve erkeklerin, mallarından sarf etmelerinden dolayı erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler» buyurulmuştur. Çünkü erkekler kadınların nafakalarını temin ederler, onların kadınlık haklarını verirler, akıl yönünden kadınlardan daha üstündürler ve onların bütün ihtiyaçlarını karşılarlar. Kadınlar gibi, herhangi bir olayın etkisi altında kalmazlar, ayrıca erkeklerin kadınlar gibi özür durumları yoktur. Bu özelliklerinden dolayı erkekler, kadınlardan daha üstündür. Zira kadınlar yaratılış itibariyle de zayıftırlar. Psikolojik yönden de kadınlar bakıma ve korumaya muhtaçtırlar. Allahü teâlâ'nın, erkekleri kadınlar üzerine hâkim kılmasının hikmeti, erkeklerin akıl ve kuvvet bakımından kadınlardan üstün oluşlarıdır. Çünkü kadınlar birçok bakımdan himayeye muhtaçtırlar.

Salına kadınlar, kocalarına itaat edip, kendilerini haramdan koruyanlar ve Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren kadınlardır. Çünkü onlar kocaları yanlarında olmasa bile haramdan şiddetle kaçınırlar ve Allah'ın yasak ettiği şeylere asla yaklaşmazlar. Şerlerinden ve serkeşliklerinden sakındığınız kadınlara gelince, bu durumlarından vazgeçmeleri için onlara önce güzel güzel nasihat edin. İslâm'ın terbiye metodu işte budur. Önce bütün meseleleri güzellikle halletmeye çalışır, şiddet kullanmaz. Kadınlarınızın haklarını muhafaza edin: Çünkü onların haklarını muhafaza etmek sizin üzerinize vaciptir. Şayet yapılan nasihatlerle serkeşliklerinden vazgeçip uslanmazlarsa, döşeklerini ayırın. Yani döşeklerine girmeyin. Eğer kadın kocasını seviyorsa, kocasının döşeğine girmemek suretiyle onu cezalandırması kendisine ağır gelir. Böylece kadın serkeşliğinden vazgeçer, kocasına muhabbet besler, bir daha eski durumuna dönmez. Şayet kadın kocasını sevmiyorsa, kocasının döşeğine girmemesinden dolayı sevinir. Bu defa haksızlığın kadında olduğu ortaya çıkar. Bunlar da kadının serkeşliğinden vazgeçmesine yaramıyorsa o zaman dövün. İslâm dini kadım dövmeyi en son plana bırakıyor. Bütün bunlardan sonra kadınlarınız size itaat ederlerse, onları incitmek ve gönüllerini kırmak için bahaneler aramayın, geçmişi unutun. Onların geçmişteki hatalarını yüzlerine vurmayın ki, aranızdaki muhabbet bozulmasın. Siz bağışlayıcı ve affedici olun. Bu emirler Yüce Allah'ındır, O'nun emirlerine muti olunuz. Çünkü Allahü teâlâ yücelerin yücesidir, çok büyüktür. O, kullarının muhabbetini talep etmez ve onların güç yetiremeyeceği şeyleri de teklif etmez. Ey Müslümanlar, siz de kadınlarınıza size karşı muhabbet beslemeleri için baskı yapmayın Size karşı yapmış oldukları hataları affedin ve onlara işkence etmek için bahane aramayın. Çünkü kadınlarınız, size Allah'ın emanetidir. Yüce Allah emanetin en iyi şekilde muhafaza edilmesini emreder.

35

«Eğer karı koca arasının açılmasından endişeye düşerseniz, kendilerine bir hakem erkeğin ailesinden, bir hâkem de kadının ailesinden gönderin. Bu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah, karı koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir, her şeyin aslından haberdardır.»

Ey mü’minler, şayet karı-koca arasının açılmasından korkarsanız, haksız taraf hangisi ise onun ailesinden karı-koca arasını bulmak için âdil bir hakem tayin edin. Eğer hata erkekte ise, hakem erkeğin ailesi tarafından, kadında ise hakem kadının ailesi tarafından gönderilir. Karıyla kocanın arasını bulmak isteyen hakemler tarafların fikirlerini alır, onları dinler, aralarındaki geçimsizliğin sebeplerini tesbit eder ve onları gidermeye çalışır. Şayet haksızlık erkekte ise, hakem ona nasihat eder ve iyi geçinmelerini söyler. Eğer kadın haksızsa, tayin edilen hakem kadına nasihat eder, kocasına itaat etmesini söyler ve Allah'ın emirlerini bildirir. Bu hakemler gerçekten barıştırmak isterlerse, Allah, karı-koca arasındaki dargınlığı giderir ve onlara huzur ve geçim verir. Şüphesiz ki Allahü teâlâ, alimdir, onların hallerini bilir ve her şeyin aslından haberdardır. Âyette geçen hakem iki kişinin arasını bulmak için tayin edilen kimsedir. Yani karı-koca arasındaki geçimsizliği gidermek için tayin edilen kişidir. Burada ara bulucu anlamınadır. Herhangi bir işe hakem tayin etmek caizdir. Fakat Haricîlere göre Allah'tan başkası' na hakem denilmesi caiz değildir.

36

«Allah'a ibadet edin. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya -babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyilik edin. Allah kendini beğenip öğünenleri elbette sevmez.»

Allahü teâlâ bu âyet-i celilede, kullarının kendisine ibadet etmelerini, şirk koşmamalarını ve kendilerine iyilik yapılması gerekenleri bildirmiştir. Buradaki hitap mü’minlere, münafıklara ve kâfirleredir. Yani bütün insanlaradır. Ey mü’minler, imanınız üzere durun, Allah'ın emirlerine mutî olun, amellerinizi halisane yapın, Hiçbir surette Allahü teâlâ'ya şirk koşmayın.

Yüce Allah münafıklara da şöyle hitap ediyor: Göründüğünüz gibi olun, dışınız başka, içiniz başka olmasın. Allah'a iman ederek ihlâs üzere olun ve Allah'a şirk koşmayın. O'na ortak koşmakdan sakının. Kâfirlere ise şöyle hitap ediyor; Allah'a şirk koşmayın, inkârınızdan vazgeçin. O'nun Vahdaniyetini ikrar edin. O'nun eşi ve benzeri yoktur. Allah birdir. O'ndan başka ilâh yoktur.

Ey mü’minler. Allah'a ibadet ettiğiniz gibi, ananıza - babanıza da itaat edin, onları asla incitmeyin, daima gönüllerini hoşnut edin. Hısım-akrabadan ilgiyi kesmeyin, zaman zaman onları ziyaret edin. Böylece onların haklarına riayet edin. Yetimlere iyilik ve ihsanda bulunun, onların kalblerini kırmayın, yetim olduklarını onlara hissettirmeyin. Yoksullara yardım edin, onlardan yardımınızı kesmeyin, yediğinizden onlara da yedirin. Yakın komşularınıza da iyilik ve ikramda bulunun. Çünkü onların sizin üzerinizde komşuluk hakları vardır, onlara asla kötülük yapmayın. Zira onların sizin üzerinizde üç türlü hakkı vardır. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: «Komşu üçtür. Birinin sizin üzerinizde üç hakkı, birinin iki hakkı, birinin de bir hakkı vardır. Sizin üzerinizde üç hakkı olanlar; 1. Komşuluk hakkı, 2. Yakınlık hakkı, 3. Müslümanlık hakkıdır, iki hakkı olanlar; 1. Komşuluk hakkı, 2. Müslümanlık hakkıdır. Bir hakkı bulunanlar: Kâfirlerdir ki, onlarla sadece komşuluk hakkı vardır. Müslümanlar, kâfirlerle komşuluk yaparlar, fakat onlara hiç karışmazlar.»

Mü’min uzak komşularına da iyilik ve ihsanda bulunacaktır. Zira mü’min mü’minin kardeşidir. Hısım - akrabasına ihsanda bulunduğu gibi, yakın arkadaşlarına ve kendisine misafir olan yolcuya da aynı şekilde iyilik ve ikramda bulunacak, onların hakkını koruyacaktır. Çünkü misafir ev sahibine emanettir. Ona güleryüz göstermek ve izzet ü ikramda bulunmak Allah'ın emridir. Misafirlik üç gündür, üç günden sonrası sadaka yerine geçer. Yani üç günden sonra yapılan ikram sadaka yerine geçer. Yüce Mevlâ «Emriniz altındakilere de iyilik ve ihsanda bulunun. Çünkü onlar da size birer emanettir» buyuruyor. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh). Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Allah fi mâ meleket eymânüküm», emriniz altındakilerin haklarını zayi' etmekten Allah'tan korkun. Yediklerinizden onlara yedirin, giydiklerinizden onlara da giydirin.

Onları güçlerinin yetmeyeceği işlerde çalıştırmayın. Onlar da sizin, gibi birer insandır. Siz neden yaratıldınızsa onlar da aynı şeyden yaratılmışlardır, onlara zulmetmeyin.» İslam, fertlerin emri altındakilere haksızlık yapmasına asla müsaade etmiyor. Onlara her hususta en iyi muamele yapılmasını emrediyor.

Enes (radıyallahü anh) Peygamberimizden şöyle rivayet etmiştir: «Cebrail, bana komşu hakkından o kadar bahsetti ki, komşuların birbirlerine vâris olacaklarını zannettim. Kadınlar hakkında da öyle şeyler Höyledi ki, onları boşamanın haram olacağını tahmin ettim. Köleler hususunda öyle bahsetti ki, onların muayyen bir müddet sonra âzâd odileceklerini zannettim. Misvağın hikmetlerinden o kadar bahsetti ki, misvakla ağızdaki dişlerin söküleceğini zannettim. Namazın hikmetlerinden o kadar bahsetti ki, ümmetimin yaşlılarının bütün ömürlerini namazla geçireceklerini zannettim.»

37

«Onlar ki, kendileri cimrilik ettiği gibi, başkalarına da cimrilik tavsiye ederler ve Allah'ın kendilerine fazlından verdiği şeyleri saklarlar. Biz de böyle nimetleri gizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.»

Allahü teâlâ, kendini beğenip, öğünenleri, Allah'ın vermiş olduğu nimetlerle kibirlenip, halkı hakir görenleri, verilen nimetlerin şükrünü eda etmeyenleri, cimrilik yapanları, halktan alıp Allah yolunda tasadduk etmeyenleri, zekâtlarını vermeyenleri, stokçuluk yapanları asla sevmez. Onlar, kendileri Allah yolunda harcamadıkları «Ibi, harcayanları da ahkoyarlar. Allah'ın nimetlerine şükretmezler, tıunkörlük yaparlar. O'nun emirlerine itaat etmeyip, masiyet işlerin r. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Biz de böyle nimetleri Kizleyen nankörlere hor ve rüsvay edici bir azap hazırladık.» İşte Allah'ın nimetlerine nankörlük edip şükretmeyenlerin hali budur. Hor mü’minin bundan ibret alması gerekir.

38

«Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytan kime arkadaş olursa, o, ne kötü bir arkadaştır.»

Bu âyeti celîlede Allah'a ve âhiret gününe inanmayanların harcamış oldukları malların hiç bir fayda vermeyeceği bildirilmektedir. İman olmayınca, Allah indinde hiçbir şey fayda vermez. Münafıklar, mallarını insanlara gösteriş için sarfederler. Onlar Allah'a ve Âhiret gününe inanmadıkları için yaptıkları şeylerde Allah'ın rızasını düşünmezler. Mallarını riya ile sarf etmeleri şeytanın iğvasından dolayıdır. Yani şeytanın arkadaşı olduklarmdandır. Yüce Allah bunlar için şöyle buyuruyor: «Allah'a ve âhiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytan kime arkadaş olursa, o, ne kötü bir arkadaştır.» Şeytan onları Hakka yönelmekten alıkoyar, kendi isyan ettiği gibi, onları da isyan ettirir.

39

«Bunlar Allah'a, âhiret gününe inanmış ve Allah'ını verdiği rızıklardan riyasızca sarfetmiş olsalardı ne olurdu? Allah onların söz ve işlerini çok iyi bilendir.»

O münafıklar, Allah'a ve âhiret gününe inanmış olsalardı da, Allah'ın kendilerine verdiği rızıklardan insanlara gösteriş yapmadan, riyasızca sarfetmiş olsalardı kendileri için çok daha iyi olurdu. Eğer böyle yapmış olsaydılar, Allah'ın azabından kurtulurlar, rahmet-i ilâhiyeye nail olurlardı. Halbuki gösteriş için harcadıkları mallar, günahlarını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Yüce Allah onların iman etmediklerini ve mallarını gösteriş için sarfettiklerini bilir. Onların yaptıklarına karşılık lâyık oldukları cezayı verir. Hiçbir şeyi karşılıksız bırakmaz.

40

«Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez. Zerre kadar iyilik yapılsa onun sevabını kat kat artırır ve yapana kendi katından büyük bir mükâfat verir.»

Şüphesiz ki Allahü teâlâ kullarının amellerini zerre kadar eksiltmez ve hiç kimseye haksızlık yapmaz. Zerre kadar iyilik yapanların mükâfatını kat kat artırır. Yapmış oldukları iyilik sebebiyle cennetini onlara vacip kılar ve kendi katından onlara büyük bir mükâfat verir. İyilik yapanlar mükâfatını, kötülük yapanlar da cezalarını mutlaka göreceklerdir.

41

“Her ümmete peygamberlerini şahit kıldığımız ve onlara da seni şahit getirdiğimiz zaman bakalım halleri ne olacak.”

İman etmeyenlerin, Yahudilerin ve münafıkların halleri, peygamberleri onların aleyhlerine şahitlik ettikleri zaman ne olacak? Allahü teâlâ her ümmete peygamberlerini şahit kılmış ve onlara da Hazret-i Muhammed'i şahit getirmiştir. Yüce Allah her kavme bir peygamber göndererek emir ve yasaklarını bildirmiştir. Onlara emir ve yasakları peygamberler vasıtasıyla tebliğ etmiştir. Allah hiçbir kavmi peygamber göndermeden, emir ve yasaklarını bildirmeden cezalandırmamıştır. Ancak peygamber gönderip, hakkı ve batılı bildirdikten sonra, yine taşkınlık yapmışlarsa, o zaman o kavmi helak etmiştir. Böylece onlar hakkı inkâr etmelerinin ve peygamberlerini yalanlamalarının cezasını görmüşlerdir. Allahü teâlâ kıyamet günü onlara peygamberlerini şahit tuttuğu gibi, Hazret-i Muhammed'i ve ümmetini de şahit getirecektir. Yüce Allah, hakkı inkâr edip, peygamberleri yalanlayan o ümmetlere kıyamet günü şöyle hitap edecektir: «Size peygamberler gönderdim, onlar size gelip benim emir ve yasaklarımı bildirmediler mi?» Onlar bunu inkâr ederek diyecekler ki: «Hayır, bize peygamber gelip bir şey söylemedi.» Peygamberleri ise şöyle diyecek: «Onlar yalan söylüyorlar, biz onlara her şeyi haber verdik. Onlara her şeyi haber verdiğimize dair şahitlerimiz de vardır.» Allahü teâlâ, peygamberlere şahitlerinin kim olduğunu sorar, peygamberler de şahitlerinin ümmet-i Muhammed olduğunu söyleyeceklerdir. Bunun üzerine ümmet-i Muhammed şahid olarak getirilir ve peygamberlerin onlara Allah'ın emirlerini tebliğ ettiklerine şahitlik yaparlar ve peygamberleri tasdik ederler.

Yüce Allah, Hazret-i Peygamber'e Kur'an-ı Kerîm'inde onların durumlarını haber vermiş ve şöyle buyurmuştur: -Nice ümmetler peygamberleriyle mücadele ettiler de, azgınlıklarının sonunda helak oldular.. Hazret-i Peygamberin ümmeti de onların durumlarını Kur'an-ı Kerim'den öğrenirler. Kıyamet günü Hazret-i Peygamberin ümmeti onların aleyhlerine şahitlik yapınca, onlar, bu şahitliği kabul etmeyecekler ve şöyle diyeceklerdir: «Biz onların şahitliğini kabul etmiyoruz, zira onların içinde zina eden ve hırsızlık yapanlar var.» O zaman Resûlüllah gelip ümmetini tezkiye edecek ve onların şahitliğini doğrulayacaktır. Bunu duyan müşrikler, yaptıklarını inkâr ederek, yemin edecekler ve 'Ya Rabbi biz, sana şirk koşmadık» diyeceklerdir.

42

«İşte o gün öyle temenni edecek o küfredip peygambere âsî olanlar: Keşke, diyecekler, yerle bir olsaydık da. Allah'tan o bir sözü ketmetmeseydik.»

Bu defa Allahü teâlâ, onların ağızlarına mühür vurup, Dilerini, ayaklarını konuşturur. Elleri, ayakları dünyada yaptıklarını bir bir haber verirler ve kendi aleyhlerine şahitlik ederler. Dünyada Allah'ı inkâr edip, peygamberlerini yalanlayanlar, cehennem azabını gördükleri zaman «Keşke biz şu anda toprak olsaydık da bu azabı görmeseydik» diyecekler. Fakat onların bu pişmanlığı hiç fayda vermeyecektir. Çünkü dünyada yapmış oldukları meydana çıkacak, Allah'ın bilgisinden hiçbir şey gizli kalmayacaktır, iyiler iyiliklerinin mükâfatını görmek için cennete girecek, kötüler de kötülüklerinin cezasını çekmek üzere cehenneme atılacaklardır. Zira herkes bu dünyada yaptığının karşılığını orada görecektir.

43

«Ey iman edenler, sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de cünüpken -yolcu olmanız müstesna- gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz, yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelmişse veya kadınlara yaklaşmışsanız ve bu durumlarda su bulamamışsanız pak bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır.»

Bu Âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: İslâm'ın ilk zamanlarında içki henüz yasaklanmamıştı. Abdurrahman İbni Avf (radıyallahü anh) bir ziyafet hazırlar. Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman. Hazret-i Ali ve Hazret-i Said'i davet eder. Henüz yasak emri olmadığı için davetlilere içki de ikram edilir. Yenilir - içilir, davetlilerden bazısı sarhoş olur, bu sırada akşam namazının vakti gelir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) akşam namazını kıldırmak için onlara imam olur. Namazda «KÂFİRÛN» sûresini, manâ bozulacak şekilde yanlış okur. O zaman bu âyet nazil olur ve şöyle buyurulur: «Ey iman edenler, sarhoşken, ne söylediğinizi bitinceye kadar, bir de cünüpken - yolcu olmanız müstesna - gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın.» Müslüman namazını, her şeyden arınmış olarak aklı başında, bedeni ve elbisesi maddi ve manevi pisliklerden temizlenmiş bir şekilde kılacaktır. Bunun için Yüce Mevlâ: «Ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın» buyurmuştur. Çünkü ibadetlerin en ulvîsi namazdır. Böyle bir ibadet elbette şuursuzca yapılmaz. Bir de cünüp olanların, yıkanmadan namaza yaklaşmamaları emrediliyor. Allah'ın huzuruna yönelen bir insanın maddeten temiz olduğu gibi, manen de temiz olması gerekir. Zira Allah'ın huzuruna pis olarak yönelinmez. Cünüp olanların namaz kılabilmeleri için yıkanmaları şarttır. Bu âyet-i kerîme ile su bulamayanların veya suyu buldukları halde yolculuktan dolayı, yahut herhangi bir hastalıktan ötürü yıkanamayanların teyemmüm yapmaları emredilmektedir. Bu durumdaki mü’minler su bulamadıkları veya mevcut suyu herhangi bir sebepten dolayı kullanamadıkları zaman teyemmüm yapmak suretiyle namazlarını kılarlar. Bu, İslâm'ın mensuplarına tanımış olduğu bir kolaylıktır. Çünkü İslâm'da zor' luk yoktur.

Hastaların teyemmüm etmesiyle ilgili hüküm ilk önce Abdurrahman hakkında nazil olmuştu. Bu zatın geçirdiği bir hastalıktan dolayı gövdesi yara içinde kalmış, yıkanacak durumda olmadığı için, kendisine cünüplük halinde teyemmüm ruhsatı verilmişti. Daha sonra ise bu ruhsat bütün mü’minlere şamil olmuştur.

İbn Abbas, Hazret-i Cabir ve diğer sahabelerden şöyle rivayet edilmiştir: «Sahabeden bir zat çiçek hastalığına yakalanır, bundan dolayı vücudu yara içinde kalır. Hastalığı devam ederken cünüp olur ve yakınları kendisini yıkarlar. Bu yıkanmadan mütevellit o zat ölür. Durum Peygamberimize haber verilir, Peygamberimiz: «Allah onu yıkayanları öldürsün, onlar o zatı öldürmüşlerdir. Neden ona teyemmüm yaptırmadılar' buyurur.» İbn Abbas, -Bu hüküm cüzzamlılarla, başında yara olanlar hakkında nazil olmuştur» demiştir.

Allahü teâlâ, ayak yolundan gelenlere ve hanımlanyla temas edenlere su bulamadıkları takdirde teyemmüm etmelerini emretmiştir. Bazı tefsirciler, âyette geçen «temas' kelimesini şöyle açıklamışlardır: «Abdestli bir insanın hanımına eliyle dokunması halinde abdesti bozulur, dolayısıyla tekrar abdest alması gerekir.» Yani onlar teması elleme olarak açıklamışlar, kadına dokunan bir insanın abdesti bozulur demişlerdir. Nitekim İmam-ı Şafiî'nin görüsü budur. Şafiî mezhebine göre abdestli olan bir insan herhangi bir kadına dokunduğu takdirde abdesti bozulur. Hanefî imamlarına göre ise kadına dokunmakla abdest bozulmaz. Çünkü onlar «teması» kinaye olarak cima anlamında kullanmışlardır. İbn Abbas’ın görüsü de budur.

Cünüp olduğunuz veya abdest almak istediğiniz zaman su bulamazsanız temiz bir toprakla teyemmüm yapınız. Teyemmüm, su bulunmadığı vakit bulunduğu halde kullanılmasına imkân olmadığı zaman temiz olan toprak cinsinden bir şey ile abdestsizliği gidermek maksadıyla yapılan bir ameliyedir. Teyemmüm, ya abdestsizliği gidermek, ya namaz kılmak veya abdestsiz sahih olmayan bir ibadeti yapmak niyetiyle yapılır. Teyemmümü meşru küan özür, suyun bulunmaması veya suyu kullanacak kudretin olmamasıdır. Teyemmüm temiz olan toprakla yapılacağı gibi, tuğla, kum, taş, kireç, alçı, mermer, yakut, kiremit ve zümrüt gibi şeylerle de yapılır. Hicretin beşinci yılında meşru kılınan teyemmümün farzı ikidir.

Teyemmümün yapılışı: «Teyemmüm yapması gereken biri, önce iki elini bir defa toprağa vurur ve yüzünü iki eliyle mesh eder. Sonra yine iki elini toprağa vurur ve parmak ucundan başlayarak dirseğine kadar önce sağ kolunu, sonra sol kolunu mesh eder. Teyemmümde baş ve ayaklar mesh edilmezler.

Allahü teâlâ, affedicidir, fazlıyla toprağı su yerine caiz görmüştür. Gafurdur, kullarının kusurlarını bağışlar.

44

«Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanlara bakmadın mı? Kendileri sapıklığı satın aldıkları gibi, sizin de yoldan sapmama istiyorlar.»

45

«Allah düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Allah size dost olarak da yeter, yardıma olarak da yeter.»

Ya Muhammed, kendilerine Tevrat'tan bir nasip verilenlere bakmadın mı? Onlar hidayeti bırakıp küfrü tercih ettiler, islam'ı bırakıp dalâlete saptılar, hidayet yolundan ayrıldılar. Allahü teâlâ sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Onlar düşmanlıklarını gizleseler de, açığa vursalar da. Onlar size istedikleri kadar düşmanlık yapsınlar, Allah size dost olarak da yeter, yardımcı olarak da yeter. O iman etmeyenlerin dostluğuna da, yardımına da aldanmayın. Zira onlar dost değillerdir, bilâkis düşmandırlar.

46

«Yahudilerden, peygamber hakkında Tevrat'taki sözleri tahrif edip işittik ve karşı geldik. Duy duymaz olası diyenler ve dillerini eğip bükerek, dini yererek bizi de dinle diyenler vardır. Eğer: İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet demiş olsalardı, onlar için daha iyi ve daha doğru olurdu. İşte Allah inkârları yüzünden onlara lanet etmiştir. Onların ancak pek azı iman eder.»

Yahudiler, müşrikler ve münafıklar hakkı bırakıp batılı seçtiler, imanı bırakıp küfre daldılar. Tevrat'ta yazılı olan Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını ve özelliklerini değiştirdiler. Onun Tevrat'taki özelliklerini inkâr ettiler, halktan gizlediler. O'nun son peygamber olduğu Tevrat'ta bildirilmesine rağmen, onu gizlediler ve yalanladılar.

Peygamberimiz, Yahudi ve münafıklara bir şey söylediği zaman, onlar -İşittik ve karşı geldik. Duy duymaz olası' derlerdi. Onların bu hareketleri elbette Peygamberimizden gizli kalmazdı. Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber, onların her halini bilirdi. Yahudiler ve münafıklar, Peygamberimize bir şey söylemek istedikleri zaman ağızlarını ve dillerini eğip bükerek, dini yererek «Ey Kasım'ın babası, bizi de dinle» derlerdi. Şayet onlar Resûlüllah'a karşı edeplice, «Senin Allah tarafından getirdiklerini işittik, itaat ettik, dinle ve bizi de gözet» demiş olsalardı kendileri için çok daha hayırlı olurdu. Böyle söylemekle Allah'ın birliğini ve Hazret-i Peygamberin peygamberliğini tasdik etmiş olacaklardı. Fakat onlar, hakkı inkâr etmek suretiyle Hazret-i Peygamber'i tekzip etmişlerdir. Peygamberin Tevrat'taki özelliklerini ve sıfatlarını değiştirmişler ve iman etmekten kaçınmışlardır. İnanmadıkları içindir ki, Allahü teâlâ onları zelil ederek rahmetinden kovmuştur. Allah, küfürlerine karşılık mutlaka lâyık oldukları cezayı verecektir. Onlar Allah'a iman ötmedikleri gibi, Kur'an'ı da kabul etmezler. Hatta kendi kitaplarının bile bir kısmını inkâr ederler. Hazret-i Peygamber'le ilgili olan kısımlarını ise kabul etmezler. Yüce Allah da inkarları yüzünden onları lânetlemiştir.

47

«Ey kendilerine kitap verilenler, biz bir takım yüzleri silip de enselerine çevirmezden veya onlarit ashab-ı Sebt’i lanetlediğimiz gibi, lânetlemezden evvel, gelin o elinizdeki kitabı doğrulayarak bu Kur'ana iman edin. Yoksa Allah'ın emri daima yapılagelmiştir.»

Buradaki hitap Yahûdileredir. Ey kendilerine Tevrat verilenler, siz Hazret-i Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman edin. Çünkü o da Tevrat gibi Allah tarafından gönderilmiştir. Bir takım yüzlerin, gözlerin, burunların, dudakların, kulakların silinip de yüzleri enselerine çevrilmezden veya cumartesini inkâr edenleri Allahü teâlâ'nın lanetlediği gibi, lânetlenmezden evvel gelin o elinizdeki Tevrat'ı doğrulayarak bu Kur'an'ı tasdik edin. Eğer tasdik etmezseniz Allah'ın emri yerine gelecektir. Yüce Allah cumartesinin kudsiyetini inkâr edenlerin yüzlerini maymuna benzetmişti. Cumartesi, İsrailoğulları için kutsal bir gündü, o gün iş yapmak yasaktı. Bazıları o günün kudsiyetini inkâr ettikleri için yüzleri maymuna dönmüştü. Yüce Allah, iman etmeyenleri şekilden şekle sokar. Başkalarına ibret olsun diye iman etmeyenleri Allah böyle cezalandırmıştır. İman etmeyenler, hem bu dünyada, hem de âhirette hüsrana uğrayacaklardır.

Âyetin ifade ettiği anlam şudur-. Ey ehli küfür, yüzünüz ve gönlünüz başka bir şekle dönmeden önce şirki bırakın, imana dönün. Fesadı bırakın, Hakk'a yönelin. Eğer böyle yaparsanız felaha erersiniz...

48

«Allah kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan gayrisini dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz pek büyük bir günahla iftira etmiş olur.»

Bu âyet-i celile Hazret-i Hamza'yı öldüren Vahşi hakkında nazil olmuştur. Vahşî'nin efendisi, Hazret-i Hamza'yı öldürmesi şartıyla kendisini âzâd edeceğine söz vermişti. Bunun üzerine Vahşi Uhud Muharebesi'nde Hazret-i Hamza'yı şehid eder. (Bununla ilgili açıklama Al-i imran sûresinde geçti.) Fakat efendisi sözünden döner, Vahşî'yi âzâd etmez. Vahşî arkadaşlarıyla birlikte Mekke'ye döner ve Hazret-i Hamza'yı öldürdüğüne pişman olur. Bunun ızdırabıyle yanan Vahşî, islâm'ın nuruyla nurlanmak ve Resûlüllah'ın affına mazhar olmak ister. Fakat Nûr" sûresinin 68. âyetini düşünür. Yüce Allah bu âyette şöyle buyuruyor: «Onlar ki Allah'ın yanında başka bir tanrıya tapıp yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar. Zina etmezler,- Oysa Vahşi bunların üçünü de yapmıştı. Dolayısiyla günahlarının bağışlanmayacağından korkuyordu, Bunun için Peygamberimize İslâm'a giremeyeceğini bildirmişti. Peygamberimiz, Vahşî'nin endişesini anlamış ve ona Meryem sûresinin 60. âyetini yazıp göndermişti. Orada şöyle buyuruluyordu: «Ancak tevbe edip, iman ederek salih amel işleyenler müstesnadır. Onlar hiç bir haksızlığa uğratılmadan cennete girerler.» Vahşî arkadaşlarıyla birlikte bu âyeti okuyunca -Bunda da amel-i salih işleme şartı vardır. Biz belki amel-i salih isteyemeyiz» diyerek, durumunu Peygamberimize bildirir. Bunun üzerine yukarda geçen âyet nazil olur ve şöyle buyurulur: «Allah, kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan gayrisini dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse şüphesiz pek büyük bir günahla iftira etmiş olur.» Peygamberimiz bu âyeti de yazar, Vahşi'ye gönderir. Vahşî bunu da okur ve Peygamberimize ızdırabını şöyle bildirir: «Biz, Allahü teâlâ'nın dilediği kullardan mıyız, yoksa dilemediği kullardan mıyız onu bilemeyiz.» Vahşî'nin bütün ızdırabı Hazret-i Hamza'yı öldürmesinden kaynaklanmaktadır. O, «İslâm'a girersem acaba Allahü teâlâ beni affeder mi- diye düşünür. Bu kez Allahü teâlâ Zümer sûresinin 53. âyetini inzal ederek şöyle buyurur: «Ey kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları yarlığar. Şüphesiz ki O, çok yarlığayıcıdır, çok merhamet edicidir.» Peygamberimiz bu âyeti de yazıp Vahşi'ye gönderir. Âyeti okuyan Vahşi, İslâm'ın hoşgörüsü karşısında dona kalır. İman edenlerin bütün günahlarını Yüce Allah'ın affedeceğini öğrenen Vahşî ve arkadaşları hemen İslâm'ı kabul ederler, yaptıklarına pişman olurlar ve tevbe-i istiğfarda bulunarak İslâm ordusuna katılırlar. Böylece küfür bataklığından kurtulurlar, hidayet deryasına dalarlar.

İbn Ömer (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bu âyet gelene kadar biz, büyük günah işleyenlerden biri ölünce, onun için cehennemlik derdik. Bu âyet geldikten sonra o şekilde söylemekten vazgeçtik. Çünkü bu âyet büyük günah işleyenler ebedi cehennemdedir diyenlerin sözlerini reddetmektedir.» Zira Yüce Allah Hûd sûresinin 114. âyetinde İyilikler kötülükleri giderir» buyurmuştur. Bu âyet, şirkten başka bütün günahları Allahü teâlâ'nın bağışlayacağını göstermektedir.

Yukarda geçen âyetlerde de işaret edildiği gibi, Yüce Allah ancak şirki bağışlamaz. Şirkten başka bütün günahları bağışlar. Mü’min ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Onun görevi Allah'ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak ve Mevlâ'sından affını istemektir. Ancak mü’min, "Allah beni nasıl olsa affedecek" diye sırt üstü yatamaz.

49

«Bakmaz mısın şu kendilerini temize çıkaranlara? Halbuki dilediğini temize çıkaran Allah'tır. Ve kıl payı zulme uğratılmazlar.»

50

«Bir de bak Allah'a nasıl yalan uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu yeter,»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Yahudilerin reisleri «Bizim işlemiş olduğumuz günahların çocuklarımıza bir zararı yoktur. Onlar, oldukları gibidir. Yani günahsızdırlar» demişlerdi. Yüce Allah, onların bu sözlerini reddederek şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, bakmaz mısın şu kendilerini temize çıkaranlara? Onlar dilediklerini temize çıkaramazlar. Dilediğini temize çıkaran ancak Allah'tır.» O, dilediğini ıslâh eder, onu İslâm'la şereflendirir ve günahlarından temizler. Hiç kimse Allah indinde kıl payı kadar zulme uğratılmaz. Hal böyle iken, Yahudiler ve müşrikler nasıl oluyor da Allah'a yalan isnat ediyorlar? Bu yalan ve iftiraları apaçık bir günah olarak onlara yeter.

51

«Kendilerine kitap verilmiş olanların puta ve Tâğuta inanıp, diğer küfredenler için de «Bunlar mü’minlerden daha doğru yoldadırlar» dediklerini görmedin mi?»

52

«İşte onlardır Allah'ın lanetlediği. Allah'ın lanetlediği kişiye sen yardımcı bulamıyacaksın.»

Ya Muhammed, kendilerine Tevrat'tan ilim verilmiş olanların puta ve Tâğuta taptığını görmedin mi? Âyette geçen »Cibt ile Tâğut» Yahudilerin reislerinden olan Hay İbni Ahtab ite Kâ'b İbni Eşreftir. Yahudileri yoldan çıkaran da bunlardır ve Yahudilerin hepsi bunlara tâbi olmuşlardır. Bunlar müşrikler için de şöyle demişlerdir: «Sizin yolunuz Muhammed'e iman edenlerin yolundan daha doğrudur.» Yahudiler Uhud Muharebesi'nden sonra Mekke'ye gelerek Peygamberimizle aralarındaki andlaşmayı bozmuşlar ve müşriklerle andlaşarak, onlara tâbi olmuşlar ve «Sizin yolunuz Muhammed'e iman edenlerin yolundan daha doğrudur» demişlerdi. Yahudiler müşriklere yaranmak için böyle söylemişlerdi. Aslında Yahudiler, müşriklerin yanlış yolda olduğunu çok iyi biliyorlardı. Ne var ki menfaat duygusu onların gerçeği söylemesine engel oluyordu.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: «Kâ'b İbni Eşref ve Hay İbni Ahtab, Mekke'ye giderek Kureyş kabilesiyle görüşmüşler, Kureyşliler de kendilerine iltifat ederek şöyle demişlerdi: «Siz ehli kitapsınız ve ehli ilimsiniz, bir çok meseleyi bizden daha iyi bilirsiniz. Bizim dinimiz mi, yoksa Muhammed'in dini mi daha üstündür bize söyleyin. Halbuki bizim dinimiz eskidir ve dedelerimizden kalmadır. Muhammed'in dini ise yenidir. Biz aynı zamanda sıla-i rahim ederiz, hacılara su veririz, onlara hizmet ederiz ve esirleri kurtarırız. Halbuki Muhammed yalnız birisidir, oğlu ve kardeşi yoktur. Bizimle olan akrabalık bağını da kesti. Nerede hırsız ve uğursuz varsa hepsi onun yanındadır. Kimsesizler ona inanmıştır. Bizim, dinimiz mi daha doğrudur, yoksa onun dini mi daha doğrudur? Bize gerçeği söyleyin.» Bunun üzerine onlar, müşriklerin dininin daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Allahü teâlâ da yukardaki âyeti inzal ederek onların yalanlarını Peygamberine haber vermiştir. Yüce Allah onları zelil edip rahmetinden kovmuştur, işte onlar, Allah'ın lanetine uğrayanlardır. Allah kime lanet ettiyse, o asla bir yardımcı bulamayacaktır. Onlar rezil ve rüsvay olacaklardır.

53

«Yoksa onların hükümranlıktan bir payı mı vardır? Bu takdirde onlar insanlara bir çekirdek parçası bile vermezler.»

54

«Yoksa Allah'ın bol nimetinden verdiği insanları mı çekemiyorlar? Oysa İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet verdik. Ve onlara büyük bir nimet bahşettik.»

Bu hitap Yahûdileredir. Yüce Allah onların durumunu şöyle beyan ediyor: «Yoksa onların bizim mülkümüzde bir ortaklığı mı vardır? Eğer onlar bizim mülkümüze ortak olsalardı, cimriliklerinden insanlara bir çekirdek parçası bile vermezlerdi.» Yahudiler bu mülkün asıl sahibi gibi hükmediyorlar ve Yüce Allah'ın kendilerine nimet verip, ihsan ettiği kullarını çekemiyorlar. Onlara hased ediyorlar. Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed'e nübüvvet vermiş, dokuz veya on iki kadınla evlenmeyi ona helâl kılmış, sahabesine de hidayet nasip etmiştir. Onlar bunu çekememişler, dedikodu etmeye başlamışlardı. Hatta daha da ileri giderek Mekkeli müşriklerle bir olmuşlar «Muhammed eğer hak peygamber olsaydı, bu kadar kadınla evlenmezdi» demişlerdi. Onlar hasedlerinden ve kinlerinden ne söyleyeceklerini bitmiyorlardı. Halbuki Allahü teâlâ, bu nimetleri sadece Hazret-i Peygamber'e vermemiş, ondan önceki peygamberlere de sayısız nimetler vermiştir. Yüce Allah bunu şöyle ifade ediyor: «Oysa İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet verdik. Ve onlara büyük bir nimet bahşettik.» Görülüyor ki, bütün peygamberlere Allah tarafından sayısız nimetler verilmiştir. Yûsuf (aleyhisselâm) Mısır'a sultan olmuştu. Süleyman (aleyhisselâm) yeryüzüne malikti ve bütün mahlûkatın lisanını biliyordu. Sadece nikâhlı ailesinin sayısı üçyüz idi. İmâm-ı Kelbi, Hazret-i Süleyman'ın yedi yüz nikâhlı hanımının, üç yüz de cariyesinin olduğunu söylemiştir. Babası Dâvud (aleyhisselâm)'un yüz hanımı vardı. Bu zatların, bu kadar hanımları oluşu kendilerini asla peygamberlikten alıkoymamıştır. Onlar zamanlarında vazifelerini bihakkın yapmışlardır. Nasıl olur da dokuz veya on iki hanım Hazret-i Muhammed'i peygamberlikten alıkoyacaktır? Sonra Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) öyle bir peygamber ki, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Elbette peygamberlerin fazla evlenmesinin bir çok hikmetleri vardır. Biz bu hikmetleri bilemeyiz, hem bu bizim görevimiz de değildir. Şöyle rivayet edilmiştir: Allah'ın Resullerinin her birinde kırk peygamber kuvveti vardır. Bu bakımdan çok kadınla evlenmişlerdir. Diğer bir fayda da şudur; Çok evlenmeleri kabilelerinin çoğalması içindir. Her kadının biri ana tarafından, diğeri de baba tarafından olmak üzere iki kabilesi vardır. Dolayısıyla evlenmiş olduğu erkeğin de iki taraf akrabası oluyor. Böylece hanımların" çokluğu ile akraba da çoğalmış oluyor. Herhangi bir tehlike karşısında akrabalar damatlarının yardımına koşarlar, onu yardımsız bırakmazlar. Çok evlilik insanı takvaya götürür. Bu bakımdan takva sahipleri çok evlenmişlerdir. Zira insan nefis sahibidir. İnsanın nefsi isteklerini yenebilmesi ve arzularını yerine getirebilmesi için helâllısının olması şarttır, insanı haramdan koruyan hanımıdır. Aksi takdirde insan gayri meşru yola düşer, gözü dışarda olur, ahlâkı bozulur, imanı zayıflar, ibadetten uzaklaşır, felâkete düşer ve neticede Allah'ın azabına müstehak olur. Evlilik insanı bütün bu tehlikeli durumlardan kurtarır, takvaya, yöneltir. Sonra zina sadece fuhuş yoluyla da yapılmaz. Bunun göz zinası, el zinası gibi çeşitleri vardır. Bir insan şehvet nazariyle kadına bakarsa göz zinası yapmış olur. Yine şehvetle bir kadını tutarsa el zinası yapmış olur. Çünkü bu gibi hareketler şehveti kabartır, kalbi karartır, takvaya mani olur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) :

«Gözün şehvetle bakması göz zinâsı, elin şehvetle tutması da el zinâsıdır» buyurmuştur. Bunlar zina olduğuna göre takvaya mânidir. Takva sahibinin bunlardan şiddetle kaçınması gerekir. Bu bakımdan onların çok evlenmeleri takvalarını korumak içindir. Evli insan, kendini haramdan koruduğu gibi, gözünü ve elini de haramdan korur. Her devirde olduğu gibi, günümüzde de bekârların daha çok gayri meşru yola düştükleri bilinen bir hakikattir. Şehvet insanın kalbini karartır, gönüldeki Allah sevgisini azaltır, insanı meşgul eder ve hırçınlaştırır. Nitekim Ebû Bekir bu konuda şöyle demiştir: «Bütün şehvetler kalbi karartır ve katılaştırır. Ancak kişinin hammıyla görüşmesi kalbini yumuşatır ve parlatır. Bu bakımdan peygamberler çok evlenmişlerdir. Onlar sadece şehvetlerini teskin için değil, kalblerinin yumuşaması ve cilâlanması için evlenmişlerdir.» Evlilikte fazilet vardır. Evlilik şehveti teskin eder, kalbi yumuşatır ve parlatır.

55

«Onlardan bir kısmı ona inandı. Bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Çılgın bir ateş olarak cehennem yeter.»

Yahudilerden bir kısmı Hazret-i İbrahim'e ve ona indirilen kitaba inanmışlar, bir kısmı ise reddetmişlerdir. Bu Imam-ı Kelbi'nin kavlidir. İmam-ı Dahhâk’ın kavli ise şudur: Peygamber Kureyş kabilesinden olduğu, halifeler de aynı kabileden geldiği ve kendilerine mülk-ü azîm verildiği için Yahudiler hased etmişlerdir. Çünkü onlar peygamberi kendi soylarından bekliyorlardı. Peygamber kendi soylarından olmayınca kinlerinden ve hasedlerinden dolayı Hazret-i Peygamber'in peygamberliğini inkâr etmişlerdir. Fakat içlerinden bir kısmı Hazret-i Peygâmber'i ve ona inen kitabı kabul etmişlerdir. İnkarcılar için çok elim bir azap vardır. Bunlar inkarlarının cezasını mutlaka göreceklerdir.

56

«Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr eden kâfirleri yarın ateşe atacağız. Derileri piştikçe azabı duysunlar diye, derilerini değiştirip yenileyeceğiz. Şüphesiz ki Allah mutlak galipdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

Bu âyette inkâr edenlerin ne elim bir azaba uğrayacakları bildirilmektedir. Hazret-i Muhammed'i ve Kur'an'ı inkâr ederek kâfir olanlar, kıyamet günü kendileri için hazırlanmış bir ateşe atılacaklardır. Onların derileri yandıkça azabı duysunlar diye. Yüce Allah derilerini değiştirip yenileyecektir. Derilerinin her değiştirilmesinde azapları da artırılacaktır. Azapları ebediyete kadar bu şekilde devam edecektir. Çünkü kâfirler için bir daha cehennemden çıkmak yoktur. İmam-ı Mukatil, «Onların derileri günde yedi defa değişir» demiştir. İmamri Hasan ise «Onların derilerinin günde yetmiş bin defa değişeceği bize bildirildi' demiştir. Zındıklar ve ehl-i küfür, bunu yalanlayarak demişlerdir ki: «Birinci deri günahkâr olduğu için yandı. Fakat tekrar yenilenen derilerin ne suçu var ki, onlar da yanıyorlar?». Yenilenen deri hiç şüphesiz ki, eski deridir. Allahü teâlâ kudretiyle deriyi yeniler. Nitekim her canlı, toprak olduktan sonra Yüce Allah tarafından diriltilecektir. Toprak olduktan sonra tekrar diriltilen insanlar, eski insanlardır, bir başkası değildir. Tıpkı bunun gibi, ilk deri yansa bile, onun yerine gelen deri yine eski derinin devamıdır. Bu bakımdan eskisi yandıkça yenisi yerine gelecek ve böylece azaplan devam edecektir, Allahü teâlâ'nın vaadi böyledir. Kâfirlerin çekecekleri azap inkârlarının ve küfürlerinin karşılığıdır. Yüce Allah bütün mülkün sahibi ve mâlikidir, inanmayanlardan intikamım alın Hakimdir, emrinde kâfirlere cehennemle hükmeder.

57

«îman edip, salih amel işleyenleri içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz zevceler vardır. Onları en koyu gölgeliklere yerleştireceğiz.»

Bu âyet-i celilede iman edenlerin nasıl mükâfatlandırılacağı bildirilmektedir. Allah'a, Allah'ın Resulüne ve Kur'an-ı Kerim'e iman edip, amel-i salih yapanlara, yani Allah'ın emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçanlara akıllarının alamayacağı nimetler verilecektir. Yüce Mevlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor: -îman edip, salih amel işleyenleri içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz zevceler vardır.» Onlara verilen köşklerin altından, cennet nimetlerinden bal ve süt ırmakları akar. Orada kendilerine tertemiz zevceler verilecektir ve ebedi olarak orada kalacaklardır. Bütün bu nimetler dünyada yapmış oldukları amellerinin karşılığıdır. Allahü teâlâ iman edenleri işte böyle mükâfatlandırır.

58

«Hiç şüphesiz Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar ırasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerdekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, hükümlerinizi hakkıyla işitici, yaptıklarınızı hakkıyla görücüdür.»

Bu âyeti celilede emanetlerin ehline verilmesi ve insanlar arasında adaletle hükmedilmesi emredilmektedir.

Âyeti celîlenin nüzul sebebi ise şudur: Kâ'be'nin anahtarı Benî Şeybe Kabilesi'nde idi. Onlardan da Beni Haşim Kabilesi'ne geçmişti. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi fethedince Osman ibn Talha'dan Kâ'be'nin anahtarını istemiş. Osman da Peygamberimizin anahtarı kendisinden alıp, amcası Abbas'a vereceğinden endişelenmişti. Osman anahtarı getirip Peygamberimize verirken «Al, bu Allah'ın emanetidir- demişti. Peygamberimiz anahtarı alır, Kâ'be'yi açar ve içine girer. Ve şu manzarayla karşılaşır: Hazret-i İbrahim elinde kumar oku olduğu halde duvara resmedilmiş, oğlu İsmail (aleyhisselâm)'in ise elinde kurban edilmek üzere Allah tarafından gönderilen koç olduğu halde resminin duvara asılı olduğunu görmüştür. Bu durum karşısında Peygamberimiz kâfirlere beddua etmiş. «Yüce Allah kâfirleri helak etsin. İbrahim'in elindeki bu kumar oku nedir?» demiş ve onları indirtmiş, derhal parçalatmıştır.

Hazret-i Peygamber Beytullah içerisinde yapılması gerekeni yaptıktan sonra dışarı çıkar. Amcası Abbas anahtarın kendisine verilmesini ister ve bunun üzerine bu âyet nazil olur.

Bazı tefsirciler, bu âyetin şu meseleden dolayı Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Muhammed, peygamber olarak gönderildiğinde peygamberliğini insanlara söylemeleri; insanların da O'nun nübüvvetini kabul etmeleri maksadıyla Peygamberimizin sıfatları Yahudilerin nezdine emanet olarak verilmişti. Halbuki Yahudiler bu sıfatları insanlardan gizlediler ve böylece emanete ihanet ettiler. Bundan dolayı Allahü teâlâ da bu âyeti inzal etmiştir. Ancak bu görüş zayıftır. Ayetle kastedilen husus önceki hâdise olduğu içindir ki, Peygamberimiz Kâ'be'nin anahtarını tekrar Osman'a emanet etti. Bu âyet, bu konuyla ilgili görünüyorsa da, hükmü umumîdir. Emanetin hâinlere değil, ehline verilmesi hususunda ilâhi bir emirdir. Mü’minler, Allah'ın emir ve yasaklarına sarılmalı, onlara ihanet etmemelidirler. Zira onlar Allah'ın mü’minlere emânetidir. Mü’minler, Allah'ın emirlerini hakkıyla yerine getirip, yasaklarından son derece kaçınmalıdırlar. Ancak o zaman emaneti muhafaza etmiş olurlar. Allah'ın her emri; namaz, oruç, zekât, hac, kelime-i sehadet ve diğerleri birer emanettir. Bunlar yerine getirilmekle muhafaza edilmiş olurlar. İnsanların bütün azaları da kendilerine birer emanettir. Her âza niçin yaratıldıysa, onun için kullanılmalıdır. Aksi takdirde emanete ihanet edilmiş olur. Dil, Allah'ı zikir için yaratılmıştır. Göz, Allah'ın nimetlerine bakmak için yaratılmıştır, o yolda kullanılmalıdır. Diğer organları da bunlara kıyas et. Mal - mülk, aile, çoluk-çocuk da birer emanettir. Bunları iyi muhafaza etmek gerekir. Emanete ihanet eden münafıktır. Münafık almak istemiyorsan verilen emanetleri iyi muhafaza et. Emanetleri muhafaza ettiğiniz gibi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz, hiç kimseye zulmetmeyiniz, adaletten asla ayrılmayınız. Davacıdan şahit getirmesini isteyin. Şayet şahit getiremezse, doğru söyleyeceğine yemin ettiriniz. İlâhi nizamın güzelliğine bakınız ki, Yüce Allah hiç kimsenin zarara uğramasını istemiyor. Hüküm makamında olanların adaletle hükmetmelerini, hiç kimseye zulmetmemelerini ve adaletten asla ayrılmamalarını emrediyor. Bir memlekette adalet olmazsa o memleket yıkılmaya mahkûmdur. Nitekim bu yüzden bir çok milletler tarihe karışmıştır. Müslüman asla Müslüman kardeşine haksızlık yapmaz. Çünkü Allah onları kardeş ilân etmiştir. Kardeş kardeşe haksızlık yapamaz. Şüphesiz ki Allahü teâlâ bununla size ne güzel öğüt veriyor. Bu öğütten ancak îmanı olanlar nasibini alır. Dünyada nizamın nasıl sağlanacağı bu âyetle en açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu öğütlere uymayan toplumların da yok olacağı muhakkaktır.

Şüphesiz ki Allahü teâlâ, hükümlerinizi hakkıyla işitici, yaptıklarınızı hakkıyla görücüdür. Kıyamet günü ona göre mükâfat ve mücâzâtmızı verecektir. Kimsenin hakkını zayi' etmeyecektir.

59

«Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan idarecilere de itaat edin.»

Ey iman edenler, kelime-i tevhid getirmek suretiyle Allah'a itaat edin, O'nu gönülden tasdik edin. Size farz kıldığı şeyleri noksansız yerine getirin ve yasaklarından kaçının. O'na asla âsî olmayın. Peygambere de itaat edin, onun ismi anıldığı zaman salât ü selâm getirin. Allah tarafından getirdiklerini tasdik edin ve sünnetlerini icra edin. Gösterdiği yoldan ayrılmayın. Ayrıca sizden olan idarecilere de itaat edin, emirlerini yerine getirin. Başmızdaki bir köle olsa bile, Allah'a isyan etmedikçe ona itaat edin. Allah'ın emirlerine muhalefette bulunup, isyan edenlere itaat etmek caiz değildir. Bu durumda olan idarecilere itaat etmek Allah'a isyandır. Zira küfre rıza göstermek küfürdür. Şayet idareciler, emri altındakilere baskı yapmak suretiyle isyanlarına onları da ortak ederlerse, bu durumda Allah indinde kendileri mes'uldür. İdare edilenler onların küfrüne istemeyerek iştirak etmişlerse, mes'ul değillerdir. Fakat kendi arzularıyla iştirak etmişlerse mes'uldürler. Bundan doğacak olan suçun cezası Allah katında idarecilerindir.

İslâm bilginleri ulû’l-emir mevzuunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir Belli başlıcaları ise şunlardır: İmâm-ı Kelbî ile İmam-ı Mukatil, ulû'l-emrin ordu komutanları olduğunu söylemiştir, İmâm-ı Dahhâk ise, din bilginleri ve fakihlerdir demiştir. Bazılarına göre de ulü’l-emir Halifeler ve sancak beyleridir, dolayısıyla onların emirlerine itaat etmek vaciptir. Nitekim Hazret-i Ali (radıyallahü anh) söyle buyurmuştur: «Âmirlerin emri altındakilere adaletle hükmetmesi, kimseye zulmetmemesi, işkence yapmaması, emaneti ehline vermesi insanlara ihanet etmemesi üzerlerine vaciptir. Bu şekilde hareket eden âmirlere, Müslümanların da itaat etmeleri ve onların emirlerini yerine getirmeleri vaciptir.' İslâm bilginlerinin ekserisinin görüşü de bu meyandadır. Allah'ın emirlerine muhalefet ve isyan eden bir âmire itaat edilmez. Ona itaat Allah'a isyandır.

Allahü teâlâ âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Eğer bîr şeyde çekişirseniz - Allah'a ve âhiret gününe inanmıştanız - onun hallini Allah'a ve Peygambere bırakın. Bu, hem hayırlı, hem de netice itibarı ile daha güzeldir.»

Ey iman edenler, siz, herhangi bir meselede, yani helâl, haram konusunda ve şer'i hükümler hususunda anlaşmazlığa düştüğünüz takdirde onun hallini Allah'a ve Resulüne bırakın. Yani Allah'ın kelâmına müracaat edin. Şayet üzerinde ihtilâf ettiğiniz meseleyi onda bulamazsanız, Hazret-i Peygamber'in hadisine müracaat edin. Hanginizin sözü Allah'ın kelâmına ve Resûlüllah'ın hadîsine uygun ise, doğrusu odur. Diğerleri bâtıldır. Nitekim sahte altının, miyar taşına vurulmadıkça sahte olduğu belli olmaz. Şeriatın da miyar taşı Allah'ın kelâmı ve Resûlüllah'ın hadîsidir. Her şeyin, bunlara tatbik edildiği zaman gerçeği ortaya çıkar. Bunlara muarız olan şeyler bâtıldır, hakikatle ilgisi yoktur. Müslümanlar bir mesele üzerinde ihtilâfa düşerlerse müracaat kaynakları bu ikisi olmalıdır. Çünkü miyar taşı bunlardır, öyle ehil sarraflar da vardır ki, saf altın ile saf olmayanları bir bakışta anlar. İslâm bilginleri de sarraflar gibidirler. Allah'ın kelâmına ve Peygamber'in hadîsine muarız olanları bilir ve onları ayıklarlar. Hakkı bâtıldan ayırt ederler, birbirine karıştırmazlar.

Bazı tefsirciler de bu âyete şöyle mânâ vermişlerdir: Herhangi bîr mes'ele hakkında bir müşkülünüz olduğu zaman, tartışmayı bırakın, onun hallini Allah'a havale edin ki, onu Allah ve Resulü bilir.» Nitekim Hazret-i Ömer şöyle buyurmuştur: «Sapık yolda olanların, Hakk'a dönmesi en hayırlısıdır. Yani kendileri için en hayırlı olan budur. Kişinin bilmediği bir şeyi itiraf etmesi ilminin yarısıdır. Bilmediği bir şey hakkında fetva vermesi kişinin ahmaklığından ve cehaletindendir. Böyle birinin fetvasıyla amel edenler cehennemde onun üzerine basıp geçeceklerdir.» Bundan dolayıdır ki, Halil İbni Ahmed-i Basrî Hazret-i leri şöyle demiştir: «İnsanlar dört kısımdır. Birincisi, bir şey bilmez, bir şey bilmediğini de bilmez. Fakat kendisinin bir şey bildiğini zanneder. Bu gibiler ahmaktır, bunlardan uzak durun. İkincisi, bir şey bilmez, fakat kendisinin cahil olduğunu bilir. Yani bilgiçlik taslamaz. Bu gibiler cahildir, siz ona bilmediklerini öğretin. Çünkü o haddini bilenlerdendir. Üçüncüsü, ilim sahibidir, fakat kendi ilmi kariyerini bilmez, kimseye de bir şey öğretmez, Bu gibiler de gafildir, hayatları gaflet içinde geçmektedir. Bunları gafletten uyarın ki, ilimleriyle amel edip iki cihan saadetini kazansınlar. Dördüncüsü, ilim sahibidir, âlim olduğunu bilir ve ilmiyle amel eder. Onlara tâbi olun, müşküllerinizi sorun. Bilmediklerinizi onlardan öğrenin. Aranızdaki mücadeleyi bırakın, ihtilâfa düştüğünüz her mes'eleyi onlardan öğreniniz;. Eğer içinden çıkamadığınız bir mes'ele olursa onun hallini de Allah'a ve Resûlü'ne bırakınız. Şayet Allah'a ve âhiret gününe imanınız varsa böyle hareket ediniz. Böyle yapmanız sizin için en hayırlısıdır, hem de netice itibarı ile en güzelidir.»

60

«Sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğut'un önünde muhakeme edilmelerini isterler. Şeytan onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor.»

Ya Muhammed, sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını iddia edenleri görmedin mi? Seni bırakıp Tâğut'un önünde muhakeme edilmek isterler. Halbuki Tâğut'a küfretmeleri, onu kabul etmemeleri kendilerine emrolunmuştu. Buna rağmen Tağut'u aralarında hakem tayin etmişlerdi.

Münafıklardan Bişir adında biri ile bir Yahudi arasında husûmet vuku bulmuştu. Aralarındaki bu husûmetin giderilmesi için bir hakem tayin etmek istemişlerdi. Hakemin aralarındaki düşmanlığı gidermesini, haklının hakkını vermesini kararlaştırmışlardı. Yahudi Hazret-i Peygamber'in hakem olmasını istemiş, fakat münafık Bişir Hazret-i Peygamber'in hakemliğini kabul etmemiş, Yahudilerin reisi olan Kâ'b ibn Eşrefin hakemliğini kabul edeceğini söylemişti. Çünkü Bişir davasında haksızdı. Dolayısıyla Resûlüllah'ın huzurunda ve İslâm şeriatına göre aralarında hüknıedilmesine razı olmuyordu. Eğer Resûlüllah'ı hakem tayin etsey diler Bişir'in haksız çıkacağı bir gerçekti. Bunun için de Resûlüllah'ın hakemliğini istemiyordu. Halbuki Yahudi şeriatına göre aralarında hükmedilirse Bişir kârlı çıkacaktı. Bunun için Yahudi şeriatım ve bir Yahûdinin hakemliğini istiyordu. O böylece dünya menfaati için dinini hiçe saymış, Peygamberinin hakemliğini kabul etmemişti. Halbuki onlar Kur'an-ı Kerim'e ve ondan önceki kitaplara inandıklarını söylüyorlardı. Yahudi de İslâm şeriatı karşısında haksızlığa uğramayacağını bildiği için Hazret-i Peygamber'in hakemliğini istiyordu. Çünkü Yahudi Hazret-i Peygamber'in adaletle hükmedeceğini biliyordu. Oysa kendi dinlerinde bu adaleti bulamayacaktı. Haklı olmasına rağmen haksız düşecekti. O anda yukarıdaki âyet inzal olarak o münafığın durumunu Peygamberimize bildirmiştir.

Yahudi ile Bişir aralarında hakem mevzuunda konuşurken Hazret-i Ömer onları duyar ve yanlarına gelerek durumu sorar. Her ikisi de Hazret-i Ömer'e durumlarını anlatırlar. Hazret-i Ömer «Durun, ben sizin aranızda hakemlik yapayım» der ve kılıcını çeker, münafık Bişir'in başını keser ve «Münafığın hükmü budur' der. Yüce Allah münafıklar hakkında şöyle buyurur: «Ya Muhammed, sana indirilen Kur’an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmez misin?» Onlar Kur'an'a inandıklarını söylemelerine rağmen, İslâm şeriatından kaçarlar, Yahudi şeriatım tercih ederler. Halbuki onlara kendi dinlerinden olmayanlarla dost olmamaları, onların dinlerine ve şeriatlarına meyletmemeleri emredilmiştir.

İmâm-ı Dahhâk şöyle demiştir: «Bu âyet, dilleriyle iman ettiklerini söylemelerine rağmen kalbleriyle inanmayan ve Yahudilere meyletmek suretiyle Hazret-i Peygamber'e muhalefet eden münafıklar hakkında nazil olmuştur.» Allahü teâlâ onlar için şöyle buyurmuştur: «Küfretmeleri emrolunmuş iken Tâğut'un önünde muhakeme edilmelerini isterler.» Şayet onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, elbette Tâğut'un önünde muhakeme olmak istemezlerdi. Allah'a iman eden, hiçbir zaman Allah'a isyan edeni hakem tayin edemez. Çünkü onlar Müslümanları daima sapıklığa götürürler. Böylece haktan ayırıp ebedî saadetten mahrum ederler.

61

«Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin denilince münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.»

Bu âyet-i celile münafıkların durumunu bildirmektedir. Münafıklara, gelin Allah'ın kitabında indirdiği hükümlere ve Resûlüllah'ın emirlerine itaat edin denildiği zaman senden büsbütün uzaklaşırlar. Yani onlar bunu kabul etmezler ve Hazret-i Muhammed'den uzaklaşırlardı. Çünkü onlar kalben iman etmemişlerdir, kalben iman etmeyenler hakkı kabul edemezler. Hakkı kabul etmek ancak iman işidir.

Bu âyeti celîle şuna da işaret eder: Hakkı dinlemeyenler ve hakki söyleyenlere düşman olanlar münafıklardır. Zira onların gönlü nifak ve murdar olan şeylerle doludur. Bu bakımdan hakkı kabul etmezler, ondan yüz çevirirler. Çünkü kalbleri kararmıştır. Tıpkı içine misk konan kötü kokulu bir kap gibi. O, kötü kokulu kop miskin kokusunu nasıl yok ediyorsa, münafıkların nifakları da kalblerindeki imanlarını öylece yok eder. Çünkü iman ile nifak bir arada durmaz.

62

«Ya başlarına kendi işlediklerinden ötürü bir musibet geldiğinde halleri nasıl olur? Sonra da gelmişler sana billahi gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi diye yemin ediyorlar.»

Bu ayet-i celîle Sa'lebe ibn Hatib hakkında nazil olmuştur. Sa'lebe bir münafıktı. Zebir ile arasında bir husûmet meydana gelmişti. Aralarındaki husûmeti halledemeyince bir hakem tayin etmek zorunda kalmışlardı. Her ikisi de hakem olarak Peygamberimizi tayin etmişler ve gelip durumlarını ona arzetmişlerdi. Peygamberimiz her ikisini de dinledikten sonra Zebir'in haklı, Sa'lebe'nin haksız olduğunu bildirmişti. Sa'lebe ise haksız bir davanın sahibi olmasına ağmen Peygamberin kendi lehine hükmetmesini istiyordu. Peygamberimiz Zebir'in haklı olduğunu bildirince Sa'lebe darılmıştı.

Resûlüllah’ın hükmü belli olduktan sonra her ikisi birden huzurundan çıkarlar, yolda giderken Mikdad İbn Esved'e rast gelirler, Mikdad Sa'lebe'nin üzgün olduğunu görünce «Resûlüllah hanginiz hakkında hükmetti?» diye sorar. Sa'lebe, ağzını eğerek alaylı bir şekilde Zebir'i işaret eder ve «Amcasının oğluna hükmetti- der. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek münafıklar hakkında şöyle buyurur: 'Ya başlarına kendi işlediklerinden ötürü bir musibet geldiğinde halleri nasıl olur? Sonra da gelmişler sana billahi gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret di" diye yemin ediyorlardı. Böylece onlar yaptıklarından dolayı başarına bir musibet geldiği zaman bir kâfiri hakem 'tayin etmek işerler de, Hazret-i Muhammed'in davetine icabet etmezler, ondan yüz çerirler ve O'nun hükmü ile alay ederler. Sa'lebe bu âyetin inzal olduğunu işitince Peygamberimize gelir, özür diler ve «billahi gayemiz sadece bir iyilik yapmak ve ara buluculuk etmekti. Senin hükümlerinle istihza etmek değildi» der. Salebe'nin bu itiraflarında samimî olmadığını ve yalan söylediğini Yüce Allah âyetinde şöyle ifade eder: «Sonra da sana gelmişler "Billahi gayemiz sadece bir iyilik etmek ve ara bulmaktan ibaret idi" diye yemin ediyorlardı.» Münafıkların yalan yere yemin ettiklerini, niyetlerinin ara buluculuk olmadığını ve Peygamberimizi inandırmak için böyle söylediklerini Allahü teâlâ Peygamberine beyan ediyor.

63

«Onlar öyle kimseler ki, kalblerindekini ve yalan yere yeminlerini Allah bilir. Sen onların bu hallerini nazar-ı itibara alma da, onlara öğüt ver. Kendileri hakkında tesirli sözler söyle.»

Allahü teâlâ onların gönüllerindeki nifak ve şirki bilir. Sen, onların sözlerini ve bu hallerini nazar-ı itibâra alma ve onlara bu durumlarından vazgeçmeleri için nasihat et. Onları Allah'ın azabıyla korkut, gittikleri yolun sonunun felâket olduğunu bildir. Bir daha böyle yaparlarsa Allah'ın azabına uğrayacaklarını onlara bildir. Bu âyet Tevbe sûresinin 73. âyetiyle nesh edilmiştir. O âyette ise şöyle buyurulmaktadır: «Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla savaş. Karşılarında çetin ol. Onların yurdu cehennemdir, o, ne kötü bir dönüş yeridir.» Kâfirlerle ve münafıklarla savaş yapılması ve onlara yüz verilmemesi bu âyette emredilmektedir.

64

«Biz peygamberleri ancak Allah'ın izni ile kendilerine itaat olunmaları için gönderdik. Onlar kendilerine yazık ettikleri zaman sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve peygamberler de onlara mağfiret dileseydi elbette Allah'ı tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok merhamet edici bulacaklardı.»

Yüce Allah, peygamberlerini insanların onlara itaat etmeleri için göndermiştir. Peygamberler de Allah'ın emirlerini insanlara tebliğ için gelmişlerdir. Onların emirlerine itaat Allah'ın emirlerine itaattir. Onların emirlerine muhalefet, Allah'ın emirlerine muhalefettir. Allah'a iman edenler, peygamberlerin emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınanlardır. Peygamberlerin emirlerine itaat etmeyip, hükümlerim kabul etmeyenler Allah'a iman etmiş olamazlar. Münafıklar Hazret-i Peygamberi bırakıp, bir Yahûdiyi hakem tayin etmekle kendilerine zulmetmişlerdir. Şayet onlar yaptıklarına pişman olup, Hazret-i Peygamber "e gelselerdi, O'nu tasdik etselerdi ve Allah'ın emirlerine itaat ederek O'ndan mağfiret dileselerdi, elbette Allahü teâlâ"yı, tevbeleri hakkıyla kabul edici ve çok merhamet edici bulacaklardı. Fakat onlar haktan kaçındılar, Hazret-i Peygamber'in hükmüne muhalefet ettiler. Böyle yapmakla da kendilerine zulmettiler.

Bu âyet-i celilede Müslümanlar için büyük bir ibret vardır. Hazret-i Peygamberi bırakıp başkalarından medet umanlar, kendi nefislerine en büyük zulmü yaptıkları gibi, iki cihan saadetinden de mahrum olacaklardır. Dünya menfaati için İslâm'dan uzaklaşıp, Hazret-i Peygamberin yolundan ayrılanlar mutlaka Allah'ın azabına uğrayacaklardır.

Bu âyet, ayrıca şuna da işaret etmektedir: Günah işleyenlerin, yaptıklarına pişman olup, sadakatle tevbe istiğfar etmedikçe günahları bağışlanmaz. Günahların bağışlanabilmesi için, günah işleyenler yaptıklarından vaz geçecek, onlara pişman olacak ve Allahü teâlâ'ya tevbe istiğfar edecektir. Ancak o zaman Yüce Allah günahları bağışlar ve kusurları affeder.

65

«Hayır Rabbine and olsun ki onlar aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmazlar.»

Bu âyeti celile de Sa'lebe ile Zebir arasındaki husumet hakkında nazil olmuştur. Yukarda da belirtildiği gibi, Zebir ile Sa'lebe aralarında husumete sebep olan mes'eleyi halletmek için Peygamberimize başvurmuşlardı. Zebir, Peygamberimizin amcasının oğlu idi. Fakat haklı olan da o idi. Münafık Sa'lebe Peygamberimizin verdiği hükme darılmıştı. Halbuki Peygamberimiz adaletle hükmetmişti. Buna rağmen Peygambere iftira ederek «Amcasının oğlu olduğu için Zebir hakkında hükmetti- demişti. Münafıklar devamlı olarak kendi menfaatlerini düşünürler, hiçbir zaman hakkı gözetmezler, Yüce Allah onlar için peygamberine şöyle buyuruyor: «Hayır Rabbine and olsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra haklarında verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kendilerini vermedikçe iman etmiş olmazlar. Yani tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.» Hazret-i Peygamber neye hükmederse o haktır. Zira o hiçbir zaman nefsinden hükmetmez. Ancak Allah'ın emriyle hükmeder. Ey iman edenler, Allah'a ve Kesûlüne itaat edin, hükmüne razı olun. Çünkü onların emirlerine itaat etmeyenler gerçek iman sahibi olamazlar. Gerçek iman sahipleri Allah'ın ve Peygamber'in emirlerine itaat edip, yasaklarından kaçınanlardır.

66

«Şayet onlara "Kendinizi feda edin" yahut "Memleketinizden çıkın" diye emretmiş olsaydık pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.»

Bu âyet-i celile de münafıklarla ilgilidir. Biz İsrailoğullarına dediğimiz gibi, münafıklara da dininizin kabulü için kendinizi öldürün veya muhacirler gibi yurdunuzu terk ederek Peygamberle hicret edin deseydik, içlerinden pek azı bunu yaparlardı. Çoğu menfaatini düşündüğü için, buna asla yaklaşmazlardı. Zamanımızda olduğu gibi, onlar için din önemli değil, menfaat önemlidir. Onlar menfaatleri uğruna dinlerinin ve Peygamberlerinin emirlerini hiçe saymışlardır, içlerindeki azınlıktan maksat Amraar ibn Yasir, İbni Mes’ud ve Sabit hin Kays'dır. Bu zatlar «Allahü teâlâ, bize dininiz uğrunda kendinizi öldürün veya yurtlarınızdan çıkın diye emretseydi, hemen O'na itaat ederdik» demişlerdi. Peygamberimiz onların bu şekilde konuştuğunu duyunca «Bu gençlerin kalbindeki iman büyük bir dağdan daha sağlam ve daha kuvvetlidir» buyurmuştu. Menfaatini düşünüp, Peygamberin hükümlerine itaat etmeyen, muhalefette bulunan münafıklar için de Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler ve Kur'an'ın hükmü ile amel etseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirmediler. Peygamber'in emirlerine muhalefet ederek, Kur'an'ın hükmüyle amel etmediler. Kendileri için hayırlı olanı terk ettiler ve nifaklarının kurbanı oldular. Zira Allah'ın ve Peygamber'in emirlerine itaat etmeyenler ebedi hüsrana uğrayacaklardır.

67

«O takdirde onlara büyük bir mükâfat verirdik.»

68

«Ve şüphesiz onları doğru yola eriştirîrdik.»

Ya Muhammed, münafıklar eğer senin hükmüne razı olup, Kur'an'la amel etselerdi, biz kendi tarafımızdan onlara büyük bir mükâfat verirdik. Yani onları cennet nimetleriyle nimetlendirirdik. Dünyada da onları doğru bir dine eriştirirdik. Böylece onlar iki cihan saadetini kazanmış olurlardı. Halbuki onlar Peygamberin hükmüne razı olmadıkları gibi, Kur'an'la da amel etmediler.

69

«Allah'a ve Peygambere itaat edenler var ya, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur; Peygamberimizin azadlı kölelerinden Sevban, Efendimizi çok severdi. O kadar ki, bir saat bile ayrı yaşamaya tahammül edemezdi. Peygamberimize olan muhabbetinden dolayı bir gün benzi sararmıştı. Durumu gören Peygamberimiz sebebini sormuştu, O zat ise cevaben şöyle demişti: «Ey Allah’ın Resulü benim hiçbir rahatsızlığım yok. Senden bir saat bile uyrı durmaya tahammül edemiyorum. Fakat âhiret yolculuğu bizi birbirimizden ayıracaktır, orada sizi göremeyeceğimden korkuyorum. Bundan dolayı- o ayrılığı hatırladıkça benzim soluyor.» Bunun üzerine yukardaki âyet-i celîle nazil olmuştur.”

Şuayib (radıyallahü anh) şöyle nakleden «Ensar'dan bir zat Peyğamberimize gelerek «Ey Allah'ın Resulü Vallahi sen bana canımdan, ailemden, çocuklarımdan ve bütün varlığımdan daha sevimlisin. Bana öyle geliyor ki, seni bir saat görmezsem helak olurum, senin ayrılığına tahammül edemem» der ve ağlamaya başlar. Peygamberimiz o zata neden ağladığını sorar. O zat da cevaben şöyle der: «Ey Allah'ın Eesûlü, yemin ederim ki, sen öldüğünde biz de acına dayanamayarak ölürüz. Fakat peygamber olduğun için âhirette senin derecen ulvîdir. Bizim derecemiz de ednâdır. Cennete girdiğimiz zaman, seni orada göremezsek bizim halimiz ne olur» Peygamberimiz bu zata hiçbir cevap vermez. Bunun üzerine yukardaki âyet nazil olur ve şöyle buyurulur: «Allah'a ve Peygamberine itaat edenler var ya, işte onlar Allah'ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyilerle beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar.» Allah'ın emirlerini yerine getirenler, peygambere itaat edip, sürmeliyle amel edenler, cennette Allah'ın fazlıyla kendilerine nimetler ihsan ettiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve iyi kullarla beraberdirler. Diledikleri zaman onların sohbetine iştirak ederler, her an onlarla beraber olurlar. Dünyada onları sevenler, âhirette de onlarla beraber olacaktır.

Bu âyette şuna da işaret vardır: Kişi daima sevdiği ile beraberdir. Sevenler sevdiklerinden hiçbir zaman ayrılmazlar. Zahiren uzak olsalar bile gönülden onlarla beraberdirler. Zira Peygamberimiz «Kişi sevdiği ile beraberdir» buyurmuştur. Dünyada da, âhirette de Allah dostları birbirini bulurlar.

70

«Bu büyük lütuf Allah'tandır. Allah her şeyi bilici olarak kafidir.»

Yani cennette Allah'ın dostlarıyla beraber olmak, Allah'ın mü'min kullarına bir lütfudur. İman edip, ameli salih işleyenlerin mükâfatı işte budur. Onlar cennetin bütün nimetlerinden istifade edeceklerdir. Yüce Allah, kâfir kullarının da yaptıklarını bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz. Kıyamet günü herkesin ameline göre mükâfat veya mücazatmı verir. Allah katında hiçbir amel zayi olmaz ve her amel sahibi amelinin karşılığını görür.

71

«Ey iman edenler, düşmana karşı ihtiyatla davranın. Silâhlanarak birlikler halinde veya toptan seferber olun.»

Bu âyet-i celîlede Müslümanların düşmanlarına karşı nasıl bir tavır takınacakları belirtilmektedir. Ey iman edenler, düşmanlarınıza karşı ihtiyatlı olun. Peygamber içinizde olsa da, olmasa da onların karşısına çıkarken bölük bölük veya duruma göre topluca çıkın. Şayet Peygamber içinizde olursa, onun emirlerine harfiyyen uyun. Ona asla muhalefet etmeyin. Eğer Peygamber içinizde olmazsa başmızdaki kumandana tâbi olun ve emirlerine itaat edin. Düşmanın karşısında parçalanıp, dağılmayın, onlarla sonuna kadar savaşın. Bu âyetle Müslümanların düşman karşısında cesur ve disiplinli olmaları, za'fa uğramamaları emredilmektedir.

72

«Şüphesiz aranızda pek ağır davranacak olanlar da var. Size bir musibet geldiği takdirde "Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der.»

Yüce Allah bu âyette mü’minlere hitap ediyor. Ey mü’minler, içinizde öyle kimseler var ki, nifakları yüzünden sizinle beraber savaşa gitmezler, evlerinde otururlar. Savaşa iştirak etmek onlara çok ağır gelir. Eğer savaşta size bir musibet isabet ederse, -Allah bize lütfetti de onlarla beraber bulunmadık; şayet onlarla beraber olsaydık aynı musibete biz de uğrardık» derler.

73

«Şayet Allah'ın büyük bir nimetine mazhar olursanız and olsun ki, sizinle bir dostluk ve tanışıklığı yokmuş gibi: "Keşke onlarla beraber olsaydım da, ben de büyük bîr başarıya erişseydim" der.»

Ey iman edenler, siz savaşta düşman üzerine galip gelip, Allah'ın büyük bir nimetine mazhar olursanız and olsun ki, münafıklar bunu çekemezler, kıskanırlar. Sanki sizinle bir dostlukları yokmuş gibi «Keşke onlarla beraber biz de savaşa katılsaydık da, ganimetlerden istifade etseydik» derler. Eğer münafıklar sizin savaşta galip geleceğinizi bilselerdi, ganimet almak için onlar da sizinle birlikte savaşa iştirak ederlerdi. Onlar, mü’minlere yardım etmek veya savaşmak için değil, sadece menfaat temin etmek için harbe iştirak etmeyi arzu ederlerdi. Onlar, Müslümanların hezimete uğrayarak, helak olmalarını istiyorlar, onun için de savaşa iştirak etmiyorlardı.

74

«O halde geçici dünya hayatını âhiret hayatıyla değiştirenler Allah yolunda savaşsınlar. Allah yolunda savaşan kimse öldürülse de, galip gelse de biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.»

Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler, Allah yolunda ve İslâm’ı yüceltmek, kâfirleri zelil etmek için savaşsınlar. Onların küfrüne mani olsunlar. Yüce Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler geçici dünya hayatını ve lezzetlerini bırakıp, âhireti satın alsınlar. Allah yolunda savaşanlar öldürülseler de, galip gelseler de Allah katında onlar için büyük bir mükâfat vardır. Şayet onlar savaşta öldürülürlerse şehid, kalırlarsa gazi olurlar. Çünkü onlar Allah rızası için savaşmakta ve Allah rızası için öldürülmektedirler. Âhirette de onlara emsali görülmemiş mükâfatlar verilecektir.

75

«Size ne oluyor da: «Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar. Katından bize bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda Allah yolunda savaşmıyorsunuz?»

Bu hitap mü’minleredir. Ey iman edenler, size ne oluyor ki, kâfirlerin eli altında inleyen ve «Rabbimiz, halkı zalim olan şu şehirden bizi kurtar, katından bize bir sahip gönder ve bir yardımcı yolla diyen zavallı çocuklar, güçsüz erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Kâfirlerin bu durumlarına da seyirci kalıyorsunuz? Halbuki onlar Allah'ı ve Peygamberi inkâr ederler. Memleketlerindeki Müslümanlara zulmederler. Zulme uğrayan iman sahipleri şöyle dua ederler: «Rabbimiz, halkı zalim olan, seni ve Resulünü inkâr ederek kendi nefislerine zulmeden şu şehir halkından bizi kurtar. Katından bize bir sahip ve bir yardımcı gönder ki, bunların zulmünden ve işkencesinden bizi kurtarsın.» Mü’minler her zaman Rablerinin nimetlerine nail olmak için gönülden tazarrû ile dua ve niyaz ederler. Yüce Allah onların dualarını asla boşa çıkarmaz, yeter ki yapılan dualar gönülden olsun.

Bu mevzuda İmam-ı Kelbi şöyle demiştir; «Hazret-i Peygamber Mekke'yi fethetti, onlar kâfirlerin işkencesinden kurtuldular ve hürriyetlerine kavuştular. Bu, Allahü teâlâ'nın onların dualarını kabul ettiğinin bir işaretidir. Allah Peygamberini de onlara veli tayin ederek, kafirlerin zulmünden korumuştur.» Annab ibn Esed, Mekke'de esaret altında kalan mü’minleri korumuş ve onların haklarını kâfirlerden almıştır. Mü’minler Mekke'de esir iken, Allah onları esaretten kurtarmış aziz kılmıştır. Kâfirler, daha önce onları hakir görürken Allah onları kâfirlerin başına âmir tayin etmiş, böylece kâfirleri zelil, Müslümanları aziz kılmıştır. Yüce Allah iman edenleri aziz, iman etmeyenleri böylece rezil eder.

76

«îman edenler Allah yolunda savaşırlar. Küfredenler de Tâğut'un yolunda harp ederler. Öyle ise şeytanın dostlarıyla savaşın. Şeytanın hilesinin zayıf olduğundan şüpheniz olmasın,»

îman edenler, Allah yolunda, O'nun nizamını yeryüzüne yaymak, İslâm dinini aziz kılmak ve kâfirleri zelil etmek için savaşırlar. Kâfirler ise şeytanın uğruna ve putları için harp ederler. Ey iman edenler, siz, Allah'ı inkâr edip, şeytanın yolundan giden ve onu dost edinenlerle savaşın. Onların çokluğundan ve hilelerinden asla korkmayın. Çünkü şeytanın tuzağı ve hilesi pek zayıftır. Allah'ın azameti karşısında onlar asla dayanamazlar. Çünkü Allah iman edenlerin yardımcısıdır. Bedir günü şeytan, müşriklere destek olacağını söylemişti. Onların morallerini düzeltmek için «Biz siize yardımcı oluruz, size kimse galip gelemez, hiç kimseden korkmayın» demişti. İslâm ordusu ile müşrik ordusu Bedir'de karşılaşınca, iman ordusunun karşısında küfür ordusu kaçmaya başlamış ve onlara yardım vaadinde bulunanlar ise hiç meydana çıkmamışlardı. Halbuki müşrik ordusu İslâm ordusunun üç katı idi. İman gücünün karşısında hiçbir kuvvetin duramayacağının ifadesidir bu. Güçlerine ve çokluklarına güvenen müşrikler hezimete uğramışlar, bir çoğu da helak olmuşlardır.

77

«Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup, Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Bunlar: "Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın" demektedirler. Onlara şöyle söyle: "Dünyanın zevki pek azdır. Âhiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Sîz kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız".»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimizin sahabelerinden bazılarına Mekke'de kâfirler tarafından çok işkence yapılmıştı. İşkenceye maruz kalan sahabeler, Peygamberimize gelerek gördükleri yerde kâfirleri öldürmek için müsaade istemişlerdi. Peygamberimiz ise onların kâfirleri öldürmesine müsaade etmemiş ve «Sabredin, onları öldürmeyin. Size emredileni yapın, daha bana bile bunlarla savaş müsaadesi verilmedi» demişti. Bundan sonra Peygamberimize Mekke'den Medine'ye hicret emri verilmişti. Peygamberimiz Medine'ye yerleştikten sonra kafirlerle savaş izni verilmiştir. Allah tarafından Peygambere savaş izni verilince, mü’minlerden bazıları bundan hoşlanmamışlardı. Onlar Allah'ın hükümlerine karşı geldikleri için değil, insanî yaratılışın gereği olarak savaştan hoşlanmadıklarından dolayı bunu hoş görmemişlerdi. Zira sıcak döşeğinde yatarak istirahat etmek varken, gece-gündüz demeden düşmanla savaşmak, kılıcın gölgesi altına girmek, canını tehlikeye atmak elbette insanın hoşuna gitmez. Mü’minlerin bir kısmı işte bundan dolayı savaşı hoş görmemişlerdi. Yüce Allah yukardaki âyeti inzal ederek buyurdu ki; «Ya Muhammed, kendilerine; "Elinizi savaştan çekin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" denilmiş olanlara bakmaz mısın?»

Mekke'de kâfirlerle savaşmak için Peygamberimizden izin isteyenler kıtal ayeti gelince, bundan hoşlanmamışlar ve Allah'tan korktuklarından daha fazla düşmanla savaşmaktan korkmuşlardı.

Halbuki onlar Mekke'de iken düşmanla savaşmak arzusunda idiler. Peygamberimiz «Savaşı bırakın, namazlarınızı dosdoğru kılın, zekâtlarınızı verin ve size emredileni yapın» dediği zaman, onlar düşmanla savaşmayı daha uygun görmüşlerdi. Ne zaman ki, kıtalle ilgili âyet geldi ve savaşa müsaade edildi, işte o zaman şöyle demişlerdi: “Ey Rabbimiz, üzerimize şu savaşı niye farz kıldın? Ne olurdu bizi yakın bir geleceğe kadar geri bırakaydın, yani ölümümüze kadar bırakaydın, biz evimizde öleydik de, düşmanla savaşmak bizden affolaydı.» Bu şekilde konuşmalarından anlaşılıyor ki savaşmak onlara ağır geliyordu. Allahü teâlâ onlar için şöyle buyuruyor; «Habibim onlara şöyle söyle: Dünyanın zevki pek azdır. Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Siz kıl kadar haksızlığa uğratılmayacaksınız!» Ya Muhammed, onlara dünyanın fani, zevkinin pek az olduğunu söyle, Ahiret nimetlerinin ise, şirkten, küfürden sakınanlar, Allah'a karşı masiyet işlemekten korkanlar için ebedi ve çok daha hayırlı olduğunu bildir. Zira orada hiç kimseye kıl kadar haksızlık yapılmayacaktır ve kimsenin yapmış olduğu amellerinden hiç bir şey de zayi olmayacaktır. Bu dünya hayatı fanidir, ahiret hayatı ise ebedidir. Nitekim Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:

«Bana göre dünya, kuşluk vakti gelip ağacın gölgesinde kaylûle uykusunu uyuduktan sonra kalkıp gölgeden giden adamın durumu gibidir, insan oğlunun dünya nimetlerinden istifade etmesi de aynı şekildedir.» Nasıl ki o adam ağacın gölgesinde bir müddet istirahat ettikten sonra kalkıp gitti, insanlar da tıpkı onun gibi dünya nimetlerinden bir müddet istifade ettikten sonra ayrılıp gideceklerdir. Zira dünya hayatı çabuk geçer, kimseye baki kalmaz. Aklı olanlar bundan ibret alarak dünya için âhireti terk etmemelidirler. Dünya nimetleri geçici, ahiret nimetleri ise daimidir. Geçici nimetler için ebedi nimetleri terk etmek akü işi değildir.

78

«Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır.»

Ey insanlar, hangi yerde ve makamda olursanız olunuz, ister en mükemmel kaleler içinde olunuz, ister yerin derinliklerine gizleniniz eceliniz geldiği zaman ölüm sizi bulacaktır. Hiç kimsenin ölümden kaçması veya saklanması mümkün değildir. Şayet eceliniz gelmemişse yüz defa da savaşa iştirak etseniz, yine size bir şey olmaz. Allah'ın takdir ettiği ömür bitmedikçe kimseye ölüm gelmez. Ancak vade bittikten sonra ölüm gelir. Evde de olsanız, savaşta da olsanız vade bitince ölüm sizi bulur.

79

«İman etmeyenlere bir iyilik gelirse: "Bu Allah'tandır" derler. Bir musibet de geldi mi; "Bu, senin uğursuzluğundandır» derler. De ki: Hepsi Allah tarafındandır. Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!»

Savaşlarda bir yeri fethettikleri veya düşmanın hezimete uğramasıyla ganimet elde ettikleri zaman münafıklar şöyle derlerdi: "Bu, bize Allah'tandır." Savaşlarda mağlûp olup da, bir zarara uğradıkları takdirde Peygamberimize "Bu senin uğursuzluğundan oldu" derlerdi. Halbuki bunların hepsi Allah'tandır. Galip eden de O, mağlûp eden de Odur. Zira hayır da, şer de Allah'tandır.

Peygamberimiz Mekke'den Medine'ye hicret edince, Medine Yahudileri kendisine iman etmediler ve peygamberliğini inkâr ettiler. Allahü teâlâ, onlara vermiş olduğu bol nimetlerini bu inkârları ve azgınlıkları yüzünden eksiltti. Artık kıtlık başladı. Kâfirler yokluğa düşünce «Biz Muhammed gibi uğursuz adam görmedik, şehrimize gelince meyvelerimiz eksildi, ekinlerimiz azaldı, çarşılarımızda kıtlık başladı» dediler. Halbuki onların başlarına gelen, inkârlarının ve azgınlıklarının yüzündendir. Yüce Allah onların sözlerini reddetmek için Peygamberine şöyle buyurmuştur: -De ki: Bütün bunlar Allah tarafındandır!» Yukarda da işaret edildiği gibi hayır da, şer de Allah tarafındandır. Her şey Allah'ın dilemesiyle ve kudretiyle olur. Allah dilemedikçe hiçbir şey meydana gelmez. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Hayır ve şerden sana takdir edilen mutlaka başına gelecektir. Ben hata ettim de başıma bu geldi veya iyilik yaptım da böyle oldu diyemezsin, bu hatadır.» Fakat bu mes'ele Ehli Sünnet Mezhebi ile Mu'tezile ve Kaderiye Mezhepleri arasında ihtilâf konusu olmuştur Kaderiye ile Mu'tezile, Allahü teâlâ'nın kudretini ve iradesini kulun fiillerinden nefyederler. Yani bir nevi kulu, fiilinin yaratıcısı olarak kabul ederler ve şöyle derler: «Kul, masiyeti kendi işler. Kâfirin küfrü, âsinin isyanı Allah'ın dilemesiyle ve kudretiyle ilgili değildir. Bunlar kulun kendi iradesiyle gerçekleşir. Eğer kâfirin küfrü, asinin isyanı Allahü teâlâ'nın dilemesiyle olsaydı, kâfire küfründen, âsiye de isyanından dolayı azap etmemesi gerekirdi. Şayet onlar küfürlerini ve isyanlarını Allah'ın iradesiyle ve kudretiyle yapıyor da, Allah onlara azap ediyorsa o zaman kullarına zulmetmiş olur ki, Allah'a zulüm isnad edilmez. Kulun yapmış olduğu masiyet ve küfürde Allah'ın iradesi yoktur.» Bu mevzuda Ehl-i Sünnet onlara şu cevabı verir «Sizin böyle hükmetmeniz aklınızın ve anlayışınızın azlığmdandır. Allahü teâlâ'ya iftira ederek kulun iradesini Allah'ın iradesi üzerine galip kılıyorsunuz. Halbuki Yüce Allah'ın iradesi ve kudreti bütün varlıklar üzerine galiptir. Olmuş ve olacak olan her şey O'nun iradesi ve dilemesiyle olur. O, dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Kâfirin küfrü ve âsinin isyanı O'nun kudretinin dışında değildir. Yalnız Allahü teâlâ kullarına hayır ve şerri bildirmiş, hidayet ve dalâlet yollarını göstermiş, kullarına da cüz'i bir irade vermiştir. O, irade ile kullarını serbest bırakmıştır. Böylece insanların bir kısmı iradesini hayra, bir kısmı şerre kullanmıştır. Çünkü onlar iradeleriyle başbaşa bırakılmışlardır. Fakat bu cüz'î iradenin hakikati insanlara bildirilmemiştir. Bunun hakikatini ancak Allah bilir. Eğer insanlar, bu iradenin hakikatini bilmiş olsalardı, Allah'ın vasfına bürünmüş olurlardı ki, kul hiçbir zaman Allah'ın vasfiyle vasıflanamaz. Yüce Allah, Şuarâ süresinin 11. âyetinde şöyle buyuruyor: «O'nun benzeri gibi hiçbir şey yoktur.» Hiçbir varlık Yaratana benzeyemez, bu mümkün değildir.»

Doğru olan da Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. Kulların fiili başlıca iki nokta üzerinde toplanır: Biri hayır, diğeri şer. Kul iradesini iyiye kullanır da hayır işlerse, bu Allah'ın dilemesiyle, iradesiyle, rızasıyla, emriyle, kazasıyla ve muhabbetiyledir. Şayet kul iradesini kötüye kullanır da, şer işlerse yine Allah'ın dilemesiyledir. Fakat Allah, kulunun şer işlemesine asla rıza göstermez. Nitekim şöyle buyuruyor:

«Şüphesiz ki Yüce Allah, kullarının küfrüne asla razı olmaz.» Her ne kadar kulların fiilleri Allah'ın iradesiyle oluyorsa da, kul, cüz'i iradesini kötüye kullandığı için bundan mes'uldür.

Allahü teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendilidendir.»

Sana gelen her iyilik Yüce Allah'tandır. Yine sana gelen her fenalık da kendi nefsindendir.

Soru: Allahü teâlâ'nın bu âyetinin hikmeti nedir?

Cevap: Bunun mânası şudur: Çirkin ve kabih olan şeyleri Allahü teâlâ'ya isnad etmek edebe aykırıdır. Meselâ:

«Ey domuzun Halikı, ey kelbin Halikı» demek gibi. Bu şekilde söylemek edebe muhaliftir, Allah'a karşı saygısızlıktır. Her ne kadar bunların yaratıcısı Yüce Allah ise de, ismi müfred olarak Allah'a izafe etmek doğru değildir. Fakat çoğul olarak izafe etmekte bir mahzur yoktur. Meselâ 'Ey bütün mahlükatın Halikı» demek edebe uygundur. Bütün mahlûkat deyince bunun kapsamına domuz da, kelb de ve diğer mahlûklar da girer. Küfür ve masiyet de böyledir. Onlar kabih olduğu için yalnız Yüce Allah'a nisbet ederek «Yâ Mürideş-şerri» demek edebe aykırıdır. Her ne kadar kulun fiili Allah'ın iradesiyle oluyorsa da, bu şekildeki ifadeler ta'zîme muhaliftir. ; Bu gibi ifadeleri cemi olarak Allah'a nisbet etmek daha doğrudur ve edebe uygundur. Meselâ: Ey Habibim de ki: «Hepsi Allah tarafındandır.» Yani hayır da, şer de Allah'tandır, kavlinde olduğu gibi.

Soru: Kaderiye ve Mu'tezile, mademki kulların fiillerini Allah yaratıyor, O'nun iradesiyle meydana geliyor, niçin kullar masiyet ve küfür işledikleri zaman azap olunuyorlar? denilirse nasıl bîr cevap vermek gerekir?

Cevap: Kulların bütün fiillerini Allahü teâlâ yaratıyor. Yukarda da işaret edildiği gibi, Yüce Allah kullarının islemiş olduğu masiyete ve küfre asla rıza göstermez. Kul, iradesiyle hayır işlerse Allahü teâlâ ona mükafat verir, şer işlerse ona da ceza verir. Zira kul iradesini kötüye kullandığı için, ona ceza vermiştir. Çünkü iradesi ki hayra kullanacak gücü Allah ona vermiştir. O hayrı bırakıp şerri tercih ettiği için azaba müstehak olmuştur. Şayet iradesini hayra kullanmış olsaydı mükâfata müstehak olacaktı. Bu bakımdan kul, iradesini kötüye kullandığı için ceza, hayra kullandığından dolayı da mükâfat görecektir. Yoksa kulların fiillerini Allahü teâlâ yarattığından dolayı onlara mükâfat veya ceza vermiyor. Kul sadece iradesinin karşılığını görüyor. İradesini hayra kullananlar mükâfatını, şerre kullananlar da mutlaka cezalarını göreceklerdir. Kulun mükâfat veya mücazatı amelinden önce veya sonra yaratılmış değildir. Ancak o fiili yapma kudreti kendisine o anda verilir. Yani fiili yaparken yaratılır. O ameli işledikten sonra hayır ise mükâfat, şer ise mücazatı yazılır.

Kaderiyecilere göre ise, kul bir şeye kast etmeden önce, o şeyi yapma gücü kendisinde daha önceden mevcuttur. Kul, bu gücünü istediği yerde kullanır, kimse ona müdahale edemez. Çünkü tasarruf yetkisi onundur. Ehl-i Sünnet ulemâsı haklı olarak buna karşı çıkmışlardır. Eğer Kaderiyecilerin dediği gibi olsaydı kul, Allahü teâlâ'dan müstağni olurdu. Yani kulun Allah'a ihtiyacı olmazdı. Kendi arzusu neyi dilerse onu yapardı. O zaman kul hem irade sahibi, hem de kudret sahibi olurdu. Kulun, Allah'a ihtiyacı yok demek ve Allah'tan müstağni addetmek küfürdür.

Eğer Kaderiyeciler derlerse ki «Biz Allahü teâlâ'dan kudreti ve meşiyyeti nefyetmiyoruz, yani kaldırmıyoruz. Lâkin bu meşiyyet iki ...... isimdir. Biri cebridir, diğeri ise ihtiyaridir. Cebri olan şunun gibidir: Yerlerin, göklerin ve bunların içindekilerin yaratılması cebridir. Onların yaratılması kendi ihtiyarlarına bırakılmamıştır, Yüce Allah'ın dilemesiyle ve meşiyetiyle olmuştur. Onlar istese de, istemese de Allah onları yaratmıştır. Nitekim Nahl Sûresinin 93. âyetinde iki meşiyete de işaret vardır. Yüce Allah ismi geçen âyette şöyle buyuruyor:

«Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Şu kadar ki O, kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır, kimi de dilerse onu hidayete iletir. Yapageldiğiniz işlerden elbette mesul olacaksınız.»

Eğer Allahü teâlâ dileseydi sizi bir ümmet yapardı. Yani hepinize cebreder islâm'a sokardı, islâm'ın dışında başka bir toplum olmazdı. Buna da kimse müdahale edemezdi. O zaman bu meşiyet-i ihtiyariye olurdu. Yani Allah kullarını İslâm'a cebren sokmuş olurdu.

Ayetin devamında ise ihtiyarî iradeye işaret vardır. Şöyle ki: Şu kadar ki O, kimi dilerse onu sapıklıkta bırakır, kimi de dilerse onu hidayete iletir.» Allah, dilediğini sapıklıkta bırakır onu şaki yapar, kimi de dilerse onu hidayete iletir saîd yapar. Kaderiyeciler buna da meşiyyet-i ihtiyari diyorlar. Dileyen kâfir olur, dileyen mü’min olur. Bu sapıkların itikadıdır ki, bu itikatlarıyla Allahü teâlâ'nın rahmetinden uzaklaşmışlardır.

Ehl-i Sünnet'in bunlara cevabı şudur: Onlar bu sözleriyle. Yüce Allah'ın meşiyyetini taksime kalkışmışlardır. Sanki Allahü teâlâ'nın mülkünde ortaktırlar. Yüce Allah onların söylemiş olduğu her şeyden münezzehtir, beridir. Onlar bunu anlayacak idrake sahip değillerdir. Allah'a isnat ettiklerinin hata olup olmadığını idrakten yoksundurlar. Biz onların anlayacağı şekilde izah edelim:

Bir kişiyi hayır ile şer arasında muhayyer bıraksanız, o adam da gitse şerri işlese, yani şerri ihtiyar etse, siz onu mazur görüyorsunuz. Mâsiyet işleyenler mazur olunca, onlara mücazat verilmemesi gerekir. Fakat hayır işleyenler size göre muhayyer oluyor, dilerse Allahü teâlâ'ya minnet ediyor. Şöyle ki: -İşte ben şerri bıraktım, hayrı işledim. Hayrı işlemekle de sana itaat ettim.» Kul bu defa ibadetiyle Allahü teâlâ'ya minnet etmiş olur ki, hiç bir zaman kul yapmış olduğu ibadetleriyle Allah'a minnet edemez. Allah'a minnet etti diyenlerin itikatları bâtıldır. Onlara göre kulun bütün fiilleri hakikî değil, mecazidir. Kul hayır ve şerden ne işlerse hepsi Allah'tandır. Kulun bunlarda hiçbir ihtiyarı yoktur.

Kaderiyecilerin ve onların paralelinde olanların bu sözlerinde üç türlü hata vardır: 1- Kul, yaptıklarından mes'ul olmadığı için Allah'tan korkmaz. Bir yol tutup ne yaparsa «Bunda benim suçum yok. Bana bütün yaptıklarımı Allah yaptırıyor- diyerek, yaptıklarını Allah'a isnat eder ve Allah'tan korkmaz. Bu açık bir küfürdür. 2- Kulun, Allah'ın rahmetinden Ümidini kesmesidir. Benim işlediğim ve yaptığım her şeyi Allah yaptırtıyor. Öyle ise yaptıklarımdan bana bir mükâfat yoktur» diyerek Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesi. Allah'ın rahmetinden ümid kesmek ise küfürdür. Nitekim Yûsuf Sûresi'nin 87. âyetinde şöyle buyuruluyor:

«Zira hakikat şudur ki kafirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez.» Müslümanın Allah'ın rahmetinden ümit kesmesi küfürdür. Müslüman hiçbir zaman Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. 3- Hâşâ - onlar Allah'ın kelâmım yalanlıyorlar. Yüce Allah Kur'an'da bir çok hudûd beyan etmiştir. Şöyle ki: Kasten adam öldürenlerin kısasa kısas olarak öldürülmesi, zina yapanların recmedilmesi, hırsızlık edenlerin elinin kesilmesi, içki içenlere had vurulması ve bunlara benzer hükümlerin Müslümanlar tarafından yerine getirilmesi Allah tarafından emredilmiştir. Mademki kul suçsuz, kula suçu işleten Allah'tır, bu suçları işleyenlere Kur'an-ı Kerim'de tayin edilen cezaları vermek zulüm ve adaletsizlik olur. Zulüm ve adaletsizliği Allahü teâlâ'ya isnat etmek ise küfürdür. Yüce Allah, onların söylediklerinden beridir. Allah, kullarına zulüm etmez, kul yaptığının karşılığını görür. Allah'a zulüm isnat edenlere Cebriye denir. Onlara göre kul ne yaparsa Allah'ın cebriyle yapar, kendi ihtiyarıyla bir şey yapamaz.

Hayır ve şer mevzuunda Mu'tezile'nîn görüşü ,de şudur: Kulun hayır işlemesi Allah'tandır, şer işlemesi de kendi nefsindendir. Yani hayrı Allah yaptırır, şerri kul kendi yapar. Bu itikat da bâtıldır. Yukarda da belirtildiği gibi, hayır da, şer de Allah'tandır. Yalnız hayır ve şerri tercih hakkı kula verilmiştir. Kul, cüz'î iradesiyle bunlardan birini tercih eder ve Allah da onun fiilini halk eder. Müslümanların bütün bu bâtıl itikatları bilip, onlardan uzak olması gerekir. Aksi takdirde her an onların tuzaklarına düşebilir.

İmamı A'zam (radıyallahü anh), Kaderiye ve Cebriye gibi, kul kendi fiilinin halikıdır, hayrı da, şerri de kul kendi yapar veya hayır ve şer işlemede kulun hiçbir ihtiyarı yoktur, hayır ve şerri işleten Allah'tır veya hayır Allah'tan, şer kulun kendi nefsindendir, demedi. Bu görüşler yukarda açıklandığı gibi, bâtıl itikatlardır. Ehl-i Sünnet'in temsilcisi olan İmamı A'zam'ın görüşü şudur: Kul, herhangi bir şeyi yapmayı arzu ettiği zaman, ona, o gücü veren Allah'tır. Yapmak istediği ister hayır olsun, ister şer olsun ona yapma gücünü veren Yüce Allah'tır. Zira Allah, kullarına cüz'i bir irade vermiştir, o irade vasıtasıyla kul istediğini yapar. Arzu ettiği işi yapmak kulun kendi gücüdir, gücü veren Allah, işi yapan kuldur. Yüce Allah kullarına şunu yapın, bunu yapın diye asla cebretmez. Eğer böyle olsaydı cüz'i iradenin hiçbir anlamı kalmazdı. Kulun bütün fiillerinin halikı Yüce Allah'tır. Buna göre kul, iradesini hayra kullanırsa karşılığında mükafat, şerre kullanırsa ceza görecektir. Kul, sadece yaptığının karşılığını görecektir. Hiçbir haksızlığa uğratılmadığı gibi, hiçbir ameli de karşılıksız kalmayacaktır. Ehli Sünnetin görüşü budur.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: “De ki: Hepsi Allah tarafındandır.” Yani hayır da, şer de Allah'tandır.

Medine Yahudileri bağlarında, bahçelerinde ve pazarlarında bir bolluk gördükleri zaman -Bu bize Allah'tandır- derlerdi. Eğer bir yokluk ve kıtlık olursa, o zaman Peygamberimize «Bu yokluk senin uğursuzluğundandir, sen bizim şehrimize gelmeden böyle bir yokluk olmuyordu» derlerdi. Halbuki onların hepsi Allah'tandır. Onlar bunu anlamamazlıktan gelmişlerdir. Çünkü onlar iyiliği Allah'tan, kötülüğü de bir başkasından biliyorlardı.

Bundan sonra Yüce Allah âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

«Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir.»

Bu âyet-i celîlede insanların başına gelen her fenalığın kendi nefislerinden geldiği bildirilmektedir. Böylece kâfirler ve münafıklar. İyiliğin Allah tarafından, kötülüklerin de kendi günahlarından ve hatalarından dolayı başlarına geldiğini bilsinler. Çünkü Yüce Allah “Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir» buyuruyor.

Bazıları da şöyle demişlerdir: «Sana gelen bütün iyilikler, savaşta galip gelmek ve ganimet malı elde etmek Allah'ın fazlındandır. Yani Allah tarafındandır. Sana gelen her fenalık da, kendi günahından ve hatândan dolayıdır. Yâ Muhammed, senin peygamberliğine delâlet eden her delil ve alâmet, peygamberliğini tasdik eden her gey Allah tarafındandır. Bir müddet vahyin kesilmesi ve Cebrail'in bir kaç gün sana gelmemesi de kendi nefsindendir. Zira konuşurken «tnşâallah» demeyi unuttun, Bunun için de bir müddet vahiy kesildi ve Cebrail sana gelmedi.»

Yüce Allah âyetin devamında peygamberimize şöyle buyuruyor :

«Seni insanlara peygamber olarak gönderdik. Buna şahid olarak Allah yeter.»

Yâ Muhammed, seni bütün insanlara bizim haberlerimizi duyurman için bir elçi olarak gönderdik. Senin görevin, emir ve yasaklarımızı insanlara tebliğ etmektir. Onların söyledikleri ve yaptıkları üzerine şahid olarak Allah yeter. Çünkü Allah onların söylediklerini bilici ve yaptıklarını görücüdür. Ona göre mükâfat ve mücazatını verir. Sen, onların söylediklerine ve yaptıklarına Üzülme.

80

«Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki biz seni onlara bekçi göndermedik.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) : Beni seven Allah'ı sevmiş olur, bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur» buyurmuştur. Peygamberimizin bu sözlerini duyan münafıklar, kendilerinde bir üstünlük görerek şöyle demişlerdi: «Muhammed böyle söylemekle bizim, kendisini gerçekten dost edinmemizi ve kendisini sevmemizi istiyor.» Zavallılar düşünemiyorîardı ki, Allah dostunun insanların sevgisine ihtiyacı yoktur. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukarda ki âyeti inzal ederek buyurdu ki: «Resûlüllah'ın emirlerine itaat edin. Bilesiniz ki, onun emirlerine itaat Allah'ın emirlerine itaattir. Resûlüllah'ın emirlerine itaat etmeyen Allah'ın emirlerine de itaat etmemiş olur. Onun sizi davet ettiği şeyler Allah'ın emirleridir. Ona itaat, Allah'a itaattir. Kim, Allah'a ve Resûlü'ne itaatten yüz çevirirse bilsin ki, biz seni onlara bekçi göndermedik.» Yâ Muhammed, onların Allah'a itaatten yüz çevirmesinin sana bîr zararı yoktur. Biz, seni onların üzerine bir bekçi olarak göndermedik ki, onları daima kollayasın, ma'siyet işlemelerine mâni olasın. Senin görevin, emir ve yasaklarımızı onlara bildirmektir. Bu tebliğden sonra emirlerimize itaat edenler mükâfatını, etmeyenler de cezalarını göreceklerdir.

81

«Sana "peki" derler. Yanından ayrıldıktan sonra da içlerinden bir grup sana söylediklerinin hilâfına geceleyin plân kurarlar. Allah gece tasarladıklarını yazıyor. Onlara aldırış etme. Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.»

Münafıklar Peygamberimizin yanına geldikleri zaman, güya iman ettiklerini belirtmek için -Senin emirlerine itaat ediyoruz, söylediklerin doğrudur, biz sana tâbiyiz» derler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanından ayrıldıkları zaman vermiş oldukları sözden dönerler, akşam söylediklerini sabah değiştirirler ve hakkı gizlerlerdi. Yüce Allah, onların değiştirip, gizledikleri şeyleri apaçık bir defterde muhafaza eder ve onların durumlarını Peygamberine haber verir. Tâ ki Allah'ın Resulü onların sözlerine inanmasın ve gerçekten iman etmediklerini bilsin. Allahü teâlâ'nın onların değiştirdiklerini ve gizlediklerini muhafaza etmesindeki hikmet, amellerine göre mücazatlarını vermek içindir. Yüce Allah, onların davranış ve hareketlerine üzülmemesi için Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, onlara aldırış etme. Allah'a güven, vekil olarak Allah yeter.» Bu âyet-i celîle kıtal âyeti gelmeden önce nazil olmuş, bilâhare kıtal âyetiyle nesh edilmiştir.

82

«Onlar hâlâ Kuran'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelseydi, muhakkak ki içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı.»

Onlar hâlâ Kur'ân-ı Kerim'in mânâları ve mev'izeleri üzerinde düşünüp ibret almayacaklar mı? Eğer o, Allah kelâmı olmasaydı, içinde birbirini tutmayan bir çok şey bulunurdu. Allah kelâmında birbirine zıt ve en küçük bir hata bulamazsınız. Yoksa onlar Kur'an'ın Allah'ın kelâmı olduğundan şüphe mi ediyorlar. Şurası bir gerçektir ki, birbirini tutmayan şeyler ancak insan sözünde mevcuttur. Allah'ın kelâmında birbirini tutmayan şey asla olamaz. Bundan dolayıdır ki âlimler îcmâ'ı Ümmeti de dinde hüccet kabul etmişlerdir. Zira ümmetin âlimleri ancak Allahü teâlâ'nın ilham kılmasıyla hak üzerinde ittifak ederler. Âlimler, kaynağını ve dayanağını Allah'tan almayan bir mes'elede veya hususta ittifak edemezler, ihtilâfa düşerler, ihtilâf konusu ise dinde asla hüccet olamaz.

83

«Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar. Halbuki o haberi peygambere veya mü’min kumandanlara götürseler onlar, ondan ne gibi netice çıkaracaklarını bilirlerdi. Eğer üzerinizde Allah'ın nimet ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş gitmiştiniz.»

Bu âyet-i celîle münafıklar hakkında nazil olmuştur. Münafıklar daima Müslümanların arasında yalan haberler yayarlardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yere asker gönderse, hemen onların arkasından yalan - yanlış haberler çıkarırlardı. Bu durum karşısında Peygamberimiz ve Müslümanlar çok üzülürdü. Münafıklar hiçbir zaman savaşta mü’minlerin galip gelmesini istemezlerdi. Allahü teâlâ onların bu durumlarını Peygamberine haber verip buyurdu ki: «Kendilerine güven veya korku hususunda bir haber geldiğinde onu yayarlar. Halbuki o haberi Peygambere veya mü’min kumandanlara götürseler onlar, ondan ne gibi netice çıkaracaklarını bilirlerdi.» Münafıklar mü’minlerin savaşta galip geldiklerini duydukları zaman üzüntülerinden kimseye bir şey söyleyemezler, sükût ederlerdi. Fakat kâfirlerin savaşta mü’mînlere bir zarar verdiğini veya onlar üzerine galip geldiğini duydukları zaman sevinçlerinden hemen onu yayarlar di. Halbuki duydukları o haberi Peygambere veya mü’min kumandanlara iletselerdi kendileri için çok daha iyi olurdu. Çünkü onlar böyle yalan-yanlış haberler yaymakla Müslümanlar arasında fitne çıkarıyorlardı. Bunu yapmakla da Müslümanların huzurunu kaçırıyorlardı.

Bazıları da şöyle demiştir; «Münafıklar, bütün mes'elelerde haram ve helâli öğrenmek için Peygambere müracaatta bulunsalar ve emirlerine itaat etselerdi veya mü’min âmirlere gelerek durumu arzetselerdi hakkı öğrenmiş olurlardı. Zira mü’min âmirler içinde âlim ve fakih kimseler vardır. Fakat onlar bunu yapmadılar, cahilliklerinden dolayı duyduklarını yalan-yanlış söylediler ve nifaklarını açığa vurdular. Böylece onların nifakları ortaya çıktı ve durumları belli oldu.

Eğer üzerinizde Allah'ın nimeti ve rahmeti olmasaydı, yani Allah, size Peygamber ve Kur'an göndermeseydi pek azınız müstesna, muhakkak şeytana uymuş, helak olup gitmiştiniz, Allah, nimetlerini size lütfedip, rahmetini üzerinize göndermekle sizi şeytana tâbi ve helak olmaktan kurtardı.

Bu ayette şuna da işaret vardır; Ayetten ve hadîsten hüküm çıkarmak ancak Peygambere ve onun vârisi olan âlimlere mahsustur. Peygamberden ve vârisleri olan âlimlerden başka hiç kimse âyetlerden ve hadislerden hüküm çıkaramaz.

84

«Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden mes'ulsün. İman edenleri de savaca davet et. Umulur ki Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını önler. Allah'ın kahrı da, ibret alınacak cezası da pek şiddetlidir..»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslümanlara Ebû Süfyan ile Küçük Bedir denilen yerde savaşmalarını emretmişti. Fakat Müslümanlar Ebû Süfyan ile savaşmayı hoş görmediler ve bundan çekindiler. Yüce Allah da bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed Allah yolunda savaş. O'na itaat et, yalnız da olsan O'nun rızası için düşmanla savaş. Çünkü Allah'ın yardımı seninledir. Sen ancak kendinden mes'ulsün. Başkalarının bu emri terk etmesinden dolayı sana bir vebal yoktur. Sen münafıklar bu emri terk ettikleri ve savaşa katılmadıkları için üzülme. Hakikî mü’minleri de savaşa teşvik et. Münafıklar isterse sizinle savaşa iştirak etmesinler. Umulur ki Allah küfredenlerin şiddet ve baskısını sîzin üzerinizden giderir. Allah'ın kahrı da, ibret alınacak cezası da pek şiddetlidir.» Kâfirler ve onlardan korkarak savaşa iştirak etmeyenler kıyamet günü sonu olmayan bir azaba uğrayacaklardır.

85

«Kim iyi bir işte aracılık ederse ondan kendisine bir hisse vardır Kim de kötü bir şeyde aracılık yaparsa ona o kötülükten bir pay ayrılır. Allah her şeye hakkıyla kadir ve nazırdır.»

Bir kimse mü’min kardeşi hakkinda iyi bir işte aracılık yaparsa, yani mü’min kardeşinin canına, malına ve aile efradına yapılmak istenen kötülükleri önler veya dargın olan iki Müslüman kardeşini barıştırır yahut hayra delâlet ederse, Allah katında kendisi için mükâfatlar vardır. Allah rızası için yaptığı bu hareketinin karşılığını görecektir. Mü’min kardeşine kötülükte aracılık yapanlar ise, yani zâlimin zulmüne yardımcı olanlar, iki Müslümanın arasını açanlar veya onları şerre teşvik edenler mutlaka yaptıklarının cezasını göreceklerdir. Tıpkı o kötülükleri kendileri yapmış gibi vebalini çekeceklerdir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Kim, islâm'da güzel bir yol, bir hasene ihdas ederse, ona bundan dolayı mükâfat vardır. Kim de İslâm'da bir bid'at, bir kötü şey ihdas ederse, ona da bundan dolayı mücazat vardır.» İslâm'da ihdas edilen o güzel hasene ile amel edenlerin kıyamete kadar aldıkları ecir ve mükâfat kadar, onu ihdas edene de Allahü teâlâ ecir ve mükâfat verecektir, islâm'da kötü bir şeyi ihdas edene de, onunla amel edenlerin kazandıkları günah kadar, Yüce Allah onu ihdas edene günah yazacaktır. Kıyamete kadar onunla amel edenlerin günahı Kadar, onu ihdas eden de günah kazanacaktır. Çünkü onların günah işlemesine o bid'atı çıkaran sebep olmuştur. Çünkü onu İslâm'a sokmamış olsaydı onunla amel edenler bu hataya düşmeyecekler ve bu günahı işlemeyeceklerdi. İşte bundan dolayıdır ki, bid'atı işleyenlerin hepsinin kazandığı günah kadar, bid'atı ihdas eden de günah kazanacaktır.

86

«Stze bir selâm verildiği zaman ondan daha iyisiyle selâm verin. Veya aynıyla mukabele edin. Muhakkak ki Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır.»

Ey iman edenler, size bir selâm verildiği zaman, ondan daha iyisiyle selâm verin. Veya onun aynıyla mukabele edin. Yani selâm verene cevap verin. Selâm vereni cevapsız bırakmayın. Size, biri

«Selamün aleyküm “ diye selam verdiği verdiği zaman, siz de cevap olarak ona -aleykümselam ve rahmetullahi ve berekâtühü» diye selam verin. Şayet aynıyla mukabele etmek isterseniz, size “Selâmün aleyküm» diyene, siz de cevap olarak «Ve aleykümselam» deyin. Selâm veren ister Müslüman olsun, ister gayr-i müslim olsun-selâmı alınır. Fakat gayr-i müslimin selâmına cevap olarak sadece «Ve aleyküm» denir. Bundan fazlası söylenmez. Çünkü selâmda rahmet ve dua vardır, gayr-i müslime rahmet okunmaz. Rahmet ancak Müslümanlara okunur.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle nakledilmiştir; «Peygamberimizin yanına bir zat gelir «Esselâmü aleyküm» der. Peygamberimiz ona «Sana on sevap var» buyurur. Bir müddet sonra başka bir zat gelir, o da -Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi- der. Peygamberimiz ona 'Sana yirmi sevap var» buyurur. Bir müddet sonra başka bir zat gelir, o da «Esselâmü aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diye Peygamberimize selâm verir. Peygamberimiz ona «Sana da otuz sevap var» buyurur.

Bu hadîs-i şeriften anlaşıldığına göre selâmda kelime sayısı ziyadeleştikçe sevap artar. Her kelimede on sevap çoğalır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), selâm verenin sadece -Esselâmü aleyke» demesini ve selâmı alanın da 'Ve aleykesselâm» demesini men etmiştir. Zira selâmda «Aleyke» demek sadece kişiye hitaptır. Halbuki mü’min yalnız değildir, meleklerle beraber bir cemaat halindedir. Cemaat üzerine hitabın mümkün olması için selâm alırken ve verirken «Aleyküm» demek şarttır. Ayetteki «Fe hayyü, ev rüddü' kelimeleri, selâm vermenin sünnet, almanın ise farz olduğuna delâlet eder.

Selâm vermenin âdabı ise şöyledir: Binekli olan yaya "olana, yolda giden oturana, az çoğa, küçük büyüğe selâm verir. Bazı yörelerde çocukların anne - babalarına selâm vermeleri abes kabul edilir. Selâm, dua, sena ve mülk mânâlarına geldiğine göre, bir çocuğun anne - babasına dua etmesinden daha tabii ne olabilir? Anneye - babaya selâm verilmez sözü veya inancı tamamen yanlıştır. «Selâm- Allah'ın mukaddes isimlerinden biridir. Bununla mü’minlerin birbirlerine dua etmelerinden daha güzel ne olabilir? Bugün halk arasında kullanılan günaydın, tünaydın, bonjur, gutbay gibi yabancı kelimeler asla selâm yerine geçmez. Bunu kullananlar selâmın mahiyetini bilmemektedirler. Yukarda da belirtildiği gibi, selâm Allah'ın mukaddes isimlerinden biridir. Bunun yerini hiçbir şey tutamaz. Çünkü selâmın ifade ettiği mânâya tekabül eden başka bir kelime yoktur. Yine halk arasında sadece «Selâm» şeklinde kullanılan ifade de selâmın yerini tutmaz.

Selâmın verilmediği yerler: Namaz kılana, Kur'an okuyana, tesbih çekene, abdest alana, hadisle meşgul olana, ezan okuyana, uyuyana, içki içene, kumar oynayana, def'i hacet yapana, ağaçta olana, gayr-i müslime, yemek yiyene, çıplak olana selâm verilmez.

İmamı A'zam (radıyallahü anh) bu âyet şuna da delâlet eder demiştir: -Mü’min kardeşiniz size bir hediye verdiği zaman, onun aynıyla veya fazlasıyla karşılığını verin.» Allahü teâlâ hiçbir ameli zayi etmez. Bütün amellerin karşılığını verir.

87

«Allah'tan başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü sizi mutlaka toplayacaktır. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?»

Bu âyet-i celile kıyametin vukuunu inkâr edenler hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: -Allah'tan başka ilâh yoktur. Geleceğinde şüphe olmayan kıyamet günü sizi mutlaka toplayacaktır.» Gerçek mü’minler kıyametin vuku bulacağında ve öldükten sonra tekrar dirileceklerinde asla şüphe etmezler. Allah'ın va'di haktır. Allah va'dinden asla dönmez. Allah'tan daha doğru sözlü olan kimdir? Her şey son bulacağı gibi, dünya da son bulacak, kıyamet kopacak ve bütün mahlûkat tekrar dirilecektir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Bizi yoktan var eden Allah, tekrar diriltmeye elbette kadirdir.

88

«Niçin hâlâ münafıkların küfürde olduğunu ittifakla kabullenmeyip, iki fırkaya ayrılıyorsunuz? Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir. Allah'ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın.»

Bu âyet-i celile münafıklardan yedi kişi hakkında nazil olmuştur. Münafıklar Mekke'den Medine'ye gelerek Peygamberimizle beraber bir kaç gün kalmışlardı. Bilâhare geldiklerine pişman olup, birbirlerine «Biz, Muhammed'den izin isteyelim ve geri Mekke'ye gidelim, babalarımızın diniyle meşgul olalım» demişler ve gelip Peygamberimize «Yâ Resûlallah bize bu Medine'nin havası iyi gelmedi. İzin ver de Mekke'ye gidelim ve dinimiz üzere kalalım» demişlerdi. Peygamberimiz de bunların isteklerini kabul etmiş ve kendilerine izin vermişti. Peygamberimizin yanından ayrılan o münafıklar Mekke'ye gidip, müşriklerle birleşmişler ve küfürlerini ilân etmişlerdi. Daha sonra müşriklerle birlikte ticaret yapmaya başlamışlardı. Münafıklar bir ara ticaret maksadıyla Şam'a giderken durum Müslümanlar tarafından öğrenilir ve yolları kesilir. Malları ellerinden alınır, kâfir oldukları için öldürülmek istenilir. Fakat Müslümanların bir kısmı, onların da Müslüman oldukları gerekçesiyle buna mani olmak istemişler. Zira Müslümanların bir kısmı o münafıkların dinlerinden döndüklerini bilmiyorlardı ve onun için de onları müdâfaa ediyorlardı. Halbuki diğer Müslümanlar onların dinlerinden döndüklerini çoktan öğrenmişlerdi. Bunun için de onların yollarını kesip, mallarını ellerinden alıp, kâfir oldukları için, de öldürmek istiyorlardı.

Böylece münafıklar hakkında karar verme hususunda Müslümanlar ikiye ayrılmışlardı. Allahü teâlâ onların nifak ve küfürlerini mü’minlere beyan etmek için bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: -Ey müminler, niçin hâlâ münafıkların küfürde olduğunu ittifakla kabullenmeyip, iki fırkaya ayrılıyorsunuz? Allah onları zelil edip, nifaklarından sonra tekrar eski küfürlerine döndürmüştür. Allah'ın saptırdığım siz mi yola getirmek istiyorsunuz? Allah'ın saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın.» Allah'ın saptırdığın: kimse hidayete erdiremez. Onu hidayete ancak Allah erdirir. Bu âyetle küfürde ısrar edenlerin hidayete eremeyecekleri, ancak küfürden dönüp, hakkı kabul edenlerin hidayete erecekleri bildirilmektedir.

89

«Onlar kendileri küfre saptıkları gibi sizlerin de beraber sapmanızı isterler. Onun için onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, İçlerinden dost edinmeyin. Eğer tevhid ve hicretten yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.»

Kâfirler kendileri gibi Müslümanların da küfre sapmalarını isterler. Onlar Müslümanlara «Keşke hicret etmeseydiniz de bizim gibi kâfir olsaydınız” derler. Kâfirler, insanların Müslüman olmasını asla istemezler, kendileri gibi küfür içinde kalmasını arzu ederler ve bu uğurda ellerinden gelen her şeyi yaparlar. Tıpkı fakir bir insanın başkalarının da kendisi gibi fakir olmasını arzu ettiği gibi kâfirler de amel bakımından Müslümanların da kendileri gibi fakir olmasını isterler. Bu bakımdan Yüce Allah Müslümanlara şöyle buyuruyor: «Onun için onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar, içlerinden dost edinmeyin. Eğer tevhid ve hicretten yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan ne bir dost ne de bir yardımcı edinmeyin.» Allahü teâlâ mü’minlerin kâfirlerle dostluk kurmasını muhtelif âyetlerde yasakladığı gibi, bu ayette de yasaklamıştır. Kâfirler, küfürlerinden dönüp, tevhid inancını kabul edinceye kadar onlarla savaşılması ve dostluk kurulmaması emredilmektedir. Kâfirlerle dostluk kurulmaması hususunda ilâhî emir gayet açıktır. Kâfirlerle kurulan dostluktan Hiçbir zaman Müslümanlara fayda gelmeyeceği için Yüce Allah bu dostluğu yasaklamıştır. Çünkü kâfirlerden Müslümanlara daima zarar gelmiştir. Tarihte bunun bir çok örneklerini görmek mümkündür.

90

«Ancak sizinle kendileri arasında anlaşma bulunan bir millete sığınanlar müstesna. Sizinle savaşmaktan veya kendi milletleriyle harb etmekten bunalarak size baş vuranlar da müstesnadır. Allah dileseydi onları size musallat ederdi de, sizinle savaşırlardı. Eğer sizden uzak durur, savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunmanıza izin vermez.»

Kafirlerle savaş yapılması ve onlarla dostluk kurulmaması yukarda geçen âyette belirtilmiştir. Fakat onlar Müslümanlarla kendileri arasında anlaşma bulunan bir millete sığınırlar veya Müslümanlarla savaşmaktan vazgeçerlerse o zaman öldürülmeleri yasaktır, İslâm, Müslümanlara zararı dokunmayan kâfir ve müşriklerin öldürülmesine izin vermez. Ancak, Müslümanlara zararı dokunan veya onlara harp ilân eden kâfirlerle savaşılmasım ve onların öldürülmesini emreder. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor; «Eğer kâfirler sizden uzak durur, savaşmaz ve size barış teklif ederlerse, Allah onlara dokunmanıza izin vermez,»

Görülüyor ki, kâfirler Müslümanlara zarar vermedikleri, barış teklif ettikleri ve savaştan uzak oldukları müddetçe onlara dokunulmasına Allahü teâlâ izin vermiyor. Onlarla anlaşma yapıldığı zaman ahde vefa gösterilmesini emrediyor. Kâfirler ahidlerini bozmadıkça Müslümanların da ahidlerini bozmalarına müsaade yoktur. Zira Müslümanlar yeryüzüne savaş için değil, huzuru temin için gelmişlerdir, İslam dininin ana gayesi yeryüzünde tevhid inancını yerleştirmek ve insanlar arasında huzuru temin etmektir. Tevhid inancını yerleştirmek ve huzuru temin etmek İslâmın mensuplarına emredilmiştir.

Bu âyet-i celîle Müslümanların kâfirlerle sulh yapmasında bir sakınca olmadığına delâlet eder. Gerek savaşta ve gerek barışta kâfirlerle sulh yapılmasında bir sakınca yoktur.

91

«Diğerlerinin de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Fitneciliğe çağırıldıklarında ona can atanlar, eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizinle savaştan geri durmazlarsa onları tutun, bulduğunuz yerlerde öldürün. İşte onların aleyhlerine size apaçık ferman verdik.»

Ey mü’minler, Yahudilerden diğerlerinin de sizden ve kendi milletlerinden güvende olmayı istediklerini göreceksiniz. Yahudilerden Beni Esad ve Katafan kabileleri Medine'ye gelip Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna çıkarlar ve «Sana iman ettik» derler. Güya böylece Müslüman olduklarını Peygamberimize ve mü’minlere izhar ederler. Halbuki onların maksadı Müslüman olmak değil, Medine'ye geldikleri zaman emniyet içerisinde olmaktı. Bunu temin etmek için de Müslüman olduklarını söylerlerdi. Fakat gerçekte iman etmemişlerdi, iman ettiklerini sadece dilleriyle söylüyorlardı. Mekke'ye, kendi kavimlerine döndükleri zaman ise «Biz Muhammed'e iman edip, onu tasdik etmedik. Fakat onlarla alay ettik» derler ve putlarına tapmaya devam ederlerdi. Böylece iki yüzlü hareket etmekle hem Mekke'de, hem de Medine'de emniyetlerini sağlamış olacaklardı. Bu iki yüzlü insanlar için Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Fitneciliğe çağırdıklarında ona can atarlar, eğer sizden uzak durmazlar, barış teklif etmezler ve sizinle savaştan geri durmazlarsa onları tutun, bulduğunuz yerlerde öldürün.» Yukarda da belirtildiği gibi, kâfirler ve müşrikler fitne çıkardıkları, Müslümanlarla savaştan vazgeçmedikleri ve barış teklifinde bulunmadıkları takdirde yakalandıkları her yerde öldürülmeleri ve mallarının yağma edilmesi emredilmektedir. Bunun sebebi onların çıkarmış oldukları fitne ve Müslümanlara karşı beslemiş oldukları düşmanlıktır.

92

«Bir mü’minin diğer bir mü’mini, yanlışlık eseri olmayarak, öldürmesi olamaz. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse, mü’min bir köleyi âzad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona diyet ödemesi gerekir.»

Bu âyet-i celîle Ayyaş ibn Ebî Rebîa hakkında nazil olmuştur. Ayyaş Müslüman olup, Medine'ye hicret eder. Ayyaş Medine'ye hicret ettikten sonra Müslüman olduğu Mekke'de duyulur ve anadan kardeşleri olan Ebû Cehil İbni Hişşam ile Haris İbni Hişşam yanlarına Haris ibn Zeyd'i de alarak Ayyaş'ı takibe koyulurlar ve Medine'de kendisini yakalarlar. Onlar, Ayyaş'a «Anan senin Müslüman olduğuna çok üzüldü, dönüp gelmezsen analık hakkını helâl etmiyor. Çocuklarının da en sevgilisi sen olduğunu söylüyor. Sen gelene kadar eve girmeyeceğine, yemek yemeyeceğine ve su içmeyeceğine yemin etti. Gel bizimle dön, ananı bunlardan mahrum etme ve dinini de elden bırakma» derler. Ayyaş onların sözlerine inanarak Medine'den geri döner ve yolda bir müddet beraber gittikten sonra onlar Ayyaş'ın ellerini bağlarlar ve iyice döverler. Ayyaş'ı böylece Mekke'ye getirirler ve orada da ağır bir işkence yaparlar. Elleri bağlı olarak anasına teslim ederler. Anası onun Müslüman olduğuna çok kızar ve «Allah'ı inkâr etmedikçe, bunun ellerini kimseye çözdürmem» diye yemin eder. Ayyaş onlardan kurtulmanın mümkün olmadığını anlayınca, dediklerini yapar ve elleri çözülür. Ayyaş Mekke'de dolaşmaya başlar, bir gün Haris ibn Zeyd ona şöyle den «Ey Ayyaş, senin kabul ettiğin din eğer hak din ise niçin onu terk ettin? Şayet bâtıl bir din ise niçin kendini sapıklığa bıraktın, senin bu yaptığın nedir?» Ayyaş bu sözlerle kendisiyle alay edildiğini anlar, çok zorlanır ve Haris ibn Zeyd'i tenhâ bir yerde yakaladığı zaman öldüreceğine yemin eder. Bir müddet sonra bir fırsatım bulur. Mekke'den Medine'ye kaçar ve Resûlüllah'ın yanına varır, oradaki Müslümanlarla beraber yaşamaya başlar. Bir gün Medine sokaklarında gezerken Haris ibn Zeyd ile karşılaşır. Meğer o da Müslüman olmuş. Ayyaş onun Müslüman olduğunu bilmeden öldürür. Öldürdükten sonra Müslüman olduğunu öğrenir ve yaptığına çok pişman olur, durumu gelip Peygamberimize bildirir. O zaman bu âyet-i celîle nazil olarak şöyle buyurulur: «Bir mü’minin diğer bir mü’mini, yanlışlık eseri olmayarak, öldürmesi olamaz. Bir mü’mini yanlışlıkla öldürenin bir mü’min köleyi âzad etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça ona diyet verilmesi gerekir,' Bir mü’min hata ile bir mü’mini öldürürse, keffaret olarak bir mü’min köle âzad etmesi gerekir. Şayet kâfir bir köle âzad ederse bu caiz değildir. Aynı zamanda öldürülenin ailesine veya velisine öldürenin diyet vermesi gerekir. Eğer öldürülenin ailesi veya velisi diyeti bağışlar, öldüreni affederse buna gerek kalmaz. Bu âyet-i celile her ne kadar Ayyaş hakkında nazil olmuş ise de, hükmü umûmidir. Âyetin devamında Yüce Allah şöyle buyuruyor:

«Eğer o mümin, size düşman bir kavimdense mümin bir köleyi âzad etmek gerekir.»

Bu âyet Üsâme İbni Zeyd hakkında nazil olmuştur. Mirdas isminde bir zat Müslüman olmuş, henüz Müslümanların tarafına geçmemiş, müşrik olan kavmi içinde yaşamaya devam ediyordu. Üsâme Mirdas'ı kafir zannederek öldürmüştü. Daha sonra onun Müslüman olduğunu öğrenmişti. Bunun üzerine yukardaki âyet nazil olarak şöyle buyurulmuştur: «Eğer öldürülen o mü’min, size düşman bir kavimdense, keffaret olarak mü’min bir köleyi âzad etmek gerekir.» Öldürülen zatın ailesi veya velisi kafir ise onlara diyet verilmez. Ancak öldürülen zatın keffareti olarak mü’min bir köle âzad edilir. Müslümanların kâfirlere diyet vermesi caiz değildir. Mezhep sahipleri bu mevzuda ittifak etmişlerdir. Allahü teâlâ âyet-i celîlenin devamında şöyle buyuruyor:

«Şayet aranızda anlaşma bulunan bir kavimdense, ailesine diyet ödemek ve mü’min bir köleyi âzad etmek gerekir.»

Eğer hata ile öldürülen zat, aranızda anlaşma bulunan bir kavimdense, yani zimmi ve size vergi veren bir kavimdense, ailesine diyet vermeniz ve keffaret olarak bir mü’min köle âzad etmeniz gerekir.

Rivayete göre iki zimmi emniyet içimle Peygamberimizin yanına gelirler. Peygamberimiz onların halini - hatırım sorar, üstlerini - başlarını giydirir ve ata bindirip yolcu ede:. Yolda giderken Amir İbni Umeyye ite karşılaşırlar. Âmir onların zimmi olduğunu bilmediği için ikisini de öldürür. Bu âyet, bu olay üzerine nazil olur. Bu âyet nazil olunca Peygamberimiz, Âmir'e ikisinin de diyetini vermesini ve keffaret olarak bir mü’min köle âzad etmesini emreder. Fıkıh bilginleri zimmi ile mü’minin diyetinin aynı olduğunu söylemişlerdir Yüce Allah bu âyetin devamında şöyle buyuruyor «(Bunları) bulamayana, Allah tarafından tevbesinin kabulü için ard arda iki ay oruç tutmak gerekir. Ve Allah alimdir, hakimdir.»

Hata ile bir mü’mini öldüren, şayet köle âzad edecek durumda değilse, peşi peşine iki ay oruç tutar. Eğer ara verirse orucu tutmaya tekrar baştan başlar. Yani hiç ara vermeden iki ay oruç tutar. Allah tarafından tevbesinin kabulü için bunu yapar. Yüce Allah, alimdir, kullarının niyetlerini bilir, hakimdir, adaletiyle hükmeder.

93

«Kim de bir mü’mini kasden öldürürse onun cezası da içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve büyük bir azap hazırlamıştır.»

Kim kasden bir mü’mini öldürürse, onun cezası da içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Yüce Allah'ın laneti ve gadabı kasden mü’mini öldürenin üzerinedir ve onun için ebedi bir azap vardır. Kasden bir mü’mini öldürenin ebedî cehennemde kalıp kalmayacağı hususunda mezhep imamlarının görüşleri farklıdır. Hanefi Mezhebine göre kasden bir mü’mini öldürmek büyük günahlardandır. Büyük günah işleyen bir mü’min kâfir olmaz. Kâfir olmayan kimse de ebedi cehennemde kalmaz. Günahı kadar kalır, cezasını çeker ve cezasını çektikten sonra tekrar çıkar. Kasden adam öldüren mü’min ebedi değil, çok uzun zaman cehennemde kalacaktır.

Kasden adam öldüren uzun zaman cehennemde kalacağı için, Yüce Allah «Onun cezası da içinde ebedi kalacağı cehennemdir» buyurmuştur. Nitekim ibn Ömer ile Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) «Adam öldürenin tevbesi kabul olmaz» demişlerdir. Bu, adam öldürenin günâhının ne kadar ağır olduğunu ifade eder. Gerçek mü’min, bu kadar ağır bir günahı bile bile işlemez. Kasden adam öldüren bir mü’min bunu helâl görmedikçe tevbesi kabul olur, fakat bunu helâl görürse kâfir olur. Kâfirlerin de yeri ebedi cehennemdir.

94

«Ey iman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mümini kâfirden ayırt etmek için iyice araştırın. Size İslâm selâmı verene - dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek - sen mü’min değilsin demeyin. Allah katında çok ganimetler vardır. Evvelce siz de öyle idiniz de Allah size lütfetti. Onun için iyice anlayın. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»

Bu âyet-i celîle de Üsâme ibn Zeyd hakkında nazil olmuştur, Mirdas isminde bir zat gelip Üsâme'ye selâm verir ve diyerek, Müslüman olduğunu söyler. Mirdas, Müslüman olduğunu söylemesine rağmen Üsâme onun Müslüman olduğuna inanmaz ve onu öldürür. Üsâme'nin Mirdas'ı öldürdüğünü Peygamberimize haber verirler. Peygamberimiz «Yâ Üsâme, senin öldürdüğün kişi dediği halde, niçin onu öldürdün?» der. Üsâme cevaben:

-Yâ Resûlallah, o kılıçtan korktuğu için diliyle bunu söyledi kalpten ihlâsla söylemedik der. Peygamberimiz tekrar «Yâ Üsâme, onun kalbini açıp, ihlâsla olup-olmadığına baktın mı?» der. Yaptığına çok pişman olan Üsâme «Yâ Resûlallah, benim için istiğfar et, Allahü teâlâ'dan affımı dile» der. Peygamberimiz ona üç defa «Sen La ilahe illallah diyeni öldürdün, ben senin için nasıl mağfiret dileyeyim» cevabını verir ve dördüncüsünde Yüce Allah'tan Üsâme için mağfiret diler. Sonra bir köle âzad etmesini söyler.

Bir rivayete göre de bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) düşman üzerine bir ordu gönderir, Savaşta Peygamber ordusu düşmana galip gelir ve zaferi orduya iştirak eden bir zat gelip Peygamberimize müjdeler ve şöyle der: «Ey Allah'ın Resulü, biz düşman ordusunu yendik, onlar perişan bir şekilde kaçmaya başladılar. Ben, onlardan birisini kovalıyordum, yakaladım, tam öldüreceğim sırada «Ben Müslüman oldum diyerek La ilahe illallah dedi.” Onun bu sözüne itibar etmedim ve öldürdüm.» Bu sözleri duyan Peygamberimiz «Demek ki sen Müslüman olanı öldürdün- der. O zat cevaben «Ey Allah'ın Resulü, o kılıçtan korktuğu için Müslüman olduğunu söyledi» der. Tekrar Peygamberimiz «Onun kalbini açıp baktın mı da, böyle konuşuyorsun?» cevabını verir. O zat yaptıklarına pişman olur ve «Yâ Resûlallah, ben bir hata işledim, benim için mağfiret dile» der. Peygamberimiz »Senin için mağfiret dilemem» buyurur. Bu olaydan bir kaç gün sonra o zat vefat eder. Onu bir kabristanlığa defnederler, sabahleyin bakarlar ki, mezardan çıkarılmış. Tekrar defnederler, ertesi sabah yine mezardan çıkartıldığını görürler. Böylece üç gün devam eder. Yani üç defa defnedilir, üçünde de sabahleyin mezardan çıkartıldığı görülür. Yakınları onun durumundan haya ederler ve götürüp bir dereye atarlar. Yüce Allah bu ayet-i celîleyi o zaman inzal ederek şöyle buyurur: «Ey iman edenler, Allah yolunda cihada çıktığınız zaman mü’minl kâfirden ayırt etmek için iyice araştırın. Size İslâm selâmı verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek «Sen mü’min değilsin- demeyin. Görülüyor ki, diliyle de olsa «Ben Müslümanım» diyenlerin öldürülmesine asla müsaade edilmiyor. Müslüman olduğunu söyleyenlerin, bunu kalbten mi, dilden mi söylediklerini biz bilemeyiz. Onu ancak Allah bilir. Biz sadece zahire göre hükmederiz.

Bazı kıraat âlimleri okumuşlardır. O zaman mânâ şöyle olur: Bir kimse size boyun eğer, teslim olur ve tâbi olursa, ona «Sen Müslüman değilsin” demeyin. Böyle söylemekten çekinin, elindeki mala tamah ederek onu öldürmeyin. Eğer maksadınız elindeki malı almaksa, ondan vazgeçin. Allah'tan helâlinden isteyin, zira Allah katında çok ganimetler vardır. Geçici nimetler için ebedi olan nimetleri yok etmeyin. Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırmadan «Ben mü’minün» diyenleri kâfir zannederek öldürmeyin. Evvelce siz de onlar gibi idiniz de Allah size lütfetti. Onun için iyice anlayın. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Bu âyet-i celîle her ne kadar bir şahıs hakkında nazil olmuşsa da, hükmü umûmidir.

95

«Müminlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler bir değildir.»

Ey iman edenler, özürsüz olarak evlerinde oturanlar ile Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler, sevap ve mükâfat bakımından bir değillerdir. Allahü teâlâ, çoluk-çocuğunu bırakıp da mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece bakımından, diğerlerinden çok üstün kılmıştır. Zira onlar Allah yolunda mallarını ve canlarını feda etmekten çekinmemişlerdir, özürsüz olarak savaşa iştirak etmeyenler elbette derece bakımından onlar gibi değillerdir.

Sehl İbni Said'den şöyle rivayet edilmiştir: -Seni, Mervan ibn Hakemi'nin mescidde oturduğunu gördüm ve yanana gidip oturdum. Mervan, bana »Yâ Sehl Zeyd ibn Sabit bana şöyle anlattı, dedi: «Peygamberimiz bana bu ayeti yazdırırken yanımıza Ümmü Mektum geldi ve şöyle dedi: -Ey Allah'ın Resulü, eğer sağlam olsaydım, seninle bütün savaşlara iştirak ederdim. Ne yazık ki sakatım.' İşte bu ayet o anda nazil oldu. Ayet nazil olurken benim dizim Peygamberin dizine dokunuyordu, âyetin şiddetinden Peygamberin dizinin parça parça olacağını zannettim. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümmü Mektum'a -Allahü teâlâ bu âyeti mazur olduğun için, seni teselli etmek ve savaşa iştirak edenlerle, etmeyenlerin bir olmadıklarını beyan için inzal etti- buyurmuştur. Savaşa iştirak etmeme hususunda sadece özürlülere müsaade vardır.

Yüce Allah ayet-i celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri derece bakımından çok üstün kıldı, Bununla beraber Allah, her ikisine de cenneti va'd etmiştir. Fakat Allah, oturanlara nisbetle, cihad edenlere daha büyük bir mükafat vermektedir.»

Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler sevap yönünden ve Allah katındaki dereceleri bakımından, özürsüz olarak savaşa iştirak etmeyenler gibi değillerdir. Onların Allah katındaki dereceleri çok büyüktür. Çünkü onlar Allah'ın emirlerine itaat edip, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihada çıkmışlar, canlarını ve mallarını feda etmekten çekinmemişlerdir. Evlerinde oturanlar, mallarını ve canlarını tehlikeye atmayanlar, rahatını bozmayanlar elbette savağa iştirak edenler gibi olamazlar, özürlü oldukları için savaşa iştirak edemeyenlerin de ecir ve mükâfatını, Yüce Allah iştirak etmiş gibi verecektir. Çünkü onlar özürlü oldukları için savaşa iştirak edememişlerdir.

96

«Kendi katından dereceler, mağfiret ve rahmet vardır. Ve Allah çok yarlıgayacı, çok merhamet edicidir.»

Allah yolunda cihad eden mücahidlerin, Yüce Allah'ın katında büyük mükafatları ve dereceleri vardır. Bu mükâfatlar ve dereceler onların Allah yolunda cihad etmelerinin karşılığıdır. Onlara Allah'tan mağfiret ve rahmet de vardır. Bu mağfiret ve rahmet günahlarının bağışlanması ve sonsuz cennet nimetleridir.

Hişşam ibn Hassan şöyle rivayet etmiştir: «Allah yolunda cihad edenlerin dereceleri yetmiş makamdır. Her makamın arası rahvan at yürüyüşüyle yetmiş yıllık yol kadardır. Bundan fazlası da mağfirettir ki, Allahü teâlâ onların günahlarını yarlığar ve rahmettir ki, «cennette onlara sonsuz nimetler verir.»

Yüce Allah mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerin bütün günahlarını bağışlar ve onlara büyük dereceler lütfeder. Yüce Allah, rahimdir, Özürleri sebebiyle savaşa iştirak edemeyenleri, edenler gibi mükafatlandırır.

97

“Nefislerine zulmedenlerin canlarını melekler aldıkları zamanı "Ne yapıyordunuz?" derler. Onları "Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik" derler. Melekler de. "Allah'ın arat geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya?" derler, işte onların barınacakları yer cehennemdir.”

Bu âyet-i celile Mekke'de Müslüman olup da, Peygamberimizle Medine'ye hicret etmeyen ve Mekke'de kalan Müslümanlar hakkında nazil olmuştur. Peygamberimiz Medine'ye hicret ettikten sonra cihad âyeti gelmiş ve Müslümanlara cihad izni verilmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz bir ordu hazırlayarak Mekke'li müşriklerle savaşmak üzere harekete geçmiştir. Mekke'de müşriklerle birlikte yaşayan Müslümanlar da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in müşriklerle savaşmak için harekete geçtiğini öğrenmişler, Müslümanlar safında yer alarak düşman ordusu ile savaşmak üzere müşriklerle beraber yola çıkmışlardı. İki ordu savaş alanında karşılaşınca, Peygamber ordusunun az, müşrik ordusunun çok olduğunu görmüşler ve akıllarınca kâfir ordusunun Peygamber ordusu üzerine galip geleceğini zannetmişler, bu defa Mekke'den birlikte geldikleri müşrik ordusuna iltihak etmişler ve böylece dinlerinden dönüp, tekrar kâfir olmuşlardı. Hiç düşünmemişler ki, Yüce Allah, kendisine iman edenleri yalnız bırakmaz. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine ve mü’minlere yardımcı olmak üzere Azrail ile birlikte bir grup melek gönderir.

Allahü teâlâ bu âyet-i celilesinde onu beyan ederek şöyle buyurur: «Nefislerine zulmedenlerin canlarını melekler aldıkları zaman onlara «Ne yapıyordunuz?» derler. Onlar da «Yeryüzünde biz zayıf kimselerdik» derler. Melekler de «Allah'ın arzı geniş değil miydi, hicret etseydiniz ya?» derler. Halbuki melekler onların kimlerle beraber yaşadıklarını biliyorlardı. Fakat onları zemmetmek için bu şekilde soruyorlardı. Melekler dinlerinden dönen Mekke'literi savaş alanında yakalayıp öldürürken, onlara şöyle soruyorlardı: «Siz Müslümanların içinde mi, yoksa kâfirlerin içinde mi yaşıyordunuz?» Buna karşılık onlar da özür beyan ederek şöyle söylerler: «Biz Mekke'de müşrikler içinde yaşayan zayıf kimselerdik Bu müşriklerle savaşmaya gücümüz yetmiyordu. Bu bakımdan imanımızı açığa vurmaya korktuk ve onların dediklerine boyun eğdik.» Bunun üzerine melekler onlara: « Allah'ın yarattığı yeryüzü geniş değil miydi, niçin Peygamberle birlikte hicret etmediniz?» derler ve onları yakalayıp bir bir öldürürler. Hepsi bu şekilde küfürlerinin cezasını görürler.

Böylece Allahü teâlâ, Peygamberine kâfirlerin, küfredenlerin barınacakları yerin cehennem olduğunu bildirmiştir.

Bu âyet-i celîle şuna da delâlet eder: Bir beldede kötülük, fesat ve çirkin işler çoğaldığı ve orada yaşayan Müslümanlar buna mani olamadığı takdirde o beldeyi terk edip, Müslüman bir beldeye hicret etmeleri gerekir. Müslümanların dinlerinin selâmeti için öyle bir beldeyi terk edip, Müslümanların çoğunlukta olduğu bir beldeye gitmeleri üzerlerine vaciptir. Eğer o beldeyi terk etmezler, onların çirkin işlerine göz yumarlar, onlarla selâmlaşırlarsa Allah indinde mes'uldürler. Çünkü onların küfrüne ve fesat işlerine göz yummuşlar, onları düşman kabul edip, küfürlerine ve çirkin işlerine mani olmamışlar veya dinleri uğruna içlerinden çıkıp gitmemişlerdir. Şayet onların küfürlerine mani olamazlar ve içlerinden de çıkıp gitme imkânları olmazsa, o zaman o çirkin işlerde bulunan fesatçıları düşman tutup, onlarla bütün ilgilerini kesmeleri ve komşuluk yapmamaları gerekir. Eğer bunu yapamazlarsa yukarda da belirtildiği gibi, Allah katında onların yaptıklarından mes'uldürler. Mesuliyetten kurtulmaları için ya emri bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapacaklar, olmazsa oradan çıkıp Müslümanların bulunduğu bir beldeye gidecekler veya o fasıklarla olan bütün ilgilerini kesecekler, onları düşman kabul edip, komşuluk yapmayacaklar ve böylece dinlerini muhafaza edeceklerdir.

98

«Erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalan, yol bulamayan zavallılar müstesnadır,»

99

«İşte onları Allah'ın affetmesi umulur. Ve Allah affedendir, bağışlayandır.»

Ey iman edenler, erkeklerden, kadınlardan ve çocuklardan çaresiz kalanlar, memleketlerinden hicret etmeye güçleri yetmeyenler, halkı fesat ve küfür içinde olan bir memlekette yaşamalarından dolayı mes'ul değillerdir. Zira onların oradan hicret etmeye güçleri yetmediği gibi, fesatçıları ve çirkin iş yapanları da men etmeye güçleri yetmez. Bunun için onlar ma'zurdurlar. Onlar memleketlerinden hicret imkânı bulamadıklarından dolayı fasıkların içinde kalmışlardır. Ma'zur oldukları için de Yüce Allah onları affeder. Çünkü Allah affedici ve bağışlayıcıdır. Kullarını affeder ve bağışlar.

100

«Her kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde bereketli yer ve genişlik bulur. Allah'a ve Resulüne itaatle hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah çok yarbğayıcı ve çok merhamet edicidir.»

Bu ayet-i celîle Habib İbni Damrâ hakkında nazil olmuştur. Bu zat çok yaşlı biri idi. Resûlüllah'ın yanında bulunmak için Mekke'den Medine'ye hicret eder ve Medine'ye gelmeden yolda ölür. Habib İbni Damra'nın yolda öldüğünü duyan sahabe «Keşke Medine'ye gelseydi de, hicret sevabını tam alıp öyle ölseydi» derler. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal eder ve şöyle buyurur: «Her kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde iltica edecek çok yer bulur. Allah'a ve Resulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse onun ecrini vermek Allah'a düşer.» Allah yolunda hicret edenler, O'nun rızasını kazanmış ve nimetlerine nail olmuşlardır. Allah'a ve Resûlü'ne itaatle hicret ederek yurdundan çıkan kimseler menzillerine ulaşmadan yolda ölürlerse onların ecir ve mükafatları Yüce Allah'a aittir. Buna karşılık Allahü teâlâ onlara cennette sayısız nimetler ihsan edecektir. Hicret edip de, menzillerine ulaşamadan yolda ölenler, tıpkı menzillerine ulaşanlar gibi ecir ve mükafat alacaklarda-. Çünkü onlar da Allah ve Resulü için hicret etmişlerdir.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: -Her kim halis bir niyetle, Allah rızası için hac yapmak üzere yola çıkar ve yolda ölürse, o zat hac farizasını ifa edenler gibi ecir ve mükafat alır. Yolda öldüğü için onun ecir ve mükâfatından hiçbir şey eksilmez. Çünkü o hac niyetiyle yola çıkmıştır. Düşmanla savaşmak için yola çıkanlar, dini ilimleri tahsil etmek için vatanından ayrılanlar, Allah rızası için sefere çıkanlar yolda ölürlerse, niyetlerine göre ecir ve mükâfat kazanırlar. Bir şehirde haram çoğaldığından, helâl kazanç elde etmek için başka bir şehre giderken yolda ölen kimseye Yüce Allah salihler sevabını verir. Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla herhangi bir iş için yola çıkanlar, yolda ölseler bile onun mükâfatını göreceklerdir. Allahü teâlâ onlara o işi yapmış gibi ecir ve mükâfat verir.

101

«Sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kafirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.»

Bu âyet-i celîle dört rekâth farz namazların, sefer esnasında ikişer rekât kılınacağını bildirmek için nazil olmuştur. Ey mü’minler, sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size bir kötülük yapmasından ve üzerinize hücum edip, sizi katletmesinden korkarsanız dört rekith farz namazları ikişer rekât kılmanızda size bir vebal yoktur. Şüphe yok ki kâfirler sizin apaçık bir düşmanınızdır.

Yüce Allah bu âyette her ne kadar sefer esnasında düşman korkuşundan dolayı dört rekâtlı farz namazların ikişer rekât kılınmasına müsaade etmişse de, sefere çıkanlar için düşman korkusu olsun veya olmasın hüküm umûmîdir. Sefer esnasında dört rekâtlı farz namazların iki rekât olarak kılınmasında hükmün umumî olması sünnetle sabittir.

Rivayete göre Hazret-i Ömer (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e «Ey Allah'ın Resulü, sefere çıktığımız zaman, eğer kabul edersen dört rekâtlı farz namazları ikişer rekât kılalım ne dersin?» demişti. Bundan sonra, sefer esnasında dört rekâtlı farz namazların iki rekât olarak kılınması emredilmiştir, tik zamanlar sefer esnasında dört rekâtlı farz namazların düşman korkusundan dolayı iki rekât olarak kılınmasının sebebi, Müslümanların azınlıkta, düşmanların ise çoğunlukta olmasıdır. Bilâhare Müslümanlar da çoğalınca düşman korkusu ortadan kalkmış ve sefere çıkanlar için bir kolaylık olsun diye Yüce Allah dört rekâtlı farz namazların iki rekât olarak kılınmasını emretmiştir.

102

«Sen onların içinde olup da namazlarını kıldırdığın zaman bir kısmı seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Secdeye vardıklarında onlar, arkanıza geçsinler, kılmayan öbür kısmı gelsin, seninle beraber kılsınlar. Tedbirli olsunlar, silâhlarını alsınlar. Size ansızın bir baskın vermek için kâfirler, silâh ve eşyanızdan gafil bulunmanızı isterler.»

Ya Muhammed, sen sahabelerinle birlikte savaşta düşman karşısında bile olsan namaz vakti geldiği zaman onlara imam ol, namazlarını kıldır. Onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, bir kısmı da silahlarını kuşanıp düşmana karşı dursunlar. Seninle namaz kılanlar bir rekât kıldıktan sonra, onlar silâhlarını alıp düşmana karşı gitsinler, düşmana karşı olanlar ise gelip arkanda bir rekât namaz kılsınlar. Sonra onlar düşmana karşı gitsinler, öncekiler gelip bir rekât daha kılarak namazlarını tamamlasınlar. Namazlarını tamamlayanlar tekrar düşmana karşı gitsinler, diğerleri gelip aynı şekilde namazlarını tamamlasınlar.

Seferde iki rekât olarak emredilen farz namazlar, savaşta imam ile birer rekât kılınmak suretiyle cemaat sevabı alınmış olur. Yüce Allah namaz esnasında bile mü’minlerin tedbirli olmalarını emrediyor. Müslüman ordusunun savaş alanında düşmanın hücumuna uğramamak için onların göremeyeceği bir yerde namazlarını kılmaları gerekir. Alenen namaz kılmaları durumunda düşmanın ani hücumuna uğrayabilirler. Bu bakımdan namazlarını emin bir yerde kılmaları emredilmektedir. Bunun için ordunun iki grup hâlinde imamın arkasında namaz kılması gerektiği âyette zikredilmektedir. Nasıl kılınacağını ise Peygamberimiz göstermiştir. Peygamberimiz yukarda anlatıldığı şekilde savaşta sahabesine namaz kıldırmıştır. Sahabeden de bu şekilde nakledilmiştir. Hanefî Mezhebi de salât-ı havfın aynı şekilde kılınmasını kabul etmiştir. Yani savaş alanında İmam ile namaz kılanlar bir rekât kıldıktan sonra imamın arkasından ayrılırlar, düşmana karşı dururlar, düşmana karşı olanlar gelir bir rekât da onlar kılar, tekrar onlar yerlerine dönerler, birinci grup gelir bir rekât daha kılmak suretiyle namazlarını tamamlamış olurlar. Namazlarını tamamlayanlar yerlerine dönerler, diğerleri ise gelip bir rekât daha kılmak suretiyle namazlarını tamamlarlar. Böylece her iki grup da namazlarını kılmış, cemaat sevabı almış olurlar.

Mukim olanlar salât-ı havfı imam ile kılarlarsa, her grup da ikişer rekât imamın arkasında namaz kılarlar. Zira mukim için farz namazlar dört rekâttır. Bu bakımdan bir grup gelir imam ile iki rekât namaz kılar, iki rekât kıldıktan sonra onlar düşmana karşı giderler, diğer grup gelir imam ile iki rekât da onlar kılarlar, tekrar onlar yerlerine dönerler, birinci grup gelir iki rekât daha kılarak böylece dört rekâttık namazlarını tamamlamış olurlar. Namazlarını tamamlayanlar tekrar düşmana karşı giderler, diğer grup gelir, onlar da iki rekât daha kılarak dört rekât namazlarını tamamlamış olurlar. Böylece tarif edildiği şekilde namazlarını kılmış ve cemaat sevabını kazanmış olurlar. Namazda olmayanlar düşmana karşı tedbirli olsunlar, silâhlarını ellerinden bırakmasınlar. Size ansızın bir baskın vermek için kâfirler, silâh ve eşyanızdan gafil bulunmanızı isterler. Yani sizi gafil avlamak, aniden hücum edip, sîzi katletmek isterler. Allahü teâlâ âyeti celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Eğer size yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmanızda üzerinize vebal yoktur. Bununla beraber dikkatli olun. Şüphesiz Allah kafirlere hor ve hakir edici bir azap hazırlamıştır.»

Bu âyet-i celilerim nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabesiyle birlikte Enmâr muharebesine iştirak etmiş, düşmanı hezimete uğratarak çocuklarını esir alıp geri dönmüşlerdi. Yolda gelirken şiddetli bir yağmur onları yakalar, yağmurda yollarına devam edemeyeceklerini anlayınca bir dere kenarına inerler ve ağaçların altında konaklarlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) burada konakladıktan sonra yalnız başına derenin öbür taraf; na geçer, o derenin öbür tarafına geçtikten sonra büyük bir sel gelir dere taşar, sahabeden hiçbiri Peygamberimizin yanına geçemez, Peygamberimiz orada yalnız başına kalır. Yanında kendisini müdafaa edecek hiçbir şey yoktur.

Bu esnada Peygamberimizin konakladıkları yerin yukarısındaki tepede de düşman birlikleri bulunmaktadır. Düşman askerlerinden biri Peygamberimizi, derenin kenarında, ordusundan ayrı bir yerde olduğunu görür. Derhal öldürmek için yanına gelir, kılıcını çeker, kaba bir şekilde «Yâ Muhammed, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak? der. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cevaben «Allah kurtaracak' der. Kâfir kılıcını çeker Peygamberimize vurmak üzere iken, Peygamberimiz onun göğsüne bir yumruk indirir. Kâfir yediği yumruğun darbesiyle yere yıkılır ve kılıcı elinden düşer. Kılıcı Peygamberimiz alır ve «Ey kafir, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?» diye sorar. Kâfir her şeyin bittiğini anlar «Senin elinden beni kurtaracak kimse yok» der.

Cihana rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz ona şöyle der: «Şayet Müslüman olursan seni bırakır, kılıcını tekrar sana veririm. Böylece sen de kurtulmuş olursun.»

İman öyle bir nimet ki, Allah onu herkese nasip etmez. Peygamberden bu sözleri duyan kâfir «iman etmem, fakat Allahü teâlâ'ya ahdederim ki, bundan sonra hakkında asla kötülük düşünmeyeceğim ve sana bir zararım dokunmayacaktır» der. Bunun üzerine Peygamberimiz kılıcını tekrar kendisine verir. Kılıcını alan kâfir bu manzara karşısında şöyle der: 'Yâ Muhammed, sen çok hayırlı bir insansın, beni öldürmeye gücün yettiği halde öldürmedin, serbest bıraktın.» Böylece hakikati ifade eden kâfir kılıcını alır, arkadaşlarının yanına döner ve başından geçenleri onlara anlatır. Hazret-i Peygamberin büyüklüğünü duyan kâfir ordusundan bir kısım insan Müslüman olur. Bir müddet sonra yağmur kesilir, derenin suyu çekilir, Peygamberimiz ordusunun yanına döner, olayı onlara anlatır ve bu âyeti okur. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Eğer size yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız silâhlarınızı bırakmanızda üzerinize vebal yoktur. Bununla beraber dikkatli olun. Şüphesiz Allah kâfirlere hor ve hakir edici bir azap hazırlamıştır.» Yağmurun yağmasıyla silâhım taşıyamayanların, yaralı veya hasta olanların silâhlarını bırakmalarında üzerlerine bir vebal yoktur. Bununla beraber düşman karşısında çok dikkatli olun. Düşmana silâhsız olduğunuzu sezdirmeyin ve kılıçlarınızı belinize takın. Zira gazilerin heybeti ve zineti kılıçlarıyla kendini gösterir. Yüce Allah kâfirler için âhirette hor ve hakir edici bir azap hazırlamıştır. Onlar ebedi olarak onun içinde kalacaklardır.

103

«Namazı kıldıktan sonra ayakta iken, otururken, yanlarınızın üstü yatarken de Allah'ı anın. Emniyete kavuştuğunuzda namazı dosdoğru kılın. Namaz, şüphesiz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.»

Ey mü’minler, namazlarınızı kıldıktan sonra da, ayakta iken, otururken, yatarken dillerinizle, kalblerinizle ve her halinizde Allah'ı zikredin. O'nu dilinizden ve kalbinizden bırakmayın. Her yerde ve her an O'nu anın. Zira kalbler ancak Allah'ı zikir ile tatmin olur.

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: Ayakta namaz kılamayanlar oturarak namazlarını kılsınlar, oturarak namaz kılmaya güçleri yetmeyenler, yatarak ve ima ile kılsınlar. Zira namaz mü’minlerin üzerine vakitleri belli bir farzdır. Allah'a iman edenlerin bu farzı mutlaka eda etmeleri şarttır. Çünkü namaz, dinin direğidir. Namazsız İslâm dini düşünülemez. Namaz İslâm'ın beş şartından biridir. Namazı kılan İslâm'ın beş şartından birini yerine getirmiş ve Yüce Allah'ın emrini yerine getirmekle azabından korunmuş, rahmetine, mağfiretine nail olmuş olur.

104

«Düşmanınız olan kavmi «ramakta gevsek davranmayın. Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah gerçek bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Uhud Muharebesine iştirak edenlerin bir kısmı şehid olmuş, bir kısmı da yaralanmış ve zayıf düşmüşlerdi. Bu bakımdan tekrar savaşa gidecek durumları yoktu. Bu muharebeden birkaç gün sonra Yüce Allah Peygamberine Ebû Süfyan üzerine hareket etmesini emretmiştir. Hazret-i Peygamber bu emri sahabesine haber verince onlar şöyle demişlerdir: «Ey Allah'ın Resulü, yaralarımız çok ızdırap veriyor, bu yaralar bizi güçsüz bıraktı, bu şekilde düşman Üzerine gidersek halimiz ne olur?» Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: “Düşmanınız olan kavmi aramakta gevşek davranmayın.» Yani Ebû Süfyan'ı takip etmekte kendinizi zayıf ve hor göstermeyin, düşmana karşı azimli olun.» Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz gibi acı çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.» Ey mü’minler, halbuki sizin ölenleriniz şehid, kalanlarınız ise gazidir. Size Allah katında sayısız nimetler vardır. Buna rağmen Yüce Allah onlar için elim bir azap hazırlamıştır. Allah yardımını ve nusretini onlardan kaldırmıştır. Allah kullarının yaptıklarını hakkıyla bilir, mücazat ve mükâfatını ona göre verir.

105

«Doğrusu biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin. Hâinlerden taraf olma.»

106

«Ve Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Ubeyrak isminde bîr şahsın Besir, Bişir ve Mübeşşir isimlerinda üç oğlu vardı. Bişir'e Ebu Ta'ma diye lâkap takmışlardı. Ebû Ta’ma şair ve münafıktı. Fırsat buldukça şiirleriyle Müslümanlara hakaret eder, sonra bunu falanca yaptı der, işin içinden çıkardı. Ebû Ta’ma, bir akşam Ebû Katade'nin amcasının evini soymuştu. Katade bu olayı şöyle anlatır: «Amcamın mutfak olarak kullandığı bir yer vardı, silâhı ve bütün yiyecekleri orada bulunurdu. Ebû Ta’ma gelip orada ne varsa hepsini almış. Sabah olunca amcam beni çağırdı ve evinin yağma edildiğini söyledi. Bunu kimin yaptığını sordum, amcam Ebû Ta’ma'nın yaptığını söyledi. Gelip durumu Peygamberimize haber verdim ve «Ey Allah’ın Resulü, Ebû Ta’ma gece amcamın evini soymuş, yiyeceklerini ve silahını almış. Yiyeceklerden vazgeçtik, bari silâhını versin» dedim. Bunun üzerine Peygamberimiz onları çağırtır ve amcam Rufaa'nın evini yağma ettiklerini söyler. Onlar bunu kabul etmezler ve Peygamberimize şöyle derler: «Ey Allah'ın Resulü Rufaa yeğeni ile birlikte bizim ailemize düşmanlık besliyorlar, şimdi de kendilerini temize çıkarmak için bizi hırsızlıkla itham ediyorlar, biz bunu asla kabul etmeyiz.» Peygamberimiz onların bu sözlerine inanır gibi oldu ve Ebû Katade'ye onların hırsızlık yapmadığını söylemek istedi. Tam o sırada bu âyet-i celile nazil oldu, onların ihanetini beyan etti. Başka bir rivayete göre, Ebû Ta’ma Yahudilerden birinin silâhını çalar. Ta’ma’nın silâhı çaldığı duyulunca bir grup onu evine kadar takip ederler. Ebû Ta’ma takip edildiğini anlayınca elindeki silâhı Ensardan birinin evinin avlusuna atar. O silâhı atadursun takipçiler onu yakalar ve Peygamberimizin huzuruna getirirler. Ebû Ta’ma silah çaldığını inkâr eder, bu arada akrabası da hâdiseyi duyar, Resûlüllah'ın yanına gelirler. Onlar Ta’ma’nın böyle bir şey yapmayacağını savunurlar ve onu haklı çıkarmaya çalışırlar. Peygamberimiz onların bu sözlerine inanır gibi olur. Bir Müslümam hırsızlıkla itham ettiği için Yahûdiyi azarlamak ister. O anda Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek onların ihanetini açıklar ve şöyle buyurur: «Yâ Muhammed, doğrusu biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, İnsanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hüküm veresin. Hırsızlardan ve hainlerden taraf olma. Hainler için yaptığın mücadeleden dolayı Allah'tan mağfiret dile. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.» Yüce Mevlâ kullarının yapmış olduğu hataları istiğfar neticesinde bağışlar. Yeter ki, kul yaptığı hatalardan dönsün, tevbe-i istiğfar etsin.

107

«Nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme, Çünkü Allah, hainlikte direnen günahkârı sevmez.»

Yâ Muhammed, sen nefislerine hainlik etmiş kimselerden yana mücadele etme. Onları koruma. Onlar hırsızlık yapmakla kendilerine zulmetmiş ve nefislerine hainlik yapmışlardır. Allahü teâlâ hainlikte direnen günahkârları asla sevmez. Ayet-i celileden anlaşıldığı gibi, hırsızlık yapan ancak kendi nefsine zulmetmiş ve hainlik yapmış olur. Her ne kadar başkalarının mallarını çalmış ise de, çalan asıl zararı kendi nefsine vermiş olur. Mal sahihi zahirde zarar görmüştür. Fakat hakikatta asıl zararı gören malı çalandır. Çünkü o, çalmış olduğu mal ile Allah'ın gadabma uğramış, rahmetinden uzaklaşmış ve kendi nefsi için büyük bir ateş hazırlamıştır. Çalmış olduğu mal kıyamet günü onun boynuna bir yük olacaktır. Bir insan kendisine bundan daha büyük zulüm yapabilir mi? Allah'ın gadabına uğramaktan daha korkunç ne olabilir? Mü’min, başkasının malını çalıp asla nefsine hainlik yapamaz, Allah'tan korkar, o malın kendisine hayrı olmayacağını bilir.

108

«İnsanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Halbuki Allah'ın razı olmayacağı sözü geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdi. Allah yapacakları her şeyi kuşatıcıdır.»

O hainler yaptıklarını insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler. Hiçbir varlık yaptığını Allah'tan gizleyemez. Çünkü Yüce Allah onların yapacakları her şeyi kuşatıcıdır. Yaptıklarını ve yapacak olduklarını bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Halbuki o hainler Allah'ın razı olmayacağı sözleri geceleyin uydurup düzdükleri zaman da Allah onlarla beraberdi, Ebû Ta’ma ve taraftarları gece bir araya gelerek bazı yalanlar uydurmuşlardı. Bu yalanlar aslında kendilerinin de hoşuna gitmiyordu. Ebû Ta’ma yaptığını başkasının üzerine atmak suretiyle, bu işi yapmadığına Peygamberin huzurunda yemin edecek ve bu işten kurtulacaktı. Onlar kendi aralarında böyle planlamışlardı. Güya akıllarınca Resûlullah'ı kandıracaklardı. Halbuki Yüce Allah onların ihanetini Peygamberine haber verip açıklamıştı. Allah'ın ilmi onların ne yaptıklarını kuşatmıştı. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz.

Bu âyet-i celile şuna da işaret eder: Mü’minler daima Allahü teâlâ'nın azabından korkup, rahmetini ummalıdırlar. Hayır ve şerden, gizli ve aşikâr ne yaparlarsa Allah onu bilir. Ona göre kullarına mükâfat ve mücazat verir. Mü’min daima Allah'ın razı olacağı işlerle meşgul olmalıdır. O'na muhalif bir harekette bulunmamalıdır. Allah'tan korkan bir mü’min daima O'nun rızasını kazanmak için çalışır, Ömrünü boşa geçirmez.

109

«İşte siz öyle kimselersiniz ki dünya hayatında onları savunuyorsunuz. Ama kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacak?»

Ebû Ta’ma'nın hırsızlığı ve hainliği âyetle sabit oldu ve herkes tarafından bilindi. O hırsız olduğu için Peygamberimiz elinin kesilmesini istedi. Zira Yüce Allah hırsızlık yapan erkekle, hırsızlık yapan kadının ellerinin kesilmesini emretmiştir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu ilâhî emri, kim olursa olsun hırsızlık yapana tatbik etmek zorundaydı. Hırsızlık yaptığı için, Peygamberimiz Ebû Ta’ma'nın da elinin kesilmesini emretti. Fakat yakınları ve Yahudiler buna razı olmadılar. Zira o Yahudiler içinde hürmet gören ve sözü dinlenen biri idi. Bundan dolayı Yahudiler elinin kesilmesine karşı çıktılar ve Peygamberimizle mücadeleye giriştiler. Hatta, onlardan bir kısmı silâhlarıyla birlikte gelerek Peygamberimizin yanında bulunan Ebû Ta’ma'yı alıp kaçmışlardı. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «İşte siz öyle kimselersiniz ki dünya hayatında onları savunuyorsunuz. Ama kıyamet günü Allah'a karşı onları kim savunacaktır? Yahut onlara kim vekil olacaktır?» Bu dünyada hırsızı, haini savunanlar, acaba onları âhirette nasıl savunacaklardır? Acaba kendilerini kıyamet günü Allah'a karşı kim savunacak? Burada hainleri, hırsızları, yalancıları, Allah'a isyan edenleri savunanlar, kıyamet günü de onları savunabilecekler mi? Elbette savunamayacaklardır. Burada yalancı şahit tutanlar, orada kimi yalancı şahit tutacaklar? Yoksa bunlar hiç ölmeyecekler mi? Yoksa Allah'ın kudretini mi inkâr ediyorlar? Ne yaparlarsa yapsınlar mutlaka Allah'ın huzuruna çıkacaklar, burada yaptıklarından birbir hesap vereceklerdir. Hırsızlar, hainler, Allah'a isyan edenler ve onları savunanlar yaptıklarının cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir.

110

«Kim bir kötülük yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse o, Allah'ı çok yarlığayıcı, çok merhamet edici bulur.»

Her kim bir lîötülük yapar veya Allah'ın yasaklamış olduğu hırsızlık, ihanet ve isyan gibi şeyleri yapmak suretiyle nefsine zulmeder de sonra bunlardan döner Allah'a tevbe-i istiğfar ederse' Allah onun günahlarını bağışlar. Zira Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir. Şayet kulları yapmış olduğu hatalardan, kötülüklerden, isyanlardan ve şirklerden dönerler de, Allah'a ihlâsla tevbe-i istiğfar ederlerse Yüce Allah onların günahlarını bağışlar ve onları affeder.

Bazıları bu âyet-i celilenin Peygamberimizin amcası Hazret-i Hamza'yi öldüren Vahşi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Vahş: Hazret-i Hamza'yı öldürdüğüne çok pişman olmuş, bilâhare Peygamberimizin huzuruna gelerek «Ey Allah'ın Resulü, yaptıklarıma çok pişman oldum, Müslüman olsam tevbem kabul olur mu?» demiş. Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek Vahşi'nin islâm'a girdiğini Peygamberine haber vermiştir. Yani tevbesinin kabul olacağını haber vermiştir.

Bu âyeti celile şuna da delâlet eder: Bir insanın günâhı ne kadar çok olursa olsun, bunlardan döner ihlâsla Allahü teâlâ'ya tevbe ve istiğfar ederse Yüce Allah onun tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar. Çünkü O, çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.

111

«Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah her şeyi bilicidir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

Kim bir günah kazanır, Allah'a isyan eder veya şirk koşarsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Onun şirk koşmasından, isyan etmesinden Allah'a bir zararı olmaz. Yaptıklarının zararı ancak kendisinedir. Allahü teâlâ kullarının yapmış olduğu her şeyi bilir. Hakimdir, mükâfata lâyık olanların mükâfatını, cezaya müstehak olanların da cezasını verir. Hiç kimseye haksızlık yapılmaz. Herkese yaptığının karşılığı verilir. Zira Yüce Allah tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.

112

«Kim bir hata veya bir günah işler de sonra onu bir suçsuzun üstüne atarsa, şüphesiz iftira etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.»

Her kim, kendisiyle Allah arasında bir suç işler de, onu bir suçsuzun üstüne atarsa şüphesiz ona iftira etmiş ve apaçık bir günah işlemiş olur. Hem yapmış olduğu suçun günahını yüklenmiş, hem de başkasına iftira ettiğinin vebalini yüklenmiş olur. Zira başkasına iftira etmek ve suçsuz birinin üzerine suç atmak en büyük günahtır.

Bu âyet-i celîle şuna da delâlet eder: Günah işleyenler, Allah'a şirk koşanlar, isyan edenler, bunları ancak kendi nefislerine karşı yapmış olurlar. Bunlar yaptıklarının cezasını mutlaka göreceklerdir. Kim de, Allah'a ibadet eder, salih amel işlerse, mükâfatı kendisinedir. İyilik yapan da kendine yapar, kötülük yapan da kendine yapar. Bütün insanlar ve cinler müşrik ve kâfir olsalar Allahü teâlâ'nın Allah'lığından bir şey eksilmez. Yine bütün insanlar ve cinler Yüce Allah'a iman etseler O'nun Allah'lığından bir şey artmaz. Zira Allahü teâlâ, onların hiçbirinin ibadetine muhtaç değildir. Bütün varlıklar O'na muhtaçtırlar. Bütün varlıkları var eden, besleyen, rızıklandıran, koruyan, büyüten, yok eden O'dur.

113

«Eğer Allah'ın lütfü ve rahmeti üzerinde olmasaydı onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da bir zarar veremezler. Nasıl zarar verebilirler ki, Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş, sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü, ihsanı çok büyüktür.»

Yâ Muhammed, eğer Allahü teâlâ'nın lütfü ve rahmeti üzerinde olmasaydı, Ebû Ta’ma'nın taraftarlarından bir grup seni haktan saptırmaya çalışırlardı. Yani Yüce Allah, sana vahyedip hainleri bildirmeseydi Ebû Ta’ma'nın taraftarları onu suçsuz çıkarıp, Ebû Ta’ma'nın yapmış olduğunu bir başkasının üzerine atmak suretiyle suçsuzu, suçlu çıkartıp sana elini kestireceklerdi. Zira onlar yalan yere yemin ederek Ta’ma'yı suçsuz, suçsuz olanı da suçlu çıkararak, buna seni de inandırıp suçsuz olanı cezalandırmanı istiyorlardı. Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Sana da asla bir zarar veremezler. Şayet bunda muvaffak olsalardı onun vebali yine kendilerine aitti. Çünkü onlar yalan yere yemin ederek suçluyu gizlemişler, suçsuzu suçlandırmışlardır. Hem onlar sana nasıl zarar verebilirler ki, Allahü teâlâ sana lütfedip Kur'an'ı indirdi, vahyedip hükümlerini beyan etti. Bilmediğin şeyleri vahiy ile sana bildirdi. Allah'ın senin üzerindeki lütfü ve ihsanı çok büyüktür. Allah'ın koruduğunu kimse saptıramaz. Allah'a dayanan ve güvenen daima kurtuluştadır.

Bazılarına göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimizi Sakîf kabilesinden elçiler gelir ve şöyle derler: «Yâ Muhammed, sana biat etmeye geldik. Sana biat edeceğiz, yalnız putlarımıza karışmayacaksın, onları kırmayacaksın ve mahsulümüzden de ondalık almayacaksın. Eğer bunları kabul edersen, sana tâbi oluruz.» Onların cahilane konuşmaları karşısında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sükût eder, kendilerine cevap vermez. Yüce Allah o esnada bu âyeti inzal ederek Ebû Ta’ma hakkındaki hükmünü bildirir. Onlar, Peygamberimizin Ebû Ta’ma hakkında vermiş olduğu hükme şaşakalırlar ve gizlice birbirlerine fısıldamaya başlarlar.

114

«Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi yahut iyilik etmeyi ve insanların arasını düzeltmeyi gözeten müstesnadır. Kim Allah'ın rızasını arayarak böyle yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.»

İnsanların ve Ebû Ta’ma ile kavmi gibi bir takım kimselerin aralarında gizlice yalan-yanlış konuşmalarında hayır yoktur. Zira onlar başkalarının aleyhine yalanlar uydurarak iftira ediyorlar. Ancak onlardan sadaka vermeyi yahut iyilik etmeyi ve dargın olanların arasım barıştırmayı arzu edenler müstesnadır. Sadece Allah'ın rızasını kazanmak için böyle yapanlar, Allah katında çok büyük bir mükâfata nail olacaklardır. Zira Yüce Allah, kendi rızası için amel yapanlara büyük bir mükâfat vereceğini vaat etmektedir. Allah, kullarının yaptıklarını asla boşa çıkarmaz.

115

«Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.»

Ebû Ta’ma'nın hırsızlığı açığa çıkınca Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) elinin kesilmesini emretmişti. Bunu duyan Ta’ma Medine'den Mekke'ye kaçar. Orada da hırsızlık yapmadan duramaz, bir duvarı deler, içeriye girmek ister. Tam o sırada beline büyükçe bir taş düşer, duvarın arasında sabaha kadar kalır. Sabah olunca duvar sahibi Ta'ma'ı görür. Kendisini oradan kurtarırlar ve Mekke'den kovarlar. Bu defa Şam istikametine gider. Yolculuğu sırasında bir ticaret kafilesinden bazı eşyalar çalar. Çalmış olduğu bu eşyalarla kendisini yakalarlar, orada recmederler. Yani taşla öldürürler. Hain adam bu şekilde cezasını bulur. Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra, Peygambere muhalefet eder, mü’minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü yolda bırakırız. Kendisini cehenneme koyarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.» Kendilerine doğru yol apaçık bildirildikten sonra Peygambere muhalefet ederek, mü’minlerin yolundan ayrılıp puta tapanları, putları dünyada da, âhirette de Allah'ın azabından asla kurtaramaz. Onları Allah'ın azabından kurtaracak bir yardımcıları da yoktur. Hakkı bırakıp bâtıla dönenleri Yüce Allah döndüğü yolda bırakır. Yani rahmetini onlardan kaldırır ve onlar için hazırlamış olduğu cehennemine koyar. Çünkü onlar bu dünyada iken hakkı bırakmışlar, Peygambere muhalefet etmişler ve mü’minlerin yolundan ayrılmışlardır. Onlar, Allah'a isyan edip, şirk koştuklarının ve Peygambere muhalefet ettiklerinin cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir. Onların varacakları cehennem ne kötü bir dönüş yeridir.

Bu âyet-i celile îcma-ı Ümmetin dinde hüccet olduğuna delâlet etmektedir. İcma-ı Ümmete muhalefet etmek islâm'a muhalefet olur. İslamî hükümlere muhalefet eden inkâr ederse kâfir olur. İnkâr etmeksizin muhalefette bulunursa âsî ve günahkâr olur. Bu bakımdan İslâm'ın ana kaynağı dört olarak kabul edilmiştir. Kitap, Sünnet, İcma' ve Kıyas.

116

«Elbette Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını dilediği kimseden bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa çok uzak bîr dalâlete düşmüş olur.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Araplardan yaşlı bir zat Peygamberimizin huzuruna gelerek «Ey Allah'ın Resulü, ben çok yaşlandım. Bugüne kadar hayatımda o kadar çok günah işledim ki, haddi hesabı yok. Yalnız bunlar içinde Allah'a şirk koşmadım ve O'ndan başkasını da dost tutmadım. İşlemiş olduğum bu günahlar cür'etimden değil, cehaletimdendir. Şimdi yaptıklarıma pişman oldum ve tevbe-i istiğfar ettim. Acaba benim Allah katındaki durumum nedir?» diye sorar. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şirkten başka bütün günahları yarlığayacağını bildirmiştir. Kim yapmış olduğu günahlardan el çeker, onlar için tevbe-i istiğfar ederse Allah tevbesini kabul eder ve günahlarını bağışlar. Allah'a şirk koşanlar ise çok uzak bir dalâlete düşmüş olurlar. Allah'a şirk koşmaktan daha büyük günah yoktur. Yüce Allah şirkten başka bütün günahları affeder, bağışlar. Ancak kendisine ortak koşmayı bağışlamaz, affetmez. Şirk koşanlar için şöyle buyuruyor: «Kim Allah'a şirk koşarsa çok uzak bir dalâlete düşmüş olur.» Yani şirk koşanlar Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmışlardır.

117

«Allah'ı bırakıp da yalnız dişi putlara tapıyorlar. Onlar ancak inatçı bir şeytana ibadet ediyorlar.»

118

«Allah şeytanı rahmetinden kovdu o da: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir grubu kendime çekip onları behemehal saptıracağım" dedi.»

Kâfirlerin, Allahü teâlâ'yı bırakıp taptıkları şeyler cansız olan şeylerdir. Onlarda ruh yoktur. Taptıkları şeyleri kendi elleriyle yapmışlardır. Putların onlara dünyada da, âhirette de hiçbir faydası olmadığı gibi, çok büyük zararı yardır. Fakat onlar bunu anlamamazlıktan gelirler.

İbn Abbas (radıyallahü anh) ile Hasan-ı Basri Hazretlerinden nakledildiğine göre, kâfirler ölüye, canlı olmayana «inâs», yani dişi derlerdi. Bazılarına göre ise, kâfirler Lâfa, Menât'a ve Uzzâ'ya «inas» derlerdi. Bunlar Mekkeli müşriklerin taptıkları putların en büyükleridir Müşrikler ismi geçen putlara tapmakla aslında şeytana tapmış oluyorlardı. Şeytân onlara puta tapmayı güzel göstermiş, böylece onları Allah'a kulluktan alıkoymuştu. Şeytan putun içine girerek, kâfirlere oradan seslenir ve onları puta tapmaya çağırırdı. Onlar da putların konuştuğunu zannederek ona taparlardı. Onlar putlara taptığı sırada şeytan da putun içindeydi. Böylelikle onlar hem şeytana, hem de puta tapmış oluyorlardı. Şeytan, kendisi Allah'ın rahmetinden kovulduğu gibi, onları da kovdurmuştu. Allah'ın emrine karşı geldiği için O'nun rahmetinden kovulan Şeytan Yüce Allah'a şöyle der: «Yâ Rabbi, Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir grubu kendime çekip onları behemehal saptıracağım." Yani kullarına çeşitli vesveseler vermek suretiyle, onları sana ibadet ettirmeyeceğim ve onlar sana muhalefet edip, bana tâbi olacaklardır. Hakikaten şeytan dediğini yapar, insanlardan bir çoğunu hak yoldan alıkoyar, Allah'a isyan ettirir, kendisine tabi kılar. Kâfirler, müşrikler Allah'a isyan edenler bu zümredendir. Onlar Allah'ın düşmanı şeytanın dostu olmuşlardır. Allahü teâlâ mutlaka düşmanlarından intikamını alacaktır.

İmam-ı Mukatil şöyle demiştir: «Kıyamet günü bin kişiden bir kişi cennete girer, dokuz yüz doksan dokuz kişi de şeytanla birlikte cehenneme gider. İşte onlar şeytanın arkadaşlarıdırlar.» Bu dünyada ona uyanlar âhirette de onunla beraber olacaklardır.

119

«Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar. Onlara muhakkak emredeceğim de, Allah'ın yarattığını değiştirecekler dedi. Allah'ı bırakip şeytanı dost edinen kimse şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.»

Şeytan, Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmediği için Yüce Allah'ın emrine karşı gelmiş ve ilâhî rahmetten kovulmuştur. Âdem'e secde etmediği için ilâhi rahmetten kovulan şeytan, Âdem'in zürriyetinin de kendisi gibi, ilâhi rahmetten kovulmasını istiyordu. Bunun için de Yüce Mevlâ'dan dünyanın sonuna kadar mühlet istemişti. Allahü teâlâ da onun isteğini kabul etti. Şeytanın isteği kabul edildikten sonra Yüce Allah'a şöyle dedi: «O insanları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım. Bunları doğru yoldan ve hakka tâbi olmaktan alıkoyacağım. Onlara hakkı unutturup, bâtılı hatırlatacağım. Cennetin, cehennemin, öldükten sonra dirilmenin olmadığını onlara söyleyeceğim ve onları yalanlayacağım. Onları sana ibadet ettirmeyeceğim ve putları için kurbanlar kestireceğim.» Müşrikler putları için kesmiş oldukları kurbanların kulaklarını daha önce yararlar, öyle keserlerdi. Bunun izahı Mâide Sûresinde gelecektir. Şeytan kendisine tâbi olanlara yaptıracaklarını saymaya devam ediyor ve şöyle diyor: «Bana tâbi olanlara Allahü teâlâ'nın yarattığı şeyleri değiştirteceğinı, helâle haram, harama helâl dedirteceğim. Onları güneşe, aya, yıldızlara, ağaçlara, denize, taşlara, hayvanlara taptıracağım.» Görülüyor ki, şeytan insanları hak yoldan alıkoymak için her şeye baş vuruyor. Çeşitli vesveselerle Allah'a kulluktan alıkoyuyor. Onun bütün arzusu Âdem (aleyhisselâm)'in soyundan gelen bütün insanları Allah'a secde ettirmemektir. Bunun için de çeşitli tuzaklar kurmaktadır. Maalesef insanların birçoğu da, onun kurmuş olduğu tuzağa düşmüştür.

Kimisini kibirlendirip, gururlandırmak suretiyle, kimine helâli haranı, haramı helâl göstermekle, kimini putlara taptırmakla, kimini nefsine köle ederek, kimini ibadetten alıkoyarak, kimine dünyayı güzel göstererek, kimine makam ve şöhret hırsı vererek, velhâsıl her insanın durumuna göre tuzak kurmak suretiyle onları Allah'a kulluktan alıkoymuş, kendisine tâbi etmiştir. Mü’minler Allah'ın emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçıp, Peygamberin yolundan gitmedikçe şeytanın iğvalarından kurtulamazlar. Her kim şeytanın bu iğvalarını bildikten sonra Allah'ın dostluğunu bırakıp da, şeytanı dost edinirse hakkı bırakıp, bâtıla daldığı için şüphesiz dünyada da, âhirette de en büyük ziyana uğramıştır. Allah'ın emirlerini terk edip, yasaklarını yapanlar şeytanın dostudurlar. Allah'ın emirlerini terk edenler şeytanı sevindirmişlerdir.

120

«Şeytan onlara vaad eder. Onlan olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine vaad ettikleri aldatmaktan başka bir şey değildir.»

Şeytan insanları boş emellerle oyalar, kendilerine dünyalık vaad eder. Mal-mülk biriktirmesini emreder, kalplere fitne sokarak ibadetin boş olduğunu söyletir. Zamammızdaki insanların birçoğu böyledir, ibadetten tamamen habersizdir. Yahut ibadetini yarımyamalak yapmaktadır. Halbuki menfaata gelince dünyaları kaplamaya çalışır. Kazandığı malın zekâtım, sadakasını vermez. Allah yolunda harcamaya yanaşmaz. Şeytan, Allah yolunda tasaddukta bulunursan, fakir düşersin diye onu korkutur. Malının zekâtını vermekten ve Allah yolunda tasadduk etmekten onu ahkoyar. Fakat gayr-i meşru yerlerde harcamaya gelince hiç gözünü kırpmadan harcar. Çünkü şeytan gayr-i meşru yerlerde servet harcamayı ona şirin göstermiştir. İşte bunlar hep şeytanın iğvasıdir ve aldatmacasıdir. Şeytan insanı Allah'a kulluktan alıkoyduğu gibi, hayır ve hasenattan da ahkoyar. Namazdan, zekâttan, hacca gitmekten de vazgeçirtir. Hısım akrabayı unutturur, sıla-i rahmi terk ettirir. Mala karşı hırsı ve tamahı arttırır.

İçinde bulunduğumuz asrın insanına baktığımız zaman çoğunluğun bu vasıfları taşıdığını görürüz. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Şeytanın kendilerine vaad ettikleri aldatmaktan başka bir şey değildir. Onlar mutlaka bize döndürüleceklerdir. Onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır onlar.»

121

«Onların varacağı yer cehennemdir. Oradan kaçacakları bir yer de bulamayacaklardır onlar.»

Allahü teâlâ'nın emirlerine riayet etmeyenler dünyada da, âhirette de en büyük zarara uğrayacaklardır. Onlar Allah'a döndürüldükleri zaman her şeyin boş olduğunu anlayacaklar, ama iş işten geçmiş olacaktır. Çünkü onları Allah'ın azabından kurtaracak, Allah'tan başka hiç bir varlık yoktur. İşte o zaman her şeyin boş olduğunu anlayacaklardır. O zaman dost edindikleri şeytan onlara şöyle diyecektir: «Bana niçin tâbi oldunuz? Elimde bir delilim yoktu, şimdi çekin cezanızı» deyip, onlardan kaçacaktır.

Yüce Allah şeytana uyanların vasıflarını ve kıyamet günü görecekleri cezaları bildirdikten sonra, kendisine iman edip, amel-i Salih yapanların nail olacakları mükâfatları âyet-i celîlesinde şöyle beyan buyuruyor:

122

«iman edip, salih ameller işleyenlere gelince, biz onları anlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir vaadi. Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?»

Bu âyet-i celile iman edenlere verilecek mükâfatı bildirmektedir. Allah'ın vahdaniyetini tasdik edip, Peygamberine ve Kur'an'a iman edenleri, içindeki emirleri yerine getirip, yasaklarından kaçınanları ve salih amel işleyenleri Allahü teâlâ altından ırmaklar akan cennetlerine koyacaktır. Allah'a iman edip, emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçınan kullarına Yüce Allah cennetini vaad ediyor. Köşklerinin altından ırmaklar akan cennetleri iman edip, salih amel işleyen kullarına hazırlamıştır Yüce Mevlâ. Cennetin köşklerinin altından dört çeşit ırmak akar. Berrak sudan ırmaklar akar, sütten ırmaklar akar, bal şerbetinden ırmaklar akar ve baldan ırmaklar akar. Cennete girenler bunların hangisini dilerlerse ondan içerler. Cennete girenler bir daha oradan çıkmayacaklar, ebedî olarak kalacaklardır. Cennetin nimetleri dünya nimetleri gibi geçici değildir. Aklı olanlar dünya nimetleri peşinde koşup, ebedi olan nimetleri terk etmemelidirler. Geçici nimetleri bırakıp, ebedi nimetleri elde etmeye bakmalıdırlar. Bütün bu nimetler, Allah'a ve Resulüne iman adenler, emirlerini yerine getirenler, onların dostluğunu kazananlar içindir. Herkesin eline iradesi verilmiştir. Dileyen cenneti, dileyen de cehennemi kazanır. Şeytanın en büyük arzusu insanları hak yoldan alıkoymak, onları cennet nimetinden mahrum etmektir. Şeytana tâbi olanlar dünyada da, âhirette de helak olmuşlardır. Ona tâbi olmayanlar ise hidayeti bulmuşlardır.

123

«Ey mü’minler, Allah'ın bu vaad ve sevabına ne sizin kuruntunuzla, ne de kitap ehli olanların kuruntularıyla kavuşulabilir. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür. Ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost bulabilir, ne de bir yardımcı.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yahudiler ve Hıristiyanlar «Cennete bizden başkası giremez, ancak biz gireceğiz» demişlerdi. Mü’minlerden bazıları da «Biz Müslüman olduk, yapmış olduğumuz günahlardan bize bir zarar olmaz, Peygamberimiz bizi kurtarır» şeklinde konuşmuşlardı. Kitap ehlinin de, mü’minlerin de arzularının boş olduğunu Allahü teâlâ şöyle beyan ediyor: «Ey mü’minler, Allah'ın bu vaad ve sevabına ne sizin kuruntularınızla, ne de kitap ehlinin kuruntularıyla kavuşulabilir. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını görür. Ve kendisine Allah'tan başka ne bir dost bulunabilir, ne de bir yardımcı.» Ey mü’minler, Allah'ın bu vaad ve sevabına, ancak Allah'a iman edip, amel-i salih yapmakla ulaşılır. Boş arzularla asla ulaşılamaz. Kim kötü bir iş yaparsa cezasını mutlaka görecektir. Hiçbir kötü amel karşılıksız kalmayacaktır. Cennete de, ancak Allah'a ve Resûlü'ne iman edip, salih amel işleyenler girerler, onlardan başkası asla cennete giremez. Çünkü cennet iman ehli için hazırlanmıştır.

Bu âyet-i celilede insanların günahlardan temizlenmesi ve kurtuluşa ermesi için de işaret vardır. Ebû Bekir (radıyallahü anh) Peygamberimize «Mü’minlerin kurtuluşu nasıl olur?» diye sorduğunda, Peygamberimiz «Sen hasta olmadın mı? Sana bir musibet isabet etmedi mi? Veya sana şiddetli bir rüzgâr da mı dokunmadı? işte bunlar senin günahının keffaretidir. Mü’mine isabet eden her musibet, hatta ayağına batan bir diken bile, onun günahlarına keffarettir» buyurmuştur. Eğer bir mü’min, kendisine isabet eden bir musibetten dolayı Allah'a hamd ederse, o musibetlerin tamamı günahlarına keffaret olur. Bu, Allahü teâlâ'nın mü’min kullarına bir ihsanıdır.

Allah'a ve Resulüne iman etmeyip, kâfir olanlar, kendilerine Allah'tan başka bir yardımcı, bir dost bulamadıkları gibi, Allah'ın azabından kendilerini kurtaracak kimse de bulamazlar. Onlar küfürlerinin cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir.

124

«Erkek veya kadından, kim de mü’min olarak ameli salih yaparsa, işte onlar cennete girerler. Ve kendilerine zerre kadar zulmedilmez.»

Ey mü’minler, erkek olsun, kadın olsun, her kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerini yerine getirir, yasaklarından kaçar ve amel-i salih de işlerse şüphesiz cennete girer. Onların yapmış oldukları amellerden zerre kadar bir şey eksilmez. Zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir. Zira Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Kendilerine zerre kadar zulmedilmez.» Yapılan amel az olsun, çok olsun sahibi mutlaka karşılığını görecektir. Hiçbir amel karşılıksız bırakılmayacaktır.

125

«İyilik yaparak kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in tevhid dinine uymuş olan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir Allah İbrahim'i dost edinmiştir.»

Allah'ın rızasını kazanmak için iyilik yaparak, kendini Allah'a teslim edip, İslâm dinini kabul eden kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Zira Allah katında en son ve en makbul olan din İslâm'dır. İslâm'dan başka hiçbir din Allah katında geçerli değildir. Çünkü İslâm tevhid dinidir. Bütün peygamberler de, Hazret-i İbrahim de tevhid dini üzeredirler. Yüce Allah, Hazret-i İbrahim'i kendisine dost edinmiştir. Allahü teâlâ'nın Hazret-i İbrahim'i kendisine dost edinmesinin sebebi şudur: O zayıfları, yoksulları, kimsesizleri, yetimleri ve fakirleri yedirir, giydirirdi. Onlara yardım eder ve gözetirdi. Bir defasında elinde yeteri kadar yiyecek kalmamış, Mısır'da bulunan bir dostuna, ödünç zahire almak üzere develerle birlikte hizmetçilerini göndermişti. Hizmetçiler Mısır'a varırlar, İbrahim (aleyhisselâm)'in dostunu bulurlar ve durumu kendisine anlatırlar. Adam, elindeki zahirenin mahsul çıkıncaya kadar yetmeyeceğini bahane eder ve bir şey vermez. Onlar da elleri boş geri dönmek zorunda kalırlar. Mısır'dan elleri boş çıkan Hazret-i İbrahim'in adamları halkın dedikodusundan çekindikleri için, İbrahim (aleyhisselâm)'in huzuruna böylece gelmek istemezler ve yolda gelirken boş çuvalları ince kum ile doldururlar ve develere yüklerler. Böylece İbrahim (aleyhisselâm)'in makamına gelirler, develerini yıkarlar, üzüntülerinden her biri bir yere gider. İçlerinden biri gelip durumu Hazret-i ibrahim'e bildirir. İbrahim (aleyhisselâm) buna çok üzülür, evine gelir ve yatar. Uykuda iken cariyeleri kapıda dolu olan çuvallardan birini açarlar, içinden bir miktar un alırlar ve ekmek yaparlar. Hazret-i İbrahim uykudan uyandıktan sonra, ona bir sofra hazırlarlar, İbrahim (aleyhisselâm) bu duruma şaşırır ve unun nereden alındığım sorar. Onlar da «dostunuzdan gelen çuvallardan aldık» derler. O zaman Hazret-i İbrahim onlara «Bu Mısır'daki dostumuzdan değil, gerçek dostumuzdandır» cevabını verir. Gerçekten Allahü teâlâ, onu dost tutunmuştur. Allah'ın rızasını kazanmak için infak edenler, yoksulları gözetenler, salih amel işleyenler, Yüce Allah tarafından böyle mükâfatlandırılır. Allahü teâlâ, kendisine itaat eden kullarını hiçbir zaman mahrum bırakmaz. Onlara ummadıkları yerden rızıklar halk eder. Yeter ki kul, Allah'ına tam manâsıyla teslim olsun, O'nun ipine sımsıkı sarılsın.

Yüce Allah'ın Hazret-i İbrahim'i dost edinmesinin sebeplerinden biri de şudur: Meleklerden bir kısmı, insan suretine girip İbrahim (aleyhisselâm)'e misafir olurlar. İbrahim (aleyhisselâm), misafirleri için semiz bir hayvan keser ve etini kendilerine ikram eder. Ancak onlar bu ikramı kabul etmezler. İbrahim (aleyhisselâm) sebebini sorar. Misafirler «Biz parasını vermediğimiz bir şeyi yemeyiz» derler. Hazret-i İbrahim, onlara «Bunun parası yemeğe başlarken demenizdir» der bitirdikten sonra da İbrahim (aleyhisselâm)'den bu sözleri duyan melekler birbirine «Bu zat Allah'ın dostluğuna lâyıktır» derler. Sonra Hazret-i İbrahim'in huzurundan ayrılıp giderler.

İbrahim (aleyhisselâm)'in Allah'a dostluğunun bir sebebi de şudur: Kâfirlerin reisleri gelip İbrahim (aleyhisselâm)'e misafir olurlar. İbrahim (aleyhisselâm), onlara görülmemiş bir şekilde iltifat ve ikramda bulunur. Onlar bu ikram karşısında şaşırıp kalırlar, yaptıklarına mahcup olurlar ve Hazret-i İbrahim'e şöyle derler: «Bizim görebileceğimiz herhangi bir ihtiyacın var mı? Şayet böyle bir ihtiyacın varsa derhal yapahm.» Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm) onlara asil bir cevap verir: «Evet sizden bir isteğim var. Bir def acık olsun başınızı yere koyun, Allah'a secde edin» der. Onlar bu istek karşısında derhal secdeye kapanırlar. Bu sırada Hazret-i İbrahim ellerini kaldırır: «Ey Rabbim, ben elimden geleni yaptım sana secde ettirdim, bunlara lâyık olanı ver» diye dua eder. Allah onların gönlüne hidayet verir, küfürden kurtarır. Böylece onlar Hazret-i İbrahim'in duasıyla imana gelir ve tevhid dinine girerler. Hazret-i İbrahim'in onlara yapmış olduğu ikram, onların imana gelmesine sebep, kendisinin de, Allah'ın dostluğunu kazanmasına vasıta olur.

Hazret-i Cabir, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle söylediğini rivayet etmiştir: «Allahü teâlâ Hazret-i İbrahim'i üç şeyden dolayı dost edinmiştir: 1- Hazret-i İbrahim herkese ikram ettiği, yani cömert olduğu için. 2- Gördüğü herkese selâm verdiği için. 3- Geceleyin herkes uykuya daldığı zaman kalkıp ibadet ettiği için.» Her kimde bu üç özellik bulunursa Allah'ın dostluğunu kazanmış olur. Allah'ın dostluğunu kazanmak bunlara için riayet etmek gerekir.

126

“Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır.”

Göklerde, yerlerde ve bunların içinde ne varsa hepsi Allah'ın mahlûkudur. Bunlar Allah'ın hükmüne râm olmuşlardır. Yerlerde ve göklerde olanların hepsi Allah'ın kudretiyle ve ilmiyle meydana gelmiştir. Hiçbir varlık Allah’ın ilminden hariç değildir. Yüce Mevla’nınilmi bunların hepsini ihata etmiştir.

127

«Bir de kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki: "Onlara dair fetvayı size Allah veriyor. Kendilerine farz kılınan mirası vernediğiniz nikahlamalarını de beğenip yetim kızlar hakkında, mağdur çocuklar hakkında ve yetimlere insafla bakmanız hakkında sizlere kitapta okunan âyetler var. Hayır olarak yapacağınız işi Allah hakkıyla bilicidir."»

Yâ Muhammed onlar kadınlara mirasın verilip verilmeyeceği hususunda fetvâ isterler. Araplar savaşa gitmeyen çocuklara ve kadınlara miras vermezlerdi. Onları koruyan, bakan ve muhafaza eden biziz diyerek, , savaş ganimetinden ve mirastan mahrum ederlerdi. Yüce Allah sizin üzerinize okunan Kur'an'da onlar hakkındaki hükümleri ve mirası beyan etmiştir. Onlara dair fetvayı size Allah veriyor.

Yetimlerin hakkı olan mirası vermediğiniz gibi, yetim kızlarıda beğenip nikahlamazsınız. Küçük çocuklara ve yetimlere adaletle davranmanız hususunda size Kur'an'da âyetler indirilmiştir. Allah, onlar hakkındaki hükümlerini size beyan etmiştir.

Ma’mer bin İbrahim'in rivayetine göre, bir zat yetim bir kız çocuğunu himayesine almıştı. Kızcağızın babasından kalma çok malı vardı. Ancak yüzü çirkin olduğu için himayesinde bulunduğu adam, onunla evlenmek istemiyor, malından dolayı da başkasına vermiyordu. İbrahim devam ediyor: «Hazret-i Ömer bir genelge yayınlayarak kimin yanında yetim kız varsa onunla evlenmesini emretti.» Bu, yetim kızların şunun - bunun elinde mağdur olmamaları için Hazret-i Ömer tarafından alınan bir tedbirdi. İslâm, yetimleri, fakirleri, yoksulları, kimsesizleri korumayı emreder. Her kim hayır veya şerden bir şey yaparsa Allah onu bilir ve kıyamet günü karşılığını verir. Yüce Allah, kadınlar, çocuklar ve yetim kızlar hakkında adaletle hükmetmeyi, onlara zulmetmemeyi emreder, miraslarının kendilerine verilmesini ferman buyurur.

Bu âyet-i celîle iki hükmü beyan eder: 1- Kız çocuğunun babasından ve dedesinden başkası da, erginlik çağına geldikten sonra onu evlendirebilir. 2- Yetim kızları himayesine alıp bakanlar, onlarla evlenebilirler. Yani onlarla evlenmelerinde bir sakınca yoktur. İslâm'dan önce Araplar kendi himâyelerindeki yetim kızlarla evlenmezlerdi.

128

«Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığmdan endişe ederse anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bîr mahzur yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.»

«Kadın, kocasının kendini üstün tutup, beğenmemesinden, serkeşlik yapmasından veya kocasının kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendilerine bir vebal, bir günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır. Anlaşmak suretiyle aralarındaki geçimsizliği gidermek kendileri için daha hayırlıdır.

Bu âyeti celîle Muhammed ibn Müslime'nin kızı ile kocası Said ibn Zebir hakkında nazil olmuştur. Müslime'nin kızı genç ve güzeldir. Zebir onunla evlenir. Aradan yıllar geçer, kızın eski gençliği ve güzelliği kalmaz. Zebir bunun üzerine başka bir kadın alacağına yemin eder ve alır. Zebir daha ziyade yeni hanımı ile meşgul olur, Müslime'nin kızma bakmaz, onunla ilgilenmez ve ondan yüz çevirir. Kadın bir müddet sabreder, bakar ki değişiklik yok, gelip kocasını Peygamberimize şikâyet eder. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve şöyle buyurulur: «Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığmdan endişe ederse anlaşma yoluyla aralarını bulmalarında kendileri için bir mahzur yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.»

Bazı sebepler yüzünden geçinemeyen karı - kocayı barıştırmak, onların arasını bulmak Yüce Allah'ın emridir. Basit sebepler yüzünden karı - kocanın ayrılmasını İslâm hoş görmüyor. Her ikisinin de birbirine karşı sevgi - muhabbet ve hoşgörü ile davranmasını emrediyor. Kadın kocasının yapamayacağı şeyleri ondan beklememelidir. Kocasını müşkül durumda bırakmamalıdır. Giyim - kuşamda, yeme - içmede ve ev idaresinde kocasının gelirine göre hareket etmelidir. Koca da, hanımını küçük görmemeli, onun her türlü ihtiyacım karşilamalı, şayet iki evli ise aralarında ayrım yapmamalı ve İslâm'ın emrettiği şekilde hareket etmelidir.

Kadınlar yaratılış itibariyle daima kocalarıyla beraber olmak isterler, araya başka bir kadının girmesini asla arzu etmezler. Onlar bu hususta çok kıskançtırlar. Allahü teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Nefisler kıskançlığa meyyaldir. Eğer iyi davranır ve haksızlıktan sakınırsanız bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.» Şayet birbirinize iyi davranır, aranızdaki kırgınlığı giderir ve birbirinize karşı yapacağınız haksızlıktan sakınırsanız Allah gönüllerinize muhabbet ve huzur verir, sizi dünya ve âhiret saadetine nail eder. Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır.

129

«Kadınlar arasında adalet etmenize ne kadar hırs gösterseniz, asla güç yetiremezsiniz. Bari büsbütün meyledip de ötekini askılı gibi bırakmayın. Eğer kendinizi iyi kullanır, haksızlıktan sakınırsanız şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.»

Ey mü’minler, kadınlar arasında adalet hususunda ne kadar hırs gösterirseniz gösterin, buna asla gücünüz yetmez. Bunu hakkıyle yapamazsınız. Yani kadınlar arasında adaleti tam mânasiyle yapamazsmız. Onlardan birine meyledip, diğerini hepten boşlamaym, onu başı boş gibi bırakmayın. Nafaka ve taksimde her ikisini de aynı tutun. Aralarında ayrıcalık yapmayın. Eğer kendinizi iyi kullanır, onlara haksızlık etmekten sakınırsanız şüphe yok ki, Allah hatalarınızı bağışlar, günahlarınızı affeder. Zira Yüce Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Peygamberimiz, her kimin iki hanımı ölür da, bunlardan birine meyleder, diğerini ihmal ederse kıyamet günü, onun bir yanı düşük olarak mahşer yerine gelir.» Görülüyor ki, hanımları arasında adaletle hareket etmeyenlerin kıyamet günü mahşer yerine getirilişleri bile başka. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) hanımları arasında son derece adaletli davranır, onların hiçbirini ihmal etmez ve şöyle derdi: «Allah'ım, benim elimden gelen budur, Sen her şeye mâliksin, ben mâlik değilim. Belki muhabbette onları eşit tutamam, bundan dolayı beni mes'ul tutma.». Hazret-i Peygamber hanımları arasında son derece adaletli davranmasına rağmen, yine de onlardan birine fazla muhabbet beslemesinden korktuğundan dolayı «Bundan beni mes'ul tutma» diye Allahü teâlâ'ya dua ediyordu. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber böyle dua ederse insanların durumunu düşünün. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Eğer kendinizi iyi kullanır, haksızlıktan da sakınırsanız şüphe yok ki, Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.»

130

«Karı koca boşanarak birbirlerinden ayrılırlarsa Allah her birini nimetinin genişliği ile yoksulluktan beri kılar. O, hükmeden hikmet sahibidir.»

Şayet karı - koca anlaşamayıp, boşanırlarsa, Allah herbirini nimetinin genişliği ile yoksulluktan beri kılar. Rızıklarını bol eder. Zira Allahü teâlâ bütün yaratmış olduğu mahlûkatın rızkını verendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Kullarına lâyık olduklarını verir. O'nun hükmüne kimse mani olamaz.

131

«Gökte olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. Yemin olsun ki biz senden önce kendilerine kitap verilenlere de, size de hep Allah'tan korkun diye tavsiye ettik. İnkâr ederseniz bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Hamd ve sena O'nadır.»

Ey insanlar, yerde gökte ne varsa hepsi Allah'ındır. Kimsenin O'nun mülkünde bir ortaklığı yoktur. Allahü teâlâ Ahirzaman Peygamberine de, ondan önce kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hıristiyan'lara da, kendinden korkmaları için tavsiyede bulunmuştur. Yani Allah'ın birliğini tasdik edip, iman etmeleri ve emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçmaları için onlara tavsiyede bulunmuştur. Ancak Allah'ın birliğini kabul edip, yasaklarından kaçıp, emirlerine itaat edenler O'ndan korkarlar. Eğer Allah'ın birliğini kabul edip, ahkâmını tasdik ettikten sonra inkâr ederseniz, Allah'ın zâtından ve mülkünden hiçbir şey eksiltemezsiniz. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O, hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey O'na muhtaçtır. Yüce Allah bütün noksan sıfatlardan beridir. O'nun bütün fiilleri hikmet üzeredir. Boşuna hiçbir şey yaratmamıştır ve her yarattığının bir hikmeti vardır. O hikmeti insanlar anlayamazlar.

132

«Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır, Vekil olarak Allah yeter.»

Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ın mülküdür ve hepsinin mâliki O'dur. Gökleri, yeri ve bunlarda olanların hepsini tanzim eden, yerli yerine koyan, sevk ve idare eden, besleyen O'dur. O, yarattıklarına muhtaç değildir, onların ibadetlerine de ihtiyacı yoktur. Fakat yarattıkları O'na muhtaçtır. Kul ibadet yaparsa mükâfatını, yapmazsa cezasını görür. Çünkü ibadetler Allah'ın vermiş olduğu nimetlere şükürdür. Zira Allah bütün nimetleri kulları için yaratmıştır. Elbette kulun bu nimetlere karşı şükretmesi gerekir. Bu bakımdan ibadet yapan da kendisine yapar, küfreden de kendisine yapar.

133

«Ey insanlar, O dilerse sizi yok eder de yerinize başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir.»

Ey kâfirler ve münafıklar, siz Allah'a iman ve ibadetten yüz çevirmişsinizdir. Sizin yapmış olduğunuz küfre karşı eğer Allahü teâlâ dileseydi, sizi helak eder, yerinize kendisine iman eden bir kavmi getirirdi. Yüce Allah, sizi helak edip yerinize başka bir millet getirmeye kadirdir. Fakat sizin bunca küfür ve isyanlarınıza karşı bunu yapmamıştır.

Bu âyet-i celilede, büyüklere, hâkimlere, kadılara, reislere, ilim sahiplerine tenbih ve tahfif vardır. Şöyle ki: Bunların emri altındakilere adaletle hükmetmeleri ve âlimlerin ilmiyle amel edip, halkı irşad etmeleri için tenbih, bunları yapmadıkları takdirde, Yüce Allah'ın onları giderip yerlerine kulları arasında adaletle hükmeden ve ilmiyle amel edip, halkı irşâd eden âlimler getireceğine de tahfif vardır. Yani Yüce Allah görevlerini yapmadıkları takdirde kendilerini helak edeceğini bildirmektedir. Allahü teâlâ bunların hepsine kadirdir.

134

«Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır. Allah söylenenleri işitici ve yapılanları görücüdür.»

Dünya nimetlerini elde etmek isteyenler bilsinler ki, dünyanın nimetleri de, âhiretin mükâfatları da Allah'ın katındadır. Yaratmış olduğu varlıkların rızkını veren O'dur. Yine âhirette de onları mükâfatlandıracak ve mücâzatlandıracak olan O'dur. Allah'tan başka rızık verecek olan da mükâfatlandıracak olan da, cezalandıracak olan da yoktur. Buna kimsenin gücü yetmez.

Bazılarına göre bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Müşrikler «Bizi yaratan ve rızıklandıran Allahtır» demişler, buna rağmen âhireti inkâr etmişlerdi. Yüce Allah onların durumlarını haber verip şöyle buyurmuştur: «Kim dünya mükâfatını isterse bilsin ki dünyanın da, âhiretin de mükâfatı Allah'ın katındadır.»

Allahü teâlâ âhireti isteyenlere âhireti, dünyayı isteyenlere de dünyayı verir. Herkese dilediğini ihsan eder, dünyâyı isteyip de, âhireti unutanlar, âhiretin nimetlerinden mahrum olurlar.

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: Cehennemde bir dere vardır ki, cehennem her gün ondan Allah'a sığınır. O dere halka gösteriş için Kur'an okuyanların cezalandırılacağı yerdir. Gösteriş için Kur'an okuyanların, va'z u nasihat edenlerin cehennemde gidecekleri yer orasıdır. Görülüyor ki, Allah rızası için yapılmayan hiçbir ibadetin faydası yoktur. Ancak Allah rızası için yapılan ibadetlerin, okunan Kur'an'ların ve sadakaların faydası vardır. Yüce Allah söylenenleri işitici, yapılanları görücüdür. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz, kullarının niyetlerine göre mükâfat ve mücazat verir.

135

«Ey iman edenler, kendiniz, ana - babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa Allah için şahid olarak adaleti gözetin. İster zengin, ister fakir olsun, onları Allah'ın korumasa daha uygundur. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer doğru söylemekte dilinizi bükerseniz veya şahidlikten yüz çevirirseniz kat'iyetle bilin ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»

Ey iman edenler, sizin, ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahid olarak adaleti gözetin, daima adalet üzere olun ve hakkı söyleyin. Şahidliğinizi de Allah için yapın. Şahidlik yaptığınız kişiler ister zengin olsun, ister fakir olsun hakkı söylemekten asla ayrılmayın. Zenginlere meyledip, fakirlerin aleyhine şahidlik yapmayın, şahidlik hususunda adaletten asla ayrılmayın. Yüce Allah onların hâlini sizden daha iyi bilir. Sizin onları veya onlardan birini korumanızdan Allah'ın koruması daha iyidir. Ey iman sahipleri, yapacağınız şahidlik ister kendi aleyhinize, ister ana-babanızın aleyhine, ister yakınlarınızın aleyhine olsun asla taraf tutmayın. Hak ne ise onu söyleyin ve şahidlik hususunda Allah'tan korkun. Adaletinizde ve şahidliğinizde haktan ayrılarak nefsinize uymayın. Eğer doğru söylemez veya şahidlikten yüz çevirirseniz, yani bildiğinizi gizlerseniz hiç şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Sizin bildiklerinizi, gizlediğinizi, doğruyu konuşup konuşmadığınızı bilir, kıyamet günü ona göre mükâfat ve mücazatmızı verir.

Bu âyet-i celile şahidlerin mahkemede doğru söylemelerini, bildiklerini gizlememelerini, zengin-fakir, ana-baba, hısım-akraba ayırmadan hakkı söylemelerini emretmektedir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) «Allah'a ve âhiret gününe inananlar şahitliği doğru yapsınlar, bildiklerini dosdoğru söylesinler, kimin üzerinde bir hak varsa onu sahibine versinler. Onu inkâr ederek hak sahibini kadıya, sultana, mahkemeye düşürüp ona zahmet vermesinler» buyurmuştur.

136

«Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, peygamberine indirdiği Kitaba ve daha önce indirdiği Kitaba inanın. Kim Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kâ'boğulları kabilesinden Abdullah İbni Selâm ile Esad ve arkadaşları Salebe İbni Kays Peygamberimize gelirler ve «Ey Allah'ın Resulü, biz sana ve sana indirilen kitaba, Musa'ya indirilen Tevrat'a ve Üzeyr'e inanıp da, bunlardan başka peygamberleri ve kitapları inkâr mı edelim?» derler. Peygamberimiz de onlara «Allah'a, Muhammed'e ve Muhammed üzerine indirilen kitaba ve ondan önce indirilen kitaplara da iman edin» buyurur. Allahü teâlâ da bu âyetini inzal ederek Peygamberini tasdik edip, şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaba inanın.» Bu âyet-i celîleler iman esaslarını bildirmektedir.

Bazılarına göre bu hitap bütün mü’m ini eredir. Bundan maksat imanınız üzere sabit olun. Peygamberinizi ve ona inen kitabı tasdik edin. İmanınızı sağlam tutun ve onu zedeleyecek şeylerden kaçının. Her kim Allah'ı, meleklerin, kitapların Allah tarafından gönderildiğini, peygamberlerin Allah'ın kulları ve elçileri olduğunu öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüş olur. Onlar küfürleri sebebiyle haktan uzaklaşıp, bâtıla sapmışlardır. Hakkı inkâr edenlerse mutlaka küfürlerinin cezasını göreceklerdir. Onlar hem dünyada, hem de âhirette Allah'ın gadabına uğrayacaklardır.

137

«Doğrusu inanıp, sonra inkâr edenler, sonra inanıp tekrar inkâr edenler, sonra da inkârları artmış olanları Allah bağışlamayacaktır. Onları doğru yola da eriştirmeyecektir.»

138

«Münafaklara, kendilerine elem verici bir azap olduğunu müjdele.»

Onlar, öyle kimselerdir ki, Musa'ya ve ona inen kitaba iman ederler de, buzağıya ve putlara tapmak suretiyle tekrar k,âfir olurlar. Sonra Hazret-i İsa'ya ve ona inen kitaba iman ederler, arkasından putlara taparak tekrar küfre dönerler. Musa'ya ve İsa'ya iman edenler kitaplarında son Peygamber Hazret-i Muhammed'in geleceğini okurlar ve ona iman ederler de, Peygamber olarak gönderildikten sonra onu kabul etmezler ve Kur'ân-ı Kerim'i de inkâr ederler. Hazret-i Peygamber'in mu'cizelerini gördükleri halde yine iman etmezler ve küfürlerini artırdıkça artırırlar. İşte o küfürlerini artırmış olanları Allahü teâlâ bağışlamayacaktır. Çünkü onlar küfürlerinden ve inkârlarından dönmemişlerdir.

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Onlar Musa'ya iman ettikten sonra tekrar imanlarından dönerek kâfir oldular. Tevrat'tan Hazret-i Muhammed'in geleceğini öğrenerek henüz dünyaya gelmeden ona iman etmişler ve Hazret-i Muhammed peygamber olduktan sonra, peygamberliğini kabul etmemişler, onun peygamberliğini inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Onlar Peygamberimizin mu'cizelerini ve Allah tarafından kendisine gönderilen kitabı inkâr etmekle küfürlerini artırdıkça artırmışlar ve küfürlerinden dönmemişlerdir. Allah onlar: asla bağışlayıcı değildir.» Çünkü onlar imanlarını terk edip, küfre dalmışlar ve küfürlerinden de kat'iyetle dönmemişlerdir. Yüce Allar imandan sonra tekrar kâfir olanları bağışlamaz. Ancak küfürder imana dönenleri bağışlar ve İslâm'ı kabul etmeden önce yapmış ol dukları hataları da, iman ettikleri için affeder. İmanları buna keffa ret olur. Şayet imandan sonra tekrar küfre dönerlerse, o ana kadar yapmış oldukları bütün ibadetler, hayır ve hasenat yok olur. Hatta böyle bir kimse imana girmeden önce yapmış olduğu hatalardan ve günahlardan da mes'ul olur. Zira küfür bütün iyilikleri ve ameller yok eder. Yüce Mevlâ onları doğru yola, hak yoluna iletmez ve on lan hidayete erdirmez. Onlar ebedi olarak cehennemde kalıcıdırlar Allahü teâlâ sevgili habibine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, münafıklara, kendileri için elem verici bir azap olduğunu müjdele.» Yüce Allah münafıklarla alay ettiği için «Onları müjdele» buyuruyor Onlar için çok elîm bir azap vardır. Münafıklar mutlaka nifaklarımı ve iki yüzlülüklerinin cezasını çok fazlasıyla göreceklerdir.

139

«Onlar mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinirler, izzeti onların yanında mı arıyorlar? Doğrusu kudret bütünüyle Allah'ındır,»

Münafıklar, mü’minleri bırakıp Yahudileri ve Hıristiyanları dost tutunuyorlar ve onlardan yardım bekliyorlardı. Yahudilerin ve Hıristiyanların Peygamber üzerine galip gelmeleri için de onlara gizlice yardımda bulunuyorlardı. Ve onların galip gelmeleri için dua ediyorlardı. Bilmiyorlardı ki, zafer de, nusret de Allah'tandır. Her şey Allahü teâlâ'nın dilemesiyle ve kudretiyle olur.

140

«O, size kitapta "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Mekke'li müşrikler inen Kur'an âyetleriyle alay ederlerdi. Akıllarınca inen âyetleri ve Müslümanları alaya alıyorlardı. Allahü teâlâ, Müslümanları onlarla bir arada bulunmaktan men edip şöyle buyurmuştur: «Ey mü’minler size kitapta "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiği ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir mevzua intikal edinceye kadar yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz" diye indirdi.» Kâfirler Mekke'de inen Kur'an âyetleriyle alay edip, inkâr ediyorlardı, îman edenlerin onların meclislerinde oturup kalkmaları men edilmiştir. Eğer siz onlarla bir arada oturup - kalkmaktan men edildikten sonra, tekrar onlarla oturur ve sözlerini dinlerseniz onların günahlarına ortak olursunuz. Yani günahta onlar gibi olursunuz.

Bu âyet-i celîlede şuna da işaret vardır: Her kim bir ma'siyet meclisinde oturur da, onların isyanlarına ve inkârlarına mâni olmazsa, o mecliste bulunanların işlemiş oldukları günaha ortak olur. Onların isyanlarına ve küfürlerine mâni olamayanlar günahlarına ortak olmamak için yanlarında oturmamaları ve onlardan uzak durmaları gerekir. İçki içenlerin ve kumar oynayanların yanında oturmak, gıybet konuşanları, yalan söyleyenleri ve din ile alay edenleri dinlemek, bunları işleyenlerle aynı günaha ortak olmaktır. Yanlarında bulunanlar da o masiyetleri işlemiş gibi günah kazanırlar.

İmam-ı Dahhâk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bir kimse Kur'an'da ve Hadîste olmayan bir şeyi ihdas ederse o bid'attır. Bid'at iki türlüdür. Biri bidat-ı hasene, güzel olan bid'at, diğeri ise bid'at-ı seyyiedir, yani kötü, zararlı olan bid'attır. Kötü olan bid'atı ihdas edenler kıyamete kadar onunla amel edenlerin işlemiş oldukları günaha ortak olurlar. Her kötü bid'at sahibi bu âyetin hükmüne dahildir.

Yüce Allah âyet-i celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemide toplayacaktır.»

141

«Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince "Sizinle beraber değil miydik" derler.»

Allahü teâlâ münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. Onlara orada çok elim bir azap vardır. Onlar dünyada da Allah'ın âyetleriyle alay etmek için bir araya toplanıyorlardı. Yani her ikisi de Allah'ın âyetleriyle alay ediyorlardı. Yüce Allah münafıkları kâfirlerden önce zikretmiştir. Çünkü onlar iki yüzlü, hâin ve şerli kimselerdir. Bunun için de âyette önce onlar zikredilmiştir. Ve onlar için şöyle buyuruluyor: Onlar hep sizi gözetleyip dururlar. Allah'tan size bir zafer gelince "sizinle beraber değil miydik?" derler. Halbuki münafıklar Müslümanların zafere ulaşmasını asla istemezler. Fakat Müslümanlar zaferi kazandı mı da hemen "Biz de sizinle beraberdik, savaşı beraber kazandık» diyerek ganimet talebinde bulunurlar.

Allahü teâlâ âyet-i celîlenin devamında onlar için şöyle buyuruyor:

«Kâfirlere zaferden bir pay düştüğü zaman da onlara: "Size üstünlük sağlayarak mü’minlerden korumadık mı?" derler. Kıyamet günü aranızda hüküm verecek Allah'tır. Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla fırsat vermeyecektir.»

Bu âyet-i celîlelerde Allahü teâlâ münafıkların durumlarını ve sıfatlarını beyan etmektedir. Şayet kâfirler Müslümanlara galip gelirse, o zaman «Size üstünlük sağlayarak, mü’minlerden sizi korumadık mı? Onların gizli hallerini size haber vermedik mi, onları sizinle savaşmaktan alıkoymadık mı?» derler. Bu söz ve hareketleriyle kâfirlere yaranmak isterler, onlardan medet umarlar ve böylece de küfürlerini açığa vururlar. Akıllarınca mü’minleri kandırmak için de iman ettiklerini söylerler. Yüce Allah kıyamet günü mü’minler münafıklar ve kâfirler arasında hüküm verecektir. Kimin iman edip etmediği o zaman meydana çıkacaktır. Mü’minler imanlarının mükâfatını, kâfirler ve münafıklar, küfür ve iki yüzlülüklerinin cezasını göreceklerdir.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'ye bu âyetin mânâsından sorarlar, derler ki: «Allahü teâlâ buyurdu ki: «Kâfirler mü’minler üzerine asla zafer ve nusret bulamazlar.» Halbuki kâfirler bize galip gelip, başımıza musallat oluyorlar, bu âyetin mânâsındaki hikmet nedir?» Hazret-i Ali «Kıyamet günü kâfirler mü’minlere musallat olamaz» cevabını verir.

142

«Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar. Oysa Allah, onlara aldatmanın ne olduğunu gösterecektir. Onlar namaza tenbel tenbel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı ancak birazcık hatıra getirirler.»

Yüce Allah bu âyet-i celilede de münafıkların durumunu açıklıyor. Onlar iman ettiklerini söyleyerek küfürlerini gizlerler. Akıllarınca güya Allahü teâlâ'yı aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını aldatamazlar. Ancak kendi nefislerini aldatırlar. Zira Yüce Allah onların yaptıklarının hepsinden haberdardır. Kıyamet günü onların fiillerine uygun cezayı verecektir, işte o zaman kimin aldatıldığı ortaya çıkacaktır. Allahü teâlâ mü’minlerin sırattan geçmeleri için nur ışığı ile kendilerini aydınlatacaktır. Mü’minler o nurun ışığında sıratı geçerler. Sonra aynı nuru münafıklara da verecektir, münafıklar nurun ışığında sırat köprüsüne doğru yürürken, Yüce Allah bir anda nurunu alacak, onları dehşetli bir karanlık içinde bırakacaktır. O karanlıkta bir adım bile yürüyemeyecekler ve oldukları yerde dona kalacaklardır. O zaman Allah tarafından kendilerine şöyle nida olunacaktır: «Bu sizin dünyada yaptıklarınızın cezasıdır, iman ettik diye mü’minleri aldatırdınız, şimdi çekin cezanızı. İşte bu sizin cezanızdır.» Onlar cezalanın çekmek üzere topluca cehennemin en aşağı tabakasına atılacaklardır.

Münafıkların bir sıfatı da, namaz kılmayışlarıdır. Kılanlar ise onu bir angarya gibi kabul ederler, sanki namaz onların üzerinde bir yükmüş gibi zorlanırlar. Yaptıkları ibadetleri, kıldıkları namazları Allah rızası için değil de, sadece insanlara gösteriş için yaparlar. Allah'ı zikretmezler, zikredenler de, namazda olduğu gibi gösteriş için yaparlar. Bunlar Allah'ın rızasını düşünmezler, sadece insanları aldatmak için göze girmeye çalışırlar. Gerçek mü'min bu sıfatlardan uzak olup, yaptığını sadece Allah rızası için yapmalıdır. Allah rızası için yapılmayan ibadetlerin, zikirlerin, namazların, hayırların, sadakaların, oruçların, okunan Kur'anların Allah indinde asla değeri yoktur.

143

«Onlar (küfür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlarladırlar, ne de bunlarla. Allah kimi şaşırtırsa asla ona bir yol bulamazsın.»

Münafıklar küfür ile iman arasında mütereddiddirler. Bu ikisi arasında bocalayıp dururlar. Ne halis mü’minlerdir ki, onların cemaatinde olsunlar ve ne de müşrikdirler ki, küfürlerini açığa vursunlar. Allah'ın hidayete erdirmediğini, hak yoldan uzaklaştırdığını sen asla hidayete erdiremezsin. Çünkü onların küfürleri hidayetlerine manidir. Bu bakımdan Allah onları saptırmıştır. Allah'ın saptırdığını kimse hidayete erdiremez.

144

«Ey iman edenler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinme yin. Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz.»

Ey iman edenler, siz mü’minleri bırakıp da, Allah'a isyan eden, şirk koşan ve inkâr eden kâfirleri dost edinmeyin. Onları dost tutmakla Allah'ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini ister misiniz? Eğer mü’minleri bırakır da, kâfirleri dost edinirseniz, Allah yardımını üzerinizden kaldırır. Onları dost edinmeniz Allah'ın azabına müstehak olmanıza vesiledir.

145

«Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için asla bir yardım edici de bulamazsın.»

146

«Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar ve dinlerine Allah için bağlananlar müstesnadır. Onlar, mü’minlerle beraberdirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.»

Bu âyet-i celîlelerde Allahü teâlâ, münafıkların cezası ile mü'minlerin mükâfatlarını bildiriyor. Yüce Mevlâ, insanlara amellerine göre mükâfat ve mücazat verir. Bu bakımdan münafıklar amellerinin karşılığı olarak cehennemin en alt tabakasına atılacaklardır. Onların cehennemdeki yeri kâfirlerinkinden daha aşağıdadır. Çünkü onlar kâfirlerden daha şerlidirler. Küfürlerini gizlerler, Müslüman olduklarını açıklarlar, sonra da din ile alay ederler. Kâfirler ise, küfürlerini gizlemezler, Müslümanlara karşı düşmanlıklarını açıktan yaparlar ve Müslümanları aldatmak için «Biz de Müslümanız» demezler. Müslümanlar da, onların açıktan açığa düşman olduklarını bilirler, ona göre tedbirlerini alırlar. Bu bakımdan onlara aldanmazlar. Fakat münafıklar böyle değildir, onlar içi başka, dışı başka oldukları için çoğu kez mü’minleri aldatmışlardır. Müslümanlar da, onları mü’min zannederek kendilerine güvenmişler, sırdaş olmuşlardır. Münafıklar ise, mü’min görünerek her fırsatta gerçek Müslümanları aldatmışlardır. Bundan dolayı onların cezası kâfirlerinkinden daha şiddetli ve daha elimdir. Onlar, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak kimseyi asla bulamazlar. Ancak yaptıkları nifaklara, kötülüklere tevbe edip, iman edenler, nefislerini ıslâh ederek amel-i salih yapanlar, İslâm dininin hak olduğunu kabul edip, Allah için ona bağlananlar, Allah'ın birliğini kabul edip, dinlerini dünyalık için değiştirmeyenler müstesnadır. İşte onlar mü’minlerle beraberdirler. Yüce Allah mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir. Allah'ın mükâfatı, rahmeti, affı ancak iman edenler için söz konusudur.

Bu âyet-i celile şunu da bildiriyor: Allah'ın yaratmış olduğu varlıklar arasında en şerlileri ve en şiddetli azaba uğrayacak olanlar münafıklardır. Çünkü Yüce Allah onlara cehennemin en aşağı tabakasını vaad etmiştir. Fakat dört şey ile de onların nifaktan kurtulacaklarını beyan etmiştir. Münafıkları nifaktan ve esfel-i safiline inmekten kurtaracak olan dört şey şunlardır: Hiç dönmemek şartıyla Allah'a tevbe etmek, ihlâsla amel etmek, nefisleri ıslâh ederek nifaktan dönmek, Allah'a iman ederek dinine bağlanmak. İşte o zaman mü’minlerle beraber olurlar. Allahü teâlâ onlar için «Mümin demedi, mü’minlerle beraber olurlar» buyurdu. Zira onların yapmış oldukları fiiller imanlarına ve Allah indindeki mükâfatlarına mani olduğu için «Mü’min» lâfzını kullanmadı.

147

«Eğer şükreder iman ederseniz Allah sizi niçin azaba uğratsın? Allah şükredenlerin mükâfatını verici, hakkıyla bilicidir.»

Ey mü’minler, eğer siz Allah'a iman eder, vermiş olduğu nimetlere şükredip, amel-i salih yaparsanız Allah niçin size azap etsin? Yüce Allah iman edenleri, vermiş olduğu nimetlerine şükredenleri, ihlâsla amel edenleri asla azaba uğratmaz. Onlar için büyük mükâfatlar hazırlamıştır. İhlâsla yapılan az amele çok sevap ve mükâfat verir. Gösteriş için yapılan amellerin ise hiçbirini kabul etmez, Allah alimdir iman edip, şükreden kullarını bilir, ona göre mükâfatını verir. Allah katında hiç kimsenin ameli asla zayi olmaz. Herkes niyetine göre amelinin karşılığını görür.

148

«Allah çirkin sözün alenen söylenmesini sevmez. Zulme uğrayanlar başka. Allah her şeyi işitici, hakkıyla bilicidir.»

Yüce Allah, kullarının çirkin söz söylemesini asla sevmez. Çünkü onları ahsen-i takvim üzere yani ahlâki bakımdan en üstün bir şekilde yaratmıştır. Dolayısıyla onların çirkin, gayr-i ahlâkî sözler sarf etmesini yasaklamıştır. Ancak bunlar içerisinde kendilerine zulmedilenler, zulmedenden şikâyetçi olup, haklarını arayabilirler. Onların aramalarında üzerlerine bir vebal yoktur. Fakat haklarını ararken karşı tarafa haksızlık yapmamak şartıyla hareket etmelidirler. Yüce Allah'ın, kullarının kötü söz söylemesini sevmemesi, onlara ne kadar değer verdiğinin bir alâmetidir. Ve onların şerefinin ne kadar yüksek olduğunun ifadesidir. Bu bakımdan Allahü teâlâ kullarının kötülük yapmalarına ve birbirlerine karşı çirkin söz söylemelerine asla razı değildir. Bu emri çiğneyenleri de elim bir azap ile cezalandıracaktır. Bu âyet-i celîle, mazlumun hakkını aramasına ruhsat yermektedir.

Bazıları bu âyet-i celîlenin şuna da işaret ettiğini söylemişlerdir: Misafiri konuk etmeyenleri, misafir zem ve tahkir eder. Çünkü misafir gittiği yerde Allah rızası için konuk edilir. Malından - mülkünden dolayı misafir edilmez. Bu bakımdan misafirin kendisini misafir etmeyenleri zemmetmesinde bir mahzur yoktur.

Bazı tefsirciler ise şöyle demişlerdir: «Bu söz mü’minler içindir. Onlar misafirlikte olsun, evde olsun Allah'ın vermiş olduğu nimetleri asla zemmedip, hakir göremezler. Allah'ın nimetlerini zemmetmek, O'na isyandır. Ancak misafir oldukları zaman kendilerini konuk etmeyenleri zemmedebilirler. Bunun sebebi ise, başkalarının bundan ibret alarak misafire hor bakmamalarını temin içindir. Yoksa onları küçük düşürmek için değildir. «Misafirlere Allah rızası için izzet ve ikram yapılır. Bu da, Allahü teâlâ’nın emridir. Allah'ın emirlerini yerine getirmemek ise, O'na isyandır.

Yüce Allah, semi' sıfatı ile muttasıftır. Mazlumun duasını işitici ve kabul edicidir. O, kullarının yapmış olduğu zikirleri, duaları ve bedduaları işitir. Alimdir, zâlimin zulmünü bilir, mazlumun hakkını asla onda bırakmaz, intikamını alır. Kimsenin hakkını kimsede bırakmaz, hiçbir zâlimin zulmü yanına kalmaz. Mutlaka rozasını görür.

149

«Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut fenalığı da affederseniz şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır. Her şeye hakkıyla kadirdir.»

Ey iman edenler, eğer siz bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz Veyahut size yapılan bir fenalığı, zulmü affederseniz, bu sizin için çok daha iyi, çok daha hayırlıdır. Zira Allahü teâlâ affedicidir, affedenleri sever ve bağışlar. Onların sevabını kat kat verir. O, herşeye hakkıyla kadirdir. Kullarının yapmış olduğu amellere göre, sevap ve ceza vermeye kadirdir. Yüce Allah, affa lâyık olan kullarını affeder, cezaya müstehak olan kullarını da cezalandırır. Kulun mükâfat ve mücazat görmesi kendi elindedir. Îman edip iyi işler yapanlar mükâfatını, küfredenler veya kötü işler işleyenler de mücazatını göreceklerdir.

150

«Allah'ı ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olan, bir de Allah ile peygamberinin arasını ayırmak isteyen, "kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyen ve böylece küfür ile iman arasında bir yol tutmak isteyenler,»

Şüphesiz onlar, Allahü teâlâ’nın vahdaniyetini ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Yani Allah'a ortak koşmuşlar, peygamberlerini de yalanlamışlardır. Onlardan bir kısmı peygamberlerden kimini kabul etmişler, kimini kabul etmemişlerdir. Yine onlardan bazıları da sadece Allah'a iman etmişler, peygamberleri kabul etmemişlerdir. Akıllarınca kendilerine göre bir yol tutmuşlardır. Oysa tuttukları yol ne Allah'ın yoludur ve ne de peygamberlerin gösterdiği bir yoldur. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «İşte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azap hazırlamışızdır.» Onların peygamberlerden ve kitaplardan bir kısmına inanmaları kendilerini küfürden kurtarmaz. Bir insan peygamberlerin ve kitapların tamamına inanmadıkça iman etmiş olmaz. Bunlardan birini inkâr, tamamını inkârdır. Yani bunların hepsine inanıp da birini bile inkâr ederse kâfir olur. Mü’min olabilmesi için Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlere ve kitaplara iman etmesi şarttır.

151

«işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azap hazırlamışızdır.»

Kâfirler ve Allah'a isyan edenler için hazırlanan azap, küfürlerinin ve inkârlarının karşılığıdır. Şayet onlar iman etmiş olsalardı elbette vaat edilen azaba uğramayacaklardı. Allah'a iman etmedikleri için cezalarını göreceklerdir.

152

«Allah'a ve peygamberlerine iman edip onlardan birini diğerindin ayırmayanlara gelince, onlar da mükâfatları kendilerine verilecek olanlardır. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.»

Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına iman edip, onlardan birini diğerlerinden ayırmayanlara mükâfatları ve sevapları kat kat verilecektir. Küfredenler cezalarını görecekleri gibi, iman edenler de mükâfatlarını göreceklerdir. Allahü teâlâ iman edip, amel-i salih işleyen kullarının günahlarını bağışlar. Zira O, çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

153

«Kitap ehli, senin üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler.1 Hakikat, onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler de "Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Bilâhare kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da buzağıya taptılar. Nihayet biz bunları afvetmiştik. Biz Musa'ya apaçık hüccet verdik.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kâ'b İbni Eşref, Fenhas İbni Âzûrâ ve onlara tâbi olanlar toplanıp Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna gelirler ve şöyle derler: «Gökten bize bir kitap getirene kadar sana iman etmeyiz. Eğer gökten bir kitap getirip onu bize okursan sana iman ederiz.» Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ehl-i kitap, senin üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Hakikat, onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler de "Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı.» Halbuki onlar iman etmek için Peygamberimizden böyle bir istekte bulunmuyorlardı. Gûyâ akıllarınca onu güç durumda bırakmak istiyorlardı. Allahü teâlâ Peygamberinin üzülmemesi için «Onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi» buyuruyor.

Yahudiler her peygambere aynı şeyi yapmışlardır. Onlar, Musa'ya «Eğer peygamber isen Allah'ı açıktan bize göster, sana iman edelim. Şayet açıktan açığa Allah'ı bize göstermezsen sana iman etmeyiz» demişlerdi. Yahudiler, Hazret-i Musa ile Tür dağına gelmişler «Allah'ı görürüz veya Musa ile Allah'ın konuşmasını işitiriz» demişlerdi. Bu şekildeki hareketleri ve sözlerinden dolayır onları yıldırım çarpmıştı. Yani işledikleri zulüm yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Böylece onların bir kısmı helak olmuş, geri kalanları ise, kendilerine Musa (aleyhisselâm) vasıtasıyla bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra bile, yine buzağıya tapınışlardı. Musa (aleyhisselâm) Tür dağına giderken onların başına kardeşi Harun (aleyhisselâm)'u bırakmıştı. Onlar Harun'u dinlemeyerek altından bir buzağı yapmışlar ve ona tapınışlardı. Buna rağmen Allahü teâlâ, onları affetmiş ve toptan helak etmemiştir. Yaptıkları bunca hatalarını bağışlamıştır.

Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm)'ya apaçık hüccetler, deliller vermiştir. Değneğinin ejderha olması, elinin nurlanması, denizin ikiye ayrılıp, kavminin ordan geçmesi ve Firavun'un adamlarıyla birlikte boğulması bunlardandır. Bütün bunlar Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğini isbat, Yahudilerin de imana gelmelerini sağlamak içindir. Buna rağ' men Yahudiler, Musa ile mücadele etmişler ve ona düşmanlık beslemişlerdir.

154

«Söz vermelerine karşılık Tür Dağı'nı üzerlerine kaldırdık. Ve onlara: "Şehrin kapısından secde ederek girin" dedik. (Sonra) "Cumartesileri aşın gitmeyin" dedik. Onlardan sağlam bir söz aldık.»

İsrailoğullarının Hazret-i Musa ile yapmış oldukları ahid ve mîsaklarmı bozmamaları ve onun şeriatına tâbi olmaları için Yüce Allah kudretinin eseri olarak Tûr Dağı'nı onların üzerine kaldırmış ve bir müddet onu muallâkta bırakmıştır. Allahü teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Söz vermelerine karşılık Tûr Dağı'nı üzerlerine kaldırdık. Ve "Onlara şehrin kapısından secde ederek girin" dedik. Sonra "Cumartesileri aşırı gitmeyin" dedik. Onlardan sağlam bir söz aldık.» Yahudilerin cumartesi günü balık avlamaları ve ticaret yapmaları yasaktı. Bu hususta da onlardan teminat alınmıştı. Onlar Allah'ın yasaklarına uyacaklarına dair teminat vermişlerdir. Buna rağmen ahidlerini bozmuşlar, Allah'ın ahkâmını çiğnemişlerdir. Ahidlerini bozdukları için de, Allah'ın azabına uğramışlardır.

155

«Onların sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve "Kalblerimiz perdelidir" demeleri yüzünden, evet Allah onların kalbleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler.»

İsrailoğullarının sözleşmelerini bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı, Allah onların kalbleri üzerine mühür basarak, rahmetinden kovmuş ve onları zelil kılmıştır. Onlar, kendilerini hakka davet eden peygamberlere «Kalblerimiz perdelenmiştir, bu bakımdan sizin sözlerinizi anlayamıyoruz» demişlerdir. Halbuki Allahü teâlâ küfürleri sebebiyle onların kalbleri üzerine mühür vurmuştur. Allah'ın vurmuş olduğu mührü, Allah'tan başka kimse açamaz. Bu bakımdan onların birçoğuna iman nasip olmamıştır. Günümüzde de böyleleri çoktur. Allah'ın âyetlerini gördükleri halde, onu görmemezlikten gelmişler ve iman nurundan nasiplerini alamamışlardır.

156

«Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'in aleyhinde büyük iftira atıp söylemeleri.»

Onlar Meryem'e büyük bir iftira edip, İsa'yı da inkâr ettiklerinden dolayı Allah onları rahmetinden kovmuştur. Halbuki Hazret-i Meryem âbid ve zâhid biri idi. Allahü teâlâ, onu seçkin kılıp, kudretini izhar için babasız olarak ondan İsa'yı vücuda getirmiştir. Yahudiler babasız olarak İsa (aleyhisselâm)'nın dünyaya geldiğini görünce Meryem'e iftira etmişlerdir. Beyt-i Mukaddes'in bekçisi olan Meryem'in amcasının oğlu Yusuf ibn Mâten'le zina yaptığını söylemişlerdir. Halbuki Hazret-i Meryem'e bir erkek eli bile değmemiştir. Şayet onlar Allah'ın kudretine inanmış olsalardı elbette Meryem'e iftira etmezlerdi. Çünkü onlar Allah'ın kudretine inanmamışlardır. Bununla ilgili geniş bilgi inşâallah Meryem Sûresinde gelecektir.

157

«Ve Allah elçisi Meryem Oğlu İsa Mesih'i öldürdük demeleri. Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Ancak onlara öyle göründü. Esasen İsa'nın katli hakkında kendileri de ihtilâfa düştüler. Kat'î bir şek ve şüphe içindedirler. Bu husustaki bilgileri ancak zanna dayanmaktan ibarettir. Onu gerçekten öldürememişlerdir.»

Allahü teâlâ'nın Yahudileri zelil ederek, rahmetinden kovmasının sebebi, onların «Biz Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük, astık» demelerinden dolayıdır. Onlar, Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini inkâr ederek kâfir oldular. Halbuki onlar İsa (aleyhisselâm)'yi öldüremediler. Fakat İsa'ya benzeyen kendi adamlarından birini öldürdüler ve astılar.

İsa (aleyhisselâm), Allah'ın peygamberi olduğunu söyleyince Yahûdiler bunu hazmedemezler, bazı peygamberleri öldürdükleri gibi, İsa'yı da öldürmek isterler. İsa (aleyhisselâm)'yi yakalamak için tuzak hazırlarlar. Hazret-i İsa, onların kendi aleyhine tuzak hazırladıklarını ve yakaladıkları yerde kendisini öldüreceklerini öğrenir. Onlardan kaçar ve bir eve sığınır. Yahudiler reisleriyle birlikte gelip evi kuşatırlar, akıllarınca İsa'yı yakalayıp öldürecekler. Reisleri İsa'yı yakalamak için Yahûdâ adında birisini eve gönderir. O anda Allahü teâlâ'nın emriyle Cebrail gelir İsa'yı göğe kaldırır. Eve giren Yahûdâ İsa'yı arar bulamaz, evden dışarı çıkar. O anda Yüce Allah onun yüzünü İsa (aleyhisselâm)a benzetir. Dışarda bekleyenler onu İsa zannederek yakalarlar ve öldürürler. Onlar İsa'ya o kadar kin beslemişler ki, İsa'ya benzeyen Yahûdâ'yı öldürmekle de bırakmamışlar, çarmıha asmışlar. Yahûdâ'yı öldürdükten sonra da ihtilâfa düşerler. Birbirlerine «Eğer bu öldürdüğümüz İsa ise Yahûdâ nerededir, şayet öldürdüğümüz Yahûdâ ise, İsa nerededir?» derler. Öldürülenin hangisi olduğuna bir türlü karar veremezler. Allahü teâlâ Yahûdâ'nın yüzünü Hazret-i İsa'ya benzetmiştir. Ancak diğer azalarında bir değişiklik olmamıştır. Yahûdâ'nın yüzünü görenler, onun İsa olduğunu zannederler, bedenini görenler ise Yahûdâ olduğunu söylerlerdi. Neticede onların bir kısmı öldürülenin İsa olduğuna, bir kısmı ise, Yahûdâ olduğuna inanırlar. Hakikat apaçık ortada iken onların bu kuru iddiaları hâlâ sürer gider. Yüce Allah onların bu yalanlarını reddetmek için şöyle buyuruyor: «Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Ancak onlara öyle göründü. Esasen İsa'nın katli hakkında kendileri de ihtilâfa düştüler. Ve kat'î bir şek ve şüphe içindedirler. Bu husustaki bilgileri ancak zanna dayanmaktan ibarettir. Onu gerçekten öldürmemişlerdir. Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltmiştir.»

Yahudiler İsa (aleyhisselâm)'yı öldürememişlerdir. Fakat onu zannederek kendi adamlarını öldürmüşlerdir. Daha o zaman bile İsa'yı öldüremediklerini anlamışlardır. Hıristiyanlardan bir çok zavallı hâlâ İsa'nın öldürülüp çarmıha gerildiğine inanmaktadırlar.

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Yahudiler İsa'nın öldürülmesinde şüpheye düşmüşlerdir. Kimi öldürülenin İsa olduğunu, kimi de Yahûdâ olduğunu söylemişlerdir.»

158

«Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltmiştir. Allah, mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

Allahü teâlâ İsa (aleyhisselâm)'yı, kendisinden başkasının hükmünün cari olmadığı bir makama iletmiştir. Ancak hüküm ve hikmet sahibi O'dur. Yüce Allah, semi'dir, her şeyi işiticidir. İsa'yı düşmanlarının katlinden kurtarmıştır. O, hakimdir, kadir gecesi, bir rivayete göre aşure gecesi İsa (aleyhisselâm)'yi kendi katına yükseltmiştir.

159

«Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya inanmış olmasın. İsa ise kıyamet günü (küfürlerinden dolayı) aleyhlerine şahid olacaktır.»

Yahudilerden ve Hıristiyanlardan hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce İsa'ya inanmış olmasın. Ölümleri anında İsa'ya iman getirirler. Şöyle ki: Yahudi veya Hıristiyan can çekiştirirken onlara âhiretin halleri ve gidecekleri yer gösterilir ve o anda görevli melek gelir Yahûdiye «Ey Allah'ın düşmanı, Allah'ın Resulü İsa sana gelip, Allah'ın emirlerini bildirdi. Sen, onları kabul etmedin ve İsa'yı inkâr ettin» der. Eğer can çekiştiren Hıristiyan ise, görevli melek ona «Ey Allah'ın düşmanı, Allah'ın peygamberi Hazret-i İsa sana Allah'in emirlerini bildirdi ve kendisinin de, Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu söyledi. Sen Allah'ın emirlerini hiçe saydın, İsa'yı da Allah'ın oğlu kabul ettin. Halbuki Allah'ın oğlu olmadığını çok iyi biliyordun. Yüce Allah, aileden, evlâttan, yardımcıdan ber'idir. Allah'ın onlara asla ihtiyacı yoktur» der. İşte o zaman Yahudi de, Hıristiyan da imana gelir. Çünkü onlara can çekiştirirken âhiretin azabı gösterilmiştir. Can çekiştirilirken getirilen iman, ye'is hâlindeki imandır, böyle bir imanın sahibine asla faydası olmaz. Yüce Allah ye'is hâlindeki imanı asla kabul etmez. Can çekiştirilirken yapılan tevbe de geçerli değildir.

İsa (aleyhisselâm) kıyamet günü onların aleyhine şahitlik yapacaktır ve şöyle diyecektir: «Ben Allah'ın kulu ve Resulüyüm. Size Allah'ın kulu ve Resulü olduğumu bildirdim. Allah'ın emir ve yasaklarını size tebliğ ettim. Siz, beni ve Allah'ın âyetlerini yalanladınız, iman etmediniz. «Onlar o zaman ne kadar yanlış yolda olduklarını anlayacaklar ama, iş işten geçmiş olacaktır.

Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: «Hazret-i İsa, gökten inince bütün Yahudiler ve Hıristiyanlar ona iman edeceklerdir. İsa (aleyhisselâm)'ya yeryüzünde iman etmeyen kimse kalmayacaktır. Deccal çıkınca İsa (aleyhisselâm) Şam'daki beyaz minareye iner, deccalı öldürür, kiliseleri yıkar, haçları kırar. Kırk yıl yeryüzünde hüküm sürer ve insanları irşad eder. Kırk yıl sonra ölür, cenaze namazı mü’minler tarafından kılınır. O ana kadar imana gelmeyenler, o zaman tevbe edip, iman etseler bile, o imanlarının hiçbir anlamı yoktur.»

160

«Yahudilerin zulümleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri.»

161

«Kendilerine yasaklanan faizi almaları ve haksız yere insanların mallarını yemeleri yüzünden evvelce kendilerine helâl kılınmış temiz şeyleri onlara haram kıldık. Onların küfür içinde olanlarına elem verici bir azap hazırladık.»

Yahudilerin küfürleri, şirkleri ve birçok kimseleri Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle, kendilerine helâl olan şeylerin bir kısmını Yüce Allah haram kılmıştır. Bu; onlara verilen dünyevi bir cezadır. Bu cezanın sebebi küfürleri ve şirkleri olmakla beraber, insanları Allah yolundan alıkoymaları, faiz ve rüşvet yemeleri, bir de insanların mallarını haksız yere ellerinden almalarıdır. İşte onlar için Allahü teâlâ elîm bir azap hazırlamıştır. Onlar kendi kendilerine hüküm çıkararak Allah'ın haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri de haram saymışlardır. Bununla da kalmayarak insanlardan birçoğunu Allah yolundan çevirmişlerdir. Bunun için de ebedi bir azaba müstehak olmuşlardır.

162

«Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlara, sana indirilen kitaba ve senden önce indirilen kitaba iman eden mü’minlere, namaz kılanlara, zekât verenlere, Allah'a ve âhiret gününe inananlara elbette büyük mükâfat vereceğiz.»

Ehl-i kitaptan olan gerçek ilim sahiplerine, onlar Tevrat'tan ve incil'den peygamberimizin sıfatlarını ve özelliklerini okumuşlar, Hazret-i Muhammed peygamber olarak gönderilince derhal iman etmişlerdir, işte gerçek ilim sahipleri bunlardır. Yâ Muhammed, sana indirilen ve senden önce indirilen kitaplara iman edenlere, dosdoğru namaz kılanlara, farz olan zekâtı verenlere, Allah'a ve âhiret gününe iman edenlere Allahü teâlâ çok büyük mükâfatlar verecektir. Îman edip, salih amel işleyenler mutlaka mükâfatlarını çok fazlasıyla göreceklerdir. İman etmeyenler ise ebedî olarak cezaya çarptırılacaklardır.

163

«Nuh'a, ondan sonra gelen peygamberlere vahyettîğimiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettiğimiz ve Davud'a da Zebur'u verdiğimiz gibi, şüphesiz sana da vahyettik.»

Yâ Muhammed, biz sana Cebrail vasıtasıyla islâm'ın hükümlerini bildirdik ve Kur'an-ı Kerim'i inzal ettik. İnsanları Allah'ın dinine davet etsinler diye Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere de vahyettik. Bütün peygamberlerin görevi insanları Allah'ın dinine davet etmektir. Peygamberlerin zaman zaman gönderiliş gayesi de bizatihi budur, ibrahim'i, İsmail'i, İshak'ı da peygamber olarak gönderdik. İshak’ın oğlu Yakub'a ve torunlarına da vahyettik ki, insanları Allah'ın birliğine davet etsinler, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettik, Davud'a da Zebur'u verdik ve onu yeryüzünde halife kıldık. Peygamberler Allahü teâlâ'nın seçkin kullarıdır. Yüce Allah onları insanların hidayeti için göndermiştir.

164

«Öyle peygamberler gönderdik ki, kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik. Öyle peygamberler de gönderdik ki, sana onların kıssalarını haber vermedik. Allah Musa'ya da hitab ile konuştu.»

Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm) ile konuşmuştur. Ancak Allahü teâlâ'nın konuşması harflerle ve kelimelerle vuku' bulmamıştır. Bu konuşma Allah'ın şanına lâyık bir konuşmadır. Ve nasıl vuku' bulduğunu kimse bilemez, konuşmanın mahiyetine dair Kur'an-ı Kerim'de bize herhangi bir bilgi verilmemiştir. Kur'an-ı Kerim'de sadece «Allah Musa'ya da hitap ile konuştu» buyurulmaktadır. Bu konuşmanın nasıl cereyan, ettiğini ancak Allah bilir. O'ndan başka kimse bilemez.

Allah tarafından gönderilen peygamberlerin sayısı kesin olarak bilinmemektedir. Peygamberlerin sayısını ancak Allah bilir. Bir hadîs-i şerife göre nebilerin sayısı yüz yirmi dört bindir. Bunlardan üç yüz otuzuna risalet verilmiştir. Diğer bir rivayete göre ise, nebilerin sayısı iki yüz yirmi dört bindir. Kur'an-ı Kerim'de yirmi beş peygamberin ismi geçmektedir. Mü’minlerin görevi Allah tarafından gönderilen peygamberlerin hepsine iman etmek, sayıları hakkında fikir yürütmemektir.

165

«Peygamberleri müjdeciler ve azap habercileri olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

Yukarda da belirtildiği gibi, Allahü teâlâ bütün peygamberleri insanlığın hidayeti için göndermiştir. Peygamberler aynı zamanda Yüce Allah'ın müjdecileridir. Îman edip, itaat edenlere Yüce Mevlâ'nın vereceği nimetleri müjdelerler. İman etmeyenlere ise Allah'ın azabını haber verirler. Tâ ki kıyamet günü insanların Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Yani insanlar «Biz senin âhiretteki nimetlerini ve azabını duymadık, bize bunları kimse haber vermedi» demesinler diye Allahü teâlâ peygamberlerini bir müjdeci ve bir korkutucu olarak göndermiştir. Yüce Allah eğer kullarını peygamberler göndermeden ve hak ile bâtılı, iman ile küfrü, haram ile helâli, cennet ile cehennemi, mükâfat ile mücazatı bildirmeden, cezalandırmış olsaydı bu bir zulüm olurdu. Halbuki Allahü teâlâ kullarına asla zulüm yapmaz. Onlara önce peygamberleri vasıtasıyla gerçekleri bildirmiştir. Tâ ki dileyen iman etmek suretiyle Allah'ın nimetlerine mazhar olsun, dileyen de inkâr edip azabına müstehak olsun. Bütün bunlardan sonra Allah'ın kullarından hiçbiri kıyamet günü özür beyan ederek «Biz bunları bilmiyorduk» diyemeyeceklerdir. Çünkü Yüce Allah her devirde insanlara yol gösterecek peygamberler göndermiş, hiçbir kavmi peygambersiz bırakmamıştır.

Allahü teâlâ mutlak galiptir, inkâr edenlerden, âsilerden intikamını alacaktır. Îman edip, itaat edenlere ise mükâfatlarını verecektir. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.

166

«Bununla beraber Allah sana indirdiği ile şahidlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebini İbn Abbas şöyle nakletmiştir: Mekke'nin ileri gelenlerinden bir grup Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelirler ve şöyle derler: «Yâ Muhammed, senin sıfatlarını ve özelliklerini Yahudi bilginlerine sorduk. Onlar da Tevrat'ta senden hiç bahsedilmediğini söylediler. Senin hak peygamber olduğuna dair bize birini getir. Getirmiş olduğun senin peygamber olduğuna şahitlik etsin. Biz de senin hak peygamber olduğunu ondan duyalım ve sana iman edelim.» Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek buyurmuştur ki: «Bununla beraber Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.» Yahudiler, Peygamberimizin peygamber olduğuna şahitlik etmesinler. Bunun ne önemi var? Zira bütün mevcudat O'nun son peygamber olduğuna şahittir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Melekler de şahitlik ederler. Hakiki şahit olarak Allah yeter.» Allah, kulu Muhammed'in peygamber olduğuna şahittir. O'ndan daha üstün şahit kim olabilir? O gafiller ve beyinsizler bunu hâlâ inkâr mı edecekler? Kur'an-ı Kerîm'in Allah'ın kelâmı olduğuna hâlâ inanmayacaklar mı? Kur'an, Hazret-i Muhammed'in peygamber olduğuna delil değil midir? Aklı olanların O'nun son peygamber olduğuna inanmaması mümkün müdür?

167

«Küfredip, insanları Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüşlerdir.»

Onlar Allahü teâlâ’nın vahdaniyetini inkâr ederek küfre girdiler. Bununla kalmayarak İslâm dinine girmek isteyenlere mani oldular. Böylece onlar Allah'ın rahmetinden uzaklaşarak derin bir sapıklığa düştüler. Kendileri sapıklığa düştükleri gibi, başkalarını da sapıklığa düşürdüler.

168

«Hakikat, o inkâr edip kâfir olanlar ve zulmedenler yok mu? Allah onları asla yarlığayacak değildir.»

169

«Onları cehennemin yolundan başka bir yola da iletecek değildir. Onlar orada ebedî kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a göre pek kolaydır.»

Hakikat, onlar Allahü teâlâ’nın birliğini inkâr edip kâfir oldular ve Hazret-i Muhammed'in Tevrat'taki ve İncil'deki sıfatlarını insanlardan gizleyerek, ona zulmettiler. Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini inkâr edip, ona zulmedenleri Allahü teâlâ asla yarlığayacak değildir. Onlar, inkârlarından vazgeçip, iman etmedikçe Yüce Allah onları hidayete erdirecek de değildir. Onları cehennemin yolundan başka bir yola da iletecek değildir. Bu, onların küfürlerinin cezasıdır. Çünkü onlar imanı bırakıp, küfrü tercih etmişlerdir. Küfrü tercih edenlerin cezası ise ebedi olarak cehennemde kalmaktır.

Bazı tefsirciler de bu konuda şöyle demişlerdir: «Kıyamet günü mü’minlere nurlu bir yol gösterilir ve o yoldan mü’minler cennete giderler. Kâfirlere de cehennemin yolu gösterilir. Onlar da o yoldan cehenneme giderler.. Kâfirler cehennemden ebediyyen çıkamayacaktır.» Yüce Allah onlardan mutlaka intikamını alacaktır.

170

«Ey insanlar, hiç şüphesiz, Rabbinizden size hak bir peygamber gelmiştir. O halde kendi hayrınıza olarak iman edin. Eğer inkâr edip kâfir olursanız göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

Ey insanlar, hiç şüphesiz içinizden Rabbiniz size hak bir peygamber göndermiştir. O, sizi hak yola davet etmek ve Rabbinizin çeşitli nimetlerini bildirmek için gelmiştir. Siz, kendi hayrınıza olarak Allah'ın birliğine, peygamberine ve kitaplarına iman edin. İman etmeniz, küfretmenizden ve puta tapmanızdan çok daha hayırlıdır. Zira puta tapmanız, sizi Allah'ın azabından asla kurtarmaz ve size hiç bir hayrı da dokunmaz. Bilâkis sizi imandan uzaklaştırır, kâfir yapar. Şayet Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlayıp, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olursanız, bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Hepsinin sahibi, mâliki, mürebbisi, yaratıcısı Allah'tır. Yüce Allah'ın kullarına zerre kadar ihtiyacı yoktur. Sizin imanınıza ve ibadetinize de muhtaç değildir. Îman ederseniz mükâfatını, küfrederseniz mutlaka cezasını görürsünüz. Çünkü siz O'nun kulusunuz ve her an O'na muhtaçsınız, O, size asla muhtaç değildir. O'ndan başka size yardım edecek, sizi koruyacak, muhafaza edecek, rızıklandıracak kimse yoktur. İnkâr edenler kendilerine yazık etmiş olurlar.

Yüce Allah, alimdir, sizin imanınızı ve küfrünüzü bilir. Ona göre mükâfat ve mücazat verir. Hakimdir, kıyamet günü özür beyan etmemeniz için peygamberi vasıtasıyla size her şeyi bildirmiştir. Ona göre hükmeder, kimseye haksızlık yapmaz. Herkes yaptığının karşılığını görür.

171

«Ey ehli kitap, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa yalnız Allah'ın peygamberi ve kelimesidir ki, onu Meryem'e bırakmıştır. O, Allah tarafından bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine inanan da "Allah üçtür" demeyin. Kendiniz için hayırlı olmak üzere Allah, ancak bir tek tanrıdır. O, her hangi bir çocuğu bulunmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi O'nundur. Hakiki vekil olarak da Allah yeter.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Nasranîlerden Mari Yakubiyye adıyla anılan bir kavim vardı. Onlar, İsa (aleyhisselâm)'nın Allah olduğunu söylerlerdi. Yine Hıristiyanlardan Nastûriyye diye bilmen bir kavim vardı, onlar da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu söylerlerdi. Bunlardan başka Melâikiyye diye bilinen bir kavim daha vardı ki, onlar da, Allah «Üçün üçüncüsüdür» derlerdi. Onlara göre Meryem de, İsa da Allah'tır. Onlar böyle söylemekle Allahü teâlâ'ya iftira etmişlerdir. Yüce Allah o zalimlerin sözlerini reddetmek için âyet-i celîlesini inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey kitap ehli, dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa yalnız Allah'ın peygamberi ve kelimesidir ki, onu Meryem'e bırakmıştır. O, Allah tarafından bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine inanın da «Allah üçtür» demeyin.» Yani kendinize zulmedip, dininiz hususunda haddi aşıp, boyunuzdan büyük söz söylemeyin. Allahü teâlâ'nın şanına lâyık olmayan şeylerle O'na iftira etmeyin. Zira O'nun şeriki, benzeri, ortağı yoktur. Sizin «Tanrı» dediğiniz Mesih, Meryem'in oğlu İsa'dır. O, Allah'ın elçisi ve kuludur. Allah, onu ruh olarak Cebrail vasıtasıyla Meryem'e ilka etmiştir. Yani Cebrail o ruhu Meryem'in yakasından üfürmüş, bu üfürmeden Meryem hamile kalmıştır. Bu Allah'ın kudretinin eseridir. Yüce Allah, ona «Ol» dedi, o da oluverdi. Allah bir şeyin olmasını diledi mi ona sadece «Ol!» der. O da, o anda olur. İsa (aleyhisselâm)'nın dünyaya gelmesi de böyledir.

Meryem de Allah'ın kuludur. Siz Allah'ın birliğine ve peygamberine iman edin. Peygamberlerin Allah tarafından size getirdiklerini tasdik edin. «Bizim ilâhımız üçtür» demeyin. Küfrü terk edip, imana dönmeniz sizin için çok daha hayırlıdır. Bilin ki, Allahü teâlâ, birdir, yücedir ve sizin ortak koşmuş olduğunuz şeylerden münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır ve hepsini yaratan O'dur. O'ndan başka yaratıcı olmadığı gibi, hakiki vekil de yoktur.

172

«Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, onların hepsini huzurunda toplayacaktır.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Necran kabilesinden bir cemaat Peygamberimize gelerek İsa (aleyhisselâm) hakkında ileri - geri konuşurlar, münakaşa ederler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara «İsa'nın Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu, insanları davet için gönderildiğini» söyler. Onlar bunu kabul etmeyerek şöyle derler: «Yâ Muhammed, İsa kimsenin kulluğunu kabul etmez ve kimseye de kulluk etmez. Ona başkasının kulu demek yakışmaz.» Onların bu çirkin sözlerini reddetmek için Yüce Allah yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ne Mesih, ne en yakın melekler Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmez. Kim O'na kulluktan çekinir ve kibirlenmek isterse, onların hepsini huzurunda toplayacaktır.» O beyinsizlerin dediği gibi, hiçbir zaman Hazret-i İsa «Ben ilâhım veya Allah'ın oğluyum» dememiştir. Her zaman Allah'ın kulu ve Resulü olduğunu söylemiştir.

Âl-i İmran Sûresinde de belirtildiği gibi, ölüleri diriltirken Rabbine müracaat etmiş ve Allah'ın yardımıyla onları diriltmiştir. Yani Allah'ın izniyle ölüleri diriltmiştir. Melekler de Allah'ın kulları olduğu için, O'nun emriyle arşı taşırlar. Diğerleri de arşı tavaf ederler. Onlar ancak kendilerine emredileni yaparlar. Allahü teâlâ'nın yarattıkları hiçbir zaman, kendisine kul olmaktan arlanmazlar. Çünkü hepsi Allah'ın kuludur ve O'na muhtaçtırlar. O'na muhtaç olmayan yerde ve göklerde hiçbir varlık yoktur. Kim Allah'a kulluktan çekinir ve kibirlenirse, bilsin ki onların hepsini huzurunda toplayacaktır. İşte o zaman mutlak hâkimin kim olduğunu anlayacaklardır. Yüce Allah «Bu mülk kimindir?» diye soracak, kendisinden başka cevap veren olmayacaktır. O gün Allah'tan başka kim cevap verebilir ki?

173

«İman edip, hayırlı amel işleyenlere gelince onlara mükâfatlarını ödeyecek ve bol nimetinden ziyadesini de ihsan edecektir. Kulluk etmekten çekinenleri ve büyüklük taslayanları elem verici bir azaba uğratacaktır. Onlar kendilerine Allah'tan başka bir dost ve yardımcı bulamayacaklar.»

Allahü teâlâ kendisine iman eden ve salih amel işleyen kimselere dünyevî ve uhrevî mükâfatlar verecektir. Onlar dünyada da, âhirette de huzur ve saadete kavuşacaklardır. Yüce Allah onlara âhirette sayısız nimetler ve mükâfatlar verecektir. Bütün bunlar, onların imanlarının ve amellerinin karşılığıdır. Allah'a kulluk etmekten çekinenler ve büyüklük taslayanlar ise elem verici bir azaba uğratılacaklardır. Onlar, kendilerine Allah'tan başka bir dost ve bir yardımcı da bulamayacaklardır. Bütün bunlar da onların küfürlerinin karşılığıdır. Küfredenler cezasını, iman edenler de mükâfatını göreceklerdir. İman, kulları Allah'a yaklaştırır ve O'nun nimetlerini celbeder. İnkâr ise Allah'tan uzaklaştırır ve Allah'ın azabına müstehak eder. Yani inkarcılar Allah'ın azabına lâyık olurlar. İnsanları Allah'ın azabından ancak iman ve amel-i salih kurtarır.

174

«Ey insanlar, Rabbinizden size açık bir delil geldi. Size acık bir nur, Kur'an gönderdik.»

Ey insanlar, Rabbinizden size bir hüccet, bir delil geldi. O hüccet ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) 'dir. Onun vasıtasıyla amel etmeniz için size açık bir nur göndermiştir. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), size delil olup, Kur'an ile amel etme yoluna sizi davet eder. Helâl ve haramı, iyi -kötüyü, hayrı, şerri, hakkı - batılı, imanı - küfrü size bildirir. O'na tâbi olanlar dünyevi ve uhrevî saadete ererler. Kur'an nuru ile küfür bataklığından kurtulurlar, iman nuru ile nurlanırlar. Kur'an’ın yolundan gidenler ve hayatlarını Kur'an'a göre tanzim edenler dünyada huzur, saadet bulurlar, âhirette de selâmete ererler. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tâbi olmayıp Kur'an nurundan istifade edemeyenler, dünyada da, âhirette de helak olup, perişan olurlar. Îman edenler için, Kur'an bir nurdur, hidayettir, saadettir, huzurdur, selâmettir, kurtuluş kaynağıdır. Hakka götüren yoldur. Îman etmeyenler için ise, zulümdür, huzursuzluktur, felâkettir. Çünkü Kur'an, insanı hidayete götürür, selâmete çıkarır, huzura ulaştırır, kurtuluşa iletir, hakka kavuşturur, cenneti kazandırır, cehennemden uzaklaştırır, insanları sevdirir, aile düzenini sağlar, ilme teşvik eder, cehaleti yok eder, adaleti kurar, haksızlığı önler, çalışmayı emreder, ibadetin yalnız Allah için yapıldığını bildirir ve emreder. Kur'an’ın nurundan istifade edemeyenler ise, bütün bunlardan mahrum olur, alçalır, şeytanın maskarası olur, haktan uzaklaşır, cehenneme yar olur.

İman etmeyenler Allah katında kendilerine yardımcı kimse bulamazlar. Onlar küfürleri yüzünden ebedî olan azaba uğrayacaklardır. İman edenler ve salih amel işleyenler ise, ebedî saadete ve mükâfata ulaşacaklardır. Îman ilâhî nurdur, küfür ise zulümdür.

175

«Allah'a iman edenleri ve O'nun kitabına sarılanları Allah, rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak ve onları kendisine götüren doğru yola eriştirecektir.»

Allah'ın birliğine, kitaplarına iman edip, güzel güzel ameller işleyenleri, Allah rahmetine ve bol nimetlerine kavuşturacaktır. Onları kendisine götüren doğru yola eriştirecektir. Îman edenleri dünyada hidayete ulaştırmakla, âhirette de kendileri için hazırlamış olduğu cennetine koymakla mükâfatlandıracaktır. Îman edip, anıel-i salih işleyenler Allah'ın dostluğunu kazanmışlardır. Îman etmeyenler ise Allah'ın düşmanıdırlar. Allah'ın düşmanları, O'nun rahmetinden ve nimetlerinden asla istifade edemezler. Onlar için ebedi bir azap vardır.

176

«Senden fetva isterler, de ki: "Size ikinci dereceden mirasçılar hakkında fetvayı Allah veriyor. Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur. Eğer kız kardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Erkek, kadın, karışık kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi kadar pay vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor." Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

Bu âyet-i celîle Cabir İbni Abdullah hakkında nazil olmuştur: Cabir Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Yâ Resûlallah benim bir kız kardeşim var, onun mirasından bana ne kadar düşer» diye sorar. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek kardeşler arasındaki mirası, diğer bir ifade ile kelâle hakkındaki mirası beyan etmiş ve şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, senden fetva isterler, de ki: Size ikinci dereceden mirasçılar hakkında fetvayı Allah veriyor.» Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur. Eğer kizkardeş kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Erkek, kadın, karışık kardeşlerse, erkeğe, iki dişinin hissesi kadar pay vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor. «Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

Ayette geçen «kelâle», anası-babası ve evlâtları olmayıp, mirasına yakın akrabalarının vâris olduğu kimselerdir. Anası - babası ve çocukları olmayan birisi ölürse, onun mirasının yarısı kız kardeşine düşer. Yani hayatta sadece bir kız kardeşi varsa terekesinin yarısı ona düşer. Diğer yarısı da başka akrabaları varsa onlara düşer. Başka yakın akrabaları yoksa o da kız kardeşine aittir. İmam-ı A'zam'a göre hüküm böyledir. İmam-ı Şafii'ye göre, mirasın yarısı kız kardeşe düşer, geri kalan yarısı da yakın akrabalar varsa onlara, yoksa Beytü'l-Mâl'e, yani devlet hazinesine kalır. Eğer ölen kız kardeş olursa, ölenin bir erkek kardeşinden başka da mirasçısı yoksa, mirasın tamamını o alır. Yani ölen kızın mirasının tamamını erkek kardeşi alır. Ölen erkeğin iki veya ikiden fazla kız kardeşi bulunması hâlinde mirasının üçte ikisi onlarındır. Geri kalan biri de yakın akrabalarınındır. Şayet yakın akrabası yoksa o da, kız kardeşlerinindir. Eğer vârisler erkek ve kız kardeş olurlarsa, erkek için iki, kız için bir hisse vardır. Yani erkek, kızın iki katı miras alır. Şöyle ki: Ölenin bir kız ve bir de erkek kardeşi olması hâlinde mirasının üçte ikisi erkek kardeşe, üçte biri de kız kardeşe düşer. Şayet kızlar iki, erkek bir tane olursa mirasın dörtte ikisi erkeğindir, geri kalan iki hisse de kızlarındır.

Allahü teâlâ bu hükümleri doğru yoldan ayrılmamanız ve sapıklığa düşmemeniz için size açıklamıştır. Allah her şeyi hakkıyla bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir.

0 ﴿