MAİDE SURESİ Mâide Sûresi Kur'an-ı Kerîm'in beşinci süresidir. Hicretten sonra Medine'de nazil olmuştur. Yüz yirmi âyettir. İslâm dinine ait ilâhi hükümlerin Müslümanlara tamamen tebliğ edildiğini bildirmektedir. İçtimaî, iktisadi muamelelere, maddi ve manevî emanetlere dair şer'î mes'eleleri ihtiva eden bu mübarek sûrede helâl ve haram olan hususlar izah edilmektedir. 1 «Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin. Siz ihramh olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size okunacak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi. Şüphesiz ki Allah ne dilerse onu hükmeder.» Allahü teâlâ bu sûre-i celîleye «Ey iman edenler!» diye başlamıştır. Yüce Allah bu hitabıyla iman eden kullarını övdüğünü göstermektedir. Allah katında imandan daha üstün ve daha şerefli hiç bir şey yoktur. Bu şerefe ise ancak mü’minler lâyıktır. Bundan dolayı Yüce Allah mü’minlere iman şerefi ile ta'zim edip hitap etmiştir. Bu lâfza «Câmiu'l-kelâm» denir. Câmiu'l-kelâm kelimeleri toplayan bir kelâmdır. Çünkü bu lâfız birçok mânâyı kapsamakta ve iman edilen şeylerin hepsine teşmil edilmektedir. Îman, iman edilmesi gereken şeylerin hepsini tasdik etmektir. İlk önce Allahü teâlâ'nın birliğini, Hazret-i Muhammed'in ve bütün peygamberlerin peygamberliğini, Kur'an'ın ve bütün kitapların Allah'ın kelâmı bulunduğunu, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, hesap ve azabı, kabir sualini, mizan ve teraziyi, sıratı, beratı - ki, kimisinin beratı sağından, kimisinin solundan, kimisinin de arkasından verilecektir - sevabı, azabı, cenneti ve cehennemi tasdik etmek mü’minler üzerine vaciptir. Bunlardan birini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek demektir. Yani birine iman etmeyen diğerlerine de iman etmemiş sayılır. Yukarda zikredilen hususların hepsi bu kelime içinde cem edildiği için Allahü teâlâ mü’minlere (......) diye hitap etmiştir. Yani mü’min iman ettiği şeylerin gereği ile amel edecektir. Mü’min, iman ettiği şeylerin gereği ile amel edecektir. Mü’min, iman ettiği şeylerin gereği ile amel etmedikçe hakiki mü’min olamaz. Şöyle ki: Ölümün vuku bulacağına iman eden, ölüme her an hazırlıklı olur. Âhireti bırakıp sadece dünya ile meşgul olmaz. Kıyamet günü hesap vermeyi düşünen adam, hesabını veremeyeceği bir malı biriktirmez. Biriktirmiş olduğu malın hesabını vermek için hazırlıklı olur. Dünyada yaptıklarının mutlaka hesabını vereceğini bilir, ona göre hazırlığını yapar. Namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir, haccını yapar, haramdan kaçınır, Allah'a âsi olmaz, Allah'ın emirlerini yerine getirir, yasaklarından sakınır. Cennet ve cehennemin hak olduğuna inanan kimse, cenneti kazanmak için çalışır, kendisini cehenneme götürecek amellerden sakınır. Günah işlemekten korkar, Allah'ın rızasını kazanmak için çalışır. Kimsenin hakkına tecavüz etmez, namusuna göz koymaz, hakkına razı olur, başkasının gıybetini yapmaz. Cenneti kazanmak için koşar. Diğerlerini de bunlara kıyas et. Hakikî mü’min, Allah'ın emirlerini ve imanın gereğini yerine getirir. Bunun için Yüce Allah, mü’minlere (......) diye hitap etmiş, bununla hakikî mü’minleri kast etmiştir. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Her edep sahibi, edebini başkalarına öğretmeyi ve öğrettiği ile onların da edeblenmesini sever.» Allahü teâlâ'nın da edebi ve edep öğretmesi Kur'anladır. Yüce Allah, Kur'ân-ı Azimüşşân'ında «Ey iman edenler» diye nida eder, çağırır. Gerçek mü’min isen o nidaya, o çağrıya kulak ver, onu anla, seni mutlaka bir hayra çağırıyor. Çağrıldığın şeyi yap. Yüce Allah, sana «Ey iman edenler» diye ta'zim ediyor, o ta'zime lâyık ol. Seni men ettiği şeylerden sakın. Allahü teâlâ Mâide Sûresinin başında «Ey iman edenler» diye nida etti. Ardından «Bağlandığınız ahidleri yerine getirin» diye hitap etti. Bu lâfzı da câmiu'l-kelâmdır. Yani ahitle ilgili bütün kelimelerin mânâlarını içinde toplar. Ahitler üçe ayrılır: Birincisi Allahü teâlâ ile kulları arasındaki ahittir. Kulların Allah'ın emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından sakınması gibi. İkincisi kullar ile Allah arasındaki ahittir. Kulların Allah'a yemin etmesi ve adak adaması gibi. Üçüncüsü ise, kulların kendi aralarındaki ahittir. Alış-veriş yapmak, birbirlerine söz vermek gibi. Bunların hepsine vefa göstermek mü’minlere vaciptir. Ahitleri bozmak, muhalefet etmek dinen yasaktır. Şayet ahitler masiyet ve haram olan şeyler olursa, o zaman onlardan dönmek gerekir. Haram olan ahitlerden dönülmediği takdirde, sahibi günahkâr,ve âsi olur. Bundan sonra Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size okunacak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi.» Hacılar ihramda iken avlanamazlar, çünkü bu ibadetin kendine mahsus bir özelliği vardır. Hacı ihramda iken şefkatli ve merhametli olur. Allah'a teslimiyeti artar. Kalbi yumuşar, hemcinsine ve diğer varlıklara karşı acıma hissi çoğalır. İhramlı kimse, haccın bütün şeraitine uymak zorundadır. Hacının ihrama girdiği andan itibaren, ihramını çıkarana kadar her anı ibadet sayılmaktadır. İbadete mani olan şeyler elbette kendisine yasaklanacaktır. Bu bakımdan hacıların ihramlı iken avlanmaları ve bazı şeyleri yapmaları yasaklanmıştır. Bundan sonra Allahü teâlâ eti yenen «behimeyi» zikretmiştir. Behîme, eti yenen hayvanların hepsine şâmildir. Sığır, deve, koyun, tavşan, yabani keçi ve diğerleri gibi. Eti yenmeyen hayvanlar da ayrıca Mâide Sûresinde zikredilmiştir. Yeri geldikçe izahı yapılacaktır. Yüce Allah hakimdir, dilediği gibi hükmeder. O'nun hükmünden kimse sual edemez. Kullar yaptıklarından mes'uldür. Fakat Allahü teâlâ yaptığından mes'ul değildir. O, kullarının menfaatine olan şeyleri helâl kılmıştır, onların zararına olan şeyleri de haram kılmıştır. Çünkü yerde ve göktekilerin hepsini kulları için yaratmıştır. Onlardan zararlı olanları haram, faydalı olanları helâl kılmıştır. Helâl ve haramı kitabında bildirmiştir. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadete ulaşmak isteyenler Allah'ın haram kıldığı şeylerden uzak dursunlar. 2 «Ey iman edenler, Allah'ın nişanelerine, haram olan aya, (Kabe'ye) hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rablerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyti Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.» Ey iman edenler, Allah'a ibadete vesile kılınmış olan menâsik-i haccı terk etmeyin. Yüce Allah hac esnasında ibadet kastıyla yapılan ameliyelerin terk edilmemesini emrediyor. Şöyle ki: Safa ile Merve arasında sa'y etmek. Hac ve umrede bu iki tepe arasında koşmak haccın vaciplerinden, Arafat Dağı'nda vakfeye durmak ise farzlarındandır. Mine'de şeytan taşlamak ise haccın vaciplerindendir. Kurban kesmek, başı tıraş etmek, Beytullah'ı tavaf etmek, Hacerü’l-Esved'i isti'lâm etmek, Hazret-i İbrahim'in makamında namaz kılmak, haccın menâsikindendir. Ey mü’minler, haccın menâsikini yapmaktan asla sakınmayın. Size emredileni yapın. İslâm'ın ilk zamanlarında Medineli Müslümanlar hac ettikleri vakit Safa ile Merve arasında sa'y etmezlerdi. Mekkeli Müslümanlar da Arafat'ta vakfeye durmazlardı. Yemenliler ise Arafat'tan geri dönerler, şeytan taşlamazlardı. Yüce Allah, hacca giden Müslümanlara, haccın bütün menâsikini yerine getirmelerini emretmiştir. Yine İslâmın bidayetinde haram aylarda savaşmayı da yasaklamıştır. Bu haram aylar, yâ hac ayıdır veya İslâm'dan önce Arapların haram saydıkları Recep, Zi’l-kaade, Zi’l-hicce ve Muharrem aylarıdır. Araplar bu dört ayda asla savaşmazlardı. Onlara göre bu dört ayda savaşmak en büyük günahtı. Bu dört ayın dışında birbirlerinin etlerini yerlerdi âdeta. Birbirleriyle böylesine savaşmalarına rağmen içlerinden Beytullah'ı ziyaret için gidenlere ve orada kesilmek üzere hazırlanmış kurbanlıklara asla dokunmazlardı. Onlar Beytullah'ta kesecek oldukları kurbanlıkları, diğerlerinden ayırt etmek için boğazına bir gerdanlık veya bir halka takarlardı. Bunu görenler o hayvana dokunmazlardı. Onun Beytullah'ta kurban edileceğini anlarlardı. Beytullah'ı ziyaret etmeye gidenlerin yanlarında kurbanlıkları yoksa, o zaman kendileri boyunlarına bir şey takarlardı ki, onunla Beytullah'a gittikleri belli olsun. O alâmeti taşıyanlara kimse dokunmazdı. Hacdan evlerine dönerken de Beytullah'taki ağaçların birinden bir miktar alırlardı ve Beytullah'tan geldiklerini onunla isbat ederlerdi. O alâmeti taşıyanlara kimse dokunmazdı. Allahü teâlâ, Müslümanlara aynı şekilde müşrikleri emniyet içinde tutmalarını emretmiştir, «Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün» âyeti gelinceye kadar bu emir devam etmiştir. Bu âyet ile yukardaki hüküm kaldırılmıştır. Yani nesh edilmiştir. Bundan sonra Beytullah'ı ziyarete gelen müşriklerin öldürülmesi, esir edilmesi ve mallarının yağma edilmesi mubah kılınmıştır. Yani müşriklerin öldürülmesine, esir edilmesine, mallarının ellerinden alınmasına müsaade edilmiştir. Bu hüküm Şerih İbni Sabia hakkındadır. Şerih Yemâme'den gelip Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birkaç söz eder ve çekip gider. Yolda Medineli Müslümanların davar sürüsünü görür ve onları alıp Yemâme'ye götürür. Hac mevsimini bekler, hac mevsimi gelince onları kendi mallarıyla birlikte Mekke'ye getirip satmak ister. Medineli Müslümanlar onun Mekke'ye gelip malları satacağını öğrenirler. Bunun üzerine onun elindeki malları almak için teşebbüse geçerler. Allahü teâlâ, âyetiyle onları men eder ve şöyle buyurur: «Rablerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.» Memleketlerinden Harem-i Şerifi ziyaret kastı ile çıkıp gelenlere, hac etmek suretiyle Rablerinin rızasını talep edenlere dokunmayın, mallarını ellerinden almayın ve kendilerine işkence de etmeyin. Onlar iman etmedikçe Rableri asla kendilerinden razı olmaz. Bu âyetin hükmü ve haram aylardaki savaş yasağı yukarda geçen âyetle nesh edilmiştir. Bundan sonra müşriklerle ve kâfirlerle her zaman savaşa müsaade edilmiştir. Artık savaşın haram olduğu ay diye bir hüküm kalmamıştır. İslâmiyet'in başlangıcında haram aylarda savaşa müsaade edilmemesi Müslümanların azlığındandır. Müslümanlar kuvvet bulduktan sonra bu hüküm kaldırılmıştır. Yüce Allah âyet-i celilenin devamında iman edenlere şöyle buyuruyor : «İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescidi Haram'dan menettiği için bir kavme olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın. İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah, cezası çok çetin olandır. Ey mü’minler, siz ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Artık size avlanmak helâldir. Sizi Hudeybiye yılı Mekke'yi ziyaret etmekten menettikleri için, Mekkeli müşriklere karşı olan kininiz, aşırı gitmenize ve onlara zulmetmenize sebep olmasın. Onların size yaptıklarına karşılık, kin besleyerek onların mallarını ellerinden almayın ve onları öldürmeyin. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 628 yılında ilk olarak sahabesiyle birlikte hac için yola çıkmışlardı. Bunu duyan müşrikler Peygamberimizin Mekke'yi ziyaret etmesine ve hac ibadetini yerine getirmesine izin vermemişlerdi. Peygamberimiz Hudeybiye denilen yerde konaklamışlardı. Müşrikler, işin ciddiyetini anlayınca Peygamberimize bir elçi göndererek sulh teklifinde bulunmuşlardı. Peygamberimiz de bu teklifi kabul ederek, onlarla antlaşmıştı. Antlaşmaya göre o yıl Müslümanlar hac etmeyecekler, gelecek yıl haclarını yapacaklardı. Sahabenin bir çoğu buna çok üzülmüş ve müşriklere karşı bir kin beslemişlerdi. Yüce Allah onlara şöyle buyuruyor: «Sizi Mescid-i Haram'dan menettiği için bir kavme olan kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın.» Mü’min intikamcı değil, sulh edicidir, yıkıcı değil, yapıcıdır. Mü’minin özelliği daima affedici olmaktır. Mü’minler her devirde bu özelliği göstermişlerdir. Bu âyet-i celile şu hususa delâlet etmektedir: Bir kimsenin yaptığı bir fiil ile, kendisine mukabelede bulunmak caiz, aksiyle karşılık vermek caiz değildir. Yaptığından fazlasıyla mukabelede bulunduğu takdirde zulüm olur. Her insana ve her topluma ancak yaptığı ile mukabele etmeye müsaade vardır. Allahü teâlâ «İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın. Günah işlemekte ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym» buyurmuştur. Bu ilâhi emirle Müslümanların hayırlı işlerde, yardımlaşması emre dilmektedir. Müslüman daima iyiliği emreder, kötülüklerden sakınır. Sapıklığa düşen mü’minleri de, gittikleri yoldan çevirmeye çalışır. Sadece kendini düşünmez, içinde bulunduğu cemiyetin dertleriyle dertlenir. Müslüman, Allah'ın yasaklamış olduğu işlerde birbirine yardımcı olmaz, bilâkis onlardan uzak durur. Günah işlemekten ve Allah'a âsi olmaktan sakınır. Asi olanlara da mani olmaya çalışır, onlara seyirci kalmaz. Kendisini günaha götüren işlerden sakınır, daima Allah'ın rızasını arar. Zaten Müslümanın görevi de budur. Mü’min görevini yaptığı müddetçe mü’mindir. Maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu günah işlemekte ve Allah'a âsi olmakta birbirleriyle âdeta yarış etmektedirler. İyilikte yardımlaşmayı unutmuşlar, kötülükte yardımlaşmayı meslek haline getirmişlerdir. Yüce Allah'ın «Allah'tan korkun» emrini hiçe saymışlardır. Şüphesiz ki, Allahü teâlâ bunlar için elim bir azap hazırlamıştır. Bunlar mutlaka cezalarını göreceklerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir-. «Allahü teâlâ birr u takvayı emretti. Her Müslümanın bunları yapması gerekir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hadisi de buna delâlet eder. «Bir insanı hayra teşvik etmek, onu yapmak gibidir.» Bir kimseyi hayra teşvik eden o hayrı yapmış gibi sevap kazanır.» Bu hadîs-i şerif şuna da delâlet eder: Bir kimseyi şerre teşvik etmek, o şerri yapmak gibi olur. Hadis'te de zikredildiği gibi, hayra teşvik edenler sevap, şerre teşvik edenler de günah kazanmaktadır. Günah işleyenlerin ve zulüm yapanların cezalarını Allahü teâlâ mutlaka verecektir. Allah'ın azabına kimse takat getiremez. Mü’minin yardımı hak üzere olmalıdır. Mü’min daima hayrın teşvikçisi olmalıdır. Şerri ve fesadı menetmeye çalışmalıdır. Fesatçılar hakkı bırakıp şerre koşarlar ve Allah'ın dinini yıkmak için onlara yardımcı olurlar. Onlar Allah'ın düşmanlarını dost tutarlar. Halbuki Allah ve Resulü onlara düşmandır. Allah ve Resulünün düşman olduğuna yer ve gök ehli de düşmandır. Onlar Allah'ın rahmetinden ve Resûlüllah'ın şefaatinden mahrum kalacaklardır. 3 «Size şunlar haram kilindi: (Eti yenen hayvanlardan boğazlanmadan ölen) ölü hayvan, akmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan, bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvanlar, dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız.» Bu âyet-i celîle Müslümanlara haram olan şeyleri belirtmektedir. Ey iman edenler, Allahü teâlâ size, kesilmeden ölen murdar hayvanların etlerini yemeyi haram kılmıştır. Ancak balıkla, çekirge kesilmeden yenen hayvanlardandır. Balık suda ölü olarak bulunursa yenmez. Çünkü ne şekilde öldüğü bilinmez. Çekirge de balık gibi, kesilmeden yenir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “iki ölü ve iki kan bize helâl kılındı» buyurmuştur, iki ölü, balıkla, çekirgedir, bunlar kesilmezler. İki kan ise, ciğer ile dalaktır. Yenmesi haram olanlar âyette şöyle sıralanmışlardır: Kan, domuz eti; domuzun hiçbir şeyinden istifade edilmez, her şeyi haramdır. Müslüman domuz ticareti yapamaz. Allah'ın ismi anılmadan veya Allah'tan başkası adına kesilen, boğazları sıkılmak suretiyle boğularak öldürülen, vurmak suretiyle öldürülmüş olan, yüksek bir yerden düşerek veya kuyuya atılarak ölen, başka bir hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen, yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülen hayvanların etlerini yemek haramdır. Eğer bunlar ölmeden kesilirse etleri yenir. Şayet kesilmeden önce ölürlerse etleri kesinlikle yenmez. Yüce Mevlâ şerefli kullarının murdar ve necis olan şeyleri yemesine izin vermiyor. Bu, Allahü teâlâ'nın kullarına verdiği değerin bir ifadesidir. Ayrıca putlar adına kesilen, Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla değil de, türbeler için, ve şahıslar adına kesilen hayvanların etleri, ziyaret yerleri için kesilen hayvanların etleri, fal okları atarak kesilen hayvanların etleri de yenmez. Çünkü bunlar Allah adına değil de Allah'tan başkasının adına kesilmiştir. Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar da murdar hükmündedir. Fal oklarının durumu şudur: İslâm'dan önce Araplarda şöyle bîr âdet vardı. On arkadaş bir araya gelerek, bir deve satın alırlar, o deveyi keserler ve dokuz parçaya ayırırlardı. Her arkadaşın üzerinde ismi yazılı bir oku vardı. Bu oklar toplanır içlerinden bir arkadaşa teslim edilirdi. Okları alan kimse, arkadaşlarından güzelce gizlerdi. Daha sonra onlar gizli olan oklardan bir bir alırlar ve taksim edilen etin üzerine dikerlerdi. Okun üzerinde kimin ismi yazılı ise o et onun olurdu. Sona kalan okun sahibine hiçbir şey kalmazdı. Üstelik devenin parasının tamamım da ona ödetirlerdi. Bu bir nevi kumardı. İslâm dini bu gibi haksız kazançları yasaklamıştır. İslâm'da başkasının sırtından geçinmek yoktur. İslâm, tenbelliği, başkasının sırtından geçinmeyi, falcılığı, başkasının hakkını yemeyi yasaklamıştır. Arapların bir âdeti de şu idi: Onlardan birisi yolculuğa çıkmak arzu ettiği zaman, yine fala müracaat ederdi. Şöyle ki: Arapların iki oku bulunurdu, bunlardan birinin üzerinde «Rabbim bana sefere gitmeyi emretti», diğerinde de «Rabbim beni seferden menetti» yazılı idi. Sefere çıkmak isteyen adam bu oklardan birini çeker, hangisi eline gelirse ona göre hareket ederdi. Şayet eline gelen ok müsbet olursa yoluna devam eder, aksi takdirde seferden vazgeçerdi. Bunlar ve benzeri inançlar bâtıl inançlardır. Allahü teâlâ bunların hepsini yasaklamıştır. Yukardan aşağı sıralanan bu yasakların hepsinde insanlar için sayılamayacak kadar hikmetler vardır. Fakat insanlar bunlardaki hikmetlerin bir çoğunu anlayamazlar. Yüce Allah'ın haram kıldıklarına helâl diyenler kâfir olur. Allahü teâlâ âyet-i celilenin devamında şöyle buyuruyor: «Bugün, kâfirler dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır, çok merhamet edicidir.» Mekke fethedildiği zaman nazil olan bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi Ramazan ayının bitimine 8 gün kala fethetmiş, sahabeleriyle Mekke kapılarından içeri girince şöyle ferman buyurmuştu: Ey müşrikler içinizden «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyenler, silahını bırakıp, Resûlüllah'ın emirlerine itaat edenler, evlerine kapanıp savaşa iştirak etmeyenler kurtulmuşlardır. Onlara hiçbir şey yapılmayacaktır.» Müşrikler bu hitabeyi duyunca topluca gelip İslâm'ı kabul etmişler ve Allahü teâlâ'nın emirlerine sarılmışlardı. O sırada bu âyet-i celilenin bir kısmı nazil olmuştur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Hudeybiye yılından sonra, Hicret'in yedinci yılında sahabeleriyle Kâ'be'i Muazzama'yı ziyarete gidince, müşrikler yaklaşmamışlar ve Müslümanları seyre koyulmuşlardı. Müşrikler, Müslümanların Peygamberlerine olan sadakatlarını ve ibâdetlerine olan bağlılıklarını görünce ümitsizliğe düşmüşler, Müslümanların artık dinlerinden daha dönmeyecekleri kanaatine varmışlardı. O yıl Müslümanlarla beraber hiçbir müşrik Kâ'be'yi tavaf etmemişti. Peygamberimiz sahabeleriyle birlikte tavaflarını yapmışlar, hacı olmuşlar, kurbanlarını kesmişler ve sağ-salim geri dönmüşlerdi. Müşrikler ise yeis içinde idi. Yüce Allah bu durumu şöyle beyan ediyor: «Bugün, kâfirler dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun.» Artık kâfirler de islâm'ın yayıldığını, her taraftan duyulduğunu anlamışlardı, Müslümanların dinlerinden dönmeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Hak mutlaka galip gelecekti. İman edenlere Allah'ın vaad ettiği günler yakındı. İslâm'ın emirlerini bildiren âyet-i kerimelerin bir kısmı Mekke devrinde, bir kısmı da Medine devrinde nazil olmuştur. Namaz, oruç, zekât ve komşuluk hakkı gibi hususları açıklayan âyetler Mekke devrinde, haram ve helâl olan hükümleri izah eden âyetler de Medine devrinde nazil olmuştur. Âyette geçen bölümü Veda haccında, cuma günü Arafat'ta nazil olmuş ve İslâm dininin bütün ahkâmının tamamlandığını bildirmiştir. Böylece Yüce Allah, Müslümanlara olan va'dini yerine getirmiş, onlara dünyevi ve uhrevî sayısız nimetler ihsan etmiş, Mekke'nin fethini müyesser kılmış, din olarak İslâm'ı vermiş ve ondan razı olmuştur. Allah katında İslâm'dan başka din makbul değildir. Çünkü bütün dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslâm'dır. Bu âyetin nüzulünden sonra Peygamberimiz bir rivayete göre elli üç gün, bir rivayete göre de seksen bir gün yaşamıştır. Bu âyet gelince bazı sahabeler Peygamberin âhiretş göç edeceğini anlamışlar ve ağlamaya başlamışlardı. Bu âyet-i celîlede insanların her an karşılaşabileceği bir hüküm daha beyan edilmektedir. Şöyle ki: Âyetin başında nelerin haram olduğu açıklanmıştır. İslâm dini cihanşümul bir din olduğu için daima kolaylığı emretmiş, mensuplarına hiçbir zaman zorluk göstermemiştir. Onların menfaatine olanları emretmiş, zararına olanları ise yasaklamış ve haram kılmıştır. Zaruret halinde ise bazı şeyleri mubah kılmıştır. Herhangi bir yerde, açlıktan takati kesilip, yemek için bir şey bulamayanların ölmeyecek kadar domuz eti veya murdar hayvanların etlerini yemelerini mubah kılmıştır. Bu gibi muztar durumda kalanların selâmete çıkana kadar ve ölmeyecek miktarda yemelerine müsaade edilmiştir. Bu durumdakilerin karınları doyasıya yemelerine müsaade yoktur. Bu murdar etlerden yemeyip açlıktan ölürlerse Allah indinde mes'uldürler. Bu ilâhî müsaade, açlıktan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalanların kurtulması içindir. Bu, Yüce Allah'ın kullarına olan bir ruhsatıdır. Çünkü Allahü teâlâ çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir. İman edip, tevbe eden kullarının kusurlarını bağışlar ve günahlarını affeder. 4 «Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl kılandı." Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Addî İbni Hatem, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Ey Allah'ın Resulü, biz av köpekleriyle ve doğanlarla av yapıyoruz. Halbuki Allahü teâlâ «meyte»'yi haram kıldı. Bize helâl olanı söyler misin?» diye sorar. Peygamberimiz cevaben ona şöyle der: «Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği gibi, sizin de alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için avladıklarından yeyin. Avcı hayvanları ava salarken «Bismillâhi» deyin. Eğer besmele çekmeden salarsanız, onların avlamış oldukları yenmez.» Addî «Ya Resûlallah, bunlar yakaladıklarını öldürürlerse de yiyebilir miyiz?» der. Peygamberimiz «Eğer onlar avladıklarından bir şey yemezlerse, siz yeyiniz. Şayet avladıklarından yemişlerse, o zaman siz yemeyiniz. Çünkü onlar eğitilmiş av köpekleri değildir. Avı kendileri için avlamış, sizin için avlamamışlardır. Bir de besmele ile ava salıverdiğiniz köpeğe, başka bir köpek eşlik eder ve avladıkları avı öldürürlerse, hangisinin öldürdüğü belli oluncaya kadar onu yemeyin. Eğer besmele ile salıverdiğiniz köpek öldürmüşse onu yeyin» buyurur. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl kılındı." Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» Ey mü’minler, besmele ile kestiğiniz hayvanların etlerinden ve avcı hayvanların avladıkları hayvanların etlerinden yeyin. Yüce Allah mü’min kullarına helâl ve temiz olanları mubah kılmıştır. Besmele ile kesilmeyen hayvanların etlerini de haram kılmıştır. Çünkü besmelesiz kesilen hayvanlar murdardır. İmâm-ı Mücahid (radıyallahü anh)'e, atmaca, doğan ve parsın avladığı hayvanların hükmü sorulduğunda, cevaben demiştir ki, bunların hepsi yırtıcı hayvanlardır. Eğitilmiş olanlarının avladıkları hayvanlar yenir, eğitilmemiş olanların avladıkları hayvanlar ise yenmez. Av köpekleriyle, doğanın avladıklarından yeyiniz. Zira onlar sizin için avlarlar. Ancak onların da avladıklarının yenebilmesi için besmele ile ava gönderilmeleri ve avlamış olduklarından bir şey yememeleri şarttır.» Av hayvanlarını «besmele» ile ava salıvermek, o avı boğazlamak yerine geçer. Şayet besmelesiz ava salıverilir de, yakaladıkları avı öldürürlerse o «meyte» hükmündedir, asla yenmez. Eğitilmemiş köpeklerin yakalayıp öldürdükleri avlar da yenmez. Çünkü arilar av için eğitilmemiştir. Bu âyet-i celile aynı zamanda âlimin cahile olan üstünlüğüne delâlet etmektedir. Alimin cahile olan üstünlüğü, güneşin yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Keza şu örnekten de bu üstünlük anlaşılmaktadır. Eğitilmiş bir köpeğin avladığı hayvanlar yendiği halde, eğitilmemiş bir köpeğin avladığı hayvanların eti yenmez. Halbuki cins itibariyle her ikisi de köpektir. Fakat biri eğitilmiş, o iş için yetiştirilmiş, diğeri yetiştirilmemiştir. Eğitilen hayvanın avladığı yenmekte, diğerininki ise yenmemektedir. Bu itibarla avcı köpek avcı olmayan köpekten çok üstündür. Âlim de ilim itibariyle cahilden çok üstündür, çok faziletlidir. Allahü teâlâ âyetin sonunda «Allah'tan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir» buyuruyor. Ey iman edenler, murdar olan şeyleri yemekten Allah'tan korkunuz, Allah'ın yasakla'nış olduğu şeyleri yemeyiniz. Bir de Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerinden yemeyin. Zira onlar da murdar hükmündedir. Yukarda da belirtildiği gibi, Yüce Allah kullarının temiz olan şeylerden yemesini - içmesini arzu eder. Necis ve murdar olan şeylerden yemesine - içmesine asla müsaade etmez. Avlarla ilgili fıkhî mes'eleler: Bir avcının ava silahını atarken veya av hayvanını avına salıverirken «Bismillâhi Allahü ekber» demesi şarttır. Unutarak besmele terk edilirse hükmen okunmuş sayılır. Şayet bile bile terk edilirse avlanan hayvan murdardır, eti yenmez. Yukarda da zikredildiği gibi besmelesiz kesilen veya avlanan hayvanlar «meyte» hükmündedir, etleri yenmez. Av şer'an eti yenen hayvanlardan olmalıdır. Avcı da bir Müslüman veya bir kitabi olmalıdır. Mecûsî'nin, putperestin ve mürtedin kestiği hayvanlar yenmez. Av hayvanı avcının eline geçmeden aldığı yara i'e ölmüş olmalıdır. Avcı, eğer canlı olarak avını yakalarsa, derhal kesmelidir. Yaralı olan avım canlı halde yakaladığı takdirde, kesmeyi ihmal eder hayvan da yaradan dolayı ölürse eti yenmez. Av köpeklerinin avladıkları hayvanların her hangi bir yerinden yememeleri gerekir. Aksi takdirde o av hayvanının eti haramdır. 5 «Bugün, size bütün iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir.» Ey mü’minler, size bütün iyi ve temiz olan şeylerle, yararlı ve faydalı olan şeyler helâl kılınmıştır. Sizin için zararlı olanlar'da yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Kendilerine kitap verilmiş olanların yiyecekleri -içinde katkı olmamak şartıyla- kestikleri size helâl kılınmıştır. Sizin yiyeceklerinizden onların yemesinde de bir sakınca yoktur. Sizin yaptıklarınızdan ve yediklerinizden onlar da yiyebilirler. İmâmı Züccac'a göre bu âyetin te'vili şöyledir: Müslümanların, ehli kitaptan olanlara ikram etmelerinde ve kendi yiyeceklerinden onlara da vermelerinde bir sakınca yoktur. Helâl, haram ve farzlar ancak Müslümanlar içindir ve bunların muhatabı Müslümanlardır. Ehl-i kitap bunların muhatabı değildir.» Bu âyetle, Müslümanların ehl-i kitap olanlarla alışveriş etmelerine ve onlara her hangi bir şey vermelerine müsaade edilmiş, kendilerini dost edinmemek şartıyla karşılıklı alış-veriş yapılmasına izin verilmiştir. Allahü teâlâ âyeti celilenin devamında şöyle buyuruyor: «İman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları - zina etmeksizin, gizli dost tutunmaksızın- mihirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir.» Ey mü’minler, iman eden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin kadınlarıyla mihirlerini vermek şartıyla nikâhlanmanız helâldir. Ancak bunların iffetli ve namuslu olmaları şarttır. Müslüman bir erkek kitabî olan Yahudi ve Hıristiyanla evlenebilir. Fakat Müslüman bir kadın kitabî olan bir erkekle evlenemez. Kitabi olan erkek Müslüman olduğu takdirde Müslüman bir kadın kendisiyle evlenebilir. Nisa Sûresinin muhtelif âyetlerinde belirtildiği gibi, kadınların nikâhlarında mihir esastır. Mihir vasıtasıyla kadınlar zulümden korunmuş ve hakları muhafaza edilmiş olur. İslâm dini kadın haklarına son derece değer vermiş ve onu her zaman korumuştur. Kadını muallâkta bırakmamıştır. Bu âyet-i celîle nazil olunca, Yahudi ve Hıristiyan kadınları «Allahü teâlâ bizim dinimizi beğendi. Aksi takdirde nikâhımızı Müslümanlara helâl kılmazdı» demişlerdi. Allahü teâlâ, onların bu sözlerini reddetmek için âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur: «Kim imanı tanımayıp kâfir olursa her halde bütün yaptığı boşuna gitmiştir ve o, âhirette en çok ziyana uğrayanlardandır.» Allahü teâlâ'nın birliğini inkâr ederek kâfir olanların, daha önce yapmış oldukları bütün ameller ve ibadetler boşa gider. Ameller ve ibadetler ancak iman ile kaim olur. İman olmadan yapılan amelin herhangi bir hükmü yoktur. Îmanın da ilk şartı Allah'ın varlığını ve birliğini tasdiktir. İman olmadan hiçbir amel ve ibadet Allah indinde geçerli değildir. Bir insan hayatının sonuna kadar Müslüman olarak yaşasa ancak son anda irtidat etse, yani dinden çıksa daha önce yaptığı amellerin hepsi boşa gider. Bu âyet-i celîlenin hükmü bütün Müslümanlara şamildir: Fıkıh bilginlerimiz bu konuda şöyle demişlerdir: Eğer herhangi bir Müslüman mürted (kâfir) olursa, o ana kadar yapmış olduğu bütün amelleri yok olur. Hatta namaz kıldıktan sonra irtidat etse ve kılmış olduğu namazın vakti çıkmadan tekrar iman etse o namazı yeniden kılması gerekir. Müslüman, mürted olmadan önce hacca gitmiş ise, mürted olunca hacılığı da yok olur. İslama döndüğü takdirde tekrar hacc etmesi gerekir. Küfür kelimesi söyleyen bir Müslümanın durumu da böyledir. Onun da yapmış olduğu bütün ameller bir anda yok olur. «Bu sözün küfür olduğunu bilmiyordum» demek özür sayılmaz. Zira İslâm ülkelerinde insanı dinden çıkaran küfür kelimelerini bilmemek özür değildir. Müslümanın, ağzından çıkan kelimelere çok dikkat etmesi gerekir. Ağızdan çıkan bir küfür lâfzı insanı bir anda dinden eder ve o ana kadar yapmış olduğu bütün ibadetlerin ve amellerin yok olmasına sebep olur. 6 «Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve başlarınızı meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın.» Yüce Allah, bu âyet-i celilesinde abdestin farzlarını beyan ediyor. Abdest namazın anahtarıdır. Namaz ise dinin direğidir. İnsanı, dünya işlerinden koparıp, Allah'ın huzuruna yönelten ve fiilen kul olduğunu isbat ettiren bir ibadettir. Böyle bir ibadetin icra edilebilmesi için, kişinin maddeten ve manen temiz olması gerekir. Bunun için de âyet-i celîlede abdestin farzları bildirilmiştir. Ey iman sahipleri, namaz kılacağınız zaman abdestinizi güzelce alın. Abdest alırken yüzünüzü tüy bitiminden çene altına kadar yıkayın. Ellerinizi parmaklarınızın ucundan dirseklerinize kadar yıkayın. Bu yıkamaya dirsekler de dahildir. Başınızın dörtte birini meshedin. Ayaklarınızı - topuklar dahil - yıkayınız. Abdest alınırken, abdest azalarında kuru yer kalmayacaktır. Eğer abdest azalarında kuru yer kalırsa abdest olmaz. Abdest olmayınca namaz da olmaz. Yukarda sayılanlar abdestin farzlarıdır. Bunlardan başkası ise, abdestin sünnetleridir. Allahü teâlâ âyet-i celîlenin devamında şöyle buyuruyor: «Eğer cünüpseniz boy abdesti alın. Şayet hasta veya yolculukta iseniz, ya da ayakyolundan gelmişseniz, yahut da kadınlara yaklaşmışsanız ve bu halde su da bulamamışsanız o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesnedin.» Bu âyet-i celile İslâm dininin kolaylık dini olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır. Âyet-i kerîmede zikredilenler her an insan oğlunun başına gelebilecek olan şeylerdir. Yüce Allah kullarına her kolaylığı göstermiştir. Gerek ibadetlerde ve gerek diğer ilâhi emirlerde asla zorluk yoktur. Ey iman edenler, siz cünüp olduğunuz zaman hemen yıkanınız. Cünüp olanların hemen yıkanması gerekmektedir. Cünüplünün yemesi, içmesi, gezip-tozması ve herhangi bir iş ile meşgul olması caiz değildir. Bu bakımdan cünüp olanlar için «Hemen yıkanınız» emri söz konusudur. Müslümanın bu emre itaat etmesi gerekir. Cünüplü yıkanırken vücudunda en küçük bir kuru yer kalmayacaktır. Eğer kuru yer kalırsa yıkanmamış sayılır ve cünüplük çıkmaz. Buna çok dikkat etmek gerekir. Şayet hasta olur ve hastalığınız su kullanmanıza mani olursa, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm yapar, namazlarınızı kılar, Kur'an'ınızı okursunuz. Yolculukta, ayakyolundan geldiğinizde, veya hanımlarınıza yaklaştığınızda, abdest almak veya yıkanmak için su bulamadığınız takdirde temiz bir toprakla teyemmüm eder, namazlarınızı kılarsınız. Tâ ki su bulup kullanacak duruma gelinceye kadar. Su bulunduğu takdirde yıkanma fırsatı da olursa, derhal yıkanmak gerekir. Suyun bulunmadığı yerde teyemmüm yapılır, o teyemmüm ile namaz kılınır, Kur'an okunur. Teyemmümün yapılışı: Teyemmüm temiz toprak, tuğla, alçı, kireç gibi şeylerle yapılır. Önce niyet edilir. Teyemmümde niyet farzdır. Sonra iki el toprağa vurulur ve yüz iyice ellerle meshedilir. Yüzden sonra yine eller toprağa vurulur, elin parmak ucundan başlayarak dirseğe kadar meshedilir. Sonra aynı şekilde sol elin parmak ucundan dirseğe kadar meshedilir. Abdestte olduğu gibi, meshe dirsekler de dahildir. Teyemmümde baş ile ayaklar meshedilmez. Bu Allahü teâlâ'nın kullarına bir lütfudur. Yüce Allah âyeti celilenin devamında şöyle buyuruyor: «Allah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez. Fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetinin tamamlanmasını diler. Tâ ki şükredesiniz.» Yüce Allah suyun bulunmadığı yerlerde kullarına kolaylık olsun diye teyemmümü emretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ kullarına asla yapamayacakları şeyleri emretmez. Ancak onların yapabilecekleri şeyleri emreder. O, kullarının iyice temizlenmesini ve üzerlerindeki nimetlerinin tamamlanmasını diler. Abdest ve gusül, ibadet yapabilmek için şarttır. Abdestsiz ve gusülsüz ibadet olmaz. Bunun içindir ki suyun bulunmadığı yerde, ibadetlerin aksamaması için ve mü’minlere kolaylık olsun diye Yüce Allah teyemmümü emretmiştir. Tâ ki insanlar Allah'ın nimetlerine şükretsinler, nankörlük etmesinler. Bütün bunlar Allah'ın kullarına olan lütfudur. Görülüyor ki, bütün nimetler insanoğlunun emrine verilmiş ve onların da, bu nimetin sahibine şükretmeleri istenmiştir. Şükretmeyenler elbette cezalarını göreceklerdir. Şükredenler ise, mutlaka umduklarına nail olacaklardır. 7 «Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "Dinledik, itaat ettik" dediğiniz zaman ona andınızı - ki O, sizi onunla bağışlamıştır - hatırlayın. Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah göğüslerde olan sırrı dahi bilicidir.» Ey mü’minler, Allahü teâlâ'nın sizin üzerinizdeki nimetlerini ve ihsanlarını hatırlayın. Allah sizi İslâm ile şereflendirdi. Yapabileceğiniz bir görevden başkasını size yüklemedi, ancak yapabileceğiniz kadarını size teklif etti. O'na vermiş olduğunuz andınızı hatırlayınız. Allahü teâlâ, Âdem (aleyhisselâm)'in sulbünden insanları çıkardığı zaman, onlar ruh âleminde iken «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye onlara hitap etmişti. İnsanlar da cevaben «Belâ» evet «Sen bizim Rabbimizsin, emirlerini işittik ve itaat ettik» demişlerdi. Bu söz, Allahü teâlâ'ya verdikleri bir ahit idi. Ey insanlar, Allah'a verdiğiniz ahdinizi hatırlayın, ondan dönmeyin. İnsanlar daha ruh âleminde iken, Yüce Mevlâ'nın bütün mevcudatın sahibi ve maliki olduğunu tasdik etmişlerdir. Ey mü’minler, Allah'a verdiğiniz ahdinizi bozmaktan korkun. Allah'ın emirlerini yerine getirerek, O'na itaat edin. Şüphe yok ki O, sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. 8 «Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler, adalet örneği şahitler olun. Bir millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun. Bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun, Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden haberdardır.» Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adalet timsali şahitler olunuz. İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman Allah için hükmedin. Aralarında hükmettiğiniz insanlar düşmanınız da olsa, yakınınız da olsa asla adaletten ayrılmayınız. Şahitlik yaptığınız zaman da Allah için şahitlik yapın. Hiçbir zaman hakkı söylemekten çekinmeyin. Bir kavme, bir millete ve bir şahsa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet üzere hükmetmeniz ve şahitlik yapmanız takvaya daha yakındır. Allahü teâlâ, kullarının âdil olmasını ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adalet üzere hükmetmelerini emrediyor. Bir milletin selâmeti ancak fertleri arasında adaletin hükümran olmasıyla mümkündür. Adaletin olmadığı yerde hak, hakkin olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı yerde birlik olmaz. Bir toplumda birlik ve adalet olmazsa o toplum yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Tarih bunun misalleriyle doludur. Bu bakımdan İslâm dini adalete son derece önem vermiştir. Adalet timsali olan Hazret-i Ömer «Adalet mülkün temelidir» demiştir. Yüce Allah iman edenlere şöyle hitap ediyor: «Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adalet örneği şahitler olunuz.» Bu ilâhî emir iman edenler için söz konusudur, iman etmeyenlere böyle bir emir yoktur. Dolayısıyla iman edenlerin adaletten ayrılması mümkün değildir. Yapılan bir haksızlık imanı tehlikeye sokar. Allah'ın gadabma vesiyle olur. Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Allahü teâlâ Mekke'nin fethini Müslümanlara müyesser kılmıştı. Mekke artık Müslümanların olmuştu, mü’minlere yapılan işkence, zulüm bitmişti. İntikam sırası Müslümanlara gelmişti. Yüce Allah Müslümanlara adaletle hükmetmelerini" ve affedici olmalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Bir millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun.» İslâm adaleti karşısında dost, düşman herkes eşittir. Dinleri, dilleri, ırkları ve renkleri ne olursa olsun bütün insanlar İslâm adaleti karşısında eşittirler. Ey iman sahipleri, Allah'tan korkun, adaletsizliğe sapmayın, şahitliğinizi dosdoğru yapın. Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden, yaptıklarınızdan haberdardır. 9 «Allah, iman edip güzel güzel amellerde bulunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır.» Allahü teâlâ, iman edip, salih ameller işleyen kullarına kurtuluşu ve büyük bir mükâfatı vaad ediyor. Îman edip, amel-i salih yapanlar mutlaka kurtuluşa ereceklerdir. Îman etmeyenler ise, küfürlerinin cezasını göreceklerdir. Mekke'li müşrikler İslâm'ı kabul ettikten sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demişlerdi: «Ey Allah'ın Resulü, biz bugüne kadar küfür içindeydik, şimdi Müslüman olduk. Bizim âhiretteki durumumuz ne olacak?» Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, iman edip güzel güzel amellerde bulunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır.» îman edip, Allah'a ve Resulüne itaat edenlerin, Allah günahlarını bağışlar, âhirette onları büyük mükâfatlara nail eder. 10 «İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehen nem yaranıdırlar.» Hazret-i Muhammed'i ve O'na inen Kur'an'ı inkâr edenler ve bu inkârları üzere ölenler ebedî cehennemin yaranıdırlar. Hazret-i Muhanv med (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine ve Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmayanlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır. Bu, onla-»rın inkârlarının bir cezasıdır. İnkarcılar mutlaka cezalarını göreceklerdir. 11 «Ey iman edenler, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah'tan korkun. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ni çekiyor, onların Allah'tan korkmalarını ve yalnız Allah'a güvenmelerini beyan ediyor. Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Medine'ye hicret buyurdukları zaman, iki Yahudi kabilesi olan Beni Kureyza ve Beni Nadr ile bir antlaşma yapmıştı. Antlaşmaya göre Medine'yi düşmana karşı beraber savunacaklar, aralarında savaşmayacaklar, diyet hususunda yardımlaşacaklar ve benzeri hükümlerde birlikte hareket edeceklerdi. Bir gün taşradan iki müşrik Peygamberimizin huzuruna gelirler, Peygamberimizle olan işlerini görürler, diğer ihtiyaçlarını karşılarlar ve Müslümanlar tarafından yolcu edilirler. Yolda Amr İbni Umeyye ile karşılaşırlar. Amr İbni Umeyye onları eşkıya zanneder ve öldürür. Bu haberi duyan Peygamberimiz çok üzülür, öldürülenlerin velilerine kan bedeli olarak iki hur Müslümanın bedeli kadar diyet vermeyi taahhüt eder. Bu diyetin bir kısmını antlaşma yaptıkları Yahudi kabilelerinden almak için Peygamberimiz yanına Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali'yi alarak Beni Nadr kabilesine gider. Durumu kendilerine bildirirler. Onlar Peygamberimizi ve beraberindekileri önce hoş karşılarlar ve «Biraz sabredin, kardeşimiz Kureyza'lılarla bir istişare yapalım, onların fikrini öğrenelim» derler. Peygamberimizi arkadaşlarıyle birlikte bırakıp, Kureyza'lıların fikrini almak için giderler. Onlar diyet için yardım etme yerine, Peygamberimizi ve beraberindekileri öldürmeyi plânlarlar. Peygamberimiz onların gelmesini beklerken, tam o anda Cebrail gelir durumu Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bildirir. Bunun üzerine Peygamberimiz ve beraberindekiler oradan ayrılırlar. Böylece Yahudilerin kurmuş oldukları tuzak suya düşer ve hileleri meydana çıkar. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah'tan korkun. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.» Kul Allah'a tevekkül edince, ona hiç bir kuvvet zarar veremez. Mü’min tedbirini alıp, sonra Allah'a tevekkül edecektir. Allah'tan başkasına boyun eğenler er-geç mutlaka hüsrana uğrayacaklardır. Bazı tefsircilere göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece tek başına şehitleri ziyaret etmek için Bakıyye Mezarlığına gider. Orada karşısına cengâver bir Yahudi çıkar ve Peygamberimize şöyle der: «Yâ Muhammed, gerçek peygamber isen kılıcını bana ver. Gerçek peygamberler cimri olmazlar, kılıçlarını isteyene verirler.» Cihanın güneşi sevgili Peygamberimiz hiç tereddüt etmeden kılıcını hemen o kâfire verir. Kâfirin niyeti başkadır, aklınca peygamberi öldürmek ister ve eline aldığı kılıcı çeker, Peygamberimize yönelir. O anda içine bir korku düşer, kâfir sanki yere düşüp bayılacak olur, kendisini zor tutar. Kılıcı derhal iade eder. Görülüyor ki, Allah'ın koruduğuna kimse bir şey yapamıyor. Allahü teâlâ Resulüne nimetini bildirmek için bu âyeti göndermiştir. Ayetin sonunda «Allah'tan korkun, size verdiği nimetlerine karşı şükredin. O'na tevekkül edin. Mü’minler yalnız Allah'a güvenip dayansınlar» buyurulmaktadır. Mü’minin Allah'a tevekkül etmesi vaciptir. 12 «Yemin olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. İçlerinden oniki nazır (kavimlerinin hallerini bildirecek kulağı delik kimseler) bulundurmuştuk. Allah onlara şöyle demişti: Muhakkak ben sizinle beraberim. Yemin olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, kendilerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda güzel nafaka verirseniz mutlaka sizden, günahlarınızı örterim. Gerçekten sizi (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da içinizden kim nankörlük eder kâfir olursa o, muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur.» Allahü teâlâ, İsrailoğullarından, Allah'a şirk koşmayacaklarına, bütün peygamberleri tasdik edeceklerine ve Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair söz almıştı. Onların söz verdiklerine şahitlik yapmak üzere oniki kabileden de birer kefil seçmişti. Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: Musa (aleyhisselâm) her kabileden güvenilir birer kişi seçer, âsi ve cebbar bir kavmin durumunu öğrenmek için gönderir. Musa'nın göndermiş olduğu elçiler âsî ve cebbar kavmin bulunduğu yere gelirler, onların heybeti karşısında korkarlar ve geri döndüklerinde kendi kavimlerini onlarla savaşmaktan vazgeçirirler. Onlardan yalnız Yuşâ ibn Nün ile Kâlip Buknâ kendi kabilelerini bunlarla savaşmaya ikna ederler. Yüce Allah onlardan söz aldıktan sonra, Israiloğullarına âsiler ve cebbarlarla savaşmayı emreder. Hazret-i Musa'nın her kabileden seçmiş olduğu kişiler aynı zamanda kabilelerinin reisi idiler. Musa (aleyhisselâm) onları kabilelerine melik tayin etmişti: «Ben muhakkak sizinle beraberim. Yemin olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, kendilerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda güzel nafaka verirseniz mutlaka sizden günahlarınızı örterim. Gerçekten sizi (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da içinizden kim nankörlük eder, kâfir olursa, o muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur.» 13 «Sonra bu sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalblerini katnlaştırdik. Onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler, ihtar edildikleri hakikatlerden hisse almayı unuturlar. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün. Yine sen onları affet ve aldırma. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.» Israiloğulları Musa'dan sonra ahitlerini bozdular, sözlerinde durmadılar, Allah'ın Resullerini öldürdüler ve kitaplarındaki hükümleri inkâr ettiler. Allah da onları lanetledi, rahmetinden kovdu ve suretlerini maymuna çevirmekle azap etti. Kalblerini katılaştırıp, imanın lezzetinden mahrum etti. Onlar Allahü teâlâ'nın Tevrat'daki hükümlerini değiştirdiler. Recim âyetini ve Hazret-i Muhammed'in sıfatlarını kaldırıp yerine kafalarına göre başka hükümler koydular. Allah'ın haram kıldıklarına helâl, helâl kıldıklarına da haram dediler. Kitaplarındaki hükümlerle amel etmez oldular ve ihtar edildikleri hakikatlardan hisse almadılar. Son Peygamber Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i tasdik edip, Allah'ın rahmetine nail olamadılar. Ona ihanet ettiler. Yüce Allah onların ihanetini şöyle beyan ediyor: «Yâ Muhammed, içlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün. Yine sen onları affet ve aldırma. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.» -Yine sen onları affet ve aldırma- hükmü kıtal âyetiyle neshedilmiştir. Yahudiler, Peygamberimizin birçok mucizelerini görmelerine rağmen yine iman etmemişler, hatta iman edenlere de mani olmuşlardır. Allahü teâlâ, onları bu azgınlıklarından ve inkârlarından dolayı rahmetinden kovmuş ve onlara lanet etmiştir. Allah'ın gadabına uğrayanlar ancak inkarcılar ve azgınlardır. 14 «“Biz Hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık. Derken bunlar da ihtar edildikleri hakikatlerin bir çoğunu unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin bıraktık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.» Yukarda geçen âyetlerde Allahü teâlâ, Yahudilerden, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik edeceklerine ve kitaplarının hükümlerine göre amel edeceklerine dair söz aldığını, onların daha sonra bu ahitlerini bozduklarını ve haksız yere peygamberlerden bazılarını öldürdüklerini ve kitaplarının hükümlerine göre amel etmediklerini, bunlara karşılık ne gibi bir azaba uğradıklarını bildirmişti. Bu âyette ise, aynı sözü Hıristiyanlardan aldığını, onların da daha sonra ahitlerini bozduklarını beyan etmiş, İncil'de Hazret-i Muhammed'in son peygamber olarak geleceğini bildirmiş ve ona iman etmeleri için de kendilerinden teminat almıştı. Hıristiyanlar ise iman edeceklerine dair söz vermişlerdi. Fakat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilince onlar da, Yahudiler gibi inkâr etmişler, hatta Peygamberimizle ilgili olan kısımları İncil'den çıkarmışlardı. Yahudiler de, Hıristiyanlar da ahitlerini bozdukları için Yüce Allah kıyamete kadar onları birbirine düşman yapmıştır. Rivayete göre Yahudilerle, Hıristiyanlar arasında bir savaş olur. «Polis» adında birisi bu savaşa iştirak eder, bir çok Hıristiyanı öldürür. Polis'in gayesi Yahudilerle, Hıristiyanlar arasındaki düşmanlığı körüklemektir. Nitekim bu emeline muvaffak olur. Savaş bittikten bir müddet sonra Hıristiyanların bulunduğu bölgeye gelir. Yine onlara değişik bir tuzak hazırlamaya çalışır ve muvaffak olur. Hıristiyanların zayıf tarafım bilir ve onların zaafından yararlanarak işe başlar. Onlara önce «Beni tanıyor musunuz?» diye sorar. Onlar da tanıdıklarını söylerler. Polis «Ben rüyamda İsa'yı gördüm, size yaptıklarımdan dolayı bana çok kızdı ve bir vuruşta gözümü çıkardı. Ben de elini tuttum, yaptıklarıma tevbe ettim ve pişman oldum, o da beni affetti. Bana Hıristiyanlığın hükümlerini öğretti ve bunları size öğretmem için beni gönderdi. Ben de size geldim, bundan sonra aranızda bulunup, onun bana öğrettiklerini size öğreteceğim» der. Bu sözleri duyan Hıristiyanlar gerçek zannederler, ona itaat ederek, ta'zim ve ikramda bulunurlar. Kendisini memnun etmek için muhteşem bir köşk yaparlar. Polis köşke çekilir, güya ibadetle meşgul olur. Halk zaman zaman gelip kendisini ziyaret eder ve bir şeyler sorar. O da her defasında Allah'ı inkâr mahiyetinde cevaplar verir. Önce insanların zihnini karıştırır, sonra konuştuklarını tevile çahşır ve insanların hoşuna gidecek sözler söyler. Konuşmalarıyla her geçen gün insanların takdirini kazanır. Yine bir gün insanları toplayarak «Bana yeni bir ilim öğretildi, ben de onu size öğreteceğim» der ve şöyle devam eder «Ey kavmim yerde ve göklerde ne varsa Allah hepsim insanlar için yaratmıştır. Bunların hepsi insanlar için yaratıldığına göre, domuz eti ve şarap niçin haram olsun? Onları yaratan da Allah'tır. Kendinize niçin haram kılıyorsunuz? Bunları kendinize haram kılmayın, bunlar size helâldir» der. İlimden ve dinden haberi olmayan zavallılar derhal bu kâfirin sözlerini kabul ederler, içki ve domuz etini kendilerine helâl sayarlar. Polis halkın 'psikolo)ik durumunu çok iyi bildiği için onları kandırmasını da çok iyi becerir. Aradan birkaç gün geçtikten sonra yine halkı toplar ve «Bana yeni bir ilim daha öğretildi, onu da size öğreteceğim» der. Halk doğru bir şey dinleyeceği zannıyla toplanır. Polis, kendisini dinlemek için bir araya gelen bu insanlara şunları söyler: «Ey kavmim, beni iyi dinleyiniz, size bazı sorular soracağım. Güneş, ay, yıldızlar nereden doğarlar? diye sorar. «Doğudan doğar» cevabını alır. «Bunları doğudan doğduran kimdir?» sorusuna onlar «Allah'tır» derler. «Bunları doğudan doğduran Allah olduğuna göre, Allah doğudadır, namazlarınızı doğuya doğru kılın» der. Polis'in batıl sözlerini duyan topluluk, bilâhare ibadetlerini doğuya doğru yapmaya başlar. Bu tarihten itibaren bütün Hıristiyanlar ibadetlerini doğuya doğru yaparlar. Aradan bir müddet geçtikten sonra yine bir grup onu ziyarete giderler. O zamana kadar gözünün birinin kör olduğu biliniyordu. Zira kendisini halka öyle göstermişti. Yanına gidenler gözünün sağlam olduğunu görünce birden şaşırırlar ve «Biz gözünüzü kör biliyorduk, bugün nasıl oldu da gözünüz sağlam?» derler. Polis onlara şöyle der: «Ben size bazı gizli sırlarımı açıklayacağım. İsa bu gece bana geldi ve «Ben senden razıyım. Zira sen benim kavmime dinleri hususunda bilmediklerini öğrettin» dedi ve eliyle gözümü sığadı, gözüm yerine geldi.» Halbuki o gözünü bir bez ile kapatmış, kör olduğunu söylemişti. Gözünden bezi kaldırınca körlük diye birşey kalmamıştı. Bütün bunlar halkı kandırmak için yapılan oyunlardır. Halkın gözünde kendisini daha da büyük göstermek için «Bu gece kendimi İsa'ya kurban edeceğim, beni bundan sonra aranızda bir daha bulamayacaksınız. Sırlarımı bilin ve söyleyeceklerime iyi dikkat edin. Allah'tan başka ölüyü kimse diriltemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Körleri gördüren ve sağırları işittiren O'dur. Fakat bütün bunları yapan İsa'dır. Çünkü Allah İsa'dır. Ona tapın, başkasına tapmayın» der. Onlar, kâfirin bu bâtıl sözlerine de inanırlar ve İsa'nın Allah olduğunu kabul ederler. Onlar yeni bir şey öğrenmenin sevinciyle oradan ayrılırlar. Sonra başka bir grup gelir onlara da şöyle der: -İsa Allah'ın oğludur. Bu gece bana gelerek Allah'ın oğlu olduğunu söyledi.» O grup da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanır. Daha sonra kâfirin yanına başka bir topluluk gelir, onlara da küfrünü şöyle sergiler: «Allah üçtür: Meryem, İsa ve Allah. Ben bu gece kendimi İsa'ya kurban edeceğim. Siz itikadınızdan sakın dönmeyin.» Bunlar da Allah'ın üç olduğuna inanarak yanından ayrılırlar. Küfrünü bu şekilde sergileyen kâfir o gece kayıplara karışır. Sabahleyin yanına gelen kâfirler onu yerinde bulamazlar ve kendini İsa'ya kurban ettiğine inanırlar. Orada bulunanlardan kimi İsa'nın Allah olduğunu, kimi Allah'ın oğlu olduğunu, kimi de Allah'ın üç tane olduğunu söyler. Her grup bir diğerini yalanlar ve kendinin haklı olduğunu iddia eder. Böylece aralarında görüş ayrılığı başlar. Hıristiyanlar hâlâ üçlü Allah sistemine inanırlar. Onlara göre Allah üçtür. Allah baba, İsa oğul Allah ve Kutsal ruh. Bütün bunlar insanları kandırmak için oynanan oyunlardır. Kıyamete kadar bu ayrılıkların ve birbirlerine olan düşmanlıkların devam edeceğine dair, Allah'ın vaadi vardır. Nitekim bu görüş ayrılıkları yüzünden, zaman zaman aralarında büyük savaşlar çıkmıştır. Ey iman edenler, siz Hıristiyanlar gibi dininiz hususunda ihtilâfa düşüp birbirinize düşman olmayın. Zira haktan sapmak, yapmış olduğunuz bütün amelleri yok eder. Allahü teâlâ kıyamet günü kimin hak üzere, kimin bâtıl üzere olduğunu haber verecektir. Orada hepsi meydana çıkacaktır. 15 «Ey Yahudi ve Hıristiyanlar! Şimdi size Peygamberimiz geldi; kitabınızdan gizlemekte olduğunuz şeylerin birçoğunu size açıklıyor, birçoğundan da geçiyor. İşte size, Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.» Hıristiyanların ve Yahudilerin, Tevrat'tan ve İncil'den gizledikleri şeylerin bir çoğunu kendilerine açıklayan, bir çoğunu ise açıklamayan Allah'ın Resulü Hazret-i Muhammed gelmiş, onların Tevrat'ta ve İncil'de yaptıkları tahrifatı kendilerine haber vermiştir. Halbuki Peygamberimiz Tevrat'ı ve İncil'i okumamıştır. Fakat onların yaptıklarını bir bir nakletmiştir. Yukarıda geçen âyetlerde de belirtildiği gibi, Yahudiler Tevrat'ın, Hıristiyanlar da İncil'in bazı âyetlerini değiştirmişler ve bir kısım âyetlerini kitaplarından çıkarmışlardı. Recim âyetini, domuz etinin ve içkinin haram olduğuna dair hükümleri, Peygamberimizin özelliklerinden bahseden âyetleri kitaplarından çıkarmışlardı. Bunların yerine kendi kafalarına göre hükümler koymuşlar, böylece gerçekleri insanlardan saklamışlardı. Rivayete göre Yahudi bilginlerinden birisi Peygamberimize gelerek «Yâ Muhammed, senin bize açıklamadığın şeyler nelerdir, söyler misin?» der. Peygamberimiz, ona cevap vermez. Çünkü Yahudi samimi değildir. Gûyâ o kâfir Peygamberimizi deniyordu. Peygamberimiz ise onun sorusunu nazar-ı itibâre almaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Ey mü’minler, doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.» Allahü teâlâ, bu âyet-i celîlede Hazret-i Muhammed'i nur olarak vasıflandırmiştır. Çünkü O, insanlığı zulmetten kurtarmış, nura kavuşturmuş, dalâletten çıkarıp, hidâyete erdirmiştir. Onun vasıtasıyla cihan nurlanmış, insanlık şahsiyet kazanmış, gönüller Allah sevgisiyle dolmuş, bâtıl inançlar yok olmuştur. Kur'an da bir nurdur. Gönül kulağı onunla aydınlanır, şüpheler onunla izale edilir, haram-helâl onunla belli olur, hakikatlar onunla ortaya çıkar, ibadetler onunla tamam olur, gözler onunla nurlanır, kaîb onunla ferahlar, iman onunla tamamlanır, hak ile bâtıl onunla ayırt edilir. Cehalet onunla yıkılır, insan onunla kemâl bulur, aile onunla selâmete erer. Ahlâk onunla tamamlanır. 16 «Allah onunla, rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.» Allahü teâlâ, kendi rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriştirir ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Emirlerini yerine getirenleri, yasaklarından kaçınanları hidayete erdirir. Kur'an ile onları nurlandırır. Hazret-i Muhammed ile aydınlatır, selâmete erdirir, İslam ile şereflendirir. Kur'an ile onları küfürden uzaklaştırır, iman ile olgunlaştırır. Kur'an ve iman yolundan gidenler Hakk'a ulaşırlar. 17 «"Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir" diyenler and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: "Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?" Göklerin, yerin ve arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye kaadirdir.» Yukarıda da belirtildiği gibi, Hıristiyanların bir kısmı İsa (aleyhisselâm)'ya «Allah» demişlerdir. Aslında Hazret-i İsa'nın Allah olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı. Fakat yine de ona «Allah» demekten geri durmuyorlardı. Kim olursa olsun İsa'ya «Allah» diyen kâfir olur. Allah'a eş koşmak, Allah'tan başkasına «Allah» demek küfürdür. Allah, birdir, ortağı, benzeri, yardımcısı, oğlu, kızı yoktur. Sonra hiç bir varlık Allah olamaz. İsa da bir varlık ve bir insan olduğuna göre nasıl Allah olabilir? Hem İsa'nın doğumu daha dündür, peki ondan önce Allah kimdi? Sonra İsa bir anadan meydana gelmiştir, bunları yaratan kimdir? Yaratılan bir şey nasıl Allah olur? İsa yaratıldığına göre, İsa'yı yaratan kimdir? Bütün bunları var eden Yüce Allah'tır. Allahü teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: «Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?» Göklerin, yerin ve arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah dilediğini yaratır.» Allah'ın hükmüne kim karşı gelebilir? Allah, İsa'yı, anasını, gökleri, yeri ve bütün varlıkları bir anda yok etse buna kim mani olabilir? Hazret-i İsa'nın kendi nefsini kurtarmaya gücü yeter mi? Kaldı ki başkalarını kurtarsın veya Allah'ın mülkünde hükümran olsun. Bütün varlıkların, yerin, göklerin sahibi, mâliki, koruyucusu, idarecisi, rızıklandıranı yalnız Allah'tır. O, dilediğini var eder, dilediğini yok eder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. O, her şeye kaadirdir. Allah Âdem (aleyhisselâm)'i topraktan yarattığı gibi, İsa'yı da babasız olarak Hazret-i Meryem'den dünyaya getirmiştir. O, bir şeye «ol» dediği zaman o şey olur. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Hıristiyanların bir kısmı «İsa eğer beşer olsaydı babası olurdu. Babası olmadığına göre beşer değildir» demişlerdir. Allahü teâlâ, onların sözlerini reddetmek için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: "Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?" Elbette hiçbir güç O'na karşı koyamaz.» 18 «Yahudiler ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. Onlara de ki: "Öyleyse günahınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Oysa siz O'nun yarattığı insanlarsınız". Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Son dönüş de ancak O'nadır.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudileri ve Hır is tiy anları Allah'ın azabıyla korkutmuş ve iman etmeyenler için elim bir azap olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine onlar Allah'ın vaadini hiçe sayarak «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, baba oğluna azap etmez, onu sever. Biz de Allah'ın oğlu olduğumuz için O, bize azap etmez» demişlerdir. Yüce Allah bu âyeti inzal ederek onların bâtıl sözlerini reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: «Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. Onlara de ki: «Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Oysa siz O'nun yarattığı insanlarsınız.» Onlar kendilerini Allah'ın oğlu ve dostu kabul etmişlerdir. Böyle söylemekle kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarını zannediyorlardı. Allah'ın oğlu olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı. Yahudiler ve Hıristiyanlar iddialarında doğru iseler, niçin babalarına azap edilmiştir? Onların babaları cumartesi günü balık avladıkları için Yüce Allah suretlerini değiştirerek kendilerini maymuna benzetmiştir. Bu onlar için en büyük bir ceza değil midir? Yine onlardan birçoğu Allah'ın emirlerine muhalefet ettikleri için helak olmamışlar mıdır? Hem Yahudiler «Allah bizi kırk gün ateşte yakacak, kırk günden sonra daha yakmayacak» demediler mi? Eğer onlar Allah'ın oğlu olmuş olsaydılar, Allah onları yakar mıydı? Asla yakmazdı. Çünkü baba oğlunu yakmaz. Onların iddiaları bâtıldır, yalandır, asılsızdır. Yahudiler ve Hıristiyanlar da, diğer insanlar gibi Allah'ın kullarıdır. Allah katında makbul olanlar ancak iman sahipleridir, İmam olmayanlar diğer varlıklar gibidir. İnsanı, insan yapan imandır. Allahü teâlâ kullarından dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. İman edip, amel-i salih işleyen kullarını affeder. İman etmeyen kullarına da lâyık olduğu cezayı verir. Yerin ve göklerin sahibi, mâliki Allah'tır. Bunların hepsi Allah'ın mülküdür. Bu mülkün Allah'tan başka sahibi ve mâliki yoktur. Son dönüş ancak O'nadır. Herkese ameline göre mükâfat ve mücazat verecek olan da O'dur. 19 «Ey kitap ehli, peygamberlerin arası kesildiğinde "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye kaadirdîr.» Bu âyet-i kerime ile Yahudilere ve Hiristiyanlara hitap edilmiştir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, size ne oldu ki, kitabınızla amel etmiyor ve yaptıklarınız da kitap ehlinin yaptıklarına hiç benzemiyor. Sizin durumunuz tıpkı kendisini herkesten akıllı zanneden adamın durumu gibidir. Kimsenin fikrini beğenmeyen o adam kendi başına bir iş yapar, oysa yaptığı iş gayet gülünçtür. Herkesi güldürür. Halk onunla alay etmeye başlar ve «Sen akıllı birisiydin, bunu nasıl yaptın?» derler. Bu sözler, ona bir serzeniştir, denilmek isteniyor ki, sen akıllı birisi değilsin. Eğer akıllı birisi olsaydın, yaptığın iş de akıllı işi olurdu. Halbuki senin yaptığın iş akıllı işi değildir. Allahü teâlâ'nın Yahudi ve Hıristiyanlara «Ey kitap ehli» diye nida edişinin sebebi de budur. Bu hitap onlara bir serzeniştir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, sizin amelleriniz hiç kitap ehlinin amellerine benzemiyor, şu halde siz kitap ehli değilsiniz. Zira kitap ehli, kitabının hükümlerine göre amel eder. Onun haricine çıkmaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Ey kitap ehli, peygamberlerin arası kesildiğinde, «Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi» dersiniz diye, size açıkça anlatacak Peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir.» Peygamberler dinin hükümlerini ve İslâm şeriatini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü teâlâ her devirde ve her topluma peygamberler göndermiştir. Peygamberler insanları hakka davet için gelmişlerdir. Kıyamet günü insanlar «Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi» demesinler diye, peygamberler müjdeci ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Allahü teâlâ insanları davetsiz bırakmamıştır. Emirlerini ve yasaklarını peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiştir, îtaat edenlere mükâfat, isyan edenlere de mücazat vereceğini haber vermiştir. Kıyamet günü insanlar «Emirlerini ve yasaklarını bize bildirmedin» demesinler diye her devirde davetçilerini göndermiştir. Artık kıyamet günü insanlar «Biz bunu bilmiyorduk veya bundan haberimiz yoktu» diye bir özür beyan edemeyeceklerdir. Çünkü cennet nimeti de, cehennem azabı da dahil herşey bildirilmiştir. Kulları bunlardan hangisini dilerse Allah onu verir. Yüce Allah her şeye kadirdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerde ve yerde olan her şeyi kulları için yaratmıştır. Kullarını âhiret nimetleriyle mükâfatlandırmak için de müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler insanlığın selâmeti için gelmişlerdir. 20 «Bir zamanlar Musa, milletine "Ey milletim, Allah'ın, sizin üzerinizdeki nimetini düşünün. İçinizden peygamberler gönderdi, sizi hükümdarlar yaptı, size âlemlerden hiçbirine vermediğini verdi" demiştir.» Musa (aleyhisselâm) bir zamanlar kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Hiçbir zaman o nimetleri unutmayın. İçinizden peygamberler göndermiştir ve o, gelen peygamberler size hakkı tebliğ etmiştir. Bu, Allah'ın size bir ihsanıdır. Sizi yeryüzünde hükümdarlar yapmıştır, bir zamanlar siz esirdiniz.» İsrailoğulları uzun zaman esaret altında kalmışlar, Allahü teâlâ onları Musa (aleyhisselâm) vasıtasıyla esaretten kurtarmıştır. İmam-ı Kelbi «Peygamberlerden maksat Musa ile kardeşi Harun (aleyhisselâm)'dur. Bunlardan başka Musa, kavminden yetmiş kişi seçmiş, Tür Dağı'na da bunlarla beraber gitmiştir» demiştir. Bazılarına göre ise, peygamberlerden maksat İsrailoğullarının içinden çıkan peygamberler olup sayıları dört bindir. Musa (aleyhisselâm) kavmine Allah'ın nimetlerini saymaya devam ediyor: «Ey kavmim, unutmayın, Allah sizi Fir'avun'un baskısından kurtardı, sizi denizden geçirip, onu boğdu. Sizi melik yaptı, onu rezil etti» demiştir. Bazıları da «Başkasına muhtaç olmayan kişi, padişahtır» demişlerdir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) «Evinde sıhhat ve afiyet içinde ve günlük ihtiyacını temin etmiş olarak sabahlayan kimse dünya padişahıdır» buyurmuştur. Allahü teâlâ İsrailoğullarına verdiği nimetleri, onlardan başka hiç kimseye vermemiştir. Denizi yarıp onları geçirmiş, Fir'avun'u ve adamlarını boğmuş, bulut gönderip onları gölgelemiş, taştan on iki ırmak akıtıp onları sulamış, gökten bıldırcın eti ve kudret helvası yağdırmış, onlara rızık olarak vermiştir. Bu nimetler onlara Allah'ın bir lütfudur. Fakat onlar bunca nimetlerin kıymetini bilmemişler, yine nimet sahibine isyan etmişler, sonunda Allah'ın azabına uğramışlardır. 21 «Ey milletim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes yere girin. Ardınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler olarak dönersiniz, demişti.» Musa (aleyhisselâm) kavminin şirkten ve küfürden temizlenerek peygamberler diyarı olan Beytülmukaddes'e veya Şam'a girmelerini istemiştir. Eğer kavmi oraya girerse günahlarından temizlenmiş olacaklardı. Hazret-i Musa ilâhî emir gereği kavminin oraya girmesini istiyordu. Zira her peygamber kavminin ve kendisine tâbi olanların Allah'a itaatkâr ve ilâhi nimetlere nail olmasını isterler. Bunun için de Musa (aleyhisselâm) kavmine şöyle demiştir: «Ey milletim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes yere girin. Ardınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler olarak dönersiniz.» Onların o beldeye girmeleri Allahü teâlâ'nın emridir. Hazret-i Musa da kavmine Yüce Allah'ın emrini bildiriyordu. Onlar ismi geçen beldeye girdikleri takdirde günahlarından temizlenmiş ve arınmış olacaklar, girmedikleri takdirde günahkâr ve âsi kalacaklardı. Bazı tefsircilere göre o belde, Allah tarafından Hazret-i İbrahim'e vaat edilen ve ondan sonra çocuklarına miras olarak kalan bir beldedir. İbrahim (aleyhisselâm) Nemrut'un hazırladığı ateşe atılmak üzere mancınıkla havaya fırlatıldığı zaman Yüce Allah Cebrail'i göndererek ona şöyle hitap etmiştir: «Yâ İbrahim, Allah'ın sana selâmı var, gözünün görebildiği yere kadar sana vereceğini vaat etti.» Bu beldeler Filistin, Sanı, Ürdün ve çevresidir. Musa (aleyhisselâm) kavmine: «Mukaddes bir yere girin. Allahü teâlâ atanız İbrahim'e orada oturmasını emretmiştir. Orası atanızdan size mirastır. Atanızın mirasında oturmanız Allah'ın emridir. Emrolunduğunuz şeyden geri dönmeyin, aksi takdirde en büyük zarara uğrayanlardan olursunuz» demiştir. O mukaddes beldeye girenler mükâfatını, girmeyenler de cezasını göreceklerdir. Musa (aleyhisselâm) zamanında Filistin'de cebbar ve âsî bir kavim vardı. Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm)'nın kavmine o cebbarların bulunduğu beldeye girmelerini emretmiştir. İsrailoğuîları on iki kabile idi. Hazret-i Musa, her kabileden birer kişi seçerek o cebbarların durumunu öğrenmek için Filistin'e göndermiştir. İsmi geçen beldede yaşayan cebbarlar iri yapılı ve azgın kimselerdi. Musa'nın elçileri onları görünce korkmuşlar ve içlerinden birkaç kişi elçileri yakalayıp reislerine götürmüşlerdi. Bazılarına göre ise, on iki kişiyi «Acun» adında biri sırtlayıp götürmüştür. Başkanları bir kişinin onları getirdiğini görünce «Bizim elimizden bu şehri alacak olan siz misiniz?» demiş ve kendilerini öldürmek istemişti. Karısı ise buna mani olmuş ve «Sen bu zavallıları mı öldüreceksin? Onları bırak. Bir miktar yiyecek ver, yesinler-içsinler ve kavimlerine döndükleri zaman bizim büyüklüğümüzü haber versinler» demişti. Kıral, denilenleri yapar ve onları serbest bırakır. Musa'nın elçileri geriye dönerler ve o zorba kavmin azgın olduğunu kendi milletlerine haber vermeyeceklerine dair aralarında sözleşirler. Böylece kavimlerine dönerler, vaatlerim bozarlar ve cebbarların durumunu olduğu gibi bildirirler. Ancak içlerinden ikisi sözünde durur ve kendi kavimlerini onlarla savaşa razı ederler. Bunlar da Yûşa ibn Nün ile Kâlib ibn Bûknâ'dır. Musa (aleyhisselâm), Filistin'i onlardan almak için bütün kabilelerini çağırır. Ancak hiçbiri Filistin'e girmeye cesaret edemez, o cebbar kavimden korkarlar ve onlar orada bulunduğu sürece Filistin'e giremeyeceklerini bildirirler. 22 «Ey Musa, orada zorba bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz, demişlerdi.» Musa (aleyhisselâm) ilâhi emir gereği kavmini mukaddes şehre girmeye davet edince, onlar korkularından oraya giremeyeceklerini bildirmişler ve şöyle demişlerdi: «Ey Musa, orada zorba bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.» Halbuki onların, âsi ve zorba bir milletin bulunduğu beldeye girmeleri Allah'ın emriydi. Onlar Allah'ın emrine muhalefetten korkmuyorlar da, zorba bir milletin bulunduğu beldeye girmekten korkuyorlardı. Musa (aleyhisselâm) ise peygamberler diyarını o zorba milletten kurtarmak istiyordu. Bunun için kavmini onlarla mücadeleye çağırmıştı. Eğer kavmi cebbarların bulunduğu mukaddes şehre girerlerse mükâfat, girmezlerse mücazat göreceklerdir. Zamanımız insanlarının bir çoğu da böyledir. Allah'ın emirlerine muhalefet ederler, âsilerin emirlerine itaat ederler. Mükâfat yerine, mücazat kazanırlar. Cüzî menfaatler için dünyalarını da, âhiretlerini de yıkarlar. 23 «Allah'tan korkanlardan, Allah'ın nimete erdirdiği iki adam: "Üstlerine kapıdan yürüyün, oradan girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer gerçek mü’minlerseniz Allah'a güvenin" demişlerdi.» Musa (aleyhisselâm)'nın kavmi cebbarların bulunduğu mukaddes şehre 'giremeyeceklerini bildirince, Yûşa ile Kâleb onlara şöyle demişlerdi: «O zorbaların üstlerine kapıdan yürüyün. Oradan girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer gerçek mü’minlerseniz Allah'a güvenin.» Allah'ın lütfuna mazhar olan bu iki zat onların nasıl hareket edeceklerini belirtmişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer siz, gerçek mü’minler iseniz Allah'a güvenin. Düşmanlarınızın güçlü-kuvvetli olmasından korkmayın. Şayet siz Allah'a güvenir ve verilen talimat-gereği hareket ederseniz mutlaka galip gelirsiniz. Eğer Allah'ın emrine muhalefet ederseniz ziyana uğrayanlardan olursunuz.» Mü’min bütün bunlardan ibret almalı, zorbadan değil, Allah'tan korkmalı ve yalnız O'na tevekkül etmelidir. Allah'tan başkasına tevekkül edenler mutlaka ziyana uğrayacaklardır. 24 «Onlar da "Ey Musa, onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız" dediler.» Musa (aleyhisselâm) kavmini mukaddes şehre girmeye zorlayınca, onlar Musa'ya şöyle demişlerdi: «Ey Musa, onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız.» Musa'nın kavmi, cebbarların ve zorbaların bulunduğu yere giremedikleri gibi, oraya yaklaşmaya dahi korkmuşlar «Sen ve Rabbin gidin savaşın, mademki sen on kişinin sözüne inanmıyorsun da, iki kişinin sözüne inanıyorsun, Rabbin Fir'avun'a karşı sana yardım ettiği gibi, yine yardım etsin de onlarla savaşın, bizim onlarla savaşmaya gücümüz yetmiyor, biz burada oturalım» demişlerdi. Musa (aleyhisselâm) onların bu sözleri karşısında çok üzülmüş ve öfkelenmişti. 25 «Musa: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum, artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır" dedi.» Musa (aleyhisselâm) onlara söz geçiremeyince Allahü teâlâ'ya niyaz ederek şöyle demişti: «Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyor um, artık bizimle, bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır.» Musa, onlara mukaddes beldeye girmenin Allah'ın emri olduğunu bildirmesine rağmen, onlar bu ilâhî emre muhalefet etmişlerdi. Allah'ın emrine muhalefet ettikleri gibi, peygamberlerine de karşı gel-)nişlerdi. Musa onlara söz dinletemeyince «Rabbim bunlar bana itaat etmiyorlar, senin emirlerine de muhalefet ediyorlar, bu fâsık kavme lâyık oldukları cezayı ver ve onlarla bizim aramızı ayır» demişti. Peygamberler ümmetlerine kolay kolay beddua etmezler. Önce onları Allah'a itaate davet ederler. Çünkü onlar davetçi olarak gönderilmiştir. Ancak peygamberler, davet ettikleri insanların Allah'a itaatlerinden ümit kestikleri zaman beddua ederler. Musa (aleyhisselâm) da onların Allah'a itaatlerinden ümit kestikten sonra beddua etmiştir. Eğer ümit kesmemiş olsaydı asla beddua edemezdi. 26 «Allah Musa (aleyhisselâm'a) şöyle buyurdu: "Artık orası onlara kırk yıl haram edilmiştir. Oldukları yerde başıboş, şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O halde o fâsiklar kavminin hallerine kederlenme."» Allahü teâlâ Musa (aleyhisselâm)'ın kavmine kırk yıl mukaddes şehri haram kılmıştır. Bu, onların yaptıklarına karşılık bir cezadır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacakları kırk yıl, orası onlara haram kılındı. Sen, yoldan çıkmış millet için tasalanma.» Onlar bulundukları yerde kırk yıl şaşkın bir vaziyette kalmışlar, oradan başka bir yere çıkamamışlar, âdeta bir mahbus hayatı yaşamışlardır. Allahü teâlâ onların bulundukları yerin yollarını kapamış, gündüzün onları mahbus bırakmış, geceleyin yollarını açılır gibi göstermiştir. Onlar yollarının açıldığını görünce sabaha kadar harekete geçmişler ve sabahleyin yine bulundukları yere gelmişlerdir. Tam kırk yıl böylece çileleri devam etmiştir. Yüce Allah onlara kırk yıl gece uykusunu haram kılmış ve onları en ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Mukaddes şehre girmeyerek Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için kırk yıl böylece cezalandırılmışlardır. Halbuki Filistin ile bulundukları yerin arası altı mil kadardı. Kırk yıl altı millik mesafeye ulaşamadıkları gibi, bulundukları yerden de asla çıkamamışlardır. Allah'a isyan edenlerin akıbeti budur. Onlar Tih vadisinde büyük zahmet çekmişler ve görülmemiş musibetlere uğramışlardır. Rivayete göre Musa ile kardeşi Harun (aleyhisselâm) orada vefat etmişlerdir. Kavmi Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için mukaddes şehre girmeleri haram kılınmış ve hepsi orada helak olmuşlardır. Kırk yıl tamam olduktan sonra onların geride kalan çocuklarının başına Yûşa geçmiş ve cezaları dolmuş, onlarla beraber cebbarların bulundukları mukaddes şehre girmişlerdir. Orada bulunan cebbarlarla sabahın erken saatinde savaşa başlamışlar ve tam onları mağlûp edecekleri sırada da güneş doğmaya başlamıştır. O devirde güneş doğduktan sonra savaşmak yasaktı. Yûşa bu yasağa uymak zorundaydı. Eğer bu yasağa uyarsa düşmanları gün boyunca Hazırlanacaklar, belki de bir daha onları mağlûp edemeyecekti. Yasağa uymadığı takdirde mes'ul olacaktı. Yüşa güneşin bir müddet geç doğması için Allahü teâlâ'ya dua eder, Yüce Allah da duasını kabul buyurur ve güneş geç doğar. Yûşa bu zaman zarfında onları mağlûp eder ve o zorbaların elinden mukaddes şehri alır. Yûşa'nın etrafında genç ve az bir topluluk olmasına rağmen, kendilerinden çok fazla ve daha cesur bir topluluğu mağlûp etmişlerdir. Çünkü onlar Allah'a iman edip, O'na güvenmişlerdir. Allah'a iman edenler mutlaka zafere ulaşacaklardır. Allah, iman edenlerin daima yardimcısıdır. Bu âyet-i celilede Allah'ın emirlerine muhalefet edenlerin mutlaka azaba uğrayacakları hatırlatılmaktadır. Yüce Allah bu olayı Peygamberine naklederek onu teselli ediyor ve şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, sen bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme. Bunların inisimleri yalnız sana karşı değildir, senden önceki peygamberlerimize de aynı şekilde inat etmişlerdir.» Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderilinçe, diğer peygamberlere yaptıkları gibi, ona da muhalefet etmişlerdir. Yüce Allah, bu duruma üzülen Peygamberini teselli etmiş ve «Sen bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme» buyurmuştur. Bundan sonraki âyetlerde Âdem (aleyhisselâm)'in iki oğlunun kıssasını peygamberine haber vermiştir. 27 «Onlara Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen "Yemin olsun seni öldüreceğim" deyince, kardeşi: "Allah ancak müttekîlerin takdîmesini kabui buyurur" demişti.» Allahü teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de geçmiş peygamberlerden bazılarının kıssalarını, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin ibret alması için nakletmiştir. Bu kıssalarda büyük hikmetler ve ders alınması gereken ibretler vardır. Âdem (aleyhisselâm)'ın iki oğlunun kıssası da, diğerleri gibi, ibret alınması gereken özelliğe sahiptir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat.» Bu olaydan Hazret-i Muhammed'in ümmeti ibret alsın ve onların düştükleri hataya düşmesinler. Zaten kıssaların nakledilmesindeki hikmetlerden biri de budur. Âdem (aleyhisselâm)'in iki oğlunun kıssası şudur: Âdem ile Havva cennetten çıkarılıp yeryüzüne indirilince bir müddet ayrı yaşamışlar, daha sonra birleşerek bir aile yuvası teşkil etmişlerdi. Bu izdivaçtan Havva anamız hamile kalmış ve her defasında biri kız, diğeri erkek olmak üzere ikiz doğurmuştur. Âdem (aleyhisselâm) zürriyetinin çoğalması için ilâhî emir gereği önce doğan kızla, bir sonraki doğan erkeği, bir sonraki doğan kızla da bir önceki doğan erkeği evlendirecekti. Âdem (aleyhisselâm)'in ilk çocukları Kabil ile kızı Aklıma idi. İkinci doğan çocukları ise Habil ile Leyûzâ idi. Kabil, Habü'le doğan kızı almaz, kendi ile doğan kızı almak ister, bunun için de diretir. Çünkü kendisiyle doğan kız Kabil'le doğan kızdan daha güzeldir. Âdem (aleyhisselâm) çok ısrar eder, ama bir türlü lâf dinletemez. Bunun Allah'ın ,bir emri olduğunu söyler, yine tesir etmez. Kabil babasına «Bu Allah'ın bir emri değildir. Sen, Habü'i benden çok sevdiğin için benimle doğan kızı ona veriyorsun» der. Halbuki Hazret-i Âdem oğullarının arasında Allah'ın emrini icra ediyordu. Kabil babasını dinlemeyip, Allah'a isyan edince Âdem (aleyhisselâm) ona şöyle der: «Her ikiniz de kurban kesin, hanginizin kurbanı kabul olursa Aklîmâ'yı ona vereceğim.» Bunun üzerine her ikisi de kurbanlıklarını hazırlar. Kabil çiftçi olduğu için, kurban olarak ekinin olmuşlarından bir miktar hazırlar. Habil de sürü sahibi olduğu için kurban olarak semiz bir koç alır. İkisi de kurbanlıklarını bir dağın üzerine bırakırlar. O günün kurbanı bugünkünden biraz farklı idi. O zamanlar her şeyden kurban yapılıyor ve kurbanlıklar bir dağın üzerine bırakılıyor ve gökten bir ateş inerek kabul edilenleri yakıyor, edilmeyenleri ise yakmıyordu. Yanmayan kurbanlar kabul edilmeyen kurbanlardı. Kabil ile Habil de kurbanlıklarını bir dağm üzerine koyarlar ve bir köşeye çekilip neticeyi beklerler. Gökten bir ateş inerek Habil'in kurbanını yakar, Kabil'in kurbanı ise olduğu gibi kalır. Kabil buna kızar, kurbanı kabul olsa da, olmasa da kendisiyle doğan kızı Habil'e vermeyeceğini söyler. Böylece Allah'ın emrine karşı gelir. Habil samimidir, kurbanını sadece Allah rızası için yapar. Kabil kurbanında samimi değildir, o sadece menfaatini düşünerek kurban yapar, Allah'ın rızasını düşünmez. Bunun için de kurbanı kabul olmaz. Allah rızası için yapılmayan amellerin hiçbiri kabul olmaz. Kabil, Habil'in kurbanının kabul olduğunu görünce ona hased eder ve şöyle der: «Yemin olsun ki, ben seni öldüreceğim.» Habil «Neden beni öldüreceksin?» der. Kabil «Kurbanın kabul olduğu için seni öldüreceğim» cevabını verir. Habil de «Allah, ancak kendinden korkan müttekîlerin amellerini kabul eder. Ben, Allah'ın emirlerine itaat edip, O'ndan korktuğum için kurbanımı kabul etmiştir. Senin hainliğin ve niyetinin bozukluğu kurbanını kabul ettirmemiştir» şeklinde konuşur. Yüce Allah hâinlerin ve niyeti bozuk olanların amellerini asla kabul etmez. Bazı ilim adamları şöyle demiştir: «Akıllı kimse her zaman amel-i salih işler ve Allah'tan korkar. Ahmak kimse de, Allah'ın azabından emin olarak dilediğini yapar.» Akıllı kimse daima Allah'ın azabından korkar ve O'nun rızasını kazanmak için çalışır. Ahmak kimse de, Allah'ın azabından emin olarak ömrünü boşa geçirir. Mü’min hiç bir zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmediği gibi, azabından da emin olamaz. Hiçbir zaman «Ben, Allah'ın azabından kurtuldum» diyemez. Allahü teâlâ ancak müttekî kullarının amellerini kabul eder. Rivayete göre, Kabil'in kurbanı İsmail (aleyhisselâm) zamanına kadar cennette kalır ve İsmail (aleyhisselâm) babası tarafından kurban edileceği sırada Cebrail tarafından cennetten getirilerek İsmail'in yerine kurban edilir. 28 «Yemin olsun ki sen beni öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.» 29 «Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.» Habil, kardeşi Kabil'in niyetinin bozuk olduğunu anlayınca ona şöyle der: «Yemin olsun ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin cezası budur.» Habil, Allah'tan korktuğu için kardeşine dokunmuyor. Eğer kardeşi şeytana uyup bir hata işlerse kendi günâhını da yükleneceğini ve cehennem ehli olacağını da hatırlatıyor. Buna rağmen kardeşi hainliğinden vazgeçmiyor. Yine yapacağını yapıyor. Habil, Allah'ın hükmüne razı olduğu halde, Kabil Allah'ın hükmüne razı olmuyor. Allah zulmedenlerin cezasını mutlaka verecektir. Mü’minler, Habil ile Kabil'in kıssasından ibret alarak, Allah'ın hükmüne razı olmalıdırlar. Allah'ın hükmüne razı olmayanlar zaten hakiki mü’min değildirler. 30 «Nihayet, kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek, zarara uğrayanlardan oldu.» Kabil nefsine uyarak kardeşi Habü'ı öldürür. Şeytan ona vesvese vererek kardeşini öldürtür. Hatta şeytan bir yılan alarak onun gözünün önünde başını taşla ezmek suretiyle öldürür. Kabil de bundan örnek alarak aynı şekilde kardeşinin başını taşla ezmek suretiyle canını alır. Bazı tefsircilere göre, Kabil, kardeşini öldürmeyi şeytandan öğrenmemiştir. İnsanın yaratılışında kötülük mevcuttur. İnsan bir şeyi yok etmek istediği zaman, onu başkasından öğrenmesine gerek yoktur. Onu yok etmek için bir çare bulur. Kabil, kardeşini taşla öldürmüştür. Bu hareketiyle dünyada babasına karşı geldiği, âhirette de Allah'ın azabına müstehak olduğu için en büyük zarara uğrayanlardan olmuştur. Zalimler dünyada da, âhirette de en büyük azaba uğrayacaklardır. Kabil kardeşini öldürdükten sonra cesedini ne yapacağını bilmiyordu, şaşırmıştı ve onu bir dağarcığa koyup taşımaya başlamıştı. Çünkü bu yeryüzündeki ilk ölüydü. Ölüleri ne yapmak gerekiyordu, onu bilmiyordu. Babasına gidip soramazdı, çünkü ona karşı gelmişti. 31 «Sonra Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan âciz kaldım" dedi de ettiğine yananlardan oldu.» Kabil, kardeşini öldürünce ne yapacağını şaşırmıştı. Cesedi ne yapacağını bir türlü bilmiyordu. Kardeşini taşımaktan başka çaresi kalmamıştı, fakat bu ne kadar sürecekti. Cesedi gömmeyi akıl edemiyordu. Allahü teâlâ, Kabil'e kardeşinin ölüsünü ne yapacağını göstermek için bir karga gönderir. Karga gelir, Kabil'in gözünün önünde yeri ayaklarıyle eşer, çukurlaştırır ve bir ölü karga getirerek eştiği yere gömer, üzerini de toprakla kapatır. Bunu gören Kabil «Bana yazıklar olsun, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan âciz kaldım» der. Yüce Allah kargayı, onun ölüyü nasıl gömeceğini göstermek için göndermiştir. Kabil, kardeşini yüklenip götürdüğüne pişman olmuştur. Onu öldürdüğüne pişman olmamıştır. Şayet kardeşini öldürdüğüne pişman olsaydı, o pişmanlık tevbe yerine geçerdi. Allahü teâlâ da onu affederdi. Kabil, kardeşini gömdükten sonra anasının - babasının yanına gelir. Anası ve babası olaydan habersizdir, ona Habü'in nerede olduğunu sorarlar. Kabil, bilmiyorum, der. Fakat olay kısa zamanda meydana çıkar. Âdem ile Havva anamız oğullarının mezarının üzerinde günlerce ağlarlar. Bir gün mezardan dönerken Kabil'in de öldüğünü öğrenirler. Kabil kardeşini öldürdükten sonra dağda-belde gezmeye başlar. Bir gün dolaşırken yabani bir öküz tarafından dağdan aşağı atılır ve parçalanarak ölür. Bazı tefsirciler. «Adem, oğluna beddua etmiştir, Allahü teâlâ da duasını kabul ederek onu yere geçirmiştir» demişlerdir. Bu bakımdan babaların duası Allah indinde makbuldür. İmam-ı Mukatil şöyle demiştir: «Kabil kardeşini öldürmeden önce, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar insanları dost edinir, onlarla birlikte dolaşırdı. Kabil kardeşini öldürdükten sonra vahşi hayvanlar insanlardan kaçmışlardır.» Böylece onlar bile insanların şerrinden korkmuşlardır. Zira kendi kardeşine kötülük düşünen bir kimse elbette başka varlıklara karşı da kötülük düşünür. Bu bakımdan vahşi dediğimiz hayvanlar bile insanların şerrinden korkmuşlardır. Hâinler hiçbir zaman emellerine muvaffak olamazlar. Bir noktaya kadar hainliklerini devam ettirirler, neticede en büyük zarara uğrarlar. Kabil de, kendisiyle doğan kızı almak için kardeşini öldürmüş ve dünyada hainliğinin cezasını görmüştür. Kabil ölünce, daha sonra kendisiyle doğan kızı Şît (aleyhisselâm) almıştır. Abdullah İbni Mes'ud, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmiştir: «Kabil, hasedinden dolayı zulümle Kabil'i öldürmüştür. Kıyamete kadar haset ederek zulümle adam öldürenlerin günahları kadar Kabil'e günah yazılmaktadır. Çünkü ilk olarak hasedinden dolayı adam öldürmeyi o başlatmıştır. Bir bid'ati başlatan kişiye de, o bid'ati yapanların tamamının günâhı kadar günah yazılır. Zira o bid'ati ilk olarak başlatan odur. Hasene ehli de böyledir. O haseneyi işleyenlerin hepsinin sevabı kadar, o haseneyi başlatana sevap yazılır. Çünkü o haseneyi ilk önce başlatan odur.» Müslümanların bid'at olan şeylere çok dikkat etmesi gerekir. Yeni bir bid'at ihdas etmek kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bid'at ehli sadece kendi günâhı ile kalmıyor, başkalarının yapmış olduğu günâhı da yükleniyor. Bunun sebebi de hadiste belirtildiği gibi, bid'at olan şeyi ihdas etmesidir. 32 «Bunun için İsrailoğullarına kitapta bildirmiştik ki: Kim kısas gerekmeksizin veya yeryüzünde fesat işlemeksizin bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa, bütün insanlara kurtarmış gibi olur. Yemin olsun ki onlara Peygamberlerimiz mucizeler getirdiler. Sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık yapanlar oldu.» Yüce Allah, Kabil'in işlediği cinayet sebebiyle İsrailoğullarına Tevrat'ta bildirmiştir ki, hakkında kısas gerekmeyen birisini veya yeryüzünde Allah'a şirk koşmayan ve fesat çıkarmayan bir kimseyi öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. Allahü teâlâ, kısasa karşı kısası; Allah'a şirk koşanları ve zina yapan evli erkek ve kadını recm etmeyi farz kılmıştır. Bunların cezası ölümdür. Ancak maktulün velileri katili affederse, katil ölümden kurtulur. Maktulün velisi affetmediği takdirde katilin cezası ölümdür. Allah'a şirk koşarak yeryüzünde fesat çıkaranların, nikâhlı olmalarına rağmen zina yapan kadınların ve erkeklerin cezaları ölümdür. Bu suçlardan birini işlemeyen bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibi olur. Günahı da o nisbette ağırdır ve ebedî cehennemdir. Kim de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bir insanı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur. Şöyle ki: Ateşte yananı, suda boğulanı, açlıktan öleni kurtarmak, kısas cezasıyle cezalandırılanı affetmek, düşmanın tehlikesinden bir insanı kurtarmak gibi. İşte bu durumda olan birisini kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur ve o nisbette de mükâfat kazanır. İslâm dini insana bu kadar değer vermiş, haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmüş gibi, bir insanı ölüm tehlikesinden kurtarmayı da bütün insanlığı kurtarmış gibi kabul etmiştir. Bir mü’minin hayatından bütün mü’minlerin istifadesi söz konusudur. Çünkü mü’min, diğer mü’min kardeşleri için Allah'a dua eder, onların rahmet ve affını diler. Belki bir mü’minin duası bütün mü’minlerin kurtuluşuna ve affına vesile olur. Hayatta olmayan bir mü’minin ise, diğer mü’min kardeşlerine faydası yoktur. Bu bakımdan bir insanı diriltmek, bütün insanlığı diriltmek gibidir. Allahü teâlâ bütün kavimlere emir ve yasaklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir. Peygamberler, gönderildikleri kavimlere Allah'ın varlığını ve birliğini isbat için mu'cizeler, apaçık âyetler ve deliller getirmiştir. Allah İsrailoğullarına da Allah'ın emirlerini ve yasaklarını bildiren peygamberler göndermiştir. Buna rağmen onlar hakkı inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Kâfirler küfürlerinin cezasını mutlaka çekeceklerdir. Küfredenler için ebedi olmak üzere elim bir azap hazırlanmıştır. 33 «Allah'a ve Resulüne harp açanların, yeryüzünde fesatçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut elleriyle ayaklarının çaprazvari kesilmesi, yahut da yerlerinden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki zilletleridir. Âhirette ise onlar için büyük azap vardır.» Allahü teâlâ'nın ve Resulünün emirlerini terk ederek âsî olanların, şirk ve küfre dalanların veya yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezalan ölümdür. Veya diri diri asılmalarıdır. Allahü teâlâ, kendisine şirk koşanların ve yeryüzünde insanlar arasında bozgunculuk yapanların en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını emrediyor. Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Beni Urayne kabilesinden -Medine'ye yedi kişi gelir. Ancak şehrin havası kendilerine ağır geldiği için hastalanırlar. Durum Peygamberimize intikal eder, Peygamberimiz onlara neyin şifa olacağını bilir ve «Gidin, bizim develerin sütünden için, inşâallah şifa bulacaksınız» buyurur. Onlar da tarif edileni yaparlar ve şifa bulurlar. İyileştikten sonra dinden dönerler ve giderler deve çobanlarını öldürürler, develeri alıp savuşurlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) olaya çok üzülür ve onları yakalamak için arkalarından adam gönderir. Arkalarından giden süvariler onları yakalarlar ve Peygamberimizin huzuruna getirirler. İslâm'da kısasa kısas vardır. Bu kişilerin haksız yere adam öldürdükleri için cezalandırılmaları gerekiyordu. Aynı zamanda dinden de çıkmışlardı. Peygamberimiz, bunların yaptıklarına karşılık olarak, ellerinin ve ayaklarının kesilmesini ve gözlerinin çıkarılmasını emreder. Emrin gereği yapılır ve cezalarını çekmeleri için de güneşin altına bırakılır. Çünkü onlar dağ başında her şeyden habersiz yaşayan çobanlan öldürmüşler ve mallarını da ellerinden almışlardı. Elbette ki, bunlar cezasız bırakılamazdı. Peygamberimiz onları cezalandırdığı zaman henüz yukardaki âyet-i celîle inmemişti. Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek, Allah'a ve Resulüne harp açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezasını belirtmiştir. Ancak İslâm fıkıhcıları cezanın veriliş şeklinde farklı görüşler belirtmişlerdir. Şöyle ki: Bu âyeti celilenin hükmüne girenler yol kesicilerdir. Bunlar da üç sınıftır. Bir kısmı sadece mal için yol keserler ve malı gasb ederler. Bir kısmı da hem malı gasb ederler, hem de sahibini öldürürler. Diğer bir kısmı ise yolcuları öldürür, ama malını almazlar. Fıkıhcıların bir kısmına göre, bu üç sınıf yol kesicilere âyette geçen cezalardan biri uygulanır. Ancak bu, uygulayıcının arzusuna bağlıdır. Dilerse ölümüne hükmeder, dilerse diri olarak asar veya elini - ayaklarını çaprazvari keser veya onları bulundukları yerden çıkarır. Zira Allahü teâlâ bunların cezalarını muhayyer kılmıştır. Bir kısım fıkıhçılar da şöyle demişlerdir: «Bu üç sınıf yol kesicinin fiillerine göre cezalan varda. Fiilleri âyette geçen cezalardan hangisini gerektiriyorsa o ceza kendilerine verilir.» Bu konuda bizim mezhep imamlarımızın görüşü ise şöyledir: Yol kesici, yolcunun sadece malını alır, kendisini öldürmezse ceza olarak bir eli ve bir ayağı kesilir. Bu işlemin şekli, sağ eliyle, sol ayağının veya sol eliyle sağ ayağının kesilmesidir. Yol kesici bu şekilde cezalandırılır. Yol kesici, yolcuyu öldürür, malım almazsa cezası ölümdür. Çünkü kısasa kısas gerekir. Şayet yol kesici hem yolcuyu öldürür hem de malını alırsa, İmam-ı A'zam'a göre önce eli ve ayağı kesilir, sonra öldürülür, İmam-ı Yûsuf ile İmam-ı Muhammed'e göre eli ve ayağı kesilmeden öldürülür. İşlenen suçun durumuna göre ceza uygulanır. İbn Abbas ile Said ibn Cebir bu konuda şu görüşü ileri sürmüşlerdir: «Yol kesici, yolcuyu öldürüp malını almamışsa cezası ölümdür. Eğer yolcuyu öldürüp malını da almışsa, ceza olarak önce eli -ayağı kesilir ve sonra asılır.» Bir kısım fıkıhçılar da şöyle demişlerdir: «Önce öldürülür, sonra başkalarına ibret olması için asılır.» Bir kısım fıkıhçılar da «Diri olarak asılır ve boğazındaki damarlar kesilmek suretiyle öldürülür» demişlerdir. Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, bulundukları yerden sürülmeleri veya hapsedilmeleri de Yüce Allah'ın emridir, Allah'a iman edenler, yeryüzünde bozgunculuk yapanlara asla müsamaha edemezler ve onları koruyamazlar. Ayet-i celilede açıkça onların en ağır bir şekilde cezalandırılmaları istenmektedir. Buna karşı koyanlar, Allah'a ve Resulüne isyan etmiş olurlar. Bu ceza onlara dünyada bir zillettir. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır. Burada yaptıklarının cezasını en ağır bir şekilde ödeyeceklerdir. Şayet yaptıklarına pişman olup, tevbe ederlerse Yüce Allah günahlarını bağışlar. 34 «Ancak, onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.» Yol kesiciler, şayet yakalanmadan önce, yaptıklarına pişman olup tevbe ederler ve aldıkları malları da sahibine geri verirlerse dünyadaki cezalarından kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok yarlığayıcıdır, tevbe edenlerin günahlarını yarlığar. Rahimdir, tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Allahü teâlâ samimiyetle günahlarına tevbe edenlerin tevbesini kabul eder, asla boşa çıkarmaz. 35 «Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki saadete eresiniz.» Ey iman edenler, Allah'ın azabından korkun, sizi azaba götürecek fiillerden kaçının. Allahü teâlâ'nın nimetlerinden istifade etmek için amel-i salih yapın. Emirlerine sanlın, yasaklarından kaçının. Allah'ın dinini yaymak için, Allah yolunda malınızla ve canınızla cihad edin. Şayet Allah yolunda cihad ederseniz huzura erer, saadete kavuşursunuz. Eğer Allah yolunda cihad etmezseniz felah bulamazsınız ve huzura kavuşamazsınız. Allah'ın nizamını yeryüzüne yaymak için, İslâm düşmanlarıyla cihad etmek her mü’minin görevidir. Allah'ın nizamını yaymak için mü’minin cihad etmesi günahlarına keffaret ve kurtuluşuna vesiledir. 36 «Doğrusu yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.» 37 «Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çıkıcılar değildir. Onlar için kendilerini tutup durduracak bir azap vardır.» Yüce Allah'ın birliğini inkâr ederek ve Resûlüllah'ın, Allah tarafından getirdiklerini yalanlayarak kâfir olanlar kıyametin dehşetini ve azabını gördükleri zaman ondan kurtulmak için çareler arayacaklardır. Fakat o azaptan kurtulmak için hiçbir çare bulamayacaklardır. Yaptıklarına pişman olacaklar ama iş işten geçmiş olacaktır. Allahü teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.» Allah'ın azabından kurtulmak için âhiretteki çırpınmanın ve pişmanlığın hiçbir faydası yoktur. Îmanı olmayanlar Allah'ın azabından asla kurtulamazlar. Onlar için ebedi bir azap vardır. Cehennemin azabını tadan kâfirler oradan çıkmak isteyeceklerdir. Halbuki onların cehennemden çıkması mümkün değildir. Çünkü onlar dünyadaki inkâr ve isyanlarının azabını çekmek için oraya girmişlerdir. Zaten orası inkâr ve isyan edenler için hazırlanmıştır. Allah'ın bütün nimetleri iman eden kulları içindir. Îman edip, salih amel işleyenler Allah'ın bütün nimetlerinden istifade edeceklerdir. Onlar için ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, da iman edenlerin mükâfatıdır. Allahü teâlâ, iman edenlerin nail olacakları mükâfatları ve kâfirlerin görecekleri azabı belirttikten sonra, hırsızlara verilecek olan cezayı zikretmiştir. 38 «Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bîr azap olmak üzere ellerini kesin. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.» İslâm nizamı, bütün yönleriyle mütekâmil bir nizamdır. Bu nizamın tabiatına, usulüne, prensiplerine bakmadan, teşriî kaidelerinin hikmetini hakkıyla anlamak asla mümkün değildir. Bu nizam bütünüyle uygulanmadıkça, sadece bir kaç kaidenin tatbiki umulan neticeyi vermez. Çünkü İslâm, parça parça tatbik edilen bir nizam değildir. O, bir bütündür ve tatbikatı hayatın her cephesini ilgilendiren ilâhi bir nizamdır. İslâm, insanların ahlâk ve vicdanlarını terbiye eder. Hırsızlığa ve bu yoldan elde edilen kazanca karşı çıkar. Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. İşte İslâm hırsızlığa asla müsamaha etmiyor ve bu cürmü işleyen kimsenin en önemli organlarından biri olan elinin kesilmesini istiyor. Aslında İslâm, mensuplarına ceza uygulamayı arzu etmez. Fakat toplumun ahlâkım ve huzurunu bozacak olan ve toplumu ilgilendiren mes'elelere de asla seyirci kalmaz. Toplumun ahlâkını ve huzurunu bozanları, cana, mala, namusa tecavüz edenleri cezasız bırakmaz. Onları en ağır bir şekilde cezalandırır. Bunları cezasız bıraktığı takdirde toplum temelinden sarsılacak, ahlâk bozulacak, huzur kalkacak, aile yıkılacak, mal-mülk heba olacak, can emniyeti kalmayacak ve neticede toplum yok olacaktır. Toplumun bekası, ahlâkın devamı, ailenin selâmeti, mal ve can emniyetinin temini için İslâm, bu ve benzeri cezaî müeyyideleri getirmiştir. Bu fiilleri işleyenler cezalarını gördükleri takdirde, toplumun diğer fertleri bunlardan örnek alacaklar ve böyle bir fiili irtikâp etmekten şiddetle kaçınacaklardır. Böylece toplum kurtulmuş olacaktır. Zaten İslâm, toplumun selâmeti için bu müeyyideleri koymuştur. Allahü teâlâ, sirkat olayında ilk önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Zira hırsızlığa daha çok erkekler meyyaldir. Kadınları da hırsızlığa iten erkeklerdir. Bu bakımdan âyette önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Fakat zina bunun tersinedir. Yüce Allah, zina mes'elesinde önce kadınları, sonra erkekleri zikretmiştir. Çünkü erkekleri zinaya sürükleyen kadınlardır. Onlar iffetlerine hakim oldukları takdirde zina ortadan kalkacaktır. Bu bakımdan zina cürmünde önce kadınlar, sonra erkekler zikredilmiştir. Yüce Allah hırsızlık yapan erkek ve kadın için şöyle buyuruyor: «Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin.» Hırsızlık yapan kadın olsun, erkek olsun, ceza olarak ellerinin kesilmesini Allahü teâlâ emrediyor. Elbette bu onların yaptıklarının cezasıdır. Durup dururken İslâm, birisinin elinin kesilmesine hükmetmez. Sonra İslâm, her hırsızlık yapanın elini kesmez. İslâm hukukçuları elin kesilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunlardan bir kısım hukukçu, âyet-i celîlenin zahirine göre amel etmiş, hırsızın çaldığı mal az olsun, çok olsun elinin kesilmesine hükmetmişlerdir. Bir kısım hukukçular ise «Hırsızın çaldığı mal en az üç akça olacak, eğer üç akçadan az olursa eli kesilmez» demişlerdir. Hanefî hukukçuları ise «Hırsızın çaldığı mal en az on dirhem olacak. Şayet on dirhemden az olursa eli kesilmez» demişlerdir. Yüce Allah hırsızın elinin kesilmesini, fiillerinin bir cezası olarak emretmiştir, kullarına azap olsun diye emretm emiştir. Hırsızın elinin kesilmesi için islâm hukukçularının üzerinde ittifak ettikleri hususlar şunlardır: Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. Öyleyse alınan malın değer taşıması lâzımdır. Değer taşımayan bir malı çalanın eli kesilmez. İslâm hukukçuları hırsıza ceza verilmesi için, çalınan malın en az dört dinar olması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çalman şeyin saklı olması ve hırsızın onu saklı bir yerden alması gerekir. İslâm hukukuna göre açıkta bulunan bir malı çalanın eli kesilmez. Meselâ, emanetçi, kendisine teslim edilen malı çalarsa, eli kesilmez. Hizmetçi de öyledir. Hizmetçi çalıştığı evden bir şey çalarsa eli kesilmez. Tarladaki mahsulü çalan bir insan için de aynı hüküm söz konusudur. Çünkü o mahsul açıktadır. Ortak, ortağının malından bir şey çalacak olsa, eli kesilmez. Zira o malda onun da ortaklığı vardır. Beytül maldan birşey çalanların da elleri kesilmez. Çünkü o malda onların da hakları vardır. Bütün bu durumlarda el kesme cezası verilmez. Fakat cezasız da bırakılmaz. Ancak ta'zir cezası verilir. Ta'zir cezası ise tamamen hâkimin görüşüne bağlı olup, bazan değnek vurmak, bazan hapis, bazan tevbih ve bazan da nasihat yoluyla icra edilir. El kesme ameliyesi, sağ el bileğe kadar kesilerek icra edilir. Eğer eli kesilen ikinci defa hırsızlık yaparsa, bu sefer sol el mafsallara kadar kesilir. Buraya kadar İslâm fıkıhçıları arasında ittifak vardır. Bu cezalarla yetinmeyip üçüncü defa hırsızlık yapan adama nasıl bir ceza verileceği hususunda İslâm fıkıhçıları arasında görüş ayrılığı vardır. (Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyenler, Üstad Ömer Nasûhi Bilmen'in «Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu» isimli eserine müracaat edebilirler). 39 «Her kim ki işlediği zulmün arkasından tevbe edip kendini düzeltirse, Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.» Allahü teâlâ tevbe edip, kendini düzeltenlerin tevbesini kabul edeceğini haber veriyor. Her kim hırsızlık yaparak kendisine ve Müslümanlara zulmettikten sonra, yaptığına pişman olur, tevbe eder, kendisini düzeltir ve elindeki malı sahibine verirse, Yüce Allah onun tevbesini kabul eder, geçmiş günahlarını bağışlar. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. Yaptıklarına pişman olup bir daha dönmemek şartıyle tevbe edenlerin tevbesini kabul eder ve günahlarını bağışlar. 40 «Hakikatte göklerin ve yerin mülkü Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaba çeker, kimi dilerse yarlığar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.» Yâ Muhammed, yerin ve göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu sen bilmiyor musun? Hiç şüphesiz Peygamberimiz yerin ve göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ’nın Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu hitabı inanmayanların dikkatini çekmek içindir. Gökler ve yer Allah'ın mülküdür. O, mülkünde dilediği şekilde hükmeder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. Yüce Allah, gökten bulutlar vasıtasıyla yağmur indirerek yerden otlar, çeşitli yemişler ve taneli bitkiler çıkarmış, onları kullarına ihsan etmiştir. Bu ihsan kullarının şükretmesi içindir. Allahü teâlâ'nın kullarına çeşit çeşit nimetler ihsan etmesi, elbette şükrü gerektirir. Bu nimetlere şükretmeyenler veya haklarına razı olmayanlar, nankörlüklerinin cezasını göreceklerdir. Zira her nimet şükrü gerektirir. Yüce Allah şükretmeyenlerden nimetini almaya kadirdir. Şükredenlerîn nimetlerini artırıp, mükâfatlarını vereceği gibi, şükretmeyen nankörlerin de cezasını verecektir. Çünkü nankörlük küfürdür. Bu bakımdan nankörler cezalarını göreceklerdir. 41 «Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla "İnandık" diyen münafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun etmesin.» Yüce Allah sevgili Peygamberini, iman etmeyenlerin durumuna üzülmemesi için teselli ediyor. İman, bir nimettir. Allah onu herkese nasip etmez. Bu âyet-i celîle münafıklardan Ebu Lübâbe hakkında nazil olmuştur: Medine civarında meskûn bulunan Beni Kureyzahlar Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yaptıkları andlaşmayı tek taraflı olarak bozmuşlardı. Benî Kureyzahlar Müslümanlar için her an bir tehlike arzetmekteydi. Bu tehlikenin giderilmesi gerekiyordu. Bunun için de ya onların gelip tekrar Peygamberimizle andlaşması gerekiyor veya yerlerinden çıkarılması icap ediyordu. Onlar andlaşmaya yanaşmadılar. Buna göre Müslümanların tedbir alması gerekiyordu. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Beni Kureyzalıların muhasara altına alınması için sahabeleriyle istişare yapar ve bazı kararlar alır. İstişarede alınan bu kararları Ebu Lübâbe Kureyzalilara iletir ve «Sakın kalenizden dışarı çıkmayın, aksi takdirde Müslümanlar sizi öldürecekler» der. Peygamberimiz Müslümanların sırlarını Kureyzahlara ileten ve onların namına casusluk yapan Lübabe'ye çok üzülür. Allahü teâlâ Peygamberini teselli için şöyle buyurmuştur: «Ey Peygamber, kalbleriyle iman etmedikleri halde, ağızlarıyla «İnandık» diyen münafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun etmesin.» Münafıklar, mü’minleri kandırmak için iman ettiklerini söylerler. Halbuki onlar kalben inanmamışlar, güya mü’minleri kandırmak için sadece dilleriyle iman ettiklerini söylemişlerdir. «Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir. Yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif edenler "Size böyle fetva verilirse tutun, verilmezse sakının" derler.» Yahudiler, Peygamberimizin huzuruna gelmedikleri halde, gönderdikleri münafık elçiler vasıtasıyla O'nun söylediklerini öğrenmişler, Peygamberimiz ise, sırlarını başkalarının öğrenmesine çok üzülmüştü. Resûlüllah’ın sırlarını Yahudilere aktaranlar münafıklardır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir.» Münafıkların özelliği budur. Olay şudur: Hayber Yahûdilerinden bir kadınla bir erkek zina ederler. Tevrat'ta da zinanın cezası recimdir. Fakat Yahudiler Tevrat'ın hükmüne uymazlar ve zina edenleri recm etmek istemezler. Kurayza Yahûdilerine bir mektup yazarak zânileri de mektupla birlikte onlara gönderirler. Mektupta şöyle denir: «Bu zânileri Muhammed'e götürün, o bunlar hakkında ne hüküm verecek bakın. Eğer had cezası uygularsa kabul edin, şayet recim cezası uygularsa kabul etmeyin.» Bunun üzerine Yahudiler zânileri Peygamberimizin huzuruna getirirler ve durumu naklederler. Peygamberimiz, Yahudilere «Sizin kitabınızda zina edenlerin cezası nedir?» diye sorar. Yahudiler «Bizim kitabımızın hükmüne göre zina edenlerin yüzleri siyaha boyanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Bu sırada Peygamberimizin yanında Abdullah İbni Selâm da bulunuyordu. Bu zat Tevrat'ın hükümlerini çok iyi biliyordu. Onların yalan söylediğinin de farkındaydı. Derhal kendilerine müdahale ederek «Siz yalan söylüyorsunuz. Kitabınızda zina edenlerin cezası recimdir» der. Yahudiler bir Tevrat getirerek okumaya başlarlar ve içlerinden biri recim âyetini eliyle kapatır. Âyetin üst tarafını ve alt kısmını okurlar, akıllarınca recim âyetini saklarlar. Abdullah işin farkındadır, Tevrat'ı alır onlara recim âyetini gösterir. Bu defa inkâr edemezler ve doğrusunu söylerler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onlara «Zânilerin her ikisinin recm edileceğini" bildirir. Onlar böylece Resûlüllah'ın huzurundan ayrılıp giderler. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: «Bir gün Peygamberimizle birlikte oturuyorduk, yanımıza Yahudilerden bir grup geldi. İçlerinden birisinin zina ettiğini söyledi ve hakkındaki hükmü sordu. Meğer onlar zina hakkında Peygamberimizden bir kolaylık istiyorlarmış. Şayet Peygamberimizden bir kolaylık görürlerse, onu kendilerine delil kabul ederek, hükmedeceklermiş. Eğer Peygamberimiz Tevrat'a göre hükmederse onu kabul etmeyeceklermiş. Peygamberimizin huzuruna bu niyetle gelmişlerdi. Peygamberimiz onların sorusuna cevap vermedi hemen kalkıp Yahudi bilginlerinin bulunduğu yere gitti. Biz de beraberindeydik. Peygamberimiz onlara şöyle dedi: «Ey Yahudi cemaati, Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah hakkı için size and veriyorum, doğru söyleyin. Kitabınızda zina edenlerin cezası nedir? Yahudi bilginleri bu soruya cevap vermezler. Yanlarında bulunanlar «Bizim kitabımızda zina edenlerin yüzü siyaha boyanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Peygamberimiz onların yalan söylediğini çok iyi biliyordu. Bu defa Peygamberimiz, reislerine yemin vererek sorar. Reisleri artık yalana kaçamaz ve zinanın Tevrat'taki hükmünü söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz «Niçin Allah'ın emrini bırakıyor da, kendi reyinize göre hükmediyorsunuz?» diye sorar. Bir Yahudi bilgini şöyle cevap verir: «Bizim başkanımızın akrabasından birisi zina yapar ve başkanımız ona ceza vermez, sadece hapseder. Bir başkası da zina eder, melik ona recim cezası tatbik etmek ister. Bu defa onun akrabası razı olmaz ve «Kendi akrabana recim cezası uygularsan, bizimkine de uygula. Kendi akrabana ceza uygulamazsan, bizimkine de uygulayamazsın.» Bundan dolayı «Biz recmi bıraktık, had cezasıyla hükmediyoruz.» Bunun üzerine Peygamberimiz «Ben aranızdaki kitabınıza göre hükmederim» der. Onlar Peygamberimizin söylediklerini değiştirerek birbirlerine iletirler. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukarıdaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif ederler, "Size böyle fetva verilirse tutun, verilmezse sakının" derler.» Yahudilerin, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdiği elçiler, aldıkları haberi olduğu gibi, kendi milletlerine iletmezler, değiştirerek anlatırlardı. Üstelik «Biz Muhammed'den böyle duyduk» derlerdi. Yahudiler Tevrat'taki hükümlerin bir kısmını kendi isteklerine göre değiştirmişler, bir kısmını da tamamen yok etmişlerdir. Yahudiler Peygamberimize gönderdikleri elçilere şöyle demişlerdi: «Muhammed, eğer zina edene had cezası uygularsa kabul edin. Recim cezası uygularsa kabul etmeyin.» Allah'a iman etmeyenler, Allah'ın kitabıyla hükmetmezler, kendi istek ve arzularına göre hükmederler. Yüce Allah yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor: «Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada zillet onlarındır. Onlara âhirette de büyük azap vardır.» Yâ Muhammed, Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. Sen onu Allah'ın azabından kurtaramazsın. İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Onlara asla iman nasip olmaz ve küfürleri içinde çırpınıp giderler. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap vardır. Bu ceza onların küfürlerinin karşılığıdır. Elbette küfredenler cezalarını göreceklerdir. Onların dünyadaki cezaları Müslümanlar tarafından esir edilmeleri, onlara cizye (vergi) vermeleri veya bulundukları yerden sürülmeleridir. İslâm'ın doğuşundan zamanımıza kadar gayr-i müslimlere yerine göre bu cezalar uygulanmıştır. Fakat son asırda durum Müslümanların aleyhine dönmüştür. Bu da onların kendi hatasıdır. Dinlerinden taviz vermeye başladıkları andan itibaren durum aleyhlerine dönmüştür. 42 «Onlar yalana kulak verirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.» Allahü teâlâ bu âyetlerle Yahudilerin durumunu Peygamberine haber vererek, onların çok yalancı olduğunu ve haramdan asla sakınmadıklarını bildirmiştir. Yahudiler, Resûlüllah'ın zamanında böyle oldukları, gibi, kıyamete kadar da aynı şekilde devam edecekler, Müslümanlara karşı hainliklerini sürdüreceklerdir. Mü’minler uyanık davranmalı, onların yalanlarına asla kanmamalı, her devirde aynı oyunu tekrarlayacaklarını bilmelidir. Âyette geçen «Haram yerler» ifadesi, rüşvettir. Rüşvet alıp - vermek çok büyük günahtır. Nitekim Peygamberimiz «Haramla beslenen vücut cehenneme daha lâyıktır» buyurmuştur. Rüşvetin haram oluşu, insanın hakkı olmayan bir şeye gayri meşru bir vasıtayla sahip olmasından dolayıdır. Allah rüşvet alanı da, vereni de lanetlemiş ve rahmetinden kovmuştur. Rüşvet alanlar, Allah'ın rahmetinden uzak olurlar. Mü'min için bu çok tehlikelidir. Tefsir sahibi Ebû’l-Leys Semerkandi Hazretleri şöyle demiştir: «Bir insan, kendisini ölüm tehlikesinden kurtarmak için, dinini ve malını muhafaza etmek üzere rüşvet verebilir. Bunun bir günâhı yoktur. Çünkü mecburiyet söz konusudur. Fakat rüşveti alan kimse Allah'ın lanetine uğrar ve rahmetinden uzak olur.» Abdullah İbni Mes'ud da şöyle nakletmiştir; «Habeş'te bir olayla karşılaştım ve iki altın rüşvet verdim.» Bunu duyanlar «Rüşvet almak da vermek de haramdır, niçin rüşvet verdin?» diye sorduklarında «Onun günahı alanadır, verene değildir» dedim. Yahudiler, aralarında münazaa edip anlaşamadıkları zaman, kendi bilginlerine gitmeyip derhal Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelirler, aralarındaki anlaşmazlığın giderilmesini isterlerdi. Çünkü Peygamberimizin şahsa göre hükmetmeyeceğini ve taraf tutmayacağını çok iyi biliyorlar, bunun için kendi bilginlerine ve reislerine gitmeyip Peygamberimize geliyorlardı. «Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet.» Yüce Allah sevgili Peygamberine insanlar arasında adaletle hükmetmesini emrediyor. İslâm, dil, din, ırk, renk, soy ayrımı gözetmeksizin insanlar arasında adaletle hükmeder. Yahudiler arasında hüküm verme hususunda Peygamberimiz muhayyer bırakılmış, ve Allahü teâlâ «Yâ Muhammed, eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir» buyurmuştu. Fakat bu hüküm Mâide Sûresi'nin kırk dokuzuncu âyeti olan bu âyet ile neshedilmiştir. «Yâ Muhammed, Allah'ın sana indirdiği kitap ile aralarında hükmet» Yüce Allah, Peygamberine Kur'an-ı Kerîmle hükmetmesi için emrediyor. Artık başka hiçbir kitabın değil Kur'an’ın hükmü geçerlidir. 43 «Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.» Yukarda geçen âyetlerde de belirtildiği gibi, Yahudiler işlerine gelmeyen mes'elelerde Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e müracaat ederek hüküm sorarlardı. Halbuki Peygamberimize sordukları mes'eleler Tevrat'ta mevcut idi. Kendi kitaplarının hükmüne göre amel etmezler, güya o mes'ele hakkında Peygamberimizden bir kolaylık beklerlerdi. «Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.» Yahudiler Peygamberimizi kendi aralarında, hakem tayin etmelerine rağmen, O'nun verdiği hükme razı olmamışlar, Tevrat'ın hükümlerine de, Peygamberimizin hakemliğine de karşı çıkmışlardır. Tevrat'ın bir çok âyetlerim değiştirmişlerdir. 44 «Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandıncı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Âlimler ve fakîhler de Allah'ın kitabım hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi de Tevrat'a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyetimi hiçbir değer ile değiştirmeyin, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, İşte onlar kâfirlerdir.» Allahü teâlâ Tevrat'ı İsrailoğullarını sapıklıktan kurtarıcı ve hak yolu gösterici bir kitap olarak indirmiştir. Allah tarafından gönderilen kitapların geliş sebebi zaten budur. Yahudilerin hakkında, Peygamberimizden hüküm talep ettikleri şeyler Tevrat'ın içinde mevcut idi. Şer'î ve itikadı hükümler onun içinde açıkça beyan edilmiştir. Hazret-i Musa'dan Hazret-i İsa'ya kadar Allah'ın Resulleri Yahudiler arasında onunla hükmetmişlerdir. Musa (aleyhisselâm)'dan, İsa (aleyhisselâm)'ya kadar gelen Resullerin sayısı dört binin üzerindedir. Tevrat'ta, zinayı, cinayetleri ve diğer hususları kapsayan hükümlerin hepsi mevcuttur. Musa'dan sonra gelen Resullerin hepsi Yahudiler arasında Tevrat'la hükmetmişler, hatta İsa'dan sonra da Yahudiler arasında Tevrat'la hükmedilmiştir. Bu durum Peygamberimize kadar böyle devam etmiştir. Hayber Yahûdilerinden iki kişi zina edip de, Peygamberimize müracaat ettikleri zaman kendilerine Tevrat'a göre hüküm vermiştir. Yahudi bilginleri ve fakîhleri, Allah'ın kitabım muhafazaya memur oldukları için onlar arasında Tevrat'a göre hükmetmişlerdir. Her devirde âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberlerin şeriatini kendilerinden sonra devam ettirenler âlimlerdir. Bu bakımdan Yahudi bilginleri de, onlar arasında Tevrat'la hükmetmişlerdir. Çünkü onlar Tevrat'taki hükümlerin hepsine vâkıftılar. Yüce Allah, burada bir noktaya dikkati çekiyor: Hüküm makamında olanların Allah'ın âyetleriyle hükmederlerken insanlardan korkmamalarını, hakkı gizlememelerini, gerçeği olduğu gibi söylemelerini ve yalnız Allah'tan korkmalarını emrediyor. Ve şöyle buyuruyor: «Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendisidir.» Görülüyor ki, Allah'ın kitabının hükümlerine göre hükmetmeyenler kâfirlerdir. Zira Allahü teâlâ kitabını insanlar amel etsinler diye göndermiştir. Elbette Allah'ın kitabının hükümleriyle amel etmeyenler kâfirlerdir. Mü’min, Allah'ın kitabıyla amel eder. Çünkü Allah'ın âyetlerinden birini inkâr etmek küfürdür. Âyetin hükmünü inkâr etmek de, aynı şekilde küfürdür. Allah'ın âyetleriyle amel etmemek hükmünü inkârdır. Hükmünü inkâr ise küfürdür. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Allah'ın hükümlerinden birini inkâr eden kâfir, onunla amel etmeyen ise fâsık olur.» 45 «Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu ona kefaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.» Yüce Allah İsrailoğullarına Tevrat'ta kısası emretmiştir. Şöyle ki: Haksız yere adam öldürenin aynı şekilde öldürülmesi, göz çıkaranın gözünün çıkarılması, burun kesenin veya kıranın burnunun kırılması veya kesilmesi, kulak kesenin kulağının kesilmesi, diş, kıranın dişinin kırılması ve herhangi bir âzâyı yaralayanın aynı azasının yaralanması emredilmiştir. Bunlardan birini işleyenler aynı şekilde cezalandırılır. Yapılan suçlar cezasız bırakılmaz. Suç işleyenler mutlaka cezalarını görürler. Ancak bu cezalar tatbik edilirken bazı istisnai hususlar söz konusudur. Şöyle ki, bir gözü kör olanın diğer gözü çıkarılmaz. Bir eli olmayanın veya iş göremeyenin diğer eli kesilmez. Bir ayağı olmayanın veya işe yaramayanın diğer ayağı kesilmez. Dudaklar, dil, haya yerleri de kesilmez. Bunlara mukabil iki âdil kişinin hükmüyle diyetleri verilir. Fakat maktulün tarafı kısas hakkından vazgeçip, bu fiilleri işleyenleri affederlerse Allahü teâlâ da onları affeder ve geçmiş günahlarını bağışlar. Kısas hakkından vazgeçildiği takdirde, kısas düşer. Kısası icap eden kişiyi bağışlamak, bağışlayanın günahlarına keffarettir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) : «Kendisine bir elem ve acı veren birisini affedeni Yüce Allah da affeder ve onu bağışlamasını günahlarına keffâret kılar» buyurmuştur. Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir: «Kıyamet günü bir melek şöyle nida eder: «Allah katında mükâfatı olanlar gelsinler istesinler.» Dünyada suçları affedenler kıyamet günü Allah'tan mükâfatlarını isterler. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kendi nefislerine zulmedenlerdir. Zulüm, yapılmayacak şeyleri yapmak, söylenmeyecek sözü söylemek veya söylenmesi gereken sözü söylememektir. Tevrat'ın getirdiği bu hükümler, İslâm şeriatında da varlığını muhafaza etmiş olup kıyamete kadar aynı şekilde devam edecektir. Bu hükümlere İslâm'da başka bir hüküm daha ilâve edilmiştir: «Kim hakkından vazgeçerse ona keffâret olur.» Tevrat'ta bu hüküm yoktur. Onda kısas mutlak olarak zikredilmiştir. Tevrat'ta kısasa karşılık keffâret yoktur. İlâhi şeriatın getirdiği bu büyük prensip, kısastan kurtulan insanın yeniden doğuşunun ilânıdır, islâm, bu esası ilk ilân eden nizamdır. 46 «Arkadan da O Peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayarak gönderdik. Ona yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat'ı doğrulayan İncil'i müttekîlere öğüt ve yol gösterici olarak indirdik.» Allahü teâlâ'nın göndermiş olduğu bütün peygamberler ve kitaplar kendilerinden önce yaşayan peygamberlerin ve kitapların tasdikçisidirler. Yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'yi da, kendisinden önce gelen Musa'yı ve Tevrat'ı tasdikçi olarak göndermiş, İncil'i de müttekîlere yol gösterici, aydınlatıcı, hidayete erdirici ve Tevrat'ı tasdik edici bir kitap olarak indirmiştir. Yüce Allah, İncil'de hükümlerini beyan etmiş, kurtuluş sebeplerini açıklamış, şer'i hükümleri bildirmiştir. 47 «İncil'e tâbi olanlar Allah'ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ım indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır.» Yüce Allah İncil'e iman edenlere içindekilerle hükmetmelerini ve onda olanları gizlememelerini emretmiştir. Yahudilerin, Tevrattaki hükümlerin bir kısmını gizledikleri ve Peygamberimizin sıfatlarını Tevrat'tan kaldırdıkları gibi, Hıristiyanlar da İncil'in bazı hükümlerini kaldırmışlar veya değiştirmişlerdir. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fâsıkların tâ kendileridir. Ancak kâfirler, zâlimler ve fâsıklar Allah'ın indirdiği ile hükmetmezler. Yüce Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler, O'na âsî olanlardır. Kim, Allah'ın hükmüyle amel etmez, dünya menfaati için kendi reyiyle hükmederek şer'i hükümlere ve icma-ı ümmete muhalefet ederse zâlim ve fâsık olur. Zâlim ve fâsıkları da Allahü teâlâ asla sevmez. Kendi reyiyle hükmedenler, Allah'ın hükümlerinden birini inkâr veya hafife alırlarsa kâfir olurlar. Eğer Allah'ın hükümlerine muhalefetleri cehaletlerinden ileri gelirse zâlim ve fâsık olurlar. Mü’minler, Allah'ın hükümlerine muhalefetten kaçınmalıdırlar. Hem mü’min Allah'ın hükümlerine asla muhalefet edemez. Zira Yüce Allah, hükümlerini insanlar arasında uygulanması için göndermiştir. Hükümlerine muhalefet edenler, elbette zâlim ve fâsıkların tâ kendileridir. Allah'ın hükmünün icra edilmediği toplumlarda zu lümden başka bir şey bulmak mümkün değildir. 48 «Sana da kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şâhid olan Hak Kur'an'ı indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kendinden önceki kitapları tasdik eden ve onlara şahit olan Kur'an'ı indirmiştir. Kur'an, Tevrat'ın, Zebur'un ve İncil'in Allah tarafından gönderildiğine şahitlik etmektedir. Kur'an hakkı beyan eden, şer'i hükümleri açıklayan bir kitaptır. Ancak Kur'an daha önceki kitapların hükümlerinin bir kısmını neshetmiştir. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Sana da kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şahit olan Hak Kur'an'ı indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heveslerine uyma.» Allah tarafından gönderilen kitapların sonuncusu Kur'an-ı Kerîm'dir. Yüce Allah Peygamberine insanlar arasında onunla hükmetmesini emrediyor. Zira kitaplar Allah'ın hükümlerini, hakkı ve bâtılı, helâli ve haramı, iyiyi ve kötüyü, imanı ve küfrü, hayrı ve şerri, cenneti ve cehennemi, mükâfatı ve mücâzâtı bildiren ilâhi nizamdır. Bu ilâhi nizamın gönderilişi, insanlar arasında hükümleriyle amel edilmesi içindir. Allahü teâlâ yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor: «Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat sizi ümmetlere ayırması, verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.» Allahü teâlâ bu âyet-i celilesiyle insanların dikkatini çekiyor ve onları düşünmeye sevk ederek, şöyle buyuruyor: «Ey insanlar, eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.» Yüce Allah eğer dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı ve onların hepsine bir şeriat gönderirdi. Musa kavmi, İsa kavmi ve Hazret-i Muhammed ümmeti diye ayırmazdı. Allahü teâlâ'nın onları bu şekilde ayırmasının bir hikmeti vardır. Bu hikmet, insanlara verdiği ilâhî nimetlerle kendilerini imtihan etmektir. Kimler Allah'ın emirlerine itaat edip, peygamberlerine tâbi oluyor, kimler isyan ediyor, kimler Allah'ın hükümleriyle amel ediyor, kimler etmiyor, kimler hakkıyla ibadet ediyor, kimler nefs-i emmaresine uyuyor, kimler âhireti unutup dünyayı satın alıyor ve kimler hakkı bırakıp bâtıla koşuyor. Bütün bunları açığa çıkarmak için Yüce Allah kullarını imtihana tâbi tutmaktadır. Aslında Allah ezelî ilmiyle her şeyi biliyor. Ancak insanlar kendi durumları hakkında tam bir bilgiye sahip değildirler. Onlara durumlarını bildirmek için farklı şeriatlar gönderilmiştir. İlâhi emirlere tâbi olanlar kurtulmuşlar, karşı gelenler ise helak olmuşlardır. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «O halde iyiliklere koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.» Bütün insanlar, isteseler de, istemeseler de sonunda Allah'a döndürüleceklerdir. Herkes dünyada yaptığının karşılığını, kıyamet günü görecektir, iman edip, amel-i salih işleyenler mükâfatını, iman etmeyenler ve âsîler cezalarını göreceklerdir. Bu âyet-i celîle ile mü’minler ikaz edilmektedir. İnananlar Allah'ın emirlerine muhalefetten sakınmalı ve amel-i salih işlemeye koşmalıdırlar. Bid'atları bırakıp, Kur'an’ın hükümleriyle amel etmelidirler. Allah'ın hükümlerine muhalefet edenler cezalarını göreceklerdir. 49 «O halde, Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an’ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Heveslerine uyma, eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Benî Nadr Yahudileri islâm'a fitne sokmak için aralarında anlaşarak Peygamberimize gelirler ve şöyle derler: «Yâ Muhammed! Sen bizim, Yahudilerin âlimleri, seyyidleri ve en şereflileri olduğumuzu biliyorsun. Eğer biz sana tâbi olursak, bütün Yahudiler de sana tâbi olurlar. Onlar bizim yaptığımıza asla bir şey söyleyemezler. Yalnız bizimle diğer Yahudi kavimleri arasında bir husûmet meydana geldi. Seni aramızda hakem tayin edeceğiz, bizim lehimize hükmeder, bizim sözümüzü onlarınkinden üstün tutarsın ve bizi haklı çıkarırsın. Biz de bu iyiliğine karşılık sana iman ederiz.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), onların bu hâince isteklerine asla razı olmaz. Zira Peygamberimiz onların niyetlerinin bozuk olduğunu çok iyi biliyordu. Hem cihan Peygamberi, bir topluluğun arzusuna göre hükmedemezdi. O, ancak Allah'ın indirdiği ile hükmederdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, Yahudiler arasında Allah'ın sana indirdiği Kur'an'la hükmet. Hükmederken onların arzularına asla uyma. Se: ni fitneye düşürüp, Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer senin verdiğin hükümlerden yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısmı günahları yüzünden onları cezalandıracaktır. Alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamber elbette onların arzularına göre hükmedecek değildi. Yüce Allah burada Yahudilerin durumunu gözler önüne seriyor, iki yüzlülüklerini Peygamberine bildiriyor ve kendilerinden başkasını fitneye düşüremeyeceklerini de haber veriyor. Çünkü Yahudilerin bütün işleri Müslümanlara karşı fitne çıkarmaktır. Bunun için Yüce Allah «însanların çoğu gerçekten fâsıktırlar» buyuruyor. Fâsık, Allah'ın emirlerine itaat etmeyen kimseye denir. Hangi devirde ve hangi toplumda olursa olsun, Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler zâlimler ve fâsıklardır. 50 «Onlar hâlâ cahiliyet devrini mi istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?» Yukarda da belirtildiği gibi, Yahudiler kendi kitaplarının hükümleriyle amel etmemişler, Peygamberimizin aralarında hükmetmesini istemişlerdi. Aslında onlar Peygamberimize inandıklarından değil, niyetleri bozuk olduğu için böyle bir istekte bulunmuşlardı. Peygamberimizi aralarında hakem tayin edip, hüküm istemelerine rağmen, yine de hükmüne razı olmamışlardı. Halbuki yakînen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kimdir? Hiç şüphesiz Allah kulları arasında en iyi hüküm verendir. O'nun hükmünde bir adaletsizlik olamaz. Eğer insanlar Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmederlerse, O'nun dinine girmiş, kurtuluşa ermiş olurlar. Şayet Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyip, kul yapısı bir nizamı tatbik ederlerse cahiliyet bataklığına düşerler, kimin hükmünü tatbik ederlerse, onun dinine girmiş olurlar. Cahiliyet hükmünün tatbik edildiği yerlerde Allah'ın hükmünden söz edilmez. Yaşanan hayat da cahiliyet hayatı olur. 51 «Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.» Bu âyeti celilenin nüzul sebebi şudur: Uhud savaşından sonra Müslümanlardan bir kısmı kâfirlerin galip gelmesinden korkmuşlar, onlarla iyi geçinmek, kendilerini dost edinmek ve yardım talep etmek için bir anlaşma yapmayı arzu etmişlerdi. Yüce Allah bunu nehyederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır.» Allahü teâlâ Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kurmasını yasaklıyor. Onlardan hiç bir zaman Müslümanlara fayda gelmeyeceğini de bildiriyor. Çünkü onlar birbirlerinin dostudurlar, asla Müslümanların dostu değillerdir ve hiçbir zaman da Müslümanlara dost olamazlar. Yüce Allah «içinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır» buyuruyor. Yahudi ve Hıristiyanları dost edinenlerin onlardan olacağı bildiriliyor. Onlara gönül verip, onları dost edinenler elbette onlardandır. Nitekim Peygamberimiz «Kişi sevdiği ile beraberdir» buyurmuştur. Müslümanlar arasında bu zihniyette olan insanlardan Müslümanlara asla fayda gelmez. Onları dost edinenler Müslümanların düşmanıdırlar. Her ne kadar kendilerini Müslüman olarak addetseler bile, onlar gerçek iman sahipleri değillerdir. Allahü teâlâ bir çok âyeti celîlesinde Yahudilerin ve Hıristiyanların ebedi olarak Müslümanların düşmanı olduğunu ve onların dostu olamayacağını bildirmiştir. Bu gerçekler ortada iken, hâlâ onları dost edinmeye çalışmak en büyük gaflettir. Onlar nifak içerisinde yüzen ve Allah'a hakkıyla iman etmeyenlerdir. Allah onları hiçbir zaman hidayete erdirmez. 52 «Kalblerinde hastalık olanların "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz" diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de kalblerinde gizlediklerine içleri yanarak pişman olurlar.» Allahü teâlâ onların nifaklarını beyan edip, şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, gönüllerinde şirk ve nifak olanları görürsün ki, «Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz» diyerek, müşriklerden medet umarlar, onlarla oturup - kalkarlar ve onlara tâbi olmak isterler.» Böylelikle onlardan gelecek olan kötülüklerden kurtulacaklarını zannederler. Hattâ onlardan yardım beklerler. Yüce Allah kâfirlerden yardım bekleyenler için şöyle buyuruyor: «Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de kalblerinde gizlediklerine içleri yanarak pişman olurlar.» Kalblerinde nifak olanlar beklerlerdi ki, Allah Peygamberine yardım edip, ümit kestiklerini fethetsin veya Allah tarafından bir hüküm gelsin, Benî Kurayzalıları katletsin ve Benî Nadir kabilesini de bulundukları yerden çıkarsınlar. Onlar da korktuklarından emin olsunlar ve Şam ticaret yolu da kendilerine açılmış olsun. Böylece onlar bolluğa ve ganimete kavuşmuş olsunlar. Münafıkların, nifakları meydana çıkıp, Yahudilerin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in üzerine galip gelmelerini arzu ettikleri belli olunca, yaptıklarına pişman olmuşlar, münafıklar, kâfirlerden yardım ummuşlar ve onların Peygamberimiz üzerine galip gelmesi için çalışmışlardır. Onlar, kâfirlerin çokluğuna ve Uhud'daki kısmî galibiyetlerine güvenmişler, fakat Müslümanların bir gün mutlaka galip geleceklerini hiç düşünmemişlerdi. Münafıklar, Allah'ın gerçek mü'minlere yardım edeceğini unutuyorlardı. Ne zaman ki, Peygamber ordusu, ihanetlerinin karşılığı olarak Beni Kurayzahları öldürdü, Benî Nadirlileri de yurtlarından çıkarıp sürdü. İşte o zaman yaptıklarına pişman oldular. Hâinler her zaman korkaktırlar ve yaptıklarından dolayı her zaman pişmanlık duyacaklardır. 53 «İman edenler: "Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?" derler. Onların amelleri boşa gitmiş, bu suretle onlar en büyük zarara uğrayanlar olmuşlardır.» Allahü teâlâ münafıkları açığa çıkarınca gerçek mü’minler birbirlerine şöyle demişlerdi: «Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?» Münafıklar, mü'minlerin yanına geldikleri zaman «Sizinle beraberiz» diye yemin ederlerdi. Mü’minlerden ayrılıp müşriklerin ve kâfirlerin yanına döndükleri zaman ise «Biz, sizinle beraberiz» derlerdi. Böyle iki yüzlü davrandıkları için Yüce Allah onların yapmış olduğu bütün amelleri boşa çıkarmıştır. Amellerinin onlara hiçbir faydası yoktur. Âhirette onlar için elîm bir azap vardır. Onlar cehennemde kâfirlerden daha aşağı bir tabakadadırlar. Onlar dünyada da, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardır. Münafıkların yaptığı ibadet Allah indinde kabule mazhar olmaz. Ancak ihlâsla yapılan ibadetler makbuldür. 54 «Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse şunu biîsin ki, Allah -mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği - bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar. Hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.» Allahü teâlâ bu âyet-i celîlede mü’min kullarını sevdiğini, onların kâfirlere karşı onurlu olduğunu beyan ediyor, aynı zamanda bazı Arap kavimlerinin Hazret-i Peygamber'den sonra dinden dönüp mürted olacaklarını bildiriyor. İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre, bu âyet dinden dönen mürtedler hakkında nazil olmuştur. Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in halifeliği zamanında bir kısım Arap kabileleri dinlerinden dönmüşler, bunu gizlemek için de «Biz Allah'dan başka ma'bud olmadığına ve Hazret-i Muhammed'in O'nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederiz» demişlerdi. Peygamberimizin vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzap isminde bir kâfir peygamberliğini ilân etmiş ve Yemâme üzerine galip gelmişti. Müseyleme'nin Yemameliler karşısında kazandığı bu galibiyetten sonra bazı Arap kabileleri kendisine tâbi olmuştu. Ancak halifenin bu olaylar karşısında sessiz kalması mümkün değildi. Kendisine kesin bir ders verilmesi gerekiyordu. Halife bu maksatla sahabelerle istişare etmiş, görüşlerini almış, onlar ise «Biz Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini kabul eden bir kavimle niçin savaşalım? Zira Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), «Ben, insanlarla «La ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyene kadar savaşmak için emrolundüm, bu kelimeyi söyleyenlerin canları ve malları kurtulmuştur» buyurdu» demişlerdi. Bu sözü, mallarını ve canlarını kurtarmak için sadece dilleriyle söyleseler bile artık Müslümanlar onlara savaş açamazdı. Onların gerçek mânâda iman edip etmediklerini ancak Allah bilir. Hazret-i Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında bazı Arap kabileleri zekât vermekten vazgeçerler. Bu durum karşısında Müslümanların halifesi şöyle konuşur: «Zekât malın hakkı ve Allah'ın emridir. Allah'a yemin ederim ki, Resûlüllah’ın zamanında olduğu gibi zekâtım verdikleri malın, şimdi de zekâtını vermeyecek olurlarsa, onlardan bu zekâtı almak için savaşırım.» Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in bu duygulu konuşması karşısında sahabe susar, söyleyecek söz bulamaz ve derhal ordu toplanmasına ittifakla karar verirler. Etrafa haberler gönderilir ve Halife adına ordu toplanır. Yemen'den yedi bin kişilik bir ordu gelir. Üç bin kişilik bir ordu da Medine'den toplanır; Halid b. Velid on bin kişilik islâm ordusunun başına kumandan tayin edilir ve Müseyleme'nin üzerine gönderilir. Müseyleme'nin ordusuyla Müslüman ordusu arasında şiddetli bir savaş olur. Müslümanlardan yüz kırk kişi şehit düşer. Müseyleme de dahil olduğu halde adamlarının bir çoğu öldürülür, irtidat etmek suretiyle kendisine tâbi olanlar tevbe ederler ve yeniden imana gelirler. Allahü teâlâ bu âyeti Peygamberine inzal ederek, vefatından sonra bir kavmin mürted olacağını bildirmiştir. Yüce Allah şöyle 'buyuruyor: «Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse şunu bilsin ki, Allah, - mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği - bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimettir.» Allah, iman eden kullarını sever, iman etmeyen kullarını asla sevmez. Mü’minler alçak gönüllü, merhametli, şefkatli, düşmanları üzerine heybetli, cesur, atılgan, mert ve yiğittir. Onlar Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad ederler ve O'nun nizamını yeryüzünde yaymaya çalışırlar. Yeryüzüne Allah'ın dinini yayarken kimseden çekinmezler, emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yaparlar. Dünya meta'ı için dinlerini satmazlar, yaptıklarını Allah rızası için yaparlar. Bu, Allah'ın dilediği kullarına verdiği lütuf ve inayettir. Allahü teâlâ, alimdir, kimin hidayete ereceğini bilir. Allah'ın kendilerini sevdiği kavim, Yemen'den gelip mü’minlere yardım edenlerdir. Onlar Yemen'den gelerek Allah yolunda savaşmışlar ve kâfirleri hezimete uğratmışlardır. 55 «Sizin dostunuz ancak Allah'dır, O'nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.» 56 «Kim Allah'dan, Peygamberden ve iman edenlerden yüz çevirirse, hiç şüphe yok ki, galip gelecek olanlar Allah'ın yardimcilarının tâ kendileridir.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yahudilerden bir kısmı İslâm'ı kabul etmişler, bir kısmı ise kabul etmeyip onlardan ayrılmışlardı. Abdullah ibn Selâm onların ileri gelenlerinden ve bilginlerindendi. Abdullah (radıyallahü anh) iman etmeyenleri toplar. Peygamberimizin huzuruna getirir ve «Ey Allah'ın Resulü, bu Yahudiler bize karşı düşmanlıklarını ilân ettiler. Bize hiçbir şey vermeyeceklerine dair de aralarında andlaşmışlardır. Halbuki bizim evimiz de bunların mahallesindedir. Bu duruma göre bizim artık mescidden başka kalacak yerimiz yoktur» der. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü’minlerdir.» Onlar da «Biz Allah'ı, Resulünü ve mü’minleri dost edinmekten razıyız» derler. Bir kısım tefsircilere göre ise bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince Benî Esad kabilesinden erkek, kadın yedi yüz kişi Efendimiz'in huzuruna gelirler ve şöyle konuşurlar: «Ey Allah'ın Resulü, biz kabilemizden ayrıldık, yerimizi yurdumuzu terk ettik, gurbetçi olduk, artık bundan sonra, bize kim yardım eder?» Bunun üzerine Yüce Allah yukarda geçen âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sizin yardımcılarınız ve dostlarınız Allah'dır, O'nun Resulüdür, mü’minlerdir, namaz kılanlardır ve rükûda iken zekâtını verenlerdir.» Allah yolunda hicret edenlerin dostu ve yardımcısı bunlardır. Âyette, rükûda zekât verenler zikredilmiştir, bunun hikmeti şudur: Hazret-i Bilâl (radıyallahü anh) bir gün ezan okur. Peygamberimiz ve arkadaşları gelip namazlarını kılarlar. Peygamberimiz namazını kıldıktan sonra mescidden ayrılır. Arkadaşlarından bir kısmı mescidde namaz kılmaya devam ederler. Cemaatten kimi kıyamda, kimi rükûda, kimi de teşehhüdde iken, bir isteyici belir, mescide girer ve kendilerinden bir şeyler ister. Bunun üzerine Hazret-i Ali (radıyallahü anh) rükûda iken, parmağmdaki yüzüğü almasını işaret eder. O da gelip Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin parmağmdaki yüzüğü alır. Mescidden çıkıp giderken Peygamberimiz onu görür ve bir şey alıp-almadığını sorar. O da yüzüğü göstererek «Ey Allah'ın Resulü bunu aldım» der. Peygamberimiz «Bunu sana ne durumda iken verdi?» diye sorar. İsteyici de «Rükû'dayken» cevabını verir. Allahü teâlânın âyet-i celîlesi Hazret-i Ali hakkında nazil olmuştur. Her kim Allah'ı, Resulünü dost edinip, onlardan yardım bekler ve emirlerine itaat ederse Allah'ın askeri olur. Allahü teâlâ askerlerini daima düşmanları üzerine galip kılar. Böylece mü’minleri muzaffer kılar, düşmanları ise helak eder. 57 «Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü’minlerseniz Allah'dan korkun.» Yüce Allah yukarda geçen âyetlerde olduğu gibi, bu âyette de, mü’minlerin kâfirleri ve İslâm dinini alaya alanları dost edinmemelerini emrediyor. Zira onları dost edinmek mü’minler için her zaman tehlikelidir. Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Rufâa' ibn Zeyid ile Süveyd ibn Harise münafıklardandı. Fakat bunlar nifaklarını gizleyerek, Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Bir kısım Müslümanlar da onlarla ahbaplık kurmuşlardı. Çünkü Müslümanlar onların münafık olduğunu bilmiyorlardı. Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek Müslümanların onlarla dostluk kurmasını men etmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü’minlerseniz Allah'dan korkun.» İslâm dinini alaya ve eğlenceye alanlarla mü’minlerin ne suretle olursa olsun dostluk kurmaları yasaklanmıştır. Allah'a iman edenler, Allah'ın dinini alaya alanlarla dostluk kurup, onlara muhabbet besleyemezler. Zamanımızda da kendisini Müslüman zannedip Allah'ın dinini alaya ve eğlenceye alanlar pek çoktur. Mü’minin bunlarla dostluk kurması men edilmiştir. Çünkü âyetteki hüküm umûmidir. Allah'ın dinini alaya ve eğlenceye alanlarla dostluk kurmak yasaklanmıştır. Mü’minlerin bu hususlara çok dikkat etmesi gerekir. Dünya menfaati için onlarla dostluk kurmak Allah'ın emirlerine itaatsizliktir. Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler ise mutlaka cezalarını göreceklerdir. 58 «Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu bir eğlence ve oyun mevzuu edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanamaz bir güruh olmalarındandır.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz için ezanı kime okutacaklarını Cebrail'e sorar. O da, Bilâl'in eşkâlini vererek «Yâ Muhammed, onu müezzin tayin et. Zira o, melekler arasında meşhurdur, sesi güzel ve gürdür. Allah katında müezzinler arasında en sevimlisi odur» der. Bunun üzerine Peygamberimiz Bilâl'i çağırır ve mescidin üzerine çıkıp ezan okumasını söyler. Bilâl de mescidin üzerine çıkar ezan okur. Münafıklar ve müşrikler onunla alay ederler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'yi feth ettiği zaman, Bilâl'e, Kâ'be'nin üzerine çıkıp ezan okumasını emreder. Bilâl, ezan okuyunca Mekke'li kâfirler kendisiyle alay etmeye başlarlar. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal eder ve şöyle buyurur: «Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu bir eğlence ve oyun mevzuu edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanamaz bir güruh olmalarındandır.» Yüce Allah bu âyet-i celîle ile ezan ve namazla alay edenlerin akılsız olduklarını beyan ediyor. Şayet onlar akıllı olsalardı, elbette namazla alay etmezlerdi. Onlar akıldan yoksun oldukları içindir ki, namazla alay ederler. Bugün de, Müslüman geçindiği halde namazla alay edenler vardır. Hakikî Müslümanların bunlarla oturup - kalkmaması ve alaylarına seyirci kalmaması gerekir. Seyid (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştik «Medine'de bir Hıristiyan vardı, ezan okuyan müezzin «Eşhedü enne Muhammed'en Resûlüllah» dediği zaman, o kâfir «Allah yalan söylüyor, Muhammed'i ateş yaksın» derdi. Bir gece onlar uykuda iken hizmetçisi ateş yakar, ev tutuşur, kâfir aile efradıyla birlikte yanar. Bedduası böylece kendi hakkında kabul olur.» Görülüyor ki, Allah'ın dinine ve Resulüne dil uzatanlar en ağır şekilde belâlarını buluyorlar. Allah, hiçbir zaman onları cezasız bırakmayacaktır. Allah'a ve Resulüne iman edenler ise, dünyevi ve uhrevî mükâfatlarını çok fazlasıyla göreceklerdir. 59 «De ki: "Ey Ehli Kitap, sizin bizden hoşlanmayışınızın yegâne sebebi, bizim, Allah ve bize indirilenlerle daha evvel indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olduğunuzdan başka bir şey değildir.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Bir grup Yahudi Peygamber Efendimize gelir: «Yâ Muhammed, sen geçmiş peygamberlerden hangilerine iman edersin?" diye sorarlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de cevaben şöyle buyurur: «Allah'a, bizim üzerimize indirilen kitaba, İbrahim'e, bütün peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara, İsa'ya ve ona indirilen kitaba iman ederim.» Peygamberimiz Hazret-i İsa'yı anınca, Yahudiler İsa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğini kabul etmezler ve «Sizin dininizden daha şerli bir din görmedik» derler. Yahudiler Hazret-i İsa'nın peygamber olduğunu bildikleri halde, inkâr etmişler, Hakk'ı kabul etmemişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki: "Ey Ehl-i Kitap, sizin bizden hoşlanmayışınızın yegâne sebebi, bizim, Allah'a ve bize indirilenlerle daha evvel indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olduğunuzdan başka bir şey değildir.» Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlara buğz etmelerinin yegâne sebebi, Müslümanların Allah tarafından gönderilen kitaplara ve bütün peygamberlere iman etmeleridir. Onların kendileri de inkârlarından ve fâsıklıklarmdan dolayı Allah'ın gazabına uğramışlar, ancak içlerinden iman edenler sapıklıktan kurtulmuşlardır. 60 «De ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'net ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır."» Yüce Allah bu âyet-i celîlede kâfirlerin görecekleri azabın bir kısmını zikretmiştir. İnkâr edenler, inkârlarının cezası olarak dünyada da, âhirette de en büyük azaba uğrayacaklardır. Yahudiler, Peygamberimize «Sizin dininizden daha şerlisini görmedik» demişlerdi. Çünkü Peygamberimiz onlara gerçeği söylemiş, fakat onlar kabul etmemişlerdi. Allahü teâlâ, Peygamberine gerçek şerlilerin kimler olduğunu kendilerine bildirmesi için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, de ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü (şerlilerin kim olduğunu) size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'net ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır."» İnsanlar arasında hakkı inkâr edenlerden daha şerli kimse yoktur. Yüce Allah, onların kimini maymuna, kimini de domuza benzetmiştir. Bu şekilde cezalandırılmaları, yaptıklarının karşılığıdır. Kâfirler ve âsîler daima lâyık oldukları cezalarını göreceklerdir. Hiçbir amel Allah katında karşılıksız kalmayacaktır. 61 «Size geldikleri zaman "İman ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak girmişler ve inkarcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi bilir.» Yüce Allah bu âyet-i celîlede kâfirlerin ve münafıkların «îman ettik» şeklinde konuşmaları karşısında mü’minleri ikaz ediyor, aldanmamalarını tenbih buyuruyor, mü’minlerin uyanık olmalarını bildiriyor. Yahudiler ve münafıklar Peygamberimizin yanına geldikleri zaman «Senin özelliklerini ve sıfatlarını kitabımızda bulduk, hak Peygamber olduğunu tasdik eder ve sana iman ederiz» derlerdi. Gerçekte onlar bu sözleri sadece dilleriyle söylerler, kalpleriyle iman etmezlerdi. Bu şekilde konuşmalarının sebebi mü’minlere hoş görünmek ve onların sevgisini kazanmak içindi. Allahü teâlâ onların durumunu Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: «Size geldikleri zaman "îman ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak girmişler ve inkarcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi bilir.» Yüce Allah iman edenleri de, iman etmeyenleri de çok iyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Ona göre ku larma mükâfat ve mücazat verir. 62 «Onlardan çoğunun günâha, haksızlığa ve haram yemeğe koştuklarını görürsün. Ne kötüdür yaptıkları şey.» 63 «Rabbe kul olanlarla, bilginlerin onlara günâh söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları bu şeyler ne kötüdür.» Yüce Allah, insanların çoğunun neye koştuklarını bildiriyor. Yâ Muhammed, ehl-i kitabın çoğunun günah işlemeye, haram yemeğe ve haksızlığa koştuklarını görürsün. Onlar rüşvet alarak hakkı gizlerler ve haksızlığa hükmederler. Haram yerler, insanlar arasında haksızlık yaparlar. Böylece en büyük günâhı işlerler. Onların yaptıkları ne kötüdür. Bilginlerin ve âbidlerin onları günah işlemekten, haram yemekten vazgeçirmeleri gerekirdi. Halbuki onlar hiç aldırmamışlar ve onların yaptıklarına rıza göstermişlerdir. Onların haksızlıklarına, günah işlemelerine ve haram yemelerine rıza göstermek ne kötüdür. Eğer onlar Allah'ın rızasını düşünmüş olsalardı, haram yiyenlerin, günaha dalanların ve haksız yere hükmedenlerin yaptıklarına göz yummazlardı. Onları yaptıklarından alıkoyarlar, Allah'ın emirlerini tebliğ ederler ve yasaklarından da men ederlerdi. Allah'a kul olanlarla bilginler bu görevlerini yapmamışlardır. Onlar da, diğerlerinin işlemiş oldukları günaha ortak olmuşlardır. Allahü teâlâ bu âyet-i celilede ilmiyle amel etmeyen, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymayan, nefislerinin arzularına uyan, ma'siyet ehliyle oturup-kalkan âlimlerin ve takva ehlinin yaptıklarının çok kötü olduğunu bildiriyor. Zira âlimler yeryüzünde peygamberlerin vârisidirler. İyiliği emredip, kötülüklerden alıkoymakla görevlidirler. Bu görevlerini yapmadıkları takdirde Allah katında mes'uldürler. Çünkü imanını kurtarmak veya hatalarını düzeltmek isteyenlerin âlimlerin nasihatlerine ihtiyaçları vardır. Onlar hakkı tebliğ etmekten kaçınırlar, insanların haksızlıklarına, kötülüklerine göz yumarlarsa, bu onların yaptıklarına rıza göstermektir. Kötülüklere rıza gösterenler de, onları yapmış gibi olurlar. Kötülükleri yapanlarla, onlara rıza gösterenler aynı cezaya uğrayacaklardır. Âlimlere her devirde büyük görevler düşmektedir. Görevlerini yapmayan âlimler, mes'uliyetten kurtulamazlar. 64 «Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden ötürü elleri bağlansın ve kendilerine lâ'net olsun. Aksine, Allah'ın nimet veren elleri açıktır. Dilediği gibi sarfeder. Yemin olsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır.» Yüce Allah, Yahudilere bol rızık vermiştir. Onlar ise, üzerlerindeki nimetin çokluğunu görünce azmışlar, isyan etmişler ve Allah'ın nimetlerini inkâra kalkışmışlardır. Allahü teâlâ da, onların üzerindeki nimetlerini almış ve kendilerini geçim sıkıntısına düşürmüştür. Bolluktan darlığa düşen Yahudiler «Allah'ın eli sıkıdır» demişlerdi. Halbuki Allah'ın nimetlerine nankörlük yaptıklarından dolayı Yüce Allah nimetlerini almış, böylece onları geçim sıkıntısına düşürmüştü. Geçim derdine düşen Yahudiler Allahü teâlâ'yı cimrilikle vasıflandırmışlardı. Halbuki kendi hatalarından dolayı başlarına bu musibet gelmiştir. Yüce Allah, onların cehennemde şiddetli bir azaba uğrayacaklarını vaat etmiştir. Kâfirlerin görecekleri azapda şüphe olmadığı için Yüce Allah onların görecekleri azabı vuku' bulmuş gibi zikretmiştir. Onlar cimriliklerinden dolayı Allah'ın kendilerine ihsan ettiği nimetlerden kimseye tasaddukta bulunmamışlar ve hayır yapmaktan kaçınmışlardır. Bundan dolayı «Elleri bağlansın, lanet olsun onlara» Duyurulmuştur. Çünkü onlar verilen nimetlere nankörlük yaptıkları gibi, Allahü teâlâ'yı da cimrilikle vasıflandırmışlardı. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Yahudiler: «Allah'ın eli sıkıdır» dediler, dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun onlara.» Allahü teâlâ inkarcıları ve fâsıkları rahmetinden kovmuştur. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlardır. Bu âyet-i celîlede, Allahü teâlâ'nın kendilerine verdiği nimetlerden başkalarına tasadduk etmeyenler zemmedilmişlerdir. Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden başkalarına tasaddukda bulunmak şükrün bir ifadesidir. Bunu yapanlar Allah'a karşı şükür borcunu ifa etmiş olurlar. Başkalarına tasaddukda bulunmayanlar ise verilen nimetlere karşı nankörlük etmiş olurlar. Yüce Allah onların fiillerine göre dünyada da, âhirette de mükâfat ve mücazatlarmı verir. Allahü teâlâ'nın bütün nimetleri kullan içindir. O'nun kudret hazinesi boldur, dilediğine dilediği kadar verir. O'nun hazinesinden hiçbir şey eksilmez. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet edilmiştir: «Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Sizden geçmiş ve gelecek olanlar, cinler ve insanlar bir araya toplansalar, herbiri ayrı ayin arzularını benden isteseler ve hepsinin istediklerini versem, kud-Sret hazinemden bir iğne ucunun denizden aldığı su kadar bile eksilmez.” İğne ucuyla denizden su alınamayacağına göre, Allah'ın kudret hazinesinden de hiçbir şey eksilmez. Mü’min Allah'ın kendisine ver-)diği nimetlerden tasadduk etmeli, malım-mülküm azalır diye korkmamalıdır. Zira Allah'ın hazinesi geniştir, istediği kadar verir. Allah yolunda tasadduk ettiği sürece elindeki nimet eksilmez, aksine artar. Yüce Allah Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Kur'an'ı inzal buyurunca, Yahudiler tıpkı Hazret-i İsa'yı ve ona gelen kitabı inkâr ettikleri gibi, Peygamberimizin peygamberliğini ve O'na gelen kitabı da inkâr etmişlerdi. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Yemin olsun ki, sana Rabbinden indirilen âyetler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır.» Yahudilerin birçoğu Kur'an âyetlerini inkâr etmişler ve azgınlıklarını artırdıkça artırmışlardır. Allahü teâlâ yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor: «Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez.» Yüce Allah onların arasına kıyamete kadar devam edecek düşmanlık ve kin salmıştır. Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine düşman yapmış, mü’minler için kurdukları hileleri ve tuzakları daima kendi aleyhlerine çevirmiştir. Müslümanlara karşı savaşa teşebbüs ettikleri zaman Allah kalblerine korku salarak, onların gücünü kırmıştır. Onlar, mü’minlerle savaşmaktan daima korkmuşlardır. Fakat yine de yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan ve fesat çıkarmaktan geri durmamışlar, her fırsatta Müslümanlar arasına fitne ve bozgunculuk sokmuşlardır. Mü’minlerin çok uyanık olmalan ve onların fitnelerine kapılmamaları gerekir. Bunun için Yüce Allah mü’minlerin onlarla dostluk kurmalarını yasaklamıştır. Allahü teâlâ fesatçıları asla sevmez. 65 «Eğer Ehli Kitap iman edip de Allah'dan korksalardı, onların kötülüklerini her halde örter ve muhakkak nimeti bol cennetlere koyardık.» Eğer Yahudiler Allah'ın vahdaniyetini tasdik edip, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini ve O'na indirilen, kitabı kabul edip, şirkten ve ma'siyetten sakınsalardı, Allahü teâlâ onların geçmiş günahlarını affeder ve nimeti bol cennetlerine koyardı. Onlar Allah'a ve Peygambere iman etmedikleri için, Yüce Allah'ın bütün nimetlerinden mahrum kalmışlar ve azabına müstehak olmuşlardır. Çünkü Allah'ın bütün nimetleri iman edenleredir, ilâhi nimetlerden ancak iman edenler istifade edeceklerdir. 66 «Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'an'i gereğince tatbik etselerdi, her yönden nimete ermiş olurlarda. İçlerinde mu'tedi! bir ümmet yok değil, fakat çoğu ne kötü şeyler yapmaktadır.» Yahudiler ve Hıristiyanlar eğer Tevrat ve İncil'in hükümlerine göre amel edip Kur'an-ı Kerim'i gereği gibi tatbik etselerdi, Yüce Allah onları her yönden nimete eriştirirdi. Onları gökten yağmur yağdırıp, yerden nebatat bitirerek bol rızıklara ve nimetlere kavuştururdu. Dünya ve âhiretin nimetlerini, saadetlerini onlara ihsan ederdi. Böylece onlar, dünyada da, âhirette de mutluluğa ve saadete kavuşurlardı, îman insanı hem dünyada, hem de âhirette mutluluğa ve saadete ulaştırmaktadır. Eğer onlar Allah'ın indirdiğine iman etmiş olsalardı elbette dünya ve âhiret mutluluğuna ve saadetine kavuşacaklardı. Küfür ve inkârları, onları Allah'ın nimetlerinden mahrum ettiği gibi, elim bir azaba da sürüklemiştir. Ebû Musa (radıyallahü anh) Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Ehl-i Kitaptan olanlar kendi peygamberlerine ve kitaplarına iman edip de, Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini kabul edip, tasdik etselerdi iki kat sevap alırlardı. Bunlardan bir kısmı var ki, onlar hem âdil, hem de ehl-i kitabın mü’minleridir. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlardan çoğu iman etmezler ve kötü amel işlerler, onların akıbeti felâkettir.» Görülüyor ki iman kurtuluşa, küfür ise felâkete götürür. İnsanların felâketten kurtulabilmeleri için Allah'a ve Allah'ın indirdiklerine iman etmeleri şarttır. 67 «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden topluluğu hidayete erdirmez.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Yahudileri İslâm'a davet edince, onlar alaylı bir şekilde: «Yâ Muhammed, sen Hıristiyanların İsa'ya iman edip, onu sevdikleri gibi, bizim de sana iman edip, seni sevmemizi istiyorsun» demişlerdi. Cihanın güneşi olan Yüce Peygamberimizin onların sevgisine asla ihtiyacı yoktu. Onların bu çirkin sözünü duyan Peygamberimiz cevap vermemiş, sükût etmişti. Allahü teâlâ Peygamberine onların yalanlarına ve çirkin sözlerine aldırmayıp İslâm'a davet etmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden topluluğu hidayete erdirmez.» Yüce Allah, Peygamberine indirdiği Kur'an'ın bütün âyetlerini insanlara tebliğ etmesini, bunu yaparken kimseden çekinmemesini emretmektedir. Eğer tebliğ vazifesini yapmazsa, elçilik görevini yapmamış olacağını ve Allah tarafından vahyedilen âyetlerden birini tebliğ etmediği takdirde tamamını tebliğ etmemiş olacağını bildirmiştir. Peygamberlerin görevi, Allah'ın kendilerine indirdiğini insanlara tebliğ etmektir. Onun bir âyetini bile insanlara tebliğ etmeden yapamazlar. Nitekim Kur'an'dan bir âyeti inkâr eden, tamamını inkâr etmiş olur. Bunun için Peygamberimiz sahabelerine şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar, ben de sizin gibi bir insanım. Rabbimin bana indirdiğini olduğu gibi size tebliğ ettim. Bana vahyedileni size tebliğ ettiğime şahitlik eder misiniz?» Orada bulunanların hepsi «Ey Allah'ın Resulü, sana vahyedileni bize tebliğ ettiğine ve sana vacip olanı yerine getirdiğine şahitlik ederiz» demişlerdir. Yüce Allah, Peygamberine vahyettiğini insanlara bildirmesini, bunu yaparken kimseden çekinmemesini ve hiç kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini, Allah'ın onu koruyacağını, İslâm'ı muzaffer kılıp, kâfirleri zelil edeceğini bildirmiştir. Allahü teâlâ kâfirlere asla yardım etmez. 68 «De ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi tatbik etmedikçe bir temele oturmuş olamazsınız." Yemin olsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur'an onlardan bir çoğunun azgınlık ve inkârım artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme.» Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat, İncil ve Allah tarafından gönderilen Kur'an'la amel etmedikçe, yaptıkları amellerin kendilerine hiçbir faydası yoktur. Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine iman etmeyenlerin amelleri boşa gidecektir. Ameller ancak iman ile değer kazanır ve Allah katında makbul olur. İmansız amel, sahibi için bir yüktür. Yukarda da belirtildiği gibi, Yahudilerin ve Hıristiyanların bir çoğu Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğini ve kendisine indirilen Kur'an'ı inkâr etmişler, üstelik, küfür ve inkârlarını daha- da artırmışlardı. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Yemin olsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur'an onlardan bir çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme.» Allahü teâlâ bu âyet-i celîlesiyle sevgili Peygamberini teselli etmekte, kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenmemesini bildirmektedir. Kur'an-ı Kerîm Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nazil olunca Yahudiler ve Hıristiyanlar iftira ederek Kur'an âyetlerini yalanlamışlardı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz ise bu duruma çok üzülmüştü. Allahü teâlâ onu teselli ederek «Kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme, senin görevin Allah tarafından sana indirileni onlara tebliğ edip, İslâm'a davet etmektir. Şayet kabul etmezlerse, onların kabul etmeyişlerinden sana bir vebal yoktur. Onların seni yalanlamasına üzülme» buyurmuştur. Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer milletler Peygamberin getirdiğini kabul etseler de, etmeseler de Allah'ın dini yeryüzünde yayılacaktır. Zira onun sahibi Yüce Allah'dır. Allah'ın dininin yeryüzünde yayılmasına kimse mâni olamaz. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: «Rafî ibn Haris, Selâm ibn Miskin ve Mâlik ibn Daif birlikte Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Yâ Muhammed, sen İbrahim'in milletinden ve onun dininden olduğunu söylüyorsun. Bizim kitabımız Tevrat'ın da Allah tarafından gönderildiğine iman edip, şahitlik ediyorsun» derler. Peygamberimiz de: «Evet öyledir. Fakat siz Tevrat'ın bir çok âyetlerini kaldırdınız ve hükümlerini inkâr ettiniz. Yüce Allah'a iftira ederek ahdinizi bozdunuz ve O'na verdiğiniz sözden döndünüz. Benim sıfatlarımı kitabınızdan kaldırdınız ve Allah'ın emirlerine muhalefette bulundunuz. Biz ancak Musa'ya gönderilen kitaba iman eder ve Allah tarafından gönderildiğine şahitlik ederiz. Sizin elinizdeki Tevrat Musa'ya gönderilen kitap değildir» cevabını verir. Bunun üzerine Yahudiler «Biz elimizdeki kitaba iman ettik. Sana iman etmeyiz, çünkü biz hak yoldayız» derler. Yüce Allah, onların hiçbir dine mensup olmadıklarını beyan ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncin ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi tatbik etmedikçe bir temele oturmuş olamazsınız."» Allah tarafından gönderilen kitapların hepsini tasdik etmeyen mü’min olamaz. Bunlardan birini inkâr eden kâfir olur. 69 «Şüphe yok ki iman edenlerle, Yahudi olanlardan, Sahillerden, Nasranîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip de, iyi amellerde bulunursa artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.» İman edenler, Yahudiler, dinden dine geçen Sâbiîler ve Hıristiyanlar, kim hakkıyla iman eder, Allah'ın birliğini ve Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini tasdik edip, âhirete inanır ve iyi amellerde bulunursa, imanlarının ve amellerinin mükâfatını görürler. Yüce Allah onları âhirette cennet nimetleriyle mükâfatlandırır. Onlar asla mahzun da olacak değillerdir. İman edip, salih amel işleyenler Allah katında büyük bir nimete kavuşacaklar, imanlarının ve güzel amellerinin karşılığını orada göreceklerdir. 70 «Yemin olsun ki İsrailoğullarından söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle onlara her peygamber gelişte, bir kısmını yalanladılar ve bir kısmını da öldürdüler.» Yüce Allah İsrailoğullarından, Allah'a ortak koşmamaları, Tevrat'ın hükümlerini ve içindeki emirleri gizlememeleri için teminat almış, onları hak yola ve Allah'ın birliğine davet etmek için de peygamberler göndermiştir. Peygamberler, Allah'ın emirlerini kendilerine tebliğ edince, onlar ilâhî emirlerden hoşlanmamışlar, nefislerinin isteklerine uyarak peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir kısmını ise öldürmüşlerdir. Halbuki peygamberler onları Hakk'a davet ediyor, Allah'ın emirlerini bildiriyorlardı. 71 «Hem başlarına bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, yine de çoğu körleşip sağırlaştılar. Allah, işlediklerini görmektedir.» Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de inzal buyurduğu Kur'an âyetlerini onlara tebliğ etmesini emretmiş, onların kötü sözlerine ıkederlenip, üzülmemesini, iman etmedikleri için de ümitsizliğe düşmemesini bildirmiştir. Zira Yahudiler eskiden beri kendilerine gelen peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir kısmını da öldürmüşlerdir. Onlar böyle yapmakla başlarına bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler, Peygamberlerin davetlerine hiç aldırmadılar. Bu yüzden başlarına büyük musibetler gelmiştir. Yüce Allah, onların kör, sağır ve dilsiz olduklarını, Hakk'ı işitip iman etmediklerini, kendilerine gönderilen peygamberlerin bir kısmını yalanladıklarını, bir kısmını da öldürdüklerini, azgınlıklarından ve inkârlarından dolayı çeşitli azaba uğradıklarını bildirmiş, çeşitli musibetlerden sonra, belki ibret alırlar diye imtihan için tevbelerini kabul etmiş ve günahlarını bağışlamıştır. Fakat onlar başlarına gelen musibetlerden ibret almamışlar, iman etmedikleri gibi, küfür ve inkârlarını daha da artırmışlardır. Allahü teâlâ Peygamberini göndererek onların körlüğünü ve sağırlığını gidermek suretiyle hidayete ermelerini istemiştir. Onlar Musa'yı ve İsa'yı yalanladıkları gibi, cihanın peygamberi Hazret-i Muhammed'i de yalanlamışlardır. Böylece körlüklerini ve sağırlıklarını bir kat daha artırmışlardır. O kâfirler Hakk'ı işitip iman etmemişler ve gördüklerinden de ibret alamamışlardır. Halbuki gözün ve kulağın yaratılmasındaki hikmet budur. Bunlardan arzu edilen netice hasıl olmayınca, diğer azalar yok gibidir ve onlarla bir netice «İde edilmez. Çünkü göz görüp ibret almak, kulak işitip iman etmek için yaratılmıştır. Yüce Allah, o kâfirlerin niyetlerini, iman edip - etmediklerini çok iyi bilendir, ona göre mücazatlarını verecektir. Onlar için çok elim bir azap hazırlanmıştır, bu onların küfür ve inkârlarının karşılığıdır. 72 «Yemin olsun ki, "Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir" diyenler kâfir oldular. Oysa bizzat Mesih "Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur" demişti.» Hıristiyanlardan bir kısmı İsa'nın Allah, bir kısmı da Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Bahreynli Hıristiyanlar İsa (aleyhisselâm)'ya iman ettiklerini iddia etmişler ve onu Allah'ın oğlu olarak vasıflandırmışlardır. Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek, onların iman etmediklerini ve kâfir olduklarını, imanlarında yalancı olduklarını haber vermiştir. Onlar İsa'ya ulûhiyet isnat etmişlerdir. Halbuki İsa (aleyhisselâm), onları Allah'ın birliğine inanmaya davet etmiş, kendisinin de Allah'ın elçisi olduğunu bildirmiştir. Fakat onlar, İsa'ya iftira ederek Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan buyuruyor: «Yemin olsun ki, «Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler kâfir oldular. Oysa bizzat Mesih «Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder, varacağı yer ateştir» demişti.» İsa (aleyhisselâm), İsrailoğullarına, bütün mevcudatın sahibi ve mâliki olan Allah'a kulluk etmelerini, O'na ortak koşmamalarını, ortak koşanların cennete giremeyeceklerini, zalimlerin Allah katında hiç bir yardımcısı olmayacağını bildirmiştir. Yukarda da belirtildiği gibi, Allah'ın bütün nimetlerinden ancak iman edip, güzel amellerde bulunanlar istifade edeceklerdir. İman etmeyenler ise, âhiret nimetlerinin hiçbirinden istifade edemeyecekleri gibi, en büyük azaba uğrayacaklardır. 73 «Yemin olsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur. Halbuki bir tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmezlerse and olsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaktır.» Hıristiyanlardan bir kısmı da Allah'ın üç ma'buddan biri olduğunu söylemişler, ulûhiyeti Allah, Meryem ve İsa arasında taksim etmişlerdir. Onlara göre İsa ile Meryem de Allah'dır. Böylece onlar üç Allah'ı kabul etmişlerdir. Allahü teâlâ bu âyet-i celîlesiyle onların bâtıl sözlerini reddederek şöyle buyurmuştur: «Yemin olsun ki, "Allah üçten biri" diyenler kâfir olmuştur. Halbuki bir tek ilâh'dan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmezlerse and olsun ki onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaklardır.» Yüce Allah bu âyetle inkâr edenlerin nasıl bir azaba uğrayacaklarını açıkça bildiriyor. Allah, birdir, O'ndan başka ilâh olmadığı gibi, ortağı yardımcısı, oğlu ve kızı da yoktur. Kim bunları Allah'a isnat ederse kâfir olur. Şayet kâfirler sözlerinden dönüp tevbe etmezlerse, çok şiddetli bir azaba uğrayacaklardır. Tevbe edip, Allah'a ortak koşmaktan vazgeçerlerse, Yüce Allah tevbelerini kabul eder ve kendilerini bağışlar. Eğer tevbe etmeyip, küfürlerinde ısrar ederlerse, çok elem verici bir azaba uğrayacaklardır. 74 «Hâlâ Allah'a dönüp O'nun mağfiretini istemeyecekler mi onlar? Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.» O küfredenler, Allah'a ortak koşanlar hâlâ küfürlerinden dönmeyecekler mi? Eğer onlar küfürlerinden döner tevbe ederlerse Allah tevbelerini kabul eder. Buradaki istifham emir olup şu mânâyı ihtiva etmektedir: Ey Allah'a şirk koşanlar ve küfredenler, şirkinizden ve küfrünüzden dönerek Allah'a tevbe edin. Eğer tevbe ederseniz Allah tevbelerinizi kabul eder ve günahlarınızı bağışlar. Zira Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir. Eğer küfür ve şirkten vazgeçip tevbe etmezseniz, sizin için çok elim bir azap hazırlanmıştır. 75 «Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sadık bir kadındı, ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar.» Hıristiyanlar Hazret-i İsa'ya ulûhiyet isnad etmişlerdir. Halbuki o, Allah'ın kulu ve Resulüdür. Kendisinden önce geçen peygamberler gibi, o da bir peygamber olup Allah tarafından kendisine kitap gönderilmiştir. Anası da çok sadık bir kadındır. Onların da diğer insanlar gibi yemeye-içmeye ihtiyaçları vardır. Onlar da yerler-içerler. Ma'bud ise asla yemez, içmez, çünkü ma'budun bunlara asla ihtiyacı yoktur. Bunlara sadece insanların ihtiyacı vardır. Şayet Meryem ile İsa ma'bud olsalardı, onların da yememesi - içmemesi ve insanların muhtaç olduğu şeylerin hiçbirine muhtaç olmamaları gerekirdi. Halbuki onlar da yaşayabilmek için yemişler-içmişler ve diğer ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Hiç Allah'ın sıfatları insanlarınkine benzer mi? Elbette benzemez. Allah, kâfirlere böylece âyetlerini açıklamış, kendisinden başka ilâh olmadığını bildirmiştir. Fakat onlar yine haktan yüz çevirerek Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, yalan uydurarak «Allah üçtür» demişlerdir. Hıristiyanlar da, Meryem ile İsa'nın kendileri gibi bir insan olduğunu biliyorlar, buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı. 76 «De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne de bir fâide vermeye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki işiten, bilen Allah'ın kendisidir.» Allahü teâlâ, kâfirlerin tapmakta oldukları şeylerin kendilerine asla bir zarar ve bir fâide veremeyeceklerini bildiriyor. Allah'ı bırakıp da başka şeylere tapanlar, bilmelidirler ki, taptıkları o şeyler kendilerinden dünyada da, âhirette de hiçbir musibeti gideremeyecektir. Onlar kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacak, aksine azaba daha da yaklaştıracaktır. İsa (aleyhisselâm)’ın da kendisine "tapanların üzerinden azabı kaldırması mümkün değildir. Allah'ı bırakıp İsa'ya tapanlar kâfirlerin tâ kendisidir. Kâfirlerin yeri ise ebedî cehennemdir. Eğer İsa (aleyhisselâm) onları Allah'ın azabından kurtarmış olsaydı hiç cehenneme giderler miydi? Elbette gitmezlerdi. Kıyamet günü ancak Allah'ın şefaat yetkisi verdiği kimseler şefaatte bulunabilirler. Allah'a ortak koşanların kıyamet günü hiçbir şefaatçileri ve yardımcıları yoktur. Yüce Allah kullarının ne yaptığını ve ne söylediğini bilir ve işitir. Ona göre mükâfat ve mücazatmı verir. İman edenler mükâfatlarını, küfredenler de cezalarını görürler. 77 «De ki: "Ey ehl-i kitap, haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan avaran bir milletin heveslerine uymayın.» Yâ Muhammed, Yahudi ve Hıristiyanlara de ki; «Dininizde haksız olarak taşkınlık yapmayın.» Yahudiler ve Hıristiyanlar haksız olarak dinlerinde taşkınlık yapmışlardır. Yahudiler, Hazret-i İsa'yı yalanlayarak dalâlete ve sapıklığa düşmüşler, Allah'ın rahmetinden uzaklaşmışlardır. Hıristiyanlar da, Hazret-i İsa'ya ulûhiyet isnad ederek, ona tapmışlar, Allah'a eş koştukları için de rahmetinden uzaklaşmışlardır. Yüce Allah bunları yaptıklarından nehyederek şöyle buyurmuştur: «Ey Ehl-i kitap, sizden evvel gelip geçen reislerinize ve onların yalanlarına tâbi olmayın. Onlar nefislerinin arzusuna uyarak hakkı terk ettiler, hidayetten uzaklaştılar dalâlete düştüler. Kendileri sapıttığı gibi, halkın bir çoğunu da sapıttılar, doğru yoldan alıkoydular. Eğer onlara uyar, tâbi olursanız sizi de sapıtırlar.» Hak yoldan sapanlar, kendileri gibi başkalarını da daima saptırmaya çalışmışlardır. İmâm-ı Mukatil'e göre, bu âyet âbid bir kimse hakkında nazil olmuştur. Şeytan o âbid kişiye gelir ve «Allahü teâlâ seni zamanımızdaki insanların en faziletlisi ve en üstünü yaptı. Sen, onlara helâli haram, haramı da helâl kıl. Böylece bir yol ihdas etmiş olasın. İnsanlar da, senin açtığın bu yeni yolu din olarak kabullensinler» der. O âbid kişi de hemen böyle bir yola başvurur ve Hakk'a muhalefet ederek, insanları etrafında toplar. Bir müddet sonra yaptığına pişman olur ve kendisine işkence etmek için bir zincir alır, boğazına takar ve kendisini asar. Hâinler ve haktan ayrılanlar daima yaptıklarına pişman olurlar. Böylece hem o âbid, hem de ona tâbi olanlar helak olurlar. Akıllı kimseler bu olaydan ibret alsınlar da hem kendileri açtıkları dalâlet yolundan kurtulsunlar, hem de kendilerine tâbi olanlar hidayete ersin. Hakiki mü’min, kendisi kurtulduğu gibi, başkalarının kurtulmasına da vesile olmalıdır. 78 «İsrailoğullarından olup da küfredenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmalarıdır.» İsrailoğullarından kafir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa tarafından lanetlenmiştir. Dâvud (aleyhisselâm) günahları ve isyanları yüzünden cumartesi günü balık avlayanlar için beddua etmiştir. Cumartesi günleri balık avlamak İsrailoğullarına yasak edilmişti. Onlar bu yasağa uymadıkları için Dâvud (aleyhisselâm) kendilerine beddua etmiş, Yüce Allah da Dâvud (aleyhisselâm)'un duasını kabul ederek, onların yüzlerini maymuna döndürmüştü. Böylece isyanlarının ve Allah'ın emirlerine muhalefet etmelerinin dünyadaki cezasını görmüşlerdir. İsa (aleyhisselâm)'ın peygamberliğinin bir işareti olmak üzere, mucize kabilinden gökten bir sofra inmiş, yanında bulunanların bir kısmı bu sofradan yemelerine rağmen inkârlarına devam etmişlerdir. Hazret-i İsa (aleyhisselâm) onların cezalandırılması için bedduada bulunmuş, Yüce Allah sevgili Peygamberinin duasını kabul ederek onların yüzlerini domuza benzetmek suretiyle cezalandırmıştır. Onlar böylece küfürlerinin ve isyanlarının cezasını görmüşlerdir. 79 «Onlar birbirlerini yaptıkları fenalıklardan alıkoymazlardı. Gerçekten ne kötü iş yapıyorlardı.» Onların, peygamberlerin lanetlerine uğramasının sebebi Allah'ın hükümlerine ve emirlerine muhalefet edip, O'na âsi olmaları ve çirkin amel yapmalarıdır. Yapmış oldukları ameller ve fiiller kendilerinin hoşuna gitmesine rağmen Allah'ın azabından kurtulamamışlardır. O, ne kötü bir ameldir ki, işleyeni Allah'ın azabına ve lanetine müstehak etmektedir. Aklı olanlar bundan ibret alarak Allah'ın lanetine ve azabına uğratacak amellerden sakınmalıdırlar. 80 «İçlerinden çoğunun kâfirlerle dostluk ettiğini görürsün. Nefislerinin, âhiretleri için kendilerine takdim ettiği bu şeyler ne de çirkindir. Allah onlara gazap etti. Ve onlar azap içinde ebedi kalıcıdırlar.» Yüce Allah bu âyetle sevgili Peygamberine münafıklardan bir çoğunun kâfirlerle dostluk kurduğunu bildiriyor. Münafıklar, Müslümanları bırakıp kâfirlerle ve müşriklerle dostluk kurmuşlar, Müslümanların gizli hallerini onlara bildirmişlerdir. Menfaat karşılığı kurdukları bu dostluk âhiretleri içine ne kötüdür. Yüce Allah onların bu fiillerinden dolayı kendilerine gazap etmiştir. Ve onlar azap içinde ebedî kalacaklardır. Bu, onların küfürlerinin ve nifaklarının cezasıdır. Allahü teâlâ, Bakara Sûresinin başından beri bir çok âyetlerde inkarcıların ve nifakçıların elîm bir azaba uğrayacaklarını bildirmektedir. Azaba müstehak olanlar kendi fiil ve amellerinin neticesi olarak müstehak olmuşlardır. Kâfirler ve münafıklar elim bir azaba uğrayacakları gibi, o azap içinde de ebedî olarak kalacaklardır. 81 «Eğer Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen Kur'arra iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir.» Yahudiler ve Hıristiyanlar, eğer Allah'a, Peygamberine ve O'na indirilen Kur'an'a iman etmiş olsalardı, müşrikleri asla dost edinmezlerdi. Şayet münafıklar da, gerçekten iman etselerdi Yahudileri dost edinmezler ve onlardan yardım beklemezlerdi. Onlar gerçekten iman etmedikleri için Allah'ın düşmanlarını dost edinmişlerdir. Fakat onlardan bir çoğu fâsıktırlar. Allah'a verdikleri sözden dönmüşlerdir. Hakiki mü’min ahde vefa gösterir ve verdiği sözden asla dönmez. Takvada ve dinde kendisinden üstün mü’minlerle dostluk kurar, Allah düşmanlarını dost edinmez. 82 «Yahudilerle, Allah'a eş koşanları, iman edenlere düşmanlık bakımından insanların en şiddetlisi bulursun. İman edenlere sevgice en yakan olarak da, "Biz Hıristiyanız" diyenleri bulacaksın. Bu onların içinde bilginler ve kâhinler bulunmasından ve büyüklük taslamamalarmdandır.» Yüce Allah mü’minlerin en şiddetli düşmanlarının kim olduğunu bu âyette Peygamberine haber haber veriyor. İnsanlar arasında mü’minlere en çok düşmanlık besleyen Yahudiler ve müşriklerdir. Yahudiler ve müşrikler Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en şiddetli bir şekilde sürdürmüşlerdir. Bu düşmanlık hâlâ bütün dehşetiyle devam etmektedir. Müslümanlar kendilerine ne kadar hoşgörülü davranırlarsa davransınlar onlar düşmanlıklarından vazgeçmezler. Tarih boyu Müslümanlardan sürekli yardım gördükleri halde kinlerini devam, ettirmişler, hatta her geçen gün daha çok artırmışlardır. Yahudiler îsîâm düşmanlığında o kadar ileri gitmişlerdir ki, bu hususta ellerinden gelen her hüneri göstermişler, her silahı kullanmışlardır. Yüce Allah yukardaki âyetle Yahudilerin İslâm düşmanlığını ebediyete kadar devam ettireceğini bildirmiştir. Kâfirlerden Müslümanlara sevgice en yakın olanlar da, Hıristiyanlardır. Hıristiyanlardan, Yahudilere nisbetle İslâmı kabul eden daha çoktur. Her devirde Hıristiyanlardan İslâm'ı kabul edenler çok olmuştur. Bundan sonra da bu durum devam edecektir. Fakat bu özelliği Yahûdilerde görmek mümkün değildir. Şurası bir gerçektir ki, Hıristiyanlar, Yahudiler kadar Müslümanlara düşmanlık beslememişlerdir. Bunun için de gerçekleri gören Hıristiyanlar İslâm'ı kabul etmişlerdir. Esbâtı Süddi (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: «Necaşî, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Hıristiyanların âlimlerinden ve âbidlerinden on iki kişi gönderir. Maksat Peygamber Efendimizi daha yakından tanımak ve kendi dinleri hakkında bazı sorular sormaktı. Necaşî'nin adamları Peygamberimizin huzuruna girerler, daha önce kararlaştırmış oldukları soruları sorarlar. Peygamberimiz sorularını cevaplandırır, Kur'an'dan bazı âyetleri kendilerine okur. İlâhi kelâmı dinleyen bu insanlar derhal imana gelip Hakk'ı tasdik ederler. Resûlüllah'ın huzurundan ayrılıp Necaşî'nin yanına döndükten sonra Hazret-i Muhammed'in hak peygamber olduğunu ve sadakatini haber verirler. Necaşî, Hazret-i Muhammed'in hak peygamber olduğunu öğrenince, derhal kendisini görmek ve iman etmek için yola çıkar. Fakat Peygambere ulaşamadan yolda ölür. Cebrail Necaşî'nin ölüm haberini Resûlüllah'a bildirir, Efendimiz sahabeleriyle gıyabi cenaze namazını kıldırır. Hıristiyanların mü’minleri sevmesinin sebebi, içlerinde âlim ve âbid kimselerin bulunuşudur. Bu âlimler ve âbidler İncil'de Hazret-i Peygamber'in son peygamber olarak geleceğini okumuşlar ve insanlara da bildirmişlerdir. Yahudiler gibi, Peygamberimizin sıfatlarını ve özelliklerini gizlememişlerdir. Hıristiyan din adamları Hazret-i Muhammed'e ve Kur'an'a iman etmişlerdir. Yahudi bilginleri gibi, kibirlenmemişlerdir. Yahudi bilginleri kibirlerinden dolayı iman etmemişlerdir. 83 «Peygambere indirileni dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taşdığmı görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman ettik artık bizi şahid olanlarla beraber yaz" derler.» Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına gelen Necaşî'nin adamları okunan Kur'an âyetleri karşısında kendilerini tutamayıp ağlamaya başlamışlardı. Çünkü bugüne kadar hakkı beyan eden böyle bir kelâm duymamışlardı. Resûlüllah onlara Allah'ın kelâmını okuyunca, derhal iman etmişler ve «Ey Rabbimiz, Kur'an'ın hak olduğuna îman ettik. Bizi de Muhacirler ve Ensarlarla birlikte yaz. Zira onlar senin birliğine ve gönderdiğin bütün peygamberlere iman ettiler» demişlerdi. Böylece, onlar hakkı duyunca, dayanamayıp göz yaşı dökmüşler ve derhal imana gelmişlerdir. Allahü teâlâ onların durumunu yukarda geçen âyet-i kerîme ile şöyle beyan ediyor: «Peygambere indirileni dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman ettik, artık bizi şahit olanlarla beraber yaz" derler.» 84 «"Rabbimizin bizi sâlihler topluluğuna katacağını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" dediklerini görürsün.» Îman nuruyla aydınlanan o zatlara Mekke'li kâfirler «Niçin dedelerinizin dinini bırakıp yeni bir dine girdiniz?» diye sormuşlar. Onlar da cevaben «Allah'ın birliğine, Peygamberine ve Allah tarafından gönderilenlere niçin iman etmeyelim ve Rabbimizden bize gelen gerçeklere inanmayalım mı?» demişlerdi. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Rabbimizin bizi sâlihler topluluğuna katacağını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım? dediklerini görürsün.» İman şerbetini içenler kâfirlerin sözlerine aldırmazlar ve inançlarından taviz vermezler. 85 «Allah onlara, dediklerine karşılık, ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyi davrananların mükâfatıdır.» Yüce Allah iman eden kullarını böyle mükâfatlandırıyor. Allah'ın birliğine, Resulüne ve Kur'an'a iman edenleri Allahü teâlâ kıyamet günü altlarından ırmaklar akan cennet nimetleriyle mükâfatlandıracaktır. Öyle cennetler ki, köşklerinin altından bal, süt, zencefil, şerbet, selsebil ve râhik ırmakları akar. Onlar cennette ebedi kalıcıdırlar. Oraya girenler için bir daha çıkış yoktur. Bu, iman edip, amel-i salih yapanların mükâfatıdır. 86 «Ayetlerimizi yalanlayıp kâfir olanlara gelince, onlar da o çılgın ateşin yaranıdırlar.» Yüce Allah kâfirlerin elîm bir azaba uğrayacaklarını ve ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildiriyor. Allah'ın birliğini, Peygamberini ve Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu inkâr edenlerin kıyamet günü gidecekleri yer cehennemdir. Onlar, orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, onların küfürlerinin cezasıdır. İman edenler mükâfatlarını, iman etmeyenler de cezalarını mutlaka göreceklerdir. Allahü teâlâ cenneti iman edenler, cehennemi de iman etmeyenler için hazırlamıştır. Herkes dünyadaki amelinin karşılığını âhirette görecektir. 87 «Ey iman edenler, Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Doğrusu Allah aşın gidenleri sevmez.» 88 «Allah'ın size verdiği rıziktan temiz ve helâl olarak yeyin. İman etmiş olduğunuz Allah'dan korkun.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Sahabeden bir cemaat Osman ibn Ma'zûn'un evinde toplanarak insanlardan ayrılıp, bir köşeye çekilerek, yemeden - içmeden vazgeçip sadece ibadetle meşgul olmak üzere aralarında anlaşırlar. Bu ahidlerine uyarak insanlardan ayrılıp uzlete çekilirler. Yüce Allah onları bu hareketlerinden men ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın size 'helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın.» Yüce Allah yerde ve göklerde olan şeylerin hepsini kulları için yaratmıştır. Bunlardan kullarının menfaatine olanları helâl, zararına olanları da haram kılmıştır. Allahü teâlâ'nın yaratmış olduğu her şeyin bir hikmeti vardır. Fakat biz bu hikmeti bilemeyiz. Boşuna hiçbir şey yaratılmamıştır. Sahabe-i kiram, Allah'ın helâl ettiği şeyleri kendilerine haram kılınca, Yüce Allah onları bu durumdan men etmiştir. Allah'ın size helâl ettiği şeyleri kendinize haram kılmayın. Dininizde haddi aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size verdiği rızıkların temiz ve helâl olanlarından yeyin. Allah'ın helâl kıldığını kendinize haram kılmayın. Said ibn Müseyyeb şöyle nakletmiştir: «Osman ibn Ma'zun Peygamberimize gelerek «Yâ Resûlallah gönlüme bir şey doğdu, beni günlerdir meşgul ediyor ve bugüne kadar onu sizden başkasına söylemeyi arzu etmedim» der. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): «Yâ Osman, gönlünden geçen nedir?» diye sorar. Osman cevaben: «Yâ Resûlallah, kendimi kısırlaştırıp, kadınla olan ilgimi kesip uzlete çekilmek istiyorum» cevabını verir. Peygamberimiz Osman'ın bu, sözüne karşı çıkarak: «Yâ Osman, benim ümmetim nefsini ancak oruç tutmakla teskin eder» buyurur. Bunun üzerine Osman «Yâ Resûlâllah gönlüm insanlardan ayrılıp bir dağ başında uzlete çekilmek istiyor» der. Peygamberimiz bunu da kabul etmez ve şöyle buyurur: «Yâ Osman, benim ümmetimin uzlete çekilmesi mescidlerde namaz vakitlerini beklemek için oturmalarıdır. Ancak onlar namaz vakitlerini beklemek için insanlardan ayrılıp mescidlerde oturabilirler.» Osman yine Peygamberimizden istekde bulunmaya devam eder ve şöyle der: «Yâ Resûlallah, gönlüm yeryüzünün her tarafında gezip - dolaşmak istiyor, bir yerde durmak istemiyor». Peygamberimiz, Osman'ın bu sözüne şu cevabı verir: «Ümmetim ancak Allah yolunda savaşmak, hac etmek ve umre yapmak için sefere çıkar.» Bu defa Osman «Yâ Resûlallah, gönlüm elimdeki malın hepsini tasadduk etmek istiyor» der. Osman'ın bu sözünü de hoş karşılamayan Peygamberimiz şöyle buyurur: «Kendini, çoluk - çocuğunu geçindirmen, yoksullara ve yetimlere yardımda bulunman, malının hepsini tasadduk etmenden daha efdaldir.» Osman bu defa Peygamberimize şöyle der: «Ey Allah’ın Resulü, gönlüm hanımımı boşayıp, sadece ibadetle başbaşa kalmak istiyor.» Peygamberimiz Osman'ı bundan da şiddetle men ederek şöyle buyurur: «Senin hicretin, haram olan şeylerden sakınman veya vatanını terk edip benim yanıma gelmen veya benden sonra kabrimi ziyarete gelmen, yahut öldükten sonra bir, iki, üç ve dört nikâhlı kadın bırakmandır ki, bunlarda senin için hicret sevabı vardır.» Osman bu defa «Ey Allah'ın Resulü, zevcemi boşamaktan beni men ettin. Gönlüm onunla bir araya gelmeyi terk etmek istiyor» der. Yüce Peygamberimiz Osman'ın bu isteğine karşı çıkar ve şöyle buyurur: «Yâ Osman, bir mü’min zevcesiyle veya cariyesiyle bir araya gelerek onlardan bir çocuğu dünyaya gelir de ölürse, kıyamet günü o çocuk anasına - babasına şefaatçi olacaktır. Şayet çocuk anasından - babasından sonra ölürse kıyamet günü onlar için nur olur.» Osman yine gönlünden geçenleri Peygamberimize sıralamaya devam eder ve şöyle der: «Ey Allah'ın Resulü gönlüm her gün et yemek istiyor.» Peygamberimiz: «Hayır ya Osman, ben eti severim. Eğer Rabbimden her gün et yemek için müsaade isteseydim, müsaade etmezdi» buyurur. Çünkü et insanın şehevî arzularını kamçılar. Bu bakımdan Peygamberimiz her öğün et yemeye müsaade etmemiştir. Bu defa Osman «Yâ Resûlâllah, gönlüm her gün güzel koku sürünmeyi arzu ediyor» der. Peygamberimiz «Hayır ya Osman, Cebrail bana iki, üç günde bir ve her cuma günü koku sürünmemi bildirdi. Ya Osman, benim sünnetime tâbi ol, ondan yüz çevirme. Kim sünnetimden yüz çevirir ve tevbe etmeden ölürse kıyamet günü melekler onu, benim kevserimden içmekten alıkoyarlar ve bana yaklaştırmazlar» buyurur. Peygamberin sünnetinden yüz çevirenler, O'nun şefaatinden mahrum kalırlar. Sünnetine tâbi olanlar ise, şefaatine nail olurlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) mü’minlere ağır gelecek olan şeyleri Osman'ın şahsında men etmiştir. Osman (radıyallahü anh) ‘ın arzu ettiği şeyler mü'minlerin bir çoğuna ağır gelecek olan şeylerdir. Bu bakımdan Peygamberimiz Osman'ı bu işleri yapmaktan men etmiştir. Bu, İslâm dininin kolaylık dini olduğunu gösterir. İslâm, hiç kimsenin kendi nefsine zulmetmesini istemez. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Osman arasında bu şekilde bir konuşma cereyan ettikten sonra, Yüce Allah yukardaki âyet-i celîleyi inzal ederek şöyle buyurmuştur-. «Ey iman edenler, Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve hududu da aşmayın.» Allahü teâlâ'nın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldığı şeyleri de helâl sayanlar İslâm ulemâsına göre kâfir olurlar. Yüce Allah kâfirleri ve dinde haddi aşanları asla sevmez. Ey iman edenler, eğer siz Allah'a hakkıyla iman etmişseniz haram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri de haram saymaktan korkunuz. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten ancak iman sahipleri korkarlar. 89 «Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak, yahut giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tutar. İşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin. Şükredesiniz diye Allah size âyetlerini böylece açıklıyor;» Allahü teâlâ bu âyet-i celîlesinde yemin edip sonra bozanların ceza olarak verecekleri keffaretleri bildiriyor. Yemin eden kimse yeminini bozduğu zaman keffaret vermesi gerekir. Keffaretin neler olduğunu da Yüce Allah yukarda geçen âyette bildirmiştir. Keffaret, yemini bozanlara bir kolaylıktır. İnsan, kendisine helâl olan şeyleri bazan yemin vasıtasıyla haram kılar, sonra pişman olur bundan vazgeçmek ister ve vazgeçer. Şayet böyle bir kolaylık olmasaydı asla yeminini bozamazdı. Hanefî ulemâsı, bir kişi «Bu benim üzerime haram olsun dese yemin olur» demişlerdir. Yüce Allah, kendilerine helâl ettiği şeyleri yemin etmek suretiyle haram kılanlara; yeminlerini bozarak keffaret vermelerini emretmiştir. Bu âyet-i celile, yenmesi ve yapılması helâl olan bir şeyin yenmemesi ve yapılmaması için edilen yeminin bozulmasına ve bozulduktan sonra keffaret verilmesine delâlet etmektedir. «Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.» Rastgele yapmış olduğunuz yeminlerinizi bozmakla Yüce Allah size azap etmez. Fakat yalan yere yapılan yeminlerinizden dolayı size azap eder. Çünkü yalan yere yapılan yemin çok tehlikelidir. Mü’min bundan şiddetle kaçınmalıdır. Gerçek mü’min yalan yere yemin etmez. İbn Abbas (radıyallahü anh) yemin-i lâğv'ı şöyle tarif etmiştir: «Bir insanın bir iş üzerine, o işin söylediği gibi olduğunu zannederek yemin etmesidir. Fakat doğru zannettiği şey dediği gibi değildir. Bu yeminden dolayı Allahü teâlâ ona azap etmez.» Çünkü yemin eden öyle zannediyordu. Said ibn Cebir (radıyallahü anh) de «Yapılması ve yenilmesi helâl olan bir şeyi yeminle kendine haram eden kimsenin yeminini bozmasından dolayı Allahü teâlâ kendisine azap etmez. Fakat o kimse yeminini bozmaz, yemini üzere devam ederse günahkâr olur» demiştir. Vehb İbni Münebbih'e, «Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı hesap sormaz» âyetinin anlamını sorarlar. Vehb şöyle cevap verir: «Yemin üçtür. Yemin-i lâğv, yemin-i mün'akıt, yemin-i sabırdır. Yemin-i lâğv: Dil alışkanlığı ile yapılan yeminlerdir. Konuşurken «Vallahi böyle, vallahi şöyle» denilmesi gibi. Bu yeminlerden dolayı Yüce Allah kullarına azap etmez. İkincisi yemin-i akiddir. Akid yemininde bulunanlar yeminlerini bozdukları takdirde üzerlerine keffaret lâzım gelir. «Şu işi yapacağım veya yapmayacağım» şeklinde söylenilmesi gibi. Üçüncüsü yemini sabırdır: Yemin eden kimse yeminini bozmadığı takdirde üzerine bir şey lâzım gelmez. Allahü teâlâ, yemin edip de sonra bozanların ceza olarak keffaretlerini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: «Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak, yahut giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tutar. İşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin.» Bozulan yeminlerin keffareti olarak on kişinin sabah-akşam iki öğün yedirilmesi, yahut on fakirin normal şekilde giydirilmesi veya bir köle âzâd edilmesidir. Bu üçünden birini yerine getirmeye gücü yetmeyenler arka arkaya üç gün oruç tutarlar. Yemin, eğer ma'siyetten vazgeçmek için yapılmışsa, bozulmaması, şayet helâli haram kılmak için yapılmışsa, bozularak keffaret verilmesi gerekir. Şükredesiniz diye Allahü teâlâ size âyetlerini böyle açıklıyor. Yemin: Bir haberi, Allah'ın adını anarak kuvvetlendirmeye denir ve üçe ayrılır: a) Gamus - ateşe düşüren yemin: Geçmiş zamana ait bir iş üzerine yalan kasdı ile yemin etmektir. Bu şekilde yemin edenler günahkâr olurlar. b) Lâğv - boşuna yemin: Geçmişe ait bir iş üzerine, o işin söylediği gibi olduğunu zannederek, yemin etmeğe denir. Halbuki iş dediği gibi değildir. c) Mün'akit - bağlantılı yemin : Gelecek zamana ait bir işi, yapmak veya yapmamak üzere yemin etmeğe denir. Bu şekilde yapılan bir yemin eğer bozulursa keffaret gerekir. Yemin «Allah» lâfzı ile olur. Bundan başka Rahman, Rahim gibi Allah'ın diğer isimleriyle de yemin olduğu gibi, örfen kendisiyle yemin yapılan Allah'ın sıfatlarından biri ile de olur. «Allah'ın izzeti, celâli ve azameti hakkı için» demek gibi. Ancak «Allah'ın ilmi hakkı için» diye söylenen söz yemin olmaz. Çünkü bu örfde yemin olarak kullanılmaz. Allah'dan başka şeylerle yemin olmaz. Peygamber hakkı için, Kur'an hakkı için, ekmek hakkı için, Kâ'be hakkı için gibi. Yalnız «Allah hakkı için» demek yemindir. Arapçada yemin harfleri «Vav, Bâ ve Tâ»'dır. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Yemin ederim, yahut Allah'a yemin ederim, and içerim yahut Allah'a and içerim, şahitlik ederim yahut Allah'a şahitlik ederim, diyen kimse yemin etmiş olur. Şunlar da yemin olur: Eğer o kimse falan işi yaparsa Yahûdidir, Hıristiyandır yahut kâfirdir» diye yemin ederse bu sözü yemin olur. Fakat bu şekilde konuşmak Müslümana asla yakışmaz. 90 «Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.» 91 «Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?» Allahü teâlâ bu âyet-i celîlesinde içki, kumar, putlar ve falcılığın haram olduğunu bildirmiştir. Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Said İbni Ebî Vakkas (radıyallahü anh) sahabeden Uthan ibn Mâlik'in hazırlamış olduğu düğün yemeğine iştirak eder. Yerler, içerler, başlar iyice döner, Said soyunu ve asaletini öğen ve Ensar'ı hicveden şiirler okumaya başlar. Ensar buna tahammül edemez, Said'in kafasını kızarmış deve kemiği ile yararlar. Said Peygamberimize gelerek onları şikâyet eder. Bunun üzerine Hazret-i Ömer «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verici bir açıklama bildir» der. Bunun üzerine Bakara Sûresinin 219. âyeti nazil olur. «Sana içki ve kumardan sorarlar. De ki: "İkisinde de büyük günah ve insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür." Bu âyet nazil olunca sahabenin bir kısmı «Mademki faydasından çok zararı var» diyerek derhal içki ve kumarı terk eder. Ömer çağrılarak bu âyet kendisine okunur. Ömer yine «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verecek bir açıklama bildir» der. Bunun üzerine Nisa Sûresinin 43. âyeti nazil olur, «Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» Bu âyet nazil olunca yine sahabeden bir kısmı içkiden vazgeçer. Hazret-i Ömer'e bu âyet de okunur ve Ömer «Ya Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verecek bir açıklama bildir» der. Bunun üzerine Mâide Sûresinin 90 - 91. âyetleri nazil olur. Yüce Allah bu âyet-i celîlelerde şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?» Allahü teâlâ kullarına zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. İçkinin yasaklanması tedricî olmuş ve bir anda yasaklanmamıştır. Tedricî olarak yasaklanmasının bazı sebebleri vardır. İçki ve kumarın insana bir çok zararları vardır. İçki Allah'ın insanlara vermiş olduğu akıl nimetini izale eder. Sıhhati ve ahlâkı bozar, insanın şerefini yok eder. Aile ocağını yıkar, çoluk-çocuğu ahlâksız yapar, serveti yok eder. Allah'ı zikirden alıkoyar, ibadeti unutturur, hayırdan uzaklaştırır ve kötülüğe teşvik eder. Nitekim Peygamberimiz «Bütün kötülüklerin anası içkidir» buyurmuştur. Kumar da içki gibidir. İnsanın en kıymetli cevheri olan aklını bozar, servetini yok eder, aile yuvasını ve çoluk-çocuğunu perişan eder. İnsanları birbirine düşman yapar, cemiyetin huzurunu bozar. Allah'ı zikirden ve ibadetten alıkoyar. Dünyayı insanın başına zindan eder. İçkici ve kumarcının sıhhati gibi, ahlâkı da bozulur.. İçkinin ve kumarın azı da, çoğu da haramdır. Haramın azı çoğu olmaz. Bir damlası da, bir kadehi de birdir. İnsanı sarhoş eden her çeşit içki haramdır. Afyon, eroin ve uyuşturucu maddelerin hepsi aynı şekilde haramdır. İçinde alkol bulunan her şey aynı durumdadır. Kumar da böyledir. Paralı - parasız fark etmez. İster çayına -kahvesine olsun, ister zaman geçirmek için olsun, ne suretle oynanırsa oynansın ve hangi çeşidi olursa olsun haramdır. Dinimizde puta tapmak ve fal açmak da kesinlikle haramdır. Allah'tan başkasına ibadet etmek küfürdür. Putlara tapmak, onlar için kurban kesmek ve onlardan yardım beklemek haramdır. İbadet yalnız Allah'a yapılır ve O'ndan yardım talep edilir. Falcılık da böyledir. Dinimizde asla falcılık yoktur. Fala bakanlar tıpkı puta tapanlar gibidir. Fala bakan da, baktıran da, onları tasdik eden de aynı şekilde günaha girerler. Gaybtan haber vermek küfürdür, gaybı ancak Allah bilir. Allah'tan başka kimse gaybı bilemez. Falın her çeşidi haramdır, yasaktır. Yüce Allah «İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz» buyurmuştur. Bunlar insanlar için çok zararlı olduklarından dolayı Allahü teâlâ yasaklamıştır. Bütün bunlar sadece Kur'an-ı Kerim'de değil, Tevrat'ta da yasaklanmıştır. Bir zat Kâ'b İbni Ahbar'dan Tevrat'ta içkinin haram olup olmadığını sorar. O da haram olduğunu söyleyerek, şöyle der: «Tevrat'ta: Şu âyet yazılıdir- "Biz bâtıl olan şeyleri ve oyunları gidermek için Hak kelâmı indirdik» buyurulmuştur. İçki ve kumar Tevrat'ta da aynı şekilde yasaklanmıştır. Tevrat'ta içki ve kumar gibi, oyun, çalgı, yüksek sesle şarkı - türkü söylemek de yasaktır, haramdır. İçki içen kimsede şu hususlar bulunursa, ceza olmak üzere kendisine 80 sopa vurulur: a) Müslüman olmak. Müslüman olmayana had cezası verilmez. Çünkü içki Allah'a iman edenlere haram kılınmıştır, b) Akıl baliğ olmak, c) Dilsiz olmamak, d) Kendi isteği ile içmek, zorla içirilenlere de had tatbik edilmez. İçki içtiği ya iki şahitle veya kendi itirafıyla isbatlanmış olacaktır. (Geniş bilgi için Ömer Nasuhî Bilmen'in îstılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu'na müracaat edilmelidir.) 92 «Allah'a itaat edin, Peygamberine itaat edin, karşı gelmekten sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimizin vazifesi açıkça tebliğ etmekten ibarettir.» Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Haram kıldığı şeylerden sakının ve emirlerine karşı gelmeyin. Peygamber Allah'ın emirlerini size tebliğ etmektedir. O'nun görevi Allah'ın emirlerini ve yasaklarını size bildirmektir. Mükâfatı ve mücazatı verecek olan da Allah'dır. Peygamberin size bildirdikleri Allah'ın kendisine indirdiği Kur'an âyetleridir. Bu âyet inince Hay İbni Ahtap Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e daha önce içki içip kumar oynayıp ölenlerin durumunu sorar. Bunun üzerine Yüce Allah aşağıdaki âyeti inzal eder. 93 «İman edip güzel amel işleyenler Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.» İman edip, amel-i salih işleyenlerin, içki haram olmadan önce içmiş oldukları içkiden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Zira henüz daha içki yasağı konmamıştı. İman edenler Allah'a şirk koşmaktan, ma'siyet işlemekten kaçınmışlar, Kur'an'a iman etmişler, güzel güzel ameller işlemişler, içkinin haram olduğunu tasdik etmişlerdir. Bununla beraber insanlara zulmetmekten ve haksızlık yapmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Zira Allahü teâlâ iyi davrananları sever. Abdurrahman Süllemî şöyle nakletmiştir: «Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında Muaviye Şam valisi iken bir grup insan bu âyeti tevil ederek içki içmişler ve içkinin kendilerine haram olmadığını söylemişlerdi. Muaviye bu durumu öğrenince bir mektupla halifeye bildirir ve onlar hakkında hüküm ister. Hazret-i Ömer de Muaviye'ye bir mektup yazarak onları kendisine göndermesini ister. Muaviye derhal onları halifeye gönderir. Onlar halifenin yanına geldikleri zaman, halife tek başına hüküm vermez, sahabeyi toplar ve haklarında verilmesi gereken hükmü sorar. Sahabe görüşünü şöyle açıklar: «Onlar Allahü teâlâ'ya iftira ederek haram kıldığı şeyi helâl saymışlar ve tekrar ona başlamışlardır. Bunun için hepsinin boynunu vurun.» Aynı mecliste bulunan Hazret-i Ali (radıyallahü anh) bu hükme katılmaz. Hazret-i Ömer, onun fikrini sorar, Hazret-i Ali şu cevabı verir: «Önce bunların tevbe etmesini isteyin. Eğer tevbe ederlerse her birine seksen sopa vurun. Şayet tevbe etmezlerse o zaman boyunlarını vurun.» Bunun üzerine Halife onların tevbe etmesini ister. Onlar da yaptıklarına pişman olarak tevbe ederler. İçki içenlere had cezası gerektiği için Halife, onların her birine seksener sopa vurur. Bir insan ne kadar âlim olursa olsun, mühim, mes'elelerde bir kaç âlimle istişare yapması gerektiğine bu olay delâlet etmektedir. Tâ ki kendi reyiyle hükmedip hataya düşmesin. Çünkü istişare kişileri hataya düşmekten korur. 94 «Ey iman edenler, Allah, görmeksizin kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği av nevileriyle, and olsun ki, sizi imtihan edecektir. Kim bundan sonra aşırı giderse ona pek acıklı bir azap vardır.» Bu âyet-i celile Hudeybiye yılında nazil olmuştur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabesiyle birlikte Hac etmek üzere yola çıkarlar ve Hudeybiye'de konaklarlar. Bu esnada çadırlarının etrafı av hayvanları ve vahşi hayvanlarla dolar. Hayvanlar çadırlara o kadar yaklaşırlar ki, sahabe-i kiram elleriyle ve oklanyle unları yakalayacak duruma gelir. Bu, Allahü teâlâ'nın onları bir imtihanıdır. Yüce Allah bu olayı şöyle beyan buyuruyor: «Ey iman edenler, Allah, görmeksizin kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği av hayvaniarıyle, and olsun ki, sizi imtihan edecektir.» Allahü teâlâ av hayvanları vasıtasıyla kendisinden korkanlarla korkmayanları ayırd etmek için imtihan etmiştir. Yüce Allah ilm-i ezelisinde kimin korkup, kimin korkmadığını çok iyi biliyordu. Ancak kimin korkup, kimin korkmadığını ortaya çıkarmak için bu olay vasıtasıyla kendilerini imtihan etmiştir. İhramlı olanlara kara avcılığı yapmak yasak ve haramdır. Bu hükümler kendilerine beyan olduktan sonra her kim dinde haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır. 95 «Ey iman edenler, siz ihramlı bulunurken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse, ona öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan kurban etmek cezası vardır. Buna, Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere, içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder. Yahut o nisbette yoksul doyurmak şeklinde keffaret ya da yaptığının vebalini tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geçmiştekileri affetmiştir. Kim tekrar yaparsa Allah ondan intikamını alır. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir.» Ey iman edenler, siz ihramlı olduğunuz halde av avlamayın. Yukarda da belirtildiği gibi, ihramlı olanlara kara avcılığı yapmak haramdır. Yani ihramda iken avlanmak haramdır. İhramdan çıkınca avlanmanın hiçbir mahzuru yoktur. İhramda bulunan kimse bu yasağa uymayarak avlanırsa hem günahkâr olur, hem de öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan kurban etmesi gerekir. Meselâ ihramlı iken bir deve kuşu veya onun mukabilinde bir hayvanı öldürenin bir deve kurban etmesi gerekir. Eğer ihramlının öldürdüğü sırtlan veya benzeri bir hayvan olursa, buna mukabil bir koyun kurban etmesi gerekir. İhramlı şayet öldürdüğünün bedelini tayin edemezse, iki âdil kişinin vereceği hükme göre bedeli ödenir. Onlar öldürülen hayvanın bedelini ne takdir etmişlerse -deve, sığır, koyundan- o alınır ve Beytullah'a götürülerek orada kurban edilir ve eti fakirlere dağıtılır. Kurban ancak deve, sığır ve koyun cinsinden olur. Başkalarından kurban olmaz. İhramlı o anda öldürdüğü hayvanın bedeli olarak kurbanlık bulamazsa, iki âdil Müslümanın tayin etmiş olduğu kurbanlığın bedeli fakirlere tasadduk edilir. Tayin edilen kurbanlığın bedelinden azının tasadduk edilmesi caiz değildir. Tayin edilen kurbanlığın bedeli fakirlere tasadduk edildiği gibi, kurbanlık hayvanın bedeli nisbetinde de yoksullar doyurulur. Eğer ihramlinin bunları yapacak maddi gücü yoksa, o zaman bunlara denk olmak üzere oruç tutar. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «îhramlmın öldürmüş olduğu av hayvanlarına kıymet takdir edilmesinin sebebi, kaç fakir doyurulacağının ve kaç gün oruç tutulacağının bilinmesi içindir. İhramda iken av avlayan kişi bu üç şeyden birini yapmakta serbesttir. İster kurban keser, ister bunun mukabili fakir doyurur, ister oruç tutar. Bütün bunlar, ihramhnın işlemiş olduğu günahın cezasını tatması ve bir daha böyle bir iş yapmaması içindir.» İhramlıya av avlamak haram olmadan önce, yapılan bu gibi hataları Yüce Allah affetmiştir. Kim de haram olduktan sonra tekrar av avlarsa Allah ondan intikamını alacaktır. İhramhnın, avlanan avın mukabili olan keffaretleri yerine getirmesi üzerine vaciptir. Bu keffaretleri yerine getirmeyenler günahkâr olurlar. Bazı tefsircilere göre, ihramlı bir defa av avlamakla kendisine keffaret gerekmez Ancak ikinci defa av avlarsa o zaman keffaret gerekir. Yüce Allah her şeye kadirdir, galibdir. Haddi aşanlardan mutlaka intikamını alacaktır. 96 «Deniz ava ve onu yemek size de, yolculara da geçimlik olarak helâl kılındı. İhramlı bulunduğunuz müddetçe kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan korkun.» Ey iman edenler, ihramlı bulunduğunuz zaman, size ve misafirlere deniz avı helâl kılınmıştır. İhramda olanlara deniz avı yasak değildir. Çünkü bu onlar için bir azıktır. Fakat kara avı avlamak yasak ve haramdır. İhramlının av avlamaması ve Harem-i Şerifin etrafındaki hayvanların da avlanmaması, (hacca ve Harem-i Şerife) hürmetten ileri gelmektedir. O mübarek sahada kemâl-i hürmetle hareket edilerek mahlûkata tecavüzden kaçınılmasının lüzumuna işaret edilmek için bu yasak konmuştur. O kutsal yer, insanlar gibi kuşların ve diğer hayvanların da kurtuluş ve selâmet sahasıdır. Artık O'na karşı gösterilmesi iktiza eden hürmet ve tevâzuyu ihlâl edecek hareketlerden kaçınılması dinin emridir. İhramlının şu hayvanları öldürmesi cezayı gerektirmez: Karga, çaylak, akrep, yılan, fare, sinek, karınca, pire, arı, kene, kertenkele, kelebek, kurt ve üzerine saldıran köpek. Bunlar av hayvanı olmadıkları için, öldüren kimse cezalandırılmaz. Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle nakletmiştir: «Hazret-i Ömer'in halifeliği zamanında Bahreyn valisi idim. Halk denizin kenara attığı balıkların yenilip - yenilemeyeceğini sordu, ben «Yenir» cevabını verdim ve Medine'ye döndüğüm zaman durumu Halife'ye bildirdim. O da aynı şekilde hükmetti.» Ey iman edenler, huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan korkun, îhramlı iken avlanmaktan sakının, kıyamet günü varacağınız yer O'nun huzurudur. Emirlerine itaat edin, yasaklarından kaçının ki felaha eresiniz. 97 «Allah, Beytü'l-Haram olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'be'ye hediye edilen kurbanı, boynuna işaret takılan kurbanlıkları insanlan ayakta tutan bir rızik vesilesi yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilmeniz içindir.» Yüce Allah, Harem-i Şerifi, kurbanları ve haram ayı insanların faydalanması için ortaya koymuştur. Allahü teâlâ Harem-i Şerifi bütün mahlûkat için emniyet mahalli kılmıştır. Oraya iltica edenler her türlü kötülüklerden korunmuşlardır. Orada insanlar emniyet içinde olduğu gibi, kuşlar ve diğer mahlûkat da aynı durumdadır. Bunun için oradaki hayvanları avlamak da yasaktır. Suç işleyerek Harem-i Şerife iltica eden insanın iaşesi kesilmez ve ismi geçen mahalde cezalandırılmaz. Harem-i Şerifte kesilmek üzere işaretlenip yola çıkarılan kurbanlıklara da dokunulmaz. Onların boyunlarına takılan halkalar Kâ'be'de kurban edileceklerinin alâmeti olduğu için çıkarılmaz. Emniyet içinde kurban edilecekleri nıevkiye ulaşırlar. Onlara dokunmak ve boyunlarmdaki alâmetleri almak yasaktır. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Allah, Beytü'l-Harâm olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'be'ye hediye edilen kurbanı, boynuna işaret takılan kurbanlıkları insanları ayakta tutan bir rızık vesilesi yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilmeniz içindir.» Yüce Allah kullarının gizlediklerini ve açığa çıkardıklarını, dinlerinde ihlâs sahibi olanları ve münafıkları bilir. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir. 98 «Bilin ki Allah'ın azabı gerçekten şiddetlidir. Allah hakikaten çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.» Ey insanlar, bilin ki, Allah'a itaat etmeyenlere, âsî olanlara ve emirlerini yerine getirmeyenlere Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Kimse O'nun azabına takat getiremez. O, tevbe edip, emirlerine itaat edenleri bağışlayıcıdır. Rahimdir, kullarının günahlarını affeder. İman edenler daima O'nun azabından korkarlar ve rahmetinden ümitlerini asla kesmezler. Korku ile ümid arasında emirlerine itaat ederler ve âhiret için çalışırlar. 99 «Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.» Peygamberlerin görevi Allah tarafından kendilerine inzal edilen emir ve yasakları insanlara tebliğ etmektir. Onlar insanların gönüllerinden geçirdiklerini bilemezler. Hem gönüllerden geçeni bilmekle de mükellef değillerdir. Sadece Allah'ın kendilerine indirdiğini insanlara tebliğ ile mükelleftirler. İnsanların açığa vurduklarını ve kalblerinde gizlediklerini ancak Allah bilir. Buna göre kullarının mükâfatını ve mücâzatını verir. Hiç kimsenin hakkı zayi olmaz ve amelleri karşılıksız kalmaz. 100 «De ki: "Helâl ile haram -haram şeylerin çokluğundan hoşlan san bile - müsavi değildir." Ey akıl sahipleri Allah'dan korkun ki kurtuluşa er esiniz.» İmam-ı Kelbî'ye göre bu âyet Yemâme hacıları hakkında nazil olmuştur: Onlar Şureyh ibn Dubâ'nın mallarını almak istemişler, Yüce Allah, onları Şureyh'in mallarını almaktan nehyederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, onun malını almanız haramdır. Haram olan şeylerin çokluğundan hoşlansanız bile, başkalarının mallarını almak haramdır.» Yüce Allah mü’minlere haksız yere başkalarının mallarını almayı ve yemeyi yasak ve haram kılmıştır. Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: "Helâl ile haram bir değildir." Ey akıl sahipleri Allah'dan korkun ki felaha eresiniz.» Haram yemenin çok kötü olduğunu Yüce Mevlâ beyan ediyor. Ey akıl sahipleri haram, yemekten ve haram olan şeyleri helâl saymaktan Allah'dan korkun. Şayet Allah'dan korkar ve haram yemekten sakınırsanız kurtuluşa ve felaha erersiniz. Haram yiyenler ve çeşitli bahanelerle haramı helâl sayanlar asla kurtuluşa ve felaha ulaşamazlar. Gerçek Müslüman bile bile başkasının malından zerre kadar bile yemez.» İmam-ı Dahhâk (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Haram maldan yapılan hayır Allah indinde asla kabul olmaz. Kim ki haram maldan hayır yapar da karşılığında sevap beklerse kâfir olur. Ancak helâl maldan yapılan hayır Allah indinde kabul olur. Zira Allah temizdir, temiz maldan yapılan hayrı kabul eder. Helâl maldan yapılan zerre kadar hayır Allah katında dağ gibi olur. Haram maldan yapılan dağ gibi hayrın ise Allah katında zerre kadar bile hükmü yoktur. Mü’minlerin buna çok dikkat etmesi gerekir. 101 «Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıklanırsa ve siz bunları Kur'an inerken sorup da hükmü size izhar olunursa hoşunuza gitmeyecekti - sormayın. Allah çok yarlığayıcıdır, cezada da aceleci değildir.» 102 «Öyle mes'eleleri sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüzden kâfir oldular.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Allahü teâlâ haccı farz kılıp şu âyeti inzal buyurunca: (......) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onu sahabe-i kirama okur ve «Ey insanlar, Allah sizin üzerinize haccı farz kıldı» buyurur. Bunun üzerine sahabeden birisi «Ey Allah'ın Resulü, bizim üzerimize her sene mi Hac etmek farzdır» der. Peygamberimiz o zatın sorusuna cevap vermez. O zat Peygamberimizden cevap alamayınca sorusunu tekrarlar. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle der: «Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer onun sorusuna evet deseydim, her sene size hac etmek farz kılınacaktı. Siz de ona takat getiremeyecek, terk edecektiniz. Onu terk edince de küfre girmiş olacaktınız. Hac etmek sizin üzerinize ömrünüzde bir defa farz kılınmıştır.» Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıklanırsa siz bunları Kur'an inerken sorup da hükmü size izhar olursa hoşunuza gitmeyecektir- sormayın.» Yüce Allah kullarına tahammül edemeyecekleri yükü yüklemez. Ancak tahammül edebilecekleri yükü kendilerine yükler. Ey iman edenler, Kur'an'da size beyan edilenleri alın, size açıklanmayanlardan sormayın. Zira siz onlardan sorumlu değilsiniz. Allahü teâlâ çok yarlığayıcı ve çok bağışlayıcıdır. Tevbe eden kullarının günahlarını bağışlar ve lâyık oldukları cezayı vermekte de acele etmez. Ey mü’minler, öyle mes'eleleri sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüzden kâfir oldular. Musa'nın kavmi Musa'dan Allah'ın kendilerine açıktan gösterilmesini, İsa'nın kavmi de İsa'dan gökten inen mâidenin (sofranın) nereden geldiğinin gösterilmesini istemişler de, bu yüzden kâfir olup, helak olmuşlardır. Siz, onların peygamberlerine sordukları gibi, peygamberinize sormayın. Sonra siz de onlar gibi helak olursunuz. 103 «Allah, "Bahiyre, Sâibe, Vesiyle ve Hâm"dan hiçbirini meşru' kılmamıştır. Fakat küfretmekte olanlar Allah namına yalan söyleyerek O'na iftira ediyorlar. Onların çoğunun ise akıllan ermez."» Bu âyet-i celîle Arapların müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Müşrikler, develeri beşinci doğumda erkek yavru yaparsa, onu putlarına kurban ederler, etini ise sadece erkekler yer, kadınlara yedirmezlerdi. Şayet develeri beşinci doğumda dişi yavru yaparsa onun kulağını yararlar, salıverirler, yük yüklemezler, Allah'ın adını üzerine anmazlar, sadece sütünü sağarlar ve erkekler yerdi. Bu gibi develere «bahiyre» derlerdi. Sâibe de şudur: Müşrikler sefere çıktıkları zaman salimen geri dönerlerse veya hastaları iyi olur, yahut bir ihtiyaçları yerine gelirse putlarına bir dişi deve nezre derlerdi. Nezrettikleri deveyi kendi mülklerinden çıkarırlar, putların bakıcısına teslim ederlerdi. Vesiyle ise şudur: Müşriklerin koyunlarından biri yedinci doğumunda erkek doğurursa, onu putları için kurban ederler ve etinden sadece erkekler yer, kadınlara yedirmezlerdi. Yedinci kuzu dişi olursa kurban edilmezdi. Eğer yedinci doğum ikiz olursa yine kurban etmezlerdi. Hâm da şudur: Sulbünden on deve doğan deveyi erkek deve kabul ederler ve sırtını haram sayarlardı. Artık onu serbest bırakırlar, yük yüklemezler, üzerine binmezlerdi. O istediği yerde otlar, istediği sudan içer ve kimse kendisine mani olmazdı. Onlar, bunu Allah'ın emri diye yaparlardı. Halbuki bunların hiçbiri Allah'ın emri değildir. Yüce Allah onların yalanlarını açığa çıkarmak için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, "Bahiyre, Sâibe, Vesiyle ve Hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamıştır. Fakat küfretmekte olanlar Allah namına yalan söyleyerek O'na iftira ediyorlar.» Müşrikler, Allah'ın kendilerine helâl kıldığını haram kılmışlardır. Allah'a iftira ederek helâl olan şeyleri kendilerine haram kılmışlardır. Haram olanları da helâl saymışlardır. Bu gibi insanlar zamanımızda da çoktur. Onlar da Allahü teâlâ'nın haram kıldığı şeyleri kendilerine helâl kılmışlardır. Onlara göre önemli olan menfaatleridir, haram ve helâl önemli değildir. Bu insanlar büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. 104 «Onlara: "Gelin Allah'ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler, ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?» Müşriklere, «Gelin Allah'ın indirdiği kitaba uyun, O'nun helâl kıldığını haram, haram kıldığını helâl kabul etmeyin. Peygambere tâbi olun, sünnetiyle amel edin ki kurtuluşa eresiniz» denildiği zaman, onlar «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter, onların yaptığını biz de yaparız» demişlerdir. Onlar Hakkı kabul etmemişler, yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?» Ataları din namına hiçbir şey bilmiyorlar ve elleriyle yaptıkları putlara «İlâh» diye tapıyorlardı. Böylece küfür, şirk ve gaflet içinde helak olup gitmişlerdir. Allahü teâlâ onların da ataları gibi, haktan uzak, küfür ve şirk içinde helak olmamaları için kitap göndermiş ve ona tâbi olmalarını, Allah'a ve Resulüne iman edip, İslâm ile amel etmelerini istemiştir. Allah'a ve Resulüne iman edip, Allah'ın gönderdikleriyle amel edenler hidayete ermişlerdir. İman etmeyip, O'nun indirdiği ile amel etmeyenler ise sapıklığa düşmüşlerdir. Müşrikler bu gerçekleri gördükleri halde yine de «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter» demişlerdir. Halbuki atalarının yolu küfür, şirk ve sapıklık yoludur. Zamanımızda da bu gibi insanlar çoktur. İslâmın emirlerine tâbi olmazlar da «Biz büyüklerimizden böyle duyduk» derler. Halbuki onların duydukları kitaba ve sünnete aykırıdır. Bu yüzden dalâlete düşerler, sünnet yerine bid'atlarla amel ederler. Böylece dinin emirlerini unuturlar. Bazı ilim sahipleri bile aynı hatâya düşmüşler, nefislerinin arzusuna uyup, dünyanın şan ve şöhretine kapılarak, bid'atlarla amel etmeye başlamışlar ve İslâm'ın emirlerini unutmuşlardır. Bunlar kendilerini helak ve perişan ettikleri gibi, başkalarının helakine de sebep olmuşlardır. Gerçek mü’minlerin bu gibilere itibar etmemesi gerekir. 105 «Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Kendiniz doğru yolu bulunca sapanlar size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, neler yaptığınızı size haber verecektir.» Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Şayet kendiniz doğru yolda olursanız, sapıklığa düşenler asla size zarar veremezler. Siz haktan ayrılıp onlara uymadıkça, onlar sizi sapıtamazlar. Eğer onlara uyarsanız kendileri haktan uzaklaştıkları gibi, sizi de uzaklaştırırlar. Mü’minler hak yoldan ayrılmadıkça başkaları onları hak yoldan sapıtamazlar. Bu âyetin mânâsı Ebû Bekir-i Sıddık Hazretlerine sorulur. O da şöyle cevap verir: «İnsanların dünyaya dalıp, nefislerinin arzularına uyarak âhireti unuttuklarını ve herkesin fikri kendisine hoş gelip, fikrini beğendiğini ve istişarenin ortadan kalktığını gördüğünüz zaman, kendi nefsinizi ve malınızı ıslâh edin. Başkalarıyla meşgul olmaya kalkmayın.» Ebû Sa'lebe Hûşenî'den bu âyetin mânâsını sormuşlar, o da, ben bu âyeti Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sordum, buyurdu ki: «Yâ Ebâ Sa'lebe, insanların nefislerine uyup kendi fikirlerini hoş gördükleri, dünyaya tamah ettikleri, dünyayı sevdikleri ve istişareyi terk ettikleri zamana kadar iyilikle emredin, kötülükten nehyedin. O zaman gelince kendi nefsinizle meşgul olun ve onu ıslâh edin. Artık size düşen kendi nefsinizi ıslâh etmektir. Zira sizden sonra gelen günler sabır günleridir. O günlerde sizin yolunuzu tutup, sizin gibi amel edenlere, sizin elli kişinizin ecri kadar ecir yazılır» demiştir. Hak yoldan ayrılmayarak Allah'ın ve Resulünün emirlerine itaat edenlere, elli sahabeye verilen mükâfat kadar mükâfat verileceğini Peygamberimiz bildirmektedir. Her şeyin fesada uğradığı bir devirde Allah'ın ve Resulünün emirlerine itaat etmek, Allah katında mükâfatların en büyüğüne ulaşmak demektir. Rivayete göre Ebû Bekir (radıyallahü anh) hutbede bu âyeti okuyarak şöyle demiştir: «Ey insanlar, siz bu âyeti okursunuz, fakat te'vilini hakkıyla yapamazsınız. Bir çok kimse İslâm'a girip, onun lezzetini tatmışlardır. Kendileri İslâmın lezzetini tattıkları gibi, müşrik olan akrabalarının da İslâm'a girip, onun lezzetini tatmasını arzu ederler. Bu âyet, kendi nefsinizle meşgul olmanızı ve onu ıslâh etmenizi emrediyor, Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim, ki, siz ya emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yaparsınız veya hepiniz Allah'ın azabına uğrarsınız. Siz emr-i bi’l-ma'ruf yapmadıkça Allah'ın azabından kurtulamazsınız. Çünkü Allahü teâlâ «Siz hidayet üzere olduğunuz müddetçe dalâlete düşenlerin dalâleti size asla zarar vermez» buyurmuştur. Sizin hidayet üzere olmanızdan maksat «Emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker» yapmanızdır. Siz onu terk ederseniz hidayet üzere olamazsınız. Siz emr-i bi’l-ma'rûfu terk ettiğiniz zaman Allah'ın azabı hepinizi kuşatır ve hepinizin üzerine olur. Siz en az bir defa onlara emr-i bi’l-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yapın. Eğer onlar yine Allah'ın emirlerine itaat etmezler, şirk ve küfürlerine devam ederlerse, onlardan yüz çevirin ve kendi nefsinizi ıslâh edin. O zaman onların sapıklığı ve dalâleti size zarar vermez. Onları yaptıklarından dolayı düşman kabul edip dostluk kurmaz ve yardımcı olmazsanız herhangi bir zarara uğramazsınız. Şayet siz onların yaptıklarına göz yumar, onlarla dostluk kurar ve yaptıklarına yardımcı olursanız, onların sapıklığa ve dalâlete düşmeleri sizi de helak eder ve Allah'ın azabı hepinizin üzerine olur.» Bu hüküm bütün Müslümanlar için geçerlidir. Müslümanlar bulundukları beldelerde iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamakla mükelleftirler. Bunu yapmadıkça hidâyet üzere olamazlar ve dalâlete düşüp ma'siyet işleyenlerin uğrayacakları azaba da uğrarlar. Eğer Müslümanların bulundukları yerlerde iyiliği emretmeye güçleri yetmiyorsa, dalâlete ve sapıklığa düşenlerle bütün ilişkilerini kesmeleri gerekir. Ey insanlar, hepinizin dönüp varacağı yer Allahü teâlâ'nın huzurudur. Hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız. O, bu dünyada yaptıklarınızı bir bir size haber verecektir. Bu dünyada yaptıklarınızın karşılığını orada göreceksiniz. Hiçbir ameliniz karşılıksız kalmayacaktır. 106 «Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, yahut yolculukta iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan (gayr-i müslim) iki kimseyi şahit tutun. Eğer bu (gayri müslim) şahitlerden şüpheleniyorsanız namazdan sonra kendilerini akkorsunuz da Allah'a şöyle yemin ederler: «Billahi, akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla değişmeyiz. Allah'ın emri olan şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüphesiz ki günahkârlardan oluruz.» Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Üç arkadaş birlikte sefere çıkarlar. Bunlar Temimi Dârî, Addî ibn Zeyd ve Büdeyl ibn Verka'dır. Verka' seferde vefat eder. Bu zat vefat edeceğini anlayınca, yanında bulunan ne varsa hepsini ailesine verilmek üzere arkadaşı. Temim ile Addî'ye teslim eder, bir de eşyalarının listesini yapar, gönderdiği eşyanın arasına koyar. Verka'nın iki arkadaşı Addî ile Temim Hıristiyandırlar. Bunlar eşyayı getirip Verka'nın Medine'deki ailesine teslim ederler. Fakat içinden kıymetli bir gümüş kadehi alırlar. Verka'nın ailesi eşya listesini okuyunca kadehin alındığım görürler ve akrabasından Muttalib ibn Ebû Zâgil ile Amr İbni As onlarla gümüş kadeh hakkında kavga ederler. Kadeh meydana çıkmayınca Peygamberimize müracaat ederler. O anda yukarıdaki âyet-i celîle nazil olur ve şöyle buyrulur: «Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, yahut yolculukta iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan (gayr-i müslim) iki kimseyi şahit tutun. Eğer bu (gayr-i müslim) şahitlerden şüpheleniyorsanız namazdan sonra kendilerini alıkorsunuz da Allah'a şöyle yemin ederler: «Billahi, akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla değişmeyiz, Allah'ın emri olan şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüphesiz ki günahkârlardan oluruz.» Allah'ın emirlerindeki hikmetlere ve inceliğe bakınız. Ey iman . edenler, herhangi biriniz ölüm döşeğine düştüğü zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi şahit tutsun. Sefere çıktığınız zaman ölüm size isabet eder de eğer yanınızda Müslümanlardan şahit tutacağınız kimse olmazsa, o zaman iki gayr-i muslini şahit tutun. Ölen kişinin vârisleri arasında herhangi bir haksızlığın olmaması için vasiyet ederken iki âdil kişinin olması şarttır. Ölen kimsenin yanında vasiyet edecek bir Müslüman bulunmadığı takdirde, gayr-i müslim olan iki kişiye de vasiyet edip onları şahit tutabilir. Bütün mes'ele, ölen kimsenin vârislerinin haksızlığa uğramamasıdır. Bunun için de yapılan vasiyetin vârislere olduğu gibi intikal etmesi, iki âdil şahidin bulunması şart koşulmuştur. Böylece Müslüman bulunmadığı takdirde, gayr-i müslime de vasiyet edileceği bildirilmiştir. 107 «Eğer bu (gayr-i müslim) şahitlerin yalancılık gibi kötü halleri ortaya çıkarsa, (haksızlığa uğrayan) hak sahibi (mirasçılardan) iki kişi bunların yerine geçer ve: "Bizim şahitliğimiz ikisininkinden daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler.» Eğer gayr-i müslim şahitlerin yalan söyledikleri tesbit edilirse, ölünün mirasçılarından haksızlığa uğrayan iki kişi, bunların yerine geçerler ve şöyle derler: «Bizim şahitliğimiz bu iki gayr-i müslimin şahitliğinden daha doğrudur. Biz aşırı gidip başkalarının hakkına tecavüz etmeyiz. Şayet yalan söylersek zalimlerden oluruz» diye Allah'a yemin ederler. Gayr-i müslim şahitlerin yalan söyledikleri tesbit edilirse, şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü onlar karşılarmdakini yanıltabilirler. Halbuki şahitlikte doğruluk esastır. Doğru söylemeyenlerin şahitliği kabul edilmez. 108 «Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarını veya yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'dan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir topluluğu hidayete erdirmez.» Ölünün velilerinin şahitliği, gayr-i müslimlerin şahitliğinden daha evlâdır. Onlar şahitliği hak üzere yaparlar. Hakkı iddia edenlerin şahitliği doğru olunca, kendilerinden hak iddia edilenlerin hainliği ortaya çıkar. Kendisinden hak iddia edilenin yemininin ve şahitliğinin yalan olduğu ortaya çıkınca, hak iddia edenin yemini ve şahitliği kabul edilir. Hakkında mal iddia edilenin yemini ve şahitliği reddedilir. Hak iddia edenler yeminlerinde ve şahitliklerinde yalana sapmaktan korkarlar. Zira «Şahitliğinizde ve yeminlerinizde yalana saparak hainlik yapmaktan Allah'tan korkun. Size emredileni işitin, tasdik edin ve onunla amel edin ki, Allahü teâlâ, hâinler yaptıklarından dönüp tevbe etmedikçe onları hidayete erdirmez.» Burada tevbe edenlerin tevbelerinin kabul olacağına da işaret vardır. Allahü teâlâ, gayr-i müslimlerle yolculuk yapılabileceğini, Müslümanın yanında onlardan başka kimse bulunmadığı takdirde, zarurete binâen ölüm esnasında iki gayr-i müslime vasiyet edilebileceğini ve şahit tutulabileceklerini bildirmektedir. Şayet ölenin vârisleri gayr-i müslimlerin şahitliğinden şüphe ederlerse, onların şahitliğini kabul etmezler. Yukarda beyan edildiği gibi hareket ederler. Kadı Şürayh şöyle demiştir: «Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri ancak sefer esnasında, vasiyet için geçerlidir. Bundan başka yerlerde Müslümanlar için şehadette bulunamazlar. Hanefi fıkıhçılarma göre gayr-i müslimlerin Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri hiçbir hususta geçerli değildir. Gayr-i müslimler Müslümanlar hakkında şahitlik yapamazlar. Fakat Müslümanların azınlıkta bulunduğu devirlerde âyet-i celîlenin hükmüne göre, gayri müslimlerin vasiyet hususunda Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri caizdir. Daha sonra Müslümanların sayısı çoğalıp çeşitli bölgelere yayılınca bu âyet-i celileyle yukarda geçen âyetin hükmü neshedilmiştir. Bu âyet-i celîleye göre gayr-i müslimler hiçbir hususta Müslümanlara şahitlik yapamazlar. Hanefî fıkıhçılarının delili de budur. 109 «Allah peygamberleri topladığı gün: "Size ne cevap verildi" der. Onlar: "Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin" derler.» Ey insanlar, kıyametin dehşetini düşünün, yalan söyleyerek hainlik yapmaktan korkun. Kıyamet günü Yüce Allah bütün peygamberleri toplayarak, onlara «Kavminizi Allah'ın birliğini tasdike davet ettiğiniz zaman, size ne cevap verdiler?» diye soracaktır. Allahü teâlâ’nın sualinin heybetinden ve kıyametin dehşetinden onlar şöyle diyeceklerdir: «Biz onların gizli ve aşikâr hallerini tamamıyla bilemeyiz, gaypları ancak sen bilirsin.» Peygamberler ümmetleri hakkın-'da şehadette bulunacaklardır. Bazı tefsirciler ise, peygamberler gönderildikten sonra, kendilerine sorulduğunda böyle cevap vereceklerdir, demişlerdir. Bir kısım tefsircilere göre ise, peygamberler ve melekler cehennemin dehşetini gördükleri zaman, hepsi kendi başlarının telâşına düşecekler ve o zaman Yüce Allah peygamberlerine «Kavminizi Allah'ın birliğine davet ettiğiniz zaman size ne cevap verdiler?» diye soracaktır. Peygamberler de: «Bizim onların gizli ve aşikâr yaptıklarından haberimiz yok» derler. Zira onlar da cehennemin dehşeti karşısında şaşırırlar. Kıyametin ve cehennemin dehşeti üzerlerinden gittikten sonra, kendileri için tayin edilen makama gelecekler, dünyada peygamber olarak gönderildikleri kavimlere Allah'ın emirlerini tebliğ ettiklerini, onların bir çoğunun ise peygamberlerini inkâr ettiklerini birer birer haber verecekler, şahitlik yapacaklardır. Bütün peygamberler ve ümmelteri üzerine de Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şahitlik yapacaktır. Nitekim bu husus Nisa Sûresinin 41. âyetinde geçmiştir. 110 «Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetlerimi hatırla" demişti. «Seni Cebrail ile desteklemiştim, beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma körü, alacayı, iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına mucizelerle geldiğinde, onlardan küfredenler: "Bu apaçık bir büyüdür" demişlerdi de, ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.» Allahü teâlâ İsa (aleyhisselâm)'ya dünyada vermiş olduğu nimetleri zikrederek, âhirette adlini ve fazlını izhar etmek için şöyle buyuracaktır: «Ey Meryem oğlu İsa, sana ve anana verdiğim nimetleri hatırla. Sana nübüvvet verip kullanma peygamber olarak gönderdim. Seni kâfirlerin iftiralarından kurtardım. Anana da velayet makamı verip seçkin kullarımızdan kıldık. Seni Cebrail ile destekledik ve dilindeki düğümü çözdük, Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuştun. Otuz yaşında sana risâlet verdik, kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettik. Yine hatırla o mucizeyi ki, çamurdan kuş yapıp içine üfürdün de, bizim iznimizle kuş gibi uçurdun. Anadan doğma körleri bizim iznimizle gördürdün, alaca hastalığına yakalananları iyi ettin ve ölüleri bizim iznimizle dirilttin.» Yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'yi bir çok mucizelerle İsrailoğullarına göndermiştir, İsa (aleyhisselâm) peygamber olduğunu onlara isbat etmek için ölüleri diriltmiş, anadan doğma körleri Allah'ın izniyle gördürmüş, alaca hastalığına yakalananları iyi etmiş, çamurdan kuş yaparak içine üfürmek suretiyle canlandırıp kuş gibi uçurtmuştur. Allahü teâlâ peygamberlerine içinde bulundukları zamana göre mucizeler vermiştir. Her peygambere verilen mucize ayrı ayrıdır. İsrailoğulları bu hakikatleri görmelerine rağmen yine de iman etmemislerdir. Allahü teâlâ İsa (aleyhisselâm)'yı onların şerrinden korumuş ve kendisini öldürmek için tuzak hazırlayanlardan birisini İsa'ya benzeterek, öldürtmüş. Cebrail vasıtasıyla İsa (aleyhisselâm)'yi ela göğe çıkarmıştır. Onlar İsa'ya iman etmedikleri için hepsi kâfir olmuşlar, içlerinden bazıları ise gösterilen mucizeler karşısında «Bu açık bir büyüdür» demişlerdir. Vehb ibn Münebbih şöyle demiştir: «Isa (aleyhisselâm) Beyt-i Mukaddes'in bir köşesinde iken şeytan kendisine yaklaşarak şöyle der: «Yâ İsa, sana Rubûbiyet sıfatı erişti. Çünkü sen ölüleri dirilttin, beşikte konuştun, anadan doğma körleri gördürdün ve alaca hastalığına yakalananları iyi ettin. İşte bunlar Rab olduğunun alâmetidir.» Bu sözleri söyleyen şeytana İsa (aleyhisselâm) şöyle cevap verir: «Ey mel'un, Rubûbiyet ancak Allah'a mahsustur. O'nun izniyle ölüleri dirilttim, körleri gördürdüm, alaca hastalığına yakalananları iyi ettim.» Şeytan daha sonra şöyle der: «Yâ İsa, sen yeryüzünün ma'budusun.» İsa (aleyhisselâm) da: «Yerlerin ve göklerin Ma'bûdu Allah'dır. O'ndan başka Ma'bud yoktur» cevabını verir. Rivayete göre tam o sırada Cebrail, kanadıyla vurarak şeytanı deniz aşırı bir yere atar. 111 «Havarilere: "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. "İnandık, bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol" demişlerdi.» Yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'ya risalet verip, tebliğ vazifesiyle gönderdiği zaman, etrafındakilere ilâhi emir ve yasakları tebliğ edince Allahü teâlâ onların gönüllerine ilham edip «Benim vahdâniyyetimi ve peygamberimin risâletini tasdik edin» buyurmuştur. İçlerinden Havariler, İsa'nın davetini kabul ederek Allah'ın birliğini ve İsa'nın peygamberliğini tasdik edip «İman ettik. Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol» demişlerdir. 112 «Havariler, Allahü teâlâ'ya iman ettiklerine ve Hazret-i İsa'nın risâletini tasdik ettiklerine İsa (aleyhisselâm)'yi şahit tutmuşlar ve imanlarını şöyle açıklamışlardır. «İman ettik. Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol.» 113 «Havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi de, "İman ediyorsanız Allah'tan korkun" demişti.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: İsa (aleyhisselâm) bir yere giderken etrafında üç bin kişi bulunurdu. Bunlardan bir kısmı İsa'ya iman eden Havariler, bir kısmı hasta ve sakatlar, bir kısmı da kendisiyle alay etmek isteyenlerdi. İsa (aleyhisselâm)'ya iman edenler, ondan ayrılmak istemezlerdi, hastalar da onun duasıyla şifa bulmak için yanında bulunurlardı. Diğer grup ise alay etmek için yanında bulunurlardı. Bunlar bir gün İsa (aleyhisselâm) ile birlikte giderken bir mağaraya varırlar. Azıkları bitmiş, mağaraya vardıklarında kimsede yiyecek bir şey kalmamıştır. Etrafta da yiyecek bir şey bulamazlar, çaresiz kalınca Havarilere müracaat ederler, «İsa'ya söyleyin de gökten bizim üzerimize bir sofra inmesi için Allah'a dua etsin, Allah da bize bir sofra indirsin ondan yiyelim, böylece açlıktan kurtulalım» derler. Bunun üzerine Havarilerden Şemun İsa (aleyhisselâm)'ya gelerek isteklerini bildirir. İsa (aleyhisselâm) da Şemun'a şöyle der: «Ey Şemun, eğer hakkıyla iman etmişseniz, Allah'tan korkun. Nefsiniz için musibet istemeyin.» Şemun, İsa (aleyhisselâm)'nın söylediklerini kavmine haber verir. İsa'nın kavminin Şemun'a vermiş olduğu cevabı Yüce Allah şu âyetiyle sevgili Peygamberine bildirmiştir. «Ondan yemeyi, kalblerimizin kanmasını ve senin bize doğru, söylediğini bilmeyi, ona şahit olmayı istiyoruz, dediler.» İsa'nın kavmi Şemun'a şöyle demişlerdir: «Ey Şemun, biz o sofradan yemeyi, kalblerimizin mutmain olmasını, İsa'nın peygamber olduğunu ve doğru söylediğini tasdik ederek burada bulunmayanlara ve bizden sonra gelecek olanlara bu hal üzere şahit olmamız için istiyoruz.» İsa (aleyhisselâm), kavminin Şemun'a böyle söylediğini duyunca bir köşeye çekilir, iki rekât namaz kılar, Rabbine dua eder. Yüce Allah sevgili peygamberinin nasıl dua ettiğini şu âyetiyle beyan ediyor. 114 «Meryem oğlu İsa: "Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Üstümüze gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz için bir bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" dedi.» İsa (aleyhisselâm) Rabbine şöyle dua etmişti: «Ey Allah'ım, Ey Rabbim, üzerimize gökten bir sofra indir ki, hem bizim ve hem de bizden sonrakiler için bir bayram, senin birliğini ve peygamberini tasdik için de bir delil olsun. Bize bir sofra ihsan ederek rızıklandır. Zira sen rızık verenlerin en hayırlısısın.» İsa (aleyhisselâm) kavminin isteği üzerine Rabbine dua edince, Yüce Allah duasını kabul eder ve ona gökten bir mâide (sofra) indirir. 115 «Allah: "Ben onu size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içinizden kim nankörlük ederse âlemlerden kimseye azap etmediğim şekilde ona azap edeceğim" dedi.» Yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, senin arzu ettiğin mâideyi ben indiririm. O mâide indikten sonra 'içinizden benim, birliğimi ve senin peygamberliğini inkâr eden olurca, dünyada hiç kimseye vermediğim azabı ona veririm.» Bu mâide, Allah'ın kudretinin eseridir. Bunu görüp de, Allah'ın birliğini ve Hazret-i İsa'nın peygamberliğini inkâr edenler hiç kimsenin uğramadığı bir azaba uğramışlardır. Zira onlar gökten mâidenin inmesiyle Allah'ın kudretini açıkça görmüşlerdir. Selmân-ı Fârisî (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: «Hazret-i İsa ayağa kalkar, yünden dokunmuş cübbesini giyer, ayakta durur, el bağlar, dua etmeye başlar, bu sırada o kadar ağlar ki, sakalı ve yakaları ıslanır. Hem ağlar, hem duaya devam eder. Dua esnasında gökten bir sofra iner. İsa (aleyhisselâm) ve yanında bulunanlar bunu görürler. İsa (aleyhisselâm) gökten sofranın indiğini görünce ağlayarak şöyle dua eder: «Ey Rabbim, bu mâideyi bizim için rahmet kıl, helakimiz için sebeb kılma.» Gökten inen bu mâide gelip İsa'nın ellerinin üzerinde durur. İsa «Bismillah» diyerek sofranın üzerini açar, şu nimetlerle karşılaşır: Pişmiş kılçıksız balık, balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafında bir kâse içinde sirke, etrafında da çeşit çeşit sebzeler bulunmaktadır. Bunlardan başka beş adet de çörek bulunmakta idi ki, birincisinin üzerinde zeytin, ikincisinin üzerinde bal, üçüncüsünün üzerinde yağ, dördüncüsünün üzerinde peynir, beşincisinin üzerinde kurumuş et bulunuyordu. İsa (aleyhisselâm) etrafındakilere gelin, dilediklerinizden yiyin, Allah, istediğinizi ihsan etti» der. Bunun üzerine kavmi «Ey Allah'ın ruhu önce bundan siz yiyin» derler. İsa (aleyhisselâm) onlara şöyle cevap verir: «Bu taamları yemekten Allah'a sığınırım. Bunlar muhtaçlar, bu mâidenin gelmesini arzu edenler, cüzzam hastaları, körler ve kötürüm olanlar yesinler ki, kendileri için bir şifadır, başkaları için ise felâket ve musibettir.» Bu durumda olup da Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'nın yanında bulunanlar bin üçyüz kişi kadardı. Hepsi Allah tarafından gönderilen mâideden doyasıya yediler ve sofradan ayrıldılar. Balığın sanki hiç el vurulmamış gibi durduğunu gördüler. Daha sonra sofra herkesin gözünün önünde tekrar göğe kalktı. O sofradan yiyen hastalar şifa buldular, fakirler ve muhtaçlar zengin oldular. Yemeyenler ise pişman oldular. Bu sofra kırk gün kuşluk vaktinde inmiş, zevalden sonra yine göğe kalkmıştır. Her inişinde kadın erkek toplanıp yemişlerdir. Kırk günden sonra ise gün aşırı inmeye başlamıştır.» Allahü teâlâ İsa (aleyhisselâm)'ya vahyederek, sofradan fakirlerin, sakatların, muhtaçların yemesini, inkarcıların ise yememesini emretmiştir. Bu nimetlerden mahrum kalan münkirler Allah tarafından gönderilen sofraya iftira ederek yiyenleri de şüpheye düşürmüşler ve şöyle demişlerdir: «Siz bu sofrayı hakikî sofra mı zannediyorsunuz? Bu İsa'nın bir sihridir, Hak tarafından geldiğine inanmayın.» Sofradan yiyenler de bu sözlere kanmışlar, sofrayı inkâr etmek suretiyle kâfir olmuşlardır. Yüce Allah İsa (aleyhisselâm)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, ben bu kavme şart koştum, eğer bu mâideyi inkâr ederlerse dünyada kimseye azap etmediğim, şekilde onlara azap edeceğim.» İsa (aleyhisselâm) İse şöyle niyazda bulunmuştur: «Ey Rabbim, bunlar senin kullarındır, azap edersen de, affedersen de hüküm senindir. Sen hükmünde galipsin.» Onlar Allah tarafından gönderilen mâideyi inkâr ettikleri için, Yüce Allah onların yüzlerini domuz suretine çevirmiştir. Bu, onların dünyadaki azaplarıdır. Âhiretteki azapları ise çok daha elim olacaktır. Allah, inkarcıları böyle cezalandırır. 116 «Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman o, şöyle söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz. Eğer söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin. Sen benim içimde olam bilirsin, ben senin zatında olanı bilemem, doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin."» Allahü teâlâ kıyamet günü Hıristiyanların yalanlarını meydana çıkarıp kendilerini rüsvay etmek için İsa (aleyhisselâm)'yi ve Hıristiyanları mahşer yerine toplar ve şöyle hitap eder: «Yâ İsa, bu insanlara Allah'ı bırakın da anamla bana tapın, bizi ma'bud edinin diyen sen misin?» Bu ilâhî hitap karşısında Hazret-i İsa titremeye başlar ve şöyle der: «Ey Rabbim, seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hak olmayan bir sözü söylemek ve Allah'ı bırakın da bizi ma'bud edinin demek bana asla yakışmaz. Eğer böyle bir şey söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin. Sen benim gizlediklerimi de, açıkladıklarımı da bilensin. Fakat ben senin zatında olanı asla bilemem, doğrusu gaybı bilen yalnız sensin.» Bundan sonra Yüce Mevlâ İsa (aleyhisselâm)’nın Rabbine nasıl niyazda bulunduğunu sevgili Peygamberine şu âyetiyle bildirmiştir. 117 «Ben onlara sadece "Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a kulluk edin" diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü îdim. Fakat vaktâ ki sen beni aldın, üstlerinde murakıp yalnız sen oldun. Sen her şeye şahitsin" demişti.» 118 «Onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki, azîz ve hakîm olan ancak sensin.» İsa (aleyhisselâm) Rabbine şöyle niyaz eder: «Ben onlara sadece "Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a kulluk edin" diye bana emrettiklerini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe senin emirlerine muhalefet etmemeleri için üzerlerinde bir kontrolcü idim. Beni aralarından aldıktan sonra, onların üzerine murakıp yalnız sen oldun. Yaptıklarını ve söylediklerini yalnız sen bilirsin. Sen her şeye şahitsin, hiçbir şey senin bilginden gizli değildir. Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, şayet affedersen şüphe yok ki, aziz ve hakim olan ancak sensin.» Soru: Hazret-i İsa (aleyhisselâm) kâfirler için mağfiret dilenmeyeceğini bildiği halde neden onlar için Allah'tan böyle bir istekte bulundu? Cevap: İsa (aleyhisselâm) kâfirler için mağfiret dilememiştir. Onların bir kısmının tevbe edip küfürden döndüğünü biliyordu. Aslında şunu demek istiyordu: «Allah'ım küfür üzere ölenlere azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. İçlerinden küfürden dönüp tevbe edenler olursa, onlara mağfiret et. Şüphe yok ki, hüküm ve hikmet sahibi sensin. Senin hükmüne kimse mani olamaz.» Böylece İsa (aleyhisselâm) tevbe edenler için Rabbinden mağfiret dilemiştir. Yüce Allah iman eden kullarını bağışlar, iman etmeyen kullarına ise inkârlarının cezasını verir. 119 «Allah: "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür, ebedî ve temelli kalacakları, altlarımdan ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur" buyuracak:» 120 «Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir.» Allahü teâlâ İsa (aleyhisselâm)'ya kıyamet günü şöyle hitap eder: «Bugün, Allah'ın birliğini, peygamberlerini ve kitaplarını tasdik edenlere doğruluklarının ve imanlarının fayda verdiği gündür. Bugün onlar imanlarının karşılığını göreceklerdir. Altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler onlarındır. Oradan bir daha çıkın ayacakl ardır.» Dünyada yaptıkları ibadetler sebebiyle Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Mü’min için en büyük saadet Allah'ın rızasını kazanıp cennete girmektir. Bu nimeti Yüce Allah iman edenlere tahsis etmiştir. Zira her padişahın ihsanı kendi büyüklüğüne göredir. Memleketi ve saltanatı azametine uygundur. Bütün mevcudatta Allahü teâlâ'nın azametinden daha büyük azamet yoktur. Çünkü var olan her şey O'nun mahlûkudur. O'nun saltanatından ve memleketinden daha büyük saltanat ve memleket yoktur. Yerlerin ve göklerin sahibi O'dur, her şeyin tasarrufu O'nun elindedir. O, dilediğini var eder, dilediğini yok eder, dilediğini öldürür, dilediğini diriltir. Kimini yükseltir, kimini alçaltır, kimini aziz eder, kimini zelil eder.' O her şeye kadirdir, O'nun işine kimse mani olamaz, Hâlik-ı Zülcelâl O'dur. Saadet O'nun emrine itaat edip, hükmüne teslim olanlarındır. Emrine itaat edip, hükmüne teslim olanlar iki cihanın saadetine ulaşacaklardır. Kâfirler ise dünyada ve âhirette ebedî azaba uğrayacaklardır. Allah'ın azabından kimse onları kurtaramayacaktır. Onlar iki cihanda da zelil olacaklardır. Çünkü onlar dünyada iken nefsi arzularına uyarak Allah'ın birliğini, peygamberleri ve Kur'an'ı inkâr etmişlerdir. Dünyaya tamah ederek âhireti unutmuşlar, azaba uğrayacaklarını hiç düşünmemişlerdir. Böylece iki cihanda ziyana uğrayanlardan olmuşlardır. İşte o zaman yaptıklarına pişman olacaklardır. |
﴾ 0 ﴿