İSRA SURESİ Bu sûre-i celile Kur'an-ı Azimüşşan’ın 17. sûresi olup muhtar kavle göre Mekke'de nazil olmuştur ve 111 âyetten ibarettir. Bazılarına göre (60, 76 ve 80.) âyetler Medine'de nazil olmuştur. Bu sûre-i celilede Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Miraç hâdisesi beyan buyurulduğu için «İSRA» adını almıştır. İsra, bir yerden diğer bir yere geceleyin gitmektir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Miraç olayında Mekke'den Mescid-i Aksa'ya kadar geceleyin yürütülmüş ve oradan da Miraca çıkmıştır. Miraç, yükseklere merdivensiz çıkmaktır. Beş vakit namaz da o gece farz kılınmıştır. Dolayısıyla namaz, Peygamberimizin mü’minlere Miraç hediyesidir. 1 «Kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir gece Mescidi Haram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, hakkiyle işiten, kemâliyle görendir.» Bu âyet-i celilede Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in miraç olayı zikrediliyor, îsra ve Miraç: İsra ve onunla birlikte Miraç hâdisesi bir gecede vâki olmuştur. İsra, Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'deki Mescid-i Aksa'ya, Miraç ise, Mescid-i Aksa'dan semanın yüceliklerine ve Sidre-i Müntehâ'ya yapılan yolculuktur. Bu yolculuk, bizlerin bilgi hududunu aşan gayb âleminde cereyan etmiştir. İsra ve Mi'racla ilgili birçok rivayetler vardır. İsra hâdisesinin uyku halindeyken mi, yoksa uyanıkken mi meydana geldiği hakkında çeşitli görüşler vardır. Tercihe şâyân olan kavil şudur: Ümmühânî'nin evinde yatmakta olan Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), yatağından kalkıp Kabe'ye gelmiş, Hicr-i İsmail'de uyku ile uyanıklık arasında iken, oradan alınarak, îsra ve Miraç yolculuğuna çıkarılmış ve yatağı soğumadan tekrar avdet etmiştir. Peygamberlik mertebesindeki hususiyete gelince, peygamberlik, Mele-i Âlâ ile irtibatı olan bir mahiyete sahiptir ve diğer insanların sahip olduğu normal ahval ile mukayese dahi edilemeyecek bir fevkalâdelik taşır. Bir peygamberin Allah'ın tecellisine mazhar olarak, bilinen veya bilinmeyen vasıtalarla uzak bir âleme götürülmüş olması, onun Mele-i Âlâ ile ittisal edip oradan emirler almasından daha dehşet verici değildir. İnsan oğlu için güç, kolay veya imkânsız görülen şeylerin hepsi, kudret-i ilâhi önünde müsavidir. O, bir şeye «ol» dedi mi, o oluverir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Allahü teâlâ’nın emrine bak ki, kulu Muhammed! gece yürütmüştür.» Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de şöyle buyurmuştur: «Geceleyin kulu Muhammed'i Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren Allah her şeyden münezzeh ve âlidir. O'nun ortağı ve benzeri yoktur.» Ebu Sa'id El Hudri (radıyallahü anh), Miraç hakkında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle duyduğunu rivayet etmiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Ümmühânî'nin evinde olduğum gece, bana katır büyüklüğünde bir dâbbe getirildi, onun adına Burak denirdi. O, peygamberlere mahsus bir binektir. Ben de ona bindim. Burak Mescid-i Aksa istikametine doğru yollandı, adımlarını ta gözümün alabildiği yere kadar atıyordu. Yolda giderken sağ tarafımdan bir ses «Ya Muhammed dur, sana bir haberim var» dedi. Ona hiç aldırış etmeyerek yoluma devam ettim. Sonra sol tarafımdan da ayni ses duyuldu, ona da aldırış etmedim. Bir müddet gittikten sonra bir kadın gördüm, çeşitli zinetlerle süslü olan elini bana doğru uzattı, ona da hiç iltifat etmedim ve doğruca Mescid-i Aksa'ya geldik. Mescid-i Aksa'nın avlusunda Burak'tan indim, peygamberlerin bineklerini bağladıkları halkaya ben de binitimi bağladım, mescide girip namaz kıldım ve Cebrail'e sağ tarafımdan gelen sesin ne olduğunu sordum. Cebrail «o, yahudilerin çağrıcısıydı, şayet durup cevap verseydin, ümmetinin hepsi yahudi olurdu» cevabını verdi. Sol taraftan gelen sesin ne olduğunu sordum. O da «Hıristiyanların çağrıcısının sesiydi. Eğer cevap verseydin ümmetinin hepsi Hıristiyan olacaktı» cevabını verdi. Gördüğüm kadının kün olduğunu sordum. «O da dünya idi. Şayet ona iltifat etseydin,. ümmetinin hepsi dünyayı tercih edip âhireti unutacaklardı» cevabını verdi. Sonra bana içi dolu iki kadeh sunuldu; birinde süt, diğerinde cennet şarabı vardı. Cebrail bunlardan birini alıp içmemi söyledi, ben de süt dolu kadehi aldım içtim. İçtikten sonra Cebrail bana «Bunu içmekle ümmetin için İslâmı seçtin. Şayet şarabı içseydim ümmetinin hepsi azgınlardan olacaktı» dedi. Sonra Mirac'a çıkarıldım. Ölenlerin ruhları da oraya çıkartılıyordu. Orada bir çok hârikalar gördüm.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çok uzaklarda bulunan bazı şeylerden haber verince, müslumanların bazısı şüpheye düşmüş, kafirler ise alay etmeye başlamışlardı. O zaman bu âyet-i celile nazil olmuş ve şöyle buyurulmuştur: «Kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i bir gece Mescid-i Haram'dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren Allah her türlü noksanlıklardan münezzehtir. Şüphesiz ki O, hakkıyle işiten, kemâliyle görendir.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir akşam Harem-i Şerifte Ebu Talib'in kızı Ümmühânî'nin evinde iken, oradan Kudüs'te bulunan ve peygamberler mescidi olarak kabul edilen Mescid-i Aksa'ya, bir Burak'la götürülür. Resûl-i Ekrem orada büyük peygamberlere 2 rekât namaz kıldırdıktan sonra Mirac'a çıkar, içinde Mescid-i Aksa'nın bulunduğu Kudüs, akarsularla, çeşit çeşit meyve ve sebzelerle, bol nimetlerle bezelidir. Miraç gecesi Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zaman ve mekândan münezzeh olan Allahü teâlâ’nın tecelliyatına, hitâb-ı ilâhiyesine nail olur, nice âyetleri ve alâmetleri müşahede eder. Hiçbir peygambere nasip olmayan Miraç Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nasip olur. Urve'nin rivayetine göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Harem-i Şeriften Mescid-i Aksa'ya götürülür, oradan Mirac'a çıkarılır ve aynı gecenin sabahında sabah namazını Harem-i Şerifte kılar. Peygamberimiz, o gece mazhar olduğu manevî seyri halka haber verince, mü'minlerden bazıları şüpheye düşer, ve Ebu Bekir'e gidip «Senin arkadaşın olan Muhammed'in neler söylediğini biliyor musun? Bu gece Beyt-i Mukaddes'e gidip-gelmiş» derler. Hazret-i Ebu Bekir: «Bunu Muhammed söylediyse doğrudur, o asla yalan söylemez, ben onun doğru söylediğine şahitlik ederim» der. Tekrar onlar «Sen, onun bir gecede Mescid-i Aksa'ya gidip-geldiğine inanıyor musun?» derler. Ebu Bekir-i Sıddık Hazretleri hiç tereddüt etmeden «Değil Mescid-i Aksa'ya gidip-geldiğini söylemesi, daha uzaklara gidip-geldiğini söylese, ona da inanırım. O, göklerden ve yerden ne haber verirse hepsini tasdik ederim. Muhammed asla yalan söylemez, ne söylerse doğrudur» der. Bundan dolayı Yüce Allah Ebu Bekir'i «Sıddık» ünvaniyle vasıflandırır. Enes (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle duyduğunu rivayet eder: «Mirac'ta bana elli vakit namaz farz kılındı, bunun azaltılması için Rabbime niyaz ettim. Sonra beş vakte indirildi. Ardından Yüce Allah şöyle nida etti: 'Yâ Muhammed, bizim sözümüzde değişiklik olmaz, senin ümmetinden kim beş vakit namazı eda ederse, biz ona elli vaktin sevabını veririz'.» 2 «Biz Musa'ya kitap verdik ve o kitabi: «Benden başka hiç bir vekil tutmayın» diyerek İsrailoğulları için bir hidayet rehberi kıldık.» 3 «Ey Nûh ile beraber gemide taşıyıp selâmete çıkardığımız insan zürriyeti, doğrusu Nûh, çok şükreden bir kuldu.» Allahü teâlâ Musa' (aleyhisselâm)’nın kerametini beyan edip şöyle buyurmuştur: «Biz Musa'ya Tevrat'ı verip hepsini bir defada indirdik. Onu, İsrailoğulları için bir hidayet rehberi kıldık ve «Benden başka hiç bir tanrı edinmeyin, vekil tutmayın, sizin Rabbiniz benim» diye bildirdik. Ey Nûh ile beraber gemide taşıyıp selâmete çıkardığımız insan zürriyeti, doğrusu Nûh, çok şükreden bir kuldu.» Nûh (aleyhisselâm) her haline; yemesine, içmesine, giyinmesine, her lokmasına, gördüğü her nimete şükreden bir kuldur. Bundan dolayı Yüce Allah oru bu âyetle medh u sena etmiş, İsrailoğullarına onu ve iman edenleri tufanda boğulmaktan kurtardığını bildirmiştir. Nûh (aleyhisselâm)'un her haline şükretmesini İsrailoğullarına bildirmesi, onların da Hazret-i Nûh gibi Allah'a itaat edip nimetlerine şükretmesini temin gayesine matuftur. 4 «İsrailoğullarına kitapta: 'Doğrusu yer yüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz' diye bildirdik.» 5 «Birinci bozgunculuğunuzun vakti erişince, üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.» Bugüne kadar yeryüzünden gelip-geçen kavimlerin içinde en azgın ve en isyankâr olanı İsrailoğullarıdır. Allahü teâlâ, onların yeryüzünde iki defa fesad çıkarıp bozgunculuk yapacaklarını Tevrat'ta bildirmiştir. İsrailoğulları yeryüzünde bozgunculuk yapmakla da kalmamışlar, kibirlendikçe kibirlenmişler ve haddi aşmışlardır. Kibirlerinin ve bozgunculuklarının cezasını en ağır şekilde ödemişlerdir. Çıkardıkları ilk fesat, Tevrat'ın hükümlerini değiştirip Allah'ın emirlerine muhalefet etmeleri, Zekeriyya (aleyhisselâm)'yı öldürmeleri, Ermiyâ (aleyhisselâm)'yı hapsetmeleri ve türlü mâsıyetler işlemeleridir. İsrailoğullarının yeryüzünde çıkarmış oldukları fesad ve bozgunculuklarının cezası olarak Yüce Allah onların üzerine Buhtunnasr'ı musallat kılmıştır. Buhtunnasr Bâbil'den ordusu ile gelir, Kudüs'ü istilâ eder, İsrailoğullarından kırk bin kişiyi katleder, geri kalanları da esir alarak memleketine götürür, Buhtunnasr'ın ölümüne kadar yetmiş yıl esir hayatı yaşarlar. Buhtunnasr ölünce, Hemedan'lı Güreş adında bir kumandan Bâbil'i istilâ eder ve oraya yerleşir. İsrailoğullarından bir kadınla evlenir, kadının isteği üzerine Güreş onları serbest bırakır ve Kudüs'e gönderir. Esaretten kurtulan İsrailoğulları bir müddet peygamberlerine itaat ederler, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkarmazlar. Fakat çok geçmeden başlarına geleni unuturlar, tekrar eski durumlarına dönerler, Yahya (aleyhisselâm)'yı katlederler. Bu defa Yüce Allah, onlara daha şiddetli bir azap tattırmak için Rum kumandanlarından İsbisyanuş'u başlarına musallat eder. Bir kaç yıl onun esareti altında yaşarlar, ölünce yerine oğlu Tattayyuş geçer. Tattayyuş, İsrailoğullarına görülmemiş bir eza-cefa yapar, yüz seksen bin kişi öldürür, yüz seksen bin kişiyi de esir eder ve Beyt-i Makdis'i yakar yıkar, Kudüs'ü harabeye çevirir. Hazret-i Ömer Kudüs'ü alana kadar bu harabelik devam eder, Halife'nin Kudüs'ü fethiyle yeniden imar edilir. Âyet-i celiledeki bu hitap Mekke'lileredir. Bu musibet, onların dedelerinin başına gelmiştir. Dolayısıyla onlar ikaz edilir ve denilir ki: Ey kâfirler, eğer siz bütün bunlardan ibret alıp iman etmezseniz, babalarınızın başına gelen felâket ve musibetler sizin de başınıza gelecektir. Şayet iman eder, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmazsanız, iman edenlerin kurtulduğu gibi siz de kurtulursunuz. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «İsrailoğullarına kitapta: «Doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibirleneceksiniz» diye bildirdik. Birinci bozgunculuğunuzun vakti erişince, üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu, yerine gelecek bir vaaddir.» Allahü teâlâ, azan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kullarının müstehak oldukları musibetini verir. Bazan, da tevbe edip ıslâh olmaları için bu musibeti bir süre tehir eder. 6 «Bunun ardından sizi onlara galip getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin sayınızı artıracağız.» 7 «İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İkinci bozgunculuğunuza karşı vaadedilen cezanın vakti erişince, yüzlerinizi kararta kararla kötülük yapmaları, önceden Mescide girdikleri gibi yine girmeleri, ele geçirdikleri yerleri harap etmeleri için onları tekrar gönderdik.» Allahü teâlâ İsrailoğullarını cezalandırdıktan sonra, hatâlarından dönüp tevbe ettikleri için, onlara yardım etmiş, düşmanlarının üzerine galip kılmış ve şöyle buyurmuştur.- «Ey İsrailoğulları, eğer benim size verdiğim nimetlere ve ihsana bakıp ibret alarak iman eder, emirlerime itaat ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Şayet size verdiğimiz nimetlere iltifat etmeyip isyan eder ve şirk koşarsanız, onun cezası da kendinizedir. Sizin şirk koşmanızdan bize asla bir zarar gelmez. İyilik yaparsanız mükâfatını, kötülük yaparsanız cezasını görürsünüz. İkinci bozgunculuğunuza karşı vaadedilen cezanın vakti gelince, biz tekrar bir kavmi size musallat edip üzerinize gönderdik. Onlar da sizi yakalayıp katlettiler, korkunuzdan yüzleriniz karardı. Önceden mescide girdikleri gibi yine girdiler, ele geçirdikleri yerleri yakıp yıktılar, bir çoğunuzu da esir ettiler.» İsbisyanuş'un oğlu Tattayyuş İsrail oğullarından yüz seksen bin kişi öldürmüş, yüz seksen bin kişiyi de esir etmiş, Kudüs şehrini yakıp yıkmıştır. Bu, yeryüzünde bozgunculuk yapıp Allah'a isyan ettikleri için İsrailoğullarına verilen bir cezadır. Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. 8 «Tevbe ederseniz Rabbinizin sizi esirgeyeceğini umabilirsiniz. Tekrar bozgunculuğa dönerseniz, biz de sizi cezalandırmaya döneriz. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.» Allahü teâlâ İsrailoğullarına şu gerçeği de bildirmiştir: Eğer tevbe eder, bozgunculuk tan vazgeçerseniz Rabbinizin günahlarınızı affedeceğini, kusurlarınızı bağışlayacağını umabilirsiniz. Tevbe edip yaptıklarınıza pişman olduktan sonra tekrar bozgunculuğa dönerseniz, biz de sizi cezalandırmaya döneriz. Biz cehennemi kafirler için bir zindan ve bir azap yeri yaptık. Onların ebedi kalacakları yer orasıdır. 9 «Doğrusu bu Kur'an, en doğruya iletir ve dürüst hareket edip iyi ameller işleyen mü’minlere, büyük bir ecre nail olacaklarını müjdeler.» 10 «Âhirete iman etmeyenler için hiç şüphesiz acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir.» Bu Kur'an hiç şüphesiz insanları en doğru yola iletir. Onlara hakkı - bâtılı, iyiyi - kötüyü, hayrı - şerri, imanı - küfrü, haramı - helâli, cenneti - cehennemi, mükâfatı ve mücâzatı bildirir. Dürüst hareket edip iyi ameller işleyen mü’minlere büyük bir mükâfat verileceğini müjdeler. Kur'an, mü’minlere şifa, gözlere ziya, gönüllere nur, ölülere rahmet, dirilere hidayet, kâfirler için ise, azaptır. Onu okumak ibadettir. Saygısızlık etmek küfürdür. Hükmü ile amelde bulunmak mü’minler üzerine vaciptir. Kur'an, âhirete iman etmeyenler için çok elim bir azap hazırlandığım bildirir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Doğrusu bu Kur'an, en doğruya iletir ve dürüst hareket edip iyi ameller işleyen mü’minlere, büyük bir ecre nail olacaklarını müjdeler. Âhirete iman etmeyenler için, şüphesiz acıklı bir azap hazırladığımızı bildirir.» 11 «insan iyilik ister gibi kötülük de ister. Esasen insanoğlu acelecidir.» İnsanoğlu âciz ve tezcanlı bir varlık olduğu için, her hangi bir zorluk karşısında iyilik istediği gibi, aynı şekilde kendi aleyhine kötülük de ister. Yaptığı bedduanın neticesini düşünmez; canı, malı, aile efradı, hısım ve akrabası için, Allah'tan rızık, rahmet, mağfiret, sıhhat, iyilik ve hayır talep ettiği gibi, onlar için beddua yaparak kötülüklerini de ister. Eğer Allahü teâlâ kullarının hayır dualarını kabul ettiği gibi, beddualarını da kabul etseydi, yeryüzünde canlı insan kakmaz, hepsi helak olurdu. Bu demek değildir ki, Yüce Allah bedduayı kabul etmiyor, elbette kabul ediyor. Fakat kullan gibi acele etmiyor. Esasen insanoğlu çok acelecidir. Selman (radıyallahü anh)'ın rivayetine göre, Allahü teâlâ Âdem (aleyhisselâm)'i ilk önce kafasından itibaren yaratmaya başlar, Âdem (aleyhisselâm) gözünü açıp kendisine bakınca âzalarının tamamlanmadığını görür ve «Rabbim, hilkatimi tamamlama hususunda acele et, sonra akşama kalırsın» der. İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle nakletmiştir: Allahü teâlâ Âdem (aleyhisselâm)'e can verip canı göbekten aşağı geçince, Âdem (aleyhisselâm) ayağa kalkmak ister, kalkamayıp yere düşer. Bundan dolayı Yüce Allah «insan çok acelecidir» buyurmuştur. Tefsir bilginlerinin ekserisinin beyanına göre, âyetin ifade ettiği mâna şudur: İnsan, iyilik ister gibi, kötülük istemekte de acelecidir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «îasan iyilik ister gibi kötülük de ister. Esasen insanoğlu acelecidir.» 12 «Geceyi ve gündüzü birer âyet kıldık. Bir âyet olan geceyi kaldırıp yine bir âyet olan gündüzü - Rabbinizin bol nimetini aramanız, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için - aydınlık kıldık. Her şeyi gerektiği şekilde açıkladık.» Allahü teâlâ gece ile gündüzü kudretine delâlet eden iki alâmet kılmıştır. Bunlar Yüce Allah'ın varlığına ve birliğine delildir. O'nun şeriki ve benzeri yoktur. Gece ile gündüzün birbirini takip etmesinde birçok hikmetler vardır. Hiçbir şey boşa yaratılmamıştır. Gündüzün aydınlık oluşu, insanların maişetlerini temin etmeleri, gece ise istirahatları içindir. Hiç gece olmasaydı insanlar bunalıma düşer, günleri, ayları ve yılları unuturlar, ibadetlerini tam yapamazlardı. Aksi olsaydı yine aynısı olurdu. Yüce Hâlık kulları için en güzel ve faydalı olanı yaratmış, onların emrine vermiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Allahü teâlâ ayı da, güneş gibi parlak, aydınlık yaratmıştı. Öyle ki gece ile gündüz birbirinden ayırt edilmiyordu. Ayın ışığını söndürmek için Cebrail'i aya gönderir, o da, kanadı ile ayı sığar. Cebrail'in ayı sığamasıyla ışığı gider, o zaman gece ile gündüz fark edilir. Yüce Allah, kullarının maişetlerini temin, Rablerinin bol nimetlerinden istifade etmeleri, yeryüzünde gezip tozmaları için gündüzü aydınlık; istirahatlarını temin, günlerin, ayların, yılların hesaplarını yapmaları için de geceyi karanlık yapmıştır. Hâlik-ı Mutlak kullarına her şeyi gerektiği gibi açıklamıştır. Bütün bu nimetlerin insanların emrine verilmesi, onların Rablerine kulluk ve nimetlerine şükür etmeleri içindir. Buna mukabil şükredenler mükâfatını, nankörlük yapanlar ise cezasını göreceklerdir. 13 «Herkesin amelini kendi boynuna doladık. Kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkaracağız.» 14 «Kitabını oku, bugün, kendi hesabım kendin göreceksin.» İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Herkesin yapmış olduğu hayır ve şer üzerlerine yazılmıştır, ondan ayrılmaz. Bazı tefsirciler de şöyle demişlerdir: Her insanın iyiliği, kötülüğü, rızkı ve eceli üzerine yazılmıştır, vakti gelince bunlar tahakkuk eder, kıyamet günü amel defterleri ellerine açık olarak verilir. O zaman Yüce Allah kullarına şöyle buyurur: «Kitabını oku, bugün, kendi hesabını kendin göreceksin.» İşte o zaman insanoğlu ne yaptığını anlar. Hayır ve şer ne yapmışsa karşısına çıkar, o gün herkes kendi kitabım okur. Beratları sağ eline verilenlerin günahları defterlerinin iç kısmına, sevapları da dış kısmına yazılır. Önce amel defterinin içinde yazılı olan günahlarını okur. Yapmış olduğu günahlar bütün teferruatı ile oraya yazılmıştır. Bunları okur şaşırır ve sonunda bütün bunların afv edildiğini görür sevinir. Sonra amel defterinin dış yüzünü çevirir, orada yaptığı iyi amelleri, hayır ve hasenatını görür, mutluluğunu yakınları ile paylaşmak için şöyle seslenir: «Ey kavmim, gelin benim defterimi okuyun. Bakın, Yüce Allah bana ne saadetler, ne mükâfatlar vermiştir.» Kıyamet günü amel-i salih sahipleri böylece sevineceklerdir. Fakat defteri sol tarafından verilenlerin iyi amelleri beratlarının iç yüzüne, kötü amelleri ise dış yüzüne yazılmıştır. Önce defterinin iç yüzüne yazılı olan iyi amellerini okur, sonunda bütün bunların Allah katında kabul edilmediğini ve reddedildiğini görür. Sonra defterinin dış yüzünü çevirir, orada da bütün teferruatıyle, yapmış olduğu kötülükleri görür,- me'yus olur ve «Keşke bu amel defterim bana verilmeseydi» der. Ne yazık ki o zamanki pişmanlık fayda vermez, ağlamalar sızlamalar nazar-ı itibare alınmaz. O gün herkes amelinin karşılığını görür, kimseye haksızlık yapılmaz. 15 «Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.» 16 «Bîr şehri yok etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrimizi göndeririz. Buna rağmen yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.» Bu âyet-i celilelerde hakkı görüp de doğru yola gelmeyenlerin ve yeryüzünde bozgunculuk yapanların helak olacakları bildirilmektedir. Düşünebilenler için bunda ders alınması gereken hususlar vardır. Allahü teâlâ kullarına doğru yolu da, bâtıl yolu da bildirmiştir. Kim hak üzere içtihad edip doğru yolu bulursa kendi faidesine bulmuş olur. Kim de haktan yüz çevirip sapıklığa düşerse, o da kendi aleyhine sapmış olur. Hiç bir şahıs başkasının günahım yüklenmez, herkes kendi günahım yüklenir ve onun cezasını çeker. Çünkü Yüce Allah peygamber gönderip emir ve yasaklarını bildirmedikçe hiç bir toplumu muazzep etmez. Peygamberleri vasıtasıyle emir ve yasaklarını bildirir, emirlerine uyanlara mükâfat, uymayanlara ise müçâzat verir. Böylece herkes kendi fiilinin cezasını çeker. Yüce Allah peygamber gönderip emir ve yasaklarını bildirmesinin sebebi, kıyamet günü insanların «Ey Rabbimiz, sen bunları bize bildirmedin, eğer bildirseydin biz de emirlerine itaat eder, şimdi maruz kaldığımız bu azaba uğramazdık- dememeleri içindir. Kendilerine peygamber geldiği halde onun davetine uymayan toplumlar Allah'ın gadabına uğrayıp helak olmuşlardır. «Kim doğru yolu bulursa, o doğru yolu ancak kendi faidesine bulmuş olur. Kim de sapıklık ederse, o da yalnız kendi aleyhine sapmış olur. Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz. Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, onun nimet ve refahtan şımarmış elebaşlarına emrimizi göndeririz. Buna rağmen yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.» Zeynep (radıyallahü anh) şöyle! rivayet etmiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün yanımıza girdi «Yazıklar olsun bu Arap kavmine» diyerek başparmağı ile şehadet parmağını halka etti «Ye'cûc ve Me'cûc'un seddinin açılmasına bu kadar yer kaldı» buyurdu ve bize parmaklarından yaptığı halkayı gösterdi. Bunun üzerine ben «Ey Allah'ın Resulü, içimizde salih kimseler olduğu halde Allah bizi de helak eder mi?' dedim. Peygamberimiz «Evet, fâsıklar, salihlere galib gelirse o zaman Allahü teâlâ o kavmi helak eder» buyurdu. 17 «Nuh'tan sonra nice nesilleri yok ettik. Kulların günahlarından haberdar ve onları gören olarak Rabbin yeter.» Allahü teâlâ bu âyet-i celilede isyanları ve küfürleri yüzünden nice nesilleri ve memleketleri yok ettiğini bildiriyor. Bu, Allah'ın kullarına bir zulmü değildir, onların küfür ve isyanlarının bir cezasıdır. Yüce Hâlık, Nûh (aleyhisselâm)'dan sonra emirlerine isyan edip yeryüzünde bozgunculuk çıkaran nice nesilleri ve memleketleri helak etmiştir. Yukarda geçen âyette ifade edildiği gibi, Allahü teâlâ peygamber gönderip emir ve yasaklarını bildirmeden hiçbir toplumu helak etmez. Önce onlara peygamber gönderir, emir ve yasaklarını bildirir, ondan sonra azabını gönderir. Yüce Allah sevgili peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Rabbin kullarının ne yaptığını bilir, ona göre mükâfat ve mücâzat verir. Onların yaptıklarını bildirmek için başka bir şahide ihtiyaç yoktur.» Bu âyet kâfirlere karşı bir tehdittir. Allah kullarının yaptığı her şeyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Ayrıca yaptıkları amel defterine yazılır. Kıyamet günü kendilerine verilir. İşte o zaman kendileri için en büyük şahit budur. Kıyamet günü amel defterlerinin ellerine verilmesi «Biz bunları yapmamıştık, neden cezalandırılıyoruz» dememeleri içindir. Yoksa Yüce Halik kullarının ne yaptığını bilir, ona göre mükâfat ve mücâzatını verir. 18 «Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar- hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız. Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.» 19 «Âhireti isteyip mü’min olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin çalışmaları makbul olup şükre değer.» Allahü teâlâ dünyayı isteyen kullarına dünyayı, âhireti isteyen kullarına da âhireti verir. O, hiç şüphesiz kullarının istediğini ve lâyık oldukları şeyi verir. Yüce Hâlık bunu şöyle beyan ediyor: «Dünyayı isteyene - istediğimiz kimseye dilediğimiz kadar - hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız. Kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. Âhireti isteyip mü’min olarak onun için "gerekli çalışmada bulunan kimselerin çalışmaları makbul olup şükre değer.» Allanın emirlerine itaat etmeyip dünyayı isteyenlere, Yüce Allah istedikleri kadar verir, sonra onlara emirlerine itaat etmedikleri içiin cehennemi hazırlar. Emirlerine itaat edenlere de, altlarından ırmaklar akan cennetleri hazırlar. Her canlının maişetini temin etmesi için, dünyada çalışması üzerine düşen en büyük bir görevdir. İslâm dini hiçbir zaman insanı tembelliğe itmez, aksine çalışmayı emreder ve ibadet kabul eder. Yalnız dünya için çalışmayı, Allahın emirlerine isyan etmeyi yasaklar ve bunlar için elim bir azap olduğunu bildirir. Gerçek mü’min dünya için âhireti, âhiret için de dünyayı terk etmeyen kimsedir. 20 «Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin nimetinden ulaştırırız. Esasen Rabbinin nimeti kimseye yasak kılınmış değildir.» Yüce Allah dünyada mü’min, münafık, kâfir, fâsık, fâcir, zâlim ayırmadan herkesin rızkım vermiştir. Rezzâk-ı Âlemin dünyadaki nimetleri kimseye yasak kılınmış değildir. Halbuki âhiret nimetleri, sadece iman edip emirlerine itaat eden mü’min kullarına mahsustur. İman etmeyenler ise bu nimetlerden mahrumdurlar. Onlar için de küfür ve inkârlarının cezası olarak elim bir azap vardır. 21 «Onları birbirinden nasıl üstün kıldığımıza bir bak. Doğrusu âhirette daha büyük dereceler ve daha büyük üstünlükler vardır.» 22 «Allah ile beraber başka bir tanrı edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.» Allahü teâlâ kullarına dünyada çeşitli makam, mevki, servet, ilim, zenginlik, fakirlik, cehalet ve saltanat vermiştir. Bunların hepsi kullar için birer imtihandır. Böylece ilâhî nimetlere şükredenlerle etmeyenler açığa çıkar. Allah'ın nimetlerine şükredenler için âhirette daha büyük dereceler ve daha büyük makamlar vardır. Ve bunların hiç biri dünya makamlarına ve dünya nimetlerine benzemez. Dünya nimetleri, makamları ve mevkileri geçici; âhiret nimetleri, makamları ve mevkileri ise daimîdir. Hem dünya nimetleri umuma mahsus olup Yüce Allah çalışana verir. Halbuki âhiret nimetleri, sadece iman edip Allah'ın emir ve yasaklarına itaat edenlere mahsustur. . İman etmeyenler için ise elim bir azap vardır. Bazı tefsircilere göre cennette yüce makamlar vardır. Her makam ehli kendisinden aşağıdaki makam ehli ile arasındaki farkı görür ve her derecedeki sadece kendisinin en üstün olduğunu zanneder. Bütün bu makam ve mevkilerin hepsi dünyada kazanılıyor. Dileyen cenneti, dileyen cehennemi kazanır. Çünkü Yüce Hâlüc bütün bu makam ve mevkileri kullarına tahsis etmiştir. Herkes dünyadaki ameline göre mükâfat veya mücâzat görür. Bunun için Yüce Allah sevgili peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Allah ile beraber başka bir tanrı edinme. Sonra kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.» Bu emir Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şahsında bütün mü’minlere yöneliktir. Zira hiç bir peygamber Allah'tan başkasını tanrı edinmemiş tir, edinmesi de mümkün değildir. Çünkü onlar, insanlara Tevhid dinini tebliğ için gönderilmiştir. Bu maksad için gönderilen peygamberlerin Allah'tan başkasına tapmaları mümkün müdür? Sonra onlar, yaratıldıkları zaman bile peygamber olarak yaratılmışlardır. Peygamber olarak yaratılanların Allah'tan başkasını tanrı edinmeleri düşünülemez. 23 «Rabbin yalnız kendisine tapmanızı ve ana babaya iyilik etmeyi irade buyurdu. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı «öf» bile deme. Onları azarlama, ikisine de hep tatlı söz söyle.» 24 «Onlara acıyarak tevazu kanadını indir ve: Rabbim, küçükken beni nasıl yetiştirdilerse, sen de onlara öyle merhamet et' de.» Allahü teâlâ bu âyet-i celilede kendisine ibadet ile ana-babaya itaati birlikte zikretmiştir. Allah'a ibadetten sonra ana-babaya itaat geliyor. Ana-babaya itaatin Allah katında ne kadar ehemmiyet taşıdığı bu âyette açıkça ifade edilmektedir. Çünkü Yüce Allah kendisine ibadetle, ana-babaya itaati birlikte zikretmiştir. Bu, ana-baba hakkının ehemmiyetini gösterir. Eğer ana-baba hakkı bu kadar ehemmiyetli olmasaydı Yüce Mevlâ kendisine ibadetle ana-babaya itaati aynı âyette zikretmezdi. İkisinin birlikte zikredilmesi anaya ve babaya itaatin Allah'a ibadet derecesinde olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ bunu sevgili peygamberine şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, Rabbin yalnız kendisine tapmanızı, nefse hoş gelmese bile emirlerine itaat edip yasaklarından kaçınmanızı, anaya -babaya iyilik etmeyi emretmiştir. Eğer onlardan biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onların ihtiyacını karşıla, kendilerini incitme, hatta öf bile deme ve onlara bağırıp çağırma, hiçbir zaman kalblerini kırma. Onlara şefkat ve iyilikle muamele et, gönüllerini güzel sözlerle hoş et. Küçükken sana nasıl itina ile baktılar, büyüttüler, bağırlarına bastılarsa, şimdi sen de onlara öyle muamele et. Çünkü onlar senin sebeb-i vücudundur, onlara karşı hizmette kusur etme. Şayet «öf» dernekten incinecek olurlarsa onu dahi söyleme.» Bu ilâhî talimat ana-babaya nasıl muamele edileceğini bildiriyor. Her mü’minin bu emre uyması gerekir. Diğer hususlarda olduğu gibi, ana-baba hakkında da Allah'ın emrine itaat edenler, iki cihan saadetini kazanırlar. Etmeyenler ise Yüce Hâlik'ın gadabına uğrarlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet edilmiştir: Ana babaya asi olmakta «öf» demekten daha aşağı bir şey varsa, onu bile söylemek haramdır. Ana babaya asi olanlar, ne kadar iyi amelde bulunurlarsa bulunsunlar cennete giremezler. Ana babaya karşı iyilik yapıp ihsanda bulunanlar da ne kadar kötü amel yaparlarsa yapsınlar, ana babalarına yaptıkları iyilikten ötürü cehenneme girmezler. Yüce Allah onların günahlarını affeder, kusurlarını bağışlar, kötü amellerini iyi amellere çevirir, ihsan ve iyiliklerinin karşılığı olarak cennetine kor. Onlara kötü söz söylemeyin, üzerlerine tevazu kanadınızı açın, gönüllerini hoş edin, kalblerini kırmayın. Bazı tefsirciler iki kanadın iki el olduğunu söylemişler ve şöyle demişlerdir: «Onları en iyi şekilde koruyun, kendilerine asla el kaldırmayın, elden geldiği kadar onlara ta'zimde bulunun, saygıda kusur etmeyin.» Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet edilmiştir: Namaz kılarken anan çağırdığı zaman namazını boz, onun davetine icabet et. Şayet seni çağıran baban ise namazım tamamla, ondan sonra davetine icabet et. Bu ikaz nafile namazlar içindir, farz namazlar için değildir. Anaya itaatin ne kadar ehemmiyetli olduğuna bak ki, namazda iken bile seni çağırdığı zaman namazı bozup davetine icabet etmek gerekiyor. Nitekim Peygamberimiz «cennet anaların ayakları altındadır» buyurmuştur. Bu hadîs-i şerifte mecazi bir anlam vardır, o da şudur: Ana, babasının rızasını kazanmayanlar asla cennete giremezler. Çünkü onların rızasını kazanmak, Allah'ın rızasını kazanmak demektir. Allah'ın rızasını kazanamayanlar cennete giremeyeceklerine göre, ana babasının rızasını kazanamayanlar da cennete giremeyeceklerdir. Analara itaat babalara itaatten daha üstündür. Zira onlar babalardan daha çok sıkıntı ve zahmet çekmektedirler. Ana çocuğu, dokuz ay karnında, birkaç yıl sırtında gezdirir. Sütünü verir, istirahatini ve uykusunu terk ederek ona bakar. Ana, çocuğundan asla iğrenmez, onu şefkatla bağrına basar, icabında kendini tehlikeye atar, çocuğunu korur. Bundan dolayı ananın çocuk üzerindeki hakkı babanınkinden daha fazladır. Bu kadar fedakâr olan ana babaya karşı çocukların «öf' bile demesine Yüce Halik müsaade etmiyor. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) «ana babasına dua etmeyenlerin duaları Allah katına yükselmez» buyurmuştur. Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: «Anan baban hayatta iken onlara iyilik et, öldükten sonra da onları hayır dua ile yâd et.» Ana baba için yapılacak en güzel şey budur. Ana babanın çocukları üzerinde hakları olduğu gibi, çocukların da ana babaları üzerinde hakları vardır. Çocukların ebeveynleri üzerindeki hakları şunlardır: 1- Onlara en güzel bir isim takmak. 2- En iyi şekilde dinini öğretmek. 3- Bir meslek sahibi yapmak. 4- Evlilik çağına geldiği zaman evlendirmek. 5- Onlara helâl lokma yedirmek. 25 «Rabbiniz, sizin içinizdekini en iyi bilendir. İyi kimselerseniz bilin ki Allah şüphesiz kendine başvuranları bağışlar.» 26 «Akrabaya, düşküne, yolcuya hakkını ver. Elindekileri saçıp savurma.» 27 «Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanların kardeşi olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.» Allahü teâlâ kullarının kalblerinde gizlediklerini de, açığa çıkardıklarını da bilir. Ana babasına itaat edip ihsanda bulunanların mükâfatını, itaat etmeyenlerin ise cezasını verir. Ana babasına asi olanlar şayet yaptıklarına pişman olur, tevbe ve istiğfarda bulunurlar, onların gönüllerini hoş ederlerse o zaman Yüce Allah onların tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar, kusurlarını affeder. Zira O, çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir. Marifet ehli âyette geçen «Evvab» kelimesini şöyle tefsir etmişlerdir: Evvab, kendisinden günah sudur eden kimsenin halvete çekilip günahlarını hatırlayarak, günahlarının affı için tevbe istiğfar etmesidir. Bununla beraber amellerini ihlâsla yapıp akşam ile yatsı arasını namazla ihya etmelidir. Allahü teâlâ ana babaya itaati zikrettikten sonra akraba, düşkün ve yolcu hakkını da beyan edip şöyle buyurmuştur: «Hısım akrabanın hakkını verin, sıla-i rahim yapın, düşkünlere, fakirlere ve yolda kalmışlara ihsan edin. Mallarınızı Allah'ın hoşnut olmadığı yerlere harcamayın. Eğer Allah'ın hoşnut olmadığı yerlere harcarsanız, işte o zaman israf etmiş olursunuz. Allah, israf edenleri ve saçıp savuranları asla sevmez. Şüphesiz saçıp savuranlar şeytanın kardeşidirler. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür. Osman ibn Esved şöyle nakletmiştir: «Bir gün Beytullah'ı tavaf ederken Mücahid'i gördüm, başını kaldırıp Ebû Kubeys dağına doğru baktı ve «bir kimsenin Ebû Kubeys dağı kadar altını olsa, hepsini Allah yolunda tasadduk etse israf olmaz. Halbuki meşru olmayan yere bir dirhem bile harcasa o israf olur» dedi. Mallarını gayr-ı meşru yerlere harcayanlar şeytanın kardeşleri ve yardımcılarıdır. Mallarını gayr-ı meşru yerlere harcamaları, Allah'ın vermiş olduğu nimetlere nankörlüktür. Yüce Allah nimetlerine karşı nankörlük yapanları sevmez. Onlar nankörlüklerinin cezasını göreceklerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Saçıp savuranlar şüphesiz şeytanların kardeşi olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür.» 28 «Rabbinden umduğun rahmeti elde etmek isterken onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, hiç değilse onlara tatlı bir söz söyle.» 29 «Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de açıp saçma. Sonra pişman olur, açıkta kalırsın.» Kur'ân-ı Azîmüşşan'daki her âyetin bir nüzul sebebi ve birçok hikmetleri vardır. Bu âyetlerin her biri insan hayatına ışık tutuyor, yön veriyor. Esasen Kur'ân-ı Kerim ilâhî bir kanun olup insanoğlunun dünya ve âhiret mutluluğunu temin için gönderilmiştir. İlâhî talimata uyanlar dünya ve âhiret saadetine kavuşurlar, uymayanlar ise iki cihan saadetinden mahrum olurlar. Bu iki âyette düşünebilenler için ibretler ve ders alınması gereken birçok hususiyetler vardır. Yüce Halik, akraba olsun, yabancı olsun onlara verecek bir şey bulamadığımız takdirde güzel sözlerle gönüllerini hoş etmemizi, infak hususunda da cimrilik yapmamamızı ve israfa kaçmamamızı emrediyor ve sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Rabbinden umduğun rahmeti elde etmek isterken, hısım ve akrabana, yabancılara verecek bir şey bulamadığın zaman, onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, hiç değilse kendilerine tatlı bir söz söyle ve "şimdi elimizde yok, olduğu zaman inşâallah veririm" diyerek gönüllerini hoş et. Onlara bir şey veremediğin için de üzülme.» Bu âyet-i celile Hubbaz, Bilâl, Ammar ve diğer Suffe ashabı hakkında nazil olmuştur. Kendilerini ilme ve İslâm'a adamış olan bu zatlar Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yiyecek bir şey isterlerdi. Bazan Allah Resûlü'nün verecek bir şeyi olmazdı, o zaman hayasından onlardan sarf-ı nazar ederdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal buyurmuştur. Âyetin hükmü umumidir. Bir insan saile verecek bir şey bulamadığı takdirde, tatlı sözlerle onların gönlünü hoş etmesi, kalbini kırmaması gerekir. İslâm ahlâkının özelliği budur. Sonra Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle hitap eder: «Ya Muhammed, bizim yolumuzda infak etmekten elini men edip boynuna bağlayanlar gibi olma, cimrilik yapma. Hem elindekilerin hepsini harcama, sonra pişman olur, açıkta kalırsın, başkalarına verecek bir şey bulamazsın.» İslâm dini cimriliği de, israfı da yasaklamıştır. Bunların her ikisi de kötüdür, tercihe şayan olan mutedil yoldur. İlim ehlinin bazısı şöyle demişlerdir: «Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetine karşı bir baba gibidir. Baba, servetinin hepsini oğullarından birine verip diğerlerini nasıl mahrum bırakmıyorsa, Peygamber de ümmeti arasında ayırım yapmaz. Nitekim yüce Allah bu âyetle sevgili Peygamberini ikaz etmiş, elindekini ümmetinden birine verip diğerlerini mahrum etmemesi için uyarmıştır. Rivayete göre bir kadın oğlunu Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'e gönderir ve şöyle der: «Peygamber'e git, anam senden bir gömlek istedi de. Şayet şimdi yok, sonra olduğu zaman veririm derse, sırtındaki gömleği istedi, de.» Çocuk, anasının talimatı üzere Peygamberimize gelir, aynısını söyler. Allah Resulünün yanında hazır gömlek olmadığı için sırtındakini çıkarır verir. O gömlekten başka giyinecek bir şeyi olmadığı için açık kalır ve namaza çıkamaz. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurur: «Ya Muhammed, elini boynuna bağlayıp cimri kesilme. Büsbütün de açıp saçma. Sonra pişman olur, açıkta kalırsın.» Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) «işlerin hayırlısı orta olandır» buyurmuştur. 30 «Doğrusu senin Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve daraltır. Çünkü O, kullarından gerçketen haberdardır, hakkıyle görendir.» Allahü teâlâ kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğinin rızkını da daraltır. Buna kimse müdahale edemez. Rezzâk-ı Âlem bunu şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, doğrusu senin Rabbin dilediği kimsenin rızkını genişletir ve daraltır. Çünkü O, kullarından gerçekten haberdardır, hakkıyle görendir.» Yüce Halik herkese lâyık olduğunu verir. Çünkü O, rızkını genişlettiği kullarını da, rızkını daralttığı kullarını da çok iyi bilendir. O'nun bilgisinden- hiçbir şey gizli kalmadığına göre kula ancak lâyık olduğu verilir. Ondan fazlası verilmez. Bunlar hep bir imtihandır. Hiç kimse malının çokluğu ile sevinmesin, azlığı ile de üzülmesin. Çünkü rızkı veren de, alan da Allah'tır. O, dilediğine dilediği kadar verir. Kul sadece çalışmakla mükelleftir. Bazı tefsirdiler şöyle demişlerdir: Allahü teâlâ kâfirlerin vebalini artırıp helakini çabuklaştırmak için dünyada onların rızkını genişletir, mü’minlerin ise veballerinin az, suallerinin çabuk olması için dünyada onların rızkını daraltır. Yüce Allah herkese çalıştığının karşılığım verir. Bazı tefsircilere göre ise bunun mânâsı şöyledir: 'Ya Muhammed, şayet sâile verecek bir şey bulamazsan üzülme, senin gücün onları zengin etmeye yetmez. Ancak zengin veya fakir eden Allah'tır. O, dilediğini zengin, dilediğini fakir eder. Kimse O'nun hükmüne müdahale edemez.» 31 «Evlâtlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Onları da, sizi de biz rızıklandırırız. Hakikat, onları öldürmek büyük bir suçtur.» Bu âyet-i celile akl-ı selim sahipleri için büyük bir ibret levhasıdır. Yüce Allah bu âyete dikkatleri celbediyor ve şöyle buyuruyor: «Ey insanlar, geçim korkusundan dolayı kız ve oğlan çocuklarınızı öldürmeyin. Zira onların da, sizin de rızkınızı veren biziz. Her şeyi yoktan vareden, besleyen, rızıklandıran ve büyüten yine biziz. Siz hiç bir canlı yaratmaya ve beslemeye muktedir değilsiniz. Böyleyken onları neden öldürüyorsunuz? Onları öldürmek şüphesiz çok büyük bir günahtır. Bu günahı işleyenler mutlaka cezalarını göreceklerdir.» Abdulah ibn Mes'ud (radıyallahü anh)'un rivayetine göre, bir gün Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir kişi gelerek, en büyük günahın hangisi olduğunu sorar. Peygamberimiz «Allah'a şirk koşmak» cevabını verir. Bundan -sonrası hangisi olduğunu sorar. Peygamberimiz «komşunun hanımı ile zinâ etmektir» der. O zat «bundan sonra hangisidir» der. Peygamberimiz «geçim korkusundan dolayı çocukları öldürmektir» buyurur.» Geçim korkusundan dolayı çocukları öldürmek Allah'a şirk koşmaktan daha büyük günahtır. Şirk koşanlar tevbe edince Allahü teâlâ onların tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar. Fakat çocuklarını, geçim korkusundan dolayı öldürenler tevbe etseler bile, kıyamet günü Yüce Allah o çocukların hakkını onlardan almadıkça günahlarını bağışlamaz. Çünkü Allah kul hakkıyle huzuruna gelenlerin günahlarını kul hakkını alana kadar- bağışlamaz. 32 «Sakın zinaya yaklaşmayın, doğrusu bu pek çirkin ve kötü bir yoldur.» Allahü teâlâ, milletleri, cemiyetleri ve aileleri kökünden yıkacak olan fuhşu ve haksız yere adam öldürmeyi kesinlikle yasaklamıştır. Bu ikisi insanoğlu için en büyük felâkettir. Allah'ın yasak ettiği her şeyde insanlar için büyük hikmetler ve sonsuz faydalar vardır. Zina, aileleri yıkan, neslin devamını tehlikeye sokan, milletleri ve toplumları dejenere eden, asaleti bozan ve her türlü ahlâksızlığın yayılmasına sebep olan bir illettir. Bir milletin ve toplumun devamı onun temel taşı sayılan ailenin istikrarlı ve sağlam olmasına bağlıdır. Dejenere olmuş ailelerden meydana gelen milletler ve toplumlar yıkılmaya mahkûmdurlar. Tarihte bunların misali çok görülmüştür. Zina, her türlü hastalığı doğurduğu gibi, insanda namus, iffet, haysiyet ve kişilik bırakmaz. Bugün batı ülkelerinde bile bunun ne kadar kötü bir sonuç doğurduğu müşahede edilmiştir. Bundan dolayı Yüce Allah zina fiilinin işlenmesini değil, ona yaklaşılmasını bile yasaklamıştır. Zina aynı zamanda toplumlar için bir cinayettir. Çünkü fuhşun yaygın olduğu her toplum yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Bu çirkin ve kötü şeyin cemiyete yayılmaması için İslâm dini fuhuş yapan erkek ve kadına en ağır cezayı uygulamıştır. Eğer bir hastalık başgösterdiği zaman topluma yayılmadan önlenirse o toplum kurtulur,. Topluma yayıldıktan sonra çare aramaya kalkılırsa, o hastalığın önüne geçilmez, toplum helak olur. Bunun mesulü o hastalığın topluma yayılmasına göz yumanlardır. Zina da böyledir, İslâm dini onun zuhur ettiği yerde topluma yayılmadan derhal yok edilmesini hedefler. Bundan dolayı o suçu işleyenlere en ağır cezayı tatbik etmiştir. Zina yapan erkek ve kadın İslâm hukukuna göre recmedilir. Eğer zina edenler hiç evlenmemişlerse ceza olarak yüz sopa vurulur. Zina yapanlara niçin böyle bir ceza tatbik edildiği düşünülürse, hikmeti daha iyi anlaşılır. 33 «Allah'ın öldürmesini haram kıldığı hiçbir cana haksız olarak kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir selâhiyet tanımışızdır. O da katilde israf edip aşırı gitmesin. Zira kendisi yardıma mazhar edilmiştir.» Milletleri, toplumları ve aileleri yıkan diğer bir husus da haksız yere adam öldürmedir. Haksız yere adam öldürmek milletleri, toplumları ve aileleri birbirine düşman eder, onların yıkılmasına ve yok olmasına sebep olur. Bir milletin fertleri birbirine düşman olursa o milletin ayakta durması mümkün değildir. Hem canı veren Allah'tır. Onu ancak O, alır. Bir insanı haksız yere öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir. Vebali de o nisbette ağırdır. Zira her şahıs muhteremdir, dolayısıyla canına, malına, namusuna dokunulmaz. Dokunmak ancak bir hak karşılığı olur, o da Kur'ân-ı Kerîm'de belirtilmiştir. İslâm dininde bir insan ancak şu üç şeyden biri için öldürülür: 1- Kendisinin öldürdüğü bir kimseye karşılık kısas olarak. 2- Evli olduğu halde zina yapmak. Yani başından nikâh geçen bir insanın zina yapması. Bahsi yukarıda geçti. Geniş bilgi almak için fıkıh kitaplarına müracaat etmelidir. 3- İslâm dinini terk edip mürted olan ve müslümanlar arasında tefrika çıkmasına sebep olan. Bu üç suçu işleyenden başkasının öldürülmesine İslâm dini müsaade etmez. Bunların cezasını vermek de devletin görevidir. Fakat kısas mevzuunda maktulün velisinin görüşü alınır. Bunda da üç hüküm vardır: 1- Maktulün velisi dilerse katili affeder, bağışlar. 2- Maktulün diyetini alır. 3- Kısasa kısas ister, yani katilin de öldürülmesini ister. Bundan fazlasına İslâm asla müsaade etmez. Her hususta olduğu gibi bunda da israf yoktur. Yani bir kişi yerine iki kişinin kısası, katilin yakınlarından birinin öldürülmesi veya maktulün yakınlarının bizzat katili öldürmeleri gibi. İslâm hukukunda buna asla müsaade edilmez, bu görev devletindir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Allah'ın öldürmesini haram kıldığı hiçbir cana haksız olarak kıymayın. Haksız yere öldürülenin velisine bir selâhiyet tammışızdır. O da katilde israf edip aşırı gitmesin. Zira kendisi yardıma mazhar edilmiştir.» 34 «Yetimin malına -ergin çağa ulaşana kadar en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Doğrusu verilen alıid de sorumluluk vardır.» İslâm dini adalet dinidir, Müslümanların her hususta adil olmalarını emreder. Yüce Allah haksız yere yetimin malının elinden alınmasını yasaklıyor ve doğruluğu emrediyor. Erkek olsun, kız olsun öksüz kalan çocukların yetiştirilmesi ve mallarının muhafaza edilip korunması Müslümanların görevidir. Allahü teâlâ haksız yere onların malına el uzatmayı yasaklıyor. Bu emre uymayanların Allah katındaki mesuliyetleri çok ağırdır. Çünkü yetim hakkı başka hakka benzemez. Onlara vasilik yapanların bu hususa çok dikkat etmeleri gerekir. Mü’minin özelliklerinden biri de verdiği sözde durup ahde vefa göstermektir. Sözden dönmek ve ahdi bozmak münafıklık alâmetidir. Bu hal imanı tehlikeye düşürür. Allah ahde vefa gösterip sözünde duranları sever. Ahdini bozanları ve sözünde durmayanları asla sevmez. Birçok âyette ahde vefa göstermeyi emrediyor ve şöyle buyuruyor: «Yetimin malına - ergin çağa ulaşana kadar- en güzel şeklin dışında yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Doğrusu verilen ahidde sorumluluk vardır.» Görülüyor ki ahdi bozanlar Allah katında mesuldürler. Allah katında kendisini mesuliyete sokacak her şeyden mü’minin kaçınması gerekir. 35 «Bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun. Doğru terazi ile tartın. Böyle yapmak, netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.» Allahü teâlâ, ahde vefa gösterilmesini zikrettikten sonra, ölçü ve tartının tam yapılmasını, hakkında bilgimiz olmayan şey hususunda konuşmamamızı emrediyor. Milletlerin ve cemiyetlerin selâmeti ve refahı adaletle yapılan alış-verişe bağlıdır. Alış-veriş bir milletin, bir toplumun ve bir memleketin hayat damarıdır. Bunun esas unsuru ise ölçü ve tartıdır. Alış-verişi, ölçü ve tartısı doğru olan milletlerin kalkınması da o nisbette güçlü ve çabuk olur. Alışverişinde, ölçü ve tartısında hile yapan toplumların yıkılması ve yok olması mukadderdir. Çünkü Şuayb (aleyhisselâm)'in kavminin helâk oluşu bundan dolayıdır. Ölçü ve tartıda hile yapmak Allah'ın emrine isyandır. Bu hal imanı tehlikeye sokar, ahlâk-ı hamideyi bozar, insanı madde peres ti iğe iter, acıma duygusunu öldürür, cemiyetteki birlik ve beraberliği yok eder, adaveti artırır. Bundan dolayı Yüce Allah «bir şeyi ölçtüğünüz zaman, ölçüyü tam tutun. Doğru terazi ile tartın. Böyle yapmak, netice itibariyle daha güzel ve daha iyidir.» Doğruluk, sahibim hakka götürür, kötülüklerden alıkoyar, ahlâkı güzelleştirir, imanı artırır, ibadetin lezzetini tattırır. 36 «Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalta, bunların hepsi o şeyden sorumludur.» Allahü teâlâ ölçü ve tartıyı zikrettikten sonra, buna bağlı olarak doğru konuşmayı ve doğru hareket etmeyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Bilmediğin şeyin ardına düşme. Doğrusu kulak, göz ve kalb, bunların hepsi o şeyden sorumludur.» İnsan bilmediği, görmediği ve işitmediği bir şey hakkında konuşmamalıdır. Tahmini konuşmalar çoğu kez insanı yanıltabilir. Başkalarını zemmetmek, gıybetini yapmak ve hakkında olur-olmaz konuşmak dinen yasaktır. Kıyamet günü bütün azalar bundan mesul tutulacaktır. El, ayak, göz, kulak sahibinin lehine ve aleyhine şahitlik yapacaktır. Bu husus Yasin Sûresinin 65. âyetinde şöyle ifade ediliyor: O gün ağızlarının üstüne mühür basarız. Ne irtikap ettiklerini bize elleri söyler, ayaklan da şahitlik eder. Yüce Halik, kıyamet günü ağızları mühürleyecek, elleri ve ayakları konuşturacaktır. Onlar dünyada ne yaptıklarını birbir söyleyeceklerdir. Ölçü, tartı ve doğruluk beyan edildikten sonra insanlarda büyük bir hastalık halini alan tekebbür zikredilmiştir. 37 «Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin.» 38 «Rabbinin katında bunların hepsi beğenilmeyen kötü şeylerdir.» Yüce Allah, insanoğluna faydalı olan her şeyi emretmiş, zararlı olanları ise yasaklamıştır. Allah'ın yasaklamış olduğu şeylerde kulları için sayılamayacak kadar hikmetler vardır. Fakat insan, bu hikmetleri ve incelikleri anlayamaz. Beşer zekâsı bunu idrakten acizdir. Allahü teâlâ kibir ve gururu yasaklamıştır. Çünkü o, şeytanın, vasfıdır. Şeytan bu vasfından dolayı Allah'ın rahmetinden kovulmuştur. İnsana yaraşan tevazu, alçak gönüllülük, güler yüzlülüktür, însan, bir başkasına karşı neden kibirlensin? Her insanın aslî maddesi birdir. Asıl itibariyle birinin diğerinden bir üstünlüğü yoktur. Hepsi bir damla sudan meydana gelmiştir. Üstünlük ancak takva ile olur. Bundan dolayı Yüce Halik, insanoğlunun dikkatini bu noktaya çekerek şöyle buyuruyor: «Ey insan, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir ve ne de dağların boyuna ulaşabilirsin. Kibirlenmek, büyüklenmek ve kendini beğenmek, bunların hepsi Rabbinin katında beğenilmeyen şeylerdir.» İnsan düşünecek olursa yasak edilen şeylerin ne kadar kötü ve ne kadar çirkin olduğunu görür. Ahdi bozmak, ölçü ve tartıda hile yapmak, kibirlenip böbürlenmek cemiyetin dengesini bozan ve yıkılmasına sebep olan şeylerdir. Böyle bir toplumda ahlak, tesânüd, birlik ve beraberlik, saygı, sevgi, itimad, huzur ve güven olmaz. Huzur ve güvenin olmadığı bir toplum ise her zaman yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. 39 «Bunlar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir.. Sakın Allah'la beraber başka tanrı edinme. Yoksa kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.» Allahü teâlâ yukarda geçen âyet-i celilelerde emir ve yasaklarını bildiriyor ve sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, bu emir ve yasaklar Rabbinin sana bildirdiği hikmetlerdir. Onlar Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır. Sakın Allah'a eş koşup başka tanrılar edinme. Şayet Allah'a ortak koşarsan kınanmış ve kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.» Bu hitap Peygamberimizin şahsında ümmetinedir. Çünkü hiç bir peygamber Allah'a asla ortak koşmaz. Onlar, insanları tevhid inancına davet için gönderilmiştir. Kur'ân-ı Azimüşşan'da zikredilen emir ve yasaklar Peygamberin ümmetine tâlim içindir. Bu emirlere uyanlar hidayete, uymayanlar ise sapıklığa düşüp helak olurlar. Yüce Allah kullarının sapıklığa düşüp helak olmaması için peygamberleri vasıtasıyla emir ve yasaklarını bildiriyor. 40 «Rabbiniz oğulları size ayırdı da, melekleri kendisine kız olarak mı ittihaz etti? Ne büyük, ne taşkın söz söylüyorsunuz.» Müşrikler, Allahü teâlâ'ya iftira ederek meleklerin ve kız çocuklarının, O’ının kızları olduğunu, oğlan çocuklarının ise kendilerinin olduğunu söylemişlerdir. Allah'a çocuk isnad etmek şirktir. Halbuki Yüce Allah bunlardan münezzehtir. O'nun oğlana ve kıza ihtiyacı yoktur. «Ey insanlar, Rabbiniz oğulları size ayırdı da, melekleri kendisine kız olarak mı ittihaz etti? Ne büyük, ne taşkın söz söylüyorsunuz.» 41 «Biz, yemin olsun ki, öğüt almaları için bu Kur'an'da bunları türlü türlü açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini artırmıştır.» 42 «De ki: Eğer dedikleri gibi Allah'la beraber tanrıları bulunsaydı, o takdirde hepsi arşın sahibine yol ararlardı.» 43 «O, onların söylediklerinden münezzehtir, yücedir, uludur.» Allahü teâlâ, kullarının öğüt almaları için Kur'ân-ı Kerim'de imanı, küfrü, hayrı şerri, iyiyi kötüyü, helâli haramı, hakkı bâtılı, hidayeti dalâleti, cennet ve cehennemi açıklamıştır. Bütün bunların açıklanması insanların dünya ve âhiret mutluluğunu temin etmek içindir. Bunlardan öğüt alıp iman edenler ebedi saadete ererler, iman etmeyenler ise ebedî olarak hüsrana uğrarlar. Eğer kâfirlerin iddia ettikleri gibi Allahla beraber tanrılar bulunsaydı, hepsi arşı ele geçirmek için yollar ararlardı. O, kâfirlerin söylediklerinden münezzehtir, ortağı, şeriki, benzeri yoktur. O, Yücedir, Uludur. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Biz, yemin olsun ki, öğüt almaları için bu Kur'an'da bunları türlü türlü açıkladık. Fakat bu açıklamalar ancak onların nefretini artırmıştır. De ki: «Eğer dedikleri gibi Allah'la beraber tanrılar bulunsaydı, o takdirde hepsi arşın sahibine yol ararlardı. O, onların söylediklerinden münezzehtir, yücedir, uludur.» 44 «Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan kimseler, O'nu tesbih ederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, hakikaten Halim'dir, gerçekten yarlığayıcıdır.» Göklerde ve yerde bulunan canlı ve cansız bütün varlıklar lisan-ı haliyle Allahü teâlâ'yı zikrederler. O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat insanlar onların Yüce Allah'ı tesbih ettiğini anlamaklar. Her varlık kendi lisaniyle Mevlâ'sını zikreder. Bu bakımdan insanlar onların zikrini anlayamazlar. Mikdam (radıyallahü anh) bu hususta şöyle den Toprak dahil yaş olsun, kuru olsun her şey Yüce Allah'ı zikreder. Hiçbir varlık yoktur ki, Allah'ı zikretmesin. Çünkü her varlığın yaratıcısı Allah'tır. Her yaratılan kendi lisaniyle Yaratan'ını zikreder. Çekirdeğin etrafında dönen atomların dönüşü Allah'ı zikirdir. O, kendiliğinden dönmüyor, o gücü ona veren bir kuvvet vardır. İşte O da Hâlik-ı Mutlak'tır. Zerreden kürreye kadar her şeyi var eden O'dur. Bundan dolayı her şey O'nu hamd ile tesbih eder. İmam-ı Mücahid'e göre, bütün varlıkların Allahü teâlâ'yı tesbihi «sübhânallahi ve bihamdihi»dir. Çünkü «hamd» şükür mânâsını da tezammun eder. 45 «Kur'an okuduğun zaman seninle âhirete inanmayan kimseler arasına görünmeyen bir perde çekeriz.» 46 «Kur'an'ı anlarlar diye kalblerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kur'an'da Rabbini tek olarak andığın zaman onlar ürkerek arkalarını çevirirler.» İman etmeyenler Kur'ân-ı Azimüşşan’ın okunmasından muzdarip olurlar. Onu işitmemek için bazan kulaklarını kapatırlar, bazan da Peygamberimizin yanından kaçarcasına uzaklaşırlardı. Yüce Allah, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Kur'an okuduğun zaman iman etmeyenlerle senin arana gizli bir perde çeker, onları Kur'an'ın mânâsını anlamaktan ve ondan istifade etmekten men ederiz. Böylece onlar bu kitabın beyanını anlayamazlar ve ondan asla istifade edemezler. Eğer onun mânâsını anlamış olsalardı iman ederlerdi. Çünkü Kur'ân-ı Kerim iman edenler için bir kurtuluş ve bir hidayet kaynağıdır. İman etmeyenler için ise bir hüzündür. Bazı tefsirciler bu hususta şöyle demişlerdir: Bu hicap kafirlerin gözüne çekilen bir perdedir. Onlar Kur'an'ı okumak istedikleri zaman göremezler ve ona bir zarar da veremezler. Çünkü Allah onların gözüne perde çekmiştir. Nitekim Said ibn Cabir'den şöyle rivayet edilmiştir: «Ebû Leheb ve karısı hakkında nazil olan Leheb Sûresi'ni Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) okuduğu zaman Leheb'in karısı bunu işitir ve eline bir taş alır, Peygamberimizin bulunduğu yere gelir. O sırada Peygamberimiz, Ebû Bekir (radıyallahü anh) ile beraberdir. Kadın bulundukları yere girer, Ebû Bekir'i görür fakat Peygamberimizi göremez. Ebû Bekir'e döner «sahibin nerede o, beni hicvetmiş» der. Ebû Bekir «vallahi benim arkadaşım şiir söylemez» der. Kadın «eğer onu görseydim şu taşla ona ne yapardım görürdün» der ve çıkar gider. Bu manzarayı gören Ebû Bekir (radıyallahü anh), Peygamberimize “ey Allah'ın Resulü, bu kadın seni görmedi mi?» der. Peygamberimiz «görmedi, çünkü melekler benimle onun arasına girdi, perde görevi yaptı» der. Ya Muhammed, kâfirler Kur’an'ı anlarlar diye kainlerine örtüler ve kulaklarına da ağırlık koyduk. Kur'an'da Rabbini tek olarak andığın zaman onlar ürkerek arkalarını çevirirler.» İmandan mahrum olanlar halkı göremezler, onu işitemezler ve düşünemezler. Şayet hakkı görselerdi iman ederlerdi. 47 «Seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zalimlerin: "Siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediklerim biz çok iyi biliriz.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, biz iman etmeyenlerin seni dinledikleri zaman neye kulak verdiklerini ve gizli toplantılarında zalimlerin birbirine "siz sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz" dediklerini çok iyi biliriz.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Peygamberlik geldiği zaman Mekke'li müşrikler çeşitli iftirada bulunmuşlar. Onlardan kimi mecnun, kimi kâhin, kimi sahir, kimi de şair olduğunu söylemiştir. Yüce Allah onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir. 48 «Sana nasıl misaller verdiklerine bir bak. Bu yüzden sapmışlardır, artık yol da bulamamaktadırlar.» 49 «Biz kemik ve ufaklanmış toprak olduğumuz zaman, yeniden mutlaka yaratılıp dirilecek miyiz? derler.» Allahü Teâlâ, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, zalimlerin seni nasıl vasıflandırdıklarına bir bak. Onlardan kimi sana mecnun, kimi kâhin, kimi de sâhir» diyorlar. Kâfirler bu sözlerinden dolayı sapmışlardır, kurtulacak yol da bulamazlar.» Kâfirlerin Peygamberimiz hakkında söyledikleri birbirini nakzediyor. Peygamberimize «sihirbaz» demişlerdir. Halbuki onlara göre sihirbaz, âlim, bilgili demektir. Bazan da mecnun demişlerdir. Yine onlara göre mecnun, cahil, bilgisiz demektir. Bugün olduğu gibi, o gün de iman etmeyenler böyle bir tezat içinde yuvarlanıp gitmişlerdir. Kâfirler imanın altı şartından biri olan öldükten sonra dirilmeyi de kabul etmemişler ve şöyle demişlerdir: «Biz kemik ve toprak olduktan sonra mı tekrar dirileceğiz?» Halbuki her canlı öldükten sonra, tekrar dirilecek, mahşer yerinde toplanacak ve Allah'ın huzurunda hesaba çekilecektir. İşte o zaman zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir. 50 «De ki: İster taş, ister demir olun.» 51 «Yahut da kalbinizde büyüttüğünüz daha sert bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz. Bizi tekrar kim diriltir? derler. De ki: Sizi ilk defa yaratan. Sana başlarını sallayarak o ne vakit? derler. Yakında olabilir de.» Yüce Allah âhirete iman etmeyenlerin bu noktaya dikkatini çekerek sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhainmed, kâfirlere de ki: Siz ister taştan olun, ister demirden yahut da kalbinizde büyüttüğünüz gökler ve yer gibi daha sert bir mahlûk olun, yine ölecek ve tekrar dirileceksiniz.» Bazı tefsirciler bu büyük şeyin ölüm olduğunu söylemişler ve «insanoğlunun kalbinde ölümden daha büyük bir şey yoktur. O, bütün mahlûkatı kahredip helak eder» demişlerdir. Öldükten sonra tekrar dirileceklerine inanmayan kâfirler, Peygamberimize kendilerini kimin dirilteceğini sorarlar. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu sorusuna şöyle cevap verir: «Sizi, ilk defa yoktan var eden diriltecektir. Bunda hiç şüpheniz olmasın.' Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bu cevabı alan kafirler istihzalı bir şekilde «bu, senin söylediğin ne zaman vuku' bulacaktır» derler. Allah Resulü onların anlayacağı bir lisanla kendilerine «siz merak etmeyin, yakında olabilir» der. Çünkü her gelecek yakındır, bundan dolayı Peygamberimiz «yakında olabilir» demiştir. Kâfirler, tekrar Peygamberimize, bu yakının ne zaman olduğunu sorarlar. Allahü teâlâ bunu şöyle beyan ediyor. «Yahut da kalbinizde büyüttüğünüz daha sert bir yaratık olun, yine de dirileceksiniz.» «Bizi tekrar kim diriltir?» derler. «Sizi ilk defa yaratan.» Sana başlarını sallayarak «o ne vakit» derler. «Yakında olabilir de.» 52 «Sizi çağırdığı gün, O'na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.» Varolan her şey zamanı geldiği vakit yok olacak, dünya son bulup kıyamet kopacaktır. İşte o zaman İsrafil adındaki melek sura üfürecek, onun üfürmesiyle canlılar tekrar dirilecek, oldukları yerden kalkıp mahşer yerine geleceklerdir. Orada Allah'ın huzuruna çıkarılıp hesaba çekilecekler, zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir. Hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır. Herkes hakkım alacak, iyiler cennete, kötüler de cehenneme sevk edilecektir. Hayvanlar ise «künû turâbâ» emri gereği tekrar toprak olacaklardır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Ey insanlar, sizi çağırdığı gün, O'na hamd ederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız.» 53 «Mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.» İsîâmın ahlâk metoduna bakınız; mü’min, münafık, kâfir, fâsık, cins, ırk, dil farkı gözetmeden herkesle en güzel şekilde konuşulmasını emrediyor. Bu, mü’minlere verilen bir talimattır. Her türlü iyiliği ve kötülüğü doğuran dildir. Diline sahip olanlar her zaman selâmete kavuşur. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: İslâmın ilk yıllarında kâfirler mü’minlere her türlü eza ve cefayı yapıyorlardı. Bu durumdan muzdarip olan müslümanlar Peygamberimize gelip şikâyette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar. Çünkü şeytan aralarını bozmak ister. Şeytan şüphesiz insanın apaçık düşmanıdır.» Kötü söz insanlar arasında dargınlığa, kırgınlığa, düşmanlığa yol açar. Birlik ve beraberliğin bozulmasına sebep olur. Güzel söz, birlik ve beraberliği pekiştirir, sevgi ve muhabbeti artırır, düşmanlığı giderir. Bundan dolayı Yüce Halik «ya Muhammed, mü’min kullarıma söyle, herkesle en güzel şekilde konuşsunlar» buyurmuştur. Bazı tefsircilere göre bu âyet Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında nazil olmuştur. Ebû Bekir bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile otururken, yanlarına bir kişi gelir, Ebû Bekir'e ileri geri küfreder. Ebû Bekir (radıyallahü anh) buna çok üzülür, ona aynı şekilde mukabelede bulunmak için Peygamberimizden izin ister. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal edip onu bağışlamasını ve affetmesini buyurur. Ebû Bekir de onu bağışlar. Böylece ilâhî kelâm insanlara edep ve ihsanı öğretmiş olur. Kendilerine kötülük yapanlara dahi iyilik yapmalarını tavsiye eder. 54 «Rabbiniz sizi çok iyi bilendir. Dilerse sizi esirger, şayet dilerse size azap eder. Biz seni onlara vekil olarak göndermedik.» İlk Müslümanlar, kâfirler tarafından çeşitli işkencelere maruz kalmışlardı. Bu durumdan Peygamberimize sık sık şikâyette bulunuyorlardı. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların ızdırabını görüyor, çok üzülüyordu. Fakat o gün için yapacak bir şey yoktu. Çünkü müslümanların sayısı çok azdı. Kâfirlerin bütün şiddetiyle süren zulüm ve baskılarına rağmen, Allah Resûlü hiç çekinmeden görevini yapıyor, insanları Hak dine davet ediyor ve sahabesine şu müjdeyi veriyordu: «Bu zulme bir müddet daha sabredin, Allah'ın inayetiyle biz onlara mutlaka galip geleceğiz. Hakkın vaadettiği gün hiç şüphesiz gelecektir.» Böyle bir müjde karşısında müslumanlardan bazıları yine sabırsızlanarlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek onlar hakkında şöyle buyurur: «Ey mü’minler, Rabbiniz sizi çok iyi bilendir. Eğer bir müddet sabrederseniz, müşriklerin eza ve cefasından sizi kurtarır. Şayet sabretmezseniz, onları sizin üzerinize musallat kılar, azabınızı artırır. Ya Muhammed, biz seni onların üzerine vekil olarak göndermedik. Hidayete erdirmek veya dalâlete düşürmek senin elinde değildir ki, dilediğini hidayete erdiresin, dilediğini dalâlete düşüresin. Sen ancak müjdeleyici ve korkutucusun.» Peygamberler, Allah'dan aldıkları emir ve yasakları insanlara bildirmek için gönderilmişlerdir. Onların görevi budur. Hidayete erdirmek veya, sapıklığa düşürmek Allah'a aittir. 55 «Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Andolsun ki, biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik.» Allahü teâlâ göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Kimin hidayete lâyık olduğunu, kimin olmadığını O, bilir. Yerde ve göklerde hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz. O, peygamberlerin kimini kiminden üstün kılmış ve Hazret-i İbrahim'e «Halüim», Hazret-i Musa'ya «Kelîlim», Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de «Habibim» demiş ve Hazret-i Davud'a Zebur'u vermiştir. Zebur yüz elli sûre olup hepsi Allahü teâlâ'ya dua, tahmid ve senadır. İçinde hüküm bildiren, haramdan helâldan bahseden âyet yoktur. Bu hitap Yahudi ve Hıristiyanlaradır. Onlara demek isteniyor ki: «Ey Ehl-i Kitap, biz Musa'ya Tevrat'ı, Davud'a Zebur'u, İsa'ya İncil'i, İbrahim'e sayfaları, Süleyman'a saltanatı ve Muhammed'e de Kur'an'ı indirdik. Siz Muhammed'den başkasının faziletini tasdik eder, Muhammed! inkâr edersiniz. Halbuki biz onu kendimize dost edinip peygamber olarak gönderdik ve kendisine Kur'an'ı indirdik.» Yüce Allah, bunu şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, Rabbin göklerde ve yerde olan kimseleri en iyi bilendir. Yemin olsun ki, biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kalmışızdır. Davud'a da Zebur'u verdik.» 56 «De ki: Allah'dan başka tanrı olduğunu sandıklarınızı çağırın. Onlar sizden herhangi bir sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi, onu değiştiremezler de.» İbn Abbas (radıyallahü anh) 'a göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Puta tapan Beni Hüzeyme kabilesi büyük bir kıtlık ve yokluğa maruz kalmışlar, açlıktan ölü hayvan ve köpek etleri yemişlerdir. Bu açlık ve yokluk gün geçtikçe daha da artmıştır. İçine düştükleri musibetten kurtulmak için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip kendileri için dua etmesini istemişlerdir. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve şöyle bu vurulmuştur: «Ya Muhammed, de ki: Ey kâfirler, Allah'dan başka taptıklarınızı çağırın, ona dua edin, sizden bu yokluk ve sıkıntıyı kaldırsın, yerine bolluk getirsin. Fakat onlar sizden herhangi bir sıkıntıyı gideremeyecekleri gibi, onu değiştiremezler ve size hiçbir menfaat de sağlayamazlar. Çünkü kendileri yardıma muhtaçtır, size nasıl yardım etsinler? Hiçbir şeyden haberi olmayan nasıl olur da başkasına yardımda bulunabilir?" Bu kelâm kâfirleri tevbih ve tehdittir. Buna göre mânâ şöyle olur: Ey müşrikler, siz her şeyi yoktan var eden Kadir-i Mutlak'ı bıraktınız, hiçbir şeyden haberi olmayan putları ma'bud edindiniz ve onlara taptınız. Elbette onlar size hiçbir fayda sağlayamazlar. Ancak sizi Allah'ın rahmetinden uzaklaştırırlar, azabına götürürler. Bu âyet-i celilede şuna da işaret vardır: Mü’min, Allah'tan başkasından asla yardım talep etmez, dünya malı için başkalarına boyun eğmez. Çalışır, Allah'ın verdiğine kanaat eder. Başkasından yardım istemek Allah'ın yardımından ümit kesmektir. Allah'ın yardımından, ümit kesenler, sıkıntıya düşüp perişan olurlar. Allah onların üzerinden yardımını kaldırır, onları kula kul yapar. Düşünebilenler için bu sözde büyük anlamlar vardır. 57 «Onların taptıkları da Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.» İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Allah'tan başkasına tapanlar, yani İsa'ya, Üzeyir'e, meleklere, aya, güneşe, yıldızlara, putlara ve bunlardan başkasına tapanlar Allah'a daha yakın olmak için taparlar. Bunların, kendilerini Allah'a yaklaştıracağını, azabından kurtarıp nimetlerine ulaştıracağını zannederler. Onlar da taptıklarının hiçbir güce sahip olmadıklarını biliyorlar. Fakat yine de tapıyorlar. «Onların taptıkları da Rablerine daha yakın olmak için vesile ararlar, O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı korkunçtur.» Bazı tefsirciler bu âyetin, cin taifesinden bir topluluğa ibadet eden bir kavim hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Taptıkları cin taifesi sonunda müslüman olmuş, onlara tapanlar ise küfürleri üzere tapmaya devam etmişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek, Allah'tan başkasına tapmanın büyük bir hata olduğunu ve kıyamet günü çok şiddetli bir azaba uğrayacaklarını bildirmiştir. 58 «Kıyamet gününden önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir memleket yoktur. Bu, kitapta yazılıdır.» Allahü teâlâ, her topluma bir peygamber göndermiş, peygamberleri vasıtasıyla onlara emir ve yasaklarını bildirmiştir. Peygamberler, gönderildikleri toplumları tevhid inancına davet etmişlerdir. Bu davete uyanlar hidayete erip kurtulmuşlar, uymayanlar ise ilâhî azaba uğrayıp helak olmuşlardır. Allahü teâlâ hiçbir zaman iman eden toplumları helak etmemiştir. Ancak iman etmeyip isyan edenleri, inkâr ve küfürlerinin cezası olarak azaba uğratıp helak etmiştir. Bu da, onların kendi zulümlerinin bir cezasıdır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Kıyamet gününden önce ortadan kaldırmayacağımız veya çetin azaba uğratmayacağımız bir memleket yoktur. Bu, kitapta yazılıdır.» Allahü teâlâ, inkâr ve küfürlerinden dolayı bazı toplumları suda boğmuş, Nûh ve Firavun'un kavmi gibi, bazısını Lût kavmi gibi yere batırmış, bazısını rüzgârla helak etmiş; Hûd kavmi gibi, bazısının üzerine taş yağdırmış; Semüd kavmi gibi. Bütün bu cezalar ve benzerleri onların inkâr ve küfürlerinin karşılığıdır. Çünkü Allah kullarına asla zulmetmez, ancak kul kendine zulmeder. İbn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bir memlekette zina ile riba çoğaldığı zaman Allah o memleketi harap eder, halkını da helak eder. Zira onlar yaptıkları irtikâptan dolayı Allah'ın azabına müstehak olmuşlardır. Bir memlekette zina, riba, ölçü ve tartıda hile, Allah'a isyan çoğaldığı zaman o memleketin halkı azaba müstehak olur. İnsanın başına gelecek olan herşey daha kendisi yaratılmadan evvel Levh-i Mahfuz'da yazılmıştır. Bu değişmez. Hammad (radıyallahü anh)'a göre ilk olarak harap olan yer Emliye denilen beldedir. Abdullah ibn Ömer'e göre, Şam şehridir, İbn Ömer'e göre ise Basra'dır. Çünkü oranın toprağı habis bir topraktır.» Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den şöyle rivayet edilmiştir: İncikleri ince bir Habeşli gelip Beytullah'ı yıkıp her bir taşını bir yere atana kadar, O'nu çok çok tavaf edin. 59 «Bizi mucize göndermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmine gözleri göre göre bir dişi deve vermiştik de, onu öldürmek suretiyle kendilerine zulmetmişlerdi. Oysa biz mucizeleri yalnız korkutmak için göndeririz.» Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e peygamberlik gelip halkı İslama davet edince, Mekke'liler peygamber olduğuna inanmamışlar, kendilerine bunun için bir mucize göstermesini istemişlerdir. Bunun üzerine bu âyet nazil olarak şöyle buyurulmuştur: «Bizi, istedikleri mucizeyi göndermekten kimse alıkoyamaz. Ancak önceki ümmetlerin, peygamberlerinden mucize isteyip sonra o mucizeyi yalanlamaları bizim mucize göndermeyişimize sebep olmuştur. Biz mucize gönderdikten sonra şayet iman etmezlerse üzerlerine azabımızı gönderir, onları helak ederiz.» Önceki ümmetler peygamberlerine inanmayarak peygamber olduklarına dair kendilerinden mucizeler istemişlerdir. Peygamberler de Allahü teâlâ'nın yardımı ile onların istedikleri mucizeleri kendilerine göstermişlerdir. Buna rağmen onlar yine iman etmemişler, küfür ve isyanlarına devam etmişlerdir. İstedikleri mucizelerin kendilerine gösterilmesinden sonra iman etmeyen toplumları Yüce Allah helak etmiştir. Çünkü onlar iman etmeleri için peygamberlerinden mucizeler istemişlerdir. İbn Abbas (radıyallahü anh) 'in rivayetine göre, Mekke'li müşrikler Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber olduğuna dair mucize göstermesini istemişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer sen gerçek peygamber isen şu Safa dağını bizim için altın yap veya yerinden kaldır, başka yere götür, bizim ekin alanımız genişlesin.» Bunun üzerine, Allahü teâlâ'dan Peygamberine vahiy gelir ve şöyle buyurulur: «Ya Muhammed, eğer dilersen bunların azabını tehir edelim, ola ki bunlardan bir zürriyyet gelir de müvahhidlerden ve musaddıklardan olur. Şayet dilersen istediklerini bunlara gösterelim, iman etmezlerse helak edelim. Nitekim onlardan öncekilere istedikleri mucizeleri gösterdik, iman etmedikleri için helak oldular.» Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunu işitince, derhal Rabbine münâcaatta bulunur ve «Rabbim bunu tehir et» diye dua eder. Allahü teâlâ da bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Bizi mucize göstermekten alıkoyan, ancak, öncekilerin mucizeleri yalanlamış olmalarıdır. Semûd kavmi Salih'ten bir deve istediler, biz de onlara, gözleri göre göre bir dişi deve verdik, peygamberlerini yalanlayıp deveyi öldürmek suretiyle kendilerine zulmettiler. Biz de azabımızı onların üzerine gönderdik. Oysa biz; mucizeleri yalnız imana gelmeleri için göndeririz, şayet imana gelmezlerse helak ederiz.» 60 «Sana: Rabbin şüphesiz insanları kuşatmıştır demiştik. Sana gösterdiğimiz temaşayı da, Kur'an'da lanetlenen ağacı da, insanları denemek için vesile yaptık. Biz onları korkutuyoruz, fakat bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye yaramıyor.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, senin Rabbin ilmiyle insanların fiillerini, gizli ve aşikâr konuşmalarını, gönüllerinde gizlediklerini bilir. Hepsi bizm kudret elimizdedir, hiçbiri bizim bilgimiz dışında değildir. Yerde ve göklerde olanların hepsi bizim emrimize musahhardır. Gecenin bir cüzünde seni göklere çıkartıp gösterdiğimiz âlemleri de, Kur'an'da lanetlenen zakkum ağacını da insanları denemek için vesile yaptık. Sen onlara gördüklerini ve lanetlenmiş ağacı haber verince, imanı zayıf olan mü’minler imanı terk edip inkâr ettiler, kâfirler ise taşkınlıklarını artırdılar.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirleri cehennem meyvesi olan zakkum ağacı ile korkutunca, onu alaya alıp «Muhammed bize ateş içinde ağaç olduğunu söylüyor, ateş içinde nasıl ağaç olur, ateş onu yakıp yok etmez mi?» demişlerdir. Zakkum âyeti gelince birbirlerine zakkumun ne olduğunu sormuşlar ve «zakkum hurma ile süt köpüğüdür» demişlerdir. Ebû Cehil, aklınca zakkumun ne olduğunu tesbit için cariyesine «bize zakkum getir de yiyelim» demiş, cariyesi de ona hurma getirmiştir. Ebû Cehil, hurmaları alır, halkın bulunduğu yere gelir ve «Muhammed'in sizi korkuttuğu zakkum işte budur, alın yiyin, bakın bunda korkulacak bir şey var mı?» diyerek elindeki hurmaları halka dağıtır. Yüce Allah onların bu durumunu şöyle beyan ediyor: «Biz onları imana gelmek için korkutuyoruz, bu onlara büyük taşkınlık vermekten başka bir şeye yaramıyor.» Onlar cehennem zakkumu ile dünya zakkumunu kıyaslayarak taşkınlıklarını ve sapıklıklarını, küfür ve isyanlarını daha da artırmışlardır. Halbuki dünya zakkumu ile cehennem zakkumu bir olur mu? Elbette bir olmaz. Kâfirlerin cehennemdeki yiyecekleri odur. 61 «Meleklere: Âdem'e secde edin demiştik ve onlar da secde etmişlerdi de, iblis etmemiş: Ben çamurdan yarattığın kişiye secde eder miyim demişti.» 62 «Yine demişti ki: Benden üstün tuttuğun kimse bu mu? Beni kıyamet gününe kadar geciktirirsen, yemin olsun ki, onun zürriyyetini, birazı müstesna olmak üzere, behemahal kendime bende ederim.» Allahü teâlâ, Âdem (aleyhisselâm)'i balçıktan yarattığı zaman, meleklerin kendisine secde etmesini emretmiştir. Bu emre imtisalen melekler derhal Âdem (aleyhisselâm)'e secde ederler. Fakat meleklerin hocası olan İblis secde etmez. Kibirlenir, Allah'a asi olur. Yüce Halik neden secde etmediğini sorar. Şeytan kendisinin ateşten, Âdem'in ise çamurdan yaratıldığım, dolayısıyla ondan daha üstün olduğunu söyler. Halbuki yapılan bu secde Âdem'in şahsında Allahü teâlâ'yadır. Allah, emrine karşı geldiği için de onu rahmetinden kovar. Allah'ın rahmetinden kovulan şeytan: «Ey Rabbim, benden üstün tuttuğun kimse bu mudur ki, bundan dolayı beni rahmetinden kovup lanetledin. Kıyamet gününe kadar bana mühlet ver. Şayet o zamana kadar bana mühlet verirsen, yemin olsun ki, onun zürriyyetinden birazı müstesna olmak üzere, behemahal kendime bende ederim.» der. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Meleklere: Âdem'e secde edin demiştik ve onlar da secde etmişlerdi de, İblis etmemiş: Ben çamurdan yarattığın kişiye secde eder miyim demişti. Yine demişti ki: Benden üstün tuttuğun kimse bu mu? Beni kıyamet gününe kadar geciktirir sen, yemin olsun ki, onun zürriyyetini, birazı müstesna olmak üzere, behemahal kendime bende ederim.» 63 «Allah: Haydi git, onlardan sana kim uyarsa bil ki, cehennem hepinizin cezası olur. Hem de tam bir ceza, dedi.» 64 «Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat. Onlara karşı atlı ve yayalarınla haykırarak yürü. Mallarına, evlâtlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulun. Şeytan bu, onlara bir aldanıştan başka ne vaadeder o?» Yüce Allah rahmetinden kovduğu şeytanın isteğini kabul eder, dünyanın sonuna kadar mühlet verir ve «Haydi git, onlardan sana kim tâbi olursa bil ki, cehennem hepinizin cezası olur. Seni de, onları da cehennem ateşi ile cezalandıracağım. Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat. Onlara karşı atlı ve yayalarınla haykırarak yürü. Mallarına, evlâtlarına ortak ol. Onlara vaadlerde bulunarak isyan ettir.» Şeytan, Allahü teâlâ'dan kıyamete kadar mühlet alınca Âdem'in zürriyyetinden birçoğunu kendisi gibi Allah'a isyan ettirmiştir. Mü’minlerden olsun, kâfirlerden olsun, Allah'a isyan edenler şeytanın askerleridir. Şeytan onların mallarına, oğullarına ve kızlarına bile ortak olur. Bazı tefsircilere göre, şeytanın onların mallarına ortak olması şu mânâya gelir: Müşriklerin, ekinlerinden, koyunlarından, develerinden ve mahsullerinden putlarına ayırdıkları hisse. Gayr-i meşru yerlere yapılan harcamalar, besmelesiz yemek ve besmelesiz boğazlanan hayvanların eti,- haram kazanç, bunların hepsine şeytan ortaktır. Çocuklardaki ortaklığa, gelince; nikâhsız ve besmelesiz kazanılan çocuklara da haram ile beslenen çocuklara da şeytan ortaktır. Her mü’minin bu hususlara azami şekilde dikkat etmesi gerekir. 65 «Doğrusu benim mü’min kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter.» 66 «Rabbiniz, bol nimetinden elde edesiniz diye, denizde gemileri sizin için yüzdürür. O, size merhamet eder.» Bu âyet-i celilede gerçek mü’minlere müjde vardır. Şeytanın, onlar üzerinde bir hâkimiyeti olmayacağını Hâlik-ı Mutlak bildiriyor. Gerçek mü’minler, Allah'ın emirlerine itaat edip yasaklarından sakınırlar. İşlerini Allah'a havale ederler, yaptıkları her şeyi Allah rızası için yaparlar. Şeytanın hile ve vesvesesine aldanmazîar. Onların yardımcısı ve koruyucusu Allah'tır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Doğrusu benim mü’min kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak yeter. Rabbiniz, bol nimetinden elde edesiniz diye, denizde gemileri sizin için yüzdürür. O, size merhamet eder.» Allahü teâlâ'nın kullarına olan ihsanlarını ve birliğine delâlet eden delilleri beyan etmesinin sebebi, Âdemoğlunun kendisine itaat edip şeytana tâbi olmaması içindir. Zira Yüce Allah, Âdemoğlunu kendisine kulluk yapmak için yaratmıştır. Buna mukabil yerlerde ve göklerde ne varsa hepsini onun emrine ram etmiştir. Bütün bu nimetler, kendisi için yaratılan Âdemoğlunun görevi, Allah'a kulluktur. Bu görevi yerine getirenler için dünyada da, âhirette de, büyük mükâfatlar olduğu gibi, yerine getirmeyenler için de çok şiddetli azap vardır. Çünkü şeytan, Allah'ın emrine itaat etmediği için ilâhi rahmetten koyulmuştur. Allah'ın emrine itaat etmeyenler, O'nun rahmetinden istifade edemezler. Allah'ın rahmeti ancak emrine itaat edenler içindir. 67 «Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolup gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür.» Ey insanlar, karada ve denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolup gider. Hiçbirisi yardımınıza koşup sizi içine düştüğünüz sıkıntıdan kurtaramaz. İşte o zaman Rabbinize tezarrû ile yalvarıp dua edersiniz. Fakat sizi kurtarıp sıkıntınızı giderince yine O'ndan yüz çevirirsiniz, başınıza geleni unutursunuz. Zaten insan pek nankördür. Yüce. Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah'tan başka bütün taptıklarınız kaybolup gider. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca yine yüz çevirirsiniz. Zaten insan pek nankördür. «Onlar, Allah'ın bütün nimetlerinden istifade ederler, fakat başkasına taparlar. Halbuki her şeyi yoktan var eden O'dur. O'ndan başka ibadete lâyık ma'bud yoktur. 68 «O'nun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.» 69 «Yoksa sizi tekrar denize döndürerek müthiş bir fırtına göndermesinden, nankörlüğünüze karşılık sizi boğmasından emin mi oldunuz? O zaman bize soru soracak kimse de bulamazsınız.» Ey insanlar, şayet Allahü teâlâ'ya asi olursanız, sizi Karun gibi yere batırmasından, Lût kavmi gibi üzerinize taş yağdırmasından emin misiniz' Emin olmadığınıza göre başınıza böyle bir musibet gelirse, sizi Allah'ın azabından kim kurtaracak? Hiç kimse sizi O'nun azabından kurtaramaz. Çünkü her şey O'na muhtaçtır. Böyleyken Yüce Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiniz, verilen nimetlere şükretmediniz. «O'nun karada da, sizi yere batırmasından veya başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız. Yoksa sizi tekrar denize döndürerek müthiş bir fırtına göndermesinden, nankörlüğünüze karşılık sizi boğmasından emin mi oldunuz? O zaman bize soru soracak kimse de bulamazsınız.» Yüce Halik yaptığından kimseye sorumlu değildir. 70 «Yemin olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık. Onların karada, denizde geçimlerini sağladık. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattığımız şeyin pek çoğundan onları üstün kıldık.» Allahü teâlâ, yaratmış olduğu varlıklar arasında en üstün ve en mükemmel insanoğlunu yaratmış, ondan daha üstün bir varlık yaratmamıştır. Ona fizik güzelliği, akıl nimeti, düşüncelerini ve bilgisini başkalarına aktarması için konuşma kabiliyeti, her şeyi becerme gücü, düşünce kabiliyeti ve el ayak gibi nimetler vermiştir. Yerdeki ve göklerdeki bütün nimetleri de onun emrine musahhar kılmıştır. Nimetlerin en temizini ve en güzelini de rızık olarak kendisine vermiştir. Onların karada ve denizde geçimlerim sağlamıştır. Bütün bu nimetlerle bezenen insanoğlu yalnız Allah'a kulluk yapmak için yaratılmıştır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yemin olsun ki, biz insanoğullarını şerefli kıldık. Onların karada, denizde geçimlerini sağladık. Temiz şeylerle onları rızıklandırdık. Yarattığımız şeyin pek çoğundan onları üstün kıldık.» İnsan her yönüyle diğer mahlûkatın en şereflisi olduğu gibi, ahlâkan da en üstünüdür. Çünkü onun görevi görevlerin en üstünü ve en mükemmelidir. Yaratılışı da öyledir. 71 «Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağıracağız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar yaptıkları her şeyin yazılı olduğu kitaplarını okurlar. Onlara kıl kadar haksızlık edilmez.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, bir gün insanları önderleriyle beraber çağıracağımız günü hatırla. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar yaptıkları her şeyin yazılı olduğu kitaplarını okurlar. Kıyamet günü onlara kıl kadar haksızlık yapılmaz.» Tefsirciler âyette geçen «imamihim» kelimesinde ihtilâf etmişlerdir. Kimi, «imamihim» Allah tarafından onlara gönderilen kitaplardır demişler. Kimi, onları hakka veya bâtıla çağıran önderleridir. İster hidayet ehli olsun, ister dalâlet ehli olsun kıyamet günü önderleriyle beraber çağrılırlar. Kimi de, peygamberlerdir, her kavim peygamberleriyle çağrılır veya dünyada taptıkları putlarıdır, kıyamet günü onlarla çağrılırlar. Hasan-ı Basri de «imamihim, amel defteridir. Herkesin yaptığı onda noksansız yazılıdır» demiştir. Amel defteri sağından verilenler, sevaplarını gördükleri zaman sevinirler. Onlara amellerinin karşılığı tam olarak verilir. Hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz, hayır işleyenlere mükâfat, şer işleyenlere de cezaları verilir. 72 «Bu dünyada kalbi kör olan, âhirette de kör ve daha şaşkındır.» Yerlere ve göklere bakıp ibret almayanlar, Allah'ın vermiş olduğu nimetleri yiyip şükretmeyenlerin gözleri de, gönülleri de kördür. Onlar hakkı göremezler, işitemezler, düşünemezler. Dünyada kalbi kör olanların, âhirette de kördür. Çünkü onlar yerlere ve göklere bakıp ibret almamışlardır. Eğer ibret almış olsalardı, Allah'a iman edip nimetlerine şükrederlerdi. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Bu dünyada kalbi kör olan, âhirette de kör ve daha şaşkındır.» 73 «Onlar seni, sana vah yettiğimizden çevirip başkasını uydurmayı ve bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi.» İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu âyet Sakıf kabilesi hakkında nazil olmuştur. Sakıf kabilesi, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir elçi gönderir, bazı istekleri olduğunu bildirir. Peygamberimiz, isteklerinin ne olduğunu sorar. Onlar şöyle cevap verirler: «Biz namazda rükû ve secde etmeyiz, putlarımızı kendi ellerimizle kıramayız, Lât adındaki putumuzu bir yıl muhafaza edip ondan istifade edeceğiz.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onları dinledikten sonra şu cevabı verir: «Rükû ve secdesiz namaz olmaz. Zira bugüne kadar rükû ve secdesiz namaz olmamıştır. Putlarınızı siz kırmazsanız, biz onları kırdırırız. Lât adındaki putunuza gelince, bir yıl ondan istifade etmeniz mümkün değildir. Çünkü Allah'tan başkasından yardım beklenmez.» Onlar namazda rükû ve secdeyi kabul ederler, fakat Lât adındaki putlarını çok sevdiklerini bildirirler ve şöyle derler: «Ey Allah'ın Resulü, biz onu çok seviyoruz, sen hiç kimseye yapmadığım bize yap, bütün Araplar da onu bilsinler.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların bu istekleri karşısında sükût eder, bir anda cevap vermez. O zaman Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: «Ya Muhammed, onlar seni, sana vahyettiğimizden çevirip başkasını uydurmayı ve bize atfetmeyi istediler ki, o zaman seni öz dost edineceklerdi.» 74 «Biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, sen belki onlara biraz meyledecektin.» 75 «O zaman sana, hayatın da, ölümün de iki katını tattıracaktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, eğer biz seni muhafaza edip hak üzere sağlamlaştırmamış olsaydık, belki onlara meyleder, arzularını yerine getirirdin. Şayet onların söylediklerini ve arzu ettiklerini yapsaydın o zaman sana dünyada da, âhirette de iki kat azap tattırırdık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın.» Eğer Allah Resulü, kâfirlerin sözüne uyup, onların istek ve arzularını yerine getirseydi, kendisine iki kat azap verilirdi. Çünkü Peygamberler diğer insanlardan cismen de, ruhen de üstündürler. Her şahsın padişah katındaki suçu ona yakınlığı nisbetindedir. Peygamberler Allah katında diğer insanlardan çok daha üstündürler. Bu bakımdan onların mesuliyeti de diğer insanlarmkinden daha fazladır. Peygamberler ismet sıfatı ile muttasıf oldukları için, onlardan hata sudur etmez, ancak ayak kayması dediğimiz zelle sadır olur. Bu âyet-i celile mü’minlere en büyük bir derstir. Ümmetin bundan ders alıp Allah'ın emirlerine itaat ederek, kâfirlerden yüz çevirmesi gerekir. Çünkü mü’minin görevi Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınmaktır. 76 «Onlar, seni memleketinden çıkarmak için rahatsız edip dururlar. O takdirde onlar da, senden sonra, memleketlerinde pek az kalabilirler.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye yerleşip İslâmı yaymasını Yahudiler çekememişlerdir. Allah Resulünü Medine'den çıkarmak için bazı plânlar hazırlamışlardır. Bunlardan bir tanesinin rolünü Hay ibn Ahtab ve arkadaşları oynamıştır. Şöyle ki; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Ya Muhammed, sen de biliyorsun, bu şehir peygamberler diyarı değildir. Hiçbir peygamber burada kalmamıştır. Peygamberlerin diyara Şam'dır. İbrahim ve oğulları da Arz-ı Mukaddes'te kalmışlardır. Eğer sen de onlar gibi gerçekten peygamber isen, onların yaşadığı yere git» derler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Şam'a gitmek için Medine'den çıkar ve Zü'lhûleyfe denen yere gelir, sahabîleri beklemek üzere orada konaklar. O zaman Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: «Onlar, seni memleketinden çıkarmak için rahatsız edip dururlar. O takdirde onlar da, senden sonra, memleketlerinde pek az kalabilirler.» Bu âyet nazil olunca, Allah Resulü tekrar Medine'ye döner. Eğer Hay ibn Ahtab’ın sözü üzere Medine'den çıksaydı Allah Medine halkının hepsini helak edecekti. Bundan dolayı «memleketlerinde pek az kalabilirler» buyurmuştur. 77 «Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerimiz arasındaki yolumuz bu idi. Bu yolumuzda bir değişiklik bulamazsın.» Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed! Senden evvel gönderdiğimiz peygamberlerimiz arasındaki yolumuz bu idi. Peygamberlerine isyan edip tâbi olmayan toplumları helak ederiz. Ancak peygamberleri içlerindeyken onları helak etmeyiz, peygamberlerini içlerinden çıkardıktan sonra helak ederiz. Bizim yolumuz böyle vaz olundu, bu yolumuzda bir değişiklik bulamazsın.» Allahü teâlâ, peygamberlerine isyan eden toplumları helak etmiştir. Ancak peygamberleri içlerindeyken onlan helak etmez, peygamberlerini ve iman edenleri içlerinden çıkardıktan sonra helak eder. 78 «Güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar (öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitlerinde) namazı gereği üzere kıl, bir de sabah namazım kıl. Çünkü, sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.» 79 «Gecenin bir kısmında, uykuyu bırakarak gece namazı kıl. Bu senin için ayrı bir ibadettir. Belki Rabbîn seni yüce ve şanlı bir makama yükseltir.» Bu âyet-i celile beş vakit namazın farziyetine delâlet etmektedir. Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor.- «Ya Muhammed, namazı güneşin zevalinden gecenin karanlığına kadar, vaktinde, gereği gibi kıl.» Âyette geçen öğle, ikindi namazlarına, akşam ve yatsı namazlarını ifade eder, âyetin bu kısma ise, sabah namazında gece ve gündüz meleklerinin hazır bulunduğunu ifade eder. Sabah namazında gece ve gündüz melekleri hazır bulundukları gibi, birbirlerine de devir teslim yaparlar. Gece melekleri görevi gündüz meleklerine teslim ederler, onlar da teslim alırlar. Gece melekleri görevi teslim ettikten sonra, gece yapılan ibadetleri alıp Allah katına çıkarlar ve «Ey Rabbimiz, işte kullarının yapmış olduğu ameller, biz onları şu anda ibadet halinde bırakıp geldik- derler. Allahü teâlâ melekleri, kullarının yapmış olduğu ibadetlere böylece şahit tutar. Bu bakımdan sabah namazı çok ehemmiyetli bir namazdır, dolayısıyla mü’minlerin sabah namazını gaflet içinde geçirmemesi gerekir. Diğer bir ifade ile sabah namazı orta namazdır, gece ve gündüz meleklerinin buluştuğu bir vakittir. O vakti gafletle geçirmek, mü’min için en büyük kayıptır. Yüce Allah bu âyet-i celilede beş vakit namazı zikrettikten sonra, Peygamberine gece namazını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, gecenin bir kısmında, uykuyu bırakarak gece namazı kıl. Bu senin için ayrı bir ibadettir. Belki Rabbin seni yüce ve şanlı bir makama yükseltir.» Bu, Peygambere mahsus bir ibadettir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gecenin bir kısmında kalkıp namaz kılması, Rabbine ibadet etmesi, onun görevidir. Bu ibadet ümmetine de sünnettir. Buna «Teheccüd» namazı denir. Peygamberler Allah'ın sevgili kulları olduğu için, ümmetlerine emredilmeyen bazı ibadetler onlara emredilmiştir. Peygamberimiz'e gece namazı emredilmesine rağmen, ümmetine emredilmemiştir. Ancak kılmak sünnettir, kılanlar sevap kazanır, kılmayanlar bir mesuliyete girmezler. Âyette geçen Makam-ı Mahmud, şefaat-ı kübra makamıdır. Ebû Saidil-Hudri, Makam-ı Mahmud hakkında Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet eder: «Peygamberimiz, Makam-ı Mahmud, odur ki, Allahü teâlâ kıyamet günü iman ehlinden bir kavmi benim, şefaatımla cehennemden çıkarır. Onları hayvan ismi verilen bir nehre koyar, orada bütün vücudları yenilenir. Sonra bu nehirden çıkarır, cennete koyar ve ellerine de «bunlar Allahü teâlâ'nın cehennem azatlılarıdır" yazılı bir belge verir. Fakat onların üzerinde yine de cehennem lekeleri bulunur. Cennet ehli onların üzerindeki lekeleri görünce rahatsız olurlar ve bu alâmetlerin kendilerinden giderilmesini isterler. Yüce Allah cennet ehlinin bu isteğini kabul ederek, sonradan cennete girenlerin üzerindeki lekeleri yok eder, onlar da cennete ilk girenler gibi olur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kıyamet günü zerre kadar imam olana şefaat edecektir. Bundan dolayı zerre kadar imanı olan cehennemde ebedî kalmayacaktır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'den Şam'a gitmek için çıkıp tekrar Medine'ye döndüğü zaman Rabbine şöyle niyazda bulunmuştur. 80 «De ki: Rabbim, beni koyacağın yere sıdk ile koy ve çıkaracağın yerden sıdk ile çıkar. Katından beni destekleyecek kuvvet ver.» Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, de ki: Rabbim, beni Mekke'den sıdk ile çıkar, Medine'ye sıdk ile koy. İslâm üzere sabit kıl. İslâmın izzet ve şerefini yükselt. Beni küfre düşmekten muhafaza et. Beni bu dünyadan sıdk ile çıkar, kabre sıdk ile koy, kabirden sıdk ile çıkar. Götürdüğün yere sıdk ile götür. Beni kötü işlerden ve münafıklıktan muhafaza et. Düşmanlara galip gelmem için bana açık deliller ve hüccetler ver. Bana yardımcı bir melek gönder, zarar vermek isteyenlere mani olsun.» Allahü teâlâ Peygamberine böyle dua etmesini emir buyurmuştur. Mü’minlerin de, peygamberleri gibi dua etmeleri gerekir. Çünkü Peygambere duanın böyle tâlim edilmesi, sadece şahsına münhasır değildir, ümmetine de şamildir. 81 «De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.» 82 «Kur'an âyetlerini mü’minlere rahmet ve şifa olarak indiriyoruz. Zâlimlerin ise sadece kaybını artırır.» Yüce Allah bu âyet-i celilelerinde, hak gelince bâtılın yok olacağını bildirmiş, Kur'an'ın mü’minlere rahmet ve şifa, kâfirlere ise helak sebebi olduğunu beyan etmiş, sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammad, de ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.» Abdullah ibn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Beytullah’ın etrafında üçyüz altmış tane put vardı. Mekke fethedüdiği gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) elindeki sopası ile onları deviriyor ve bu âyeti okuyordu.» Her hususta böyledir. Hakkın olduğu yerde bâtıl olamaz. Bir memlekette veya bir toplumda hak hâkimse, orada bâtıl hüküm süremez. Bâtıl, ancak hakkın olmadığı yerde olur. Bu bakımdan Hazret-i Ömer «adalet mülkün temelidir» demiştir. Zaten milletleri ayakta tutan haktır. Hakkın gözetilmediği toplumların veya milletlerin yıkılması mukadderdir. Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, Kur'an âyetlerini mü’minlere rahmet ve şifa olarak indiriyoruz. Zalimlerin ise sadece kaybını artırır.» Kur'ân-ı Kerîm, mü’minlere rahmet ve şifadır. Çünkü o, Ölü kalbleri diriltir, yolunu kayıp edenleri hidayete erdirir. O, hastalara şifadır, ölülere rahmettir. Gözlere nur, gönüllere huzurdur. Hastalara - ihlâsla okunursa -şifa olur, inananları hakka ve doğru yola götürür. Küfür ve şirkten uzaklaştırır, imanın ve ibadetin lezzetini tattırır. İlme teşvik eder, cehaleti yerer, insana hakkı bâtılı, iyiyi kötüyü, helâli ve haramı öğretir. Allah'a ibadeti, ana-babaya itaati, hısım-akrabaya ve yoksula yardımı emreder. Çalışmayı ibadet kabul eder. Kâfirlerin ise sadece kaybını artırır, onlar için helak sebebi olur. 83 «İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirerek yan çizer. Başına bir kötülük gelince de ye'se düşer.» 84 «De ki: Herkes kendi huyuna, seciyesine göre hareket eder. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir.» Yetmişinci âyette insanoğlunun en şerefli bir mahlûk olduğu ifade edilirken, burada da çok nankör bir varlık olduğu bildirilmiştir. Gerçekten insanoğlu çok nankör bir varlıktır. Göklerdeki ve yerdeki her şey kendisi için yaratılmasına rağmen, o hâlâ Rabbinin emirlerine itaat edip nimetlerine şükretmez. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Biz, insana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirerek yan çizer. Kibirlenerek imandan yüz çevirir. Başına bir kötülük gelince de ye'se düşer. Allah'ın rahmetinden ümit keser.» Fakat iman edenler, Allah'ın rahmetinden asla ümitlerini kesmezler. Her zaman dua ve niyazlarına devam ederler, verilen nimetlere nankörlük etmezler, şükrederler. Duanın bir âdabı vardır, duada ihlâs ve samimiyet gereklidir. İhlâssız yapılan dua Allah katında makbul değildir. Böyle olmakla beraber Allah'ın rahmeti sınırlı değildir, isteyene Yüce Halik istediğini verir. Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, de ki: Herkes kendi huyuna, seciyesine göre hareket eder. Rabbiniz kimin en doğru yolda olduğunu bilir.» 85 «Sana ruhun ne olduğunu sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.» Bu âyet-i celilenin nüzulü hakkında Abdullah ibn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Medine'nin ekinliklerinde geziniyorduk, elinde, baston vazifesi gören bir hurma sopası vardı. Birlikte bir yahudi topluluğunun yanından geçtik. Yahudiler birbirlerine «buna ruhtan soralım» dediler, içlerinden bazıları «sormayın, belki hoşunuza gitmeyen bir söz söyler» dediler. Bazıları da «soralım, niçin sormuyoruz?» dediler ve aralarından biri kalkıp yanımıza geldi «Ey Kasım'ın babası, ruh nedir?» dedi. Bu soruya Allah Resulü cevap vermedi, sükût etti. Ben, vahiy geldiğini tahmin ettim, yüzünden o hal keşfedildi ve kısa bir müddet sonra kafasını kaldırıp bu âyeti okudu.» Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, sana ruhun ne olduğunu sorarlar, de ki: Ruh, Rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta size pek az bilgi verilmiştir.» Peygamberimize sorulan ruh hakkında sahabe-i kiramın görüşü farklıdır. İbn Abbas (radıyallahü anh) onun Cebrail olduğunu söylemiş, Hazret-i Ali, ruhun, yetmiş bin yüzlü bir melek olduğunu, her yüzünde yetmiş bin dili olduğunu, bu dilleriyle de Allahü teâlâ'yı tesbih ettiğini söylemiştir. İmam-ı Mücahid, ruhun insan şeklinde bir varlık olduğunu, fakat yeme-içmeden hali bulunduğunu, buna rağmen melek olmadığını söylemiştir. Said ibn Cübeyr, ruhun bir mahlûk olduğunu, Allahü teâlâ'nın ondan daha büyük bir varlık yaratmadığını, eğer yeme-içme kabiliyeti olsaydı, yerleri ve gökleri bir lokmada yutabileceğim, yaratılışının melek, suretinin insan şeklinde olduğunu, kıyamet günü arşın sağında duracağını ve tevhid ehline şefaat edeceklerden birinin de, o olduğunu söylemiştir. Şayet onun ile diğer melekler arasında nurdan bir perde olmasaydı, gök ehli onun nuru ile aydınlanırdı. Bazıları ruhun damarda dolaşan kan olduğunu söylemişler, bazıları nefis olduğunu iddia etmişler, bazıları görünmeyen bir varlık olduğunu, bazıları da, bedenin kendisi ile kaim olan lâtif bir cisim olduğunu söylemişlerdir. Bazılarına göre de, ruh, her şeyi içinde toplamış bir mânâdır. Hayat onunla olur, o insandan ayrıldığı zaman her şey biter, hayat son bulur. Yüce Allah, ruhun ne olduğunu kimseye bildirmemiştir. Bilinen bir gerçek varsa, onsuz hayat olmadığıdır. Yukarda geçen ifadelerden, de anlaşılacağı gibi, ruh maddî değil, manevî bir varlıktır. Mahiyetini ancak Allah bilir. O'ndan başka kimse bilemez. 86 «Andolsun ki, dileseydik sana vahyettiğimizi alıp götürürdük. Sonra bize karşı duracak bir vekil de bulamazdın.» 87 «Bunu yapmayışı ancak Rabbinin sana merhamet etmesindendir. Çünkü O'nun sana olan nimeti büyüktür.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, yemin olsun ki, eğer biz dileseydik, ruh ilminden seni men ettiğimiz gibi, sana vahyettiğimizi de gönlünden ve kitaplardan alır götürürdük. Sonra bize karşı duracak ve Kur'an'ı sabit kılacak bir vekil de bulamazdın. Rabbinin bunu yapmayışı ancak sana olan merhametinden dolayıdır. Çünkü O'nun sana olan nimeti büyüktür, Kur'an'ı sana indirmiştir.» Abdullah ibn Mes'ud (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Kur'an, gönüllerden ve kitaplardan silinmeden önce çok çok okuyun. Kur'an, gönüllerden ve kitaplardan silinince kıyameti bekleyin.» Bazıları da şöyle demişlerdir: Kur'an gönüllerden ve kitaplardan silinmeden önce çok okuyun. Kıyamete yakın, insanlar akşamdan yatacaklar sabahleyin kalktıkları vakit Kur'an'dan ezberlerinde bir şey kalmayacak, kitaplara bakacaklar, kitaplarda da bir şey bulamayacaklar, o zaman insanlar tıpkı hayvanlar gibi olacaklardır. Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın yeryüzünden kalkmasa, kıyamet alâmetlerindendir. 88 «De ki: İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kur'an’ın bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kâfirler, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah kelâmı olduğunu inkâr ederek «dilersek biz de böyle bir şey düzeriz. Bu Kur'an geçmiş insanların masalları ve öğütleridir. Onları ezberlemişler, bize okuyorlar» demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek, kâfirlere meydan okumuş ve sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, kâfirlere de ki: insanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kur'an’ın bir benzerini ortaya koymak için biraraya -gelseler, yemin olsun ki, yine de benzerini ortaya koyamazlar.» Bu âyet-i celile, Kur'an’ın Allah kelâmı olmadığını söyleyenlere meydan okuyor. Böyle iddia edenler, Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresinin veya bir âyetinin benzerini getirsinler. Kendileri getiremeyecekleri gibi, bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler de, Kur'ân-ı Kerîm'in bir sûresinin veya bir âyetinin benzerini getirmeye çalışsalar, yine getiremezler. Bugüne kadar kimse getirememiş, bugünden sonra da hiç kimse getiremeyecektir. Çünkü Kur'an, mahlûk değil, mucizdir. Allah kelâmıdır. İnsan sözü hiçbir zaman Allah kelâmına benzemez. Bunun için bin dört yüz yıldır, bütün edipler, şairler, filozoflar, bilginler, Kur'ân-ı Kerîm'in icazı karşısında acze düşmüşler, dillerini yutmuşlardır. Onun belagatı ve fesahati karşısında, insanoğlunun söz söylemesi en büyük hamakattır. 89 «Yemin olsun ki, biz Kur'an'da insanlara türlü türlü misaller gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler.» Yüce Allah, insanların ibret alıp iman etmeleri için Kur'ân-ı Kerîm'de türlü türlü misaller vermiştir. Buna rağmen kâfirler iman etmeyerek küfürde direnmişlerdir. Allahü teâlâ bunu şöyle beyan etmiştir: «Yemin olsun ki, biz Kur'an'da insanlara türlü türlü misaller gösterip açıkladık. Öyleyken insanların çoğu nankör olmakta direndiler.» Kur'ân-ı Azimüşşan'da geçmiş ümmetlerin kıssaları, helak oluş sebepleri açıklanmıştır. Böyleyken hâlâ insanların çoğu nankörlük yapıp inkâr ve küfürlerinde direnmişlerdir. 90 «Dediler ki: Bize, yerden kaynaklar çıkarmadıkça sana katiyyen inanmayız.» 91 «Veya hurmalıkların, bağların olup aralarında ırmaklar akıtmalısın.» 92 «Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, yahut Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.» Kâfirler, Peygamberimizin Peygamberliğini inkâr ederek şöyle demişlerdir: «Ya Muhammed, sen bize yerden kaynaklar çıkarmadıkça veya hurmalıklarının, üzüm bağlarının aralarından ırmaklar çıkarıp akıtmadıkça sana asla inanmayız. Şayet Peygamber isen göğü tepemize düşür veya Allah'ı ve melekleri getir, senin Peygamber olduğuna şahitlik etsinler, biz de o zaman sana iman edelim. Yoksa başka türlü iman etmeyiz.» Kâfirler bunlarla da kalmayarak daha da ileri gitmişlerdir. 93 «Veya altından bir evin olmalı, yahut göğe yükselmelisin - ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen, yine inanmayacağız -. De ki: Fesübhanallah, ben Peygamber olan bir insandan başka bir şey miyim?» Kâfirler, Allah Resulüne şöyle demişlerdir: «Senin altından bir evin olmalı veya gözümüz göre göre göğe çıkıp, oradan bize «bu sizin peygamberinizdir, ona tâbi olun» diye yazılı bir kitap indirmezsen yine inanmayız. Ancak dediklerimizi yaparsan o zaman sana inanırız.» Yüce Mevlâ sevgili Peygamberine kâfirlere karşı şöyle cevap vermesini buyurmuştur: «Allahü teâlâ'yı her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. Rabbim, sizin istediklerinizi yapmaya kadirdir. Bunları yapmaktan asla aciz değildir. Fakat siz Rabbime iftira edip maksatlı olarak bunları istediniz. O zaman istediğiniz yerine gelmez. Hem ben de sizin gibi bir insanım, sadece sizden farklı tarafım Peygamber oluşumdur. Sizin istedikleriniz beşerin gücünün üstündedir. Beşerin onlara gücü yetmez.» Allahü teâlâ, Peygamberine onların bunu istemekten maksisimlerinın iman etmek olmadığını, kuru kuruya bir mücadele olduğunu, şayet iman etmek isteselerdi, Kur'an mucizesi ve ayın ikiye bölünüşü iman etmeleri için en büyük hüccet olduğunu bildirmiştir. Fakat onların niyetleri iman etmek değil, Allah Resulü ile kuru kuruya mücadele etmektir. Çünkü Allah onların gözlerini, kulaklarını- ve kalblerini mühürlemiştir, binaenaleyh iman etmeleri mümkün değildir. 94 «insanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, iman etmelerine engel olan, sadece: Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi? demiş olmalarıdır.» 95 «De ki: Eğer yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı» biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, insanlara doğruluk rehberi olarak Kur'an ve Peygamber geldiği zaman, iman etmelerine engel olan, sadece: Allah, peygamber olarak bir insan mı gönderdi? Halbuki katında melekler var, neden, onlardan peygamber göndermedi? demiş olmalarıdır. Ya Muhammed, onlara de ki: Eğer yeryüzünde yerleşip dolaşan melekler olsalardı, o zaman biz de onlara gökten peygamber olarak melek gönderirdik. Halbuki yeryüzünde gezip tozanlar insanlardır. Bundan dolayı biz de onlara kendi cinslerinden peygamberler gönderdik.» Hazret-i Peygamber, bu âyeti kâfirlere okuyunca «peygamber olduğuna dair bize bir şahit getir» demişlerdir. Bunun üzerine şu âyet nazil olmuştur. 96 «De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu O, kullarından haberdardır, kemâliyle görücüdür.» 97 «Allah'ın hidayete erdirdiği kimse hak yoldadır. Kimleri de saptırırsa, artık onlar için Allah'ın katında dost bulamazsın. Biz onları kıyamet günü yüzükoyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak hasredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız.» Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirleri imana davet edince, peygamber olduğuna inanmamışlar ve «Ey Muhammed, Peygamber olduğuna dair bize bir şahit getir» demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, kâfirlere de ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, kullarının her halini bilir, O’ının bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Doğrusu O, kullarından haberdardır, kemâliyle görücüdür. Allah'ın hidayete erdirdiği kimse hak yoldadır. Kimleri de saptırırsa artık onlar için Allah'ın katında dost ve yardımcı bulamazsın. Biz onları kıyamet günü yüzükoyun, körler, dilsizler ve sağırlar olarak hasredeceğiz. Varacakları yer ebedi cehennemdir. Onun ateşi ne zaman sönmeye yüz tutsa hemen alevini artırırız.» İmam-ı Mukatil (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Kâfirler, cehenneme girdikleri zaman etleri ve derileri yanar, kül olur, dökülür, simsiyah kemikleri kalır. O zaman cehennem ateşi hafifler. İçindekilerin, etleri ve derileri tekrar eski haline gelir, bu defa cehennem tekrar alevlenir, eski durumunu alır. Kâfirlerin azabı ebedi olarak böyle devam eder.» Allahü teâlâ birçok âyetlerde, kâfirlerin maruz kaldıkları azaba çekerken göreceklerini, işiteceklerini ve söyleyeceklerini bildiriyor. Halbuki bu âyette onların gözsüz, dilsiz ve sağır olduklarını haber veriyor. Bu iki âyet arasındaki hususiyet nedir? İbn Abbas (radıyallahü anh) bunu şöyle cevaplandırmıştır: Kâfirler cehennemde kendilerini sevindirecek bir şey göremezler. Bir şey işitemezler ve kendilerini azaptan kurtaracak bir hüccet ileri süremezler. Bundan dolayı dilsiz, kör ve sağır gibidirler. Bazıları da şöyle demiştir: Günahkâr mü’minler, cezalarını çektikten sonra cehennemden çıkarlar, iman ehlinden kimse cehennemde kalmaz. O zaman cehennemin bekçileri, kâfirleri oranın bölümlerine koyarlar ve kapılarını kapatırlar. Artık kimse olduğu yerden bir daha çıkamaz. Bundan sonra ne görebilirler, ne işitebilirler ve ne de konuşabilirler. 98 «Bu, onların cezasıdır. Çünkü, onlar âyetlerimizi tanımayarak kâfir oldular. Bir yığın kemik ve ufalanmış toprak olduğumuzda mı yeniden dirileceğiz? dediler.» 99 «Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onların benzerlerini de tekrar yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi? Onlar için şüphe tanımayan bir zaman tayin etmiştir. Öyleyken, zâlimler, inkarcılıkta hâlâ direnirler.» Allahü teâlâ, cenneti de, cehennemi de insanlar ve cinler için hazırlamıştır. Her ikisi de bu dünyada kazanılıyor. Bu dünyada dileyen cenneti, dileyen de cehennemi kazanır. Cenneti kazananlara mükâfat, cehennemi kazananlara da inücâzat vardır. İşte kâfirlerin cehennemdeki cezaları, dünyadaki işlemiş oldukları suçların karşılığıdır. Çünkü onlar, Allah'ın âyetlerini ve öldükten sonra tekrar dirilmeyi inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır. Hem gökleri ve yeri yoktan var eden Allah, onları öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir değil midir? Bütün mevcudatı yoktan var eden Hâlik-ı Mutlak elbette ölüleri diriltmeye kadirdir. Allah, her canlı için bir ecel takdir etmiştir, onda asla şüphe yoktur. Böyleyken zâlimler inkarcılıkta hâlâ direnirler ve iman etmezler. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, onların benzerlerini de tekrar yaratmaya kadir olduğunu görmezler mi? Onlar için şüphe tanımayan bir zaman tayin etmiştir, öyleyken, zâlimler, inkarcılıkta hâlâ direnirler.» 100 «De ki: Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla yine de cimrilik ederdiniz. Çok cimridir insan.» Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, de ki: Ey insanlar, eğer Rabbimin nimet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusu ile kimseye vermez, elinizde tutardınız. Çünkü insan çok cimridir.» İnsanoğlu gerçekten çok cimridir, gözü doymak bilmez. Allah'ın kendisine vermiş olduğu şeylerin bir kısmını Allah yolunda infaktan çekinir, tükeneceğini zanneder. Halbuki o malı kendisine verenin Allah olduğunu da bilir. Buna rağmen yine cimrilik yapar. 101 «Yemin olsun ki, Musa'ya dokuz tane apaçık mucize verdik. İşte İsrailoğullarına sor. Musa, kendilerine geldiği vakit. Firavun ona: Musa, ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum demişti.» Allahü teâlâ, her peygambere birçok mucizeler verdiği gibi Musa (aleyhisselâm)'ya da birçok mucizeler vermiş ve bu âyet-i celilede dokuz tanesini beyan buyurmuştur. Mucize, tabiat üstü olaylardır, insan gücü ile meydana gelmesi imkânsızdır. Peygamberlerin, kavimlerine peygamberliklerini isbat etmeleri için Allah tarafından kendilerine verilen harikulade şeylere mucize denir. Dolayısıyla mucize ancak peygamberlere mahsustur. Her peygamber içinde bulunduğu şartlar muvacehesinde mucize göstermiştir. Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'ya verilen dokuz mucize şunlardır: 1- Elindeki asanın ejderha olması, 2- Elinin güneş gibi parlaması, 3- Çekirgelerin İsrailoğullarını istilâ edip ekinlerini ve meyvelerini yemesi, 4- Ekin bitinin tarla ve bahçeleri istilâ etmesi, 5- Suyun kan olması, 6- Firavun ve kavminin suda boğulması, 7- Taşların yarılıp arasından su fışkırması, 8- Kurbağaların İsrailoğullarını istilâ etmesi, 9- Tûr dağının İsrailoğullarının üzerine yükselmesi. Bunların geniş izahı A'raf Sûresi'nde geçti. Saffan ibn Gıslân’ın rivayetine göre, bir Yahudi, arkadaşı ile Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek bu âyetin mânâsını sorar, Peygamberimiz de şöyle der: «Allahü teâlâ'ya şirk koşmayın, haksız yere adam öldürmeyin, zina etmeyin, faiz yemeyin, namuslu kadına iftira etmeyin, sihir yapmayın, hüküm sahibine karşı müzevirlikte bulunmayın ve cumartesi günü haddi aşıp nefsinize zulmetmeyin.» Allah Resulünden bu sözleri duyan Yahudiler eline ayağına sarılarak öperler ve «senin hak Peygamber olduğuna biz tanıklık ederiz» derler. Bunun üzerine Peygamberimiz onlara «sizi iman etmekten men eden nedir» diye sorar. Onlar şöyle cevap verirler: “Dâvud Peygamber, Rabbine dua ederek kendi zürriyetinden peygamber gönderilmesini istedi. Ola ki, onun soyundan bir peygamber gelir de Yahudiler ona tâbi olurlar. Biz tâbi olmadığımız için bize karşı savaş açıp yok ederler. Bundan dolayı iman etmiyoruz.» Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yemin olsun ki, Musa'ya dokuz tane apaçık mucize verdik. İşte İsrailoğullarına sor. Musa, kendilerine geldiği vakit, Firavun ona: «Musa, ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum» demişti.» Musa da, ona şöyle cevap vermişti. 102 «Musa da: Yemin olsun, dedi, bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorsun. Ey Firavun, doğrusu senin mahvolacağını sanıyorum demişti.» Musa (aleyhisselâm) Peygamber olunca Mısır Kralı Firavun'a gider ve kendisini imana davet eder. Firavun, Musa (aleyhisselâm)'nın peygamberliğini kabul etmez ve peygamber olduğuna dair mucize ve alâmet göstermesini ister. Musa (aleyhisselâm) da el ve âsâ mucizelerini gösterir. O, hiçbirini kabul etmez. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) ona şöyle der: «Yemin olsun ki, bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini biliyorsun. Ey Firavun, doğrusu senin mahvolacağını sanıyorum.» Bu gerçekleri görmesine rağmen Firavun yine iman etmez, Musa (aleyhisselâm)'yi Mısır'dan çıkarmayı plânlar. 103 «Derken Firavun onları memleketten sürmek istedi. Biz de kendisini ve beraberindekileri suda boğduk.» 104 «Sonra İsrailoğullarına: Bu memlekette siz oturun, kıyamet koptuğunda hepinizi biraraya getiririz dedik.» Musa (aleyhisselâm), Firavun'u imana davet eder, o iman etmez ve Musa (aleyhisselâm)'yı Mısır'dan çıkarmak ister. Musa (aleyhisselâm) da bir gece kavmini alır, Mısır'dan çıkar ve Kızıldeniz istikametine doğru hareket eder. Firavun da arkasından ordusu ile onu takip eder ve Kızıldeniz'in kenarında kendisine yetişir. Musa (aleyhisselâm) onu görünce ilâhi emir gereği elindeki âsâyı denize vurur ve denizden bir yol açılır. Musa (aleyhisselâm) kavmi ile beraber o yoldan geçer, Firavun da avanesiyle açılan yoldan denize girer, deniz kapanır ve hepsi birden boğulur. Böylece Firavun inkârının ve küfrünün cezasını görür. Sonra Musa (aleyhisselâm) kavmiyle beraber tekrar Mısır'a döner. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Sonra İsrailoğullarına: «Bu memlekette siz oturun, kıyamet koptuğunda hepinizi biraraya getiririz» dedik.» 105 «Kur'an'ı ancak hak olarak inzal eyledik, o da hak ve hakikat olarak indi. Seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.» 106 «Kur'an'ı bölüm bölüm indirdik ki, onu insanlara azar azar okuyasın. Onu parça parça indirmiş bulunuyoruz.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, biz Kur'an'ı ancak hak olarak inzal eyledik, o da hak ve hakikat olarak indi. Seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Kur'an'ı, insanlara azar azar okuman için bölüm bölüm indirdik ki, onu anlayıp gönüllerinde hıfzetsinler, anlamalarında ve ezberlemelerinde bir zorluk çekmesinler.» Kur'ân-ı Azîmüşşan, Allah tarafından indirilen kitapların sonuncusu olup peyderpey gönderilerek yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Diğer ilâhî kitaplardan farklı birçok özelliğe sahiptir. Diğer kitaplar bir defada nazil olmasına rağmen, Kur'ân-ı Kerîm yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Diğer kitapların hepsinin hükmü kalkmış, Kur'ân-ı Kerim'in hükmü kıyamete kadar bakidir. Onlardan farklı daha birçok özellikleri vardır. 107 «De ki: Kur'an'a ister iman edin, ister etmeyin. Evvelce kendilerine ilim verilenler Kur'an okunduğu zaman yüzüstü kapanarak secde ederler.» 108 «Ve: Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir derler.» 109 «Ağlayarak yüzüstü yere kapanırlar, bu onların gönüllerindeki rikkati artırır.» Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, kâfirlere de ki: Kur'an'a ister iman edin, ister etmeyin. Allah'ın, sizin imanınıza ve tasdikinize bir ihtiyacı yoktur. Hem siz, iman etmekle veya etmemekle O'na bir fayda ve zarar veremezsiniz, îman ederseniz mükâfat, etmezseniz mücâzat görürsünüz. Yaptıklarınızın sevabı da, günahı da size aittir. Evvelce kendilerine ilim ve kitap verilenlerin, yanlarında Kur'an okunduğu zaman yüzüstü kapanarak secde ederler, Onun Allah tarafından gönderildiğini bilirler ve şöyle derler: Rabbimizi her türlü noksanlıktan ve ortaklıktan tenzih ederiz. Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir.» Tevazularından ağlayarak yere kapanırlar. Kâmil iman sahipleri Kur'ân-ı Azîmüşşan'ın belagatı, fesahati ve icazı karşısında kendilerinden geçerler, Kur'an’ın nuru ile kalbleri ve gözleri nurlanır, imanları artar, kalbleri yumuşar, gönülleri huzura kavuşur. Çünkü Kur'an gönüllere nur, hastalara şifadır. 110 «De ki: Gerek Allah deyin, gerek Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O'nundur. Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma. İkisi ortasını bul.» İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece secdeye kapanır, «Yâ Allah, yâ Rahman» diye niyazda bulunur. Bunu duyan Ebû Cehil «Muhammed, bizi ilâhlarımızdan men ediyor, fakat kendisi iki ilâha tapıyor» der. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i celileyi inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurur: «Ya Muhammed, insanlara de ki: Gerek Allah diye dua edin, gerek Rahman diye dua edin, hangisi ile dua ederseniz edin, çünkü en güzel isimler O'nundur. Ya Muhammed, namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisinin ortasını bul.» Allahü teâlâ'nın doksan dokuz isminden hangisi ile dua ve niyaz edilirse, Yüce Halik onu kabul eder. Dua ve niyaz yalnız «Allah» lafzıyla yapılacak diye bir kayıt yoktur. Allahü teâlâ'nın -Ya Muhammed, namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisi ortacını bul» buyurmasının sebebi şudur: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Mekke'de sahabesiyle namaz kılarken aşikâr okurdu. Bunu duyan müşrikler olur olmaz söylerler ve mü'minlere eziyet ederlerdi. Gizli okuduğu zaman ise arkasında namaz kılanlar sesini duymazlardı. Yüce Allah bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberini ikaz edip şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma, ikisinin ortasını bul.» Bazı tefsircilere göre bunun mânâsı şöyledir: Ya Muhammed, namazların bazısında zammı sûreleri gizli oku, bazısında aşikâr oku. Yani öğle ve ikindi namazlarında gizli oku, sabah, akşam ve yatsı namazlarında aşikâr oku. Sabah vaktinde onlar gaflettedir, akşam ve yatsı vakitlerinde ise kendi işleriyle meşgul olurken size bir zararları dokunamaz. 111 «De ki: Hamd, evlât edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da ihtiyacı bulunmayan Allah'a mahsustur. O'nu gereği gibi tesbih et.» Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Bundan önceki âyet nazil olunca Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Rabbine: «Yâ Allah, yâ Rahman» diye dua ve niyaz ediyordu. Peygamberimizin böyle dua ve niyaz ettiğini duyan Mekke'li müşrikler «Muhammed bugüne'kadar bir ilâha dua ediyordu, şimdi Rahman diye bir ilâh daha edindi, böylece iki ilâhı oldu. Halbuki biz Yemâme'nin sahibi Müseylemetü'l-Kezzab'tan başka Rahman tanımıyoruz. Ancak Rahman odur ve ona dua ederiz.» demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, de ki: Hamd, evlât edinmeyen, mülkünde hiçbir ortağı olmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da ihtiyacı bulunmayan Allah'a mahsustur. O'nu gereği gibi tesbih et.» Her varlık lisan-ı haliyle Yüce Mevlâ'yı tesbih eder. O'nu tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Buradaki emir Peygamberimizin şahsında ümmetinedir. Allah'a ortak koşmak şirktir. İbrahim ibn Hakem dedesinden şöyle nakleder: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir kişi gelerek «Ey Allah'ın Resulü, benim çok borcum var, bir gün olsun borçtan kurtulmadım.» der. Peygamberimiz de ona şöyle cevap verir: «İsrâ Sûresi'nin son âyetini çok oku ve her okuyuşun sonunda üç defa “tevekkeltü alel hayyillezi la yemütü” söyle Allahü teâlâ seni borçtan kurtarır.» îhlâs ve samimiyetle Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tarif ettiği şekilde okuyanları Yüce Allah kul borcundan kurtarır. Her hususta olduğu gibi, bunda da teslimiyet şarttır. |
﴾ 0 ﴿