KEHF SURESİ

Bu sûre-i celile Kur'ân-ı Kerîm'in 18. sûresi olup Mekke'de nazil olmuştur. Bir rivayete göre (28) âyet Medine'de nazil olmuştur. Tamamı 110 âyettir. Bu sûre, bir kudret hârikası olan Eshab-ı Kehfin durumundan bahsettiği için, Kehf adını almıştır. Sûrenin ihtiva ettiği başlıca hususlar şunlardır:

1- Hamdın, tesbihin, tevhidin yalnız Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu,

2- Haşır ve neşre bir numune teşkil eden Ashab-ı Kehf hâdisesi,

3- Allah Resulünün kudsi vazifeleri,

4- Dünya malına kapılıp da âhireti unutan ile, Allah'a sığınıp yalnız O'ndan yardım isteyenlerin mukayesesi,

5- Şeytanın ve iman etmeyenlerin Allah'ın emirlerinden nasıl kaçtıkları,

6- Bu sûrede insanlara ibret verecek kıssaların bulunması,

7- Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, Hızır (aleyhisselâm) ile yaptığı yolculuk ve aralarında geçen olaylar,

8- Zü'lkarneyn'in doğuya ve batıya seyahati,

9- Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması.

1

«Hamd o Allah’a mahsustur ki, kulu Muhammed’e (aleyhisselâma) Kur’ân’ı indirdi, onun mâna ve lâfzında bir çarpıklık yapmadı.»

2

«Dosdoğru olarak kendi katından imansızlıkları şiddetli bir azap ile korkutmak ve sâlih ameller işliyen mü'minlere güzel bir ecir (cennet) olduğunu müjdelemek için yaptı.»

3

«Ebediyyen orada (cennet’de) kalacaklardır.»

4

«Hamd Allah'a ki, kendi katından şiddetli bir azabı haber vermek ve sâlih amel işleyen mü’minlere içinde ebediyen kalacakları güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek ve: Allah çocuk edindi diyenlerin maruz kalacakları kötü akıbetleri haber vermek için, kendisinde hiçbir eğrilik bırakmadığı o dosdoğru kitabı kuluna indirmiştir.»

Hamd ve şükür, âlemleri yoktan var eden ve nıü’ıninleri müjdelemek, kâfirleri de şiddetli bir azap ile korkutmak için, içinde hiçbir eğrilik ve tenakuz bulunmayan kitabı kulu Muhammed'e indiren Allah'a olsun. O, kitab ki, iman edip güzel amel edenleri müjdeler, Allah'a çocuk isnad ederek kâfir olanları da elim bir azap ile korkutur. O, Allah kelâmıdır, mahlûk değil, mucizdir. Kâfirler Allah'a çocuk isnad ederek yalan söylemişlerdir. Çünkü O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

5

«Ne onların, ne de babalarının buna dair hiçbir bilgisi yoktur. Ne büyük iftiradır ağızlarından çıkan o söz. Onlar yalnız ve yalnız yalan söylerler.»

Kâfirler Allah'a çocuk isnad ederek iftira edip yalan söylemişlerdir. Halbuki ne onların ve ne de babalarının buna dair ellerinde hiçbir bilgileri ve delilleri yoktur. Onlar Allah'a çocuk isnad etmekle ne büyük iftira etmişlerdir. Allah, aileden, çocuktan ve ortaktan münezzehtir. O'nun bunlara asla ihtiyacı yoktur.

6

«Demek ki, bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin.»

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirlerin, Kur'an'ı inkâr etmesine çok üzülür, üzüntüsünden kendisini mahvedecek hale gelir. Bu hususta Yüce Allah sevgili Peygamberini teselli ederek şöyle buyurur: «Ya Muhammed, demek ki sen bu Kur'an'a inanmayanların amellerine bakıp üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin. Onların iman etmeyişlerine üzülme. Çünkü onlar dünyaya mağrur olup âhireti terk etmişlerdir.» Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber, iman etmeyenlerin halini görünce üzüntüsünden yemeden-içmeden kesilir, âdeta kendini mahvedecek duruma gelirdi. O, rahmet peygamberi idi, kimsenin azaba uğramasını istemezdi. Herkesin rahmet-i ilâhiyeye nail olmasını arzu ederdi. Bunun için onlara üzülürdü.

7

«İnsanlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini deneyelim diye yeryüzünde olan şeylere bir zinet verdik.»

8

«Şüphesiz ki, biz yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak haline getirebiliriz.»

Allahü teâlâ, insanlardan hangisinin, kendisine yönelip daha güzel amel işlediğini, hangisinin de dünya zinetlerine aldanarak imandan yüz çevirdiğini denemek için yeryüzünde olan bağlara, bahçelere, otlaklara, ormanlara, ağaçlara, meyvelere, dağlara, nehirlere, kaynaklara, hayvanlara, kuşlara ve her şeye bir güzellik ve bir zinet vermiştir. Bunların hepsi insanlardan hangisinin daha güzel amel işlediklerini denemek içindir, insanoğlunun bunlardan ibret alarak Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmesi, nimetlerine şükretmesi gerekir. İnsan, hiçbir zaman bunlara aldanarak âhiret nimetlerini unutmamalıdır. Çünkü dünya nimetleri geçici, âhiret nimetleri ise daimidir. Hem Yüce Allah yeryüzüne bir güzellik ve bir zinet verdiği gibi, onları kupkuru bir toprak haline de getirir. Bunda kimsenin şüphesi olmasın. Bir gün her şey son bulacak, dünya tar û mâr olacaktır. Dünyaya aldanıp mağrur olanlar, o zaman bunun fâni, âhiret nimetlerinin ise daimi olduğunu anlayacaklardır.

9

«Yoksa sen, mağara ve kitabe ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?»

Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, yoksa sen, mağara ve kitabe ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın? Halbuki göklerde, yerde, ayda, güneşte, yıldızlarda, dağîarda, denizlerde, bunlardan daha çok şaşılacak âyetlerimiz vardır. Her birinde nice hikmetler ve esrarlar vardır.» Hâlik-ı Mutlak’ın yaratmış olduğu her şeyde birçok hikmetler ve sırlar vardır. Fakat insanoğlu onlardaki hikmetleri ve esrarı anlayamaz.

Kehf: Dağda bulunan geniş bir mağaradır. Eshab-ı Kehf mağara ehli, mağaraya sığınanlardır.

Rakım: Kitap, yazmak veya Eshab-ı Kehf'in adının yazılı olduğu levha.

Eshab-ı Kehf'in hikâyesi şöyledir: Hazret-i İsa (aleyhisselâm)'dan sonra Tarsus ve havalisinde Dekyanus adında bir kral yaşamıştı. Dekyanus insanları putlara tapmaya zorluyordu. Tapmayan mü’minleri ise katlediyordu. Eshab-ı Kehf adını alan gençler de kralın bölgesinde yaşıyor, Allah'a iman ettiklerini alenen söylüyorlardı. Bu gençlerin durumu çok cebbar olan krala haber verilir, kral bunları huzuruna çağırır. Gençler kralın huzuruna çıkarlar, mü’min olduklarını ve Allah'tan başkasına asla tapmayacaklarını açıkça söylerler. Kral, onlara çok kızar, dinlerinden dönmeleri için kendilerine bir gün mühlet verir, dönmedikleri takdirde öldüreceğini söyler. Kralın yanından ayrılan o imanlı gençler, gece şehri terk ederler ve yolda giderken bir çobana rastlarlar. Çobanın bir köpeği vardır, köpek de bunlara takılır, kendilerinden ayrılmaz. O gece sabaha kadar giderler, sabahleyin dağda büyükçe bir mağaraya girerler, köpek de kendilerini beklemek üzere mağaranın kapısının önüne yatar. Sabah olunca Dekyanus muhafızlarıyla onları takip eder, mağaraya kadar gelirler. Kral onların mağarada olduğunu görür, muhafızlarından oradan çıkarılmalarını ister. Muhafızlardan hiçbiri korkudan mağaraya girip onları çıkarmaya cesaret edemez. Kral da korkar, bunun üzerine mağaranın ağzının kapatılmasını ister, muhafızları da korku içinde iğreti bir şekilde mağaranın ağzını yaparlar. O gençler de orada uykuya dalarlar, tam üç yüz dokuz sene uyuya kalırlar. Sonra Yüce Allah onları tekrar uyandırır. Bundan sonraki husus gelecek âyetlerde genişçe izah edilecektir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) 'in rivayetine göre, Kureyşli'ler Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber olduğunu öğrenmek için aralarından beş kişi seçip Medine Yahudilerine gönderirler. O beş kişi Medine'ye gelir, Yahudilerin ileri gelenleri ve bilginleri ile görüşürler, Hazret-i Muhammed'in durumunu arz ederler. Yahudi bilginleri de onlara şöyle der: Biz sizin bahsettiğiniz zatın vasıflarını ve özelliklerini Tevrat'ta gördük, bu zaman onun tam gelme vaktidir. Onun gerçek peygamber olduğunu anlamanız için şu üç soruyu kendisine sorun. (Eshab-ı Kehf, Zülkarneyn ve Ruh). Şayet bunların ikisine cevap verir, ruha cevap vermezse bilin ki, gerçek peygamberdir, hemen kendisine tâbi olun. Eğer ruh hakkında da size bilgi verirse o zaman anlayın ki, o yalancıdır, kendisinden uzaklasın.

Biz bu üç soruyu Müseyleme'ye sorduk hiçbirine cevap alamadık.» Kureyş'den gelen heyet Yahudi bilginlerinden bu malûmatı aldıktan sonra geri dönerler ve reislerine durumu bildirirler. Bunun üzerine Ebû Cehil'in başkanlığında toplanıp Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelirler ve bu üç soruyu sorarlar. Peygamberimiz hemen cevap vermez, yarın cevap vereceğim der. Onlar da huzurdan ayrılıp giderler, fakat ertesi gün cevap beklerler. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Kureyş'lilere bir gün sonra cevap veremez, aradan tam on beş gün geçer. Bu esnada da Cebrail kendisine gelmez, Allah Resulü sıkılır, üzülür. Kureyş'liler dedi-kodu yapmaya başlarlar ve «Muhammed, bize hemen bir gün sonra cevap verecekti, nerde kaldı? İlâhı onu terk etti ve kendisine darıldı. Aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen hâlâ bize bir cevap vermedi» derler. Onların bu şekilde söylenmeleri Peygamberimizi çok üzer, canı sıkılır. O anda Cebrail kendisine gelir ve Vedduhâ sûresinin ilk âyetlerini okur (Yemin olsun kuşluk vaktine, sükûna vardığı geceye ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da). Allah Resulü, Cebrail'i görünce sevinir ve «Ya Cebrail, bu kavmin bana sorduklarını biliyorsun, buna rağmen geciktin ve bana bir cevap getirmedin» der. Cebrail «Ya Muhammed, bizim gelip gitmemiz kendi elimizde değil, Rabbinin emriyledir. Geciktiğimin sebebi, sen kavmine «inşaallah demedin, yarın cevap veririm» dedin. İnşaallah demediğin için geciktim. Bundan sonra inşaallah demeden hiçbir şey yapma» der. Arkasından Eshab-ı Kehf'in kıssasını nakleder.

10

«Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: Rabbimiz, bize katından rahmet ver, işlerimizde başarılı kıl demişlerdi.»

Dekyanus'un zulmünden kaçarak mağaraya sığman o imanlı ve yiğit gençler, Rablerine şöyle dua ve niyaz ederler: «Rabbimiz, bize katından rahmet ver, İslâm üzere bizi sabit kıl, bizi bu sıkıntıdan kurtar, bizi işlerimizde başarılı kıl.» Onların Dekyanus'dan kaçışı imanlarını kurtarmak içindi. Bundan dolayı mağaraya sığınmışlar, her şeylerini terk etmişlerdi. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Hani o yiğitler mağaraya sığınmışlardı da: Rabbimiz, bize katından rahmet ver, işlerimizde başarılı kıl demişlerdi.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın rivayetine göre, bunlar yedi kişidir. Dekyanus'un zulmünden kaçarlar, yolda giderken rastladıkları çobanın köpeği de peşlerine takılır, sabaha kadar giderler. Sabahleyin dağdaki bir mağaraya girerler, köpekleri de mağaranın önünde yatar. Orada günlerini oruç, ibadet, zikir ile geçirmeye devam ederler. Yiyeceklerini de içlerinden Yemliha isminde cesur, becerikli bir arkadaşlarına teslim ederler, o bu işi organize eder. O esnada Dekyanus da başka bir şehre gider. Yiyecekleri bittiği zaman Yemliha dilenci kıyafetinde şehre gider ihtiyaçlarını alır ve kimseye belli etmeden mağaraya, arkadaşlarının yanına döner. Günler böyle geçer gider. Yemliha yine bir gün şehre iner. Dekyanus'un döndüğünü ve halkı puta tapmaya zorladığını, tapmayanları öldürdüğünü öğrenir, çok üzülür gizlice geri döner gelir. Durumu arkadaşlarına haber verir, onlar ağlayarak secdeye kapanırlar, dua ve niyaz ederek o zalimin fitnesinden ve zulmünden Allah'a sığınırlar. İşlerim O'na havale ederler. Yemliha’nın ikazı üzere secdeden kalkarlar, ihtiyaçlarını giderirler, karınlarını doyururlar, o gece kendilerini uyku basar, böylece uyuya kalırlar.

11

«Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk.»

Dekyanus'un zulmünden kaçıp mağaraya sığman o imanlı gençler bir müddet zikir ve ibadet ile meşgul olduktan sonra üzerlerine uyku çöker, oldukları yerde uyuya kalırlar. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Bunun üzerine yıllarca mağarada onların kulaklarına perde vurduk.» Herhangi bir ses işitip uyanmamaları için kulakları tıkanmış, ta ki uyanana kadar hiçbir ses işitmemişlerdir.

Dekyanus dinlerinden dönmeleri için onlara bir günlük mühlet tanımıştı. Onlar da bundan istifade ile gece şehri terk ederler ve şehrin yakınında bulunan bir dağa gidip genişçe bir mağaraya sığınırlar. Dekyanus onların kayıplara karıştığını görünce, babalarına ve yakınlarına nereye gittiklerini sorar, onlar da gittikleri yeri söylerler. Bunun üzerine Dekyanus dağa gider, onların girdikleri mağarayı bulur, içine bir korku düşer, mağaraya girip onları çıkaramaz, O yiğitlerin babaları onlara bir zarar gelmemesi için mağaranın ağzının yapılmasını ister, Dekyanus da, onların açlıktan ve susuzluktan ölmeleri için mağaranın ağzının yapılmasını arzu eder. Babaları, onlara zarar gelmemesi için, Dekyanus da ölmeleri için bunu arzu eder. Dekyanus tarafından mağaranın ağzı yaptırılır, böylece o yiğitler mağarada üçyüz dokuz sene kalır. Daha sonra gelecek olan müslümanların onların kim olduklarını bilmeleri için, iki müslüman zat tarafından kurşun bir levhaya onların isimleri, nesepleri ve künyeleri yazılır, mağaranın iç kısmına konur. Aradan tam üçyüz dokuz yıl geçtikten sonra oranın sakinlerinden biri, mağaranın bulunduğu yerde bir koyun ağılı yapmak ister ve mağaranın ağzındaki taşları söker, ağılım yapar. Onun da içine bir korku düşer, bir türlü mağaranın içine- giremez. Zaman gelir, o yiğitler uyanırlar, birbirlerine ne kadar uyuduklarını sorarlar. Kimi bir günden az uyuduklarını, kimi bir gün kadar uyuduklarını söyler, kimi de «Ne kadar uyuduğumuzu Allah bilir» der. Yine eskisi gibi arkadaşları Yemliha'yı ihtiyaçlarını almak üzere şehre gönderirler. Yemliha şehre gelir, durumun değiştiğini görür, bazı dükkânların üzerlerinde müslümanlık alâmeti olduğunu müşahede eder. Fakat bir anlam veremez. Yiyecek bir şeyler alır, elindeki parayı satıcıya verir, satıcı parayı görünce şaşırır, bunun çok eski bir para olduğunu söyler. Yemliha bunun devamlı kullandıkları para olduğunu söylerse de, satıcı dinlemez, etraf tak ilerin de olaya karışması ile iş büyür. Yemliha'yı sıkıştırırlar, bu parayı nerden aldığını sorarlar, o korkudan bir şey söyleyemez, iş büyüdükçe büyür. Neticede şehrin sorumlu amirlerine götürürler. Kraldan sonra şehrin iki sorumlu amiri vardır. Bunlar da müsiüman insanlardır. Onlar Yemliha'ya iyi muamele ederler, kim olduğunu sorarlar. Yemliha da babasının ismi ile kim olduğunu söyler, araştırırlar şehirde öyle birisini tesbit edemezler. Bu defa Yemliha'ya daha ağır baskı yaparlar. Yemliha gerçekleri olduğu gibi anlatır. Duydukları sözler karşısında şaşırır kalırlar ve hep birlikte Yemliha ile beraber mağaraya kadar gelirler, oradaki arkadaşlarını görünce hepsi iman ederler.

Aslında Yemliha, Dekyanus'un huzuruna çıkmaktan korkuyordu. Halbuki o çoktan ölmüş, daha sonra birçok kral gelip geçmiştir. Uyandıkları zaman ise iş başında imanlı bir kral bulunmaktaydı. Fakat Yemliha ve arkadaşları bundan habersizdi. O zat halkın sapıttığım ve putlara taptığım, gün geçtikçe müslümanların sayısının azaldığını görünce «Ey Rabbim, bu kavme öldükten sonra tekrar dirilmenin hak olduğunu isbat edecek bir alâmet göster» diye dua eder ve evine kapanarak halkla irtibatını keser. Bu durum ortaya çıkıp halk iman edince, kral sevinir, onlara izzet ve ikramda bulunur ve mağaradan çıkmalarını ister. Onlar bunu kabul etmezler, yine uykuya dalarlar. Kral üzerlerini örter, altından birer tabut yapıp onları içlerine koymayı tasarlar. Rüyasında kendisine 'biz altın tabuta konmak için yaratılmadık, toprak olmak için yaratıldık, bizi kendi halimize bırak» derler. Kral da altın tabut yaptırmaktan vazgeçer, abanoz ağacından onlara birer tabut yaptırır. Fakat bir türlü mağaraya girip onları tabuta koyamaz, Allah tarafından onlarla insanlar arasına bir perde çekilir, bir daha onları göremezler. Sonra kral mağaranın kapısına bir mescid inşa ettirir. Bütün bunlar Allahü teâlâ'nın kudretinin tezahürleridir.

Rivayete göre bu yiğitlerin isimleri şöyledir: Mekselminâ, Telmihâ (Yemliha), Meslinâ, Mernûs, Dedernus, Şazenuş, Keşeftetayyuş idi. O gençlerin üçyüz dokuz yıl sonra tekrar hayat bulması» öldükten sonra tekrar dirilmenin delilidir. İbret almak isteyenlere bu hâdise yeter.

12

«Sonra iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.»

Dekyanus'un zulmünden kaçıp mağaraya sığınan o imanlı ve yiğit delikanlılar Rablerine şöyle dua ve niyazda bulunmuşlardır; «Rabbimiz, bizi hak din üzere sabit kıl ve hidayetten ayırma. Razı olduğun şeyleri bizim için kolay kıl, rızkımızı bize ulaştır. Bizi buradan hayırlısı ile kurtar.» Allahü teâlâ da dualarını kabul eder, onları mağarada uyutur, kulaklarına perde çeker. Tam üçyüz dokuz yıl uyuya kalırlar, sonra kudretinin eseri olarak onları uyandırır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Sonra iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu daha iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için onları uyandırdık.»

13

«Sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatalım. Onlar Rablerine inanmış genç yiğitlerdi. Biz de onların hidayetini artırmıştık.»

14

«Kalkıp da: Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına Tanrı demeyiz. Yoksa yemin olsun ki bâtıl söz söylemiş oluruz dedikleri zaman kalblerini pekiştirmiştik.»

Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, biz sana Eshab-ı Kehf'in kıssalarını gerçek olarak anlatalım. Onlar Rablerine iman eden bir kaç yiğit idi. Biz de onların basiretlerini ve hidayetlerini artırdık, gönüllerine sabır ve sebatı yerleştirdik. Kalblerini iman nuru ile aydınlattık. Bundan dolayı kavimlerinden ve dünya nimetlerinden ayrıldılar da, bu ayrılık kendilerini hiç üzmedi. Zalim kralları onları puta tapmaya zorlamıştı. Onlar hiç çekinmeden «bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, biz O'ndan başkasına Tanır diyemeyiz. Şayet O'ndan başkasına tanrı dersek, bâtıl söz söylemiş oluruz« demişlerdi.» Böylece o yiğit, imanlı gençler zâlim, ve cebbar kralın huzurunda hiç çekinmeden imanlarını isbat etmişlerdir. İşte gerçek mü’minin özelliği budur. O her yerde imanını haykırmaktan çekinmez.

15

«Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir?»

16

«Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin denildi onlara.»

O imanlı yiğitler, içinde bulundukları cemiyetin haline bakarak şöyle demişlerdir: 'Bu bizim şehrin insanları Allah'tan başkasını ma'bud edinip tapıyorlar. Onların ilâh olduğuna dair bir delil getirmeleri gerekirdi. Halbuki taptıklarının ilâh olduklarına dair ellerinde hiçbir delil de yoktur. Sadece yalan uydurarak onları ilâh edinmişlerdir. Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? En büyük zalim. Allah'a karşı yalan uyduranlardır. Sonra birbirlerine »madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından ayrıldınız, o halde bunların içinden çıkın mağaraya çekilin. Orada ibadetle meşgul olun ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin' demişlerdir. Çünkü kavimlerinin puta tapması onları üzüyor, huzurlarını kaçırıyordu. Artık o toplum içinde yaşamaları imkânsız hale gelmişti. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Şu bizim, milletimiz Allah'ı bırakıp O'ndan başka tanrılar edindiler. Onların, gerçek olduğuna apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka tapmakta olduklarından ayrıldınız, o halde mağaraya çekilin ki, Rabbiniz size rahmetinden genişlik versin, işinizde kolaylık göstersin» denildi onlara.»

17

«Güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında idiler. Bu, Allah'ın âyetlerindendir. Allah kimi hidayete erdirirse o, doğru yola ermiştir. Kimi de şaşıracak olursa artık onu doğru yola erdirecek bir kılavuz bulamazsınız.»

Hâlik-ı Mutlak’ın kudretinin eseri olarak güneş doğduğu zaman Eshab-ı Kehf'in sağ tarafından, battığı zaman ise sol tarafından geçer, onlara dokunmazdı. Renklerinin ve sıhhatlerinin bozulmaması için mağaranın içinde serin, lâtif bir rüzgâr eser. Güneşin onlara dokunmayışı ve lâtif bir rüzgârın esmesi Allah'ın âyetlerindendir. O her şeye kadirdir. Allah kimi hidayete erdirirse o, doğru yola ermiştir. Kimi de şaşıracak olursa, artık onu doğru yola erdirecek bir yardımcı bulamazsınız. Yüce Allah sevgili Peygamberine bunu şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yöneldiğini, battığı zaman da sol tarafa gittiğini görürsün. Kendileri de mağaranın iç tarafında idiler. Bu, Allah'ın âyetlerindendir.'

18

«Onlar uykuda iken, sen onları uyanık sanırdın. Halbuki biz onları sağ ve sola döndürürdük. Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzatmıştı. Onları görsen için korku ile dolar, geri dönüp kaçardın.»

O imanlı yiğitler mağaraya girip uykuya daldıkları zaman Yüce Allah onlara öyle bir özellik vermiştir ki, görenler uyanık zannederdi. Uyku halinde iken gözleri açık ve sağdan sola, soldan sağa dönerlerdi. Yüce Allah bunu sevgili Peygamberine şöyle "beyan ediyor: «Ya Muhammed, eğer sen onları uykuda görseydin uyanık zannederdin. Halbuki onlar gözleri açık bir şekilde nefes alıp vererek uyuyorlardı. Biz de onların yanlarının çürümemesi için her sene Cebrail'i gönderip sağ tarafına yatanları sola, sol tarafına yatanları ise sağa döndürürdük. Köpekleri de dirseklerini eşiğe uzatıp uykuya yatmıştı. Şayet onların o halini görseydin heybetlerinden için korku ile dolar, geri dönüp kaçardın.» Bazıları köpeklerinin renginin kızıl olduğunu söylemişlerdir.

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: «Bir defasında Muaviye ile birlikte Rum diyarına gazaya çıktık, Eshab-ı Kehf in bulunduğu yere uğradık. Muaviye «Ne olaydı, bu mağara bizim için bir açılıverseydi de, orda yatanlara bir baksaydık» dedi. Ben de «sen onlara bakamazsm. Çünkü Allah insanların en hayırlısı olan Resulünü de onlara bakmaktan men etti ve «Ya Muhammed, eğer sen onları görsen için korku ile dolar, geri dönüp kaçardın.» buyurdu» dedim. Bunun üzerine Muaviye «ben onların ne durumda olduğunu görmeden buradan ayrılmam» dedi. Sonra Eshab-ı Kehf'in durumunu öğrenmek için mağaraya bir kaç kişi gönderdi. Onlar mağaranın içine girdiler, Allahü teâlâ şiddetli bir rüzgâr ile mağaradan onları dışarı savurdu. Bir daha hiçbiri mağaraya girmeyi başaramadılar.»

19

«Bunun gibi, aralarında sorsunlar diye onları uyandırdık da, içlerinden biri ne kadar kaldınız? Bir gün veya daha az bir müddet kaldık dediler. Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse ondan size bir rızık getirsin. Orada nazik davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın dediler.»

20

«Çünkü sizden haberleri olacak olursa, sizi ya taşla öldürürler, veya dinlerine döndürürler. Bu takdirde ise asla kurtulamazsınız.»

Allahü teâlâ onları uykularından uyandırınca yaşça en büyükleri olan Mekselmina -ne kadar uyudunuz» diye arkadaşlarına sorar. Halbuki o da arkadaşlarıyla beraber uyumuş, beraber uyanmıştı. Büyükleri olduğu için arkadaşlarının fikrini öğrenmek istiyordu. Uyandıkları zaman güneş zeval vaktini geçmişti. Onlardan kimi «bir gün uyuduk, kimi de bir günden az uyuduk» demişlerdi. Fakat tırnaklan ve saçları da bir hayli uzamıştı. Bundan da şüpheye düşmüşlerdi, ne kadar uyuduklarını tesbit ederek geçirdikleri namazları da kaza etmek istiyorlardı. Ne kadar uyuduklarını birbirlerine sormalarının asıl sebebi de bu idi. Ne kadar uyuduklarını tesbit edemeyince şöyle derler: «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi bu gümüş para ile şehre gönderin de baksın, onun hangi yiyeceği daha temizse ondan size bir rızık getirsin. Onu yiyin, açlığınız gitsin, kuvvetiniz yerine gelsin, ibadetinizi daha iyi yapın. Yalnız orada nazik davransın da sakın sizi kimseye duyurmasın. Şayet sizden haberleri olacak olursa, sizi ya taşla öldürürler veya dinlerine döndürürler, başka türlü ellerinden kurtulamazsınız» dediler.

21

«Böylece insanların onları bulmalarını sağladık ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim bunlar hakkında çekişip duruyor onlar. Onların mağaralarının önüne bir bina kurun diyorlardı. Halbuki Rableri onları çok iyi bilir. Onların reylerine galip gelenler ise: Onların mağaralarının önünde mutlaka bir mescid yapacağız dediler.»

Yüce Halik, böylece insanların ve o şehrin melikinin onları bulmalarını sağlamıştır ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler diye. Nitekim kâfirler öldükten sonra tekrar dirilmeyi yalanlıyorlardı. Eshab-ı Kehfin üçyüz dokuz sene sonra uyandığını görünce derhal iman ederler.

İman etmeden önce «mağaranın önüne bir bina kurun» diyenler, sonra müslüinanların reyini kabul ederek «onların mağaralarının önünde bir mescid yapacağız» derler. «Böylece insanların onları bulmalarını sağladık ki, Allah'ın sözünün gerçek olduğunu ve kıyametin kopmasından şüphe edilmeyeceğini bilsinler. Nitekim bunlar hakkında da çekişip duruyor onlar. «Onların mağaralarının önüne bir bina kurun» diyorlardı. Halbuki Rableri çok iyi bilir. Onların reylerine galip gelenler ise: «Onların mağaralarının önünde mutlaka bir mescid yapacağız» dediler.»

22

«Karanlığa taş atar gibi: Mağara ehli üçtür, dördüncüsü köpekleridir derler. Veya beştir, altıncıları köpekleridir derler. Yahut: Yedidir, sekizincileri köpekleridir derler. Onların sayısını en iyi bilen Rabbimdir de. Onları pek az kimseden başkası bilmez. Bu yüzden onlar hakkında bu kısa anlatılanların dışında kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden de fetva isteme.»

Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, Ehl-i Kitap bir mesele hakkında ihtilâfa düşüp sana bir mesele sorarlarsa, sen de onlara, hakkında ihtilâf edecekleri bir mesele sor.» Bu âyetin kıssası şöyledir: Necran kabilesinin ileri gelenleri ile Akıp oğullarının ileri gelenleri Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna gelirler. Necranlılar Yakubiyye, Akıp oğulları da Nestûriyye idi. Peygamberimiz onlara Eshab-ı Kehf'in adedini sorar. Necranlılar Eshab-ı Kehf'in sayısının üç, dördüncüsünün köpekleri olduğunu, Akıp oğulları ise Eshab-ı Kehf'in beş, altıncısının köpekleri olduğunu söylemişlerdir. Müslümanlar ise Eshab-ı Kehf'in yedi, sekizincisinin köpekleri olduğunu ifade etmişlerdir. Yüce Allah «Ya Muhammed, onların sayısını en iyi bilen Rabbanidir ve pek az kimseden başkası da onların sayısını bilmez» buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), o pek az kimseden biri de benim, onların sayısı yedidir, sekizincisi ise köpekleridir demiştir. Yine Yüce Halik sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Eshab-ı Kehf'in sayısı hakkında onlarla beraber mücadele etme ve söylediklerine de inanma. Biz onların sayısını Kur'an'da sana bildiririz.»

23

«Bir şey hakkında: Ben bunu yarın yapacağım deme.»

24

«Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman da Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim doğruya daha yakın olana eriştirir.»

Bu âyet-i celilede ders alınması gereken büyük bir incelik vardır. Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, bir şey hakkında «ben bunu yarın yapacağım» deme. Çünkü yarının ne olacağını bilmiyorsun, yarın meçhuldür. Ancak «Allah nasip ederse, izin verirse, müsaade ederse, Allah dilerse veya inşallah yapacağım» de. Şayet vermiş olduğun sözü yerine getiremezsen vaadinden dönmüş olursun. Bir şey yaparken Allah'ı anmayı unuttuğun zaman hatırlayınca hemen zikret. Zira O'nun müsaadesi olmadan hiçbir şey yapamazsın.» Allah ismi anılmadan yapılan işten hayır çıkmaz.

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmiştir: «Kardeşim Davud oğlu Süleyman and içip «bu gece yüz hanımımı dolaşıp hepsiyle görüşeceğim ve onlardan birer oğlan çocuğum olacak, bu çocukların hepsini de Allah yolunda savaştıracağım» demişti. Fakat «inşallah» demeyi unutmuştu. Vaadim yerine getirmesine rağmen hanımlarından sadece bir tanesi hamile kalır ve sakat bir oğlan çocuğu dünyaya getirir. Allah'a yemin ederim ki Süleyman eğer «inşallah» deseydi, arzusu yerine gelecekti. «İnşallah» demediği için, hanımlarından sadece bir tanesi hamile kaldı ve o da kusurlu bir çocuk dünyaya getirdi. Hiç kimse «ben bunu yapacağım veya yarın şöyle edeceğim» diye kafi konuşup, söz ve vaadde bulunmamalıdır. Önce Allah'a güvenip «Allah nasip ederse, Allah izin verirse veya «inşaallah» şöyle yapacağım» diye söylemelidir.» Şayet yapamazsa günahkâr olmaz. Allah'ı anmadan «ben bunu yapacağım veya şöyle edeceğim» diye konuşur da yapamazsa günahkâr olur. Çünkü Allah'ın izni ve müsaadesi olmadan hiç kimse bir şey yapamaz. Yapamayacağına göre, önce Rabbine iltica edip sonra vaadde bulunmalıdır. Önce Rabbiye iltica etmek hem Yüce Mevlâ'ya teslimiyettir, hem de O'na hamd ve şükürdür. «Ya Muhammed!, bir şey hakkında «ben bunu yarın yapacağım» deme. Meğer ki Allah dilemiş ola. Unuttuğun zaman da Rabbini an ve şöyle de: Umulur ki Rabbim doğruya daha yakın olana eriştirir.» Bir insan herhangi bir işe başlarken Allah'ı anmayı unutursa, hatırladığı zaman hemen ansın. Zira bunda bir çok hikmetler vardır.

25

«Onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz (yıl) daha kattılar.»

26

«De ki: Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O, ne güzel görendir, ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka yaratıcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.»

Yüce Allah Eshab-ı Kehf in mağaralarında ne kadar kaldıklarını sevgili Peygamberine bildiriyor. Onlar mağaralarında üçyüz dokuz sene kalmışlardır. Şemsî yıl itibariyle üçyüz sene, kamerî yıl itibariyle de üçyüz dokuz sene mağarada kalmışlardır. Bir asırda kamerî yıl, şemsî yıldan üç yıl fark eder. Bundan dolayı şemsî yıl itibariyle üçyüz, kamerî yıl itibariyle de üçyüz dokuz sene kalmışlardır. Bunun için Hâlik-ı Mutlak» onlar mağaralarında üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz yıl daha kattılar» buyurmuştur. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Eshab-ı Kehf in mağaralarında üçyüz dokuz yıl kaldıklarını söyleyince Hıristiyanlar «Ya Muhammed, onların mağaralarında üçyüz yıl kaldıklarını anladık, fakat bu dokuz yılı anlayamadık. Bundan maksadın nedir?» demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, de ki: Onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin bilinmezlikleri O'na aittir. O, ne güzel görendir, ne güzel işitendir. Bunların O'ndan başka yardımcısı yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.» Eshab-ı Kehf in mağarada ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Zira göklerde ve yerde hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz. O, kullarının yaptıklarını bilir, ona göre mükâfat ve mücazat verir. Kimse O'nun hükmüne müdahale edemez, O, neyi dilerse onu yapar. Akl-ı selim sahiplerinin O'nun emirlerine boyun eğmesi gerekir. Nimetlerine şükredip emirlerine boyun eğenler iki cihan saadetine kavuşurlar, bunları yapmayanlar ise elim bir azaba uğrayacaklardır.

27

«Rabbinin kitabından sana vahyolunanlan oku. O'nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O'ndan başka bîr sığınacak da bulamazsın.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Rabbinin kitabından sana vahyolunanlan insanlara oku. Eshab-ı Kehf gibi onun içinde nice hikmetler vardır. Onun haber verdikleri haktır ve onda vaad olunanlar elbette gerçekleşecektir. Allah'ın sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O'nun sözlerinde ne ziyadelik, ne de noksanlık vardır. Şayet sen, Kur'an’ın sana bildirdiklerinde ziyadelik veya noksanlık yapacak olursan, Allah'ın azabına uğrarsın. O zaman Allah'ın azabından kurtulmak için sığınacak bir yer bulamazsın.» Bu hitap Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şahsında ümmetinin âlimlerinedir. Peygamberler Allah tarafından kendilerine gönderilenlerde asla bir ilâve veya bir eksiltme yapamazlar. Onlar bundan münezzehtirler. Çünkü onlar Allah tarafından kendilerine vahyedilenleri olduğu gibi insanlara tebliğ etmekle mükelleftirler. Kur'ân-ı Kerîm'in hükümlerini ve mânâsını olduğu gibi söylemeyenler veya dünya menfaati için nefislerinin nevasına uyarak hükümlerini ve mânasını değiştirenler çok şiddetli bir azaba uğrayacaklardır. Nitekim Yahudi ve Hıristiyan bilginleri dünya menfaati için kitaplarının bir çok hükümlerini değiştirmişler, bundan mütevellid de elim bir azaba uğramışlardır. Allah'ın hükmü ile hükmetmeyenler, O'nun gadabına uğrayacaklardır. Gerçek mü'min Allah'ın indirdiği ile hükmedendir. Onunla hükmetmeyenler dünya ve âhiret saadetinden mahrum olacakları gibi, ebedi azaba da uğrayacaklardır..

28

«Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek, O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Bizi anmasını unutturduğumuz, heva ve hevesine uymuş, haddi aşmış kimselere boyun eğme.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu âyet Süleyman, Süheyb, Ammar ibn Yasir, Habbab ibn Elirs, Amir ibn Kûheyir ve bunların benzeri fakirler hakkında nazil olmuştur. Bir gün Süleyman (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile hurma lifinden yapılmış bir hasır üzerinde oturuyordu. Üzerinde de yünden yapılmış ve çok ağır kokan bir aba vardı. O sırada Peygamberimizin yanına Uteybe ibn Huseyn de geldi, aynı hasırın üzerine oturdu. Dirsekleriyle ite ite Süleyman'ı hasırın üzerinden çıkardı. Uteybe'nin yanında Uy ey ne de bulunuyordu. Süleyman'ın üzerinin koktuğunu hisseden Uyeyne, Peygamberimize şöyle der: «Ya Muhammed, bunların kokusu seni rahatsız etmiyor mu? Vallahi bunların kokusu beni son derece rahatsız etti. Biliyorsun bizim kavmimiz bunlardan nesep ve hasep itibarı ile çok üstündür. Aynı zamanda çok zengindir. Biz Mudar kabilesinin ileri gelenleriyiz, bizim haysiyetimiz ve şahsiyetimiz var. Şayet biz müslüman olacak olursak halkın çoğu bizimle beraber müslüman olurlar. Biz bunlarla beraber oturmayı asla kendimize yakıştıramayız. Eğer sen bunları huzurundan kovar veya bizimle bunları bir araya getirmezsen sana iman ederiz. Bir gün senin yanına bunlar gelsin, bir gün de biz gelelim. Fakat bunlarla biraraya gelmeyiz.» Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek, O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Bizi anmasını unutturduğumuz, heva ve hevesine uymuş, ömrünü bâtıl şeylere harcamış, emirlerimizi hiçe saymış ve haddi aşmış kimselere boyun eğme. Onların sözlerine inanma. Çünkü onların gönlü bize inanmaktan gafildir, onlar iman etmezler.»

Akl-ı selim sahipleri için bu âyet-i celilede ders alınması gereken büyük bir ibret vardır. Fakirlerle oturup-kalkmak, onlara ikramda bulunmak, ihtiyaçlarını karşılamak, gönüllerini hoş etmek, yardımlarına koşmak kalbi diriltir, Allah sevgisini ve rızasını kazandırır. Kibir ve gurur sahibi zenginlerle oturup-kalkmak, zenginliklerinden dolayı onlara izzet ve ikramda bulunmak, kalbi öldürür ve Allah'ın rahmetinin kalkmasına sebep olur. Hele menfaat karşılığı yapılan ikram ve gösterilen saygı daha da tehlikelidir.

29

«De ki: Gerçek Rabbinizdendir. İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin. Şüphesiz ki, zalimler için çepeçevre duvarları kendilerim kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Onlar feryad edip yardım dilediklerinde erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O, ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.»

Düşünebilenler için Kur'ân-ı Kerîm'in her âyeti bir öğüt ve bir va'zdır. Bu âyet-i celilede iman etmeyenlerin kıyamet günü uğrayacakları azap haber verilmektedir. Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, kalblerini bizim zikrimizden gafil ettiğimiz insanlara de ki: Benim size getirdiğim Kur'an, Rabbiniz tarafından hak olarak gönderilmiştir. Ben sizi Allah'a ve O'nun kitabına imana davet ediyorum. İsteyen inansın, isteyen inkâr etsin. Hidayeti arzu eden iman etsin, sapıklığı arzu eden de inkâr etsin. Hidayet de, dalâlet de benim elimde değil Allah'ın elindedir.» İman edenler hidayete, iman etmeyenler ise sapıklığa düşer. Zalimler için duvarları çepeçevre kendilerini kuşatmış bir ateş hazırlanmıştır. Onlar kurtulmak için feryad edip yardım dilediklerinde, yüzleri kavuran erimiş maden gibi bir su kendilerine sunulur. Onların içecekleri şey ve duracakları yer ne kötüdür.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), cehennemi şöyle tarif etmiştir: «Cehennemin etrafında dört kalın duvar vardır. Bu duvarların her birinin uzunluğu kırk yıllık yoldur. Kâfirleri içine alıp kaplar. Onların bir daha cehennemden çıkmaları mümkün olmaz.» Bazı tefsircilere göre, cehennemin sürâdiki, yani duvarları 'unuk» denen ateşten çıkmıştır. Cehennemin yollarını çevreleyip kaplar ve lâv gibi bütün kâfirleri içine alır.

Müfessirler âyette geçen «sürâdik» ve «mühül» kelimeleri hakkında farklı görüşler beyan etmişlerdir. Kimi, sürâdik cehennemde unuk ateşinden çıkar, yolları kaplar ve lâv gibi kâfirleri içine alır demiş. Kimi, sürâdik cehennemin dumanı ve buharıdır, kâfirleri kaplar. Onlar, bunun hararetinden susayıp feryad ederek su istedikleri zaman kendilerine zeytinyağı tortusuna benzeyen çok sıcak ve yüzleri kavuran bir su verilir, demiştir. Kimileri de, mühlün erimiş demir ve bakır gibi bir maden olduğunu söylemişlerdir. İşte cehennemde kâfirlere içecek olarak verilecek şeyler bunlardır. Bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır.

İmam-ı Mücahid de mühlü şöyle tarif etmiştir: Mühül, kanlı irine benzeyen çok sıcak bir şeydir. Onu insan yakın bir yerine koyacak olursa hararetinden etleri dökülür. Bu özelliklere sahip olan içecek ne kötü bir içecektir, bunları içecek olanların varacakları yer ne kötü bir yerdir. Mü’minlerin, bunlardan ibret alarak Allah'ın emirlerine itaat edip yasaklarından sakınmaları gerekir. Aksi halde kâfirlerin uğrayacakları azaba uğrarlar. Çünkü Yüce Allah herkese amelinin karşılığım verir, kimseye haksızlık yapmaz. İyilik yapanlar mükâfatını, kötülük yapanlar da cezasını göreceklerdir.

30

«İman edip de güzel güzel amel ve hareketlerde bulunanlara, biz şüphe yok ki, iyi amel ve hareket edenin mükâfatını zayi etmeyiz.»

31

«İşte onlara altlarından ırmaklar akan adn cennetleri vardır. Orada altın bilezikler takınırlar, ince ve kalın ipekliden yeşil elbiseler giyerek tahtları üzerine otururlar. O ne güzel mükâfat ve ne güzel duraktır.»

Bu âyet-i celileler iman edenlere verilecek olan mükâfatları beyan ediyor. Allahü teâlâ iman edip sâlih ameller işleyenlerin mükâfatını kat kat verir, onların amellerini asla zayi etmez. İman edenler için altlarından ırmaklar akan adn cennetleri hazırlanmıştır. Orada altın bilezikler takarlar, ince ve kalın ipekliden yapılmış elbiseler giyerek tahtlar üzerine otururlar. Onların yoldaşları peygamberler ve Allah dostlarıdır. O ne güzel bir mükâfat ve ne güzel bir makamdır. İşte iman edip sâlih ameller işleyenlerin mükâfatı budur. Akl-ı selim sahiplerinin bunlardan, ibret alarak ebedî mükâfat görecekleri ibadet ve amelleri yapmaları gerekir. Zira Allah katında zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir. Bundan sonra Yüce Allah, insanların ibret alıp, öğütlenmeleri için dünyaya rağbet edenlerle, etmeyenlerin durumlarını bir misal ile beyan etmiştir.

32

«Onlara iki adamı örnek ver ki, birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş aralarında ekinler bitirmiştir.»

33

«Her iki bahçe de mahsulleri vermişler ve hiçbir şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık.»

34

«Onun başkaca geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: «Ben malca senden zengin, nüfuzca da senden üstünüm» derdi.»

Bu âyet-i celileler Beni Manzum kabilesinden iki kardeş hakkında nazil olmuştur. Bunlardan Ebû Seleme Abdullah ibn Abdulesed, mü’min, Esved ibn Abdulesed ise kâfirdir. Bazı tefsircilere göre de, Allahü teâlâ bu âyet-i celilelerde İsrail oğullarından biri mü’min,- diğeri kâfir olan iki kardeşin kıssasını beyan etmiştir. Bu iki kardeşten Yemliha mü’min, Fartus ise kâfirdir. Bunların kıssalarını Abdullah ibn Mübarek Muammer'den, Muammer de Horasanlı Muammer ibn Ata'dan şöyle nakletmiştir: Bu iki kardeşe babalarından sekiz bin altın miras kalır. Bu kalan mirası dörder bin altın bölüşürler. Kâfir olan Fartus bin altına güzel bir bahçe satın alır. Bunu gören mü’miri olan kardeşi ise «Ey Rabbim, kardeşim, bin altına bir bahçe satın aldı, ben de cennet bahçelerinden bir bahçe satın almak istiyorum» der ve bin altını Allah yolunda tasadduk eder. Kâfir olan bin altına bir ev yaptırır. Bunu gören mü’min kardeşi de «Ey Rabbim, kardeşim bin altın harcayarak güzel bir dünya evi yaptırdı. Ben de senden âhiret evleri satın almak istiyorum, bana âhiret evi ver» der ve Allah yolunda tekrar bin altın daha tasadduk eder. Sonra kâfir olan bin altın harcayarak evlenir. Mü’min ise «Ey Rabbim, kardeşim bin altın harcayarak dünya hizmetçilerinden bir tane aldı, ben de senden âhiret hizmetçilerinden istiyorum» der ve bin altın daha Allah yolunda tasadduk eder. Sonra kâfir olan elinde kalan biri altınım da çeşitli şeylere harcar. Bunu gören mü’min kardeşi ise şöyle der: «Ey Rabbim, kardeşim elindekinin hepsini dünya menfaati için harcadı, ben de senin rızanı kazanmak için harcayacağım.» Sonra elinde kalan bin altınını da Allah rızası için tasadduk eder, yemeye içmeye bir şeyi kalmaz, fakirleşir. Kâfir olan kardeşinden yardım talebinde bulunur. O, malını ne yaptığını sorar. Mü’min, Allah yolunda tasadduk ettiğini söyler. Bunu duyan kâfir «benim sana verecek malım yok» der ve kardeşini reddeder. Yüce Allah bu kıssayı sevgili Peygamberine haber verip şöyle buyurmuştur: «Onlara iki adamı örnek ver ki, birisine iki üzüm bağı verip çevresini hurmalıklarla çevirmiş aralarında ekinler bitirmiştir. Her iki bahçe de mahsulleri vermişler ve hiçbir şeyi eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. Onun başkaca geliri de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken: «Ben malca senden zengin, nüfuzca da senden üstünüm» derdi.» Kâfir olan Fartus, mü’min olan kardeşini küçük görerek zenginliği ile öğünmüş ve «sen malını boş yere harcadın, şimdi bana muhtaç oldun, benden yardım bekliyorsun» diyerek zulmünü daha da artırmıştır.

35

«O, nefsine böylece zulmederek bahçesine girerken dedi ki: Bunun ebediyete kadar helak olacağını zannetmiyorum.»

36

«Kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum. Eğer Rabbime döndürülürsem and olsun ki, bundan daha iyisini bulurum.»

Kâfir zenginliği ile övünerek, müslüman kardeşine karşı böbürlenmiş ve zenginliğini göstermek için, onu alıp bahçesini gezdirmiş ve şöyle demiştir: «Bu bağ ve bahçenin ebediyete kadar helak olacağını zannetmiyorum. Senin söylediğin gibi kıyametin kopacağını da tahmin etmiyorum. Şayet kıyamet kopar, ölüler dirilir de, ben Rabbime dönersem and olsun ki, orada bundan daha iyisini ve daha üstününü bulurum.» O, öyle zannediyordu ki, dünyada bağ, bahçe, servet ve makam sahipleri, âhirette de aynı şekilde, bağ, bahçe, servet ve makam sahibi olacaklar. Halbuki âhiretin bağ-bahçesi ve mükâfatı sadece iman edenlere mahsustur. İman etmeyenler âhiret nimetlerinden asla istifade edemezler. Zenginliği ile övünüp, kibirlenerek Allah'a şirk koşan ve kendi nefsine zulmeden kardeşine nıü’ınin olan şöyle der: «Kendi nefsine zulmedip ebedî azaba uğradın. Neyinle övünüp böbürleniyorsun Senin bağın, bahçen, servetin ve sen bir gün mutlaka yok olacaksınız. Fâni olan bir şey ile övünüyorsun, fâni olmayan bir şey ile övün ki, ebedî zarara uğramayasm. Seni ebedî zarara uğratmayacak olan imandır. Eğer Allah'a iman eder, şirk ve küfürden vazgeçersen Allah da sana âhirette bundan daha iyisini ve daha güzelini verir. Hem âhiret nimetleri dünyadaki gibi fâni değil, daimîdir. Sen daimî olanı bırakıyor, fâni olanı tercih ediyor, onunla da övünüyor ve büyükleniyorsun.» Bundan sonra kardeşine şöyle der.

37

«Arkadaşı ona cevap vererek dedi ki: Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratıp sonunda da seni insan kılığına koyanı mı inkâr ediyorsun?»

38

«İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Ve ben kimseyi Rabbime ortak koşmam.»

Mü’min olan, iman etmeyen kardeşine va'z u nasihat ederek şöyle der: «Ey kardeşim, Âdem babanı topraktan yaratıp onu insan şekline sokan ve seni onun zürriyyetinden meydana getiren Allah'ın birliğini mi inkâr edip kâfir oluyorsun? Halbuki O, sizi yoktan var edip her şeyi sizin istifadeniz için yaratmış ve emrinize vermiştir. Böyleyken nasıl olur da sen hâlâ O'nu inkâr edip kâfir olursun? İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Ben O'na hiçbir şeyi ortak koşmam. Çünkü O'nun benzen ve ortağı yoktur. Her şeyi yoktan O var etmiştir. Ben, O'nun varlığını ve birliğini tasdik edip iman ettim.» Kendisine yapmış olduğu bunca nasilıattan ibret alıp iman etmeyen kardeşine mü’min olan şöyle der:

39

«Bahçene girdiğin zaman her ne kadar mal ve nüfuz bakımından beni kendinden daha az buluyorsan da: Maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur demen lâzım değil miydi?»

40

«Rabbim, senin bahçenden daha hayırlısını bana verebilir. Ve seninkinin üzerine gökten bir felâket gönderir de kaypak bir toprak hâline getirebilir.»

41

«Yahut suyu çekilir de bir daha onu bulamazsın.»

îmân edenler bir meşale gibidirler, her zaman etraflarına ışık ve nur saçarlar. O kadar ki iman etmeyenler bile onların ziyasından istifade ederler. Mü’min olan kardeş, zenginliği ve servetiyle övünüp kibirlenen ve Allah'a şirk koşarak kendine zulmeden kardeşine şöyle der: «Sen her ne kadar beni mal ve nüfuz bakımından kendinden aşağı buluyorsan da bahçene girdiğin zaman, onun güzelliğini görünce neden sahibini hatırlayıp «maşaallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur, bunu vareden yalnız Allah'tır» demiyorsun? Bunun asıl sahibi hiç şüphesiz Allah'tır. Bağına, bahçene bir zarar geldiği zaman, onu gidermek için elinde bir güç ve kuvvet var mı? Bağına, bahçene gelecek olan felâketi ve musibeti Allah'tan başka kim önleyebilir, ona kim mani olabilir? Şayet sen beni mal ve nüfuz yönünden kendinden daha aşağı görüyorsan, belki Allah seninkinden daha hayırlısını âhirette bana verebilir. Hattâ seninkinin üzerine de gökten bir musibet, bir felâket indirip yok edebilir. Yahut bağının, bahçenin suyunu kurutup çöle çevirir. O zaman bağını, bahçeni Allah'ın afatından korumaya gücün yeter mi? Bunları sana veren ve seni de yoktan var eden Rabbine hâlâ şirk koşup kâfir oluyorsun. Dünya malı ile asla böbürlenip kibirlenme, Rabbim bir gün bunları elinden alır, neye uğradığım bilemezsin.» Nitekim kâfir olan kardeşinin malı denildiği gibi elinden gitmiştir.

42

«Nitekim mahsulleri yok edildi. Sarfettiği emeğe içi yanarak avuçlarını oğuşturuyordu. Çardakları hep yere düşmüştü ve diyordu ki: Nolaydım, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım.»

Akl-ı selim sahipleri bu âyetten ibret alarak hiçbir zaman dünya malına meyledip övünmemelidirler. Çünkü dünya malının varlığı ve yokluğu bir an meselesidir. Bir anda varolur, bir anda yok olur. Yüce Allah onu hem verir, hem de alır. Zira O, her şeye kadirdir. Mü’min kardeşine karşı bağ, bahçe ve zenginliği ile övünen, kibirlenen kardeşinin bağ ve bahçesinin üzerine gökten bir gece ateş yağar, hepsini yakıp yok eder. O, bağ ve bahçeden hiçbir şey kalmaz, duvarları ve çardakları yıkılır, suları kurur, ekinleri mahvolur. Sabahleyin kalkıp bu manzarayı görünce, sarfettiği emeğe içi yanarak ellerini oğuşturur ve şöyle der: «Nolaydım, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmayaydım.» O malına güvenip, kardeşine karşı büyüklenmiş ve imandan yüz çevirerek Rabbine şirk koşmuştur. Rabbi de bir anda onun malını yok edip hüsrana uğratmıştır. İman etmeyenler dünyada da, âhirette de böylece ebedî hüsrana uğrayacaklardır. Allahü teâlâ iman etmeyenlerden mutlaka intikamını alacaktir. Onları bu dünyada rezil ettiği gibi, âhirette de ebedî azaba uğratacaktır. Onlar inkâr ve küfürlerinin cezasını göreceklerdir. Zenginliği ile mü’min olan kardeşine karşı kibirlenip imandan yüz çevirenin bir anda servetinin yok olmasıyla düzde kaldığı gibi, iman etmeyenler de âhirette öylece düzde kalacaklar ve dünyada yapmış oldukları amelleri kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü ameller Allah katında ancak iman ile değer kazamr. İmansız amelin hiçbir değeri olmaz.

43

«Allah'tan başka ona yardım edecek adamları da yoktur. Kendi kendini de kurtaramadı.»

44

«İşte burada kudret ve hakimiyet varlığı hak Allah'ındır. Mükafatlandırma bakımından da hayırlı olan, neticelendirme bakımından da hayırlı olan O'dur.»

Zenginliği ve taraftarının çokluğu ile övünüp kardeşine karşı böbürlenen ve imandan yüz çeviren kimseyi kıyamet günü, Allah'ın azabından ne zenginliği ve ne de avanesi kurtarabilir. Onu hiç kimse kurtarıp yardımcı olamadığı gibi, kendi kendini de kurtaramaz. Çünkü dünyada da, âhirette de hüküm ve saltanat yalnız âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. Dünyada hükmedenler, saltanat sürenler, varlıklarıyla övünenler, Allah'a şirk koşanlar, âhireti inkâr edenler, kıyamet günü hep kendi dertlerine düşeceklerdir. Allah'ın şefaata izin verdikleri müstesna, kimsenin kimseye faydası olmayacaktır. Uğrayacakları azabı gördükleri zaman «nefsi nefsi» diye feryad edeceklerdir. Dünyada yaptıkları karşılarına çıkacaktır. İman edenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezasını görecektir. İşte o zaman iman etmeyenler pişman olacaklardır. Fakat o günkü pişmanlık asla fayda vermeyecektir. İman edenlerin akıbeti, elbet çok daha hayırlıdır. Zira onlar kıyamet günü mükâfatlarını kat kat alacaklardır. Bu, onların iman ve amellerinin karşılığıdır. Çünkü iman edenler, padişahların padişahı olan Hâlik-ı Zülcelâl'e hizmet etmişlerdir, îman etmeyenler ise süfli ve zelil olan şeye hizmet etmişlerdir. Hiç padişaha hizmet edenle, köleye hizmet eden bir olur mu? Elbette bir olmaz. Bunun için iman edenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezasını göreceklerdir. Kıyamet günü herkes hizmetinin karşılığını görecektir. Aklı olanlar bu âyetten ibret alarak, fâni olan dünyanın şöhretine ve gururuna aldanarak, ebedî olan âhiret saadetinden kendisini mahrum etmemelidir. Diğer mahlûkatın yaptığı gibi, midesini bir hazine kabul ederek her bulduğunu midesine indirip onun devamı sayılan istirahat mahalli ile midesi arasında ömrünü geçirip ona kul olmamalıdır. Zira diğer mahlûkatın da yaptığı budur. Yaratıkların en şereflisi olan insan midesinin değil, Rabbinin kulu olmalıdır. Midesine kul olanlar, köleye köle olurlar. Köleye köle olanlar ise daima zillete düşerler. İşte Hâlik-ı Mutlak'tan başkasına kul olmak da böyledir. Hiçbir zaman insanı izzete götürmez, daima zillete düşürür. Aklı olanların bunlardan ibret alıp Hâlik-ı Zülcelâl'e kul olmaları gerekir. O'na kul olanlar daima izzete, şerefe yükselirler, hiçbir zaman zillete düşmezler.

Allahü teâlâ kullarının ibret alıp öğütlenmeleri için bu iki kardeşin halini misal verip dünyanın fâni, âhiretin ise daimî- olduğunu bildirmiş, fâni olan şeylerle övünüp, ebedî olan nimetleri terk ederek ömürlerini boşa geçirmemelerini buyurmuştur. Yüce Halik inanmayazüarı bir daha düşünmeye davet ederek, önceki misalleri te'kic için dünyanın ve nimetlerinin fâni olduğunu bir misalle sevgili Pey gamberine haber verip, kullarına bildirmesini emretmiştir.

45

«Onlara dünya hayatının misalini de anlat. O, gökten indirdiğimiz su gibidir, ki bununla yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır. Ama sonunda da kuru bir çöp kırıntısı haline gelip rüzgârlar onu savuruverir. Allah her şeyin üstünde bir kudret sahibidir.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, bu insanlara dünya hayatının misalini anlat ki, onunla kibirlenip gururlanıp, övünüp haktan yüz çevirmesinler. Onun güzelliği, zineti gökten indirdiğimiz su gibidir. Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde bitkiler, otlaklar, ormanlar, bağ ve bahçeler, sebzeler, meyveler, mahsul birbirine karışır. Her yer rengârenk çiçeklerle, yeşilliklerle, meyve ve sebzelerle süslenir. Tam o sırada ansızın bir afat onları kupkuru bir çöp yığını haline getirir ve rüzgârlar sağa-sola savuruverir. O bağ-bahçede hiçbir şey kalmaz. Kimse de buna mani olamaz. Zira Allah her şeyin üstünde bir kudret ve kuvvet sahibidir. O, dilediğini yapar.» İşte dünya ve dünya ehlinin durumu budur. Her fâni yok olacağı gibi, dünya da bir gün son bulacaktır. O zaman ne bağ, ne bahçe, ne saltanat, ne zenginlik, ne hükümdarlık, ne taht, ne makam kalacaktır. Bunların hepsi yok olacaktır. Sadece âlemlerin Rabbi olan Hâlik-ı Mutlak kalacaktır. Dünyada da, âhirette de hüküm ve saltanat O'nundur.

46

«Mal ve oğullar dünya hayatının zinetidir. Ama baki kalacak sâlih ameller, sevap olarak da, amel olarak da Rabbin katında daha hayırlıdır.»

Mal, oğul ve kızlar dünya hayatının zinetidir. Onlar sizi mağrur etmesin. Çünkü onların da sonu yok olmaktır. Allah katında ancak baki kalacak olan sâlih ameller, sevap olarak da, amel olarak da daha hayırlıdır. O sâlih ameller de beş vakit namaz, oruç, hac, zekât, hayır ve hasenattır.

İbn Abbas, İkrime ve Mücahid (radıyallahü anh), Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bakî kalacak sâlih ameli şöyle nakletmişlerdir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), dört kelime vardır ki, bunlar cehennem ateşine karşı kalkandır. Onlar da şunlardır:

“Sübhanallahi velhamdülillahi vela ilahe illallahü vallahü ekber”

Rivayete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gün sahabesini toplar ve kalkanlarını yere dikmelerini söyler. Onlar da «Ey Allah'ın Resulü, düşman mı geliyor da kalkanlarımızı yere dikeceğiz» derler. Allah Resulü «Hayır, cehennem ateşine karşı dikin» buyurur. Tekrar onlar «Ey Allah'ın Resulü, cehennem ateşine karşı kalkan ne yapar» derler. Allah Resulü «Şu dört kelime cehennem ateşine karşı kalkandır:

«Kim bu dört kelimeyi çok söylerse, o cehennem azabından halâs olur» buyurmuştur. Hasan-ı Basri Hazretleri de «bu dört kelimeyi söyleyen kimse, dört kitabı okumuş gibi sevab alır. Allahü teâlâ ona iki yüz peygamberin sevabı kadar sevap verir ve bir çok iyilikler ihsan eder. Çünkü bu dört kelime büyük melâikenin tesbihidir. Umulur ki, bu tesbihatı getirenlere melekler de şefaatçi olur.» demiştir.

Bazı tefsirciler de «bâkıyatüssâlihâtm» yani baki kalacak sâlih amellerin kız çocukları olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Her kimin iki veya üç kızı olur da, onları hoş tutarak Allah'ın emrine razı olursa o kimse cennette benimle beraber olur.» Başka bir hadîste :

«Bir kimsenin bir kızı olur da, onu hoş tutarsa Allahü teâlâ o kimseye muavin ve nasır olur, günahlarını yarlığar.» buyurmuştur. Yine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Bir kimsenin üç kızı olup da, onları hoş tutar, kızım oldu diye üzülmezse Allahü teâlâ o kimseye cennet bahçelerinden üç bahçe verir. Her bahçe dünyadan, daha büyüktür. Bir kızı terbiye edip edeple beslemek bin defa nafile hac etmekten, bin defa umre yapmaktan, bin deve kurban etmekten, bin cenaze namazı kılmaktan ve bin misafir ağırlamaktan daha sevaptır. Kızları olanlara yardım edin, sizden ödünç olarak bir şey isterlerse verin. Onlara merhamet edin ki, Allah da size merhamet etsin.»

Bazı tefsirciler de, sevabı baki olan her taatin, yani namaz, oruç, zekât, sadaka, hac ve bütün nafile ibadetlerin «bâkıyatüssalihât» olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsi Allah katında dünya zinetlerinden daha üstündür. Çünkü dünya zinetleri geçici, bunlar ise daimîdir. Elbette ki, daimî olan geçici olandan daha üstün ve daha kıymetlidir. Zira Allahü teâlâ geçici olan dünya zinetlerini zemmedip, ebedî olan âhiret nimetlerini medh ü sena etti. Akl-ı selim sahiplerinin dünya nimetlerine aldanarak ebedi olan âhiret nimetlerini unutmamaları için, fâni olanı zem, baki olanı medhetmiştir. İbadet ve taatle meşgul olanlar, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'e gelerek «Ey Allah'ın Resulü, 'bâkıyâtüssâlihât»ın semeresini biz ne zaman göreceğiz ve dünyaya aldanıp mağrur olanların nedameti ne zaman zahir olacaktır?» demişlerdir. Yüce Allah onlara cevap olarak şu âyeti inzal buyurmuştur.

47

«Bir gün dağları yürütürüz de sen yeri dümdüz görürsün. Onları da mahşerde toplamı sızdır da içlerinden hiçbirini bırakmamışızdir.»

48

«Saflar halinde Rabbine sunulduklarında onlara: Yemin olsun ki sizi ilk defa yarattığımız gibi bize geldiniz. Sizi toplamak için bir söz vermediğimizi iddia etmiştiniz değil mi?»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, biz bir gün dağları, taşları yerinden yürütür yok ederiz de, o zaman sen yeryüzünü dümdüz görürsün. Yerin içindeki hazineleri, madenleri ve içinde saklı olan herşeyi meydana çıkarır da sonra onları bir yere toplarız.» Kıyamet günü bütün mahlûkat saflar halinde Allah'ın huzurunda toplanırlar. Mallarıyla, evlâtlarıyla övünenlere deriz ki: «Yemin olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi, şimdi bize geldiniz. Dünyaya mağrur olup zinetlerine aldandınız, mallarınızla, evlâtlarınızla övünüyordunuz. Şimdi nerede onlar? Neden size yardımcı olmuyorlar? Biz, size dünyada peygamber ve kitap gönderip bunların dünya zineti olduğunu bildirmiştik. Fakat siz bunlara aldandınız, âhireti unuttunuz, size faydası olacak sâlih amel işlemediniz. Bugün kimlerin saadette ve kimlerin azapta olduğunu görün. İşte bu amel defterinizdir, dünyada yaptıklarınız bunda yazılıdır. Amel defterinizi okuyun, yaptıklarınızı görün, lâyık olduğunuz cezayı çekin. Çünkü siz öldükten, sonra tekrar dirileceğinizi inkâr etmiştiniz.»

49

«Amel defteri ortaya konulduğunda suçluların onda yazılı olandan korktuklarını görürsün. Vah bize, eyvah bize, bu kitap nasıl olmuş, küçük büyük bir şey bırakmaksızın hepsini saymış derler. Çünkü bütün işlediklerini hazır bulurlar. Ve Rabbin kimseye asla zulmetmez.»

Allahü teâlâ kullarına kıyamet günü amel defterlerini verir. Kiminin amel defteri sağından, kiminin solundan, kimininki ise arkasından verilir. Kâfirlerin, münafıkların ve asilerin amel defterleri sollarından veya arkalarından verilir. Mü’minlerinki ise sağ taraflarından verilir. Amel defterleri sollarından ve arkalarından verilenler işledikleri suçları defterlerinde gördükleri zaman, «eyvah, yazıklar olsun bize. Küçük büyük yapmış olduğumuz bütün ameller bunda yazılmıştır.» derler. Herkesin yapmış olduğu küçük büyük bütün amelleri defterlerine yazılmıştır. Kıyamet günü buna göre mükâfat veya mücâzat görürler. Yüce Allah kimseye zulmetmez ve haksızlık yapmaz. Zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görür. Ceza da mükâfat da kulların kendi amellerinin karşılığıdır.

50

«Hani meleklere: Âdem'e secde edin demiştik de, İblis'ten başka hepsi secde etmişti. O ise, cinden olduğu için Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı. Şimdi siz beni bırakıp da, size düşman olan onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Zalimler için ne kötü değişmedir bu.»

Yüce Allah, Âdem (aleyhisselâm)'i balçıktan yarattığı zaman, meleklere ve hocaları olan iblis'e ona secde etmelerini emretmiştir. Bu emir gereği melekler derhal secde etmişler, İblis ise Âdem'e secde etmekten imtina etmiştir. İblis, Âdem'den daha üstün olduğunu iddia ederek secde etmekten kaçınmıştır. Halbuki yapılan bu secde Âdem (aleyhisselâm)'in şahsında Allahü teâlâ'yadır. O, cin taifesinden olduğu için yaratılış itibariyle Âdem (aleyhisselâm)'den daha üstün olduğunu iddia etmiş, ona secde etmekten imtina edip, emr-i ilâhiye muhalefette bulunmuştur. İblis, Allah'ın emrine muhalefette bulunduğundan dolayı rahmet-i ilâhîden tard edilmiştir. Enâniyete düşüp kibirlenerek Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmediği için, Allah'ın rahmetinden kovulup kâfir olmuştur. Her kim kibir ve gururlanarak Allah'ın emirlerine isyan ederse o, şeytanın dostu olur. Şeytanın dostu olanlar da Allahü teâlâ’nın rahmetinden uzaklaşırlar. Yüce Allah onlara şöyle hitap ediyor: «Ey Âdemoğulları, şimdi siz beni bırakıp da, ebedî düşmanınız olan şeytanı ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Onu dost edinmek ve onlara tâbi olmak ne kötüdür.» Şeytanı dost edinip ona tâbi olmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü o, enâniyete kapılıp Allah'ın emrine isyan ederek rahmetinden kovulmuştur. Şeytanı dost edinenler ise rahmet-i ilâhîden böylece tard edilirler.

İmam-ı Mücahid (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Bir gün bana bir şahıs gelerek şeytanın karısı olup olmadığını sordu. Önce olmadığını söyledim, sonra aklıma bu âyet geldi (şimdi siz beni bırakıp da, size düşman olan onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz?) Kadın olmadan zürriyyetin olmayacağını söyledim.» İmam-ı Katade de, şeytanın insanoğlu gibi çoğaldığını ve arttığını söylemiştir. Bundan sonra Hâlik-ı Mutlak kendi kudret ve kemâlini haber vermiştir.

51

«Ben, onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.»

Bütün mevcudatı yoktan var eden Hâlik-ı Mutlak, gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakiler! yaratırken hiç kimseyi yardıma çağırmamış ve şahit tutmamıştır. Şeytanları ve zürriyyetini de şahit tutmamıştır ki, onlar göklerin ve yerin sularından ve gaybından haber versinler. Onlar hiçbir zaman göklerin ve yerin sırlarından ve gaybından haber veremezler. Göklerin ve yerin gaybını, sırlarını ancak Allah bilir. O'ndan başkası bilemez. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Ben, onları ne göklerin ve yerin yaratılmasında ne de kendilerinin yaratılmasında şahit tuttum. Saptıranları da hiçbir zaman yardımcı edinmiş değilim.»

Tefsircilere göre, bu âyet-i celilede yıldız ilmiyle gaybdan haber verenlerin sözlerine itibar edilmemesine işaret vardır. Çünkü gaybı ancak Allah bilir, O'ndan başkası asla bilemez. Yıldızlarla gaybdan veya gelecekten haber vermek, kehânette bulunmak katiyetle doğru değildir. Allah'ın bildirmediğini insanların bilmesi mümkün değildir. Bu işlerle uğraşanlar ömürlerini boşa geçirmiş ve kendilerine yazık etmiş olurlar. Onlar için elim bir azap vardır. Gerçek ilim sahipleri sâlih amel elde edecek ilimlerle meşgul olmalıdırlar. Zira bu şekildeki ilim, insanı Allah'a götürür ve rızasını kazandırır. İşte o zaman bazı sırlar kendisine açüır ve arzu ettiği nimetlere kavuşur. Mü’minin arzusu Allah'ın rızasını kazanmaktır. Allah'ın rızasını kazanmak ise ancak emirlerine itaat etmekle, yasaklarından kaçınmakla olur. Bundan sonra Yüce Halik puta tapanları tevbih için taptıklarının acziyyetini beyan etmiştir.

52

«(Yüce Allah) o gün (kâfirlere): Bana ortak olarak iddia ettiklerinize seslenin der. Onlara çağırırlar, ama hiçbirisi cevap vermez. Aralarına bir uçurum koyarız.»

53

«Suçlular ateşi görürler de ona düşeceklerini anlarlar, ama ondan kaçacak yer bulamazlar.»

Allahü teâlâ kıyamet günü kâfirlere «dünyada bana ortak koşup taptıklarınızı çağırın, gelsinler benim azabımdan sizi kurtarsınlar.» der. Bunun üzerine kâfirler putlarını çağırırlar. Fakat hiçbiri cevap verip onların yardımına koşmazlar, elleri boş dönerler. Yüce Allah taptıkları putlar ile kendi aralarında derin bir uçurum meydana getirir. O uçurum cehennem ateşi ile dolu olup etrafı yılanlarla kaplıdır. Kâfirler kendilerini her taraftan ateşin kapladığını gördükleri zaman, ona düşeceklerini anlarlar, kaçacak yer ararlar. Fakat hiçbir yere kaçıp kurtulamazlar. Putlara taptıklarına pişman olurlar, ama o nedamet asla fayda vermez. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Hâlik-ı Mutlak o gün kâfirlere: Bana ortak olarak iddia ettiklerinize seslenin gelsinler, bugün sizi benim azabımdan kurtarsınlar.» der. Bunun üzerine onlar da putlarına çağırırlar, fakat hiçbir cevap alamazlar. Akl-ı selim sahiplerinin bu âyet-i celileden ibret alıp Allah'tan başkasına tapmamaları gerekir. Çünkü Allah'tan başkasına yapılan ibadet sahibini dünyada da, âhirette de helake ve hüsrana götürür. Dünya ve âhiretin saadeti ancak Allahü teâlâ'ya- kullukla olur.

54

«Yemin olsun ki, biz bu Kur'an'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. İnsanın en çok yaptığı iş ise tartışmadır.»

Yüce Allah, insanoğlunu dalâletten kurtarıp hidayete erdirmek için peygamberler ve onların vasıtasıyla kitaplar göndermiştir. O kitaplarda her şeyi misalleriyle açıklamıştır. En son gönderdiği Kur'ân-ı Kerim'de ise geçmiş milletlerin kıssalarını, helak oluş sebeplerini, helâl ve haramı, hayrı şerri, iyiyi kötüyü, imanı küfrü, hakkı bâtılı bildirmiştir. Yine insanoğlu bunlardan ibret alıp iman etmemiş, bâtıl şeyler hakkında mücadele etmiştir. İnsanın en çok yaptığı da budur. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

«Hiçbir kavim bâtıl olan şeyler hakkında aralarında mücadele edip haktan ayrılmadıkça hidayete erdikten sonra sapıklığa düşmez.» Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yemin olsun ki, biz Kur'an'da insanlara türlü türlü misal gösterip açıkladık. İnsanın en çok yaptığı iş ise tartışmadır.»

55

«İnsanlara hidayet geldiği zaman onları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan, öncekilerin başına gelenlerin kendilerine de gelmesini veya göz göre göre azaba uğramayı beklemeleridir.»

Peygamber gelip kendisine gönderilen Kitabı tebliğ ettikten sonra kâfirleri iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten men etmez. Onları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten men eden önceki ümmetlerin başına gelenlerin kendi başlarına da gelmesini veya göz göre göre azaba uğramayı istemeleridir. Çünkü bunlar da önceki ümmetler gibi hakkı inkâr edip sapıklığa düşmüşlerdir. Yüce Allah suçlarının cezası olarak önceki kavimlerin kimini suda boğmuş, kimini yere batırmış, kiminin üzerine gökten taş yağdırmış, kimini kasırga ile helak etmiştir. Herkese lâyık olduğu cezayı vermiştir.

56

«Biz, peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Oysa kâfirler hakkı bâtılla ortadan kaldırmak için çekişirler. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.»

Allahü teâlâ peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak göndermiştir. Kâfirler ise hakkı, bâtıl ile ortadan kaldırmak için çekişirler. Âyetleri ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar. Peygamberlerin uyarısından hiçbir şey istifade edemezler ve zalimlerden olurlar. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «İnsanlara hidayet geldiği zaman onları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten, alıkoyan, öncekilerin başına gelenlerin kendilerine de gelmesini veya göz göre göre azaba uğramayı beklemeleridir. Biz, peygamberleri sadece müjdeci ve uyarıcı olarak göndeririz. Oysa kâfirler hakkı, bâtılla ortadan kaldırmak için çekişirler. Âyetlerimizi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya alırlar.»

57

«Kendisine Rabbinin âyetleri anlatılıp da, onlardan yüz çeviren ve önceden yaptıklarını unutan kimseden daha zâlim kim vardır? Biz onların kalblerinin üstüne onu iyice anlamalarına engel, örtü, kulaklarına da ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan da, onlar asla hidayete gelmezler.»

Kendisine Rabbinin âyetleriyle va'z u nasihat edilip hak ile bâtıl, iman ile küfür, iyi ile kötü, hayır ile şer, helâl ile haram, cennet ile cehennem bildirildikten sonra, onlardan yüz çeviren ve önceden yaptıkları isyanları unutan kimseden daha zâlim kim vardır? Allah, onların kalblerinin üstüne, onu iyice anlamalarına engel olacak örtü, kulaklarına da işitmemeleri için ağırlık koymuştur. Allah'ın Resulü onları hidayete çağırsa da, o kâfirler asla hidayete gelmezler. Çünkü onların kalbleri de, kulakları da mühürlenmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Kendisine Rabbinin âyetleri anlatılıp da, onlardan yüz çeviren ve, önceden yaptıklarını unutan kimseden daha zâlim kim vardır' Biz onların kalblerinin üstüne, onu iyice anlamalarına engel örtü, kulaklarına da ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan da, onlar asla hidayete gelmezler.»

58

«Bununla beraber Rabbin merhamet sahibidir, çok yarlığayıcıdır. Eğer onları yaptıklarından dolayı hemen yakalasaydı, elbette çabucak azaba uğratırdı. Fakat onlar için va'd edilen bir zaman vardır ve ondan kaçıp sığınacak bir yer bulamazlar.»

59

«İşte zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz şehirler. Biz bunları yok etmek için bir zaman tayin etmiştik.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, Rabbin merhamet sahibidir ve çok yarlığayıcıdır. Eğer kâfirleri işledikleri suçlardan dolayı hemen yakalasaydı, elbette çarçabuk onları azaba uğratır, hepsini helak ederdi. Fakat onlar için tayin edilen bir zaman vardır, o zaman gelince azabımızdan kaçacak ve sığınacak bir yer bulamazlar. İşte halkı zulmettiklerinden dolayı helak ettiğimiz bunca şehirler. Biz onları helak etmek için bir zaman tayin etmiştik.» Allahü teâlâ, kendisine şirk koşup isyan eden toplumları hemen helak etmez. Belki şirk ve isyanlarından vazgeçerek iman ederler diye azaplarını bir müddet tehir eder. O zaman gelince lâyık oldukları cezayı verir. Nuh'un, Âd’ın, Semûd'un, Salih'in kavimleri gibi. Onlar, peygamberlerinin davetine uymayarak Allah'a şirk koşup kendilerine yazık etmişlerdir. Hâlik-ı Mutlak da onlara lâyık oldukları cezayı vermiştir. Bundan sonra Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm)'nın kıssası ile, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kıssasını nakledip hoca ile talebenin, âlim ile cahilin, şeyh ile müridin bunlardan ibret alıp ilimleriyle ve kerametleriyle büyülenmemelerini tenbih buyurmuştur.

60

«Hani Musa genç arkadaşına demişti ki: Ben iki denizin birleştiği yere ulaşmaya, yahut yıllarca yürümeye kararlıyım.»

61

«Bunun üzerine onlar iki denizin birleştiği yere gelince balıklarını unutmuşlardı. O bir delikten kayıp denizi boyladı.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şöyledir: «Übey ibn Ka'b, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle söylediğini işittim» demiştir: «Musa (aleyhisselâm) bir gün İsrailoğullarına vaz u nasihat ederken içlerinden biri, insanların en bilgininin kim olduğunu sorar. O da «benim» cevabını verir. Musa (aleyhisselâm), insanların en bilgini kendisi olduğunu söyleyerek ilmiyle övünür. İlmiyle övündüğünden dolayı Yüce Allah da ona itap edip şöyle vahyeder: «Ya Musa, iki denizin birleştiği yerde benim bir kulum var ki, o senden daha âlimdir.» Bu hitap karşısında kendinden geçen Musa (aleyhisselâm) «Ey Rabbim, ben onunla görüşmek istiyorum» der. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm) 'ya şöyle vahyeder: «Ya Musa, eğer onu görmek istiyorsan tuzlanmış kuru balık al, zembile koy, sana yorgunluk ve usanç gelinceye kadar onu yanında azık olarak taşı ve kulumuzu her yerde ara. Balığın kayıp olduğu yer o kulumuzun bulunduğu yerdir. İşte o zaman kulumuzu bulursun.» İlâhî emir gereği Musa (aleyhisselâm) balığı alır, zembile koyar, arkadaşıyla ve kendisinden ilim öğrenen Yuşa ibn Nün ile iki denizin birleştiği istikamete doğru yola çıkarlar. Bir müddet gittikten sonra deniz kenarında bir kayalıkta istirahat etmek isterler. Musa (aleyhisselâm) arkadaşına «ben iki denizin birleştiği yere varıp o âlim zatı bulana kadar asla oturmam» der. Nihayet iki denizin birleştiği yere gelirler. Tercihe şayan olan kavle göre bu iki deniz Akdeniz ile Kızıldeniz'dir. Hedeflenen istikamet ise birleştikleri yerdir. Orada istirahat ederler, zembildeki balıktan bir miktar yerler. Sonra Musa (aleyhisselâm) uykuya dalar. Arkadaşı Yuşa ibn Nûn da orda bulunan hayat suyundan abdest alır, abdest esnasında tuzlu balıkların üzerine hayat suyu serpilir. O suyun balıkların üzerine serpilmesiyle balıklar canlanır, denize atlarlar. Denizde gittikleri yerin suyu çekilir, yol halini alır. Bunu gören Yuşa ibn Nûn şaşırır. Olaydan Musa (aleyhisselâm) 'yi haberdar etmek için uyanmasını bekler. Uyanınca olayı ona haber vermeyi unutur, o gün giderler, ertesi gün hatırlarlar.

62

«Oradan uzaklaştıkları vakit Musa, yanındaki gence: Kuşluk yemeğimizi getir. Yemin olsun ki, bu yolculuğumuzda yorgun düştük dedi.»

63

«Bak sen, kayalığa vardığımızda balığı unutmuşum. Şeytandan başkası onu bana unutturmadı. O, şaşılacak şekilde deniz yolunu tutup gitti dedi.»

Musa (aleyhisselâm) -ile arkadaşı Yuşa ibn Nûn, iki denizin birleştiği yeri geçtiler ve ikinci günün kuşluk vakti olduğunda bir yerde konakladılar. Musa (aleyhisselâm) arkadaşına «zembildeki balığı getir yiyelim. Yemin olsun dünden beri bu yolculuğumuzda yorgun düştük» dedi. Gerçekten Musa (aleyhisselâm) o gün çok yorgun düşmüş ve çok acıkmıştır. Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ya balığı hatırlaması için yorgunluk ve açlık vermiştir. Eğer yorgun düşüp acıkmasaydı balığı hatırlamayacaktı. Çünkü Yüce Allah «bir balık al, onu zembile koy ve beraberinde götür, kayıp olduğu nokta, o kulumun bulunduğu yerdir» buyurmuştu. Musa (aleyhisselâm) arkadaşından balığı isteyince, o «gördün mü, ne acayip şey oldu. Kayalığa vardığımızda sen uykuya dalmıştın, ben de hayat suyundan abdest almak istemiştim, abdest alırken o sudan balıkların üzerine sıçradı, balıklar da dirilip denize atladılar ve denizde bir yol açtılar. Onların geçmiş olduğu yerin suyu çekildi ve kupkuru bir yol oldu. Bunu sana söylemeyi unuttum. Bunu bana şeytandan başkası unutturmadı. O, şaşılacak şekilde deniz yolunu tutup gitti.» dedi.

64

«Musa; Zaten istediğimiz buydu dedi. Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler.»

65

«Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik.»

Musa (aleyhisselâm), arkadaşı Yuşa ibn Nûn'dan balıkların dirilip denize kaçtıklarını öğrenince, hemen bulundukları yerden gerisin geriye dönerler ve izlerini takip ederek balıkların denize gittikleri kayaya gelirler. Yuşa ibn Nün balıkların denize gittiği deliği Musa (aleyhisselâm)'ya gösterir. Orası bir yol gibiydi. Bunu gören Musa (aleyhisselâm) hayrete düşer ve o anda kayada namaz kılmakta olan bir zatı görür. Kendisine yaklaşır, namazını bitirdikten sonra selâm verir. O zat da «ve aleykümselam ey İsrail peygamberi» diyerek selâmı alır. Musa (aleyhisselâm), o zatın kendisini tanımasına hayret eder ve «benim İsrail peygamberi olduğumu sana kim söyledi?» diye sorar. O da «benim yerimi sana haber veren söyledi» diye cevap verir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Musa: «Zaten istediğimiz buydu» dedi. Hemen izlerinin üstünden gerisin geri döndüler. Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik.»

66

«Musa ona: Sana öğretilen ilimden bana öğretmen için peşinden gideyim mi? dedi.»

67

«O da dedi ki: Doğrusu sen benim yaptıklarıma asla dayanamazsın.»

68

«Kavrayamayacağın bir bilgiye nasıl dayanırsın?»

Hazret-i Musa, aradığı zatı bulunca «sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için peşinden gideyim mi?» diyerek müsaade ister. O zat da Musa (aleyhisselâm) 'ya «Tevrat'ın içindeki ilim sana yeter. Hem senin İsrailoğulları içinde bir çok işin var, bütün bu işleri bırakıp bana nasıl tâbi olacaksın?» diye cevap verir. Musa (aleyhisselâm) derhal «bunu bana Allah emretti, onun için buraya geldim» der. Bunun üzerine o zat «doğrusu sen, benim yaptıklarıma asla dayanamazsın ve sabredemezsin. Çünkü benim yaptığım işlerin bir kısmı görünüşte kötü, hakikatte hikmetlerle doludur. Peygamberlerin ve sâlihlerin kötü olan bir şeyi gördükleri zaman ona boyun eğmeleri ve sabretmeleri caiz değildir, onu mutlaka değiştirmeleri gerekir. Bu bakımdan benim yaptıklarıma tahammül edemezsin. Hem sen kavrayamayacağın ve iç yüzünü bilmediğin bir ilme nasıl sabredeceksin?» der. Muteber olan kavle göre bu zat Hızır (aleyhisselâm)'dır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Hızır (aleyhisselâm) hakkında şöyle rivayet edilmiştir: «Hızır bir padişahın oğludur. Ebeveyni onun kendilerinden sonra yerlerine geçip padişah olmasını ister. Hızır ise padişah olmayı asla arzu etmez. İsmi, Bülyâ ibn Mülkan'dır, «Hızır» lâkabı ve künyesidir. Kendisine Hızır denmesinin sebebi, geçtiği yerlerde bir bereket, oturduğu yerlerde ve çevresinde bir yeşillik, bir hareket meydana gelmesinden dolayıdır. Ebeveyninden kaçıp deniz kenarında müsaid bulduğu yerlerde ibadetle meşgul olur ve nübüvvet makamına yükselir. Musa (aleyhisselâm), Hızır'dan «benim yaptıklarıma sabre demez sin» cevabını alınca, ona şöyle der.

69

«O da: «İnşaallah sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim» dedi.»

70

«O halde bana uyacaksın, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sormayacaksın dedi.»

Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm)'in teklifini kabul eder ve ona «inşaallah benim sabrettiğimi göreceksin, sana hiçbir işinde karşı gelmeyeceğim ve karışmayacağım» der. Bunun üzerine Hızır (aleyhisselâm) da «şayet bana uyacaksan, ben sana anlatmadıkça herhangi bir şey hakkında bana soru sorma ve işime karışma» diye tenbihler. Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm) bu şekilde ahidleşirler ve Yuşa ibn Nûn da İsrailoğullarına geri döner.

71

«Bunun üzerine kalkıp gittiler. Nihayet bir gemiye bindiklerinde o, bu gemiyi deliverdi. Musa: Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin? Yemin olsun, sen büyük bir iş yaptın dedi.»

72

«Ben, sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi? dedi.»

Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm) anlaştıktan sonra deniz sahilinde yolculuğa başlarlar. Nihayet bir gemiye rastgelirler ve ona binerler. Fakat gemidekiler onların uğursuz olduğunu ve gemiden çıkarılmasını sahibinden isterler. Sahibi ise, onların uğursuz olmadığını, yüzlerinde nübüvvet eseri bulunduğunu söyler. Bir müddet gittikten sonra geminin alt kısmında bir tahta koparır.

Ubey ibn Ka'b, bu hususu Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'den şöyle rivayet eder: Hızır (aleyhisselâm) ile Musa (aleyhisselâm) gemiye gelirler, gemiye binmek için sahibinden izin isterler, onlar da müsaade ederler ve gemiye binerler. Hızır (aleyhisselâm) eline bir balta alır ve geminin dibinden bir delik açar. Bunu gören Musa (radıyallahü anh) dayanamaz «gemiyi, içindekileri boğmak için mi deldin? Yemin olsun, sen çok kötü bir iş yaptın» der. Hızır (aleyhisselâm) da ona şu cevabı verir «ben, sana yaptığım; işlere dayanamazsın ve sabredemezsin demedim mi?» Gerçekten de Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm)’ın yaptığı işlere tahammül edemez. Hızır (aleyhisselâm)'in bu cevabı karşısında Musa (aleyhisselâm) susar, bir kenara çekilir ve kalbinden şunları geçirir: «Ben İsrail oğullarına gece gündüz Tevrat'ı okur, hükümlerini anlatır, onlar da bu hükümleri kabul ederken, gelip halka zulmeden ve onların helak olmasına çalışan birisine tâbi olmam bilmem ki, ne kadar doğrudur.» Hızır (aleyhisselâm), onun gönlünden neler geçirdiğini anlar ve hepsini olduğu gibi Musa (aleyhisselâm)'ya anlatır. Musa (aleyhisselâm)'nın gönlünden geçirdiklerini yüzünden okuyan Hızır (aleyhisselâm)’ın batın ilmiyle mücehhez olduğunu anlar ve işine karıştığı için özür diler.

73

«Unuttuğum şeyden dolayı beni muahaze etme, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu tutma dedi.»

74

«Yine gittiler, nihayet bir erkek çocuğa rastladılar. O, hemen bunu öldürdü. (Musa) 'bir cana karşılık olmaksızın masum bir kimseye kıydın mı? Doğrusu çok kötü bir şey yaptın' dedi»

Hızır (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm)'ya aralarındaki ahidleşmeyi hatırlatınca, o özür dileyerek şöyle der: «Ey Hızır, unuttuğum şeyden dolayı beni muâhaze etme. Çünkü ben aramızdaki ahidleşmeyi unutmuştum, gücümün yetmediği şeyden beni sorumlu da tutma.» Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm) ile arkadaşlığa başlamadan önce işine karışmayacağına söz vermişti. Fakat Hızır (aleyhisselâm)'ın yaptıkları ilk bakışta Musa (aleyhisselâm)'ya ağır geliyor, dolayısıyla sabrı taşıyordu. Hızır (aleyhisselâm) onun özrünü kabul eder, gemiden inerler, yaya olarak yollarına devam ederler. Yolda giderken bir bölük çocuğun oynadığını görürler, Hızır (aleyhisselâm) o çocukların içinde çok zarif bir oğlan çocuğunu tutar öldürür. Bunu gören Musa (aleyhisselâm) dayanamaz, yine feryad eder ve «hiçbir suçu olmayan bir cana karşılık da bulunmayan masum bir çocuğu öldürdün. Doğrusu sen çok kötü bir iş yaptın. Neden bu kötü işi yaptın» der.

Hızır (aleyhisselâm)'ın çocuğu nasıl öldürdüğü tefsirciler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Kimine göre boğazını sıkarak öldürür, kimine göre taşla başını ezer, kimine göre boğazını keserek öldürür. Hızır (aleyhisselâm)’ın öldürdüğü çocuk daha bulûğ çağma gelmemişti, ismi Cesurdu. İmam-ı Kelbî (radıyallahü anh)'ye göre o çocuk eşkiyalık yapıyor, halkın malım gasbederek ebeveynine getiriyordu. Bazılarına göre ise, halka zulmeder, bu yüzden anasını babasını çok üzerdi. Anası babası, çocuklarının zararından ve halkın şikâyetinden gına getirmişlerdi. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onun hakkında şöyle demiştir: «O öyle bir çocuktur ki, eğer sağ olsaydı küfürle yoğrulacak, isyankâr ve asî olup halka ve ebeveynine çok zulmedecekti.» Musa (aleyhisselâm) ikinci kez Hızır (aleyhisselâm)'ın işine karışınca, o tekrar Musa (aleyhisselâm)'ya aralarındaki ahidleşmeyi hatırlatır.

75

«O: 'Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi? dedi.»

76

«(Musa): Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman benîm tarafımdan mazur sayılırsın' dedi.»

77

«Yine gittiler ve nihayet vardıkları kasaba halkından yiyecek istediler. Kasaba halkı bu ikisini misafir etmek istemedi. İkisi şehrin içinde yıkılmaya yüz tutan bir duvar gördüler. O, bunu doğrultuverdi. Musa: 'Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin dedi.»

78

«O dedi ki: İşte bu seninle benim ayrılışımızdır. Dayanamadığın işlerin iç yüzünü sana anlatacağım.»

Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm)'in masum çocuğu öldürdüğünü görünce dayanamaz, yine feryad eder. Onun feryadına karşılık Hızır (aleyhisselâm) «ben sana yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» diye çıkışır. Musa (aleyhisselâm) tekrar özür diler ve «eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam, benimle arkadaşlık etme. O zaman benim tarafımdan mazur sayılırsın» der. Hızır (aleyhisselâm) da onun özrünü kabul eder, birlikte yine giderler ve bir kasabaya varırlar. Kasaba halkından yiyecek isterler, onlar bunlara yiyecek vermezler ve misafir de etmek istemezler. İbn Abbas (radıyallahü anh) o kasabanın Antakya olduğunu söyler. İbn Sîrin ise, o kasabanın iki dağ arasında bulunan çukur bir yer olduğunu ve gökten başka bir yerin görünmediğini ifade eder. Kasaba halkı, kendilerine yiyecek vermez ve misafir de etmez. Onlar şehrin içinde dolaşırken yıkılmakta olan bir duvar görürler, Hızır (aleyhisselâm) onu onarır. Bu defa Musa (aleyhisselâm) ona şöyle der: «Dileseydin buna karşılık bir ücret alırdın, onunla da beraber yiyecek alır, yerdik. Biz misafir olarak bunlara geldik bize yiyecek bir şey vermediler, karnımız da aç. Sen ise yaptığın işe karşılık bir şey talep etmedin.» Musa (aleyhisselâm)'dan bu sözleri işiten Hızır (aleyhisselâm) ona şu cevabı verir: «İşte bu seninle benim ayrılmama sebebtir. Dayanamadığın işlerin iç yüzünü sana anlatacağım.»

79

«Gemi, denizde çalışan yoksullara aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, zira arkalarında her sağlam gemiye el koyan hükümdar vardı.»

Hızır (aleyhisselâm), Hazret-i Musa'dan ayrılmadan önce ona yapmış olduğu işlerin sırrını anlatır ve şöyle der: «Gemi, denizde çalışan yoksullara aitti. Onun geçtiği yolda kâfir bir hükümdar vardı. O, sağlam gemilere zorla el koyuyordu. Kâfir hükümdarın el koymaması için gemiyi deldim. Eğer gemiyi delmeseydim, yeni zannedip el koyacaktı, bu yoksullar da mağdur olacaklardı. İşte gemiyi delmemizin hikmeti budur.» İbn Kâ'b (radıyallahü anh) bu geminin on yetim çocuğa ait olduğunu, beşinin sakat olup diğerlerinin ise bu gemide çalışarak hepsinin nafakasını temin ettiklerini ve bundan başka da geçim kaynakları olmadığını söylemiştir. Çocuğun öldürülmesi ise şöyle beyan ediliyor:

80

«Oğlana gelince, onun anası babası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırıp inkâra sürüklemesinden korkmuştuk.»

81

«Rablerinin o çocuktan daha temiz ve daha çok merhametli birini vermesini istedi.»

Hızır (aleyhisselâm) çocuğu neden öldürdüğünü Hazret-i Musa'ya şöyle açıklar: «O çocuğu öldürmemin sebebi şudur: Onun anası babası mü’min kimselerdi, kendisi ise kâfirdi. Dolayısıyla onu anasını babasını inkâra ve isyana sürüklemesin diye öldürdük. Allahü teâlâ, onun anasını babasını inkâr ve isyana sürükleyeceğini biliyordu, biz de ondan korkmuştuk. Yüce Halik bunun yerine anasına babasına ihsan ve ikramda bulunacak sâlih bir evlât verecektir. İşte çocuğun öldürülüş sebebi budur.» İmam-ı Kelbi (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Hızır (aleyhisselâm) bu çocuğu öldürdükten sonra Allahü teâlâ anasına babasına bir kız çocuğu vermiştir. O kız çocuğu da bir peygamber ile evlenmiş, bu evlilikten bir peygamber dünyaya gelmiş, o peygamber vasıtası ile Yüce Allah bir kavmi hidayete erdirmiştir.» Cafer ibn Muhammed de babasından şöyle rivayet etmiştir: «Yüce Halik, o anaya babaya bir kız çocuğu vermiş, o kızın soyundan da yetmiş peygamber gelmiştir.» Demek ki her şeyde bir hikmet vardır. Fakat insanoğlu bu hikmetlerin sırrını bilemez. Kendisi için şer zannettiği şeylerde belki de hayır vardır, hayır zannettiği şeylerde belki de şer vardır, insan bunu idrak edemez. Gerçek mü’min, Allah'ın hükmüne boyun eğer, razı olur. Çünkü O'nun hükmettiği her şeyde kulları için bir çok hikmetler vardır. Her ne kadar zahirde hayır gözükmese bile. Hızır (aleyhisselâm) şehirdeki duvarı tamir etmesini de şöyle açıklamıştır.

82

«Duvar ise o şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da iyi bir kimseydi. Binâenaleyh Rabbin onların erginlik çağına ulaşmasını ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzleri budur.»

Hızır (aleyhisselâm) şehirdeki duvarı neden tamir ettiğini Musa (aleyhisselâm) 'ya şöyle beyan eder: O duvar Asram ile Sarım adında iki yetim çocuğundu. Altında babalarından kalma bir hazine vardı, babaları da sâlih bir kimseydi. Allahü teâlâ onlar yetişip erginlik çağına gelene kadar o hazinenin duvarın altında kalmasını diledi. Ben de yıkılmasın diye onu onardım. Ben bunları kendiliğimden değil, Allahü teâlâ'nın dilemesiyle yaptım. İşte dayanamadığın işlerin iç yüzleri bunlardan ibarettir. Hızır (aleyhisselâm)’ın bu açıklamalarından sonra birbirlerinden ayrılırlar.

Ebû'd-Derdâ (radıyallahü anh)’ına rivayetine göre, duvarın altındaki hazine altın ve gümüştür. İbn Abbas (radıyallahü anh)’ın rivayetine göre ise, üzerinde şu ibarelerin yazılı bulunduğu altın levhalardır:

«Ölümün kendisine gelip çatacağını bilen bir insanın sevinmesine, Allahü teâlâ’nın takdir ettiği şeyin mutlaka vuku' bulacağını ve değişmeyeceğini bilen bir insanın boş yere üzülmesine, dünyanın fâni olduğunu bildiği halde ona tamah edip ebedi olan âhireti unutanlara şaşarım.» Bu ibarelerin sonunda (......) yazılı olduğu da bildirilmiştir.

Bu âyet-i celilenin nüzulünden sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadisi söylemiştir: Allahü teâlâ herhangi bir kişinin ıslâhı ile, onun aile efradını ve yakın komşularını da ıslâh eder. Görülüyor ki, bir kimsenin salâhı, onun çoluk çocuğunun ve yakın komşusunun ıslâhına da vesile oluyor. Ka'b (radıyallahü anh) şöyle rivayet etmiştir: «Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) dua ederken her duanın evvelinde şöyle derdi: Allahü teâlâ’nın rahmeti bizim ve kardeşim Musa'nın üzerine olsun. Ne olaydı Hızır'ın yaptıklarına o biraz sabretseydi de, Allah onların haberinden bize daha çok haber verseydi.»

Yukarda geçen âyetlerde beyan edildiği gibi, Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm)ın yaptıklarına karışınca kısa zamanda ayrılmak zorunda kalmışlardı. Musa (aleyhisselâm), Hızır (aleyhisselâm)'dan ayrılacağı zaman kendisine öğüt vermesini ister, o da şöyle nasihat eder: «Hiçbir zaman koğuculuk yapma, işinin olmadığı yerlere gitmekten sakın, sadece sana emredilen şeylerle meşgul ol, kimseyi hatasından ve günahından dolayı ayıplama, başkalarını küçük görüp onların yaptıklarına gülme.» Hızır (aleyhisselâm)’ın nasihati akıl sahiplerini düşünmeye sevk edip içinde bir çok va'z u nasihat bulunduğundan Allahü teâlâ bu kıssayı nakletmiştir. Akıl sahipleri için bunda birçok ibretler ve ders alınması gereken hususlar vardır. Hiç kimse kendisini ilmiyle, ameliyle başkalarından üstün görüp övünmemeüdir. Elbette kendinden daha âlim ve daha âbid birisi bulunur. Âlim iken sonra ona talebe olur.

Mürid de hiçbir zaman şeyhinin işine karışmamalıdır ve kendisine hoş gelmeyen bir hareketini görse bile itaatta kusur etmemelidir. Böyle bir durumda «bunda benim aklımın ermediği hikmetler ve sırlar vardır» diyerek sükût etmelidir. Şayet teslimiyette kusur ederse şeyhinden istifade edemez. Çünkü tarikatta esas olan teslimiyettir. Eğer bu olmazsa mürid, Musa (aleyhisselâm)'nın Hızır (aleyhisselâm)'dan ayrıldığı gibi şeyhinden ayrılmak zorunda kalır. Nasıl ki, Musa (aleyhisselâm) ilk anda Hızır (aleyhisselâm)’ın yaptıklarına akıl erdiremedi ise, mürid de şeyhinin yaptıklarını idrak edemez. Bu kıssadan ibret alınması gereken diğer bir husus ise, insanın hiçbir zaman aceleci olmaması, her işin neticesini sabırla beklemesidir. Çünkü Allahü teâlâ sabredenlerle beraberdir, acele edenler ise daima zararlı çıkmışlardır. Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm) ile Hızır (aleyhisselâm)’ın kıssasını naklettikten sonra Zülkarneyn'in kıssasını nakletmiştir. Bunda da insanlar için büyük ibretler ve hikmetler vardır.

83

«Sana Zülkarneyn'i sorarlar: 'Onu size anlatacağım' de.»

Kâfirler, akıllarınca Allah Resulünü güç durumda bırakmak için Zülkarneyn'in kim olduğunu sorarlar. Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyurur; «Ya Muhammed, sana Zülkarneyn'i sorarlar, kâfirlere onun kim olduğunu size anlatacağım de.» Zülkarneyn'in peygamber mi, hükümdar mı olduğu âlimler arasmda ihtilâf konusudur. İbn Kesir onun peygamber ve melek olmadığını, âdil bir hükümdar olduğunu, halkı hak dine davet ettiğini söylemiştir. Ebû Tufeyl de şöyle demiştir: «Hazret-i Ali'ye Zülkarneyn'in peygamber mi, melik mi olduğu sorulur, o şöyle cevap verir: Zülkarneyn peygamber de, melik de değildir. O, Allah'ın sevgili kuludur, hak dini yaymak için gece gündüz hiç durmadan çalışmıştır. Allah da ona muavenet verip yardım etmiştir.» Ulemânın ekserisi onun âdil, sâlih bir melik olduğu kanaatindedir. Rivayete göre Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e Zülkarneyn'in kim olduğu sorulur, o da yeryüzünde dolaşan bir melik olduğunu söyler.. İmam-ı Mücahid (radıyallahü anh) de onun hakkında şöyle demiştir: Yeryüzünde dört kişi doğudan batıya hâkim olmuştur. Bunlardan ikisi mü’min, ikisi de kâfirdir. Hazret-i Süleyman ile Zülkarneyn mü’min, Nemrud ile Buhtunnasr kâfirdir.

Zülkarneyn'in, asıl ismi îfrikaş oğlu Ebû Bekir'dir. Kendisine Zülkarneyn isminin verilmesinde tefsirciler farklı görüşe sahiptirler. İmam-ı Zühri, mağrip ile maşrika hâkim olduğundan kendisine Zülkarneyn denmiştir, der. Kimi tefsirciler, doğu ile batıya hâkim olduğu için Zülkarneyn denmiştir, der. Bazısı adaletle hükmettiği için Zülkarneyn denmiştir, der. Kimi tefsirciler, saçını ortadan ayırdığı için Zülkarneyn denmiştir, der. Kimi iki boynuzu bulunduğu için Zülkarneyn denmiştir, der. Kimi tefsirciler de, Zülkarneyn'in, Himyer kabilesine mensup olduğunu söyler. Çünkü Himyer kırallarının isimlerinin başına mutlaka bir «Zi» eki getirilirdi. Bu bakımdan Zülkarneyn'in isminin başına da bir «Zi» eki getirilmek suretiyle Zülkarneyn olmuştur. Zülkarneyn ordularıyla beraber Orta Akdeniz kıyılarına, Tunus ve Merakeş'e varmış orada İfrikiye adında bir şehir kurmuştur. Onun adına nisbetle bu kıtaya daha sonraları Afrika kıtası denmiştir.

84

«Doğrusu biz onu yeryüzünde büyük bir kudret sahibi kılmıştık ve ona her şeyin yolunu öğretmiştik.»

85

«O da bir yol tuttu.»

86

«En sonunda güneşin battığı yere vardığı zaman onu kara bir suda batıyor gördü. Orada bir kavme rastladı. Biz dedik ki: Zülkarneyn, onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin.»

Yüce Allah, Züikarneyn'i dünyada ilme, hâkimiyete, güzel bir tasarrufa, kudrete ve muhtaç olduğu her şeye malik kılmıştır. O, böyle ilâhî nimetlere mazhar olunca batıya doğru bir yol takip eder ve en sonunda Atlas Okyanusu'nun kenarına kadar varır. O sıralarda bu Okyanus'a karanlıklar denizi ismi verilir ve kara parçasının burada bittiği sanılırdı. Orada güneşi kara bir balçıkta batar buldu. Yani suya baktığı zaman güneşin aksini görünce, kara bir balçıkta battığını zannetti. Bu su güneşin ziyasına nisbetle kara bir balçık gibiydi. Zülkarneyn o denizin kenarında kâfir bir kavim buldu, mezkûr kavim nüfus itibariyle çok kalabalık bir toplumdur. İbn Cerir (radıyallahü anh) onların yaşadığı şehri şöyle tasvir ediyor: O şehrin on iki bin kapısı olup her gece bir kapıda bin kişi nöbet tutar ve bir yıl daha onlara nöbet tutmak için sıra gelmez. Allahü teâlâ onlar hakkında Zülkarneyn'e şöyle buyuruyor: «Biz, Zülkarneyn'e onlara azap da edebilirsin, iyi muamelede de bulunabilirsin dedik.» Onlar kâfir bir kavim oldukları için Yüce Halik, Zülkarneyn'i, onları cezalandırma ve iyi muamele etmede serbest bırakmıştır. Zülkarneyn önce onları imana davet edip hakka çağırır, iman ederlerse iyi muamele göreceklerini, etmezlerse lâyık oldukları cezayı bulacaklarını söyler.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Allahü teâlâ bulutları Zülkarneyn'in emrine musahhar kılmıştır, onu getirip götürürdü. Geceleri gittiği yollar aydınlık olurdu, yeryüzünde gezip dolaşmak ona çok kolay gelirdi. Yollar onun ayağının altında katlanırdı, uzak olan yerler kendisine yakın olurdu. Yüce Allah, Zülkarneyn'e ihtiyacı olan her şeyi vermişti. Padişahlar onunla şehirleri fethederler, düşmanlarına galebe çalarlardı. Çünkü onda ayrı bir özellik vardı.»

Zülkarneyn, Atlas Okyanusu kenarındaki kavmi imana davet edip kendilerine şöyle der.

87

«Dedi ki: Kim zulmederse ona azap edeceğiz. Sonra Rabbine döndürülür ve onu Rabbi görülmemiş bir azaba uğratır.»

88

«Fakat kim de iman eder ve sâlih ameller yaparsa ona mükâfat olarak güzel şeyler vardır. Ona emrimizden kolayını da söyleyeceğiz.»

89

«Sonra o, başka bir yol tuttu.»

Zülkarneyn, Atlas Okyanusu kenarındaki kavmi imana davet eder ve onlara şöyle der: «Kim iman etmeyip kendine zulmederek kâfir olursa, ona azap edip öldüreceğiz. Sonra da Rabbinin huzuruna döndürülüp, Rabbi ona görülmemiş bir azap verecektir. Fakat kim de iman eder ve güzel ameller yaparsa, ona da mükâfat olarak en güzel şeyler vardır. Rabbinin huzuruna döndürüldüğü zaman altlarından ırmaklar akan cennetlere girecektir. İşte bu onun iman ve amelinin mükâfatıdır. Hem ona biz emrimizden kolayını da söyleyeceğiz.» Zülkarneyn oradaki kavimle bu şekilde anlaştıktan sonra tekrar doğu tarafına yönelir.

90

«Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında, onu öyle bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı hiçbir siper yapmamıştık.»

91

«İşte bunun gibi, onun yaptıklarının hepsini baştan başa biz biliyorduk.»

92

«Sonra o, bir başka yol tuttu.»

Zülkarneyn, doğuya yani güneşin doğduğu yere vardığı zaman üryan bir kavimle karşılaşır. Onların oturacak bir meskenleri olmadığı gibi, üstlerinde başlarında da bir şey yoktur. Rivayete göre güneş doğarken mağaralara, mahzenlere veya suya girerlermiş. Güneş doğduktan sonra ise geçimlerini temin için, bulundukları yerlerden çıkarlarmış. Üzerlerinde bir şey olmadığı gibi, bulundukları yerde de gölgelenecek ağaç, taş ve dağ gibi bir şey yokmuş. Hasaa-ı Basrî Hazretleri, onların güneş doğarken suya girdiklerini, güneş doğduktan sonra sudan çıktıklarını söylerken, İmam-ı Kelbî de şöyle demiştir: «Onlar acaip bir varlık olup kulakları kilim gibi yanlarına sarkmaktadır. Yattıkları zaman kulaklarının birini altlarına döşek, diğerini de üstlerine yorgan yaparlar.» Zülkarneyn, mağriptekilere hükmettiği gibi, bunlara da hükmetmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Nihayet güneşin doğduğu yere ulaştığında, onu öyîe bir kavmin üzerine doğuyor buldu ki, biz onlar için buna karşı hiçbir siper yapmamıştık. İşte bunun gibi, onun yaptıklarının hepsini baştan başa biz biliyorduk. Bizim ilmimiz onun yaptıklarını ihata etmiştir. Sonra o, bir başka yol tuttu.»

93

«En sonunda iki dağm arasına varınca orada hemen hemen hiçbir söz anlamayan bir kavme rastladı.»

Zülkarneyn, maşriktan da geri döner ve rivayete göre Türkistan'ın son bulduğu maşrık tarafında iki dağın arasına varır. Orada ibtidâi ve hiçbir lisandan anlamayan bir kavme rastlar. Bu kavim kendilerinden başka hiçbir milletin lisanını anlamazlar. Fakat Zülkarneyn, onların lisanından anlayan bir tercüman vasıtasıyla kendileriyle anlaşır. Çünkü Zülkarneyn'in görevi gittiği her yerde insanları imana davet etmektir. Bundan dolayı uğradığı her kavimle anlaşmak zorundadır.

94

«Onlar dediler ki: Zülkarneyn, doğrusu Ye'cüc ve Me'cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi?»

İki dağ arasındaki kavim, tercümanları vasıtasıyla Zülkarneyn'e şöyle derler: «Ye'cüc ve Me'cüc yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, zaman zaman bize saldırırlar, çoluk çocuklarımızı öldürürler, yaş mahsullerimizi yerler, kurularını ise alıp götürürler ve bize çok zulmederler. Şayet onlarla bizim aramıza bir sed yapmaya gücün yeterse, biz de sana yardım edelim ve mallarımızdan haraç verelim de, aramıza bir sed yap. Onların bizim tarafımıza geçmesine bu sed mani olsun, biz de böylece şerlerinden ve zulümlerinden kurtulalım.» Zülkarneyn de bunların isteklerini kabul eder.

Ye'cüc ve Me'cüc iki kabile olup çokluklarından dolayı kendilerine bu isim verilmiştir. İslâm bilginleri arasında bunlara dair çeşitli rivayetler vardır. Biz önemli olanlarını burada kısaca zikrettik. İmam-ı Dahhak (radıyallahü anh) onlar hakkında şu bilgiyi verir: Onlar Türkmen soyundan bir kavimdir. İçlerinden bir kısmı ayrılıp ava gittiği sırada Zülkarneyn iki dağ arasına bir sed yapmıştır. Ava gidenler seddin diğer tarafında kaldıkları için, kendilerine terk edilip kalan mânâsına TÜRK denmiştir. İbn Abbas (radıyallahü anh) ise onlar hakkında şöyle der: Ye'cüc ve Me'cüc, Nûh (aleyhisselâm)'un oğlu Yafes'in soyundandır. Onların sayısı, bütün insanların sayısının on katıdır. Her birinden bin oğlan çocuğu olmadıkça ölmezler. Bunlar üç kısımdır, bir gurubun boyu yüz yirmi arşın olup Şam vilâyetinde bulunacaklardır. Bir gurubun eni ile boyu bir olup yüz yirmi arşındır, bunlara dağ, taş, sed hiçbir şey mani olmaz ezip geçerler. Bir kısmının da kulakları çok uzun olup kilim gibidir, birini altlarına döşek, birini de üstlerine yorgan olarak kullanırlar. Canlılardan ne bulurlarsa yerler, hatta kendi ölülerini bile yerler. O kadar kalabalıktırlar ki, bir uçları Şama geldiği zaman diğer uçları da Horasan'da olur. Doğuda akan bütün ırmakların suyunu içip kuruturlar. Sonra Basra Körfezi'nin suyunu içip bitirirler. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) de, onlardan bir kısmının boyunun çok uzun olduğunu söylemiştir. Vehb ibn Münebbih (radıyallahü anh)'in rivayetine göre, Zülkarneyn Rum diyarından bir kadının oğludur. Salih, âbid, müttekî ve ilim sahibidir. Muayyen bir olgunluğa geldikten sonra Allahü teâlâ ona hükmedip «ben seni yeryüzünde birkaç kavmi irşad için göndereceğim. Fakat onların dilleri birbirlerine benzemez. Bunlardan biri maşrıkta, biri mağriptedir. Mağriptekine Nâsik, maşrıktakine ise Mensik denir. İki gurup da güneyde ve kuzeyde vardır. Güneydekine Havil, kuzeydekine de Nâvil denir. Yeryüzünün ortasında da birkaç gurup vardır ki, bunlardan biri Âdem oğullarından, diğeri de Cin tâifesindendir. Ye'cüc ile Me'cüc bu taifedendir.» Zülkarneyn, Yüce Mevlâ'ya niyaz edip şöyle der: «Ey Rabbim, ben nasıl bunlarla konuşur ve hangi kuvvetle onlara galip gelirim?» Allahü teâlâ da «Ey Zülkarneyn, ben onlarla konuşman için sana kabiliyet veririm konuşursun, kuvvet veririm kimse sana karşı gelemez. Sana öyle bir görünüş veririm ki, herkes senin heybetinden korkar. Karanlığı ve aydınlığı senin emrine veririm, onlar sana asker olur, istediğini yaparlar.» buyurmuştur.

Yüce Halik karanlığı ve aydınlığı Zülkarneyn'in emrine müsahhar kılınca, o batıya yönelir ve güneş batmak üzereyken oraya varır. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği bir toplumla karşılaşır. Karanlığı onların üzerine gönderir ve onları bir yere toplar. Kendilerini imana davet eder, içlerinden bir kısmı iman eder. Zülkarneyn bu defa karanlığı iman etmeyenlerin üzerine salar, karanlık onları kaplar ve ağızlarından burunlarından girar, korku ve dehşete düşerler, çaresiz kalırlar. Bu çaresizlik içinde Zülkarneyn'in emrine itaat edip, iman ederler, sonra Zülkarneyn onlardan büyük bir ordu hazırlar, bu ordu ile güneydeki Havil kabilesi üzerine yürür. Havil kavmine gelir önce onları imana davet eder, bu kavim Zülkarneyn'in davetini kabul ederek iman ederler. Onlardan da elindeki asker kadar asker alır ve büyük bir ordu oluşturur. Bu ordu ile kuzeydeki Havil kavminin üzerine yürür ve bulundukları yere gelir. Onları da önce imana davet eder, bu kavim daveti kabul ederek iman ederler. Havil kavminden de asker alarak daha büyük bir ordu ile Türkistan'ın nihayetinde iskân etmekte olan sâlih bir kavmin bulunduğu yere gelir. Onlar Zülkarneyn ile karşılaşmaktan sevinç duyarlar ve ona şöyle derler: «Ey Zülkarneyn, şu iki dağın arasında bir kavim var, onlar hayvanlardan bulduklarını yerler, haram-helâl demezler, sayıları da çok artar. Biz onlar kadar artan hiçbir kavim görmedik. Yakında yeryüzü onlarla dolar ve her gittikleri yerde de bozgunculuk yaparlar. Şayet yapabilirsen bizimle onların arasına bir set yap da, bizim tarafa geçmelerine mani olsun. Biz de böylece onların şerlerinden kurtulalım. Bunun için de bizden istediğin her şeyi sana verelim. Yeter ki onların şerrinden bizi kurtar.» Zülkarneyn onlara şöyle cevap verir :

95

«Dedi ki: Rabbimin bana verdikleri sizinkinden daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir duvar yapayım.»

96

«Bana demir kütleleri getirin. Bunlar iki dağın arasını doldurunca: Körükleyin dedi. Nihayet o bir ateş hâline gelince: Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim dedi.»

97

«Onlar artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.»

«Allahü teâlâ bana o kadar iktidar verdi ki, sizin yardımınıza ihtiyacım yok. Siz sadece taşları ve bakırları hazırlayın, ben de gidip bahsettiğiniz kavmi göreyim.» Zülkarneyn, bahsedilen kavmin beldesine gider, onların boylarının çok uzun, tırnaklarının yırtıcı hayvanların tırnakları gibi, seslerinin ve vücudlarının vahşi hayvanların vücudları gibi olduğunu görür. Kulakları da kilim gibidir. Kulaklarının birini yatak, birini yorgan olarak kullanırlar. Kadınlarıyla görüşmeleri de hayvanlar gibidir, istedikleri yerde onlarla görüşürler. Zülkarneyn bunların vahşi hareketlerini görür, hayrete düşer ve geri dönerek sâlih kavmin yanına gelir. İki dağın arasına sed yapmaya karar verir. Bu seddin temelleri taş, üst kısmı da dağın seviyesine kadar bakır ve demir karışımıdır. Rivayete göre seddin eni ve boyu elli arşındır. Sed son derece sağlamdır, yıkma ve bir delik açma imkânı yoktur. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onlar artık onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler.» Zülkarneyn seddi tamamladıktan sonra onlara şöyle der.

98

«De ki: Bu, Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder, Rabbimin verdiği söz gerçektir.»

Zülkarneyn seddi yapıp tamamladıktan sonra o sâlih kavme şöyle der: «Bu, Allahü teâlâ'nın size bir rahmetidir. Onunla sâlih kullarını yeryüzünde bozgunculuk yapan zalim kavmin şerrinden korur. Fakat kıyamet yaklaşıp onların yeryüzüne çıkıp bozgunculuk yapma zamanı gelince bu seddi yerle bir eder. Çünkü Rabbinıin takdir ettiği her şey mutlaka vuku bulacaktır.» Yüce Halik’ın takdir ettiği her şey vakti saati gelince mutlaka olacaktır.

99

«O gün biz onları bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Sonra sura üflenince hepsini biraraya toplarız.»

100

«O gün kâfirlere cehennemi öyle bir gösteririz ki.»

101

«Onlar ki, gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalıdır ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemezler.»

Bu âyet-i celile kıyamete yakın Ye'cüc ile Me'cüc'ün korkunç bir şekilde yeryüzüne çıkacaklarını bildiriyor. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «O gün biz onları bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Vaadimiz tamam olduğu zaman da seddi yıkar, Ye'cüc ile Me'cüc'ü bulundukları yerden çıkarır, dalgalar halinde birbirlerine katarız.» Bunların çıkışı kıyametin alâmetlerindendir. Kıyamet günü Allahü teâlâ bütün mahlûkatı mahşer yerine toplar ve kâfirlere cehennemi bütün dehşetiyle gösterir. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini inkâr edip yalanlamışlardır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «O gün kâfirlere cehennemi öyle bir gösteririz ki, onların gözleri bizim öğüdümüze karşı kapalıdır ve öfkelerinden onu dinlemeye tahammül edemezler.» İşte onların ebedi kalacakları yer cehennemdir.

102

«Kâfirler beni bırakıp da kullarımı dost edinmelerini kâfi mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.»

Kâfirler, Allahü teâlâ'ya ortak koşarak putlara tapmışlar ve bir kısım peygamberleri de ilâh kabul etmişlerdir. Onlar, Allah'tan başkasını tanrı edinerek O'nun vahdaniyetini inkâr etmişlerdir. İnkâr ve küfürlerinden dolayı Yüce Halik cehennemi onlara konak olarak hazırlamıştır. Gidecekleri ve ebedi kalacakları yer cehennemdir. «Kâfirler beni bırakıp da kullarımı dost edinmelerini kâfi mi sandılar? Doğrusu biz cehennemi kâfirlere konak olarak hazırladık.»

103

«De ki: Sîze amel bakımından en çok kayıpta bulunanı haber vereyim mi?»

104

«Onlar ki iyi iş yaptıklarını sandıkları halde dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiştir.»

105

«İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bunun için yaptıkları boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlara değer vermeyeceğiz.»

106

«İşte onların cezası, inkâr edip peygamberlerimi ve âyetlerimi alaya almalarına karşılık cehennemdir.»

Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, kâfirlere de ki: Kendilerine zahmet edip amel bakımından en çok kayıpta olanları size haber vereyim mi? Onlar iyi iş yaptıklarını sanırlar. Halbuki onların dünya hayatındaki yaptıkları amelleri, boşa gitmiştir. Çünkü onlar Rablerinin âyetlerini ve peygamberlerini inkâr etmişlerdir. Kıyamet günü biz onlara değer vermeyeceğiz. İşte onların cezası, âyetlerimizi inkâr edip, peygamberlerimizi yalanladıklarından dolayı cehennemdir. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.» Bazı tefsirciler bu âyetlerin muhatabının Yahudi ve Hıristiyanlar olduklarını söylemişlerdir. Bazı tefsirciler de papazlar olduğunu ifade etmişlerdir. Çünkü onlar Allahü teâlâ’nın yasak etmediği şeyleri kendilerine yasak etmişler, yasak ettiği şeyleri de helâl saymışlardır. Böylece O'nun âyetlerini inkâr edip kâfir olmuşlar ve yaptıkları ameller de bâtıl olmuştur. Kıyamet günü bunların amellerinin karşılığı cehennemdir.

107

«Muhakkak ki iman edip sâlih ameller işleyenlerin konakları Firdevs cennetleridir.»

108

«Orada ebediyen kalırlar ve hiç ayrılmak istemezler.»

Yüce Allah iman edip amel-i sâlih işleyenleri dünyada da, âhirette de ebedî saadete kavuşturur. İman ve amellerinin karşılığı olarak âhirette onları Firdevs cennetlerine koyar. Bu, onların imanlarının ve amellerinin karşılığıdır. İman edenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezalarını göreceklerdir. Cennetin dereceleri içinde en yüksek makam Firdevs cennetidir. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Siz, Allahü teâlâ'dan cennet talep ettiğiniz zaman Firdevs cennetini isteyin. Çünkü o cennetlerin en âlâsı ve en şereflisidir. Rahmân'ın arşı onun üzerindedir, diğer cennetlerin ırmakları ondan çıkar. Bahçelerinin ağaçları çok sık olup, aralarında bitkisi bol güzel bahçeler vardır. Ona girenler başkasına asla rağbet etmezler.» İman edip amel-i salih yapanlar böyle mükâfatlandırılacakdır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Muhakkak ki iman edip sâlih ameller işleyenlerin konakları Firdevs cennetleridir. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.»

109

«De ki: Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, daha Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.»

Bu âyet-i celile Allahü teâlâ'nın ilminin ve nimetinin ne kadar sonsuz olduğunu beyan ediyor. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: İsra Sûresi'nin (Bu hususta size pek az bir bilgi verilmiştir.) mealin deki seksen beşinci âyeti nazil olunca Yahudilerden bir gurup Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Ya Muhammed, bize gönderilen Tevrat'ta bütün ilimler mevcuttur» demişlerdir. Bu ifade ile Tevrat'ın Kur'ân-ı Kerîm'den daha üstün olduğunu söylemek istemişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, halka de ki: Rabbimin sözlerini yazmak için bütün insanlar yazıcı, denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, daha Rabbimin ilmi ve hikmeti tükenmeden denizler tükenirdi.» Bütün ağaçlar kalem, denizlerin iki katı mürekkep ve insanların hepsi yazıcı olsalar da, Allah'ın ilmini ve hikmetini yazmaya kalkışsalar denizler biter Allah'ın ilmi, hikmeti ve sözü bitmez. Çünkü Allah'ın rahmeti ve ilmi her şeyi ihata etmiştir. Bütün bunlar Yüce Hâlik'ın ilminin yanında hiç mesabesindedir.

110

«De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana tanrınızın tek bir Tanrı olduğu vahyediliyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa güzel bir amel işlesin. Ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, insanlara de ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Yalnız bana Allah tarafından tanrınızın tek bir Tanrı olduğu, şeriki ve ortağı bulunmadığı vahyediliyor. Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, güzel amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın. İbadetini ve taatini yalnız Allah rızası için yapsın.» Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: «Sizin üzerinize en çok korktuğum küçük şirktir.» Küçük şirkin ne olduğu sorulduğunda Peygamberimiz «riyadır» buyurmuştur. Akl-ı selim sahipleri bundan ibret alarak ibadetlerini ve taatlerini yalnız Allah rızası için yapmalıdırlar.

0 ﴿