4

«Dedi ki: Benim Rabbim, gökte ve yerde söyleneni bilir. O, hakkiyle işitici, kemâliyle görücüdür.»

5

«Onlar dediler ki: 'Hayır, bunlar saçmasapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir. O halde önceki peygamberler gibi o da, bize bir mucize getirsin'.»

6

«Onlardan önce helak etmiş olduğumuz kasabalar halkı iman etmemişti. Bunlar mı iman edecekler?»

Hâlik-ı Mutlak göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, kâfirlere de ki: Benim Rabbim göklerde ve yerde söyleneni bilir. O, hakkıyle işitici, kemâliyle görücüdür. Hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz.» Müşrikler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iftira edip şöyle demişlerdir: «Muhammed'in söyledikleri asılsız rüyalardır, onları kendisi uyduruyor veya şairdir, bu şiirleri kendisi düzüp söylüyor. Şayet peygamber ise, önceki peygamberler gibi o da, bize bir mucize getirsin de ondan sonra iman edelim.» Peygamberimiz, onlara birçok mucize getirmesine rağmen yine iman etmemişler ve alaya almışlardır. Bundan dolayı Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Onlardan önce yok etmiş olduğumuz kasabalar halkı iman etmemişti. Bu yüzden onlan helak ettik. Bunlar mı iman edecekler?» Helak edilen toplumlar inkâr ve küfürlerinin cezasını görmüşlerdir. Allah'ın âyetlerini inkâr edip peygamberlerini yalanlayanlar mutlaka cezalarını göreceklerdir.

7

«Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.»

8

«Biz onlan yemek yemez bir ceset kılmadık ve onlar ebedî de değillerdi.»

9

«Nihayet onlara verdiğimiz sözü yerine getirdik. Kendilerini ve dilediklerimizi kurtardık, aşırı gidenleri de yok ettik.»

Kafirler, Hazret-i Peygamber hakkında «Muhammed de bizim gibi bir insandır, nasıl olur da peygamber olur' Peygamberlerin meleklerden olması gerekmez miydi? Şayet peygamber ise önceki peygamberlerin gösterdiği gibi bize bir mucize, âyet göstersin. O zaman kendisine inanırız» diyerek peygamberliğini yalanlamışlardır. Yüce Allah onların bu iddialarını reddederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: 'Ya Muhammed, biz senden önce de erkeklerden başkasına vahyetmedik. Peygamber olarak sadece erkekleri, gönderdik. Bunun böyle olduğunu biliniyorlarsa Tevrat'ı bilenlere sorsunlar. Biz, peygamberleri yemez-içmez bir ceset olarak kılmadık ve onlar ebedi de değillerdi. Peygamberlerimize «düşmanlarınızı helak edip yok ederiz» diye verdiğimiz sözü yerine getirdik. Kendilerini ve iman edenleri kurtardık. Âyetlerimizi inkâr edip peygamberlerimizi yalanlayanları helak ettik.» Allah'ın âyetlerini inkâr edip peygamberlerini yalanlayanlar kendilerine yazık etmişlerdir. Kendi nefislerine yazık edenler ise dünyada da, âhirette de elim bir azaba uğrayacaklardır. Bu, onların zulüm ve inkârlarının cezasıdır. Kurtuluş ancak iman etmekle mümkündür.

10

«Yemin olsun, size öyle bir kitap indirimsizdir ki, bütün zikriniz ondadır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?»

11

«Biz, halkı zâlim olan nice kasabaları kırıp geçirdik. Sonra ardından da başka milletler var ettik.»

12

«Onlar, bizim azabımızı hissettikleri zaman hemen oradan kaçmaya koyuluyorlardı.»

13

«Koşup kaçmayın, size nimet verilen yere, yurtlarınıza dönün, elbette suale çekileceksiniz dedik.»

Yüce Allah inzal buyurmuş olduğu kitaplarda kullarının dünyevî ve uhrevî bütün ihtiyaçlarını beyan etmiş, imanı ve küfrü, hakkı ve bâtılı, iyiyi ve kötüyü, helâli ve haramı, hayrı ve şerri, ibadeti ve taati bildirmiştir. «Yemin olsun, size öyle bir kitap indirimsizdir ki, bütün zikriniz ondadır. Hâlâ bu gerçeklere akıl erdiremiyor musunuz? Biz halkı zâlim olan nice kasabaları kırıp geçirdik. Sonra ardından da onların yerlerinde başka milletler var ettik. O helak ettiğimiz kavimler bizim azabımızı hissettikleri zaman hemen oradan kaçmaya koyuluyorlardı. Melekler onlara «kaçmayın, nereye kaçıyorsunuz? Size nimet verilen yere ve yurtlarınıza dönün. Kendisiyle övündüğünüz servetlerinizi şimdi kime bırakıp gidiyorsunuz? Dünyada yaptıklarınızdan elbette sorguya çekileceksiniz» diye alay ediyorlardı.»

Vaktiyle Yemen ve Kudüs bölgesinde yaşayan kavimler, kendilerine gelen peygamberleri yalanlamışlar, hatta bazılarını şehid etmişlerdir. Allahü teâlâ da, onların bu azgınlıklarından dolayı düşmanlarını üzerlerine musallat etmiş ve onları kılıçtan geçirerek memleketlerinde taş üzerinde taş bırakmamışlardır. Bu hezimeti görenler oldukları yerden kaçmaya başlamışlar» melekler de onları alaya alarak, gaybî bir sesle «kaçmayın, nereye kaçıyorsunuz, övündüğünüz mallarınızı kime bırakıp da gidiyorsunuz? Evlerinize ve yurtlarınıza dönün» demişlerdir. Zira onlar peygamberlerini yalanlamışlar, Allah'ın âyetlerini de inkâr etmişlerdir. Allahü teâlâ'ınn âyetlerini inkâr edip, peygamberlerini yalanlayarak kendilerine zulmedenler zulüm ve küfürlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir. İşte bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır.

14

«Dediler ki: Vay hâlimize. Biz hakikaten zalimler idik.»

15

«Bu haykırmaları devam edip dururken, biz onları biçilmiş bir ot, ocakları sönmüş (bir kül yığını) hâline getirdik.»

16

«Biz, gökleri, yeri ve ikisinin arasmdakileri oyun olsun diye yaratmadık.»

17

«Eğer eğlence edinmek isteseydik onu kendi yanımızdan edinirdik. Fakat asla edinmedik.»

Kâfirler azaba uğrayacaklarını anlayınca feryadı koparıp «vay hâlimize, biz hakikaten azmıştık, Allah'ın âyetlerini' inkâr edip bize gelen peygamberleri katlettik» diye feryad ederken, Yüce Allah üzerlerine düşmanlarını musallat kılıp hepsinin boyunlarını vurdurmuş, memleketlerini tarumar ettirmiştir. «Kâfirlerin, bu haykırmaları devam edip dururken, biz onları biçilmiş bir ot ve ocakları sönmüş bir kül yığını hâline getirdik. Gökleri, yeri ve ikisinin arasmdakileri boş yere oyun olsun diye yaratmadık. Bunların yaratılışında sayısız sırlar ve hikmetler vardır. Bu hikmetleri ariflerden başkası bilmez. Eğer eğlence edinmek isteseydik kendi katımızdaki hurilerden edinirdik, yeryüzündekilerden edinmezdik. Biz asla böyle bir şey edinmedik. «Yüce Halik bütün noksan sıfatlardan, aile ve çocuk edinmekten beridir. Noksanlık, aile ve çocuk ancak mahlûkata mahsus bir özelliktir. Halik ise bunlardan münezzehtir. O'nun şeriki, ortağı, benzeri, yardımcısı, ailesi, çocuğu yoktur. O, doğmamıştır, doğurulmamıştır.

18

«Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz de onun beynini parçalar. Böylece bâtıl ortadan kalkar. Allah'a yakıştırdıklarınızdan dolayı size yazıklar olsun.»

19

«Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. O'nun katında olanlar kendisine kulluk etmekten kibirlenmezler ve yorulmazlar.»

20

«Onlar gece gündüz bıkmadan O'nu tesbih ederler.»

Kâfirler, Allahü teâlâ'ya çocuk isnad etmişlerdir. Bunlardan kimi Üzeyir (aleyhisselâm)'in, kimi İsa (aleyhisselâm)'nın Allah'ın oğlu, meleklerin de kızları olduğunu söylemişlerdir. O, bunlardan münezzehtir. Yüce Allah kâfirlerin bu iddialarını reddederek şöyle buyurmuştur: «Hayır, biz hakkı bâtılın tepesine indiririz de onun beynini parçalar. Böylece bâtılı ortadan kaldırırız, yok ederiz. Ey kâfirler, Allah'a aile ve çocuk isnad ettiğinizden dolayı size yazıklar olsun, helak olun.» Allah'a çocuk isnad edenler hiç düşünmüyorlar mı? Göklerde ve yerde olanların hepsinin O'nun olduğunu. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. O'nun katında olanlar kendisine kulluk yapmaktan kibirlenmezler, usanmazlar ve asla yorulmazlar. Onlar gece gündüz bıkmadan O'nu tesbih edip noksan sıfatlardan tenzih ederler.» Her varlık lisan-ı hâl ile Hâlik-ı Zülcelâl'i tesbih ve tenzih eder.

21

«Yoksa onların yeryüzünde edindikleri tanrılar mı ölüleri diriltecekler?»

Bu âyet-i celileler Allahü teâlâ’nın vahdaniyetini bildiriyor. Yüce Allah kâfirleri zemmedip şöyle hitap ediyor: «Onların yeryüzünde ağaçtan ve taştan edindikleri tanrılar mı ölüleri diriltecek veya yoktan var edecek?» Onların edindikleri tanrılar görmezler, işitmezler, duymazlar ve hiçbir şeye güçleri yetmez. Tanrı ancak herşeyi yoktan var eden, öldüren, dirilten, yerleri ve gökleri var eden, tanzim ve tedbir eden, her şeye gücü yeten ve hiçbir varlığa muhtaç olmayan, gizli aşikâr her şeyi bilen, kullarının yaptıklarından haberdar olan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olandır. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendirdiklerinden münezzehtir. O, yaptıklarından mes'ul olmaz, fakat onlar sorumlu tutulacaklardır.»

22

«Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah onların nitelendirdiklerinden münezzehtir.»

23

«O, yaptığından mesul olmaz, fakat onlar sorumlu tutulacaklardır.»

Kâfirlerin iddia ettiği gibi Allah'tan başka tanrılar olsaydı göklerin ve yerin düzeni bozulur, her ikisi de fesada giderdi. Gökler ve yer yaratıldığı andan bugüne kadar akıllara durgunluk verecek bir ahenk içersinde seyretmesi yaratıcının birliğine delâlet eder. Eğer yaratıcı birden fazla olsaydı bu ahenk bozulur, her şey altüst olurdu. Hem bir mülkün iki tane hükümdarı olmaz, ancak bir tane olur. Birden fazla tanrı kabul etmek, bu mevcudatı bir tanrının idareden âciz olmasından doğar. O halde âciz olan tanrı olamaz, tanrı olamayacağına göre birden fazla tanrıya ihtiyaç yoktur. Şu hususlar da Allah'tan başka ilâh olmadığının delilidir: İki ilâh olduğunu farzedelim, bunlardan biri gökleri, yeri ve bu ikisi arasındakileri yarattı, diğeri ne yapacak? Şayet bunlardan biri kâinatın bir kısmını, diğeri de bir kısmım yarattığı düşünülecek olursa, o zaman bunların güçlerinin mahdut olduğu ortaya çıkar ki, gücü sınırlı olanın Allah olması mümkün değildir. Allah, bütün mevcudatın halikı, mâliki, râzıkı ve mürebbisidir. İki ilâh olduğu farzedilirse, biri bu kâinatı yarattı, diğerinin de aynı şeyi yaratması düşünülemez, bu bakımdan ilâhın iki olması muhaldir. İki ilâhtan biri, diğerinin yarattığı şeylere mâni olursa, ikisinin de acizliği ortaya çıkar, âciz olan varlık hiçbir zaman ilâh olamayacağına göre, birden fazla ilâhın olması muhaldir. İki ilâhtan biri diğerini istediği zaman yok etme gücüne sahipse, yok edilen hiçbir zaman ilâh olamaz. Çünkü ilâhın başlangıcı ve sonu yoktur. Bu bakımdan iki ilâhın olması mümkün değildir. İki ilâhtan biri, diğerinin varlığına muhtaçsa, muhtaç olan hiçbir zaman ilâh olamaz. Zira ilâh hiçbir şeye muhtaç değildir, her şeyi yoktan var eden kendisidir. Bu bakımdan da iki ilâhın olması muhaldir. Bütün bu deliller Allah'tan başka bir ilâhm olmadığım gösteriyor. Allah'tan başka ma'bud edinenler, ya yerlerin ve göklerin yaratılışına bakıp onlardan ibret almıyorlar veya akli dengelerinde bir bozukluk var ki, gerçeği göremiyorlar. Halbuki her varlık Allah'ın birliğinin delilidir, isbatıdır, alâmetidir. Çünkü hepsi O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir.

24

«Yoksa O'nu bırakıp da tanrılar mı edindiler? De ki: Kesin delilinizi geta)n, işte benim ve ümmetimin kitabı ve benden öncekilerin kitapları. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler de bunun için yüz çevirirler.»

25

«Biz senden önce gönderdiğimiz her peygambere: 'Benden başka hiçbir tanrı yoktur, bana kulluk edin diye vahyetmişizdir.»

Yüce Allah, sevgili Peygamberine kâfirler hakkında şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, yoksa kâfirler Allah'ı bırakıp da başka tanrılar mı edindiler? Onlara de ki: Elinizdeki bütün delillerinizi getirin görelim. İşte bu Kur'an benim ve ümmetimin kitabıdır, benden öncekilerin haberleri de bundadır. Gelin Tevrat'a, İncil'e ve onlardan önceki sayfalara bakın, hiçbirinde Allah'ın oğul edindiğini göremezsiniz. Onların çoğu gerçeği bilmezler de bunun için yüz çevirirler. Ya Muhammed, biz senden önce gönderdiğimiz her peygambere 'benden başka hiçbir tanrı yoktur, bana kulluk edin' diye vahyettik.»

İlâhî kitapların hepsi tevhid akidesini getirmiştir. Tevhid akidesi bulunmayan bir din asla ilâhî din olamaz.

26

«Dediler ki: 'Rahman çocuk edindi.' O'nun şanı yücedir. Hayır, onlar (melekler) şerefli kılınmış kullardır.»

27

«Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Ancak O'nun emri üzerine iş yaparlar.»

28

«Allah onların önlerinde kilerini de, arkalarındakini de bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. Ve O'nun korkusundan titrerler.»

29

«Bunlardan kim 'Tanrı, O değil de benim' derse, onu derhal cehennemle cezalandırırız. Ve biz, zalimlerin cezasını böyle veririz.»

Bu âyet-i celile Beni Huzaa kabilesi hakkında nazil olmuştur. Onlar meleklerin Allah'ın kızları olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah onların bu iddialarını reddederek, zatını tenzih edip şöyle buyurmuştur: «Kâfirler dediler ki: 'Rahman çocuk edindi.' Allahü teâlâ'nın şanı çok yücedir, O, noksan sıfatlardan ve çocuk edinmekten münezzehtir. Melekler, O'nun şerefli kılınmış kullarıdır. Onlar Allah'tan önce söz söyleyemezler. Ancak Allah neyi emrettiyse onu yaparlar, sözünden dışarı çıkamazlar, emrine muhalefette bulunamazlar. Yüce Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Melekler Allah'ın hoşnut ve razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler. Ve O'nun korkusundan titrerler, azabından asla emin olmazlar. Tanrılık iddiasında bulunanları dünyada helak eder, ahirette de elim bir azap ile cezalandırır. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Bunlardan kim: 'Tanrı, O değil de benim' derse, onu derhal cehennemle cezalandırırız. Ve biz zalimlerin cezasını böyle veririz.» Küfredenler ve zulmedenler kıyamet günü ebedî cehennem azabıyla cezalandırılacaklardır. Bundan sonra Yüce Allah kudretine ve vahdaniyetine delâlet eden göklerin ve yerin yaratılışına ibret nazarıyla insanları bakmaya davet ediyor. İşte o zaman akl-ı selim sahipleri Allah'ın kudretini ve vahdaniyetini daha iyi anlayacaklardır.

30

«O küfredenler, gökler ve yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden ayırdığımızı görmediler mi? Ve bütün canlıları sudan yarattık. Hâlâ inanmıyorlar mı?»

31

«Yeryüzüne de insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik. Doğru yolda gitsinler diye aralarında geniş yollar açtık.»

32

«Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Fakat onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar.»

Bu âyet-i celilelerde göklerin ve yerin ilk durumu, canlıların neden yaratıldığı, dağların niçin var edildiği, aralarındaki yolların hangi maksatlarla oluştuğu bildiriliyor ve insanlar bunları düşünmeye davet ediliyor. Gökler ve yer ilk yaratıldığı zaman bir bütün hâlinde yaratılmıştır. Sonra onlar birbirinden ayrılmışlardır. Göklerin ve yerin birbirine yapışık iken sonradan ayrılışının bildirilmesi gerçekten üzerinde çok düşünülmesi gereken bir konudur. Astronomik teoriler bu kâinat mucizesini açıklamak için yaptıkları çalışmalarda hep bu gerçek üzerinde dönüp dolaşmışlardır. Neticede Kur'ân-ı Kerîm'in belirttiği gerçekleri kabul etmek zorunda kalmışlardır. Allahü teâlâ bu kâinat mucizesini şöyle beyan ediyor: «Kâfirler, gökler ve yer bitişik iken bizim onları nasıl birbirinden ayırdığımızı görmediler mi?» İşte gökleri ve yeri biz yarattık, ey insanlar, bunları bizim yarattığımızdan şüphe mi ediyorsunuz? Bu gerçek ifade edildikten sonra, her canlının sudan yaratıldığı bildirilerek insanlar yine düşünmeye davet ediliyor ve şöyle buyuruluyor: «Biz, bütün canlıları sudan yarattık.» Canlıların neden yaratıldığı bildirilirken insanlar da Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini düşünmeye davet ediliyor. Canlıların hayat damarı sudur, susuz hayatın olması mümkün değildir. Yüce Allah bu hakikatları gözler önüne serdikten sonra «hâlâ onlar Allah'ın birliğine inanmıyorlar mı?» buyuruyor. Sonra gözlerin yeryüzüne çevrilip yükselen dağların hikmetinin düşünülmesi emrediliyor ve şöyle buyuruluyor: «Yeryüzünde insanlar sarsılmasın diye sabit dağlar yerleştirdik.» Yeryüzünü saran irili ufaklı dağların niçin yaratıldığı bu âyette en açık bir şekilde ifade edilmektedir. Dağların yaratılmasının hikmeti, insanların yeryüzünde sarsılmadan, huzurlu bir şekilde gezip tozmaları ve ihtiyaçlarını temin etmek için diledikleri yere emin bir şekilde gitmelerini sağlamaktır. Şayet dağlar olmasaydı yeryüzü beşik gibi sallanacak, insanlar dengelerini sağlayamayarak bir oraya, bir buraya düşüp kalkacaklardı. Dağların yükselip yeryüzünün dengesini sağlaması Allah'ın kudretinin bir eseridir. Yüce Allah dağları yaratmasaydı onu kim yaratabilirdi? İnsanlar bunu da mı düşünmüyorlar? Bu defa mükemmelden basite indirilerek dağların arasında açılan yollara dikkat çekilip- şöyle buyuruluyor: «Doğru yolda gitsinler diye (dağların) aralarında geniş geniş yollar açtık. «Mevlâ hiçbir şeyi boşa yaratmamıştır. Yaratılan her şeyin binlerce hikmeti vardır. Dağların arasında açılan yolların bile insanlar için ayrı bir önemi ve hikmeti vardır. İşte insanoğlu bütün bu hikmetleri düşünmeye davet ediliyor. Sonra hemen gözlerin semaya çevrilip o kâinat mucizesini dikkatle incelemeye davet ediliyor ve şöyle buyuruluyor: «Gökyüzünü de korunmuş bir tavan kıldık. Fakat onlar bundaki delillerden yüz çeviriyorlar.» Gökyüzü bir kubbe gibi direksiz yaratılmış, yıldızlar kandiller gibi dizilmiş, güneş, ay ve gezegenler onun boşluğunda inci taneleri gibi yerleştirilmiştir. Bütün bunları yaratan kimdir? Elbette Hâlik-ı Mutlak'tır. Fakat insanların çoğu bunlardaki hikmetleri düşünmezler. Onlar hâlâ Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmeyecekler mi? Her yaratık Allah'ın varlığına delâlet eder. Çünkü hiçbir şey kendiliğinden var olmamıştır, olması da mümkün değildir. Her şeyin bir yaratanı vardır, O da Allah'tır. Sonra Yüce Halik insanoğlunun dikkatini geceye, gündüze, aya, güneşe çekiyor.

33

«O'dur, geceyi, gündüzü, ay'i ve güneşi yaratan. (Onların) her biri bir yörüngede yürür.»

Bu âyet-i celilede insanların dikkati tekrar geceye, gündüze, aya ve güneşe çekiliyor ve şöyle Duyuruluyor «O'dur geceyi, gündüzü, ay'ı ve güneşi yaratan. (Onların) her biri bir yörüngede yürür.» Gece ile gündüzün birbirini takip etmesi, güneşin dünyayı ısıtması ve aydınlatması, ayın bazan incecik bir hal alması, bazan da dolun olması ve her birinin kendi yörüngesinde yürümesi Allah'ın kudretinin eseridir. Bunların her biri Allah'ın varlığına delâlet eder. Düşünebilenler için bunlarda hikmetler ve ibretler vardır. Bunları görenler hâlâ Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayacaklar mı?

34

«Biz senden önce de hiçbir inşam ebedî kılmadık. Şimdi sen ölürsen onlar baki mi kalırlar?»

35

«Her canlı ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.»

Kâfirler, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ortadan kaldırmaya çok uğraşmışlar, bunu başaramayınca ölümünü istemişlerdir. Yüce Allah onları zemmederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed!, biz senden önce de hiçbir insanı ebedi kılmadık. Şimdi sen ölürsen onlar baki mi kalırlar? Her canlı ölümü tadacaktır. Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.» Evet her canlı ölümü tadacaktır. Ölümü tadmayacak olan hiçbir canlı yoktur. Bizim dünyaya gelişimiz bir imtihan içindir. Allahü teâlâ bizi bu dünyada hayır ve şer ile deniyor. Sonunda O'na döndürüleceğiz. İman edip sâlih amel işleyenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezasını göreceklerdir. Burası bir imtihan âlemi olduğuna göre akl-ı selim sahiplerinin ona göre hareket etmesi gerekir.

36

«O küfredenler, seni gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. Ve sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mudur?” derler. İşte onlardır Rahmân’ın kitabını inkâr edenler.»

Bu âyet-i celile Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Ebû Cehil, Hazret-i Peygamberin yanına gelip alaylı alaylı gülmeye başlamış ve «Ey Kureyşliler sizin ilâhınızla alay eden bu mudur?» diyerek, aklınca Allah Resulü ile alay etmiştir. Âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşi, hiçbir zaman kâfirlerin istihzalarına ve alaylarına aldırmamıştır Buna rağmen Yüce Allah sevgili Peygamberini teselli ederek şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, o kâfirler seni gördükleri zaman alaya almaktan başka bir şey yapmazlar. Ve 'Sizin tanrılarınızı diline dolayan bu mudur?' derler. İşte onlardır Rahmân’ın kitabını inkâr edenler.» Kâfirler bununla da kalmayarak daha da ileri gitmişler ve şöyle demişlerdir: «Ya Muhammed, eğer doğru sözlüyseniz, bizi tehdit etmiş olduğun azap ne zamandır?; onu getir de görelim.» Yüce Allah onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur: «însan aceleci olarak yaratılmıştır. Size âyetlerimi ve (azabımı) göstereceğim. Ama acele etmeyin, zamanı gelince siz onu göreceksiniz.» Allah'ın vaadi hiçbir zaman boşa çıkmaz. Fakat her şeyin bir zamanı vardır, o zaman gelince vaad edilen mutlaka tahakkuk edecektir. Birçok peygamberin kavmi kendilerine vaad edileni görmüşler ve başlarına gelmiştir. Kur'ân-ı Azîmüşşan'da bunun birçok misali vardır.

37

«İnsan aceleci olarak yaratılmıştır. Size âyetlerimi göstereceğim. Ama acele etmeyin.»

Bazı tefsirciler «insan aceleci olarak yaratılmıştır.» sözünü şöyle açıklamışlardır: İnsan yaratılıp can boğazına kadar inince gözünü açıp cennet meyvelerine dikmiştir. Can karın kısmına kadar indiği zaman onları yemeyi arzu etmiştir. Can ayak kısmına indiği zaman hemen kalkıp yürümek ve cennet meyvelerinden yemek istemiştir. İmam-ı Mücahid ise şöyle demiştir: «İnsan yaratılıp kendisine can verildiği zaman «Ya Rabbi, benim yaratılışımı gün batmadan önce tamamla» demiştir. Bazılarına göre âyette geçen «min acelin» kelimesi insanların balçıktan yaratıldığına işarettir.

38

«Ve derler ki: Doğru sözlüyseniz, bu tehdit ne zamandır?»

Kâfirler, kendilerine vaad edilen ilâhi azabın hemen başlarına gelmesini istemişler ve Peygamberimize şöyle demişlerdir: «Ya Muhammed, eğer doğru sözlüysen bu azabın üzerimize ne zaman geleceğini haber ver.» Hâlik-ı Mutlak onlara cevap olarak şöyle buyurmuştur: «Size âyetlerimi göstereceğim, ama acele etmeyin.» Âyette ifade edildiği gibi Allah'ın vaadi haktır, O, vaadinden asla dönmez. Her şahıs yaptığının karşılığını O'nun katında bulacaktır.

39

«O küfredenler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemiyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamanı keşke bir bilselerdi.»

40

«Belki onlara aniden gelecek de kendilerim şaşırtacaktır. Bir daha onu geri çeviremiyecekler ve onlara mühlet de verilmeyecektir.»

O kâfirler kıyamet günü yüzlerinden cehennem ateşini, sırtlarından da azap meleklerinin çomaklarını engelleyemeyecekleri ve kimseden yardım göremeyecekleri zamanı keşke bir bilselerdi. Bekledikleri azap onlara ansızın gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Bir daha o azabı geri çeviremeyecekler ve kendilerine mühlet de verilmeyecektir. Kâfirler kıyamet günü uğrayacakları azabı gördükleri zaman «keşke biz de iman etseydik de bu azaba uğrama saydık» diyecekler ve Yüce Hâlik'tan dünyaya dönüp iman etmeleri için mühlet isteyeceklerdir. O gün kâfirlerin bütün istekleri reddedilecektir. «O kâfirler yüzlerinden ve sırtlarından ateşi engelleyemiyecekleri ve yardım göremeyecekleri zamanı keşke bir bilselerdi. Belki azabımız onlara aniden gelecek de kendilerini şaşırtacaktır. Bir daha onu geri çeviremiyecekler ve onlara mühlet de verilmeyecektir.»

41

«Yemin olsun ki senden önce de birçok peygamberlerle alay edilmişti. Ama alaya alanları eğlendikleri şey mahvetmişti.»

42

«De ki: Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân'dan kim koruyabilir? Ne var ki onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler.»

43

«Yoksa kendilerinin bize karşı savunacak tanrıları mı var? Oysa bu tanrılar kendilerine bile yardım edemezler. Bizden ise onlar hiç dostluk görmezler.»

Kâfirler, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) ile alay etmişler, o da bunların alay etmelerine üzülmüştür. Bunun üzerine Yüce Allah sevgili Peygamberini teselli ederek şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, and olsun ki, senden önce de birçok peygamberlerle alay edilmiştir. Ama alaya alanları, eğlendikleri şey mahvetmişti. Onlara de ki: «Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân’ın azabından kim koruyabilir? Ne var ki onlar Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedir. Yoksa kendilerinin bize karşı savunacak tanrıları mı var? Oysa onların edindikleri tanrılar kendilerine bile yardım edemezler. Onlar bizden hiçbir dostluk göremezler.»

Allahü teâlâ her kavme bir peygamber göndermiş, fakat onlar peygamberleriyle alay etmişlerdir. O, alaya aldıkları şey kendilerini mahvetmiştir. Allah'ın azabı iman etmeyenlerin üzerine bazan gece, bazan da gündüz gelmiştir. Yüce Halik bunu şöyle belirtiyor: «Geceleyin ve gündüzün sizi Rahmân'ın azabından kim koruyabilir?» Elbette kimse koruyamaz. Kâfirler hem dünyada, hem de âhirette elîm bir azaba uğrayacaklardır. Bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır, iman edenler mükâfatını, iman etmeyenler de cezasını göreceklerdir.

44

«Evet, biz onlara da, atalarına da geçimlikler verdik ve ömürleri uzadı. Fakat şimdi görmüyorlar mı ki, biz o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip duruyoruz. O halde üstün gelenler onlar mıdır?»

45

«De ki: Ben ancak sizin başınıza gelecek tehlikeleri vahiy ile haber veriyorum. Sağırlar uyarıldıklara zaman çağrıya kulak vermezler.»

Rezzâk-ı Âlem bütün nimetlerini kullarının emrine vermiş, iman edenlerle etmeyenleri rızık hususunda birbirinden ayırmamıştır. Göklerdeki ve yerdeki nimetlerini kullarının emrine veren Hâlik-ı Mutlak, onların bu nimetlere şükretmelerini istemiştir. İçlerinden bir kısmı iman edip nimetlerine şükretmiş, bir kısmı da başka tanrılar edinerek imandan yüz çevirip nimetlerine karşı nankörlük yapmışlardır. Allahü teâlâ, kendisine eş koşup nimetlerine karşı nankörlük yapanların elinden o nimeti almış ve elim bir azap vermiştir. Bunu şöyle beyan ediyor: «Evet, biz onlara da, babalarına da geçimlikler verdik ve ömürleri uzadı. Fakat şimdi görmüyorlar mı ki, biz o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip duruyoruz. O halde üstün gelenler onlar mıdır?

Mekke'li müşrikler İslâm'ın ilk yıllarında Müslümanlardan daha üstün ve daha zengin olduklarını ileri sürerek, onları hakir görüp alay ediyorlardı. Gerçeklen de ilk zamanlar öyleydiler. Sahip oldukları bu varlıklar kendilerini sapıtmış, imandan yüz çevirip Allah'a ortak koşmuşlardır. Hatta Müslümanları memleketlerinden çıkarıp Medine'ye ve başka yerlere sürmüşlerdir. Bu varlıklarının ellerinden hiç gitmeyeceği zehabına kapılarak daha da ileri gitmişler, mü’minlere akla gelmedik işkence yapmışlardır. Allahü teâlâ da ellerindeki nimetlerini alıp inkâr ve küfürlerinin cezasını kendilerine vermiştir. Bu husus âyette şöyle ifade ediliyor: «Fakat şimdi görmüyorlar mı ki, biz o yeryüzüne gelip çevresinden eksiltip duruyoruz. O halde üstün gelenler onlar mıdır?» Mekke'nin fethi günü tam aksine Müslümanları memleketlerinden çıkaran müşrikler o gün kendileri çıkmak zorunda kalmıştır. Zira hakkın olduğu yerde bâtıl yaşayamaz. Hak gelince bâtıl zail olur. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), kâfirlere başlarına gelecek olan felâketi daha önceden haber vermiştir. Onlar bunu kale almayarak, kimi Peygamberimizin kâhin olduğunu, kimi sihirbaz olduğunu, kimi de eskilerin masallarını anlattığını söylemişlerdir. Yüce Halik kâfirleri zemmederek sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, onlara de ki: «Ben ancak sizin başınıza gelecek tehlikeleri vahiy ile haber veriyorum. Bunların hiçbirini kendiliğimden söylemiyorum. Hakkı işitmeyen sağırlar uyarıldıkları zaman çağrıya kulak vermezler.» O gün olduğu gibi, bugün de böyledir. Bazıları hakkı görüp işittiği halde asla kulak vermez, hep kendi bildiğini okur.

46

«Yemin olsun ki, Rabbanin azabından onlara bir esinti dokunsa muhakkak: 'Vah bize, doğrusu biz gerçekten zalimlermişiz' diyeceklerdir.»

Kâfirlere bir miktar azap dokunacak olursa hemen feryad edip 'vah bize, doğrusu, gerçekten biz Allah'a şirk koşup zalimlerden olduk» diyecekler ve başlarını da taştan taşa vuracaklardır. Fakat son pişmanlık fayda vermeyecektir. Çünkü Allah kullarına sayılamayacak kadar nimetler ihsan etmiş, ama onlar bunimetlerin şükrünü eda etmeyerek sahibine karşı nankörlük yapmışlardır. Zira insan çok nankördür, sayısız nimetler içinde yüzerken o nimetlerin sahibini hatırlayıp şükretmez. Hatta onların sahibi kendisi olduğunu zanneder. Fakat bir musibet dokunduğu zaman hemen feryadı basar. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yemin olsun ki, Rabbinin azabından onlara bir esinti dokunsa muhakkak: 'Vah bize, doğrusu biz gerçekten zalimlermişiz' diyeceklerdir.»

47

«Biz kıyamet günü adalet terazilerini kuracağız. Hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa, yapılanı ortaya koyarız. Hesap görenler olarak da biz yeteriz.»

Kıyamet günü ilâhî adalet terazisi kurulacak, herkesin amelleri tartılacak, hiç kimseye zerre kadar haksızlık yapılmayacaktır. Yapılan ameller hardal tanesi kadar bile olsa ortaya çıkarılacaktır. O gün Allah katında herkes amelinin karşılığını görecektir. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Biz kıyamet günü adalet terazisini kuracağız. Hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar bile olsa yapılanı ortaya koyarız. Hesap görenler olarak da biz yeteriz.»

48

«Yemin olsun ki, biz Musa ile Harun'a bir ışık, takva sahipleri için de öğüt olan Furkan'ı verdik.»

49

«Onlar ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar. Ve kıyamet azabından titrerler.»

50

«İşte bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Yoksa siz onu inkâr mı ediyorsunuz?»

Allah tarafından gönderilen kitapların sayısı 104'dür. Bunların 100'ü sayfa halinde, 4'ü ise büyük kitap şeklinde indirilmiştir. Büyük kitapların ilki Hazret-i Musa'ya gönderilen Tevrat'tır. «Yemin olsun ki biz, Musa ile Harun'a bir ışık, takva sahipleri için de öğüt olan Furkan'ı verdik. Onlar ki, görmedikleri halde Rablerinden korkarlar. Ve kıyamet azabından titrerler.» Musa (aleyhisselâm), kavmine peygamber olarak gönderilince kendisine Tevrat verilmiştir. O, insanları Hakk'a davet edip Tevrat'ın hükümlerini bildirmiştir. Fakat her peygamberin kavminde olduğu gibi, onun kavminin içinde de kendisine iman etmeyenler çıkmıştır. Halbuki ilâhî kitapların hepsi insanlar için bir ışık, bir nûr ve bir hidayet kaynağıdır. Onları sapıklıktan kurtarıp hidayete ulaştırmak için gönderilmiştir. İman edenler hidayete, etmeyenler de sapıklığa düşüp helak olurlar. İman eden takva sahipleri Rablerinden korkarlar, kıyametin azabından titrerler. Yüce Allah Tevrat'ı bir ışık, takva sahipleri için de bir öğüt olarak gönderdiği gibi, sevgili Peygamberine de Kur'ân-ı Azîmüşşan'ı bir hidayet kaynağı olarak inzal buyurmuştur. Kur'an bir nurdur, rehberdir, hidâyet kaynağıdır, zikirdir, ölü kalbleri diriltir, hasta gönüllere şifa verir, sapıkları hidayete erdirir, hak ile bâtılı birbirinden ayırteder, Allah ve Peygamber sevgisini aşılar. Zulmü yok eder, adaleti emreder, haksızlığa karşı koyar; fakiri, yoksulu, yetimi, mazlumu, kimsesizi korur. Hastaları ziyareti emreder, şirki kökünden kazır, Allah'a ibadeti emreder. Tembelliği, miskinliği, başkalarının hakkına tecavüzü, ahlâksızlığı yasaklar. Onu okumak ibadettir, her harfi, okuyanın on sevap kazanmasına sebep olur. Aklı geliştirir, zekâyı artırır, muhakemeyi olgunlaştırır, ruhu melekleştirir. Bütün bu özelliklere sahip olan Kur'an'ı, ey kâfirler, inkâr, mı ediyorsunuz? Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «İşte bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir zikirdir. Yoksa siz onu inkâr mı ediyorsunuz?»

51

«Yemin olsun ki, daha önce İbrahim'e de rüşdü verdik. Ve biz onu biliyorduk.»

52

«Hani o, babasına ve kavmine demişti ki: Bu tapınıp durduğunuz heykeller de nedir?»

53

«Onlar da “babalarımızı bunlara tapar bulduk” demişlerdi.»

54

«O da: “Yemin olsun ki; sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içersindesiniz” dedi.»

55

«Onlar: “Sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun?” dediler.»

56

«O da dedi ki: 'Hayır, Rabbiniz, göklerin ve yerin Rabbidir ki, bunları O yaratmıştır. Ve ben buna şahitlik edenlerdenim'.»

Allahü teâlâ, İbrahim (aleyhisselâm)'e daha küçük yaşta iken risaleti ve hidayeti vermiştir. İbrahim (aleyhisselâm), mağaradan çıkınca annesinin ve babasının putlara taptığını görür, onlara mani olmaya çalışır, fakat babası putlara tapmaktan vazgeçeceği yerde oğluna kızar ve «sen bizi atalarımızın dininden vazgeçirmek mi istiyorsun?» der. Bulunduğu mağaradan dışarı çıktığı zaman, her ne kadar yaşı küçükse de, ruhen çok olgunlaşmıştı. Annesi de putperest olmasına rağmen, İbrahim (aleyhisselâm) bir defa olsun puta tapmamış ve hep onlara karşı çıkmıştır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yemin olsun ki, daha önce İbrahim'e de rüşdü verdik. Ve biz onun nübüvvete ve hidayete lâyık olduğunu biliyorduk. Hani o, babasına ve kavmine demişti ki: "Bu tapınıp durduğunuz heykeller de nedir?' Onlar da 'babalarımızı bunlara tapar bulduk' demişlerdi. O da 'and olsun ki, sizler de, babalarınız da apaçık bir sapıklık içerisindesiniz' dedi. Onlar 'sen bize gerçeği mi getirdin, yoksa şaka mı ediyorsun?' dediler.»

İbrahim (aleyhisselâm) kavmine taptıklarının tanrı olmadığını bildirince, onlar da tanrılarının kim olduğunu sorarlar. Hazret-i İbrahim onlara şu cevabı verir: «Hayır, sizin taptıklarınız tanrı değildir. Sizin Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir ki, onları O yaratmıştır. Ben de yerleri ve gökleri O'nun yarattığına şahidim. İbadete lâyık ancak O'dur, ibadete lâyık O'ndan başka ma'bud yoktur.» Kavmi Hazret-i İbrahim'den bu gerçekleri duymalarına rağmen, yine de puta tapmakta ısrar ederler. O da, putlarına bir hile yapacağına dair yemin eder.

57

«Allah'a yemin ederim ki, siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir tuzak kuracağım.»

58

«Derken hepsini paramparça edip içlerinden büyüğünü ona baş vursunlar diye sağlam bıraktı.»

59

«(Kavmi bu manzarayı görünce:) 'Bunu tanrılarımıza kim yaptı? Doğrusu o, zalimlerden biridir' dediler.»

60

«Dediler ki: İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk.»

61

«Dediler ki: O halde onu insanların gözleri önüne getirin. Olur ki onlar da şahitlik ederler.»

İmam-ı Süddi (radıyallahü anh)'nin rivayetine göre, İbrahim (aleyhisselâm)'in kavmi millî bayramları münasebetiyle yılda bir gün topluca bayram yerine çıkarlar, çeşitli şenlikler yaparak bayramlarını kutlarlardı. Ancak daha önce puthanelerine giderler, bereketlenmesi için putlarının el-" lerine çeşitli yiyecekler ve ekmek bırakarak secde ederler, öyle giderler, dönüşlerinde de o yiyecekleri yerler ve putlarına secde edip evlerine dönerlerdi. Bu merasim her sene aynı şekilde tekrarlanırdı. Yine böyle bir bayram günü, babası Âzer İbrahim (radıyallahü anh)'in de kendileriyle gelmesini ister ve «ey İbrahim, sen de bizimle gel, belki bayramımız hoşuna gider de dinimize girer, tanrılarımıza tapar, onları kotülemezsin' der. Hazret-i İbrahim de babasını kırmamak için onlarla yola çıkar, bir müddet gittikten sonra hastalandığını ve yürüyemediğini söyler, kavminden ayrılıp bir yerde yatar. Onlar bayram yerine çekildikten sonra geri döner, eline bir balta alarak puthaneye gider ve oradaki putların hepsini kırar, sadece içlerinde altından yapılmış en büyük putu bırakır, elindeki baltayı da onun boynuna asarak puthaneden çıkıp gider. Putlar altından, gümüşten, balardan, kalaydan, demirden, taştan, ağaçtan yapılmıştı. En büyük putu bırakması kavmine bir ibret olması içindir. Kavmi akşamleyin bayram yerinden dönüp puthaneye gelince bütün putların kırıldığını görürler, hayrete düşerler ve birbirlerine «bunu tanrılarımıza kim yaptı? Doğrusu o, zalimlerden biridir» derler. İçlerinden, birçoğu Hazret-i İbrahim'in putlara muhalif olduğunu biliyordu. Onlar putların kırıldığını görünce derler ki: «Önceden biz İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuştuk. O, bizim, putlarımızı hiç sevmez.» Bu haber Nemrud'a ve devlet erkânına kadar gider, onlar da, İbrahim (aleyhisselâm)'in derhal yakalanmasını ve halkın huzuruna çıkarılmasını isterler. Bunun üzerine İbrahim (aleyhisselâm). yakalanır ve halkın gözleri önüne getirilir, kendisine putlarını kimin kırdığını sorarlar.

62

«Ey İbrahim, bu işi tanrılarımıza sen mi yaptın? dediler.»

63

«Belki bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun, dedi.»

64

«Bunu üzerine kendi kendilerine dediler ki: Doğrusu siz haksızsınız.»

65

«Sonra eski kafalarına döndürüldüler: 'Yemin olsun ki, bunların konuşamayacağını sen de bilirsin' dediler.»

İbrahim (aleyhisselâm) 'i Nemrud'un emriyle halkın toplanmış olduğu meydana getirirler ve «Ey İbrahim, bu işi tanrılarımıza sen mi yaptın?» diye sorarlar. Hazret-i İbrahim, hiç çekinmeden peygamberlik vakarıyle ve gayet ciddi, çok anlamlı olan şu cevabı verir: «Belki bu işi şu üzerinde balta bulunan büyükleri yapmıştır. Eğer konuşabiliyorlarsa onlara sorun, bu felâketi başlarına kim getirmiş.» Bununla Hazret-i İbrahim, onlara tanrı diye taptıklarının hiçbir şeye güçlerinin yetmediğini ve hiçbir işe yaramadıklarını anlatmak istemişti. Bu anlamlı cevap karşısında putperestler birbirlerine şöyle derler: «Doğrusu siz haksızsınız, önünüzde putlarınız dururken neden onlara sormuyor da, bu gence soruyorsunuz?» Aralarında bir müddet böyle söyleştikten sonra, yine beyinsizliklerine dönüp İbrahim (aleyhisselâm)'e «and olsun ki, bunların konuşamayacağını sen de biliyorsun. Biz bunlara ne sorarsak soralım asla cevap vermezler. Çünkü bunları ellerimizle biz yapıyoruz. Ellerimizle yaptıklarımız nasıl bize cevap verebilir?» derler. Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm) de onlara şu cevabı verir.

66

«Dedi ki: Öyleyse Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda veya zarar vermeyecek şeylere ne diye taparsınız?»

67

«Yuf olsun size ve Allah'ı bırakıp da taptıklarınıza. Akıllanmayacak mısınız siz?»

68

«Onlar dediler ki: Bîr şey yapacaksanız, bunu yakın da tanrılarımıza yardım edin.»

İbrahim (aleyhisselâm) kavmine, «Allah'ı bırakıp da neden putlara tapıyorsunuz? Her gün tapmakta olduğunuz putların size ne faydası dokundu, sizi hangi zarardan kurtardı? Halbuki hayır da, şer de yerleri ve gökleri yaratan Allah'tandır. İbadete lâyık ancak O'dur. O'ndan başka ibadete lâyık yoktur. Hâlâ aklınızı başınıza alıp size bunca nimetleri veren Allah'a ibadet etmeyecek misiniz? Ellerinizle yaptıklarınıza mı ibadet edip onlardan yardım bekleyeceksiniz? Yazıklar olsun size, siz ne beyinsiz insanlarsınız.» der. Kavminin ileri gelenleri İbrahim (aleyhisselâm)'e cevap veremeyince, kurtuluşu onu aralarından yok etmekte ararlar. Bunun için de Nemrut ve ileri gelenler halka şöyle derler: «Siz eğer bir şey yapmak istiyorsanız, bunu yakın ve aranızdan yok edin. İşte o zaman tanrılarımıza yardım etmiş olursunuz. Bunu yok etmedikçe bizim de, tanrılarımızın da huzuru olmaz. Bu her zaman tanrılarımızı diline dolayıp tenkid edecektir.» Nemrud'un emriyle kavmi, İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmak için büyük bir hazırlığa girişirler, herkesi odun biriktirmeye çağırırlar. Hazırlık bir ay kadar sürer. Herkes İbrahim (aleyhisselâm)'i yakmak için odun biriktirmeyi ibadet kabul eder. Hatta hasta olanlar bile, mallarının bir kısmının satılıp odun alınmasını vasiyet ederler. Kadınlar bu iş için yün eğirip satarak biriktirdikleri paralarla odun almayı amaçlarlar. Nihayet bir aylık hazırlıktan sonra biriktirilen odun yığını her tarafından tutuşturulur, yedi gün yanan ateş göklere yükselir, etrafına kimseler yaklaşamaz. Yedi gün sonra Hazret-i İbrahim'i hapsettikleri yerden alırlar, yüksek bir yerden ateşe atmak isterler, ateşe yaklaşamadıkları için nasıl atacaklarını bilemezler. Tam o sırada şeytan aleyhillâne gelir, onlara mancınıkla atılmasını önerir. Bunun üzerine hemen bir mancınık yaparlar üzerine Hazret-i İbrahim'i koyarlar. O anda göklerdeki ve yerdeki bütün canlılar niyaz edip «Ey Rabbimiz, yeryüzünde senin Halilin olan İbrahim, Nemrut tarafından ateşe atılmaktadır. Gerçek şu ki, yeryüzünde ondan' başka sana ibadet eden yoktur. Bize izin ver de ona yardım edelim.» Yüce Allah onlara şöyle buyurur:

«O, benim halilimdir, ondan başka halilim yoktur. Ben, onun halikıyım, hâlini biliyorum, her şeyi yoktan var eden, muhafaza eden, besleyen, terbiye eden benim. Onu bana bırakın.» Sonra Hazret-i İbrahim'e su hazinelerinin müvekkili olan melek gelir ve «Ey İbrahim, dilersen suları salıverip bu ateşi söndüreyim»' der. Bütün samimiyetiyle Rabbine teslim olan Hazret-i İbrahim «size ihtiyacım yok, Rabbim bana yeter.-O, benim niçin ateşe atıldığımı biliyor» cevabını verir. Sonra rüzgârların müvekkili olan melek gelir ve «Ey İbrahim, eğer dilersen rüzgâra emredeyim de bu ateşin her zerresini bir yere savursun» der. Allah dostu ona da aynı sözleri söyler. Hazret-i İbrahim için ateşe atılmak bayrama gitmek kadar zevkliydi. Çünkü o ateşe Rabbi için atılıyordu. Bu bakımdan en küçük bir endişesi bile yoktu. Rabbine çoktan teslim olmuştu, arada başka vasıta istemiyordu. Allah'ın düşmanları onu yüksek bir yerden mancınıkla attıkları zaman havada uçarken Cebrail gelir «ya İbrahim, benden bir arzun var mı, dile, yerine getireyim» der. İbrahim (aleyhisselâm) hiç tereddüt etmeden «hayır, senden bir isteğim yok» der. Bu defa Cebrail «ne dilersen Rabbinden dile» der. Allah'ın halili olan İbrahim (aleyhisselâm), Rabbine teslimiyetini bir defa daha izhar ederek «O, benim hâlimi biliyor, her şey O'na malûmdur» der. O anda semalara yükselen ateşin içine düşer, fakat göğe yükselen ateş bir gül bahçesine döner, alevi yok olur, harareti söner, ateşin bulunduğu yerde güller biter, manzarayı görenler şaşırır. Bâtıl, Hakk'ın karşısında bir defa daha mağlûp olur.

69

«Biz dedik ki: Ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmetli ol.»

70

«Ona bir tuzak kurmak istediler. Ama biz kendilerini daha ziyade hüsrana uğrattık.»

İbrahim (aleyhisselâm) kavmine gerçekleri anlatıp Allah'tan başkasına tapmamalarını söyleyince, çok kızarlar ve İbrahim (aleyhisselâm)'i aralarında görmek istemezler, ondan kurtulmak için yakmaya karar verirler. Yaktıkları büyük bir ateşin içine atarlar. O zaman İbrahim (aleyhisselâm) on altı yaşlarındadır. Yüce Halik ateşe şöyle nida eder: «Ey ateş, ibrahim'e karşı serin ve selâmetli ol. Ona bir tuzak kurmak istediler. Ama biz kendilerini daha ziyade hüsrana uğrattık.» Bütün haşmetiyle etrafa dehşet saçıp semalara yükselen ateş, İbrahim (aleyhisselâm)'in içine atılmasıyla bir anda gül bahçesine döner. Allah dostunu yakmaz. Çünkü sahibi ona «ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmetli ol» emrini vermiştir. Allah'ın düşmanlarının kurmuş oldukları tuzak böylece boşa çıkar. Allah daima inananlarla beraberdir.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'in rivayetine göre şayet Allahü teâlâ «ey ateş, İbrahim'e karşı serin ve selâmetli ol» demeseydi, İbrahim (aleyhisselâm) orada soğuktan helak olurdu. İbn Kâ'b (radıyallahü anh) da, ateş Hazret-i İbrahim'in elinde ve ayağındaki bağlardan başkasını yakmamıştır demiştir. İmam-ı Süddi (radıyallahü anh)'nin rivayetine göre: Melekler Hazret-i İbrahim'in pazılarından tutup yere oturturlar. Hemen olduğu yerden tatlı bir su çıkar, aktığı yerde gül ve çeşitli çiçekler oluşur. İbrahim (aleyhisselâm) orda yedi gün kalır, Allahü teâlâ, Cebrail'i gönderip cennetten bir gömlek ve bir de yaygı aldırır. Cebrail onları Hazret-i İbrahim'e getirir, göm-Leği giydirir, yaygıyı da altına serer. İnsan kılığına girip ona arkadaşlık yapar. Nemrud sarayından Hazret-i İbrahim'i ve yanındaki misafiri görür. Olup bitenler karşısında hayrete düşer, ne yapacağını şaşırır. Cebrail «ya İbrahim, Rabbinin 'ateş bizim dostumuza zarar vermez' buyurduğunu bilmiyor musun?» der. Hazret-i İbrahim de «hayatımda burada geçen günlerim kadar tatlı ve güzel bir günüm geçmedi» der. Hâlik-ı Zûlcelâl dostlarına nârı nûr yapıyor. Bu bakımdan ibrahim (aleyhisselâm) 'in en güzel günleri orada geçirdiği günlerdir.

Nemrud, Hazret-i İbrahim'in etrafı ateşle çevrili bir gül bahçesi içinde meleklerle oturduğunu görünce aralarında şu konuşma geçer: Nemrud: «Ya İbrahim, senin ne büyük ma'budun varmış ki, kudreti seninle ateş arasına perde çekip yaktırmadı. Şimdi bu ateşin içinden çıkmaya gücün yeter mi?». İbrahim (aleyhisselâm), hiç tereddütsüz «evet, çıkarım» der. Nemrud «bu ateşe atılmaktan ve seni yakıp yok edeceğinden hiç korkmadm mı?» diye sorar. Hazret-i İbrahim «hayır, hiç korkmadım, beni yakacağını aklıma bile getirmedim.» cevabını verir. Nemrud «öyleyse olduğun yerden çık da gel.» der. İbrahim (aleyhisselâm), hemen olduğu yerden kalkar, ateşe doğru yürür, ateş açılır, sağ salim çıkar. Bunu gören Nemrud hayretler içinde kalır ve «ya İbrahim, yanındaki kimdi?» der. Hazret-i İbrahim «Cebrail'di, bana arkadaşlık yapmak için gelmişti.» der. Nemrud «ya İbrahim, senin Rabbinden kudretlisini görmedim. Sana bu kerametleri verdiğinden dolayı O'na dört bin tane sığır kurban edeceğim. Sen O'ndan başkasına tapmadın, bizim putlarımızı ve tanrılarımızı tenkid ettin, bunun için seni ateşe attık.» Hazret-i İbrahim «sen benim dinime dönmedikçe Rabbim senin kestiğin kurbanları asla kabul etmez. Çünkü küfür içinde olanların yapmış oldukları amellerin hiçbiri O'nun katında makbul değildir.» cevabını verir. Nemrud «işte ona gücüm yetmez, senin dinine girip mülkümü terk edemem. Fakat adadığım kurbanları keserim.» der. Nemrud, Hazret-i İbrahim'in mucizelerini gördükten sonra, ona dokunmaz ve adadığı kurbanları keser. Fakat tanrılık iddiasında bulunmaya devam eder, küfrünü daha da artırır. İbrahim (aleyhisselâm)'in davetini kabul etmez. Yüce Halik, Nemrud ve kavminden iman etmeyenlerin üzerine sivrisinek ordusunu gönderir.

Sivrisinekler onların kanlarını emerler, etlerini yerler, bu yüzden birçoğu helak olur. Sivrisineklerle bir türlü başa çıkamazlar. Bir tanesi de Nemrud'un burnundan girip beynine ulaşır, beynini yemeye başlar. Beynindeki sineği çıkarmak için her türlü çareye baş vurur, bir türlü başarılı olamaz. O günün doktorlarını toplar, başındaki sineğin çıkarılmasını ister. Onların da bütün gayretleri boşa çıkar, sonunda her gün başına on tane sopa vurulmasına karar verirler. Karar tatbik edilir, fakat yine netice alınmaz. Sopanın sayısını artırırlar, her gün yirmi sopa vurulur, yine olmaz, sayı otuza çıkar. Tanrılık iddiasında bulunan kâfirin kafasına her gün otuz tane sopa vurulur. Bir sivrisinekle başa çıkamayan Nemrud, her şeyden vazgeçer. «Beni kurtarın» diye feryad eder, kafasını yerden yere çalar. Heyhat her şey boş, nihayet kafasına vurulan şiddetli bir sopa ile kafatası parçalanır. Böylece yıllarca tanrılık iddiasında bulunan kâfirin işini bir sivrisinek bitirir. İşte küfrün sonu böyledir. Münkirler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Bunda çok ince düşünülmesi gereken büyük ibretler vardır.

71

«Onu da, Lût'u da âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.»

İbrahim (aleyhisselâm) ile Lût (aleyhisselâm), Nemrud ve kavminin şerrinden kurtulup «mübarek» diye vasıflandırılan Şam'a gitmişlerdir. Şam, mübarek bir beldedir, birçok peygamber oradan çıkmıştır, arazisi gayet münbittir. Ağaçları, meyveleri, mahsulleri, hurmalıkları ve suları boldur, iklimi mutedildir. Bazılarına göre bereketten maksad, Şam'daki nimetlerin çokluğu ve bolluğudur. Şam'ın feyzi ve bereketi pek çoktur. Bir müddet sonra Hazret-i İbrahim Mısır'a gitmiş, oradan da Kenan diyarına geçmiş, bir müddet kaldıktan sonra tekrar Şam'ın Filistin bölgesine yerleşmiştir. Lût (aleyhisselâm) da Filistin'e bir günlük mesafede bulunan Mü'tefikiye'ye yerleşmiştir. Allahü teâlâ onu Mü'tefikiye halkına peygamber olarak göndermiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onu da (İbrahim'i), Lût'u da âlemler için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık.»

72

«Buna ilâveten ona İshak'i ve Yakub'u verdik. Ve her birini sâlih kimseler kıldık.»

73

«Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar bize kulluk eden kimselerdi.»

Yüce Allah, İbrahim (aleyhisselâm)’e 112 yaşında iken İshak (aleyhisselâm)'ı vermiştir. İbrahim (aleyhisselâm) yaşlandığı bir sırada hanımı Sare'den İshak (aleyhisselâm) olmuştur. İshak (aleyhisselâm)'dan da Yakub (aleyhisselâm) olmuştur. Allahü teâlâ bunlara nübüvvet verip insanlara doğru yolu gösterecek rehber kılmış, kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyetmiştir. Onlar Allah'a hakkıyle kulluk eden kimselerdir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Onları emrimizle doğru yolu gösterecek rehberler kıldık. Kendilerine hayırlı işler yapmayı, dosdoğru namaz kılmayı, zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar bize kulluk eden kimselerdi.»

74

«Lût'a da hüküm ve hikmet verdik. Onu, (halkı) çirkin işler yapmakta devam eden o memleketten kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler.»

75

«Ve onu rahmetimize aldık. Doğrusu o sâlih kimselerdendi.»

Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah her kavme bir peygamber göndermiştir. İnsanların ibret almaları için bunlardan bir kısmının kıssalarını, başlarına gelen musibetleri Kur'ân-ı Kerim'de zikretmiştir. Bir kısmını ise zikretmemiştir. Hâlik-ı Mutlak, Lût (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyuruyor: «Lût'a da hüküm ve hikmet verdik. Onu, halkı çirkin işler yapmakta devam eden o memleketten kurtardık. Doğrusu onlar yoldan çıkmış kötü bir kavim idiler.» Lût (aleyhisselâm)'un kavmi livatacılık yapıyorlardı. Bu çirkin fiil aralarında o kadar yayılmıştı ki, erkekler birbirleriyle tatmin oluyorlar, adetâ eşlerinden uzaklaşıyorlardı. Peygamberlerinin davetine asla kulak vermiyorlar, gün geçtikçe çirkin fiillerini daha da artırıyorlar, peygamberleriyle alay ediyorlardı. Lût (aleyhisselâm), kendisine yapılan bunca hakaretlere boyun eğerek yine onları imana davet edip bu çirkin işten alıkoymaya çalışmıştır. İçlerinden pek azı kendisine iman etmiştir. Allahü teâlâ da iman etmeyenleri, küfür ve çirkin fiillerinden dolayı yere batırarak cezalarını vermiştir. İçlerinden ancak iman edenlerle, Lût (aleyhisselâm)'un iki kızı ve kendisi kurtulmuştur. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Ve onu, rahmetimize aldık. Doğrusu o, sâlih kimselerdendi.» Fakat hanımı helak olanlar arasındadır. Çünkü o, onlardandı. Âyette de ifade edildiği gibi, Allahü teâlâ her zaman zalimlerden intikamını alır. Bundan sonraki âyetlerde Nûh (aleyhisselâm)'un kıssasından bahsediliyor.

76

«Hani Nûh da daha önceleri bize niyaz etmişti. Onun duasını kabul edip kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtardık.»

77

«Âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir kavimdi. Ve hepsini suda boğduk.»

Nûh (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm) ile Lût (aleyhisselâm)'dan öncedir. İnsanoğlunun ikinci babasıdır. Onun zamanında yeryüzü suya gark olmuş, o zaman sadece kendisine iman eden 78 kişi kurtulmuştur. Allahü teâlâ, Nûh (aleyhisselâm)'u kavmine peygamber olarak göndermiştir. Her peygamberin görevi gönderildiği toplumu imana davet etmek, kötülüklerden sakmdırmaktır. Nûh (aleyhisselâm) da aynı mukaddes vazifeyi yapmıştır. Onlar bu daveti kabul etmeyerek peygamberlerine karşı zalimane hareketlerde bulunmuşlardır. Nûh (aleyhisselâm) kavminin iman edip küfür ve kötülüklerden vazgeçmeleri için her çareye baş vurmuş, fakat onlar küfür ve zulümlerini daha da artırmışlardır. Yıllarca, kavmiyle iman etmeleri için mücadele etmiştir. Sonunda kavminin imanından ümit kesince lâyık oldukları cezayı görmeleri için Rabbine dua ve niyazda bulunur. Rabbi de niyazını kabul eder, büyük bir tufan olur, iman etmeyenlerin hepsi o tufanda boğularak cezalarını görürler. Peygamberler kolay kolay kavimlerine beddua etmezler, ancak onların imanından ümit kestikten sonra beddua ederler. Çünkü onların helak olması yaşamalarından daha hayırlıdır. Allahü teâlâ her peygamberin ümmetini ayrı ayrı cezalandırmıştır. Zira onların yapmış oldukları fiiller de ayrıdır. Kimini suda boğmuştur, kimini yere batırmıştır, kiminin üzerine gökten taş yağmıştır, kimi denizde boğulmuştur. Hasılı her kavim, lâyık olduğa cezayı görmüştür. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı ona yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir kavimdi. Ve hepsini suda boğduk.»

Geçmiş peygamberlerin ümmetlerinin başına gelen musibetlerin, felâketlerin Kur'ân-ı Kerîm'de nakledilmesinin sebep ve hikmeti Hazret-i Peygamber'in ümmetinin bunlardan ibret alarak, onların düştüğü hataya düşmemesi içindir. Akl-ı selim sahiplerinin bütün bunlardan ibret alıp Allah ve Resulüne itaat etmesi gerekmez mi? İşte iman etmeyenlerin akıbeti böyle felâketlere maruz kalmaktan ibarettir. İman edenler mükâfatını, etmeyenler de cezasını mutlaka görecektir. Bundan sonra gelen âyetlerde Dâvud (aleyhisselâm) ile Süleyman (aleyhisselâm)'ın kıssaları nakledilmiştir.

78

«Dâvud ve Süleyman da hani kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken, biz onların hükmüne şahittik.»

79

«Biz bu hükmü hemen Süleyman'a bildirmiştik. Herbirine hüküm ve ilim verdik. Dâvud'la birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve bunları biz yapmıştık.»

Dâvud (aleyhisselâm), Süleyman (aleyhisselâm)'ın babasıdır. Dört büyük kitaptan biri olan Zebur, Dâvud (aleyhisselâm)'a indirilmiştir. Her ikisine de Allah tarafından hüküm ve ilim verilmiştir. Bunların kıssası şöyledir: Bir gün Dâvud (aleyhisselâm) 'a iki kişi gelir. Bunlardan biri sürü, diğeri de çiftlik sahibidir. Bir gece sürü sahibinin koyunları çiftlik sahibinin ekinlerine yayılır, ekinleri istilâ edilen "büyük zarara uğrar. Bu zararın telâfisi için ekin sahibi, sürü sahibine baş vurur, fakat aralarında anlaşamazlar ve birlikte gelip meseleyi Dâvud (aleyhisselâm)'a bildirirler. Dâvud (aleyhisselâm) sürü sahibinin koyunlarını alıp ekin sahibine verir. Çünkü telef olan ekinin değeri sürünün değerine eşittir. Dâvud (aleyhisselâm) davacı ile dâvâlı arasında böyle hüküm ve karar verdikten sonra, her ikisi de bu hükme boyun eğerek çıkıp giderler. Giderken Süleyman (aleyhisselâm)'a da uğrarlar. Süleyman (aleyhisselâm), babasının aralarında nasıl hükmettiğini sorar. Onlar da kararı bildirirler. Süleyman (aleyhisselâm) onları dinledikten sonra «ben böyle karar vermezdim» der. Çünkü Yüce Allah o iki kişi arasında nasıl karar verileceğini kendisine vahyetmiştir. Bunun üzerine hemen Dâvud (aleyhisselâm) 'a dönerler, Süleyman (aleyhisselâm)’ın söylediklerini ona bildirirler. Dâvud (aleyhisselâm) oğlunu çağırır, o iki kişi arasında nasıl hükmedileceğim sorar. Süleyman (aleyhisselâm) babasına, «sürü sahibinin koyunlarım, çiftlik sahibinin ekinleri eski haline gelene kadar ona, tarlayı da ekip dikmek için koyun sahibine verilmesine, ekin eski haline geldiği zaman tekrar bunların sahiplerine iadesine ve bu zaman zarfında koyunların sütünden ve yününden tarla sahibinin istifadesine hükmedilmiştir» der. Bu karar Dâvud (aleyhisselâm)'un hoşuna gider ve «aranızdaki hüküm Süleyman'ın hükmettiği gibidir» der. Hazret-i Süleyman o zaman on bir yaşındaydı. «Dâvud ve Süleyman da hani kavmin koyunlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlarken biz onların hükmüne şahittik. Biz bu hükmü hemen Süleyman'a bildirmiştik. Her birine hüküm ve ilim verdik. Dâvud'la birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. Ve bunları biz yapmıştık.» Dâvud (aleyhisselâm) tesbihe başladığı zaman kuşlar ve dağlar onunla tesbih ederlerdi. O, bunların tesbihini işitir ve anlardı. Bazılarına göre Dâvud (aleyhisselâm) tesbih etmediği zaman Yüce Allah dağların ve kuşların tesbihini işittirir, o da derhal onlarla beraber tesbihe başlar ve beraber tesbih ederler. Görülüyor ki, canlı ve cansız her varlık lisan-ı hal ile Rabbini zikrediyor.

80

«Biz ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını da öğrettik. Artık şükreder misiniz?»

Yüce Allah, Dâvud (aleyhisselâm)'a demirden zırh yapmasını öğretmiştir. O, demirden zırh yapıp satarak geçimini temin ederdi. Rivayete göre bir gün Dâvud (aleyhisselâm) tebdil-i kıyafet yaparak kavminin kendi hakkındaki düşüncelerini öğrenmek ister. Karşısına insan şeklinde Cebrail çıkar, onu tanıyamaz ve memleketi hakkında bilgi ister. Cebrail, Dâvud (aleyhisselâm)'un çok iyi biri olduğunu ve memleketi güzel bir şekilde idare ettiğini, ancak bir hatası olduğunu söyler. Dâvud (aleyhisselâm) o hatanın ne olduğunu sorar. Cebrail «duyduğuma göre o beytül-maldan yermiş, bir insanın kendi alın teriyle kazandığını yemesinden daha efdal bir şey yoktur» der. Bunun üzerine Dâvud (aleyhisselâm) hemen geri döner, kendi alın teriyle kazancını temin edecek bir geçim ihsan etmesini Rabbinden ister. Allahü teâlâ da ona elinde demiri hamur gibi yapacak bir kudret verir. Bundan sonra Dâvud (aleyhisselâm) demirden zırh yapıp satarak hem geçimini temin eder, hem de o zırhları savaşta kullanır. Bundan sonra devlet hazinesinden bir şey almaz. Böylece o demircilerin piri olur. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Biz ona, sizi savaşta korumak için zırh yapma sanatını da öğrettik. Artık (Allah'ın verdiklerine) şükreder misiniz?.» Her nimet şükrü gerektirir, Allah'ın vermiş olduğu her şey kulları için bir nimettir. Nimet olduğuna göre ona şükür gerekir.

81

«Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi. Ve biz her şeyi bileniz.»

Yüce Halik her peygambere ayrı ayrı mucizeler ve özellikler vermiştir. Süleyman (aleyhisselâm)'a da müstesna özellikler vermiş ve bütün mahlûkatı emrine müsahhar kılmıştır. O her mahlûkat ile konuşuyor, rüzgâra, cinlere, kuşlara ve şeytanlara istediğini yaptırıyordu. «Süleyman'a da şiddetli esen rüzgârı müsahhar kıldık. Rüzgâr onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi. Ve biz her şeyi bileniz. Denize dalacak ve bundan başka işler görecek şeytanları da onun emrine verdik. Onların hepsini gözetiyorduk.» Hazret-i Süleyman tahtı üzerinde otururken ordusuyla beraber rüzgâr vasıtasıyla dilediği yere bir anda giderdi. Çünkü rüzgâr onun emrine verilmişti. Rüzgâr vasıtasıyla sabahtan ikindiye kadar bir aylık yol, ikindiden sabaha kadar da bir aylık yol katederdi. Gittiği yerde işini bitirdikten sonra yine onu alır Şam'a getirirdi. Yüce Halik «rüzgâr, onun emriyle mübarek kıldığımız yere doğru eserdi.» buyurmuştur. İşte o mübarek yer Şam'dır. Süleyman (aleyhisselâm)'ın hayatı hep savaşlarla geçmiştir. Zamanında yeryüzünde onun buyruğu altına girmeyen devlet ve millet hemen hemen yoktu.

82

«Denize dalacak ve bundan başka işler görecek şeytanları da onun emrine verdik. Onların hepsini gözetiyorduk.»

İmam-ı Mükâtil'in rivayetine göre, cinler ve şeytanlar ibrişimden bir halı dokumuşlar ve ortasına da Süleyman (aleyhisselâm) için altından bir taht koymuşlardır. Süleyman (aleyhisselâm) o tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafında da altın ve gümüşten yapılmış üç bin kürsü vardır. Bu kürsülerin altın olanlarının üzerinde peygamberler, gümüş olanların üzerinde âlimler, etrafta halk ve halkın etrafında da cinler ve şeytanlar otururlardı. Kuşlar Süleyman (aleyhisselâm)'in üzerinde kanat açıp onu gölgelerlerdi. Sabah rüzgârı yere serili olan halıyı kaldırıp Süleyman (aleyhisselâm)'ı ordusuyla beraber istediği yere götürürdü. Şeytanlar ise denizden onun için yakut, inci ve daha başka şeyler çıkarırlardı. Onların hiçbiri Süleyman (aleyhisselâm)'in emrinden dışarı çıkmazdı. Çünkü Allahü teâlâ onların hepsini gözetiyordu. Bundan sonraki âyetler Eyyûb (aleyhisselâm)'dan bahsetmektedir.

83

«Eyyûb da hani tanrısına niyaz etmişti ki: 'Başıma bir belâ geldi, sana sığındım, sen merhametlilerin merhametlisisin' demişti.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, Eyyûb'un da Rabbine dua ve niyaz edip ta'zîmde bulunduğunu hatırla ve kavmine haber ver. O, Rabbine 'başıma bir belâ geldi ve her tarafımı ağrı kapladı, bu bakımdan sana hakkıyle ibadet edemiyorum. Rabbim, sen merhametlilerin en merhametlisisin, hastalara şifa verip zayıfları korursun, beni bu hastalıktan ve üzüntüden kurtar' diye niyaz etmişti. Biz de onun duasını kabul edip uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık.»

Allahü teâlâ peygamberlerini çeşitli musibetlerle denemiştir. Bu, onlar için ilâhi bir imtihandır. Eyyûb (aleyhisselâm)'u da ilâhî bir imtihan olmak üzere ağır bir hastalığa ve çeşitli üzüntülere maruz bırakmıştır. Rivayete göre Eyyûb (aleyhisselâm)'un evi yıkılmış, on kadar çocuğu altında kalarak ölmüştür. Bütün serveti elinden gitmiş, kendisi ağır bir hastalığa yakalanmıştır. Bu durum 13 veya 18 yıl kadar devam etmiş, o zaman zarfında bir an bile Rabbine şikâyetçi olmamış, her haline hamd ve şükretmiştir. Bedenen ibadetini yapamadığı zamanlar Rabbim lisânen zikretmiş ve bedenen ibadet yapamamanın ıstırabını çekmiş ve "Rabbim, sana ibadet etmekten geri kaldım, bana ibadet etme fırsatını ver. Çünkü sen merhametlilerin en merhametlisisin» diye niyazda bulunmuştur. Mübarek vücudunun her tarafı yara içinde olmasına rağmen, o bundan asla şikâyetçi olmuyor ve hastalığından dolayı ibadet yapamadığı için üzülüyordu. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:

84

«Biz de onun duasını kabul etmiş ve uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini hem de bir mislini vermiştik.»

«Biz de onun duasını kabul etmiş ve uğradığı sıkıntıyı kaldırmıştık. Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak' üzere ona hem ailesini hem de bir mislini vermiştik.» O mübarek zat bunca musibetlere ve üzüntülere rağmen halinden bir defa bile şikâyetçi olmamış, insan gücünün üstünde bir sabır ve metanet göstermiştir. Onun göstermiş olduğu sabır örneği dillere destan, inananlara ise bir rehber olmuştur. Hastalığı ve üzüntüsü son haddine geldiği, dilinden başka sağlam yer kalmadığı anda ayağını yere vurması emredilir. Bu emir gereği Eyyûb (aleyhisselâm) ayağını yere vurur, aynı yerden bir su çıkar. O su ile yıkanır, vücudundaki bütün yaralar bereler gider, şifa bulur. Sonra ayağını başka bir yere vurması emredilir, ordan da tatlı bir su çıkar, o suyu da içer, içindeki bütün hastalıklar gider. Sapasağlam olur, hiçbir şeyi kalmaz, eskisinden daha iyi olur. Ölen çocukları üâhî kudretin eseri olarak dirilir, bir o kadar daha olur. Serveti artar eskisinin iki katı olur. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Katımızdan bir rahmet ve kulluk edenlere bir hatıra olmak üzere ona hem ailesini ve hem de bir mislini vermiştik.»

Rivayete göre Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)'a bir melek gönderir. Melek «Ya Eyyûb, musibetlere ve üzüntülere sabrettiğinden dolayı Allahü teâlâ'nın sana selâmı var, harman yerine çıkmanı buyurdu» der. O da, harman yerine çıkar, Yüce Halik oraya altından çekirge yağdırır. Çekirgelerin bir tanesi harman yerinden uçup gider. Eyyûb (aleyhisselâm) da onu kovalar ve yakalayıp harman yerine getirir. Melek «bunlar sana yetmiyor mu da kaçan bir çekirgeyi yakalayıp buraya getirdin?» der. Eyyûb (aleyhisselâm), «Yüce Allah bunları bana gönderdi, O'nun gönderdiklerini muhafaza etmeyeyim mi?» cevabını verir.

Bazı tefsircilere göre, Allahü teâlâ, Eyyûb (aleyhisselâm)'un ölen çocuklarını diriltmemiş fakat onların iki katını vermiştir. İkrime (radıyallahü anh)'nin rivayetine göre ise, Eyyûb (aleyhisselâm)'a şöyle denmiştir: “Ya Eyyûb, şayet dilersen ölen çocuklarını diriltip sana verelim. Veya onları âhirette sana verelim. Buna mukabil dünyada onların iki mislini sana verelim.» Bunun üzerine Eyyûb (aleyhisselâm) ölen çocuklarının âhirette, iki mislinin dünyada verilmesini niyaz eder. Yüce Halik da mükâfat olarak ona her şeyin iki mislini verir. Bu, Allahü teâlâ'ya kulluk edip emrine boyun eğenlere bir rahmeti ve lütfudur. Bunda ibret alınması gereken birçok vaaz ve nasihat vardır. İbret alanlara ne mutlu.

85

«İsmail'i, İdris'i ve Zülkifl'i de an. Onların herbiri sabredenlerdendi.»

86

«Onları rahmetimize aldık. Doğrusu onlar sâlih kimselerdendi.»

Yüce Allah, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, İsmail'i, İdris'i ve Zülkifl'i de an. Onların sabredenlerden ve sâlih kimselerden olduğunu da ümmetine haber ver.» Hâlik-ı Zül-celâl dünyada onlara nübüvvet vermiş, rahmetine almış ve kendilerini insanlara yol gösteren birer rehber kılmıştır. O, bunlar hakkında şöyle buyuruyor: «Onları rahmetimize aldık. Doğrusu onlar sâlih kimselerdendi. «Allahü teâlâ'nın nübüvvetle taltif ettiği kimseler insanların en üstünüdürler. Kendisine nübüvvet verilmeyen insanların hiçbiri nübüvvet verilenlerin derecesine asla yükselemezler.

Zülkifl hakkında çeşitli görüşler vardır: İmam-ı Atâ'nın rivayetine göre, Allahü Zülcelâl, İsrail oğullarının peygamberlerinden birine vadesinin yaklaştığını, yerine mülkünü, hilâfetini ve nübüvvetini teslim edecek, halk arasında adaletle hükmeden, gece namaz kılıp, gündüz oruç tutan birisini tayin etmesini vahyetmiştir. O da kavmini toplayıp bu emri arz eder. İçlerinden bir genç bu emirleri yerine getirmeye söz verir ve ahdini yerine getirir. Allahü teâlâ da ona nübüvvet verir, bundan sonra ismi Zülkifl olur.

87

«Zünnûn'u hatırla. Hani o öfkelenerek giderken kendisine güç yetiremiyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlık içinde 'senden başka Tanrı yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim.' diye niyaz etmişti.»

88

«Bunun üzerine biz de onu kabul ettik ve üzüntüden kurtardık. İşte mü’minleri böyle kurtarırız.»

Her peygamberin hayatında ibret alınması gereken birçok hâdiseler vardır. Bütün bunların Kur'ân-ı Kerîm'de nakledilmesinin sebep ve hikmeti insanların ibret alması içindir. Yüce Halik, sevgili Peygamberine Yûnus (aleyhisselâm) hakkında şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, Zünnûn'u da hatırla ve onun garip hâdiselerini ümmetine haber ver.» Zünnûn, Yûnus (aleyhisselâm)'dur. Annesine nisbetle Yûnus ibn Mettâ diye anılır. Musul şehrinin yanında bugün bile harabeleri göze çarpan Ninova kasabasına peygamber olarak gönderilmiş, kasaba halkını tevhid dinine davet etmiştir. Bu daveti 33 yıl kadar sürmüştür. Putlara tapınan Ninova halkı, bu inançlarından vazgeçmemişlerdir. Yûnus (aleyhisselâm) başlarına büyük bir azabın geleceğini kendilerine haber vermiş, buna rağmen ıslâh olmaları hususunda en küçük bir belirti görmemiştir. Onların küfür ve isyan içinde yuvarlanıp gitmelerine çok kızan Yûnus (aleyhisselâm) aralarından ayrılır, Dicle nehrinin kenarına gider. Yûnus (aleyhisselâm) kavminin arasından ayrıldıktan sonra şehri kara bir bulut kaplar, halk başlarına büyük bir azabın geleceğini anlar, feryad ederek Allahü teâlâ'ya dua ve niyaz ederler. Yüce Allah da onların dua ve niyazını kabul edip üzerlerinden azabı kaldırır.

Yûnus (aleyhisselâm) kavmini terk ederek Dicle nehrinin kenarına gider Orada bulunan bir gemiye biner. İlâhî bir müsaade olmadan kavmini terk ettiğinden dolayı kendisinde bir azaba uğramayacağı kanaati hasıl olur. Peygamberler ilâhi bir müsaade olmadan kavmini terk edemezler. İş Yûnus (aleyhisselâm)'un zannettiği gibi olmaz, izinsiz kavmini terk ettiğinden dolayı bir nevi ilâhî azaba uğrar. Çünkü kavmine peygamber olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin görevi en güç şartlar altında bile ilâhî emri insanlara tebliğdir. Bindiği gemi yüzmez, bütün çarelere başvurulur yine yüzmez. Kaptan gemide uğursuz biri olduğu kanaatine varır. Gemideki uğursuzu tesbit için kur'a atılır, kur'a her defasında Yûnus (aleyhisselâm)'a isabet eder. Gemi personeli bu tesbiti yaptıktan sonra Yûnus (aleyhisselâm)'u denize atarlar. Bir rivayete göre kendisi denize atlar. O anda büyük bir balık gelip Yûnus'u yutar ve denizin derinliğine doğru gider. Yûnus (aleyhisselâm) balığın karnında yaptığına pişman olur, tevbe istiğfar ederek şöyle der: «Rabbim, senden başka ilâh yoktur, seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hiçbir şey seni aciz bırakamaz. Sen kimseye haksız yere ceza vermezsin. Şüphe yok ki ben nefsime zulmedenlerden oldum.»

Yûnus (aleyhisselâm)'un balığın karnında ne kadar kaldığı hakkında rivayetler muhteliftir. Kimi üç, kimi yedi, kimi kırk gün kaldı demiştir. Balığın karnında ne kadar kaldığı önemli değildir. Önemli olan Yûnus (aleyhisselâm)'un balığın karnına girip çıkmasıdır. Bir an bile balığın karnına girip çıksa o, ilâhî kudretin tecellisinin büyüklüğünü gösterir. İnsan, ilâhî kudrete akıl erdiremez. Yûnus (aleyhisselâm) balığın karnında, o karanlık odada Rabbine niyaz edip:

«Senden başka Tanrı yoktur. Sen bütün noksan, sıfatlardan münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerden oldum» diye yalvarır. Yüce Allah balığa Yûnus'u iyi muhafaza etmesini ve söylediklerini unutmamasını ilham eder. Yûnus denizin derinliklerinde bir ses işitir ve «bu nedir?» diye kendi kendine sorar. Hâlik-ı Mutlak ona vahyedip duyduğu sesin deniz hayvanlarının tesbihi olduğunu bildirir. Yûnus (aleyhisselâm) bunu duyar duymaz tesbih ve tehlile başlar. Melekler onun tesbihini işitirler ve «Ey Rabbimiz, biz bilinmeyen yerden tanıdığımız bir ses duyuyoruz, bu nedir?» diye sorarlar. Hâlik-ı Mutlak 'bu Yûnus kulumdur. Bana asi olduğu için onu balığın karnında hapsettim» buyurur. Melekler «Rabbimiz, o senin sâlih kulundur, gece gündüz sana ibadet eder, seni tesbih ve tenzih eder. Biz ona şehâdet ederiz» diye niyazda bulunurlar. Allahü teâlâ da meleklerin niyazını ve şehadetini kabul edip balığa Yûnus'u denizin kenarına bırakmasını emreder. Bu emir gereği balık onu denizin kenarına bırakır. Balığın karnında kaldığı müddetçe hiçbir yerinde bir arıza olmaz. Sapasağlam çıkar. «Ya Muhammed, Zünnûn'u da hatırla. Hani o öfkelenerek giderken kendisine güç yetiremiyeceğimizi sanmıştı. Ama sonunda karanlık içinde 'senden başka Tanrı yoktur. Sen münezzehsin, doğrusu ben haksızlık edenlerdenim' diye niyaz etmişti. Bunun üzerine biz de onu kabul ettik ve üzüntüden kurtardık. İşte mü’minleri böyle kurtarırız.» İşte Allah'ın kudreti böyledir, bu kudret karşısında kim boyun eğmezki?

89

«Zekeriya da hani Rabbine niyaz etmiş ve 'Rabbim, beni tek başıma bırakma. Sen vârislerin en hayırlısısın' demişti.»

90

«Biz de ona icabet ederek Yahya'yı lütfetmiş, eşini doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.»

Zekeriya (aleyhisselâm), Süleyman (aleyhisselâm)'in soyundandı. İlim ve hikmet sahibiydi. Beyt-i Mukaddes'in de reisiydi. Yaşlanmıştı, yerine geçecek bir çocuğu yoktu. Rabbine niyaz edip «Rabbim, beni tek başıma bırakma. Çünkü sen vârislerin en hayırlısısın» diye dua etmişti. Allahü teâlâ bunu sevgili peygamberine şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, Zekeriya'yı da an ve onun haberini de ümmetine bildir. O, Rabbine niyaz edip 'Rabbim, beni tek başıma bırakma. Bana ihsan buyurduğun ilim ve hikmete vâris olacak erkek bir evlât ver. Zira sen vârislerin en hayırlısısın. Her şeye vâris sensin. Senden başkası fâni, yalnız sen bakisin'.» diye niyazda bulunmuştur. Yüce Allah da onun duasını kabul edip hanımının yaşlandığı bir sırada Yahya (aleyhisselâm)'yı ihsan etmiştir. Zekeriya (aleyhisselâm), hanımının çocuk yapmasından ümidini kesmişti. Çünkü hanımı yaşlanmış, saçı ağarmış, beli kamburlaşmıştı. Her şeye kadir olan Hâlik-i Mutlak onu doğum yapacak hale getirmişti. «Biz de ona icabet ederek Yahya'yı lütfetmiş, eşini doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar hayırlı şeylerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Onlar bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı.»

91

«Mahrem yerini koruyana da ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu âlemler için bir mucize kılmıştık.»

Yüce Halik, Hazret-i Meryem'e de İsa (aleyhisselâm)'yı lütfetmiştir. Hazret-i Meryem, İmran'ın kızıdır. Eline bir erkek eli değmeden hamile kalmış ve âlemler için bir mucize olan Hazret-i İsa'yı dünyaya getirmiştir. İsa (aleyhisselâm)'ın doğumu, Meryem'in isteği ile değil, Allah'ın dilemesiyle olmuştur. Zira Hâlik-ı Mutlak her şeye kadirdir. O, bunu şöyle beyan ediyor: «Mahrem yerini koruyana da ruhumuzdan üflemiş, onu ve oğlunu âlemler için bir mucize kılmıştık.» (Geniş bilgi için Âl-i İmran ve Meryem sûrelerine müracaat edilmelidir.)

92

«Şüphe yok ki, bu bir tek din olarak sizin dininizdir. Ve ben de Rabbinizim, artık bana ibadet edin.»

93

«Onlar kendi aralarında bölük bölük oldular. Ama hepsi bize döneceklerdir.»

94

«Şu halde inanmış olarak sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.»

95

«Helak ettiğimiz kasaba halkının âhirette ceza görmek üzere bize dönmemeleri imkânsızdır.»

Âdem (aleyhisselâm)'den Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e kadar gelen ilâhi dinlerin lıepsi tevhid dinidir. Diğer bir ifade ile İslâm'dır. İslâm'dan başka dinlerin hepsi bâtıldır. Hiçbirinin aslı yoktur. Allah katında makbul olan din yalnız İslâm'dır. Nitekim Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Şüphe yok ki, bu bir tek din olarak sizin dininizdir. Ve ben de Rabbinizim, artık bana ibadet edin.» İlâhi din tek olmasına rağmen insanlar zaman zaman Hak dinden ayrılmışlar, kendilerine bâtıl dinler edinmişlerdir. «Onlar kendi aralarında bölük bölük oldular. Ama sonunda bize döndürüleceklerdir.» İnsanlar neye taparlarsa tapsınlar, sonunda Allah'a döndürülecekler ve herkes bu dünyada yaptığının karşılığını orada görecektir. İman edenler mükâfatını, etmeyenler de cezasını görecektir. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Şu halde inanmış olarak sâlih amel işleyenlerin ameli inkâr edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız. Helak ettiğimiz kasaba halkının âhirette ceza görmek üzere bize dönmemeleri imkânsızdır.» Allah katında zerre kadar hayır yapan mükâfatını, zerre kadar şer yapan da cezasını görecektir.

96

«Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc açılıp da her tepeden ve dereden boşandıkları vakit.»

97

«Ve gerçek vaad yaklaştığı zaman o küfredenlerin gözleri beliriverir: “Vah bize, bundan önce gaflet içindeydik. Hayır, biz zalim kimselerdik” derler.»

insanlar arasındaki tefrika Hazret-i Âdem'den, bu yana sürmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Bu tefrika hak ile bâtılın çarpışmasından doğmaktadır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Nihayet Ye'cüc ve Me'cüc açılıp da her tepeden ve dereden boşandıkları vakit.» Ye'cüc ve Me'cüc'ün yeryüzüne dağılması kıyamet alametlerindendir. İşte o zamana kadar insanlar arasındaki bu ayrılık, bu bölünmeler devam edecektir.

Ye'cüc ve Me'cüc iki büyük kabiledir. Bunların arasına Zülkarneyn bir sed yapmış, o kavimler seddin arkasında kalmışlardır. Kıyamete yakın o seddi yıkıp yeryüzüne yayılacaklar ve her gittikleri yere fitne fücur götüreceklerdir. İman edenler onların fitnesinden kurtulacak, etmeyenler ise onların fitnesine düşüp helak olacaklardır. Allahü teâlâ iman etmeyenlerin durumunu şöyle belirtiyor: «Ve gerçek vaad yaklaştığı zaman o küfredenlerin gözleri beliriverir:”Vah bize, bundan önce gaflet içindeydik. Hayır, biz zalim kimselerdik” derler.»

Huzeyfe (radıyallahü anh) kıyamet alâmetlerini şöyle belirtmiştir: Bir gün arkadaşlarla beraber oturduk, kıyamet hakkında konuşuyorduk. Tam o sırada Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) yanımıza gelerek ne konuştuğumuzu sordu. Biz de kıyamet hakkında konuştuğumuzu söyledik. O «şu on alâmet çıkmadan kıyamet kopmaz» buyurdu ve o on şeyi haber verdi. Bu on alâmet şunlardır: 1- Deccalin zuhuru, 2- Dabbetü'l-arz'ın çıkması, 3- Güneşin batıdan doğması, 4- İsa (aleyhisselâm)'ın yeryüzüne inmesi, 5- Ye'cüc ve Me'cüc'ün çıkması, 6- Üç yerin batması. Bunlardan biri doğuda, biri batıda, biri de Arap yarımadasındadır. 7- Yemen istikametinden büyük bir ateşin çıkıp yeryüzüne yayılması, 8- Büyük bir dumanın yeryüzünü kaplaması. İkisi zikredilmemiştir.

98

«Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız şüphesiz ki cehennem odunusunuz, oraya gireceksiniz.»

99

«Şayet bunlar tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada ebediyyen kalacaklardır.»

100

«Orada inim inim inliyecekler. Ve bir şey de işitmezler.»

101

«Şüphesiz ki daha önce kendileri hakkında saadet vaadine nail olanlar cehennemden uzaklaştırılırlar.»

102

«Ebediyen canlarının istediği şeyler içinde kalırlar ve cehennemin uğultusunu duymazlar.»

Kıyamet günü kâfirlere, «siz de ve Allah'tan başka ma'bud diye taptıklarınız da hiç şüphesiz cehennem odunusunuz.» denecektir. Allah'tan başka ma'bud yoktur, ma'bud ancak O'dur. İbadete lâyık olan O'dur. Kıyamet günü puta tapanlar putlarıyla beraber cehenneme sevk edilecekler ve ebedî olarak orada kalacaklardır. Bu, onların inkâr ve küfürlerinin cezasıdır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız hiç şüphesiz cehennem odunusunuz, oraya gireceksiniz. Şayet bunlar tanrı olsalardı oraya girmezlerdi. Ve hepsi orada ebediyen kalacaklardır. Orada inim inim inliyecekler. Ve bir şey de işitmezler.» İşte iman etmeyenler böyle cezalandırılacaklardır. İman edenler ise içinde ebedi kalacakları cennet nimetleriyle mükâfatlandırılacaklardır. Bu, onların iman ve amellerinin karşılığıdır. Onlar için hiçbir üzüntü ve korku yoktur.

103

«En büyük korku bile onları tasalandırmaz. Melekler “size söz verilen gün işte bugündür” diye onları karşılarlar.»

104

«Göğü kitap dürer gibi durduğumuz zaman yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bîr söz olarak onu yeniden var edeceğiz. Doğrusu biz yaparız.»

İman edip sâlih ameller işleyenleri kıyamet günü hiçbir korku tasalandırmaz. İsrafil (aleyhisselâm) sura üfürüp insanlar mezarlarından kalkıp mahşer yerine yöneldikleri zaman cennet ehline melekler gelip «size söz verilen gün, bugündür» diye karşılayacaklardır. Mahşer yerinde onlar için bir üzüntü ve korku olmayacaktır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «En büyük korku bile onları tasalandırmaz. Melekler 'size söz verilen gün, işte bugündür' diye onları karşılarlar.» Kıyamet günü öyle dehşetli bir gündür ki, gök defter dürülür gibi dürülecek, güneş kararıp dökülecek, yıldızların ışığı sönecek, denizler kaynayıp birbirine karışacak, dağlar yerlerinden sökülüp atılacak, her şey tarumar olacak, yerin altındakiler üzerine çıkacaktır. İnsanlar tekrar dirilip mahşer yerine toplanacaklardır. İşte o gün herkes dünyada yaptığının karşılığını görecektir. «Göğü kitap dürer gibi durduğumuz zaman yaratmaya ilk başladığımız gibi katımızdan verilmiş bir söz olarak onu yeniden var edeceğiz. Doğrusu biz yaparız.»

Herkes mahşer yerinde hesaba çekilip cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra «ey cennet ehli, siz burada ebedi kalacaksınız; cehennem ehli, siz de burada ebedi kalacaksınız» diye nida edilir. Mü’minler cennette, kâfirler de cehennemde ebedi kalacaklardır.

105

«Yemin olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.»

106

«Hiç şüphesiz bu kitapta da kulluk edenler için tebliğ vardır.»

107

«Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.»

Yeryüzünün gerçek vârisleri Yüce Allah'ın sâlih kullarıdır. Çünkü yeryüzünün dengesini sağlayan, hak ve adaleti gözeten, Allah'ın nizamını yeryüzüne yayan onlardır. Onların hükümran olduğu zamanda ve yerde huzur, sükûn, adalet, hak, kardeşlik, birlik ve eşitlik hâkim olmuştur. Bunun aksi olduğu zamanlarda ise zulüm, kin, düşmanlık, huzursuzluk, tefrika, ahlâksızlık ve felâket hüküm sürmüştür. Allahü teâlâ iki cihan saadetini iman edenlere ihsan etmiştir. İman etmeyenler bu saadetten mahrumdur. Her ne kadar kâfirlerin müreffeh bir hayat sürdükleri müşahede ediliyorsa da, bu zahirde böyledir. Gerçekte onlar büyük bir bunalım içindedir. Bir toplumun yüzde sekseni veya daha fazlası gayr-i meşru bir hayat yaşıyorsa o toplumun huzur neresindedir? Bu bir bunalımın ifadesi değil midir? Bundan dolayı Yüce Halik «and olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yeryüzüne ancak sâlih kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık. Hiç şüphesiz bu kitapta da kulluk edenler için tebliğ vardır.» Tevrat'ta, Zebur'da sâlih kimselere müjde olduğu gibi, Kur'ân-ı Azîmüşşan'da da yeryüzünün gerçek sahiplerinin sâlih kimseler olduğuna dair müjde vardır.

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın bu husustaki rivayeti şöyledir: Sâlih kimselerin yeryüzüne mirasçı olmasından maksad, mü’minlerin, kâfirlerin memleketlerini fethedip oralara yerleşmesi ve böylece kâfirlerin zelil, mü’minlerin ise aziz olmasıdır. Bu âyet-i celilede İslâm'ın izzetine, küfrün zilletine işaret vardır. Allah'a kulluk edenler âhir zaman Peygamberinin ümmetidir. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, oruçlarını tutarlar, zekâtlarını verirler, haclarını yaparlar, Allah yolunda cihad edip infakta bulunurlar. İşte bu kitapta onlar için müjdeler vardır. Allahü teâlâ âhir zaman Peygamberini şöyle vasfediyor: «Ya Muhammed, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.» İki cihan Peygamberi âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Onun rahmeti umumidir, sadece mü’minlere mahsus değildir. Dünyada kâfir, mü’min ve münafık herkese şamildir. Âhirette ise şefaati yalnız mü’minlere mahsustur. Yüce Allah onun hürmetine önceki peygamberlerin ümmetleri gibi kâfirleri topluca helak etmemiş, azaplarını tehir etmiştir. Onun gelişiyle insanlık âleminde büyük bir değişiklik olmuş, putun yerini Allah inancı, küfrün yerini iman, cehlin yerini ilim, zulmün yerini adalet, karanlığın yerini nûr, zilletin yerini izzet, ahlâksızlığın yerini ahlâk, ibadetsizliğin yerini ibadet, düşmanlığın yerini kardeşlik, tefrikanın yerini birlik, iffetsizliğin yerini iffet, tembelliğin yerini çalışmak, almıştır. Onun gönderilmesiyle paslanan kafalar aydınlanmış, kararan gönüller nûrlanmış, solan yüzler açılmış, taşlaşan kalbler yumuşamış, öldürülen yavrular kurtulmuş, yolunu sapıtanlar hidayete ermiş, akan kanlar dinmiş, ilâh diye tapılan putlar kırılmış, yoksullar, kimsesizler, yetimler himaye edilmiş, melekler onunla iftihar etmiş, bütün mevcudat onun için yaratılmış, ailenin şerefi korunmuş, her türlü kötülük önlenmiş, hırsızlık, zina, fuhuş, kumar, içki, başkalarının hakkına göz dikme yasaklanmış; iman, ibadet, ilim, çalışkanlık emredilmiştir. İşte bütün bunlar, âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamberin hürmetine olmuştur. Ona iman edenler ebedî kurtuluşa, etmeyenler ise ebedî azaba uğrayacaklardır.

108

«De ki: Bana sade tanrınızın bir tek tanrı olduğu vahyolundu. Artık müslüman olacak mısınız?»

109

«Şayet yüz çevirirlerse de ki: Bana emrolunanı tastamam bildirdim. Tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmem.»

110

«Doğrusu sözün açığa vurulanım da O bilir, gizlediklerinizi de O bilir.»

111

«Bilmem, belki bu gecikme sizi imtihan ve bir süreye kadar geçindirme içindir.»

112

«De ki: Rabbim, aramızda gerçekle hükmet. Anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbinizden yardım istenir.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine vahyedip şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, de ki: Ey insanlar, sizin Rabbinizin bir olduğu bana vahyedildi. O'nun şeriki ve benzeri yoktur. İbadete lâyık yalnız O'dur. O'na ibadet edip emirlerine itaat edin.» İnsanoğlunun görevi kendisini yaratan Hâlik-ı Mutlak’ın varlığına ve birliğine iman edip emirlerine itaat ederek, ibadet etmektir. Bundan yüz çevirenler vaad edilen azaba uğrayacaklardır. O, kullarının, gizli ve aşikâr yapfnış olduğu her şeyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. «Şayet yüz çevirirlerse de ki: Bana emrolunanı tastamam bildirdim. Tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu bilmem. Doğrusu sözün açığa vurulanını da O bilir, gizlediklerinizi de O bilir. Bilmem, beîki bu gecikme sizi imtihan ve bir süreye kadar geçindirme içindir. De ki: Rabbim, aramızda gerçekle hükmet. Anlattıklarınıza karşı ancak Rahman olan Rabbinizden yardım istenir.»

Hâlik-ı Zülcelâl kıyametin ne zaman kopacağını âlemlere rahmet olarak gönderdiği sevgili Peygamberine bile bildirmemiştir. Onun ne zaman kopacağını ancak kendisi bilir. Bilinen bir şey varsa o da Hazret-i Muhammed'in son peygamber olduğudur. Demek ki kıyamet yaklaşmış, fakat kesin olarak günü, saati belirtilmemiştir. Bunun için Yüce Allah, Peygamberine insanlara şöyle beyanda bulunmasını emretmiştir: «Ey insanlar, bana emrolunanı tastamam size bildirdim. Tehdit olunduğunuz şeyin (kıyametin) yakın mı, uzak mı olduğunu bilmem.» Peygamberler ancak kendilerine vahyolunanı insanlara bildirmekle mükelleftirler. Bize düşen de onların getirdiklerine iman edip yollarından gitmektir. Onlara tâbi olanlar hidayete, olmayanlar ise dalâlete düşüp helak olacaklardır.

0 ﴿