NUR SÛRESİ

Bu sûre-i celile Kur'ân-ı Kerîm'in 24. sûresi olup Medine-i Münevvere'de nazil olmuştur, 64 âyetten ibarettir. Bu sûredeki dört âyet-i kerime, bütün kâinatı ilâhî bir nurun ziyalar içinde bıraktığını, bütün mahlûkata o kudsî nurun hayat verdiğini pek belâgatli, lâtif bir haricî misal ile gözler önüne serdiği için bu nûranî sûreye «Nur Sûresi» unvanı verilmiştir.

Bu sûre-i celilenin ihtiva ettiği başlıca konular şunlardır: ,

1- İslâm cemiyetinin nezih bir hayat içinde yaşamasını temin edecek bir kısım cezaî hükümler.

2- İslâm cemiyetlerinin inkişafa nail olacaklarına, bu cemiyetler arasında ahlâka, muhalefet edenlerin ne suretle hallerinin islâha çalışılacağı.

3- İffetli ve ahlâklı kişilere iftira ve kötü isnatlardan kaçınmanın gerekliliği.

4- İslâmiyetin bütün cihanı aydınlatacak bir nûr-u ilâhî olduğu, bu kudsi nurun daima beşeriyete ziya olup hiç sönmeyeceğinin müjdelenmesi.

5- İman nimetinden mahrum olanların büyük bir sapıklık içinde olduklarının bilinmesi ve onları bu gafletten uyandırmak için en kuvvetli delillerin beyanı.

6- Mü’minlerin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı gösterecekleri hürmet ve İslâm âdabına riayetin lüzumuna emir ve irşad.

1

«Bu, indirip hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler indirdik.»

Bu sûre-i celilede zina suçunun hükmü kesin olarak bildirilmektedir. İnsanların öğüt alıp hükümleriyle amel etmeleri için helâl ve haram açık olarak beyan edilmiştir. İlâhî emirler insanların iki cihan saadetini, mutluluğunu, kurtuluşunu, huzurunu, dünyevî ve uhrevî nimetlere nailiyetini temin için gönderilmiştir. Bunun için Hâlik-ı Mutlak bu sûrede insanların mutluluğunu, saadetini, huzurunu bozacak ve İslâm cemiyetinin terakkisine mani olacak hususları ve bunları irtikap edenlere verilecek cezayı açık olarak bildirmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Bu, indirip hükümlerini farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler indirdik.»

2

«Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer deynek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dini hususunda bunlara acımayın. Mü’minlerden bir topluluk da bunların azabına şahit olsun.»

Bu âyet-i celilede zina eden kadınla, zina eden erkeğe verilecek olan ceza bildirilmektedir. -Zina eden kadınla, zina eden erkek hür, akıl baliğ ve başlarından da sahih bir nikâh geçmemiş ise ceza olarak her ikisine de yüzer deynek vurulur. Cumhura göre, yani âlimlerin ekserisine göre de bir yıl vatanından uzaklaştırılırlar. Bu ilâhî emirde ibretler ve hikmetler vardır. Bu ibretler başkalarının bundan ibret alıp o çirkin fiilden uzaklaşması, ahlâkın dejenere olmaması, aile mefhumunun ve neslin dejenere olmaması, huzurun ve saadetin bozulmamasıdır. Bu çirkin fiil bütün bunları yok eder. Bundan dolayı Yüce Halik onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Eğer siz Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın dini hususunda bunlara acımayın.» Şayet bunlara acırsanız o zaman Allah'ın hükmünü zayi etmiş olursunuz. Allah, kullarına sizden daha çok merhamet eder. O, kullarının dünyada yaptığı her suçun karşılığını koymuştur, onun tatbikiyle âhiretteki cezası azalır. Siz Allah'ın koyduğu hududu tatbikten asla sakınmayın ki, âhiretteki cezaları artmasın. Ey iman edenler, gerçekten siz Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız Allah'ın hükümlerini yerine getirin. Bir de onlara bu cezayı tatbik ederken başkalarına ibret olması bakımından yanlarında mü’minlerden bir topluluk bulundurun. Zina suçunu işleyenlerin cezalandırılması esnasında yanlarında bir topluluğun bulunması, bu suçu işlemek isteyenleri bundan vazgeçireceği gibi, işleyenlerin de ne duruma düştüklerinin bilinmesini sağlar, Böylece başkalarının da bu yola düşmesi önlenir.

Zina edenlere celdenin vurulması Kur'ân-ı Kerîm'le, recim ise sünnetle sabittir. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zina eden evlileri recmedip evli olmayanları da, yüz deynek vurarak cezalandırdığından, evlilere recim, evli olmayanlara da sopa cezası tebeyyün etmiştir. Bundan anlaşılıyor ki bekârın cezası celde, evli olanın cezası ise recim etme, yani öldürmedir. Sahih bir nikâhla başından evlilik geçmiş olan Müslim, hür ve akıl baliğ olan kişi doğru ve dürüst yolu öğrenmiş kimsedir. Onun, bu yoldan ayrılıp zinaya sapması fıtratının bozukluğunu belirtir. Bunun için o ağır cezaya müstehaktır. Fakat tecrübesiz, gafil ve nefsinin isteklerine uyan bekâr böyle değildir. Zina fiilinin karakterinde de ayrılık vardır. Bu fiilde önceden tecrübesi olan evli tecrübesi sayesinde bu fiilden, bekârdan daha fazla zevk alır ve buna rağbet gösterir. Bundan ötürü evli daha şiddetli bir cezaya müstehaktır. Yukarda ifade edildiği gibi sadece bekârın cezasını zikrederek bunu uygulama hususunda müsamahakâr ve gevşek davranmamayı şiddetle emreder ve şöyle buyurur: «Zina eden kadın ve zina eden erkeğin herbirine yüzer deynek vurun. Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini hususunda bunlara acımayın. Mü’minlerden bir topluluk da bunların azabına şahit olsun.»

Bu âyet-i celile, suçluları cezalandırmada kesinlikle acımamayı, Allah'ın dininde ve hakkında gevşek davranıp cezadan vazgeçmemeyi ve merhamet etmemeyi ifade eder. Ayrıca bu cezayı mü’minlerden bir topluluğun gözleri önünde infaz etmek, bu fiilin failleri ile şahitlerin nefislerinde daha acı ve daha etkili olur. İnsana bu düşkünlükten uzaklaştırma düşüncesi İslâm'ı zinanın cezası hususunda şiddetli davranmaya sevketmiştir. İslâm, tabiî arzulara karşı olmadığı gibi, kötü de görmez. Sadece bunları düzenler, hayvani seviyeden ruhî ve içtimaî seviyeye yükseltir. Zina ise insandaki fıtrî değeri, ruhî incelikleri ve ulvî arzuları hayvanda olduğu gibi çirkin ve iğrenç olarak gösterir. Bununla beraber İslâm, bu fiilin vukuunu önleyici ve cezanın da ancak sabit ve şüphe götürmez hallerde uygulanmasını sağlayacak teminatı gerçekleştirdikten sonra ceza hususunda ancak bu kadar şiddetli davranmaktadır. İslâm mütekâmil bir hayat düzenidir. Onun esası ceza değildir. Onun gayesi, nezih bir hayatı sağlamaktır. Bu mükemmel ve güzel olan hayatı bırakarak kendi arzusu ile şehvet bataklığına düşenlere ise bu cezayı uygular.

Zina eden bir suçlu hakkında recmin tatbik edilebilmesi için şu şartların bulunması lâzımdır:

1- Suçlunun müslünıan olması,

2- Akıl ve baliğ olması,

3- Başından sahih nikâh geçmiş olması,

4- Suçun İslâm diyarında işlenmiş olması,

5- Bu suçu işleyen kimse haram olduğuna vakıf olmalıdır,

6- Zina diri olan bir insanla yapılmalıdır,

7- Bu suç tenasül yoluyla vuku bulmalıdır.

3

«Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenebilir. Bu mü’minlere haram kılınmıştır.»

O halde bu fiili işleyenler mü’min oldukları halde bunu işlemezler. Ancak bunlar imandan ve iman duygusundan uzak bir ruh haleti içindedirler. Bunu irtikâp ettikten sonra da, mü’min olan nefs bu çirkin fiili işleyerek imandan çıkan nefsle bir nikâh altında toplanmaya razı olmaz. İmam-ı Ahmed de zina eden bir erkekle iffetli bir kadının ve iffetli bir erkekle zina eden bir kadının böyle bir bağla bağlanmalarının haram olduğunu söylemiştir. Âyet-i celile bir mü’minin zina eden bir kadınla, mü’min bir kadının da zina eden bir erkekle evlenmekten nefret edeceklerini ifade etmektedir. Bu rivayet mü’min bir adamın tevbe etmedikçe zina eden bir kadınla ve mü’min bir kadının da zina eden bir adamla nikâhlanmasının haram olduğunu ifade eder. İmam-ı Ahmed delil olarak bu rivayeti almıştır. Bazıları da bunun dışında bir görüşe sahiptir, şöyle ki: Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirler içinde çok fakir ve kimsesiz olanlar vardı. Onların evlenip ev kuracak hiçbir şeyleri olmadığı gibi, kendilerine yardımda bulunacak akrabaları da yoktu. O sırada Medine'de kendilerini kiraya veren ve bu yoldan da servet temin eden kadınlar vardı. Yoksul ve kimsesiz muhacirler bunlarla evlenip hem kendilerinin bir yuva sahibi olmaları ve hem de onları bu kötü yoldan kurtarmak için Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den izin istemişlerdir. O zaman bu âyet-i celile nazil olarak şöyle buyurulmuştur: «Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadınla evlenebilir. Zina eden kadınla da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek evlenebilir. Bu mü’minlere haram kılınmıştır. ”Bir rivayete göre bu hüküm, âyet-i kerimesiyle nesh edilmiştir. Çünkü âyette geçen «eyamâ» kocaları olmayan kadınlar demektir ki, bu tabirin zina eden kadınlara da şümulü vardır.

4

«İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun. Onların şahitliğini ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.»

5

«Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.»

Muhsan denen, iffetli, hür, dul veya evli veyahut da bekâr kadınları kesin delil olmaksızın itham edenler elbette başı boş bırakılacak değillerdir. Onlar iftira ettikleri kadınların zani olduklarına dair dört şahit getiremezlerse, o müfterilere seksen deynek vurulması emredilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm zina isnat etme cezasında da sert davranmış ve onu zina cezasına yakın olarak mütalâa etmiştir. Müfteriye seksen deynek vurulmasını ve şahitliğinin de ebedi kabul edilmemesini emretmiştir. İşte İslâm namuslu kadınlara iftira edeni böyle cezalandırıyor. Namuslu bir kadına iftira eden kimseye seksen deynek vurulmasıyla bedeni, ebedi şahadetinin kabul edilmemesiyle de içtimaî cezaya çarptırıyor. Şayet iftira edenlere bu ceza tatbik edildikten sonra tevbe edip ıslâh olurlarsa, Allahü teâlâ günahlarını bağışlar, kusurlarını örter. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «İffetli kadınlara iftira atan, sonra da dört şahit getiremeyenlere seksen deynek vurun. Onların şahitliğim ebediyen kabul etmeyin. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir. Meğer ki bundan sonra tevbe edip ıslâh olalar. Şüphesiz ki Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.»

İslâm âlimleri had cezası tatbik edilen müfterilerin tevbe ettikten sonra şahadetlerinin kabulü hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre, namuslu bir kadına iftira eden kimse bilâhare bundan dönüp tevbe ettikten sonra, kendisine ister had cezası tatbik edilsin, ister tatbik edilmesin şahadeti kabul edilir. Bazılarına göre ise, had cezalı tatbik edildikten sonra tevbe edip ıslâh olursa o zaman şehadeti kabul edilir. Çünkü tevbe ile fâsıklık kendisinden zâil olur. Hazret-i Ömer ve İbn Abbas'ın görüşü de bu meyandadır.

6

«Eşlerine zina isnat edip de kendilerinden başka şahitleri olmayanların şahitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı dört defa şahit tutmasıdır.»

7

«Beşincisinde, eğer yalancılardan ise Allah'ın lanetinin kendisine olmasını diler.»

8

«Kocasının yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şahit tutması kadından cezayı kaldırır.»

9

«Beşincisinde de kocası doğrulardan ise kendisinin Allah'ın gazabına uğramasını diler.»

Koca, karısına zina isnat edip de dâvasında doğru olduğuna dair kendinden başka bir şahidi de bulunmazsa o zaman Allah adına dört kere'yemin eder. Beşinci olarak da, şayet bu hususta yalancı ise Allah'ın lanetinin üzerine olması için yemin eder. Bu yeminlere şehadet denmiştir. Çünkü burada sadece koca şahittir.

İbn Abbas ve Mukatil'in beyanına göre âyet-i celilesi nazil olunca Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) cuma günü bu âyeti minberden cemaate okumuştur. Bunun üzerine Abdi'nin oğlu Asım, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelerek «Ey Allah'ın Resulü, canım sana feda olsun, bir kimse hanımı ile başkasını görür de zani olduğunu söylerse, kendisine seksen deynek had vurulur. Müslümanlar ona fâsık derler ve ebedî olarak şehadetini de kabul etmezler. Böyle bir durumda bizim şahitliğimiz nasıl olacaktır? Biz gidip başka şahitler bulup getirene kadar zâniler de işlerini bitirirlerse durum ne olur?» der. Asım'ın Üveymir adında amcasının bir oğlu ve bunun da Hüveylid adında bir karısı vardı. Üveymir, karısı ile Şerik adında bir adamı ilişki halinde görür ve Asım'a gelip «ey amcamın oğlu, Şerik'i karımın karnı üzerinde gördüm» der. Asım, amcasının oğlundan bu çirkin haberi durimize gelip «Ey Allah'ın Resulü, ne gariptir ki, sana geçen cuma sorduğum şey kendi kavmim içinde karşıma çıktı» der, Üveymir'in meselesini de anlatır. Bunların üçü de Asım'ın amca çocuklarıdır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bunları huzuruna çağırır, şöyle der: «Ey Üveymir, hanımına zina isnat edip iftira etmekten Allah'tan kork, o senin amcanın kızıdır.» Bunun üzerine Üveymir de «Ey Allah'ın Resulü, Allah'a yemin ederim ki, Şerik'i onun karnının üzerinde gördüm. Dört aydır ben kendisine yaklaşmadım, buna rağmen o hamiledir ve hamli de başkasmdandır» der. Üveymir'in bu itirafından sonra Peygamberimiz, Kays’ın kızı Hüveylid'i çağırıp şöyle der: «Yalan söylemekten Allah'tan kork, kocanın senin hakkında söyledikleri doğru mudur?» Hüveylid de Peygamberimize şöyle cevap verir: «Üveymir gayretli bir insandır. Ben amcamın oğlu Şerik ile uykumuzun olmadığı uzun bir gecede gülüşürdük. Üveymir de bundan şüphelenerek bana zina isnad etti.» Sonra Peygamberimiz bu meseleyi Şerik'e sorar. O da «Hüveylid'in söylediğini söyler. O zaman bu âyet-i celileler nazil olur. Bunun üzerine Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Müslümanları camiye toplar ve ikindi namazından sonra Üveymir'e yemin verdirir. Üveymir birincide «Allah'a yemin ederim ki, Hüveylid zanidir, bu sözümde de doğruyum.» İkincide «Allah'a yemin ederim ki, Şerik'i Hüveylid'in karnı üzerinde gördüm.» Üçüncüde «Allah'a yemin ederim ki, o benden hamile değildir.» Dördüncüde «dört aydır ben onunla biraraya gelmedim.» Beşincide «eğer ben bu sözlerimde yalancı isem Allah'ın laneti üzerime olsun» der. Üveymir, âyet-i celilenin emrettiği şekilde yemin edince, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), karısı Hüveylid'e aynı şekilde yemin verdirir. Hüveylid, birincide «Allah'a yemin ederim ki, ben zani değilim, Üveymir yalancıdır.» İkincide «Allah'a yemin ederim ki, Üveymir, Şerik'i benim karnımın üzerinde görmedi. O bu sözünde yalancıdır.» Üçüncüde «Allah'a yemin ederim ki, ben Üveymir'den hamileyim.» Dördüncüde «Allah'a yemin ederim ki, Üveymir beni hiçbir zaman zina halinde görmemiştir. Buna rağmen bana zina isnat etti, zina isnat etmekle de yalan söyledi.» Beşincide ise «eğer ben bu sözlerimde yalan söylüyorsam Allah'ın laneti benim üzerime olsun» der. Peygamberimiz iki tarafa da böyle yemin verdirdikten sonra aralarını ayırır ve şöyle buyurur: «Hüveylid'in doğurduğu çocuğun yüzü sarışın, ise Serik'tendir, şayet beyaz değilse Serik'ten değildir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Hüveylid'in doğurduğu çocuk Şerik'e benziyordu. Fakat bu âyetteki hüküm, yabancı bir kadına zina isnat edip de şahit getiremeyen birine tatbik edilen ceza ne ise, kendi hanımına zina isnat edip de şahit getiremeyene de aynı ceza tatbik edilir. Eğer kadın muhsane ise zina isnat edene had cezası tatbik edilir. Muhsane değilse müfteri tazir edilir. Allahü teâlâ'nın hükmü budur.»

10

«Ya üzerinizde Allah'ın fazlı, rahmeti olmasaydı, ya gerçekten Allah tevbeleri kabul eden hâkim olmasaydı?»

Ey iman edenler, eğer üzerinizde Allah'ın fazlı, rahmeti ve tevbelerinizi kabul eden bir hâkim olmasaydı, sizin haliniz ne olurdu. O, fazlıyla tevbenizi kabul edip günahlarınızı bağışlamıştır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Ya üzerinizde Allah'ın fazlı, rahmeti olmasaydı, ya gerçekten Allah tevbeleri kabul eden hâkim olmasaydı?»

11

«O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden herbirine kazandığı günaha karşılık ceza vardır. İçlerinden elebaşılık yapana da en büyük ceza vardır.»

12

«Onu işittiğiniz vakit mü’min erkeklerle, mü’min kadınların kendilerinden hüsn-i zanda bulunup “bu apaçık bir iftiradır demeleri lâzım değil miydi?»

Bu âyet-i celilelerin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) savaşa giderken hanımlarından birini de yanında götürürdü. Savaşa çıkmadan önce hanımları arasında kur'a çekerdi, kur'a hangisine isabet ederse onu beraberinde götürürdü. Beni Mustalik gazvesinde kur'a Âişe validemize çıkar ve bu savaşa Peygamberimizle o gider. Bu olayı Aişe validemiz şöyle nakleder: «Benî Mustalik gazvesinde kur'a bana çıkmıştı, ben de Resûlüllah'la beraber gazveye iştirak ettim. Bu gazve hicap âyeti indikten sonra oldu. Ben hevdeç içinde deveye yüklendim, savaşa öyle gittim, açık olarak deveye binmedim. Nihayet savaş bitti, ordu Medine'ye döndü. Ordu Medine'ye iki günlük mesafede konakladı. Ordu sabah erkenden Medine istikametine doğru harekete geçti. Ordunun harekete geçtiği sırada ben de ihtiyacımı gidermek için onlardan ayrıldım, beni göremeyecekleri kadar uzaklaştım, ihtiyacımı giderdikten sonra konakladığımız yere döndüm. Gelirken boğazımdaki gerdanlığın düştüğünü hissettim, onu aramak için tekrar geri döndüm. Ben gerdanlığımı ararken görevliler beni hevdecin içinde zannederek hevdeci deveye yüklemişler ve ordu ile beraber konak yerinden uzaklaşmışlar. Ben hafif olduğum için görevliler hevdecin içinde olup olmadığımı anlamamışlar. Çünkü o zamanki kadınlar aşırı şişman değillerdi. Onlar çok yemekten sakınıyorlar, ancak kendilerine yetecek kadar yiyorlardı. Bundan dolayı da şişman değillerdi. Konak yerine geldiğim zaman orada kimseleri göremedim ve bizim çadırın olduğu yere oturdum, hevdeçte olmadığımı anlarlar, geri dönüp beni buradan alırlar diye bekledim. O sırada beni uyku bastı, uyuyakaldım. Allah Resulü, ordunun konakladığı yeri kontrol için mutlaka arkasında bir görevli bırakırdı. Bu defa da Saffan ibn Muattal'i bırakmıştı. Saffan, konak yerinde dolaşırken benim uyuduğumu görmüş ve yüksek sesle «innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciün» demiştir. Bu sesi duyunca uyandım, hemen yüzümü örttüm. Vallahi Saffan bana bir kelâm söylemedi, devesini çöktürdü, ben deveye bindim. O da yularını eline aldı, ordunun gittiği istikamete doğru yollandık. Öğle mahallinde ordunun ikinci konak yerinde onlara yetiştik. Ordunun arkasından bizim geldiğimizi gören münafıkların başı Abdullah ibn Selûl hakkımda dedikodu yapmış.» Ürve bunu şöyle naklediyor:

«Abdullah ibn Selûl'ün bunu halk arasında yaydığı bana haber verildi. O gammazlık yaparak halk arasında bunu yaymış.» Bundan sonrasını Âişe validemiz şöyle naklediyor: «Medine'ye geldikten sonra bir ay kadar hasta yattım, bu dedikodulardan haberim yoktu. Meğer bu dedikodu halk arasında yayılmış. Ben Allah Resûlü'nden eski sevgi ve muhabbeti göremiyordum. Yanıma gelir «nasılsın» diye hatırımı sorar, hemen çıkıp giderdi. Ben de buna çok üzülüyordum. Ama sebebini anlamıyordum. Biraz iyi oldum, bir akşam def-i hacet için Ümmü Mistaliha ile onların evinin bulunduğu istikamete gittik. Bizim hacetimiz için gittiğimiz yer orasıydı. Dönüşümüzde Ümmü Mistaliha'nın ayağı sürçtü yere düştü, yerden kalkınca «Mistalih helâl olsun» dedi. Ben de kendisine «Bedir savaşma iştirak eden bir zata nasıl böyle söylüyorsun dedim. Bunun üzerine o da «ey Âişe, onun senin hakkında iftira edenlerin yalan haberini bana getirdiğini sen işitmedin mi?» dedi. Bunu duyunca hastalığım arttı, tekrar yatağa düştüm. Allah Resulü hatırımı sordu, ben de babamın evine gitmek için kendisinden izin istedim, o da müsaade etti, gelip olup bitenleri anama sordum. Anam beni teselli etti ve «kızım ,sen bunlara aldırma. Bir kadının nûr yüzlüleri olup da onu seviyorsa, başkaları onu çekemez, hakkında dedikodu yaparlar» dedi. Ben bunları duyunca «sübhânallah» dedim ve o gece sabaha kadar ağladım. Benim babamın evinde kaldığım gecenin sabahında Allah Resulü, Ali ile Üsame'yi çağırıp benim hakkımda onlara sorar. Üsame «Ey Allah'ın Resulü, senin ehlinde biz hayırdan başka bir şey görmedik» der. Ali de «Ey Allah'ın Resulü, Allah senin üzerine bir darlık kılmadı, ondan başka da senin hanımların var. Cariyesini çağır, sana onun hakkındaki bildiklerini söylesinler» demiş. Bunun üzerine Allah Resulü, Berire adındaki cariyeyi çağırır ve kendisine şöyle den «Ey Berire, sen Âişe hakkında bugüne kadar kötü bir şey duydun mu?» Berire, Allah Resûlü'ne şöyle cevap verir: «Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, onu küçük düşürecek hiçbir şey görmedim ve duymadım. Ancak kız iken annesi hamur yoğuruyordu, bunu koyunlardan koru diyorlardı, o da uykuya dalardı, koyun gelip hamuru yerdi. Bundan başka onun hiçbir ayıbım, kusurunu görmedim.» Allah Resulü, Berire'den bu sözleri işitince mescide gelip mimbere çıkar ve Abdullah ibn Übey'i tazir ederek cemaate şöyle hitap eder: «Ey mü’minler, içinizden bir kişi benim aile efradımı çok üzdü, onun hakkında söylenen yalan haber bana ulaştı. Aile efradım hakkında yalan iftirada bulunan kimse en şerli kimsedir. Kendisine iftira edilen zat ise hiçbir zaman benden izinsiz evime girmemiştir, o şerir hakkında bana kim yardım eder?» Âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşinin bu sözlerini dinleyen Muaz (radıyallahü anh) mimbere gelerek: «Ey Allah'ın Resulü, ben sana yardım ederim. Senin aile efradına iftira eden kimse eğer Evs kabilesinden birisi ise müsaade et, kafasını vurayım. Şayet Hazreç kabilesindense hakkında ne emredersen onu yaparız» der. Bunun üzerine iki kabile arasında ihtilâf çıkar, Allah Resulü, bu ihtilâfın büyümesine fırsat vermez, tarafları hemen yatıştırır.

Bundan sonrasını Aişe validemiz şöyle anlatır: «Ben iki gece bir gün hep ağladım, gözüme hiç uyku girmedi. Bu ağlamanın ciğerimi parçalayacağını zannediyordum. Ben ağlarken anam ve babam da yanımdan ayrılmıyordu. Evimize Ensârdan bir kadın geldi, müsaade alarak yanıma girdi, başucumda oturdu. Ben ağlarken o da benimle beraber ağlamaya başladı. Tam o sırada Allah Resulü yanımıza girdi, selâm verip oturdu. Bu dedikoduların çıktığı günden beri hiç yanımda oturmamıştı, bir aydır da bu mevzuda kendisini aydınlatacak bir vahiy gelmemişti. Allahü teâlâ'ya hamd ve sena ettikten sonra şöyle buyurdu:

«Ya Aişe, hakkında bana hep hayırlı olduğun bahsedildi. Şayet bu işte bir vebalin yoksa Yüce Allah senin paklığını bana bildirir, eğer senden bir günah, hata sâdır olduysa tevbe ve istiğfar et. Kul günahkâr olup o günahını ikrar ederek tevbe ederse Allah onun tevbesini kabul eder.» Allah Resûlü'nün bu sözlerinden sonra ağlamam kesildi, gözümden bir damla bile yaş gelmedi. Babama, «ben Resûlüllah'a ne cevap vereceğimi bilemiyorum, sen ona cevap ver» dedim. Babam da «vallahi Resûlüllah'a ben de ne diyeceğimi bilmiyorum» dedi. Genç olduğum için o sıra henüz Kur'an'dan yeteri kadar bilgi öğrenememiştim. Sonra Resûlüllah'a «ben size yapmadığım şeyi yaptım desem, Allah yapmadığımı biliyor. O, bildiğine göre yalan söylemiş olurum. Vallahi benimle sizin benzeriniz Yusuf'un babası Yakub gibidir. Bana düşen Yakub'un dediği gibi «artık bana güzelce sabır gerekir, anlattıklarınıza ancak Allah'tan yardım istenir.» Böyle konuşup döşeğime yattım. Allahü teâlâ'nın beni temize çıkaracağını umuyordum. Fakat hakkımda bir âyetin nazil olacağım hiç tahmin etmiyordum, yalnız Resûlüllah'ın rüyasında benim suçsuz olduğumun bildirileceğini tahmin ediyordum. Vallahi Peygamber yerinden kalkmadan kendisinde vahiy alâmeti belli oldu. Şakakları terledi, ellerinin üstünden bile terler çıkıyordu. Vahyin gelmesi tamamlandıktan sonra tebessüm ederek «Ya Âişe, müjdeler olsun, vallahi Allahü teâlâ seni bu dedikodudan temize çıkardı.» dedi. Bunun üzerine anam «Âişe kalk, Resûlüllah'ın elini öp» dedi. Ben «Resûlüllah'ın elini öpmem, benim hamd ve minnetim Allahü teâlâ'yadır. Çünkü beni temize çıkaran O'dur.» Bu vahiy ile Âişe validemiz hakkında on âyet gelmiş ve şöyle buyurulmuştur: «O uydurma haberi getirenler içinizden bir zümredir. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. O sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden herbirine kazandığı günaha karşılık ceza vardır. İçlerinden elebaşılık yapana da en büyük ceza vardır. Onu işittiğiniz vakit mü’min erkeklerle, mü’min kadınların kendilerinden hüsn-ü zanda bulunup «bu apaçık bir iftiradır» demeleri lâzım değil miydi?»

13

«Buna karşılık dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki onlar şahitleri getiremediler, öyleyse Allah katında yalancıların ta kendisidirler.»

14

«Dünya ve âhirette Allah'ın lütuf ve merhameti üzerinizde olmasaydı içine daldığınız yaygaradan dolayı herhalde size büyük bir azap çarpardı.»

15

«Onu dilinize dolamıştınız. Ve bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Önemsiz bir şey sayıyordunuz ama Allah katında önemi çok büyüktür.»

16

«Onu duyduğunuz zaman 'bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi?»

Muhsene bir kadına zina suçu isnad edenlerin, bu iftiralarını doğrulamak için dört şahit getirmeleri gerekir. Şayet o müfteriler bunu isbat için dört şahit getiremezlerse, Allah katında yalancılarırî ta kendileridirler. Çünkü muhsene bir kadına böyle bir suçu isnad etmek günahların en büyüğüdür. Ey iman edenler, «dünya ve âhirette Allah'ın lütfü ve rahmeti üzerinizde olmasaydı içine daldığınız yaygaradan dolayı herhalde size büyük bir azap çarpardı.» Bu âyet-i celileler nazil olduktan sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Âişe validemize iftira edenlere had cezası tatbik etmiştir. Çünkü onlar bu işin doğruluğunu isbat edecek dört şahit getirememişlerdir. Bundan dolayı kendilerine had cezası tatbik edilmiştir. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Bu (iftirayı) dilinize dolamıştınız. Ve bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, ama Allah katında önemi çok büyüktür. Onu duyduğunuz zaman 'bunu söylememiz bize yakışmaz. Hâşâ bu büyük bir iftiradır' demeniz gerekmez miydi? «Onlar bu iftirayı mü’minler arasında fitne koparmak için çıkarmışlardı. Â,îeml,ere rahmet olarak gönderilen bir peygamberin hanımına ve mü’minlerin anası olan necip bir validemize iftirada bulunmak ne büyük bir düşmanlıktır. Muhsene bir kadına iftira etmenin cezası,seksen deynek olurken, acaba Allah Resûlü'nün hanımlarına iftirada bulunanların cezası ne olacaktır? Bu iş büyük bir azabı gerektiriyor. Bu öyle bir azap ki, İslâm toplumunda yayılan ve toplum hayatının kaim olduğu bütün mukaddesata dokunan ve münafıklar güruhu nun Müslümanları endişeye, kararsızlığa uğrattığı bir azap. Ancak Allah'ın lütfü bu elîm dersten sonra henüz gelişmekte olan topluma yetişti ve rahmeti günahkârları da kapladı. Onlar da bu ilâhî rahmetten istifade edip elîm bir azaba uğramaktan kurtuldular.

17

«Eğer mü’min kişilerden iseniz buna benzer bir şeye bir daha dönmemeniz için Allah öğüt veriyor.»

18

«Allah size âyetleri açıkça bildiriyor. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

19

«Mü’minler arasında kötülüğün ve hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara dünyada ve âhirette elim bir azap vardır. Ve Allah bilir, siz bilemezsiniz.»

20

«Ya Allah'ın üzerinizde fazlı, rahmeti bulunmasaydı, ya Allah çok merhamet edici, çok merhametli olmasaydı?»

Yüce Allah kullarının dünya ve âhiret mutluluğunu temin için emir ve yasaklarını bildirip kendilerini elîm bir azaba sürükleyecek olan günahı irtikâp etmemeleri için âyetleriyle öğüt vermiştir. Buna rağmen mü’minler arasında kötülüğü ve hayâsızlığı yaymaya çalışanlar olmuştur. Onlar için Allah katında elim bir azap vardır. Eğer, Allah'ın kulları üzerinde fazlı, rahmeti bulunmasaydı, ilâhî azap onların hepsini yakıp yok ederdi. Çünkü O, kullarını çok merhamet edici, çok merhametlidir. Kullarına şefkat ve merhamet edip esirger, azaplarını hemen vermez. Günahlarına tevbe ederler diye tehir eder. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: “Ya Allah'ın üzerinizde fazlı, rahmeti bulunmasaydı, ya Allah çok merhamet edici, çok merhametli olmasaydı (haliniz ne olurdu?»).

21

«Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa bilsin ki, o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Şayet Allah'ın sizin üzerinizde lütuf ve rahmeti bulunmasaydı hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediğini temize çıkanr. Ve Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.»

Şeytan, mü’minlerin en büyük düşmanıdır. Bundan dolayı Yüce Allah iman edenlere şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uyup arkasından gitmeyin. Kim şeytanın adımlarına uyarsa bilsin ki, o hayâsızlığı ve kötülüğü emreder. Şayet Allah'ın sizin üzerinizde lütuf ve rahmeti bulunmasaydı hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediğini temize çıkarır. Ve Allah hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.» O, kullarının yaptığını bilir ve işitir, ona göre mükâfat ve mücâzat verir.

22

«Sizden fazilet ve servet sahibi olanlar yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler, affetsinler ve aldırış etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Âişe validemize iftira edenlerden biri de Ebû Bekir (radıyallahü anh)'in teyzesinin oğlu Mistah'tır. O yaşlı ve fakir olduğu için iaşesini Ebû Bekir (radıyallahü anh) temin ediyordu.-Bu olaydan sonra bir daha yardım etmemeye yemin etmişti. Bu âyet inzal olup «sizden fazilet ve servet sahibi olanlar yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte kusur etmesinler, affetsinler ve aldırış etmesinler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir» buyurulunca, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Ebû Bekir'e bu âyeti okur. O, bunu dinledikten sonra «belâ» Allah'ın beni bağışlamasını ve yarlığamasını severim, vallahi ben bundan sonra Mistah’ın nafakasını kesmeyeceğim» der. Her zamanki gibi Mistah’ın iaşesini temin eder. Bir insan şahsî kin ve garezinden dolayı yakınlarından, fakirlerden ve Allah yolunda hicret edenlerden yardımı kesemeyeceğine bu âyet delâlet etmektedir. Çünkü yapılan yardım sadece Allah rızası içindir. Nefis için değildir. Nefis için yapılan yardımların, hayırların, İbadetlerin ve sadakların hiçbirinde ihlâs olmaz, Allah rızası olmaz. Allah'ın razı olmadığı amellerin ise sahibine faydası düşünülemez.

23

«İffetli ve habersiz mü’min kadınlara iftira atanlar dünya ve ahirette lanetlenmişlerdir. Ve onlar için büyük bir azap vardır.»

24

«O gün kendi dilleri, elleri ve ayaklan yapmış oldukları şeylere şahitlik ederler.»

25

«O gün Allah onlara hak olan cezalarını verecektir. Şüphesiz ki onlar da Allah'ın hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.»

İffetli, namuslu kadınlara iftira atanlar dünyada had cezası ile cezalandırılırlar, ahirette ise elim bir azaba uğrarlar. Onlar dünyada da, ahirette de lanetlenirler. O gün dilleri, elleri ve ayakları kendi aleyhlerine şahitlik ederler ve o gün Allahü teâlâ onlara hak olan cezalarını verir. Herkese amelinin karşılığı verilir, kimseye haksizlik edilmez. O gün onlar Allah'ın hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «O gün kendi dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları şeylere şahitlik ederler. O gün Allah onlara hak olan cezalarını verecektir. Şüphesiz ki onlar da Allah'ın hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.»

26

«Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar onların söylediklerinden uzaktırlar. Ve onlar için mağfiret, cömertçe verilmiş bir rızık vardır.»

Yüce Allah tineti bozuk olanlar hakkında şöyle buyuruyor: »Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara yakışırlar. İyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Bunlar o (münafıkların) söylediklerinden uzaktırlar. Ve onlar için mağfiret, cömertçe verilmiş bir rızık vardır.» Müfessirlerin çoğuna göre kötü sözü kötü karakterli habis insanlar söyler. Çünkü habis insanlardan kötü kelimeler sudur eder. İyi, ahlâklı ve sağlam karakterli insanlardan da güzel ve iyi sözler sadır olur. Zira onlar karakterleri itibariyle kötü söz söyleyemezler. Tıpkı attardan misk ve gül kokusu yayıldığı gibi. Necasetten de etrafa pis koku yayılır. İyi insanlar attar gibi etrafına misk saçar, kötü insanlar da etrafına necis gibi kötü koku saçar. Burada Âişe validemize iftira edenlere zem vardır. İbn Zeyd (radıyallahü anh) bu âyetin mânâsında kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara, iyi kadınlar iyi erkeklere, iyi erkekler de iyi kadınlara yakışırlar. Nitekim Âişe validemiz pak, nezih olduğu için Yüce Allah onu Peygamberine lâyık görmüştür. Onlara iftira edenler habis olduğu gibi, eşleri de habistirler, demiştir.

27

«Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Olur ki iyice düşünürsünüz.»

28

«Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size 'dönün' denilirse dönün. Bu sizi daha çok temize çıkarır. Ve Allah yaptıklarınızı bilir.»

Kur'ân-ı Azîmüşşan’ın her âyetinde insanlar için hikmetler ve ders alınması gereken hususlar vardır. Bütün bunlar insanların dünya ve âhiret mutluluğunu temin içindir. Yüce Allah iman edenlere şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyin. Bu sizin için daha iyidir. Olur ki iyice düşünür, öğüt alır necat bulursunuz. Eğer orada kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size 'dönün' denilirse dönün. Bu sizi daha çok temize çıkarır. Ve Allah yaptıklarınızı bilir.» Ona göre mükâfat ve mücâzat verir-

Bu âyet-i celileler, iman edenlere ahlâk ve muaşeret kaidelerini öğretiyor. İzinsiz ve müsaadesiz başkalarının evine girmenin yasak olduğunu bildiriyor. Allah, evleri insanların barınağı, ruhların sükûna kavuştuğu ve nefislerin güven bulduğu bir yer kılmıştır. İnsanlar bu barınaklarda mahrumiyetlerden ve birçok tehlikelerden emin olurlar. Buralarda yorgunluklarını giderirler, sinirlerini yatıştırırlar ve aile bireyleri evin içinde serbest hareket ederler, aile hayatı daha düzenli olur. Bu bakımdan böyle bir yere izinsiz girilmesi yasaklanmıştır. Ev sahibinin haberi olmadan herhangi bir eve girmek, huzursuzluğa ve hoş olmayan şeylere sebep olacaktır. İslâm bütün bunları göz önünde bulundurarak huzurun bozulmaması ve mü’minler arasında fitnenin çıkmaması için başkasının evine müsaadesiz girmeyi yasaklamıştır. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Eğer evde kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar içeri girmeyin. Şayet size kapıdan 'dönün' denilirse dönün. Bu sizi daha çok temize çıkarır. Ve Allah yaptıklarınızı bilir.» Böyle bir hareket toplumda itibarı artırır. İzinsiz eve girmekse değeri düşürür, dedikoduya sebep olur.

Tefsircilerin izin hususundaki görüşü farklıdır. Kimine göre önce selâm verip sonra müsaade istenir, kimine göre de önce müsaade istenir, sonra selâm verilir. Fakat âyetteki sıra önce müsaade, sonra selâmdır. Ev sahibi izin verirse eve girilir, izin vermezse dönülür, kapıda beklenmez. Ve evdekiler pencere ve kapı aralığından gözlenmez. Nitekim Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) “şayet bir kimse izinsiz olarak kapının aralığından veya pencereden evin içini gözetlerse gözünü çıkarın, gözünü çıkarana vebal yoktur.” buyurmuştur. Yüce Allah âlimdir, sizin ne yaptığınızı bilir ona göre mükâfat ve mücâzat verir.

Bu âyet-i celile nazil olduktan sonra sahabe «Ey Allah'ın Resulü, Mekke ile Medine ve Şam yolları üzerinde boş evler var, biz yolculuk yaparken onlarda konaklıyoruz, şimdi ne yapacağız?» derler. Bunun üzerine şu âyet nazil olur.

29

«içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur. Ve Allah açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.»

Başkalarının evine izinsiz girmek yasaklanırken, yolcuların barınması için yapılan evlere, kervansaraylara, hanlara ve misafirhanelere girmeye ve oralarda gecelemeye müsaade edilmiştir. Çünkü bunlar bu amaçla yapılmıştır. Yalnız bu gibi meskenlere zarar vermek; yakıp yıkmak, kirletmek yasaklanmıştır. Zira buralar umumun ihtiyacına cevap vermektedir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «içinde menfaatiniz bulunan boş evlere girmenizde bir vebal yoktur. Ve Allah açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.» Sahibi içinde bulunmayan evlere girmeye müsaade verilirken, onlara zarar vermemek de şart koşulmuştur. Korkudan mütevellid başkasının evine izinsiz girmede de mahzur yoktur. O gibi hallerde izinsiz girmeye ruhsat vardır. Çünkü böyle bir durumda art niyet olmadığı gibi can tehlikesi de vardır.

30

«Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar. Ve mahrem, yerlerini korusunlar. Bu kendileri için daha temizdir. Allah yaptıklarından haberdardır.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, mü’min erkeklere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar. Bu kendileri için daha hayırlıdır. Allah yaptıklarından haberdardır.» Gözleri haramdan sakınmak, mahrem yerleri korumak mü’min için en hayırlı olandır. Harama bakmak şehevi arzuları galeyana getirir, kalbi karartır, fuhşu 'körükler, zinayı artırır, güzel ahlâkın bozulmasına sebep olur. Bundan dolayı «mü’min erkeklere söyle, gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar» buyurulmuştur. Göz haramdan ne kadar muhafaza edilirse, zina tehlikesinden o kadar uzaklaşıhr. Nitekim Ebû Hüreyre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Hazret-i Ali'ye «ya Ali, yabancı kadına bir defa bakmanda bir mahzur yoktur, ikinci defa bakmanda bir vebal vardır. Kıyamet günü ondan sorguya çekileceksin» buyurmuştur. Yabancı kadına bir defa bakmada mahzur yoktur. Çünkü ilk bakış şehvet nazarıyla değildir. Fakat ikinci bakış şehvet nazarıyla olacağı için vebali gerektirir. Ebû Said el-Hudrî'nin rivayetine göre, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: «Bir erkek başkasının hanımına bakmasın, kadın başka kadınların göbeği ile dizi arasına- bakmasın. İki erkak gecelikle bir yatağa girmesin, iki kadın da aynı şekilde bir yatağa girmesinler. Böyle hareket etmek kişileri fesada götürür, fitneye sebep olur. İslâm'da insanı fitneye, kötülüğe ve ahlâksızlığa götüren her türlü hareket yasaklanmıştır. İlâhî emirlere uyanlar fitneden, kötülüklerden ve ahlâksızlıktan kurtulur; huzura, saadete, felaha kavuşur. İslâm'ın ana gayesi de budur. Mensuplarını dünya ve âhiret saadetine ve mutluluğuna kavuşturmaktır. Buna gölge düşüren herşeyi yasaklamıştır.

31

«Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar. Kendiliğinden görünen kısmı müstesna, zinetlerini açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Zinetlerini kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçileri yahut kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri zinetlerinin bilinmesi için de ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.»

Yüce Allah mü’min erkeklere gözlerini haramdan sakınmalarını, avret mahallerini korumalarını emir buyurduktan sonra, mü’min kadınlara da şöyle emretmişin «Ya Muhammed, mü’min kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar. Kendiliğinden görünen kısım müstesna, zinetlerini açmasınlar. Baş örtülerini yakalarının üstüne koysunlar.» Mü’min kadınlar zinetlerini ancak şu kimselere gösterebilirler. Bunlar da âyet-i celilede şöyle sıralanmıştır: Zinetlerini kocaları veya babaları veya kocalarının babaları veya oğulları veya -kocalarının oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kızkardeşlerinin oğulları veya kadınları veya cariyeleri veya erkekliği kalmamış hizmetçileri yahut kadınların mahrem yerlerim henüz anlamayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri zinetlerinin bilinmesi için de ayaklarını yere vurmasıhlar.» Mü’min kadınlar zinetlerini ancak bunların yanında açabilirler. Bunlardan başka amca ve dayılarının yanında da açmalarında mahzur olmamakla beraber, evlâ olan açmamalarıdır. Kendilerinin de yabancı erkeğe bakmalarına müsaade yoktur. Nitekim bir gün Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) evinde, hanımlarından Ümmü Seleme ve Meymüne ile otururlarken yanlarına iki gözü âmâ olan Ummü Mektûm gelir, Allah Resulü hanımlarına derhal örtünmelerini emreder. Onlar «Ey Allah'ın Resulü, bu âmâdır, bizi görmüyor» derler. Âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşi «o, sizi görmüyorsa siz onu görüyorsunuz» cevabını verir. Bu da gösteriyor ki, yabancı erkek âmâ bile olsa mü’min kadının ona bakmasına müsaade yoktur. Kadınların kendiliğinden görünen kısımları müstesna, zinetlerini yabancı erkeklere göstermeleri haramdır. Küpelerini, gerdanlıklarını, bileziklerini göstermek de böyledir. Erkeklerin de bunlara bakması haramdır. Ancak zaruret halinde bakılmasında bir vebal yoktur. Fakat şehvet nazariyle bakmak haramdır. Tefsirciler kadınların bakılmasında mahzur olmayan yerleri hakkında ihtilâf etmişlerdir. İmam-ı Dahhak ile İbn Said yüz ile elin içine bakmanın mahzuru olmadığım, İbn Mes'ud sadece üzerindeki elbiseye bakmanın mahzuru olmadığını, Hasan-ı Basrî üzerindeki elbise ile yüzüne bakmanın mahzuru olmadığını, İbn Abbas (radıyallahü anh) gözdeki sürme ile parmağındaki yüzük ve elindeki kınaya bakmanın mahzuru olmadığını söylemişlerdir. Bir erkeğin, yukarda geçen kısımlara da şehvet nazariyle bakması haramdır. Kendisinden emin olmayan erkeklerin bakması kesinlikle yasaktır. Bu bahsedilen kısımların namazda da açık olmasında mahzur olmadığından avret mahalli sayılmamıştır. Kadının eli, yüzü ve ayaklarından başka yerleri avret mahallidir, açılması kesinlikle yasaktır. Hatta kadınların da birbirlerinin, göbekleriyle dizkapaklarının arasına bakmaları, zaruret olmadıkça caiz değildir. Gayr-i müslim kadınlar, manen erkek mesabesinde olduklarından onların yanında müslüman bir kadının açılıp zinetini gösermesi de caiz değildir. Nitekim Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) halife iken Ebü Ubeyde'ye yazdığı mektupta müslüman kadınlarla gayr-i müslim kadınların beraber hamama girmesine mani olmasını istemiştir. Bu da gösteriyor ki, müslüman kadınların avret mahallerini gayr-i müslim kadınlara göstermesi caiz değildir. Bütün bunlardan sakınmak Allah'ın rızasını kazanmaya vesile olduğu gibi, imanın kuvvetlenmesine, ah-Lâkm güzelleşmesine, kötülüklerin önlenmesine ve takvaya ulaşmaya sebeptir.

Hâlik-i Zülcelâl bunları beyan ettikten sonra kurtuluş yolunu gösterip şöyle buyurmuştur: «Ey mü’minler, hepiniz Allah'a tevbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.» İnsan her an hata edebilir, kusur ve günah işleyebilir. Bütün bunları yok edip silen tevbedir. Tevbe vasıtasıyla günahlar affedilir, kusurlar bağışlanır. Bu bakımdan mü’min daima tevbe istiğfara devam etmelidir.

32

«içinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Şayet yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfü bol olandır. Ve O hakkıyla bilendir.»

Yüce Allah iman edenlere şöyle buyuruyor: «içinizden bekârları ve kölelerinizden, cariyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Şayet yoksul iseler, Allah onları lütfuyla zenginleştirir. Allah lütfü bol olan ve hakkıyla bilendir..» Buradaki emir vücûp için değil, istinbap içindir. Yani gücü yetenlerin evlenmesi Resûlüllah’ın sünnetidir. Evlenmek insanı haramdan ve fuhuştan korur. Bunun için evlenmek emredilmişir. Evlenemeyenlere ise oruç tutarak nefislerine hâkim olmaları tavsiye edilmiştir. Bu âyet dinini muhafaza etmek ve haramdan korunmak isteyenlerin evlenmesinin şart olduğuna delâlet eder.

33

«Evlenemeyenler de kendilerini Allah lütfuyla zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedel vermelerini kabul edin. Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız. Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa şüphesiz ki Allah onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.»

Hâlik-ı Zülcelâl evlenemeyenler için şöyle buyuruyor: «Evlenemeyenler de kendilerini Allah, lütfuyla zenginleştirinceye kadar haramdan ve zinadan sakınsınlar, iffetli davransınlar. Kölelerinizden hür olmak için bedel vermek isteyenlerin bedel vermelerini kabul edin. Şayet onlarda bir hayır görüyorsanız. Ve Allah'ın size verdiği maldan onlara verin.» Maddî yokluktan dolayı evlenemeyenler, kendilerini haramdan korumak için Allah onları lütfuyla zenginleştirinceye kadar oruç tutarak sabretsinler. Bu kendileri için çok daha hayırlıdır. Bir de kölelerden hür olmak isteyenlerin bedellerinin kabul edilmesi emredilmektedir. Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Hüveylid ibn Üzza'nın bir kölesi vardı. Bu köle hürriyetine kavuşmak için ona bedelini vermek istemiş, fakat Hüveylid bunu kabul etmemiştir. Kölesi de bundan çok üzülmüştür. Onun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Bu âyet nazil olduktan sonra Hüveylid kölesini yüz altın karşılığı mükâtebe yapar, sonra yirmi altını da ona bağışlar, geri kalan seksen altını kendisinden alır, böylece kölesi hürriyetine kavuşur, Hüneyn gazvesinde de şehid olur.

Bazı tefsircilere göre «şayet onlarda bir hayır görüyorsanız, Allah'ın size verdiği maldan onlara verin» emri vücûp içindir. Tefsircilerin çoğunluğuna göre ise bu emir istihbap içindir. Yüce Allah onlarda hayrı şart koşmuştur. Onlarda bir hayır görülürse mükâtebe suretiyle kendilerinin hürriyete kavuşturulması evlâdır. Fakat fikıhçılar hayrın mânâsından da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir, İbn Ömer'e göre kölenin diyetini verecek güce sahip olmasıdır. Mücahid'e göre hayırdan maksat maldır. İbrahim ve İbn Yezid'e göre ise hayır, doğruluk ve sadakattir. Hâlik-ı Mutlak «Allah'ın size verdiği maldan onlara verin» buyurmuştur, islâm bilginleri bunda da ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre bu emir köle sahiplerinedir, onlara kölelerinin bedelinden bir kısmım bağışlamaları vaciptir. Hazret-i Osman ile Hazret-i Ali'nin görüşü budur. Şafiî hazretleri de bunu tercih etmiştir. Bu yardımın miktarı hususunda da yine âlimlerin görüşü farklıdır. Kimi, dilediği kadar yardımda bulunur, kimi, kölelerin sadakatine göre yardımda bulunur, kimi, bu emrin umumi olduğunu, bütün mü’minlerin kölelerin hürriyetine kavuşmaları için güçleri nisbetinde yardım etmelerinin şart olduğunu söylemişlerdir.

Bu âyetin devamında Yüce Halik şöyle buyurmuştur: “Dünya hayatının geçici menfaatini temin etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa şüphesiz ki, Allah onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.»

Bu âyet-i celile Abdullah ibn Selûl hakkında nazil olmuştur. Münafıkların reisi olan Abdullah'ın iki kölesi vardı. Cahiliye döneminde bunları ücretle kiraya verirdi. İslâm gelip zinayı haram kılınca cariyeler «vallahi biz bundan sonra böyle bir şey yapmayacağız» diyerek Peygamberimize gelip şikâyette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları zorlarsa, şüphesiz ki, Allah onu değil, zorlanan kadınları bağışlar ve merhamet eder.' Çünkü Allah tevbe vasıtasıyla günahları bağışlayan, kusurları affedendir.

34

«Yemin olsun ki, biz apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden misaller ve takvaya erenler için de öğütler indirdik.»

Hâlik-i Mutlak helâl ve haramı apaçık beyan eden, önceki geçen milletlerden misaller ve takva sahipleri için de öğütler indirmiştir.

Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yemin olsun ki, biz apaçık âyetler ve sizden önce geçenlerden misaller ve takvaya erenler için de öğütler indirdik.». O takva sahipleri Allah'tan korkarlar, şirk ve küfürden sakınırlar.

35

«Allah göklerin ve yerin nurudur. O'nun nuru, içinde çerağ bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir kandil içindedir. Kandil ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Güneşin doğduğu yere de battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nûr üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'a göre bu âyetin mânâsı şöyledir. Allahü teâlâ yer ve gök ehline hidayet verir. Bunların hepsi Allah'ın nuruyla hidayete erip hak yolu bulurlar. O'nun hidayete erdirmesiyle dalâletten kurtulup hidayete ererler. Şayet O, kullarını hidayete erdirmeseydi dalâlete düşüp helak olurlardı. İmam-ı Dahhak (radıyallahü anh)'a göre ise âyetin mânâsı şöyledir: Yerleri ve gökleri nûrlandıran Allahü teâlâ'dır. Gökleri melekleriyle, yerleri peygamberleri, sâlih kulları ve âlimleriyle nûrlandırıcıdır. Mü’minin hidayeti Allah'ın nuru iledir.

Allah göklerin ve yerin nurudur. Bu nûr, bu aydınlık bütün kâinatı kaplamakta, duygulara ve uzuvlara inmekte, en uç noktalara kadar sirayet etmektedir. Bu nûr bütün perdeleri ortadan kaldırmakta, ruhlara aydınlık, gönüllere ferahlık vermektedir. Allah göklerin ve yerin nurudur. Göklerin ve yerin ayakta durması, düzeni bu nura bağlıdır. Göklere ve yerlere varlık unsuru veren bu nurdur. Bu gerçek, insanlar tarafından bir nebzecik olsun, anlaşılmıştır. Çünkü maddenin aslının ışık huzmeleri veya ışık dalgalarından ibaret olduğu ilim ehli tarafından tesbit edilmiştir. Görülüyor ki madde diye bir şey yoktur. Sadece ışık vardır, nûr vardır. Bilindiği gibi bir atom bir takım protonlardan ve elektronlardan meydana gelir. Atom parçalandığı zaman bu elektronlar, nötronlar ve protonların aslı nûr olur, ışık dalgaları haline gelir. İlmin bu gerçeği kavramasından önce, insan gönlü bu büyük gerçeği farkediyordu.

İşte âyet-i kerîme bu uçsuz bucaksız ufukları aydınlatan, sonra onu insanların mahdut idrakine anlaşılabilir, bir misalle yaklaştırarak şöyle buyuruyor: «O'nun nuru, içinde çırağı bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir kandil içindedir. Kandil ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır. Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan mübarek bir ağaçtan, zeytinden tutuşturulup yakılır. Onun yağı kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir. (Bu ışık da) nûr üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah insanlara misaller verir.»

Bu bir misaldir. Sınırsız olanı mahdut ve sınırlı olan insan idrakine yaklaştırmak istemektedir. Bu, insan idrakine, ufuklarını görmekten uzaklığını anlamaktan aciz olan kısa, güçsüz beşer idrakine onun ötesindeki nurun mahiyetini kavramak için yaklaşık olarak anlatılan bir misaldir. Fakat bilginler âyette geçen misalde farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bazıları bu misalin Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in nuru olduğunu söylemişler ve şöyle demişlerdir: Mişkat Peygamper'in sadrıdır, zücâc gönlüdür, misbah nurudur, mübarek ağaç onun nübüvvetidir veya Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in neslinden geldiğine işarettir, Bazıları da: Âyetteki misal mü’minin gönlünün nurudur. Mişkat mü’minin nefsidir, zücâc da göğsüdür. Misbah iman ve Kur'an'dır, mü’minin gönlüne konmuştur. Bundan dolayı mü’minin dört hasleti vardır: 1- Eline nimet geçtiği zaman ona şükreder. 2- Bir musibete maruz kaldığı zaman ona sabreder. 3- Hükmettiği zaman adaletle hükmeder. 4- Konuştuğu zaman doğru konuşur ve kalbi daima Hak ile olur.

Başka bir rivayete göre nûr üzerine nurun mânâsı şudur: Kelime-i tevhid ve amel-i sâlih nurdur. Allahü teâlâ dilediğini, kendi nuruyla hidayete erdirir. O hidayet ise İslâm'dır, imandır. Bu misaller mü’minlerin imanını, kâfirlerin de küfrünü artırır.

Allah insanlara misaller verir. Mübarek bir ağaçtan zeytinden tutuşturulup yakılır. Zeytinyağının yanmasıyla elde edilen ışık bu âyetin hitap ettiği insanların bildikleri en parlak ışık idi. Fakat bu örneğin seçilişinde bu husus tek başına ana unsuru teşkil etmez. Hem bu ağaç rastgele bir ağaç değildir. Yeri ve yönü yoktur.

Güneşin doğduğu yere de, battığı yere de nisbeti olmayan yağ, bilinen, görülen zeytinyağından değildir. Bu bir başka yağdır. Çok garip, acayip bir yağ «onun yağı, kendisine bir ateş dokunmasa da, hemen hemen ışık verir- buyurulmaktadır. Göklerin ve yerin karanlığını aydınlatan bir nurdur bu. Mânâsını, mahiyetini ve derinliğini kavrayamadığımız bir nurdur bu. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Gönlünü nura açanlar o nuru görürler.

36

«Allah'ın yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde onlar sabah akşam O'nu tesbih eder»

37

«Ne ticaret, ne alışveriş bu kişileri Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar gözlerin ve gönüllerin döneceği günden korkarlar.»

38

«Allah onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandıracak, onlara lûtfunu fazlasıyla verecektir. Ve Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.»

Allah'ın adının içinde zikredilmesi, namaz kılınması ve kelâmının okunması için inşa edilen mescidlerde kandiller yanar. O mescidler ki, Allah'ın adının yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerdir. Mü’minler oralarda sabah akşam O'nu zikir ve tesbih ederler. Mescidlerde çirkin ve boş söz söylenmez. İçlerinde gece gündüz Allah ismi zikredilir. Nitekim Said ibn Cabir şöyle demiştir: «Yeryüzünde mescidler Allah'ın evleridir. Yer ehli gökteki yıldızların ışığını gördüğü gibi, gök ehli de mescidlerin nurunu, ışığını görür.» ibn Berir de âyette geçen «beytten» maksadın peygamberler tarafından inşa edilen dört mescid olduğunu söylemiştir. Onlar da şunlardır: Hazret-i İbrahim ve oğlu İsmail tarafından inşa edilen Beytullah, Hazret-i Süleyman tarafından yapılan Beyt-i Mukaddes (Mescid-i Aksa), Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından inşa edilen Medine Mescidi (Ravza-i Mutahhara) ile Küba Mescidi'dir. Allah'ın mescidlerinde ibadet yapan öyle insanlar vardır ki, kendilerini ne ticaretleri, ne alışverişleri Allah'ı zikirden, namazdan, zekâttan ve Allah yolunda tasadduktan asla alıkoymaz. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyuruyor: «Ne ticaret, ne alışveriş bu kişileri Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyar. Onlar gözlerin ve gönüllerin döneceği günden korkarlar. Allah onları işledikleri amellerin en güzeliyle mükâfatlandıracak, onlara lütfunu fazlasıyla verecektir. Ve Allah dilediğini hesapsız şekilde rızıklandırır.» İşte gerçek mü’min onlardır. Ticaretin zikredilişi insanları ibadetten, Allah'ı zikirden, cemaatle namaz kılmaktan veya vaktinde eda etmekten alıkoyduğu içindir. Çünkü ticaret insanı ibadetten ve Allah'ı zikirden alıkoyar. Fakat gerçek mü'minleri alıkoymaz. Zira onlar gözlerin ve gönüllerin döneceği kıyamet gününden korkarlar. Allah onları yapmış oldukları amellerin en güzeliyle mükâfatlandırır. Onlara lütfunu fazlasıyla verir. Çünkü Allah kullarından dilediğini fazlıyla hesapsız şekilde rızıklandırır.

39

«O küfredenlere gelince, onların amelleri engin göllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır. Fakat yanına vardığı zaman hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O, hesabını görür. Allah hesabı çabucak görendir.»

40

«Veya engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar bürür ve dalgaların üstünü de bulutlar örter. Karanlık üstünde karanlıklar vardır. İnsan elini uzattığı zaman nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nûr vermediği kimsenin asla nuru olmaz.»

Yüce Allah kâfirlerin amellerini seraba benzetip şöyle buyurmuştur: «O kâfirlere gelince onların amelleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su sanır. Fakat yanına vardığı zaman hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O, hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir. Veya (onların amelleri) engin denizin karanlıklarına benzer. Onu üst üste dalgalar sürür ve dalgaların üstünden de bulutlar örter. Karanlık üstünde karanlıklar vardır. İnsan elini uzattığı zaman nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nûr vermediği kimsenin asla nuru olmaz.» Kâfirlerin dünyada yapmış oldukları ameller serap gibidir. Serabı su zannedip peşinden koşanlar, onu gördükleri yere vardıkları zaman hiçbir şey bulamayıp üzülecekleri gibi, kâfirler de kıyamet günü amellerine ait Allah katında hiçbir şey bulamayarak mahcup olacaklardır. Kâfirlerin amellerinin seraba benzetilmesi, kıyamet günü Allah katında amellerine ait hiçbir şey bulamayacakları içindir. Çünkü imansız amel serap gibidir hiçbir değer taşımaz. Ameller iman ile -değer kazanır. İmansız amel çöldeki serap gibidir. Serap görenleri aldattığı gibi, imansız amel de sahibini aldatır. İşte Allah'ın hidayete erdirip nûr vermediği kimselerin amelleri böyledir.

Bu âyet-i celileler mü’minleri düşünmeye davet edip, iman etmeyenlerin amellerinin Allah katında hiçbir değeri olmadığını bildirmektedir. Buna göre mü’min imanını tehlikeye düşürerek her şeyden sakınmalı ve Rabbinin emrine sarılmalıdır. İşte o zaman kurtuluşa erip iki cihan saadetini kazanır.

41

«Göklerde ve yerde bulunanların, saf saf uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah onların yaptıklarını bilendir.»

42

«Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Ve dönüş Allah'adır.»

Yüce Halik sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, göklerde ve yerde bulunanların, saf saf uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Onların her biri kendi niyaz ve tesbihini bilir. Allah onların yaptıklarını bilendir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Ve dönüş Allah'adır.» Allah her varlığın niyazını ve tesbihini bilir. Çünkü her varlık lisan-ı haliyle Rabbini zikreder. Âdemoğlu namaz, niyaz ve tesbihle, diğer mahlûkat da tesbihle rablerini zikrederler. Göklerde ve yerde Rabbini zikretmeyen hiçbir varlık yoktur. Zira gökler, yer ve içindekiler Allah'ındır. Sonunda dönüş de yalnız O'nadır.

43

«Bilmez misin ki Allah bulutları sürer, sonra onları biraraya getirip üst üste yığar. Ve sen onların arasından yağmurun yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir. Dilediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar. O'nun şimşeğinin parıltısı nerdeyse gözleri alır.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, Allahü teâlâ'nın bulutları dilediği yere sürüp götürdüğünü görmez misin? Sonra parça parça olan bulutları biraraya getirip üst üste yığar. Ve sen onların arasından yağmurun yağdığını görürsün. Gökten içinde dolu bulunan dağlar gibi bulutlar indirir. Dilediğini ona uğratır ve dilediğinden onu uzak tutar.» Bazı tefsircilere göre Allahü teâlâ, bulutlardan dağlar gibi dolular indirip onlar vasıtasıyla dilediği kimselerin ekinlerini ve bağlarını helak eder. Dilediğinden de onu uzaklaştırır ve hiçbir zarar verdirmez. Allah geceyi gündüzün, gündüzü de gecenin içine sokar. Doğrusu hakkı görebilenler için bunda ibretler vardır. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Allah geceyi gündüze, gündüzü, de geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır.»

44

«Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye çevirir. Doğrusu görebilenler için bunda ibretler vardır.»

Gece ile gündüzün birbirini takip etmesinde, gerçek akıl sahipleri için ibretler vardır. Bunlardan birinin gelip diğerinin gitmesi Yüce Hâlik’ın varlığının ve birliğinin delilidir. Hiçbir varlık kendiliğinden meydana gelip hareket etmediği gibi, bunlar da kendiliğinden birbirini takip edemezler. Ancak Allah'ın kudret ve dilemesiyle hareket ederler. Çünkü her şey bir ölçüye göre yaratılıp tanzim edilmiştir. Bundan sonra kudretine delâlet eden âyetleri zikretmiştir.

45

«Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte onlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı ile yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır, şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.»

Hâlik-ı Mutlak bütün hayvanları sudan yaratmıştır. Bununla bütün canlıların oluşumunu ve temelini teşkil eden ana maddenin su olduğu kastedilmiştir. Sonra bu bir asıldan yaratılan canlılar görüldüğü gibi çeşitli şekillere ayrılmıştır. Kimi sürüngenler gibi karnı üzere sürünerek yürür, kimi insan gibi iki ayaklıdır, ayakları üzerine yürür, kimi de dört ayaklıdır, büyük baş hayvanlar gibi. Bütün bunlar tesadüfen veya kendiliğinden olmuş şeyler değildir. Hepsi Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelmiştir. Çünkü Allah dilediğini yaratır. O'nun yaratması hiçbir şekil veya heyetle kayıtlı değildir. Kâinata hükmeden kanunlarını ve prensiplerini sonsuz iradesinin gereğine uygun olarak koymuştur. Çünkü Allah her şeye kadirdir. Bütün bunların hepsi bir tek esastan çıkmıştır ve bir iradenin varlığını ifade eder. Bir kısım tefsirciler de bütün canlıların aslının su olduğunu söyleyerek şöyle demişlerdir: «Allahü teâlâ suyu yarattı, onun bir kısmım nura çevirip ondan melekleri, bir kısmını da balçığa döndürüp insanı yaratmıştır. Böylece bütün mahlûkat sudan yaratılmıştır.» Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: -Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte onlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iyi ayağı ile yürür, kimi de dört ayakla yürür. Allah dilediğini yaratır, şüphesiz ki, Allah her şeye kadirdir.»

46

«Yemin olsun ki, biz apaçık âyetler indirdik. Ve Allah dilediğini doğru yola iletir.»

Allahü teâlâ, imanı ve küfrü, hakkı ve bâtılı, hayrı ve şerri, iyiyi ve kötüyü, haramı ve helâli beyan etmek için âyetler indirmiştir. Bütün bunlar insanların iman edip hidayete ermeleri içindir. Böylece insanların bir kısmı iman edip hidayete ermişler, bir kısmı da imandan yüz çevirip sapıklığa düşmüşlerdir. İmandan yüz çevirenler Allah'a ve Peygamber'e inandıklarını söylerler, fakat arkasından da Allah ve Resûlü'nün emrinden yüz çevirirler. Onlar gerçekten iman etmemişlerdir.

47

«'Allah'a da, Peygamber'e de inandık ve itaat ettik' derler. Sonra da arkasından bir takımı yüz çevirir. Bunlar inanmış değillerdir.»

Bu âyet-i celile münafıklardan Beşir hakkında nazil olmuştur. Onun yahudilerden biri ile bir dâvası vardı. Yahudi bu dâvanın halli için Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in aralarında hakemlik yapmasını istemiş, fakat Beşir bunu kabul etmeyerek münafıkların reisi Kâ'b ibn Eşrefin hakem olmasını istemiş ve «Muhammed, bizim lehimize hükmetmez» demiştir.

48

«Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman bir takımı hemen yüz çevirir.»

49

«Eğer hak kendilerinden tarafa ise boyunlarını bükerek gelirler.»

50

«Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ettiler? Veya Allah'ın ve Resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır onlar zalimlerin ta kendileridir.»

Münafıkların aralarında hüküm verilmek üzere Allah ve Resulünün hükmüne çağrıldıkları zaman, onlardan bir takımı hemen bundan yüz çevirirler. Fakat hak kendilerinden tarafa olduğu zaman boyunlarını bükerek gelirler. Onların kalbinde nifak ve hastalık vardır. Bunun için Allah ve Resulünün hükmünde şüphe ederler. Veya Allah'ın ve Resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden korkuyorlar. İşte onlar zalimlerin ta kendileridir. Allah'ın ve Resulünün emirlerinden yüz çevirmekle kendilerine zulmetmişlerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Aralarında hüküm vermek üzere Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman bir takımı hemen yüz çevirir. Eğer hak kendilerinden, tarafa ise 'boyunlarını "bükerek gelirler. Kalblerinde 'bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ettiler? Veya Allah'ın ve Resulünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir.»

51

«Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü’minlerin sözü sadece “işittik ve itaat ettik” demektir. Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.»

52

«Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah'tan korkarsa ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtulanların ta kendileridir.»

Bu âyet-i celilelerde gerçek mü’minlerin özellikleri ve vasıfları zikredilmektedir. Aralarında hükmedilmek üzere Allah ve Resulünün hükmüne çağrıldıkları zaman hiç tereddüt etmeden teslim olup «işittik ve itaat ettik» derler. Böylece imanlarını artırıp kurtuluşa ererler. Allah ve Resulünün emirlerine itaat edenler, O'ndan korkup sakınanlar dünya ve âhiret mutluluğuna nail olurlar. Allah ve Resulünün emirlerine itaat etmeyenler ise dünya ve âhiretin saadetinden, mutluluğundan mahrum olurlar. Yüce Halik emirlerine itaat edenler hakkında şöyle buyuruyor: «Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman mü’minlerin sözü sadece 'işittik ve itaat ettik demektir. Ve işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, Allah'tan korkarsa ve O'ndan sakınırsa, işte onlar kurtulanların ta kendileridir.»

53

«Eğer kendilerine emredersen, savaşa çıkacaklarına var güçleriyle yemin ederler. De ki: Yemin etmeyiniz. Sizden istenen makbul bir itaattir. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.»

54

«De ki: 'Allah'a itaat edin ve Peygamber'e itaat edin,' şayet yüz çevirirseniz bilin ki, o Peygamber kendine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden mesulsünüz. Peygamber'e düşen apaçık tebliğden başkası değildir.»

Bu âyet-i celileler münafıklar hakkında nazil olmuştur. Onlar imanlarında hiçbir zaman samimi değillerdi. Yüce Halik sevgili Peygamberine bunu şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, eğer kendilerine emredersen, savaşa çıkacaklarına var güçleriyle yemin ederler. De ki: 'Yemin etmeyiniz. Sizden istenen makbul bir itaattir. Muhakkak ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır. De ki: 'Allah'a itaat edin ve Peygamber'e itaat edin.' Şayet yüz çevirirseniz bilin ki, o Peygamber kendine yükletilenden, siz de kendinize yükletilenden mesulsünüz. Peygamber'e düşen apaçık tebliğden başkası değildir.»

Allah Resulü münafıkları savaşa davet ettiği zaman, onlar savaşa iştirak edeceklerine yemin ederler, fakat zamanı geldiği vakit bir bahane uydurarak geri kalırlar. Çünkü onlar yeminlerinde samimi değillerdir. Bunun için Hâlik-ı Zülcelâl «yemin etmeyiniz. Sizden istenen makbul bir itaattir. Muhakkak ki, Allah yaptıklarınızdan haberdardır» buyurmuştur. İnsandan istenen sözünde, sadakat, işlerinde doğruluktur. Bunlar olmayınca yapılan amellerin Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Çünkü ameller Allah katında ihlâsla değer kazanır. Sözünde sadakat, işlerinde doğruluk göstermeyenler münafıklar güruhuna dahildir. Münafıklar ise kıyamet günü elim bir azaba uğrayacaklardır. Kurtuluş Allah ve Resulünün emirlerine itaattedir. İlâhî emirlere itaat edenler mükâfatını, etmeyenler ise cezasını göreceklerdir.

55

«Allah içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere vaadetti ki: Onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise, onları da yeryüzüne halef kılacak ve onlar için beğendiği dini temelli yerleştirecek, korkularını emniyete çevirecektir. Çünkü onlar bana kulluk eder ve hiçbir şeyi bana şirk koşmazlar. Bundan sonra kim de inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.»

Yeryüzünün vârisleri, Allah'a iman edip sâlih amel işleyenlerdir. Yüce Halik onları yeryüzüne vâris kılacağını vaadetmiştir. Allahü Zülcelâl, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'den bugüne kadar yeryüzüne iman edenleri vâris kılmış, etmeyenleri ise inkâr ve zulümleri yüzünden helak etmiştir. Böylece iman edenlerin korkularını emniyete çevirmiş, onlar için beğendiği dini de temelli yerleştirmiştir. İman edenlerin bu nimetlere nail olmaları Rablerinin emirlerine itaat edip kulluk görevlerini yaptıklarından dolayıdır. Çünkü O, dünyevî ve uhrevî bütün nimetlerini ancak iman edip sâlih ameller işleyenlere vereceğini vaadetmiştir. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Allah içinizden iman edip sâlih amel işleyenlere vaadetti ki: «Onlardan öncekileri nasıl halef kıldı ise, onları da yeryüzüne halef kılacak ve onlar için beğendiği dini temelli yerleştirecek, korkularını emniyete çevirecektir. Çünkü onlar bana kulluk eder ve hiçbir şeyi bana şirk koşmazlar. Bundan sonra kim de inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.» Ebülâlâ'ya göre bu âyet nazil olduktan sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) sahâbesiyle birlikte on yıl daha Mekke'de kalmıştır. Fakat bu zaman zarfında kendilerini düşmana karşı müdafaa etmişler, Allahü teâlâ da vaadini yerine getirip dinini izhar etmiş, iman edenleri korktuklarından emin, iman etmeyenleri ise ümitsizliğe düşürmüş, bir müddet sonra da yerlerine yurtlarına iman edenleri halef kılmıştır. Bu ilâhî hüküm dünyanın sonuna kadar böyle devam edecektir. İman edenler mutlaka yeryüzünün halifesi olacaklardır. Bundan sonra kim de kendisine verilen nimeti inkâr ederse, işte onlar fâsıkların ta kendileirdir. O zaman Hâlik-ı Mutlak nimetini ahr, lâyık oldukları cezayı verir.

56

«Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki, rahmete kavusturulasınız.»

57

«O küfredenlerin bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma sakın. Onların varacakları yer ateştir. Şüphesiz o, ne kötü bir dönüştür.»

Hâlik-ı Mutlak dünyevî ve uhrevî nimetlerini iman eden kullarına ihsan edeceğini beyan buyurmuştur. Bu nimetlerin şükrünü eda etmeleri için de onlara namaz kılmalarını ve oruç tutmalarını emrederek söyle buyurmuştur: «Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Peygamber'e itaat edin ki, rahmete kavuşturulasmız.» Böylece rahmete kavuşma yolları gösterilmiştir. Sonra Yüce Allah sevgili Peygamberine hitap edip şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, o kâfirlerin bizi yeryüzünde âciz bırakacaklarını sanma sakın. Onların varacakları yer ateştir. Şüphesiz o, ne kötü bir dönüştür.» İman etmeyenler, zulüm ve küfürlerinin cezasını mutlaka göreceklerdir. Yüce Allah kullarının yapmış olduğu her şeyden haberdardır. Hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir.

58

«Ey iman edenler, elleriniz altında olan köle ve cariyeler ve sîzden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa sizden izin istesinler. Bunlar sizin için açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir mesuliyet yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

Kur'ân-ı Azimüşşan’ın her âyetinde iman edenler için birçok hikmetler ve öğütler vardır. Bu âyet-i celilede de ibret alınması gereken hususlar vardır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Ey iman edenler, elleriniz altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar, sabah namazından önce, öğle sıcağında soyunduğunuz zaman ve yatsı namazından sonra yanınıza girecekleri vakit üç defa sizden izin istesinler. Bunlar sizin için açık bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında birbirinizin yanına girip çıkmakta size de, onlara da bir mesuliyet yoktur. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.» Bu âyet-i celile Müslümanların nezih bir terbiye dairesinde yaşamaları için kendilerine pek mühim bir ders veriyor. Bu üç vakit istirahat zamanı olduğu için avret yerlerinin açılma ihtimali, diğer vakitlere nazaran daha fazladır. Bu bakımdan kölelerin, cariyelerin ve erginlik çağma gelmemiş çocukların üç defa izin istemeden efendilerinin yanına girmemeleri emir ve tavsiye edilmiştir. Üç defa izin isteme maksadiyle kapının çalınması, içerdekilerin derlenip toparlanmasını ve avret yerlerinin kapatılmasını sağlar. Bu da, edebe en uygun olandır. Allah, kullarına âyetlerini böylece açıklar. Emirlerine itaat edenler selâmete, kurtuluşa, hidayete, saadete; etmeyenler ise dalâlete, sapıklığa düşüp helak olmuşlardır.

59

«Çocuklarınız erginlik çağına geldiğinde kendilerinden öncekiler izin istediği gibi, onlar da izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.»

İzin isteme işi sadece kölelere ve cariyelere mahsus değildir, erginlik çağma gelen çocuklar için de hüküm aynıdır. Erginlik çağına gelen çocukların da ana babalarının yanına girerken izin almaları gerekir. Erginlik çağına giren çocukların izin istemeden ana babalarının yanlarına girmeleri hem edebe, hem de ahlâka aykırıdır. Belki o anda avret mahalleri açık olabilir veya ailevî bir ilişki içinde bulunabilirler. Avret mahallerinin çocukları tarafından görülmesi veya ailevî hususların müşahede edilmesi çocuklar üzerinde telâfisi imkânsız aksi tesirler yapabilir. Bundan dolayı Yüce Halik şöyle buyurmuştur: «Çocuklarınız erginlik çağma geldiğinde kendilerinden öncekiler izin istediği gibi, onlar da izin istesinler. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.» Bu âyet-i celilelerde İslâm toplumunun ahlâk kuralları en ince noktasına kadar beyan edilmektedir. Bu ilâhî emir, çocukların bile nasıl bir ahlâk kuralı içinde yetişmesi gerektiğinin en bariz örneğini sergilemektedir. Böyle bir disiplin içinde yetişen insanlar elbette büyüklerine karşı saygılı, küçüklerine karşı da şefkatli olacaktır. Bundan yoksun olanlar ise büyüklerine karşı bencil oldukları gibi, küçüklerine karşı da acımasız olacaklardır. İşte bugünkü toplumların temelinde yatan da budur. Bundan dolayı ahlâk, iffet, haya, edeb kalmamıştır.

60

«Evlenme ümidi kalmayan yaşlanıp oturmuş kadınlara, zinetlerini açığa vurmamak şartıyla rubalarını bırakmalarında onlar için bir mesuliyet yoktur. Fakat sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.»

Bu âyet-i celile ihtiyar kadınlar hakkında şer'i bir müsaadeyi beyan ediyor. Evlenme ümidi kalmayan, yaşlı ve hayızdan kesilen kadınların zinetlerini açığa çıkarmamak şartıyla üst örtülerim, çarşaflarını çıkarmalarında kendileri için bir günah, yoktur. Fakat iffetlerine ziyadesiyle riayet etmeleri daha hayırlıdır. Çünkü açılmakla fitne arasında bağ olduğu gibi, örtünmekle iffet arasında da bir münâsebet vardır. Bu bakımdan avret mahallerinin ve zilletlerinin açığa çıkarılmaması şartıyla yaşlı kadınlara üst elbiselerini çıkarma ruhsatı verilmiştir. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor.-«Evlenme ümidi kalmayan yaşlanıp oturmuş kadınlara, zinetlerini açığa vurmamak şartıyla rubalarını bırakmalarında onlar için bir mesuliyet yoktur. Fakat sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır. Allah, hakkıyla işiten, hakkıyla bilendir.»

61

«Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kâhyası olup anahtarları elinizde olan evlerde veya dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Birarada veya ayn ayrı yemenizde de bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, kendi adamlarınıza Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm verin. İşte Allah size âyetlerim, düşünesiniz diye böylece açıklar.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)'in'rivayetine göre bu âyet-i celile «mallarınızı aranızda bâtıl üzere yemeyin» âyetinden sonra nazil olmuştur. Bunun üzerine mü'minler, «malların en efdali taamdır» diyerek, körlerle, topallarla ve hastalarla yemek yemekten sakinmışlardır. Körler yemeğin hangisinin iyi olduğunu göremezler, topallar ve sakatlar, bu özürlerinden dolayı istedikleri gibi hareket edip yiyemezler, hastalar ise sağlam adam gibi yemeye ve içmeye muktedir olamazlar. Bu bakımdan bunların hakkı bize geçer korkusu ile yemekten sakınmışlardır. Onları küçük görerek veya kendilerinden tiksinerek değil, sadece haklarının kendilerine geçmesinden korktukları için sakınmışlardır. Bunun üzerine bu âyet nazil olup şöyle buyurulmuştur: «Kör için bir sorumluluk yoktur. Topal için bir sorumluluk yoktur. Hastaya da bir sorumluluk yoktur. Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kız kardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde veya teyzelerinizin evlerinde veya kâhyası olup anahtarları elinizde olan evlerde veya dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Birarada veya ayrı ayrı yemenizde de bir sorumluluk yoktur. Evlere girdiğiniz zaman, kendi adamlarınıza Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selâm verin. İşte Allah size âyetlerini, düşünesiniz diye böylece açıklar.»

Rivayete göre, âyette zikredilen kimseler sözü geçen evlerde izinsiz olarak yemek yerlerdi. Ev sahipleri onlara yemek yedirmekten, onlar da davetsiz olarak veya sahiplerinin izni olmadan evlere gitmekten çekindiler. Hele «mallarınızın aranızda bâtıl üzere yemeyin» âyeti nazil olduktan sonra onların bu hassasiyetleri daha da artmıştır. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş, özürlü insanların yemesinde bir sorumluluk olmadığı ve hangi evlerde izinsiz yemek yenebileceği açıkça belirtilmiştir. Yemek yenebilecek evler belirtildikten sonra, yemek yeme âdabı da bildirilmiş ve şöyle buyurulmuştur: «Birarada veya ayrı ayrı yemenizde de bir mahzur yoktur. Bazı kimseler İslâm'dan önce, tek başına yemek yemekten imtina ederlerdi. Hatta birlikte yemek yiyecek birisini bulamadıkları zaman yemek yemeden vazgeçerlerdi. Bu âyet ile birlikte yemenin de, ayrı ayrı yemenin de hiçbir mahzuru olmadığı bildirilmiş ve evlere girmenin âdabı da gösterilerek şöyle buyurulmuştur: «Evlere girdiğiniz zaman kendinize Allah katından bereket, sağlık ve güzellik dileyerek selâm verin.» Âyet-i celilede zikredilen hususlar son derece anlamlıdır. Önce hangi evlerde izinsiz yemek yeneceği, sonra birarada veya ayrı ayrı yemenin bir mahzuru olmadığı ve daha sonra da evlere girmenin âdabı belirtilmiştir. Aslında kendi yakınlarına ve dostlarına selâm verenler kendilerine selâm vermişlerdir. Zira selâm Allah'ındır. Elbette buna en lâyık olanlar ebeveynler, çocuklar, kardeşler, akrabalar ve dostlardır. Çünkü selâmda, bereket, sağlık, esenlik, güzellik vardır. Böylece karşılıklı selâmlaşmak akrabaları, yakınları, dostları birbirine bağlar. İbn Abbas (radıyallahü anh) eve girenler orada kimseyi bulamazlarsa dahi

«Allah'ın selâmı bizim ve sâlih kullarının üzerine olsun, desinler» demiştir. İlâhî nizamdaki hikmetleri ve takdirleri görmeniz için Allah size âyetlerini, düşünesiniz diye böylece açıklar.

62

«Mü’minler ancak Allah'a ve Resulüne iman ederler ve Peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında ondan izin isteyip alıncaya kadar gitmeyenlerdir. Gerçekten senden izin isteyenler, işte onlar Allah'a ve Resulüne inananlardır. Bir takım işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. Ve Allah'tan onların bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki, Allah çok yarlığayıcıdır, çok merhamet edicidir.»

Mü’minler, ancak Allah'a ve Resulüne iman edip bir işe karar vermek için Peygamberle birlikte toplandıkları zaman, ondan izin alıncaya kadar yanından ayrılıp gitmeyenlerdir. Gerçek mü’minler Allah ve Resulüne iman edip emirlerine itaat ederek, peygamberleri izin vermeden yanından ayrılmayanlardır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Mü’minler ancak Allah'a ve Resulüne iman ederler ve Peygamberle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında ondan izin isteyip alıncaya kadar gitmeyenlerdir. Bir takım işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. Ve Allah'tan onların 'bağışlanmalarını dile. Şüphesiz ki, Allah çok yarlığayıcıdır, çok merhamet edicidir.» Hakiki mü’min Allah'a ve Resulüne iman ettiği gibi, emirlerine de itaat eder. Allah ve Resulünün emrine muhalif en küçük bir harekette bulunmaz. Sahâbe-i kiram, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den izin almadan yanından asla ayrılmazlardı. Allah Resulü kendilerine izin verinceye kadar otururlardı.

Bu âyet-i celile müslümanların dünya işlerinde reislerinin emirlerine itaat etmelerine işaret ediyor. Çünkü müslümanların kendilerinden olan emir sahiplerine itaat etmeleri Allah ve Resulünün emridir. Emir sahiplerinde aranan özellik de Allah ve Resulünün emri istikametinde hareket etmeleridir.

63

«Kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi Peygamber'i çağırmayın. İçinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz ki Allah bilir. O'nun emrine aykırı hareket edenler başlarına bir belâ gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.»

64

«Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, sizin içinde bulunduğunuz durumu da, kendisine döndürüleceğiniz günü de gerçekten bilir. Onlara işlediklerini haber verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilir.»

Her gönlün Peygamber'e karşı saygı duyması gerekir. Söylediği her kelimede, yaptığı her seslenişte bu saygıyı göstermesi icap eder. Zira âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamber, elbette rastgele çağrılmaz. Çünkü Hâlik-ı Mutlak, bütün varlığı onun için yaratmış; onu da insanlığı hidayete, kurtuluşa, selâmete, saadete ve rahmete kavuşturmak için göndermiştir. Hidayete, kurtuluşa ve rahmete vesile olan bir peygamber, elbette ta'zim ve hürmet ile çağrılır. İmam-ı Mücahid lie Katade bu emrin mânâsını şöyle ifade etmişlerdir: «Siz Peygamber'i, ya Muhammed veya ey Kasım'ın babası» diye çağırmayın. Onu «Ya Nebiyyallah veya ya Resûlâllah» diye ta'zim ve hürmetle çağırın. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Ey mü’minler, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi Peygamber'i çağırmayın. İçinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz ki, Allah bilir. O'nun emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belâ gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.» Allah, Peygamber'ine muhalefet edenlerden intikamını mutlaka ahr. Çünkü göklerdeki ve yerdeki her şey O'nundur. O, iman edenleri de, etmeyenleri de bilir. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Dikkat edin, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. O, sizin içinde bulunduğunuz durumu da, kendisine döndürüleceğiniz günü de gerçekten bilir. Onlara işlediklerini haber verir. Ve Allah her şeyi hakkıyla bilendir.»

0 ﴿