NEML SURESİ

Bu sûre-i celile Kur'ân-ı Kerîm'in 27. süresidir. Mekke'de nazil olmuştur ve 93 âyettir. Bu sûrenin ihtiva ettiği başlıca konular peygamberlerin kıssaları, kimlerin hidayete erip kimlerin dalâlete düşeceği, Hazret-i Süleyman'ın bütün mahlûkatın dilini konuştuğudur. Sûrede başlıca şu peygamberlerin kıssaları geçmektedir. Hazret-i Musa, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Salih, Hazret-i Lût. Süleyman (aleyhisselâm)’ın, bir hârika olarak «Nemil» denen karıncaların bulunduğu vadiye gittiği vakit, karıncaların neler söylediğini ve neler yaptığım hikâye ettiği için bu mübarek sûreye «Nemi» ismi verilmiştir.

1

«Tâ, Sîn. Bunlar Kur'an’ın ve her şeyi aşikâr kılan kitabın âyetleridir.»

2

«Mü’minlere doğruluk rehberi ve müjdedir.»

3

«Onlar ki, namazı dosdoğru kılarlar, zekât verirler ve âhirete yakînen inanırlar.»

4

«Âhirete inanmayanların amellerini kendilerine güzel göstermişizdir. Bu yüzden şaşırıp kalmışlardır.»

5

«Bunlar öyle kimselerdirler ki, kötü azap onlarındır. Ve onlar âhirette de en çok hüsrana uğrayanların kendileridir.»

İbn Abbas (radıyallahü anh) şöyle demiştir: «Tâ, Sin, Allahü teâlâ'nın isimlerinden biridir. Nitekim yukarda bunun izahı geçmiştir. Yüce Allah «benim adım hakkı için Muhammed'in haber verdiği kelâm Kur'an'ın âyetleridir ki, hidayet ve dalâlet yollarını gösteren kitaptır» buyurmuştur. Kur'an hidayet edici, yol gösterici ve mü’minleri cennetle müjdeleyicidir. Mü’minler, iman edip namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, âhirete yakînen inanırlar, Allah'ın emirlerine itaat edip yasaklarından sakınırlar ve Resûlüllah'a tâbi olurlar. İşte bunlar cennet nimetleriyle müjdelenmişlerdir. İman etmeyenlerin ve âhireti inkâr edenlerin amelleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Bu yüzden onlar şaşırıp kalmışlardır. Onlar inkârları yüzünden elim bir azaba uğrayacaklar ve âhirette de en çok hüsrana uğrayacak onlardır. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Âhirete inanmayanların amellerini kendilerine güzel göstermişizdir. Bu yüzden şaşırıp kalmışlardır. Bunlar öyle kimselerdir ki, kötü azap onlarındır. Ve onlar âhirette de en çok hüsrana uğrayanların kendileridir.”

6

«Muhakkak ki, Kur'an'ı sana hakkıyle bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibi tarafından veriliyor.»

Kur'ân-ı Kerim, sevgili Peygamberimize her şeyi hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafından insanları hidayete erdirmek, yol göstermek, küfrü ve imanı bildirmek, helâli ve haramı göstermek, hakkı ve bâtılı ayırt etmek, iman edenleri cennet nimetleriyle müjdelemek için indirilmiştir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «(Ya Muhammed!) muhakkak ki, Kur'an'ı sana hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibi tarafından veriliyor.»

7

«Hani Musa ailesine demişti ki; Ben bir ateş gördüm. Size oradan ya bir haber getireceğim, yahut ısınasınız diye parlak bir ateş koru getireceğim.»

8

«Oraya geldiği vakit kendisine şöyle seslenildi: Ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır. Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir.»

Allahü teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Muhammed'in ümmetinin ibret alması için geçmiş peygamberlerin kıssalarının bir kısmım zikretmiştir. Hazret-i Musa'nın kıssasını da zikrederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Ya Muhammed, Musa'nın Medyen'den Mısır'a giderken ailesine söylediklerini ümmetine haber ver.» Musa (aleyhisselâm)’nın bu kıssasında ders alınması gereken büyük ibretler ve hikmetler vardır. Musa (aleyhisselâm) Medyen'den ailesini ve davarlarını alıp Mısır'a, kavminin yanına giderken soğuk ve karanlık bir gecede Tur-i Sina dağının yakınında yolunu kaybeder. Şiddetli soğuktan üşüyen ve karanlık gecede yollarını kaybetmekten endişelenen Musa (aleyhisselâm) ve ailesi kurtuluş çaresi ararken tam o esnada Tur dağında bir ateş görünür. Bu onlar için bir ümit kaynağı olur. O, ailesine “Siz burada bekleyin, ben bir ateş gördüm gidip ondan ya size bir haber getireyim veya ısınmanız için bir parça ateş alıp geleyim» der. Musa (aleyhisselâm) orada ailesini bırakır, ateşin bulunduğu istikamete doğru gider. Ona yaklaştığı zaman» ateşin yanında olan ve çevresinde bulunanlar mübarek kılınmıştır» diye kendisine nida olunur. Ateşin içindekilerin ve çevresindekilerin kim olduğu tefsirciler arasında ihtilaf konusudur. Cumhura göre Hazret-i Musa'nın gördüğü ateş değil, nurdur. Ateş olarak zikredilmesi Musa (aleyhisselâm)'nın ateş şeklinde gördüğünden dolayıdır. Aslında, ateş şeklinde gördüğü şey nurdur. Nurun içinde Allahü teâlâ'yı tesbih ve takdis eden melekler vardır. Etrafında ise Hazret-i Musa vardır. İbn Abbas'ın rivayetine göre, ateşin içindeki Allahü teâlâ'nın zatıdır. O'nun zatının perdelerinden biri de ateştir. Nitekim hadiste şöyle beyan edilmiştir» Hâlik-ı Zülcelâl'in perdelerinden biri de ateştir. Şayet ateş O'nu perdelemeseydi mukaddes zatının nuruna hiçbir şey dayanamazdı.

Bundan sonra zatını tenzih edip şöyle buyurmuştur: «Âlemlerin Rabbi olan Allah münezzehtir.» O, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O, bütün âlemin, mevcudatın, yerlerin, göklerin halikı, ma'budu, rızıklandıranı, besleyeni, koruyanı, muhafaza edenidir. Her şey O'na muhtaçtır, O, hiçbir şeye muhtaç değildir.

9

«Ey Musa, hakikat şudur ki mutlak galip olan, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan Allah benim.»

10

«Değneğini at. Onun yılan gibi hareketler yaptığını görünce arkasına bakmadan dönüp kaçtı. Ve geri dönmedi. Ey Musa, korkma, benim katımda muhakkak ki peygamberler korkmazlar.»

Yüce Allah, Musa (aleyhisselâm)'ya «Ey Musa, hakikat şudur ki, mutlak galip olan, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan Allah benim.» buyurmuştur. Allahü teâlâ, Hazret-i Musa'ya elindeki âşâyı yere atmasını emretmiş, o da ilâhî emir gereği olarak asayı yere atmıştır. Yere atmış olduğu âsâ o anda koskocaman bir yılan oluverir. Hazret-i Musa âsâyı yılan olarak görünce korkar ve arkasını dönüp kaçar. Çünkü bugüne kadar değneğinin yılan olduğunu hiç görmemişti. Yılanın kendisine saldıracağım zannederek geri dönmez. O zaman Hâlik-ı Zülcelâl «Ey Musa, korkma, benim katımda muhakkak ki peygamberler korkmazlar» buyurmuştur. Peygamberler emin kılınmıştır, onlar için korku yoktur. Yalnız zulmedenler bunun dışındadır. Onlar için korku, keder, hüzün, azap vardır. Tevbe edip kötülüklerini iyiliğe çevirenleri Allah yarlığar, kusurlarını bağışlar, günahlarını affeder.

11

«Yalnız zulmeden bunun dışındadır. Kötü hali iyiliğe çeviren kimse bilsin ki, ben şüphesiz ki, hakkıyla yarlığayıcıyım, çok merhamet ediciyim.»

Bazı bilginlere göre âyette geçen «yalnız zulmedenler bunun dışındadır» istisnası, peygamberler için değildir. Çünkü peygamberlere zulüm isnat etmek asla caiz değildir. Zira onlar masumdurlar. Bu istisna peygamberlerden başkası içindir. O zaman mânâ şöyle olur «benim katımda peygamberlere korku yoktur. Korku onlardan başkası içindir ki, onlar da zalimlerdir.»

12

«Ve elini koynuna sok. Firavun ve kavmine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, bembeyaz çıksın. Şüphesiz ki, onlar fâsık bir kavim idiler.»

13

«Âyetlerimiz böyle parlak olarak onlara gelince: 'Bu apaçık bir büyüdür' dediler.»

14

«Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde zulüm ve kibirleri yüzünden bunları bile bile inkâr ettiler. Bir bak, bozguncuların sonunun nasıl olduğuna.»

«Ya Musa, elini koynuna sok. Firavun'a ve kavmine gönderilen dokuz mucizeden biri olarak kusursuz, bembeyaz çıksın. Şüphesiz ki, onlar fâsık bir kavim idiler.» Musa (aleyhisselâm) bu ilâhî emir gereği, elini koynuna sokar, geri çıkardığı zaman lekesiz, bembeyaz oluverir. Görenleri hayrete düşürür. Musa (aleyhisselâm)'nın mucizelerinden biri de bu idi. Âyette geçen dokuz mucize ise şunlardır: Âsânın yılan oluşu, elin bembeyaz kesilmesi, tufan, kuraklık, çekirge salgını, kene salgını, kurbağa salgını, suyun kal oluşu, kıtlık seneleri gibi. Bazılarına göre ekinlerin azalması ve denizin yarılması alâmeti de vardır. O zaman bu harikaların adedi on bir olur. Bu kavle göre âyet-i celilenin mânâsı şöyle olur: Âsâ ve beyaz el mucizesinden başka dokuz mucize ile Firavun ve kavmine git.»

Tefsircilere göre Musa (aleyhisselâm)'nın sırtında yünden yapılmış yakasız bir gömlek vardı. Allahü teâlâ, Musa (aleyhisselâm)'ya «elini koynuna sok» emrini verince, elini yakasından içeri sokar. Geri çıkardığı zaman elinin bembeyaz olduğunu görür. Firavun ve kavmini imana davet için gönderilen Musa (aleyhisselâm), onlara peygamber olduğunu isbat etmek için Allah tarafından kendisine verilen dokuz mucizeden biridir bu. Onlar Allah'ın emirlerine isyan eden zalim bir kavimdiler. Hazret-i Musa, Firavun'a ve kavmine gidip kendilerine peygamber olarak gönderildiğini söyleyince, onlar kendisinden peygamber olduğuna dair mucize istemişlerdir. O da, kendilerine değnek ve el mucizelerini gösterince «bu apaçık bir büyüdür» demişler, zulüm ve inatları yüzünden peygamberlerini inkâr etmişlerdir. Halbuki onun büyü olmadığına kalbleri kanaat getirmiştir. Buna rağmen Hazret-i Musa'nın getirdiğine iman etmemek için inkâr etmişlerdir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Âyetlerimiz böyle parlak olarak onlara gelince: 'Bu apaçık bir büyüdür' dediler. Gönülleri kesin olarak kabul ettiği halde zulüm ve kibirleri yüzünden bunları bile bile inkâr ettiler. (Ya Muhammed!) bir bak bozguncuların sonunun nasıl olduğuna.» Firavun ve kavmi inkâr ve zulümlerinin cezasını denizde boğularak görmüşlerdir. Bunun için Yüce Halik sevgili Peygamberine «bir bak, bozguncuların sonunun nasıl olduğuna» buyurmuştur. Yeryüzünde Allah'a şirk koşup bozgunculuk yapanlar her zaman, lâyık oldukları cezayı görmüşlerdir. Bunların yolundan gidenler de aynı akıbete uğrayacaklardır. Bunların uğramış oldukları akıbeti Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmetine, ibret olması için haber vermiştir. Allah'a eş koşup yeryüzünde bozgunculuk yapanlar ve imandan yüz çevirenler, onların uğradıkları akıbete uğrayacaklardır. Bundan sonra Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm)'ın kıssaları nakledilmiştir.

15

«Yemin olsun ki, biz Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi de bizi mü’min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun” dediler.»

16

«Süleyman da Davud'a vâris oldu. Ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi. Ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.»

Allahü teâlâ, Dâvud ve Süleyman (aleyhisselâm)'a ilim ve hikmet vermiştir. Onlar kendilerine verilen ilim ve hikmetle insanlar arasında hükmederler, mahrukatın lisanını konuşurlar ve dağların zikir ve tesbihini anlarlar. Onlar, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetlere şükrederek şöyle derler «bizi mü’min kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamd olsun.» Allahü teâlâ onlara kitap, ilim, nübüvvet, risalet, saltanat vermiş; insanları, cinleri ve şeytanları da emirlerine müsahhar kılmıştır. Böylece onları diğer mü’minlerden üstün kılmıştır. Hâlik-ı Zülcelâl, Süleyman (aleyhisselâm)'ı babası Dâvud (aleyhisselâm)'un ilmine, nübüvvetine ve mülküne vâris kılmıştır. Bu nimet ve bu üstünlük Dâvud (aleyhisselâm)'un on dokuz oğlundan sadece Süleyman (aleyhisselâm)'a nasip olmuştur. Hatta Dâvud (aleyhisselâm)'dan fazla olarak rüzgâr ile şeytanlar da onun emrine müsahhar kılınmıştır. Bu özellikler kendisine verilen Süleyman (aleyhisselâm) halka şöyle demiştir: «Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi, biz onların neler konuştuğunu biliyoruz. Her şey bize çok fazlasıyla verildi. Doğrusu bunlar bizim için apaçık bir lütuftur.» Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Süleyman da Davud'a vâris oldu. Ve dedi ki: Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi. Ve bize her şeyden bolca verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.»

Kâ'b (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Bir gün Süleyman (aleyhisselâm)'ın yanında bir kumru öter. Hazret-i Süleyman kuşların ne konuştuğunu anladığı için yanındakilere «bu kuşun ne söylediğini biliyor musunuz?» diye sorar. Onlar da bilmediklerini söyler. O «'ölmek için doğdunuz, yok olmak için de yiyiniz' diyor» der. Sonra Üveyik kuşu öter. Onun da ne söylediğini yanındakilerin anlayıp anlamadıklarını sorar. Onlar bir şey anlamadıklarını söylerler. Süleyman (aleyhisselâm) «o kuş şöyle diyor 'keşke insanlar yaratılmadaydı. Çünkü onlar dünyaya gelip günahkâr oldular, Allah'ın emirlerine karşı gelip isyan ettiler'» der. Sonra Tavus kuşu öter. Aynı soruyu yanındakilere yine sorar, onlar yine bir şey anlamadıklarını söyler. Süleyman (aleyhisselâm) «merhamet etmeyen merhamete uğramaz, diyor» der. Arkasından gece kuşu öter, yanındakiler onun ötüşünden yine bir şey anlamazlar. Süleyman (aleyhisselâm) «'ey günahkârlar, tevbe istiğfar edin diye- size nida ediyor» der. Sonra Tavta kuşu öter, insanlar onun ötüşünden de bir şey anlamaz. Süleyman (aleyhisselâm) «'ey insanlar, aklınızı başınıza alın, her canlı ölür, her yeni eskir' diyor» der. Sonra kırlangıç öter, onun da ötüşünden halk bir şey anlamaz. Süleyman (aleyhisselâm) »'ey insanlar, ölmeden önce iyi ameller gönderin ki, gittiğiniz zaman onları bulaşınız' diyor» der. Sonra güvercin öter. Hazret-i Süleyman (aleyhisselâm) onun ne söylediğini yanındakilere sorar. Onlar hiçbir şey anlamadıklarını söyler. O «yerlerin ve göklerin doluşunca Rabbini tesbih ettiğim söylüyor» der. Sonra karga öter, yanındakiler onun da ne söylediğini anlamazlar. Süleyman (aleyhisselâm), «bu 'ey Rabbim, hilebazlara ve isyankârlara lanet et' diye Rabbine niyaz ediyor» der.

Rivayete göre, Yahudilerden bir topluluk İbn Abbas'a gelip şöyle demişlerdir: 'Sana yedi şey soracağız, eğer bunlara cevap verebilirsen, biz de senin dinine gireceğiz ve iman edeceğiz.» İbn Abbas (radıyallahü anh) da öğrenmek için sorun, fakat inat için sormayın, der. Yahudiler «koyun ne diye meler, horoz ne diye öter, kurbağa ne diye bağırır, merkep ne diye anırır, at ne diye kişner, sığır ne diye bağırır ve tavuk ne diye öter» derler. İbn Abbas (radıyallahü anh) onlara şu cevabı verir: Davar «Ey Rabbim, Muhammed ve âline düşman olanlara lanet et, der. Horoz «Ey insanlar, Allah'ı zikredin, ömrünüzü gaflet içinde geçirmeyin» der. Kurbağa «Karadakilerin ve denizdekilerin ma'budu olan Allah'ı zikrederim» der. Merkep «Ey Rabbim, sana isyan edenlere lanet et» der. At «Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, her şeyin Rabbidir» der. Sığır “Ey Rezzâk-i Âlem, senden her gün beni rızıklandırmanı istiyorum» der. Tavuk «Rahman arş üzere galiptir» der. Yahudiler İbn Abbas (radıyallahü anh)'dan bu cevabı alınca hepsi iman edip müslüman olurlar.

Süleyman (aleyhisselâm) doğudan batıya kadar her yere hükmederdi. Yediyüz yıl altı ay saltanat sürmüştür. Zamanında birçok yeni sanatlar vücuda gelmiştir.

17

«Süleyman cinlerden, insanlardan, kuşlardan orduları topladı. Hepsi topluca giderlerdi.»

Yeryüzüne malik ve hâkim olan Süleyman (aleyhisselâm)'in cinlerden, insanlardan, kuşlardan toplanmış orduları vardı. Savaşa giderken bunların hepsi topluca harekete geçerdi. Bu ordu çok disiplinli ve eğitimliydi. Süleyman (aleyhisselâm)’ın vekilleri, vezirleri orduyu tanzim eder, disipline sokardı. Orduda başıboşluk ve nizamsızlık görülmezdi. Muhammed ibn Kâ'b'ın rivayetine göre, Süleyman (aleyhisselâm)’ın ordularını havada taşıyan yüz fersah büyüklüğünde bir halısı vardı. Bu halının yirmi beş fersahı cinlere, yirmi beş fersahı insanlara, yirmi beş fersahı kuşlara ve yirmi beş fersahı da vahşi hayvanlara tahsis edilmiştir. Bu halıyı ordusuyla beraber havada götürmesini rüzgâra emrederdi. Rüzgâr da halıyı Süleyman (aleyhisselâm)’ın istediği istikamete götürürdü. O, sefere giderken ailesini, hizmetçilerini, aşçılarını, demirci ustalarını da beraberinde götürürdü. Yeri geldikçe herkes görevini tam olarak yapardı. Hiçbiri görevini aksatmazdı.

18

«Nihayet karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca dedi ki: Ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları farkına varmadan sakın sizi ezmesin.»

19

«Onun bu sözü üzerine gülercesine tebessüm etti. Ve dedi ki: Rabbim, bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın şeyi yapmakta beni muvaffak eyle ve rahmetinle beni sâlih kulların arasına koy.»

Süleyman (aleyhisselâm)'in ordusu, karıncası çok Taif derelerine yaklaştıkları zaman, karıncaların reisi arkadaşlarına «ey karıncalar, yuvalarınıza girin. Süleyman ve orduları farkına varmadan sakın sizi ezmesin» diye nida eder. Yel karıncanın bu sözlerini Süleyman (aleyhisselâm)'a ulaştırır. O, karıncaların bu sözlerini duyunca gülercesine tebessüm eder. Ve Rabbine şöyle niyaz eder: «Rabbim, bana, anama ve babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın şeyi yapmakta beni muvaffak eyle ve rahmetinle beni sâlih kulların arasına koy.» Süleyman (aleyhisselâm) karıncanın bu sözlerine teaccüp ettiği için güler. Çünkü o zaman karıncaların bulunduğu yer ile Süleyman (aleyhisselâm)’ın ordusu arasında üç mil mesafe vardı. Karıncalar onları henüz görmemişlerdi. Hem Süleyman (aleyhisselâm) ve ordusu havadan gidiyordu. Havadan giden bir ordu nasıl olur da yerdeki karıncaları ezebilir? Süleyman (aleyhisselâm) ile havadan giden ordunun ileri gelenleriydi, yerde yaya ve süvari olarak gidenler ise avam kısmıydı. Bazılarına göre bu olay, rüzgârın Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrine müsahhar kılınmadan önce meydana gelmiştir. Rüzgâr onun emrine müsahhar kılındıktan sonra ordusu hep havadan gitmiştir. Süleyman (aleyhisselâm) kendisine verilen bunca nimetlere karşı büyüklenip kibirlenmemiş ve Rabbine her zaman şöyle niyazda bulunmuştur: «Ey Rabbim, bana, anama ve babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın şeyi yapmakta beni muvaffak kıl.» İşte cihana hükmeden bir peygamberin duası budur. O, bütün bunların geçici olduğunu biliyor ve Rabbine döneceğini hiçbir şekilde unutmuyordu. Bunun için de nimeti verene daima şükrediyordu. İnsanların bundan ibret alıp aynı şekilde hareket etmesi gerekir.

20

«Kuşları araştırarak dedi ki: Hüdhüd'ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıp olanlardan mı oldu?»

21

«Ya bana apaçık bir burhan getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim.»

Süleyman (aleyhisselâm)’ın ordusu cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşmuştu. Bir yerde konakladıkları zaman kuşlar havada saf tutup onu ve ordusunu gölgelendirirdi. Yine bir sefer esnasında, konakladıkları yerde kuşlar saf tutup onları gölgelemişler, fakat bir boşluk kalıp o boşluktan Süleyman (aleyhisselâm)'a güneş gelmişti. Bu güneşin nerden geldiğini tesbit için kafasını kaldırıp kuşlara bakmış, Hüdhüd kuşunu görememişti. Hüdhüd kuşunu göremeyen Süleyman (aleyhisselâm) nereye gittiğini sorar. Çünkü bu ayrılış kendisinden izinsizdi. Kendisinden izin almadan kimse ordudan ayrılamıyordu. Hüdhüd'ün izinsiz ayrılışına çok kızan Süleyman (aleyhisselâm) şöyle der: «îzinsiz gittiğine dair ya bana apaçık bir burhan getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya ceza olarak keserim.»

İbn Abbas (radıyallahü anh)’ın rivayetine göre Hüdhüd kuşu seferde Süleyman (aleyhisselâm)’ın su bulma rehberiydi. Suyun nerede olduğunu tesbit eder, gagasıyla suyun bulunduğu yeri belirler, cinler daha sonra onun gagasıyla belirlediği yeri kazarak suyu çıkartırlardı. Yine bir sefer esnasında Süleyman (aleyhisselâm) ordusu ile beraber bir yerde konaklar, su ihtiyaçları olur, su bulmak için etrafa adamlar gönderir, hiçbiri su bulamadan döner. Suyun nerede olduğunu tesbit için Hüdhüd'e sormak isterler, fakat onu bulamazlar. Durum Süleyman (aleyhisselâm)'a arzedilir. O etrafı kontrol eder, Hüdhüd'ü göremez, yoksa Hüdhüd burada hazır değil mi, kayıplardan mıdır?» der. Onu kuşların arasında göremeyen Süleyman (aleyhisselâm) çok kızar ve «Allah'a yemin ederim ki, ya bana apaçık bir burhan getirecektir, ya da onu şiddetli bir azaba uğratırım veya keserim.» der. Tefşirciler Süleyman (aleyhisselâm)'in Hüdhüd'e vereceği azap hakkında ihtilâf etmişlerdir. Cumhura göre, kanadını ve kuyruğunu kesip tüyünü yolarak, karıncaların bol olduğu yere bırakıp karıncalara yedirmek, ona verilecek en büyük cezadır. Hüdhüd kuşunun diğer kuşlardan ayrılmasına sebep şudur: Yemen'e sefere giderken yolda manzarası, ormanları, çiçekleri ve otlakları çok güzel bir yer görür. Orada konaklayıp öğlen namazını kılıp yemek yemek ister. Onlar oraya inip yerleşene kadar Hüdhüd de bu memleketin kime ait olduğunu öğrenmek için diğer kuşlardan ayrılıp uçar gider. Bir müddet gittikten sonra Belkıs'ın bağlarını, bahçelerini görür ve oraya iner. Bağın içinde bir Hüdhüd görür. Görmüş olduğu Hüdhüd kuşunun ismi Infir'dir. Belkıs'ın bağındaki Hüdhüd kuşu Süleyman (aleyhisselâm)'in Hüdhüd kuşuna nereden geldiğini sorar. Süleyman (aleyhisselâm)'ın Hüdhüd kuşunun ismi da Yâfur'dur. Yâfur, Davud'un oğlu Hükümdar Süleyman ile Şam'dan geldiklerini söyler. Infir, Süleyman'ın kim olduğunu sorar. Yâfur onun, cinlerin, insanların, kuşların ve hayvanların hükümdarı olduğunu, rüzgârın ve şeytanların emrine müsahhar bulunduğunu söyler. Sonra Infir'e kim olduğunu sorar. Infir, o memleketli olduğunu söyler. Yâfur, bu beldenin padişahının kim olduğunu sorar. Infir, Belkıs adında bir kadın olduğunu ve memleketinin çok geniş ve güzel olduğunu, emri altında on iki bin subay bulunup her subayın yüz askeri bulunduğunu söyler. Sonra «benimle beraber gelip onun mülkünü ve tahtım görmek istemez misiniz?» der. Yâfur ona şu cevabı verir: «Namaz vakti geldi, padişahım Süleyman abdest almak için su ister, onu bulamadıkları zaman bana müracaat ederler, kuşların arasında olmadığımı görürse bana kızar ve beni cezalandırır. Onun beni cezalandırmasından korkuyorum, bu bakımdan seninle gelemem. Infir, «sen hükümdarına bu memleketin padişahının kim olduğunu öğrenip durumunu haber verirsen o çok sevinir, bunun için de korkma, beraber gidelim» der. Bunun üzerine ikisi birden Belkıs'ın köşkünün olduğu yere giderler, orası Hüdhüd'ün o kadar hoşuna gider ki, bir daha geri Süleyman (aleyhisselâm)'ın yanına dönmeyi aklından bile geçirmez. O sırada Süleyman (aleyhisselâm) da namaza hazırlanır, su ister, hizmetçileri su bulamazlar. İnsanlardan, cinlerden, kuşlardan bir kısmını su aramaya gönderir. Kimse su bulup getiremez. Bu defa Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'ü ister, kuşlar onun olmadığım söyler, Süleyman (aleyhisselâm) nereye gittiğini sorar. Kuşlar bilmediklerini söyler. Buna çok kızan Süleyman (aleyhisselâm) kuşların başkanı olan Akkap kuşuna onu bulup kendisine getirmesini ister. Bunun üzerine Akkap yola çıkar, Hüdhüd'ün nerede olduğunu tesbit etmek için göğe yükselir ve Yemen'de, Belkıs'ın sarayının yanında olduğunu anlar. Hemen oraya uçar. Hüdhüd, Akkap kuşunun kendisine çok hiddetli bir şekilde geldiğini görünce, korkar ve «ey Akkap, sana bu gücü ve kudreti veren Allah hakkı için bana bir şey yapma» der. Hüdhüd'den bu sözleri duyan Akkap sakinleşir, ona bir şey yapmaz ve «neredesin, peygamber seni şiddetli bir şekilde cezalandıracağına veya keseceğine yemin etti, nerede olduğunu bana söyle» der. Sonra ikisi birden Süleyman (aleyhisselâm)'in bulunduğu yere gelirler. Diğer kuşlar bunları karşılar ve «sen niçin aramızdan ayrıldın? Allah Resulü sana çok kızdı, seni ağır bir şekilde cezalandıracak veya öldürecek» derler. Hüdhüd «Allah Resulü benim için bundan başka bir şart koştu mu?» der. Kuşlar da «evet, ya bana niçin gittiğine dair açık bir delil getirir veya öldürürüm, dedi» derler. Hüdhüd «öyleyse ben onun azabından kurtulurum» der. Sonra Akkap kuşu ile beraber Süleyman (aleyhisselâm)'in huzuruna çıkarlar. Akkap «Ey Allah'ın Resulü, Hüdhüd'ü sana getirdim» der. Hüdhüd, Süleyman (aleyhisselâm)'in kürsüsüne yaklaşır ve kafasını mütevazi bir şekilde yukarı kaldırır. Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'ü başından tutup kendisine doğru çeker ve «neredeydin, şimdi sana en ağır cezayı vereceğim» der. Hüdhüd, Süleyman (aleyhisselâm)'a şu cevabı verir: «Ey Allah'ın Resulü, şu anda benim senin elinde olduğun gibi, sen de Allah'ın elindesin.» Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'den bu sözleri işitince elini hemen kafasından çeker ve onu affeder. Sonra nerede olduğunu sorar, Hüdhüd de nerede olduğunu ona haber verir.

22

«Çok geçmeden o geldi ve dedi ki: Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim ve sana Sebe'den gerçek bir haber getirdim.»

23

«Ora halkına hükmeden ve her şeyden bolca verilmiş olan büyük bir tahta sahip bir kadın buldum.»

24

«Onun ve kavminin Allah'ı bırakıp güneşe secde eder olduklarını gördüm. Şeytan onların yaptıklarını güzel göstermiş ve onlan doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar.»

Çok geçmeden Hüdhüd gelir, kendisini affettirmek için Süleyman (aleyhisselâm)'a şöyle der: «Ey Allah'ın peygamberi, ben sizin bilmediğiniz bir şey öğrendim, onun için geciktim. Size Seb'e vilâyetinden gerçek bir haber getirdim.» Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'e getirdiği haberin ne olduğunu sorar. Hüdhüd bunu şöyle nakleder: Seb'e vilâyetinin melikesi olan Belkıs adında bir kadın buldum. O, Kâhtan kabilesinden Serâcîl'in kızıdır. Babası da padişah imiş, dedesinin kırk oğlu olup hepsi padişah imişler. Padişah olarak en son Belkıs’ın babası kalmış. Kimseyi kendisine lâyık görmediği için insan cinsinden evlenmemiş, cinlerden evlenmiş, bu evlilikten de Belkıs adında bir kızı olmuş. Babası ölünce bu kız tahta geçmiş ve Yemenin hükümdarı olmuştur. Bu tahta geçince kavmi ikiye ayrılmış, bir kısmı tâbi olmuş, bir kısmı tâbi olmamıştır. Kendisine tâbi olmayanlar, içlerinden kendilerine bir başkan seçmişler. Seçtikleri başkan kısa bir nıüdet sonra ahlâksızlık yapmaya başlamıştır. Halk bunu seçtiğine pişman olmuş, memleketlerinden çıkarmak istemişler, fakat buna muvaffak olamamışlar. Bu durum Belkis'a bildirilmiş, Belkıs onu tuzağa düşürmek için kendisine cazip bir teklifte bulunmuş, o da bu teklifi kabul etmiş. Belkıs ona evlenme teklifinde bulunmuş, o da bu teklifi kabul ederek evlenmişler. Gerdek gecesi Belkıs ona sarhoş olana kadar içki içirraiş, sarhoş olduktan sonra da kafasını kesip sarayının kapısına astırnaştır. Bundan sonra ayrılanlar da Belkıs'a tâbi olmuşlar. Belkıs’ın altından yapılmış, kırmızı ve yeşil yakutla süslenmiş, gözleri kamaştıran çok güzel bir tahtı vardır. Onun memleketi çok güzel, bağ ve bahçeleri yeşillik, bolluk, halkı refah içindedir. O ve kavmi, Allah'ı bırakıp güneşe secde ediyorlar, şeytan onların yaptıklarını kendilerine güzel göstermiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Bu yüzden onlar doğru yolu bulamazlar. Biz, onları sana itaata mecbur edip mülklerine de hâkim olalım.» İmam-ı Mukâtil'in rivayetine göre Belkıs’ın tahtının genişliği seksen, yüksekliği ise otuz arşındır. Hüdhüd konuşmasına devam eder.

25

«Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye.»

26

«Allah O'dur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. O'dur ancak yüce arşın sahibi.»

Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye şeytan onlara güneşe tapmayı güzel göstermiştir. Halbuki Allah'tan başka ilâh yoktur, ibadete lâyık olan da ancak O'dur. Yüce arşın sahibi de O'dur. Hüdhüd kuşunun konuşup böyle bir malûmat vermesi Süleyman (aleyhisselâm)'ın mucizelerindendir. Onun beyanatının doğru olup olmadığını tesbit için Süleyman (aleyhisselâm), kendisine bir görev verir.

27

«Süleyman da dedi ki: Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?»

28

«Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra bîr yana çekil de bak, neye dönecekler.»

Süleyman (aleyhisselâm), Hüdhüd'ün beyanatını dinledikten sonra, doğru olup olmadığını da öğrenmek için şöyle der: «Bakalım doğru mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun? Şu mektubu götür, onu kendilerine bırak. Sonra bir kenara çekil, neye döneceklerine bak.» Ve bir mektup yazıp Hüdhüd'e verir. Süleyman (aleyhisselâm) mektubuna şöyle başlar.- Bismillâhirrahmânirrahim. Allah'ın kulu Süleyman'dan Seb'e melikesi Belkıs'a, doğru yola tâbi olanların üzerine selâm olsun. Bundan sonra bana karşı kibirlenip büyüklenme, emirlerime itaat et ve benimle beraber ol.» ibn Cerir'e göre, Süleyman (aleyhisselâm) mektuba Allahü teâlâ'nın kendisine vahyettiğini yazmıştır. Ondan başka bir şey yazmamıştır. Peygamberlerin âdeti az kelâm ile çok mânâ ifade etmektir. Onlar sözü fazla uzatmazlar. Süleyman (aleyhisselâm) mektubu yazdıktan sonra yüzüğünü miske bandırıp mektubun üzerini mühürler ve Hüdhüd'e verir. Hüdhüd mektubu alıp Belkıs ve kavmine götürür. Hüdhüd mektubu Belkıs'a getirdiği zaman, o, San'a'daki sarayındadır. Belkıs sarayın kapılarını kapatmış, anahtarlarını almış, yastığının altına koymuş, uykuya dalmıştı. Uyumadan önceki âdeti bu imiş. Hüdhüd bulunduğu odaya girer, mektubu göğsünün üzerine bırakır, verilen talimat gereği bir köşeye çekilip uyanmasını ve mektuba vereceği cevabı bekler. Bu İmam-ı Katade'nin görüşüdür. İbn Ümeyye'nin görüşü ise, Belkıs’ın yattığı odanın bir penceresi olup o pencereden sabahleyin güneş doğduğu zaman odanın içine vurur. Beîkıs da o zaman kalkıp güneşe tapar. Hüdhüd mektubu götürmeye gittiği zaman pencereye konar ve kanatlarıyla pencereyi kaplar, güneş doğar fakat Belkıs’ın odasının içine vurmaz, o da güneşin doğduğunu farkedemez, o sırada Hüdhüd de mektubu ona verir. Belkıs mektubun üzerindeki mührü görünce tevazu ile onu alır ve okur. Çünkü o okuma-yazma biliyordu. Daha önce Süleyman (aleyhisselâm)'in adını duymuş, nasıl bir hükümdar olduğunu da öğrenmişti. Mektubu okuduktan sonra tahtına oturur, istişare etmek için kavminin ileri gelenlerini çağırır. O zaman üçyüz on üç veziri ve her vezirin emrinde de on bin kişi varmış. Süleyman (aleyhisselâm)'dan gelen mektubu vezirlerine okur.

29

«Seb'e melikesi dedi ki: Ey ileri gelenler, gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı.»

30

«Gerçekten o, Süleyman'dandır. Ve gerçekten o, Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyladır.»

31

«Bana karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak bana gelin diye yazılıdır.»

32

«Dedi ki: Ey ileri gelenler, vereceğim emir hakkında bana görüşünüzü söyleyin. Siz benim yanımda bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm veremem.»

Belkıs, Süleyman (aleyhisselâm)'dan kendilerine gelen mektup hakkında istişare etmek için vezirlerini toplar ve onlara «gerçekten bana çok şerefli bir mektup bırakıldı. O mektup bize Süleyman tarafından yazılıp gönderilmiştir. Ve gerçekten o Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyladır. Onda 'bana karşı başkaldırmayın ve müslüman olarak bana gelin' yazılıdır. Ey ileri gelenler, vereceğim karar hakkında görüşlerinizi bana söyleyin, sizin görüşünüzü almadıkça ben bu işe kesin hüküm ve karar veremem» der. Bunun üzerine vezirleri de Belkıs'a şu cevabı verir.

33

«Dediler ki: Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız. Emir de senindir. Sen emretmene bak.»

34

«Melike dedi ki: Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri zaman orasını perişan ederler. Halkından şerefli olanları hor ve hakir kılarlar. Bunlar da böyle yapacaklardır.»

35

«Ben onlara bir hediye göndereyim de elçilerin ne ile döneceklerine bakayım.»

Belkıs istişare etmek için vezirlerini toplar, görüşlerini sorar. Onlar da Belkıs'a şu cevabı verirler: «Bizim askerimiz çok, gücümüz ve kuvvetimiz yerinde, savaşta mahir insanlarız. Hüküm de senindir, dilediğim yap. Biz senin vermiş olduğun hükme ve karara asla karşı çıkmayız, istediğini de yerine getiririz.» Vezirleri bu ifadeleriyle Süleyman (aleyhisselâm) ile savaşmayı istemişlerdir. Belkıs ise onları bu fikirlerinden vazgeçirmek için kendilerine şöyle demiştir: «Doğrusu büyük padişahlar bir şehre girdikleri zaman orasını perişan ederler, yakıp yıkarlar. Halkın da şerefli olanlarını hor ve hakir kılarlar. Bunlar da şayet bizim memleketimize girerlerse, aynısını yaparlar. Benim fikrim şu ki, onlara hediyeler gönderip deneyelim, bakalım, elçilerimize ve hediyelerimize ne diyecekler. Süleyman, eğer peygamber ise hediyelerimizi kabul etmeyecek, bizi kendi dinine davet edecektir. Padişah ise hediyelerimizi kabul edecek, bizden de uzaklaşacaktır. Dolayısıyla biz de onun şerrinden böylece kurtulmuş olacağız.» Neticede Belkıs’ın fikri kabul edilir.

Belkıs çok akıllı ve çok zeki bir melikti. Neticenin ne olacağını o çok iyi biliyordu. Süleyman (aleyhisselâm)'ı denemek için birkaç delikanlı ile birkaç kızı alıp onları erkek ve kadın olduğu belli olmayacak şekilde süslü elbiselerle giydirir. İmam-ı Mücahid'in Kavline göre, kızlara erkek, erkeklere de kadın elbisesi giydirir ki, erkekleri görenler kadın, kadınları görenler de erkek zannetsinler. Bunların sayıları hakkında tefsirciler ihtilâf etmişlerdir. Kimine göre sayıları yüz, kimine göre ise iki yüzdür. Ellerine de Süleyman (aleyhisselâm)'a verilmek üzere ipek örtüye sarılı bir altın külçe verir. Bazılarına göre altın külçenin sayısı dörttür. İmam-ı Vehb'in görüşü çok daha farklıdır. Ona göre Belkıs’ın Süleyman (aleyhisselâm)'a gönderdiği adamların sayısı bindir. Bunların beş yüzü kadın, beş yüzü de erkektir. Erkeklere kadın, kadınlara da erkek elbisesi giydirir ve erkeklerin kollarına bilezik, kulaklarına küpe, boyunlarına gerdanlık takar. Kadınların da bellerine kuşak bağlar ki, erkeklerden hiç farkedilmezler. Hepsini süslenmiş atlara bindirir, ellerine de Süleyman (aleyhisselâm)'a verilmek üzere, beş yüz külçe altın, beş yüz külçe gümüş, bir taç, misk-i amber dolu bir kap ve içinde çok kıymetli cevher bulunan bir de cam kavanoz verir. Bunları temsilen de çok güvendiği iki vezirim gönderir ve onlara da göndermiş olduğu cevherlerin cinsi ve adedi yazılı olan bir mektup verir. Mektupta ayrıca şu ifadeler de yazılıdır: Eğer gerçekten peygamber isen sana gönderdiğim erkeklerle kızları birbirinden ayırt et. Şişenin içindekinin ne olduğunu bil ve onu dosdoğru del.» Erkeklere kadın gibi, kadınlara da erkek gibi konuşmalarını ve hareket etmelerini tembihler ve iki vezirine de şu talimatı verir: «Süleyman'ın yanına girdiğiniz zaman size sert mi, yoksa güler yüzlü mü davranacağına bakın. Eğer sert davranırsa bilin ki padişahtır, kendisinden hiç korkmayın, çünkü ben ondan daha üstünüm. Şayet güleryüzîü davranırsa bilin ki peygamberdir. O zaman sözlerini iyi dinleyin ve çok güzel, nazik cevap verin.» Adamlarını ve iki vezirini bu tavsiyelerle Süleyman (aleyhisselâm)'a gönderir. Hüdhüd onlardan önce gelip durumu Süleyman (aleyhisselâm)'a haber verir. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm), cinlere oturmuş olduğu sarayın bahçesini altın ve gümüş ile kaplatır, etrafına duvar ördürür, duvarların üzerlerine de altın ve gümüşten kubbeler kondurur. Sonra denizde ve karada en güzel hayvanları bulup getirtir. Sarayın avlusuna koyar. Sonra cinleri, insanları, kuşları ve hayvanları sarayın bahçesinde bölük bölük toplar, kapılara nöbetçiler diker. Daha sonra Belkıs'ın adamları gelip manzarayı görünce hayrete düşerler, kendi getirmiş oldukları cevherlerin hiçbir değeri olmadığını anlarlar, onları Süleyman (aleyhisselâm)'a vermeye utanırlar. Cümle kapısına geldikleri zaman bekçilerin heybetli bakışlarından korkarlar. Akıllara durgunluk verecek ihtişamı dalgın dalgın seyrederler ve bekçiler tarafından Süleyman, (aleyhisselâm)'in huzuruna getirilirler. Süleyman (aleyhisselâm) onları güler yüzle karşılar ve kendilerine iltifatta bulunur. Onlar da kendilerini takdim ettikten sonra Belkıs'ın göndermiş olduğu hediyeleri ortaya koyarlar ve mektubu da verirler. Süleyman (aleyhisselâm) içinde cevher olan cam kavanozu alır. O anda Cebrail gelip içindekinin ne olduğunu Süleyman (aleyhisselâm)'a bildirir. O da, Belkıs'ın adamlarına cam kavanozun içinde deliksiz, çok kıymetli bir inci olduğunu söyler. Belkıs'ın elçileri bu incinin ortasından dosdoğru delinmesini isterler. Bunun üzerine Süleyman (aleyhisselâm), cinleri ve insanları toplar bu inciyi kimin deleceğini sorar. Hiç kimse cevap vermez. Hayvanlardan ağaç kurdu bu işi üstlenir ve ağzına bir kıl alıp inciyi delmeye başlar ve başarır. Süleyman (aleyhisselâm) buna mukabil kurda dileğinin ne olduğunu sorar. Kurt, rızkının ağaçtan olması için dua etmesini ister, o da dua eder, Allahü teâlâ duasını kabul eder. O günden sonra ağaç kurdunun rızkını Hâlik-ı Zülcelâl ağaçtan halk etmiştir. Sonra bir karınca gelip inciden ipi kendisinin geçireceğini söyler. Süleyman (aleyhisselâm) da isteğini kabul eder. Karınca ağzına bir ip alıp inciden geçirir. Süleyman (aleyhisselâm) buna mukabil isteğini sorar, o da rızkının meyvelerden olması için dua etmesini ister. Süleyman (aleyhisselâm) dua eder, duası kabul olur, o günden sonra bu karıncaların rızkı meyvelerden olur. Sonra kızlarla erkekleri birbirinden ayırt etmek için ellerine birer su kabı verir ve yüzlerini yıkamalarını ister. O günün âdetine göre kızlar su kabından bir ellerine su koyup yüzlerini öyle yıkarlarmış, erkekler ise iki elini su kabının içine sokup yüzlerini öyle yıkarlarmış. Bu basit bir deneme ile onları birbirinden ayırt eder. Belkıs'ın elçileri hediyelerini getirip Süleyman (aleyhisselâm)'nın önüne koyunca onlara şöyle demişti.

36

«Elçiler Süleyman'a geldiklerinde dedi ki; Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği size verdiğinden daha çok hayırlıdır. Belki siz hediyenizle sevinirsiniz.»

37

«Dön onlara. Yemin olsun ki güç yetiremeyecekleri bir ordu ile gelir, onları oradan alçalmış ve küçük düşmüş olarak çıkartırım.»

Belkıs’ın elçileri gelip hediyeleri ortaya koyunca Süleyman (aleyhisselâm) onlara hiç değer vermeyerek elçilere şöyle der: «Bana mal ile mi yardım etmek istiyorsunuz? Halbuki Allah'ın bana verdiği peygamberlik, din, hikmet ve saltanat size verdiğinden çok daha hayırlı ve çok daha üstündür. Belki siz hediyenizle sevinir, övünürsünüz. Yahut da birbirinizi sevindirirsiniz.» Süleyman (aleyhisselâm) bu hitabesinden sonra elçilerin başkanı olan Amr ibn Münzir'e, «al bu hediyelerinizi geri götür, bizim onlara ihtiyacımız yok. Biz, sizden dinimize girmenizi ve müslüman olup bize gelmenizi istiyoruz. Şayet müslüman olup bize gelmezseniz Allah'a yemin ederim ki, onların karşı koyamayacakları güçlü bir ordu ile üzerlerine gelir, memleketlerinden onları hor ve zelil olarak çıkartırım» der. İmam-ı Vehb'in rivayetine göre, bunun üzerine elçiler dönüp gelir. Belkıs onları görünce «Allah'a yemin ederim ki, o melik değil, peygamberdir, bizim gücümüz ona yetmez» der. Sonra tekrar Süleyman (aleyhisselâm) 'a elçi göndererek şöyle der: «Ben vezirlerimle beraber sana geliyorum. Emirlerini ve dinin hakkında bizi neye davet edeceğini göreceğim.» Belkıs yola çıkmadan önce tahtını sarayın içine koyar, kapılarını kapatır, özel bekçilerle sarayı kordon altına alır ve dönene kadar kendisine vekâlet edecek birisini yerine bırakır. Ona şöyle der: «Ben gelene kadar mülkümü ve maiyetimi koru, tahtıma kimseyi el sürdürme.» Sonra Belkıs’ın Süleyman'a gittiği ve yerine bir vekil bıraktığı memlekette ilân edilir. Belkıs da on iki bin subayı ile beraber Süleyman (aleyhisselâm)'a gider.

İbn Abbas (radıyallahü anh)’ın rivayetine göre, Süleyman (aleyhisselâm) çok heybetli bir zattı. Bir mesele hakkında hemen hüküm vermezdi. O meseleyi en ince noktasına kadar inceler, ondan sonra kararını verirdi. Bir gün memleket meselelerini görüşmek için tahtına çıkıp oturur. Tam o sırada uzaktan bir toz bulutunun yükseldiğini görür, gelenlerin kim olduğunu sorar. Yanındakiler, gelenlerin Belkıs ve adamları olduğunu söyler. Bunun üzerine onlara şöyle der.

38

«Süleyman dedi ki: Ey ileri gelenler, kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtım bana getirir?»

39

«Cinlerden bir İfrit dedi ki: Sen yerinden kalkmadan önce, onu sana getiririm. Eminim ki buna gücüm yeter.»

40

«Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan biri de dedi ki: 'Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.. Süleyman tahtı yanına yerleşivermiş görünce dedi ki: Bu Rabbimin lütfundandır. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak içindir. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de küfrederse muhakkak ki Rabbim ganidir, kerem sahibidir.»

Belkıs ve adamlarının uzaktan geldiğini gören Süleyman (aleyhisselâm) vezirlerine «ey ileri gelenler, kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirir?» der. Cinlerin en güçlü ve en kuvvetlilerinden İfrit adında birisi ileri atılır ve «sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Buna gücümün yeteceğine de eminim» der. Süleyman (aleyhisselâm) tahtın kendisine daha acele olarak gelmesini ister. Bunun üzerine nezdinde kitaptan bir ilim bulunan birisi de şöyle der: «Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm.» Bu ilim sahibinin kim olduğu hususunda tefsircilerin görüşü farklıdır. Bazılarına göre, o zat Cebrail'dir. Bazılarına göre meleklerden biridir. Allahü teâlâ onunla Süleyman (aleyhisselâm)'a yardım etmiştir. Cumhura göre bu zat Asaf ibn Berhaya'dır. O sâlih bir zat olup îsm-i A'zam'ı bilirdi, onunla dua eder, duası kabul olurdu. Her istediği kendisine verilirdi. Bunun için rahatlıkla Süleyman (aleyhisselâm)'a «gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm» demişti. Rivayete göre Belkıs’ın tahtının bulunduğu yer ile Süleyman (aleyhisselâm)'ın bulunduğu yerin arası iki aylık bir mesafedir. Asaf'ın yaptığı duanın lâfzı hakkında sahabenin görüşü farklıdır. Mükâtil ile Mücahid'e göre «yâ Zelcelâli ve'l ikrâm»dır. Kelbî'ye göre «yâ hayyü yâ kayyûm»dur. Hazret-i Âişe ile Hazret-i Zehra'ya göredir. Süleyman (aleyhisselâm) tahtı yanında görünce Rabbine şükrederek şöyle demiştir.-«Bu, bana Rabbimin lütfundandır, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü diye beni sınamak içindir. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur, kim de küfrederse muhakkak ki Rabbim ganidir, kerem sahibidir.»

41

«Süleyman dedi ki: Tahtını onun tanımayacağı hale getirin, bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacak mı?»

42

«Melike geldiğinde 'senin tahtın böyle miydi?' denildi. O da: 'Sanki bu odur. Ondan önce de bize bilgi verilmişti. Ve biz müslüman olmuştuk' dedi.»

43

«Onun Allah'ı bırakıp da tapmaya devam ettiği şey kendisine mani olmuştu. Ve gerçekten o küfreden bir kavimdendi.»

Belkıs'ın tahtı Süleyman (aleyhisselâm) 'a getirilince, adamlarına «onu Belkıs'ın tamyamayacağı bir hale getirin, bakalım tahtını tanıyabilecek mi, yoksa tanıyamayacak mı?» der. Bunun üzerine adamları tahtın bazı kısımlarını değiştirirler, kırmızı incilerin yerine mavi, mavi incilerin yerine de kırmızı inciler koyarlar. Süleyman (aleyhisselâm)’ın bundan maksadı, Belkıs'ın tahtını tanıyıp tamyamayacağım öğrenmekti. Çünkü daha önce kendisine Belkıs'ın aklî dengesinin yerinde olmadığı bildirilmişti. İmam-ı Vehb ile İmam-ı Kelbî'nin rivayetine göre cinler ve şeytanlar Süleyman (aleyhisselâm)'a Belkıs'ı kötülemişler, aklî dengesinin bozuk olduğunu, ayaklarının merkep ayağı gibi, vücudunun ise çok kıllı olduğunu söylemişlerdir. Cinlerin ve şeytanların Belkıs'ı kötülemesinin sebebi Süleyman (aleyhisselâm)'ın onunla evlenerek cinlerin sırrını insanlara ifşa etmesinden ve Belkıs'dan doğacak olan çocuğun kendi soylarından olacağından, onun vasıtasıyla daima insanlara hizmet edeceklerinden korktukları içindir. Süleyman (aleyhisselâm) ile Belkıs'ın evlenmesini önlemek için cinler ve şeytanlar böyle bir yalana başvurmuşlardır. Süleyman (aleyhisselâm)’ın Belkıs'ı denemesinin sebebi, söylenenlerin doğru olup olmadığını öğrenmek içindir. Belkıs'a tahtı gösterildiği zaman «bir anda bu benim tahtimdir veya değildir» demez. Zan ile konuşarak «sanki bu benim tahtımdır» der. İkrime'ye' göre zan ile konuşmasının sebebi şudur: Belkıs tahtı gördüğü zaman «bu benim tahtımdır veya değildir» demedi. Peygamberin huzurunda yalan söylemekten korktu. «Bu benim tahtımdır» derse, belki tahtı değildir, yalan olur. «Tahtım değildir» derse, belki tahtıdır, yine yalan olur. Böyle bir hataya düşmesinden korktuğu için «sanki bu odur» der. Çünkü o tahtını sarayının içine hapsedip kapılarını iyice kilitlemiş, sarayını da muhafaza altına almıştı. Tahtının oraya bir anda getirileceği aklının köşesinden bile geçmiyordu. Süleyman (aleyhisselâm) ondan bu sözleri duyunca aklî dengesinin bozuk olmadığını anlar ve söylenenlerin iftira olduğunu kabul eder. Sonra Belkıs şöyle der: «Ondan önce de bize bilgi verilmişti. Elçilerimiz ve hediyelerimiz geri geldiği zaman biz Süleyman (aleyhisselâm)’ın hak peygamber olduğunu öğrenmiştik. Ve biz müslüman olmuştuk. Süleyman ne derse biz ona itaat ederiz. Biz artık güneşe tapmaktan vazgeçtik.» Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Onun, Allah'ı bırakıp da tapmaya devam ettiği şey kendisine mani olmuştu. Ve gerçekten o küfreden bir kavimdendi.» Zira Belkıs da kâfir bir kavim içinde doğmuş, onlardan gördüğü gibi güneşe tapınmıştır.

44

«Ona 'köşke gir' denildi, salonu görünce onu derin bir su sandı. Ve iki ayağını açtı. Süleyman da 'doğrusu bu camdan yapılmış mücellâ bir salondur' dedi. Kadın 'Rabbim, şüphesiz ben kendime zulmetmişim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum' dedi.»

Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs hakkında söylenenlerin doğruluğunu öğrenmek için sarayın salonunu cinlere sırçalı camdan yaptırtır, içine de deniz hayvanlarının resimlerini koydurur ki, Belkıs sarayın kapısından içeri girdiği vakit onu su zannedip ayaklarmdaki pabuçları çıkarsın ve ayıplı olup olmadığı müşahede edilsin. Nitekim öyle olmuştur. Belkıs sarayın kapısına geldiği zaman, bekçiler tarafından karşılanır ve «köşke gir» denir. O, sarayın kapısından içeri girerken yerde döşeli sırçalı camın derin bir su olduğunu zanneder ve ayakkabılarını çıkarır, eteğini de biraz toplar. Tahtın üzerinde oturan Süleyman (aleyhisselâm), ayaklarında bir kusur ve ayıp olmadığını görür ve gözünü ondan çevirerek «bu su değildir. Doğrusu bu, camdan yapılmış mücellâ bir salondur» der. Belkıs, Süleyman (aleyhisselâm)’ın sarayının içindeki manzarayı görünce, onun padişah olmadığını, bunların ona Allah tarafından verildiğini anlar ve iman ederek şöyle der: «Rabbim, şüphesiz ben senin ibadetini bırakıp yıldızlara ve yarattıklarına tapmakla kendime zulmetmişim. Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum. Sen bütün âlemlerin Rabbisin ve rızıklandıranısın.»

Tefsirciler, Belkıs’ın iman ettikten sonra Süleyman (aleyhisselâm) ile evlenip evlenmediği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları, kaynaklarda Belkıs’ın sadece iman ettiği bildiriliyor, Süleyman (aleyhisselâm) ile evlendiği bildirilmiyor, bu bakımdan bir şey söyleyemeyiz,» demişlerdir. Bazıları da Belkıs’ın Süleyman (aleyhisselâm) ile evlendiğini, fakat nikâh anında ayak bileklerindeki tüyleri gördüğünü ve o tüyler hoşuna gitmeyerek nikâhı ertelediğini söylemişlerdir. Süleyman (aleyhisselâm), Belkıs’ın ayak topuklarındaki tüyleri yok ettirdikten sonra evlenir ve ondan oğulları ve kızları olur. Belkıs'ı yanından hiç ayırmaz, onun için cinlere Yemen'e üç burçlu bir kale yaptırtır. Belkıs'ı o kaleye koyar, zaman zaman gidip yanında üç gün kalır, sonra tekrar Şam'a döner. Çünkü Süleyman (aleyhisselâm)’ın sarayı Şam'da bulunmaktadır. Süleyman (aleyhisselâm) ‘ın Belkıs ile evlenmediği, onu bir kumandanı ile evlendirdiği ve sonra onları Yemene gönderdiği görüşü de ileri sürülmüştür.

45

«Yemin olsun ki, Semûd'a da kardeşleri Salih'i 'Allah'a ibadet edin' diye gönderdik. Hemen birbiriyle çekişen iki gurup oluverdiler.»

46

«Salih dedi ki: Ey kavmim, niçin iyilikten önce çarçabuk kötülük istiyorsunuz? Bağışlanmanız için Allah'tan mağfiret dileseniz olmaz mı?»

Allahü teâlâ, Salih (aleyhisselâm)'i de kavmine peygamber olarak göndermiştir. O da, kavmi Semûd'u «Allah'a ibadet edin» diye davet etmiş, bir kısmı bu davete uymuş, bir kısmı uymayarak, iman edenlere düşman kesilmiştir. Salih (aleyhisselâm) iman etmeyenlerin üzerine yakıcı bir azabın geleceğini kendilerine bildirmiş, onlar bunu alaya alarak «Ey Salih, bize vaadettiğin azap nerede, eğer sen gerçekten sözünde doğru isen onu getir de görelim» demişlerdir. Bunun üzerine Salih (aleyhisselâm) de onlara şu cevabı verir: «Ey kavmim, niçin iyilikten önce çarçabuk kötülük istiyorsunuz? Allah'a iman edip yaptığınız kötülüklere tevbe ederek bağışlanmanız için mağfiret dileseniz daha iyi olmaz mı? Kavminin ileri gelenleri Salih (aleyhisselâm)'in davetine uymayarak acele üzerlerine azabın gelmesini istemişlerdir. Onlar küfür ve zulümlerinde ısrar edince Yüce Halik da onlardan yağmuru kesmiş, kendilerine sıkıntı, yokluk ve büyük bir kıtlık vermiştir. Bu, onların inkâr ve zulümlerinin cezasıdır. İnkâr ve zulmedenler mutlaka cezalarını göreceklerdir.

47

«Dediler ki: 'Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık. O da 'uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz imtihana çekilen bir kavimsiniz' dedi.»

Salih (aleyhisselâm)'in kavminin başına musibet, belâ, yokluk, kıtlık gelince, bu uğursuzluğun Salih (aleyhisselâm)'den geldiğini ileri sürerek şöyle demişlerdir: 'Ey Salih, senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık, senden önce bizim başımıza böyle bir şey gelmemişti.» Halbuki başlarına gelen bu uğursuzlukların hepsi kendi küfür ve zulümlerinden dolayıdır. Küfredenler mutlaka cezalarını göreceklerdir. Salih (aleyhisselâm) başlarına gelenlerin kendi uğursuzlukları yüzünden olduğunu onlara bildirmek için şöyle der: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Bu, sizin inkâr ve zulmünüz yüzünden başınıza gelmiştir, başkasından gelmemiştir. Bu belâların başınıza gelmesi, belki ibret alıp iman etmeniz için bir imtihandır. Ola ki iman edip Allah'ın size verdiği nimetlere şükredersiniz. Şayet iman edip şükretmezseniz Allah sizden böylece nimetlerini alır.»

48

«O şehirde yeryüzünde bozgunculuk yapan ve ıslâh için uğraşmayan dokuz kişi vardı.»

49

«Aralarında Allah'a yemin ederek 'gece biz ona ve ailesine baskın verelim. Sonra da onun dostuna ailesinin yok edilişinde bulunmadığımızı, şüphesiz doğru söylediğimizi bildirelim' dediler.»

Semûd kavminin bulunduğu Hicr şehrinde bozgunculuk yapan, fesat çıkaran, asla iyiliğe ve hayra yaklaşmayan dokuz kişi vardı. Onların işi sadece fesat çıkarmak ve bozgunculuk yapmaktı. Bunlar Salih (aleyhisselâm)'in devesini öldürmek için aralarında anlaşırlar ve hayvanın arka ayaklarını kırarak öldürürler, etini aralarında taksim ederler. Bu yetmiyormuş gibi Salih (aleyhisselâm) ile ailesini de bir gece baskın yapmak suretiyle öldürmek için yemin ederler. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Aralarında Allah'a yemin ederek «gece biz ona ve ailesine baskın verelim. Sonra da onun dostuna ailesinin yok edilişinde bulunmadığımızı, şüphesiz doğru söylediğimizi bildirelim» dediler. Allahü teâlâ da onların tuzaklarını kendi aleyhlerine çevirmiştir.

50

«Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de, kendilerinin haberleri olmadan, onların plânlarını bozduk.»

51

«Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik.»

52

«İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki bunda bilen bir kavim için ibretler vardır.»

53

«îman edip sakınır olanları da kurtardık.»

Kavmi, Salih (aleyhisselâm) 'i öldürmek için tuzak hazırlamıştır. Onların elebaşılığını yapanlar da 48. âyette ifade edildiği gibi dokuz kişidir. Hâlik-ı Zülcelâl onların hilelerini kendi başlarına çevirmiştir. Bu dokuz kişi yaptıkları plâna göre gece Salih (aleyhisselâm) 'in evine baskın düzenleyecekler, kendisini aile efradıyla birlikte öldürecekler, sonra da olaydan habersiz olduklarını söyleyerek temize çıkacaklardı. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Onlar böyle bir tuzak kurdular. Biz de, kendilerinin haberleri olmadan, onların plânlarını bozduk. (Ya Muhammed!) düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki, bunda bilen bir kavim için ibretler vardır.» Onların nasıl helak olduğu tefsirciler arasında farklı bir şekilde ifade edilir. Bazılarına göre melekler tarafından taş yağmuruna tutulurlar, taşı görürler, fakat kimin attığım göremezler. Atılan bu taşlarla hepsi helak olup gider. Bazılarına göre, Salih (aleyhisselâm)'in evine baskın yapmak için bir yerde toplanmaya karar verirler ve hepsi bir tepenin altında toplanır. Hepsi toplandıktan sonra üzerlerine dağdan bir parça düşer ve hepsi altında kalarak helak olur. Bazılarına göre, Allahü teâlâ onları Cebrail'in sayhasıyla helak eder. Böylece küfürlerinin ve zulümlerinin cezasını görürler. Muhakkak ki, bilip düşünebilen milletler için bunda ibretler vardır. Çünkü Yüce Allah iman edip her türlü kötülüklerden sakınanları kurtarıp iki cihan saadetini onlara bahşetmiş, iman etmeyenleri ise, küfürleri yüzünden helak etmiştir.» İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki, bilen bir kavim için bunda ibretler vardır. İman edip sakınır olanları da kurtardık.» O zaman Salih (aleyhisselâm)'e iman edenlerin sayısı dört bin kadardı. Hâlik-ı Mutlak onları helak olmaktan kurtarmış, iman etmeyenleri ise helak etmiştir. Zira iman edenler mükâfatını, etmeyenler ise cezasını görecektir. Bu, onların inkârlarının cezasıdır.

54

«Lût da hani kavmine demişti ki: Göz göre göre bir hayâsızlık mı yapıyorsunuz?»

55

«Kadınları bırakıp şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Hayır, siz cahil bir kavimsiniz»

Allahü teâlâ, Lût (aleyhisselâm)'u da kavmine peygamber olarak göndermiştir. O, kavmini Allah'a imana davet ederek, kendilerini yaptıkları çirkin fiillerden alıkoymak için şöyle der: «Ey kavmim, siz göz göre göre bir hayâsızlık yapıyorsunuz. Kadınlarınızı bırakıp şehvetle ve hayâsızca erkeklere yaklaşıyorsunuz. Bundan dolayı başınıza büyük bir azabın ve felâketin geleceğini bilmiyorsunuz. Siz bu işten vazgeçin. Şayet vazgeçmezseniz, başınıza büyük bir azap gelecektir. Siz çok cahil bir kavimsiniz.» Lût (aleyhisselâm) kavmini imana davet ederek, onları yapmış oldukları çirkin fiillerden alıkoymaya çalıştı. Fakat onlar yapmış oldukları bu çirkin fiillerinden vazgeçmeyerek, peygamberlerine şu cevabı verdiler.

56

«Kavminin cevabi: 'Lût'un ailesini kasabanızdan çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmaya çalışan insanlardır' demekten başka bir şey olmadı.»

57

«Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısının geri kalanlardan olmasını takdir ettik.»

58

«Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, ne kötü idi uyarılanların yağmuru.»

Lût (aleyhisselâm), kavmini Allah'a imana davet edip çirkin fiillerden vazgeçmeye çağırınca onlar alay ederek birbirlerine şöyle demişlerdir: «Lût'u, ailesini ve ona tâbi olanları kasabanızdan çıkarın. Çünkü onlar sizin gibi erkeklere yaklaşmazlar ve temiz kalmaya çalışırlar.» Kendileri yaptıkları terbiyesizlikten ve hayâsızlıktan memnun oldukları için bu sözleri alay mahiyetinde söylemişlerdir. Onların iman etmesinden ümit kesilince Hâlik-ı Zülcelâl imandan yoksun olan o hayâsız ve terbiyesizleri helak etmiş, içlerinden Lût (aleyhisselâm), iki kızını ve iman edenleri kurtarmıştır. Fakat karısı iman etmediği için kâfirlerle beraber helak olmuştur. Allah, onların üzerine öyle bir taş yağmuru yağdırmıştır ki, o taş yağmuru ile helak olup gitmişlerdir. Ne kötüdür inanmayanların yağmuru. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Kavminin cevabi: 'Lût'un ailesini kasabadan çıkarın. Çünkü onlar temiz kalmaya çalışan insanlardır' demekten başka bir şey olmadı. Bunun üzerine onu ve ailesini kurtardık. Yalnız karısının geri kalanlardan olmasını takdir ettik. Onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, ne kötü idi uyarılanların yağmuru.» İşte iman etmeyip, zulmedenlerin akıbeti. Onlar bu dünyada da, âhirette de ilâhî azabı göreceklerdir.

59

«De ki: Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullara. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı?»

60

«Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz nice güzeli bahçeler meydana getiren mi? Allah yanında bir ilâh mı? Hayır onlar sapıklıkta daim olan bir güruhtur.»

Yüce Allah sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, de ki: Hamd olsun Allah'a, selâm olsun O'nun beğenip seçtiği kullara. Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla bir ağacım bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Hayır onlar sapıklıkta daim olan bir güruhtur.»

Allahü teâlâ, sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e hiçbir peygambere vermediği nimetleri vermiş ve ona en hayırlı bir ümmet nasip etmiştir. Zalim kavimleri helak etmiş, onların yerine hayırlı ümmet getirmiştir. Bunun için de «Allah'a hamd edip nimetlerine şükret» buyurulmuştur. Hâlik-ı Zülcelâl, kullarını düşünmeye davet ederek, kâfirlere şöyle hitap ediyor: Allah mı daha iyidir, yoksa O'na koştukları ortaklar mı? Yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indirip onunla bir ağacını bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler, otlaklar, bağlar meydana getiren Allah mı? Yoksa O'na ortak koştuklarınız ilâhlarınız mı?» Bunları var edecek olan Allah'tan başka kimdir? Kâfirler de putlarının hiçbir şeye güçlerinin yetmediğini biliyorlardı, fakat inatları yüzünden yine onlara tapıyorlardı. Çünkü onlar sapıklıkta daim olan bir güruhtur.

Allahü teâlâ'nın' beğenip seçtiği kullar hakkında tefsircilerin görüşü farklıdır. Bazılarına göre, bunlar peygamberlerdir. Bazılarına göre ise Sahâbe-i Kirâm'dır, bazılarına göre de Hazret-i Muhammed'in ümmetidir.

61

«Yoksa yeri yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar akıtan, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren ve iki denizin araşma bir engel koyan mı? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Hayır, onların çoğu bilmezler.»

Kâfirlerin, Allah'a ortak koşup kendilerine zerre kadar faydası olmayan tapmakta oldukları putları mı daha iyidir? Yoksa yerleri yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve suyu acı olan deniz ile suyu tatlı olan, denizin birbirine karışmaması için aralarına bir engel koyan Allah mı daha iyidir? Her şeyi var eden Allah, elbette daha iyidir. O'ndan başka ilâh yoktur. Her şey O'na muhtaçtır, O hiçbir şeye muhtaç değildir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Yoksa yeri yaratıklarının oturmasına elverişli kılan ve aralarında ırmaklar akıtan, yeryüzüne sabit dağlar yerleştiren ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Hayır onların çoğu bilmezler.» Şayet onlar başlarına gelecek olanı bilselerdi imandan asla yüz çevirmezlerdi.

62

«Yoksa bunalmışa, kendisine dua ettiği zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Ne de kıt düşünüyorsunuz.»

Ey kâfirler, kendisine dua edildiği zaman duasını kabul edip başındaki sıkıntıyı gideren, insanları yeryüzünün halifesi kılan ve her şeyi yoktan vareden Allah'ı bırakıp da, hâlâ O'na eş mi koşuyorsunuz? Yoksa O'ndan başka bir ilâh mı ediniyorsunuz? Siz ne kıt düşünüyorsunuz. Şayet düşünebilseydiniz O'ndan başka asla ilâh edinmezdiniz. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yoksa bunalmışa, kendisine dua ettiği zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Ne de kıt düşünüyorsunuz.»

63

«Yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir.»

Ey insanlar, karanın ve denizin karanlıklarında size gündüz güneş ile, geceleri ay ve yıldızların aydınlığı ile yol bulduran, rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen Allah'ı bırakıp da başka ilâhlara mı tapıyorsunuz? Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir. Çünkü O'nun ortağı, benzeri ve yardımcısı yoktur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir. Siz hâlâ düşünmüyor musunuz? Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «Yoksa karanın ve denizin karanlıklarında size yol bulduran ve rahmetinin önünde rüzgârları müjdeci gönderen mi? Allah'ın yanında bir ilâh mı? Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir.»

64

«Yoksa önce yaratan, sonra da yaratmayı tekrar edecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah'ın yanında bir ilâh mı? De ki: Şayet doğru sözlü iseniz hüccetinizi getirin.»

65

«De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman diriltileçeklerini de bilmezler.»

66

«Hayır, âhiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir. Hayır, ondan şüphe etmektedirler. Hayır, onlar bundan kördürler.»

Hâlik-ı Zülcelâl, iman etmeyenleri uyararak onlara şöyle hitap ediyor: «Sizi yoktan var eden, sonra öldürüp tekrar diriltecek olan, göklerden ve yerden sizi rızıklandıran Allah mı daha iyidir, hiçbir şeyden haberi olmayan Allah'a eş koştuğunuz putlarınız mı? Ya Muhammed, onlara de ki: 'Şayet bu iddianızda doğru iseniz hüccetinizi getirin.' Ya Muhammed, onlar senden kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar, de ki: 'Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.'» Kıyametin ne zaman kopacağını Allahü teâlâ kimseye bildirmemiştir. Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi, mutlaka sonu da olacaktır. Fakat dünyanın ne zaman son bulacağını ve kıyametin kopacağını Allah kendisi bilir. 'O'ndan başkası bunu bilemez. Çünkü bildirmemiştir. Kâfirlerin âhiretle ilgili bilgileri de yetersizdir. Çünkü onlar âhiretin vuku bulacağından şüphe etmektedirler.

67

«O küfredenler dediler ki: Biz ve babalarımız birer toprak olduktan sonra mı, doğrusu biz mi tekrar çıkarılacağız?»

68

«Yemin olsun ki, bununla biz ve daha önce babalarımız tehdit edilmişlerdi. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.»

Kâfirler öldükten sonra âhiret günü tekrar dirilmeyi inkâr ederek şöyle demişlerdir: «Biz ve babalarımız, toprak olduktan sonra mı tekrar dirilip mezarlarımızdan kalkacağız? Yemin olsun ki, bununla biz ve daha önce babalarımız tehdit edilmişlerdi. Bu, bizden öncekilerin uydurdukları masallardan başka bir şey değildir.» İman etmeyenler böylece öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve kıyamet günü hesaba çekilmeyi inkâr etmişlerdir.

69

«De ki: Yeryüzünde gezin de suçluların sonunun nasıl olduğunu görün.»

70

«Onlara üzülme. Düzenlerine karşı da sıkılma.»

71

«Derler ki: Doğru söylüyorsanız bu sözünüzün ne zaman yerine geleceğini bildirin.»

İman etmeyenler, yeryüzünde gezip dolaşıp kendilerinden önceki kavimlerden küfredenlerin akıbetlerinin nasıl olduğuna baksınlar. Onlar peygamberlerini yalanlayıp iman etmedikleri için ne elim bir azaba uğramışlardır. Bugün onların yerlerinde ve yurtlarında baykuşlar ötmektedir. Allah, onları küfürleri ve zulümleri yüzünden helak etmiştir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, de ki: 'Yeryüzünde gezin de suçluların sonunun nasıl olduğunu görün.' Sen, onların yalanlarına üzülme. Düzenlerine karşı da sıkılma. Onlar derler ki: 'Doğru söylüyorsanız bu sözünüzün ne zaman yerine geleceğini bildirin.'»

72

«De ki: Çabucak istemekte olduğunuzun bir kısmı ensenize binmek üzeredir.»

73

«Doğrusu Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Ama onların çoğu şükretmezler.»

Yüce Halik sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, kâfirlere de ki: Çabucak istemekte olduğunuz azabm bir kısmı ensenize binmek üzeredir. Doğrusu Rabbin insanlara karşı lütuf sahibidir. Ama onların çoğu bu nimetleri hatırlayıp şükretmezler.» Hâlik-ı Mutlak lütuf ve merhamet sahibi olduğu için insanlara yapmış oldukları suçun cezasını hemen vermez. İman edip tevbe ederek hidayete ermeleri için kendilerine mühlet verir. Buna rağmen insanların birçoğu kendilerine verilen bunca nimetlere şükretmezler, nankörlük yaparlar.

74

«Şüphesiz ki, Rabbin onların göğüslerinin gizlediklerini, açığa vurduklarını da bilir.»

75

«Yerde ve gökte görülmeyen her şey şüphesiz kitab-ı mübîndedir»

76

«Gerçekten bu Kur'an İsrail oğullarına, ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu anlatmaktadır.»

77

«Gerçekten O mutlak bir hidayettir, mü’minler için de bir rahmettir.»

Allahü teâlâ insanların gönüllerinde gizlediklerini de, açığa vurduklarını da bilir. O'nım bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Çünkü göklerde ve yerde olan her şey, apaçık bir kitapta yazılıdır. Bunların hiçbiri gelişi güzel değildir. Allah tarafından sevgili Peygamberine gönderilen bu Kur'an, İsrailoğullarına, ayrılığa düştükleri şeyin çoğunu anlatmaktadır. Gerçekten o Kur'an mutlak bir hidayettir ve mü’minler için de bir rahmettir. İman edenleri hidayete, kurtuluşa, saadete, rahmete, mutluluğa, huzura kavuşturur. Ona sarılan kurtulur, ondan uzaklaşan helak olur.

78

«Muhakkkak ki, Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O, mutlak galiptir, hakkıyla bilendir.»

79

«Öyle ise sen Allah'a güven ve dayan. Şüphesiz ki, sen apaçık bir hak üzerindesin.»

80

«Elbette sen ölülere işittiremezsin. Dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsin.»

81

«Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin. Sen ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin. Ve işte onlar müslümanlardır.»

Yüce Halik, dininde ihtilâf edip sapanlar hakkında kıyamet günü kesin hükmünü verecektir. O gün, iman edenlerle etmeyenler birbirlerinden ayrılacak, iman edenler mükâfatını, etmeyenler de cezasını göreceklerdir. Allah, galiptir hiçbir hükmü reddolunmaz. Âlimdir, kullarının hallerini bilir ve ona göre hükmeder. Yüce Halik bunu sevgili Peygamberine şöyle beyan ediyor: «Ya Muhammed, muhakkak ki, Rabbin onların arasında hükmünü verecektir. O, mutlak galiptir, hakkıyla bilendir. Öyle ise sen Allah'a güven ve dayan. Şüphesiz ki, sen apaçık bir hak üzerindesin. Kâfirlerin, davetine uymadıklarına üzülme. Elbette sen ölülere işittiremezsin. Dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsm. Körleri sapıklıklardan vazgeçirip doğru yola döndüremezsin. Sen ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin. Ve işte onlar müslümanlardır.» Hâlik-ı Zülcelâl iman etmeyenleri ölüye benzetiyor. Çünkü ölü hayır ve şerden, aleyhine ve lehine olan şeylerden hiçbirini anlamaz. Çağırana cevap vermez, onun hayat damarı kurumuş, her şeyi gitmiştir. Onlar kendileri için iyiyi ve kötüyü birbirinden tefrik edemezler. İman etmeyenler ölü gibidir, onlar hiçbir şeyi duymazlar. Bunun için Hâlik-ı Mutlak onları ölüye benzeterek sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ey Rasülüm Muhammed, elbette sen ölülere işittiremezsin. Dönüp giden sağırlara da çağrıyı işittiremezsin. Bu bakımdan onlar ölüler ve sağırlar gibidirler. Ne hakkı işitirler ve ne de hakka dönerler. Şayet onların ruhları ölü, kalbleri ve gözleri kör olmasaydı elbette hakka dönerlerdi. Hiçbir zaman küfürde kalmazlardı. Zira peygamberler kavimlerini hidayete, kurtuluşa, huzura, hakka, saadete, rahmete, mükâfata çağırıyor. Onlar ise bunlardan kaçıp zulme, sapıklığa, dalâlete, felâkete, küfre koşuyorlar. Bunlar ölü ve sağır değiller de nedirler? Şayet bunlarda hakkı gören göz, işiten kulak, düşünebilen kalb olsaydı küfür bataklığında kalıp felâkete düşerler miydi? Elbette düşmezlerdi, mü’minler gibi iman edip hidayete ererlerdi.

82

«Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman yerden bir canlı çıkarırız ki, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyleyerek konuşur.»

Vaadolunan azap vakti kâfirlerin başına geldiği zaman yerden bir Dâbbe çıkar ki, insanların Allah'ın âyetlerine kesin olarak inanmadıklarını söyleyerek konuşur. Bu kıyamet alâmetlerinden bir tanesidir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir canlı çıkarırız ki, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyleyerek konuşur.» Kâfirler bu Dâbbe'yi gözleriyle görünceye kadar Allah'ın âyetlerine inanmazlar. Ancak o zaman inanırlar, fakat Dâbbe'nin çıkışı tevbe kapısının kapanacağına delâlet edeceğinden, bundan sonra yapılan tevbeler Allah katında kabul olmayacaktır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de Dâbbe hakkında şöyle buyuruyor: «Dâbbe'nin elinde Süleyman (aleyhisselâm)’ın yüzüğü ile Hazret-i Musa'nın âsâsı bulunur. Âsâ ile mü’minlerin yüzlerini nûrlandırır, yüzükle de kâfirlerin yüzünü karartır. Âsâyı mü’minlere dokundurduğu zaman yüzleri nûrlanır, yüzüğü de kâfirlerin burunlarına dokundurduğu zaman yüzleri kararır. Böylece mü’minlerle kâfirler birbirlerinden ayrılırlar.» İbn Cerir ile Ebû Zebir Dâbbe'yi şöyle tarif etmişlerdir: Başı öküz başı gibi, kulakları fil kulağı gibi, gözleri domuz gözü gibi, boynu deve kuşu boynu gibi, göğsü aslan göğsü gibi, rengi kaplan rengi gibi, pençesi kedi pençesi gibi, kuyruğu ve ayağı davarınki gibi, uyluğundan ayağına kadar olan kısım yirmi dört arşındır. Elindeki âsâ ile mü’minlerin yüzüne dokunur ve nûrlandırır, yüzükle kâfirlerin burnuna dokunur ve yüzlerini karartır. Mü’minlere «ey mü’minler, siz cennetliksiniz, kâfirlere de «ey kâfirler, siz de cehennemliksiniz», diye nida eder.

83

«Ve o gün her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanları toplarız. Onlar birarada tutulurlar.»

84

«Nihayet geldikleri zaman Allah buyurur ki: Siz benim âyetlerimi anlamadığınız halde mi yalanladınız, yoksa yaptığınız neydi?»

85

«Zulümleri yüzünden söylenilen söz başlarına geldi. Artık konuşamaz olurlar.»

Yüce Allah, âyetlerini inkâr edenleri kıyamet günü mahşer yerine toplar. Onların sonlan gelinceye kadar kendilerine önderlik yapanları hapseder ve sonları geldiği zaman onlara şöyle hitap eder: «Siz benim âyetlerimi anlamadığınız halde mi yalanladınız, yoksa yaptığınız neydi?» Kâfirler bu sual karşısında cevap veremezler, dilleri tutulur. İşte o zaman zulümleri ve inkârları yüzünde kendilerine vaadolunan azap başlarına gelir. Hâlik-ı Zülcelâl bunu şöyle beyan ediyor: «Ve o gün her ümmetten âyetlerimizi yalanlayanları toplarız. Onlar birarada tutulurlar. Nihayet geldikleri zaman Allah buyurur ki: 'Siz benim âyetlerimi anlamadığınız halde mi yalanladınız, yoksa yaptığınız nedir?' Zulümleri yüzünden söylenilen söz başlarına geldi. Artık konuşamaz olurlar.»

86

«Görmediler mi ki, biz dinlenesiniz diye size geceyi karanlık, çalışasınız diye de gündüzü aydınlık olarak yarattık. Doğrusu bunda inanan bir kavim için ibretler vardır.»

Hâlik-ı Zülcelâl, geceyi kullarının dinlenmeleri, istirahat etmeleri, uyumaları, yorgunluklarını gidermeleri ve ailevi münasebette bulunmaları için karanlık; gündüzü de geçimlerini temin, yeryüzünde gezip dolaşmalarını sağlamak ve dünyevî ihtiyaçlarını gidermek için aydınlık olarak yaratmıştır. İnanan bir kavim için gece ile gündüzün yaratılışında ibretler vardır. İnsanın geceleri istirahate çekilip uykuya dalarak dünyadan ilgisini kesmesi, gündüzleri yeryüzüne dağılıp geçimlerini temin için çalışmaları Allah'ın kendilerine bir lütfü ve bir ihsanıdır. Şayet gece ile gündüz olmasaydı veya bunlardan sadece biri olsaydı insanların hali ne olurdu? O zaman insanoğlu bu dünyadan nasıl zevk alırdı? Bir geceki uykusuzluk veya bir günkü yorgunluk insanı nasıl yıprattığı herkesin malûmudur. Bunlardan birisi olsaydı, o zaman hayat hiç olurdu. Dünyadan hiçbir tad alınmazdı. Bütün bunlar Allah'ın nimetleridir. Bu nimetlerin hesabı şükretmeyenlere sorulacaktır. Dünya hayatı son bulacak, ikinci bir hayat başlayacak, o zaman insanoğlu bu dünyada yaptığı iyiliğin ve kötülüğün karşılığını görecektir.

87

«Sura üfürüleceği gün Allah'ın dilediklerinden başka göklerde olanlar da, yerde olanlar da korku içinde kalırlar. Ve hepsi boyunları bükülmüş olarak O'na gelirler.»

İsrafil (aleyhisselâm) sura üfürdüğü zaman yeryüzünde hiçbir canlı kalmayacak, yer gök tar u mâr olacaktır. Yalnız Allahü teâlâ'nın diledikleri olmayacaktır. İkinci defa sura üfürdüğü zaman bütün mahlûkat tekrar dirilecek, yerlerinden kalkıp mahşer yerine, Allah'ın huzuruna geleceklerdir. İşte o zaman iman etmeyenler ve Allahü teâlâ'nın emirlerine isyan edenler cezalarını, iman ederek Allah'ın emirlerine itaat edenler ise mükâfatlarını göreceklerdir. Her insan dünyada yaptığının karşılığını orada bulacaktır.

Rivayete göre sur, boynuz gibi bir şey olup bütün mahlûkatın ruhu onda toplanmıştır. Sura birinci üfürüşte bütün canlılar ölecek, ikinci üfürüşte ise hepsi dirilecektir. Ancak Hâlik-ı Zülcelâl'in ölümünü dilemedikleri müstesnadır. Onlar en sona kalacaklardır. Bu zatların kim olduğu tefsirciler arasında ihtilâf konusudur. Bazılarına göre bunlar şehitlerdir. Onlar kılıçları ve silâhları boynunda Arşın etrafında dolaşırlar. Çünkü onlar ölmezler. Bazılarına göre müstesna olanlar dört büyük melektir. Bunlar birinci üfürüşte ölmezler. Bunlardan da birinci İsrafil'in, ikinci Mikâil'in, üçüncü Azrail'in ve son olarak da Cebrail'in ruhu kabzedilir. Rivayete göre birinci üfürüşte bütün mahlûkat can verip öldükten sonra bu dördü kalınca Hâlik-ı Zülcelâl, Azrail'e hitaben «ya Azrail, kim kaldı?» diye sorar. Azrail cevaben «her şeyden münezzeh olan Rabbim, sen, Cebrail, Mikâil, İsrafil kaldı» der. «Mikâil'in ve İsrafil'in ruhunu kabzet» der. O da, onların ruhunu kabzeder. Sonra kendi ruhunu kabzet der. Kendi ruhunu da kabzeder. Daha sonra Hâlik-ı Mutlak «ey Cebrail, kim kaldı?» der. Cevaben «İlâhî, senin zatın ve bir de bu fâni kulun kaldı» der. «Ey Cebrail, sen de ölümü tad» buyurur. Cebrail de ölümü tadar. Yüce Hâlik'ten başka kimse kalmaz. O zaman Hâlik-ı Mutlak 'bugün mülk, saltanat kimindir?» diye sorar.

Kimse cevap vermez, tekrar «bugün mülk bir ve kahhar olan Allah'ındır» der.

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), Allahü teâlâ ilk önce İsrafil'i yaratır. O sura üfürdüğü zaman ilk önce dirilecek olan benim, kafamı kaldırdığım zaman kardeşim Musa'nın arşın ayaklarından birisine yapıştığını görürüm. Sonra bütün mahlûkat dirilir ve hepsi boynu bükük olarak Allahü teâlâ'nın huzuruna gelirler. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Sura üfürüleceği gün Allah'ın dilediklerinden başka göklerde olanlar da, yerde olanlar da korku içinde kalırlar. Ve hepsi boyunları bükülmüş olarak O'na gelirler.»

88

«Sen dağlan görür ve yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutlar gibi geçip giderler. Bu her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Muhakkak ki O, yaptıklarınızdan haberdardır.»

89

«Kim bir iyilikle gelirse ona daha iyisi vardır. Onlar o günün korkusundan emindirler.»

90

«Kim de kötülükle gelirse yüzleri ateşte sürtülür. 'Ya siz, yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız?' denir.»

Her şeyin bir sonu olduğu gibi, dünyanın da bir sonu olacaktır. Kıyamet günü gökler ve yer tar u mâr olacak, dağlar yerinden sökülecek, yeryüzü dümdüz olacak, ne bir gedik ve ne de bir yükseklik kalacaktır. Dünyanın bir ucundan diğer ucu gözükecektir. Bu her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. O, kullarının yaptığı bütün amelleri bilir. Kim o gün bir hayırla gelirse, ondan daha iyisi kendisine verilir. Her iyi amelin karşılığı en az on mislinden yedi yüz misline kadar artar. Bu, Allahü teâlâ'nın kullarına olan ihsanıdır. Kim de kötülüklerle gelirse yüz üstü ateşe atılır. Bu, onların dünyada yaptıkları amellerin karşılığıdır. İman edip sâlih ameller yapanlar o gün mükâfatlarını, iman etmeyip kötü ameller işleyenler ise cezalarını göreceklerdir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Kim bir iyilikle gelirse ona daha iyisi vardır. Onlar o günün korkusundan emindirler. Kim de kötülükle gelirse yüzleri ateşte sürtülür. 'Ya siz, yaptıklarınızdan başka bir şeyle mi cezalandırılacaksınız?' denir.» Kıyamet günü cehennem bekçileri kâfirlere böyle söyleyeceklerdir. Onlar cehennemin azabını görüp tattıkları zaman pişman olacaklar, fakat o günkü pişmanlık asla fayda vermeyecektir.

91

«Ben ancak her şeyin sahibi olan ve bu şehrin şanına hürmet veren Allah'a kulluk etmekle emrolundum. Ben müslümanlardan olmakla emrolundum.»

92

«Ve Kur'an okumakla da. Kim doğru yolu bulmuşsa yalnız kendisi için bulmuş olur. Kim de sapıtırsa de ki: Ben sadece uyaranlardan biriyim.»

93

«De ki: Hamd olsun Allah'a. O, size âyetlerini gösterecektir. Siz de onları tanıyacaksınız. Ve Rabbim yaptıklarınızdan habersiz değildir.»

Allahü teâlâ sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Ya Muhammed, de ki: Ben ancak her şeyin sahibi olan ve bu şehrin şanına hürmet veren Allah'a kulluk etmekle emrolundum. Ben müslumanlardan olmakla emrolundum.» Hâlik-ı Zülcelâl her şeyin sahibi, mâliki, koruyanı, besleyeni, rızıklandıranıdır. Her şey O'nun iradesiyle meydana gelmiş ve O'na kulluk yapmaktadır. Ortağı ve benzeri yoktur. O, Mekke şehrini müslümanların kıblegâhı, şerefli ve emin bir belde kılmıştır. Kim doğru yolu bulmuşsa yalnız kendisi için bulmuş olur. Hidayetinin menfaati kendisinedir. Kim de sapıtırsa, onun zararı kendisinedir. O mutlaka sapıklığının cezasını görecektir.

Peygamberler, insanlara Allahü teâlâ'nın emir ve yasaklarını tebliğ etmek için gönderilmiştir. Onların vazifesi insanları sadece uyarmaktır. Peygamberlere tâbi olanlar hidayete erip kurtulmuşlardır, tâbi olmayanlar ise sapıklığa düşüp helak olmuşlardır. O, kullarına dünya ve âhiret nimetlerini, saadetini, hidayeti, kurtuluşu vermiştir. Dileyen iman edip hidayete erer kurtulur, imandan yüz çevirenler ise ebedi azaba uğrarlar. Bunun için hamd ve şükür yalnız Allah'a mahsustur. O, size âyetlerini gösterecektir. Siz de onları tanıyacaksınız. Yüce Allah, bunu sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «De ki: Hamd olsun Allah'a. O, size âyetlerini gösterecektir. Siz de onları tanıyacaksınız. Ve Rabbim yaptıklarınızdan habersiz değildir.» Göklerdeki ve yerdeki bütün nimetler insanoğlu için yaratılmıştır. Bu nimetlerin karşılığı olarak insanoğlunun Allahü teâlâ'ya hamd ve şükretmesi gerekir. Çünkü O, kullarının yaptığı her şeyden haberdardır. Hiçbir şey O'ndan gizli değildir. Şükredenlerin nimetini artırır, nankörlük edenlerin ise elindekini de alır. Buna göre kulun her haline hamd edip verilen nimetlere şükretmesi gerekir.

Kıyamet günü "bütün peygamberler yere "kapanıp «Ya Rabbi, "ben senden yalnız nefsimi istiyorum» diye nida ettikleri vakit, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de «İlâhî, ben senden ümmetimi istiyorum» diye niyaz edecektir. Hâlik-ı Mutlak da, ona lütf-u keremiyle ümmetini bağışlayacaktır.

0 ﴿