SEBE SURESİ

Bu sûre-i celîle Kur'ân-ı Kerlm'in 34. süresidir. Mekke'de nazil olmuştur. Elli dört âyettir. Yemen'de Sete adındaki bir beldenin ve halkının tarihini ibretle naklettiği için «Sebe» sûresi denmiştir. Bu mübarek sûrenin ihtiva ettiği başlıca hususlar şunlardır:

1- Hamd ve şükrün yalnız Allahü teâlâ'ya mahsus olduğu, kıyametin ne zaman vuku' bulacağını Allah'dan başkasının bilemeyeceği.

2- iman edenlerin ne gibi ulvî vazifelerle mükellef oldukları ve nail olacakları mükâfatlar.

3- Kâfirlerin, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'i inkâr etmeleri ve ne büyük bir azaba dahil olacakları.

4- Süleyman (aleyhisselâm) ile Sebe melikesi arasında geçen olay.

5- Müşriklerin taptıkları ilâhlardan bir fayda göremeyecekleri.

6- Geçmiş insanların yaptıkları ahlâksızlıklar yüzünden başlarına gelen musibeti zikrederek, insanları bu gibi ahlâksızlıklardan men etmek. Sûredeki ana hususlar bunlardır.

1

«Göklerde ne var, yerde ne var hepsi kendisinin olan Allah'a hamd olsun. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir, hakkiyle haberdardır.»

Bütün hamd Allah'a mahsustur. Gökler ve yer O'nun mülküdür. O her şeye maliktir. Göklerde ve yerde olanların hepsinin Halikı Odur. Bütün varlıklar, Allah'ın varlığına, birliğine delâlet eder. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden hakkıyle haberdardır. Hiçbir şey O'nun bilgisinden ve ilminden gizli değildir. Bazı tefsircilere göre âhirette mü’minler altı yerde Allahü teâlâ'ya hamd ve şükrederler ki onlar aşağıdaki gibidir;

1- Mü’minler, kâfirlerden ayrıldığı zaman «Allah'a şükürler olsun ki, bizi bu kâfirlerden ve zâlimlerden ayırdı» diyerek hamd ederler.

2- Cennet ehli, cennetin kapısına gelip orada guslederken cennete bakıp »Allah'a şükürler olsun ki, bize hidâyet edip bu saâdele ve nimetlere eriştirdi» diyerek hamd ederler.

3- Sırattan geçip selâmetle kurtuldukları vakit «Allah'a şükürler olsun ki, bizi kederden ve sıkıntıdan, kurtardı» derler.

4- Cennete girip melekler kenelerini selâmladıkları vakit «elhamdülillah, Allah'a şükürler olsun, O, bize vaadettiğini yerine getirdi» derler.

5- Cennettekiler, cennete girip herkes yerlerine oturdukları zaman «Allah'a hamd ü senalar olsun ki, Allah bizi yerlerimize, kondurdu» derler.

6- Cennete girenler orda istediklerini yedikleri zaman «elhamdülillâhi Rabbilâlemîn, âlemlerin Rabbine hamd ü senalar olsun ki bizi bu nimetlere kavuşturdu» derler. O, hâkimdir, habirdir bütün mahlûkatın halini bilir, ona göre mükâfat ve mücazatını verir.

2

«Yere ne giriyor ve oradan ne çıkıyor, gökten ne iniyor, oraya ne çıkıyorsa hepsini bilir. O, çok merhamet edici, çok yarlığayıcıdır.»

Allahü teâlâ yerin içindekileri ve oradan çıkanları, gökten inenleri ve göğe yükselenleri bilir. Kullarının yapmış olduğu dua ve niyazları da bilir. O, kullarının günahlarını bağışlar, kusurlarını afveder. Günahları ve kusurları yüzünden onları hemen cezalandırmaz, belki yaptıklarına pişman olup tevbe ederler diye cezalarını tehir eder.

3

“Küfredenler ise 'o saat bize gelmeyecek dediler. Sen, de ki: 'Hayır, gaybı bilen Rabbim için o size mutlaka gelecektir'. Ne göklerde, ne yerde bir zerre kadar O'nun ilminin dışında değildir. Bun dan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık bir kitapta dır.”

4

«Çünkü iman edip de güzel amellerde bulunanları Allah mükâ fatlandıracaktır, işte bunlar için mağfiret ve cömertçe verilmiş rızık da vardır.»

Kâfirler, öldükten sonra tekrar dirilmeyi ve kıyameti inkâr ederek «o saat bize gelmeyecek» demişlerdir. Yüce Halik onların bu iddialarını reddederek sevgili Peygamberine şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, sen onlara de ki: Hayır, gaybı bilen Rabbim hakkı için o size mutlaka gelecektir. Ne göklerde, ne yerde bir zerre kadar olanlar O'nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık bir kitaptadır,- Allah, her şeyi apaçık bir kitapta yazıp muhafaza etmiştir. O, en küçük bir varlıktan bile haberdardır. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Îman edip de güzel amellerde bulunanları mükâfatlandıracaktır. Güzel amellerinden dolayı günahlarını afveder, kendilerini dünya ve âhiret nimetleriyle mükâfatlandırır. Bu, onların iman ve amellerinin karşılığıdır, iman edip sâlih amel işleyenleri Allah böyle mükâfatlandırır.

5

«Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar içinse, iğrenç ve can yakıcı bir azab vardır.»

6

«Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilirler. Ve her hamde lâyık olan, Aziz ve Hamid olan Allah'ın yolunu gösterdiğini bilirler.»

Hâlik-ı Zülcelâl, âyetlerini inkâr edip, Peygamberini yalanlayanlara çok elim bir azab hazırlamıştır. O kâfirler, Allah'ın âyetlerini yalanlamak ve hükümsüz bırakmak için yarışa girmişlerdir. İşte onlar bu inkâr ve zulümlerinin cezasını göreceklerdir. Kendilerine ilim verilenler ise, Allah tarafından Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderilenin hak olduğunu bilirler ve ona iman edip Peygamberlerinin davetine icabet ederler. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Kendilerine ilim verilenler ise, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilirler ve her hamde lâyık olan aziz ve hamîd olan Allah'ın yolunu gösterdiğini bilirler.» Kür'ân-ı Kerim, Allah'ın emirlerini, yasaklarını, helâl ve haramı, hayrı ve şerri, imanı ve küfrü, iyiyi ve kötüyü, cenneti ve cehennemi, mükâfatı ve mücâzatı bildirir. Ona uyanlar kurtuluşa erer, uymayanlar ise helak olur. Kur'an, iman edenleri hidâyete, kurtuluşa, saadete, refaha, cennete götürür, Allah'a yaklaştırır.

7

«Böyle iken o küfredenler şöyle söylediler: Siz didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi size?»

8

«O, Allah'a karşı yalan yere iftira mı etti? Yoksa onda bir delilik mi var? Hayır, âhirete inanmamakta olanlar azabta ve derin bir sapıklık içindedirler.»

Kâfirler öldükten sonra dirilmeyi inkâr ederek birbirlerine şöyle demişlerdir: «Siz toprağın altında didik didik çürüyüp dağıldıktan sonra, kıyamet günü yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam size gösterelim mi?» Kâfirler öldükten sonra dirilmeye ve âhiret gününe inanmayarak inkâr etmişlerdir. Onlar her şeyin ölümle bittiğine inanmışlar, öldükten sonra tekrar dirilmeyi kabul etmemişlerdir. Kıyamet günü her canlı tekrar dirilecek, dünyada yaptıklarından hesaba, çekilecektir, iman edip sâlih amel işleyenler mükâfatını, iman etmeyenler ise cezasını göreceklerdir. Âhirete inanmayanlar derin bir sapıklık içindedirler ve onlar için elim bir azab vardır. Bu, onların inkârlarının ve zulümlerinin karşılığıdır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Böyle iken o küfredenler şöyle söylediler: «S'z didik didik parçalanıp dağıldığınız vakit yeniden dirileceğinizi haber veren bir adam gösterelim mi size? O, Allah'a karşı yalan yere iftira mı etti? Yoksa onda bir delilik mi var? Hayır, âhirete inanmamakta olanlar azabta ve derin bir sapıklık içindedirler.»

9

«Gökten ve yerden önlerinde ne var, arkalarında ne var, hiç de bakmadılar mı? Eğer biz dilersek, onları yere geçirir, yahut gökten üstlerine parçalar düşürürüz. Şüphe yok ki, bunda Rabbine dönen her kul için elbet bir ibret vardır.»

Kâfirler, göklere ve yere bakıp önlerinde ve arkalarında ne olduğuna bakmıyorlar mı? Göklerin direksiz tuttuğunu, yerin çakılmış gibi üzerindekileri sarsmadığını görüp bunlardan ibret almazlar mı? Bütün bu nizamı yerli yerine koyan Allah, öldükten sonra tekrar diriltmeye kadir değil midir? Elbette kadirdir. Allah dilerse iman etmeyenleri yerin dibine batırır, dilerse üzerlerine gökten taş yağdırır. O, her şeye kadirdir. Şüphe yok ki, bunda Allah'a dönen her insan için ibretler ve hikmetler vardır. Zira her varlık ve her zerre Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretine delâlet eder. Çünkü hiçbir şey kendiliğinden meydana gelmemiştir.

10

«Yemin olsun ki, biz Davud'a tarafımızdan bir imtiyaz verdik. Ey dağlar ve kuşlar, tesbih edin onunla beraber dedik. Ona demiri yumuşattık.»

11

«Bol bol zırhlar yap, dokumada intizamı gözet, diye (buyurduk). (Ey Dâvud hanedanı), iyi amelde bulunun. Çünkü hakikaten ben ne yaparsanız tastamam görenim.»

Allahü teâlâ, Dâvud (aleyhisselâm) 'a peygamberlik ve saltanat verip dağları ve kuşları emrine müsahhar kıldı. Onunla beraber tesbih etmelerini emretti. Ona demiri balmumu gibi yumuşatmış, savaşta giymek için zırh ve silâh yapmasını buyurmuştur. O zamana kadar demir, savaşlarda levha halinde kullanılırdı. Bu ilâhî emirden sonra Dâvud (aleyhisselâm) demirden halkalar yapıp zırh dokumuştur. Demircilerin ve zırh ustasının pîri Dâvud (aleyhisselâm)'dur. O, demiri istediği şekle sokardı. Çünkü demir onun elinde balmumu gibi yumuşardı. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «...Ona demiri yumuşattık. Bol bol zırhlar yap, dokumada intizamı gözet, diye buyurduk.» Allah kullarının yaptıklarını bilir ve görür. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir. Ey insanlar, siz iyi amelde bulunun, Allah sizin yaptığınız her şeyi görür ve bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Bundan sonra Hazret-i Süleyman'ın durumu zikredilmektedir.

12

«Süleyman'a da rüzgârı müsahhar kıldık. Sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir aylık yoldu. Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Elinin altında Rabbinin izniyle iş gören bazı cinler de vardı. Onlardan da her kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa ona çılgın azabtan tattırırız.»

Hâlik-ı Zülcelâl, rüzgârı Süleyman (aleyhisselâm) ‘ın emrine müsahhar kılmıştır. Rüzgâr, Süleyman (aleyhisselâm)'ı, ordusu ve tahtıyle beraber bir günde bir aylık mesafeye götürür ve aynı gün tekrar geri getirirdi. Süleyman (aleyhisselâm) 'ı istediği yere götürürdü. Çünkü Allah, rüzgârı onun emrine vermişti. Dilediği her şeyi yapması için bakırı da ona sel gibi akıtmıştır. O, bundan dilediğini yapıyordu. Allah, cinleri de Süleyman'ın emrine vermiş, cinler, onun istediği her şeyi yapmışlardır. O, ne isterse onlar Süleyman (aleyhisselâm)'ın isteğini yerine getirmişlerdir. Onun emrini dinlemeyenlere Allah elim bir azab tattırır. Yüce Halk, bunu şöyle beyan ediyor: «Süleyman'a da rüzgârı müsahhar kıldık. Sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir aylık yoldu. Erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Elinin altında Rabbinin izniyle iş gören bazı c'nler de vardı. Onlardan da her kim bizim emrimizden ayrılıp saparsa, ona çılgın azabtan tattırırız.»

13

«Onlar Hazret-i Süleyman'a, mihraplar, timsaller ve büyük havuzlar gibi çanaklardan, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Dâvudoğulları, siz Allah'a şükür için çalışın. Kullarımdan şükreden azdır.»

Şeytanlar ve cinler, Süleyman (aleyhisselâm)'ın emrini yerine getirerek söylediği her şeyi yapmışlardı. Onun için mescitler, köşkler, hanlar, konak yerleri, havuz büyüklüğünde yemek pişirmek için kazanlar, kaplar, çanaklar, savaşta düşmana karşı kullanmak için insari suretinde heykeller yapmışlardır. Yaptıkları kazanların bir kısmı sabit ve yüz deve alacak kadar büyüktü. Bu kazanlarda yemekler pişirilir, orduya yedirilirdi. Bütün bu nimetleri Allah, Dâvudoğuîlarma vermiş ve «ey Dâvudoğulları, siz Allah'a şükür için çalışın- buyurmuştur. Allah'ın vermiş olduğu bütün nimetlere kulun şükretmesi gerekir. Şükür için nimetin azı çoğu olmaz. Her nimete şükür, mü'minin vazifesidir. Şükredilen nimet artar, şükredilmeyen nimet ise daima eksilir. Nimete şükür Allah'a şükürdür. Allah'a şükür ise nimeti artırır. Fakat gerçekten Allah'a şükredenler azdır. Hâlik-ı Zül celâl bunu şöyle beyan ediyor: «Kullarımdan şükreden azdır.»

14

«Sonra biz ona ölüm hükmünü infaz edince (dayandığı) asasını yemekte olan ağaç kurdundan başka bir şey bunun ölümünü onlara göstermedi. Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman, besbelli oldu ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı öyle zilletli azab içinde kalıp durmazlardı.»

Hâlik-i Zülcelâl, cinleri Süleyman (aleyhisselâm) ‘ın emrine müsahhar kılmış, o da bütün işlerini onlara yaptırdığı gibi, Mescid-i Aksa'yı da yine onlara inşa ettirmiştir. Cinler onun emrine karşı gelmekten korkusuna istediğini yaparlardı. Mescid-i Aksa'yı da onlara yaptırıyordu. Süleyman (aleyhisselâm) namaza kalktığı zaman kıyamda çok uzun dururdu. Namazı bitirdiği zaman ise mihrabında ot bittiğini görürdü. Biten otun adını, neye yaradığını ve hangi derdin ilâcı olduğunu sorardı, Bu bilgileri hemen kayıt ederdi ve herhangi bir hastalık zuhur ettiği zaman, onunla ilgili olan ot ilâç olarak kullanılırdı. Şimdiki ilâçların aslı bunlardır. Süleyman (aleyhisselâm)’ın ölümü yaklaşınca mihrabında yine bir otun bittiğini görür, adını ve ne işe yaradığını sorar. O da admın -Harnup- olduğunu ve memleketinin harap olacağına delâlet ettiğini söyler.

Bunu duyan Süleyman (aleyhisselâm) bir müddet ağlar. Bu ot onun vadesinin yaklaştığına delâlet ediyordu. Ondan önce de Azrail kendisine gelip giderdi. Bu olaydan sonra Azrail, kendisine gelince ona 'yâ Azrail, benim canımı hangi surette gelip alacaksın» diye sorar. Azrail «Allah'ın izni olmadan benim elimden hiçbir şey gelmez» der. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona izin verir ve kendi suretinde Süleyman (aleyhisselâm)'a görünür. Onu gören Süleyman (aleyhisselâm)'in aklı başından gider, korkudan bayılır. Azrail elini Süleyman (aleyhisselâm)'ın göğsüne koyar, o zaman kendisine gelir ve «ey Azrail, senden daha korkunç melek var mı?- diye sorar. O da «Yâ Süleyman, benim katımda bir melek var, başı arşın altında, ayakları da yedi kat yerin altından beşyüz yıllık daha aşağıdadır. Eğer Allah ona müsaade etseydi, bir anda yedi kat gökleri ve yeri yutardı. Onun katında da bir melek daha vardır ki, boynu arşta, ayakları da yedi kat yerin altından bin yıllık daha aşağıdadır. Onun katında da bir melek var ki, üst dudağı arşın altında, alt dudağı ise yerin altındadır. Şayet Allahü teâlâ ona izin vermiş olsaydı gökleri ve yeri bir nefeste yutar ve hiçbir şey yutmamış gibi olur.» der ve ondan ayrılır. Bir müddet yanına uğramaz. Süleyman (aleyhisselâm)'in vadesi bitince gelir, o zaman Süleyman (aleyhisselâm) Mescid-i Aksa’nın mihrabında namaz kılmak için dikilmiş tekbir almak üzereydi. Tam o sırada Azrail gelir, ruhunu kabz edeceğini bildirir. Süleyman (aleyhisselâm) aile efradiyle helâllaşmak için izin ister. Azrail, bu hususta kendisine müsaade edilmediğini söyler ve orada ruhunu kabzeder. Ruhu kabzolan Süleyman (aleyhisselâm), yere düşmez ardıç ağacından olan değneğine dayanarak ayakta kalır. Hiç kimse öldüğünü anlamaz, tam bir yıl ayakta kalır, ölünce hemen defnedilmemesi için daha önceden vasiyet etmişti, öldüğü zaman mescid yarımdı, hemen defnedilseydi mescid yarım kalacaktı. Çünkü cinler daha çalışmayacaktı. Ağaç kurdu değneğini yemeye başlamıştı, fakat caminin inşaatı da hızla ilerliyordu. Ağaç kurdu değneği yiyip Süleyman (aleyhisselâm)'ı yere düşürdüğü zaman caminin inşaatı da bitmişti. O zaman cinler ve insanlar Süleyman (aleyhisselâm)’ın öldüğünü anlamışlardı. Halbuki o âna kadar cinler gaybı bildiklerini söylüyorlardı. Böylece onların gaybı bilmedikleri de ortaya çıkmış oldu. Onun öldüğünü gören cinler ve şeytanlar dağılıp gittiler. Şayet cinler onun öldüğünü bilmiş olsalardı, elbette; zor işlerde çalışmazlardı. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Sonra biz ona ölüm hükmünü infaz edince (dayandığı) asasını yemekte olan ağaç kurdundan başka bir şey bunun ölümünü onlara, göstermedi. Bu suretle yere kapanıp yıkıldığı zaman, besbelli oldu ki, eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı öyle zilletti azab içinde kalıp durmazlardı.»

15

«Sebe'lilerin yurtlarında Allah'ın kudretine bir işaret vardı. Sağlı sollu iki bahçe vardı. Onlara, Rabbinizin verdiği rızıktan yiyin ve O'na şükredin. İşte çok güzel bir şehir ve bağışlayıcı bir Rab denmişti.»

16

«Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine Arim selini gönderdik, onların bahçelerini, buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.»

17

«İşte biz onları böyle nankörlük ettikleri için cezalandırdık. Biz nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?»

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Sebe'nin ne olduğunu sorarlar. O da bir kişinin ismi olduğunu söyler. Bu kişi Seb'e ibn Yeşhup ibn Kâhtan'dır. Yemen'de «Ezd» kasabalarında Merip adında bir şehirde oturuyorlardı. Bu şehir Hazremevt dağlarının etek tarafmdadır. Bu şehrin banisi Sebe olduğu için o adla isimlendirilmiştir. Rivayete göre Sebe, Yemen'in ilk hükümdarının adıdır. Asıl ismi «Abdüşşems»-dir. İlk esir alan hükümdar olduğu için kendisine «Sebe- denmiştir. Sebe, esir alan demektir. Rivayete göre dört yüz seksen dört sena hükümdarlık yapmıştır, İbn Abbas (radıyallahü anh)ın rivayetine göre, Sebe, Yemen'de bir şehrin adıdır. Allahü teâlâ Yemen'in üç şehrine peygamber göndermiştir. Bunların bir kısmı sonradan gönderilmiştir. Bu peygamberler Sebe halkını ve çevresindeki kasabaların halkını imana davet edip Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetleri hatırlatarak şükretmelerini istemişlerdir. Fakat onlar peygamberlerinin davetini kabul etmeyerek, imandan yüz çevirip bağ-bahçelerindeki mahsulden dolayı şımarıp azmışlardır.

Süddî'nin rivayetine göre onların memleketi çok mümbit, her çeşit meyve ve sebzenin bol olduğu bir yerdir. O kadar bolluk vardı ki, kadınlar başlarına sele alıp bağ ve bahçelerin arasında dolaşırken dökülen meyvelerle sepetleri dolar-taşardı. Yere dökülen meyvelerin suları dere gibi akardı, bulundukları yer bir cennet misaliydi, iki dağ arasında geniş bir ovada yerleşen Sebe'liler, ovanın ortasından geçen nehrin önüne su ve bağ-bahçelerini sulamak için bentler yapmışlardı. Böyle bir nimet içinde bulunmaları kendilerini şımartmış, peygamberlerini yalanlamışlar, imandan ve şükürden uzaklaşarak azmışlardı. Onlar, kendilerine verilen bunca nimetlerin şükrünü bilmedikleri için Allahü teâlâ da bağ ve bahçelerini helak ederek, ellerinden almıştır. Allah, nimetlerine nankörlük yapanların elinden nimetini alır ve o milleti azaba uğratır. Onlara ve kendilerinden sonra gelenlere bir ibret olsun diye, tarla faresini bağ ve bahçelerine musallat kılmış, fare onların yapmış olduğu su bentlerini delerek büyük bir felâkete sebeb olmuştur. Bentlerden boşalan su, bütün bağlarını ve bahçelerini çorak bir araziye çevirmiştir. Bu durum olmadan önce peygamberleri kendilerini ikaz etmiş, Allah'a imana davet ederek şükretmelerini istemişlerdir. Onlar yine bildiklerini yapmışlardır. İçlerinden kâhin olan İbran ibn Amir, farelerin yavrularını yüksek yerlere taşıdığını görünce başlarına büyük bir felâketin geleceğini anlar, kavmini ikaz eder ve şehri terk ederek başka bir şehre gider.. O şehirden ayrıldığı günün akşamı felâket kopar, kurtulan pek az olur. Kurtulanlar da orayı terk ederek başka yerlere gitmek zorunda kalırlar. Onların, şımarıklık ve azgınlıklarından dolayı bağ-bahçeleri yok olur. O, bağ-bahçelerin yerinde acı yemişler, yabani meyveler ve sedir ağaçları biter. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Fakat onlar yüz çevirdiler. Bunun için biz de üzerlerine Arim selini gönderdik. Onların bahçelerini buruk yemişli, ılgınlık ve içinde biraz da sedir ağacı bulunan iki bahçeye çevirdik.» Bu felâket, Allah'ın kendilerine vermiş olduğu nimetlere şükretmedikleri için başlarına gelmiştir. Çünkü onlara «Rabbinizin verdiği rıziktan yeyin ve O'na şükredin» denmişti. Fakat onlar şükürden tamamen uzaklaşmışlardı. Bunun için de Allah onlara vermiş olduğu nimetlerini almıştı. Allah, nimetlerine şükretmeyenleri, nankörlük yapanları işte böyle cezalandırır. Hâlik-ı Mutlak bunu şöyle beyan ediyor: «İşte biz onları böyle nankörlük ettikleri için cezalandırdık. Biz nankör olandan başkasını cezalandırır mıyız?» önceki milletlerin ve toplumların cezalandırılmasının hikmeti, sebebi budur. Kendilerine verilen nimetlere nankörlük edenler ve azanlar mutlaka cezalandırılacaklardır. O beldelerin helak edilme sinda Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden âyetler ve alâmetler vardır.

18

«Onların yurdu ile feyz ve bereket verdiğimiz memleketler arasında sırt sırta nice kasabalar yapmıştık. Onlarda seyr ü sefer etmelerini takdir etmiş, kendilerine, 'geceleri ve gündüzleri oralarda güven içinde gezin, dolaşın' demiştik.»

19

«Buna karşı onlar 'Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır' demişler, kendilerine yazık etmişlerdi. İşte biz de onları masallara çevirdik. Onları darmadağınık ettik. Şüphesiz ki bunda çok sabır ve şükreden herkes için elbette ibretler vardır.»

Allahü teâlâ, Sebe halkına vermiş olduğu nimetleri zikredip haber vermiştir. O Sebe kabilesinin Yemen'deki memleketleri arasında bağlar-bahçeler, meralar ve ticarete elverişli sahalar ile feyz ve bereket vermiştir. Köyler ve kasabalar birbirine çok yakın olup gece gündüz emniyet içinde dolaşırlardı. Sabah vakti bir köyde, öğle vakti de diğer köyde olurlardı. Sebe ile Şam arasında dört bin yedi yüz köy bulunmaktaydı. Kasabaların birbirlerine yakın oluşu onların hoşuna gitmiyor ve «Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır» diys dua ediyorlardı. Onlar bu temennileriyle Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerin kıymetini bilmeyerek nefislerine zulmetmişlerdir. Allah da onları masallara çevirip dillere destan etmiştir. Şüphesiz ki bunda çok sabır ve şükreden herkes için, elbette ibretler ve ders alınması gereken hikmetler vardır. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Onların yurdu ile feyz ve bereket verdiğimiz memleketler arasında sırt sırta nice kasabalar yapmıştık. Onlar da seyr ü sefer etmelerini takdir etmiş, kendilerine 'geceleri ve gündüzleri oralarda güven içinde gezin, dolaşın' demiştik. Buna karşı onlar 'Ey Rabbimiz, seferlerimizin arasını uzaklaştır' demişler, kendilerine yazık etmişlerdi, işte biz de onları masallara çevirdik. Onları darmadağın ettik. Şüphesiz ki, bunda çok sabır ve şükreden herkos için elbette ibretler vardır.»

20

«Yemin olsun ki, iblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkartmış, iman edenlerden bir zümre hariç olmak üzere; hepsi ona uymuşlardı,»

21

«Halbuki onun, bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz âhirete iman eden kimse ile ondan şüphede bulunan kişiyi ayırdedeceğiz. Senin Rabbin her şeyin üstünde gerçek bir gözetleyicidir.»

İblisin zannı insanların çoğu üzerinde doğru çıkmıştır. Çünkü insanların çoğu ona tâbi olmuşlardır. Yalnız hakkıyle iman edip sâlih amel yapanlardan bir kısmı ona tâbi olmamıştır. Şeytan, cennetten kovulduğu zaman, Allahü teâlâ'dan kıyamete kadar mühlet istemişti. Yüce Halik, onun isteğini kabul ederek kıyamete kadar mühlet vermiştir. O zaman şeytan yemin edip «ben bu âdemoğullarının hepsini azdırıp sana secde ve şükür ettirmeyeceğim- der. Şeytan, insanoğlunun Allah'a secde etmeyeceğini bilerek söylememiştir, zannıyla söylemiştir. Bundan dolayı Yüce Halik «and olsun ki, iblis, onlar hakkındaki görüşünü doğru çıkarmış, iman edenlerden bir zümre hariç olmak üzere, hepsi ona uymuşlardı. Halbuki onun, bunlar üzerinde hiçbir nüfuzu yoktu. Ancak biz âhirete iman eden kimse ile ondan şüphede bulunan kişiyi ayırd edeceğiz. Senin Rabbin her şeyin üstünde gerçek bir gözetleyicidir.' Şeytanın kıyamete kadar izin istemesi, âdemoğullarını azdırıp Allah'a secde ettirmemek içindir. Şeytan, Allahü teâlâ'ya «ben senin kullarını azdırırım' dediği zaman, Hâlik-ı Zülcelâl de, «benim öyle kullarım var ki, onlar asla, senin saltanatın ve hükmün altına girip sana tâbi olmazlar» buyurur. Bunun üzerine şeytan da «senin muhlis kulların ve hak üzere kaim olan kullarını azdırıp saptıramam» der. Şeytan, güç kullanarak zorla insanları saptırıp azdırmaz, Allah'ın yolundan alıkoymaz. Onlara bir vesvese verir, o vesvese ile hak yoldan saparlar, ilâhi emirleri unuturlar, Allah'a isyan ederler. İmanı ve ibadeti terk ederler. Böylece de elim bir azaba müstehak olurlar. Çünkü Allah, kullarının yapmış olduğu her şeyi muhafaza edici ve gözetleyicidir.

22

«Onlara de ki: Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinize istediğiniz kadar yalvarın.»

23

«Allah'ın katında kendisine izin verilenden başkasının şefaati fayda vermez. Nihayet kalblerinden korku giderildiği zaman birbirlerine 'Rabbiniz ne söyledi' diye sorarlar. 'Hak söyledi' derler. O, yücelerin yücesidir.»

Yüce Halik, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, kâfirlere de ki: İlâh diye taptıklarınızı çağırın, gelsinler sizi açlık ve yokluk belâsından kurtarsınlar.- Bundan maksat onların taptıkları putları veya meleklerdir. Bazıları, meleklere ilâh diye tapmaktadırlar. Kâfirlerin taptıkları şeylerin hiçbirisi zerre kadar bir şeye malik değildir ve Allah'ın mülkünde de ortaklıkları yoktur. Kâfirler -ma'budlarımız Allah katında, şefaatçilerimizdir, onlar bizs şefaat edecektir» demişlerdir. Halbuki Allahü teâlâ'nın müsaade ettiklerinden başkası şefaat yetkisine sahip değildir. Hem iman edenler kâfirlere şefaatçi olamadığı gibi, melekler de onlara asla şefaatçi olamazlar. Melekler sadece kendilerine emrolunanı yaparlar, ondan başkasını yapmazlar. Şayet Melekler Allah'ın peygamberlerine indirmiş olduğu vahyi işitselerdi, onun heybetinden ve Allah korkusundan yüzleri sararıp secdeye kapanırlardı. Ey kâfirler, nasıl olur da Allah korkusundan secdeye kapanan melekler size şefaatçi olurlar? Onlar ancak Allah'ın emirlerini yerine getirmekle mükelleftirler.

Melekler ve gök ehli Hazret-i İsa'dan Peygamberimize kadar vahiy duymamışlardı. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahiy gelmeye başlayınca, onun heybetinden akılları başlarından gitmiştir. Kendilerine geldikleri zaman «Cebrail, Rabbinizden ne haber getirdi?» diye birbirlerine sorarlar. Sonra -Hak söyledi» derler. Hâlik-ı Zülcelâl yücelerin yücesidir, O'nun şeriki, benzeri yoktur. Her şey O'na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir.

24

«De ki: 'Göklerden ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?' De ki: 'Allah'tır. Öyleyse ya biz, ya siz mutlak bir hidâyet üzerindeyiz. Yahut apaçık bir sapıklıkta.»

25

«De ki: Bizim işlediğimiz günahtan siz mes'ul olmazsınız. Sizin yapmakta olduklarınızdan da biz mes'ul olmayız.»

26

«De ki: Rabbimiz, hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, kemâliyle bilen en büyük hakimdir.»

Ey insanlar, göklerden yağmur indirip o yağmur vasıtasıyla yerden her çeşit mahsulleri, meyveleri, bitkileri çıkarıp bütün canlıları rızıklandıran kimdir? Hiç şüphesiz Allah'tır. Çünkü O'ndan başka ilâh yoktur. Ey kâfirler, ya biz, ya siz mutlaka bir hidâyet üzerindeyiz. Veya birimiz apaçık bir sapıklık üzerindedir. Fakat iman edenler, daima hidâyet üzeredir, etmeyenler ise her zaman dalâlette ve sapıklıktadır. Kıyamet günü, kimse, kimsenin işlemiş olduğu kötü amelden mes'ul olmayacaktır. Herkes Allah katında amelinin karşılığını görecektir. İman edenler mükâfatını, etmeyenler de cezasını göreceklerdir. Yüce Halik, kıyamet günü bütün kullarını mahşer yerine toplayacak, iman edenlerle etmeyenleri birbirinden ayıracak, onlar arasında adaletle hükmedecektir. «De ki: Bizim işlediğimiz günahtan siz mes'ul olmazsınız. Sizin yapmakta olduklarınızdan da biz mes'ul olmayız. De ki: Rabbimiz, hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, kemâliyle bilen en büyük hakimdir.»

27

«De ki: O'na taptığınız ortakları bana gösterin bakayım. Yoktur ki. Doğrusu Allah azizdir, hakimdir.»

Yüce Allah, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: “Yâ Muhammed, kâfirlere de ki: Allah'tan başka ilâh diye taptıklarınızı bana gösterin bakayım. Onları Allah'a ortak koştunuz. Göklerde ve yerde ne yaptıklarını haber verin?- Halbuki kâfirlerin tapmakta oldukları putlar da yaratılmıştır. Yaratılan bir şey nasıl olur da, başka bir şey yaratabilir? Yaratma gücüne sahip olmayan bir varlık nasil olur da Allah olabilir? Allah olamayınca ona nasıl ibadet edilir? Halbuki ibadet yalnız Allah'a mahsustur. O'ndan başkası ibadete lâyık değildir. Çünkü bütün mahlûkatın sahibi, mâliki, yaratıcısı, rızıklandıranı O'dur. O, mülkünde azizdir, hamiddir.

28

«Biz, seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir. Fakat insanların çoğu bilmezler.»

29

«Doğru sözlü iseniz söyleyin, bu vaad ne zamandır? derler.»

Allahü teâlâ, sevgili Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)’i bütün mahlûkata peygamber olarak göndermiş, aynı zamanda insanlara Allah'ın nimetlerini müjdeleyici, ve azabından korkutucu olarak görevlendirmiştir. Fakat insanların çoğu O'nun nimetlerini ve azabını yalanlayarak alay ederler. Kıyametin kopacağına inanmazlar. Bundan dolayı «doğru sözlü iseniz, bize vaadolunan kıyamet günü ne zaman olacak onu bize haber verin» derler. Halbuki Allah'ın vaadi haktır. O gün mutlaka gelecektir. Kıyamet, ne bir saat öne almir ve ne de bir saat geri bırakılır. Vakti gelince vukubulur, kimse ona mani olamaz.

30

«De ki: Size bir gün tayin edilmiştir. Ondan bir saat ne geri kalabilirsiniz, ne de öne geçebilirsiniz.»

31

«O küfredenler: 'Biz ne bu Kur’an'a, ne de ondan öncekilere inanırız' dediler. Sen bu zalimleri, Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen. İçlerinde zayıf sayılanlar, o büyüklük taslayanlara: 'Siz olmasaydınız muhakkak ki, biz mü’minlerden olmuştuk' derler.»

Ey kafirler, size mutlaka bir gün tayin edilmiştir. Siz o tayin edilen günden ne bir saat geri kalırsınız, ne de bir saat öne geçersiniz. Kâfirler «biz ne bu Kur'an'a ve ne de bundan önceki kitaplara inanırız» demişlerdir. Kâfirler, kıyamet günü Rablerinin huzuruna çıkıp suçları birbirlerine attıkları zaman içlerinden zayıfları ve fakirleri, kendilerini Allah yolundan alıkoyanlara 'siz olmasaydınız, muhakkak ki biz iman edip mü’minlerden olacaktık. Bizi Allah'ın yolundan siz alıkoydunuz, bu duruma da siz getirdiniz.» derler.

Yüce Halik, bunu şöyle beyan ediyor: «O küfredenler: 'Biz ne Kur'an'a, ne de ondan öncekilere inanırız" derler. Sen bu zalimleri Rablerinin huzurunda dikilmiş oldukları zaman, suçu birbirine atıp dururken bir görsen, içlerinde zayıf sayılanlar o büyüklük taslayanlara 'siz olmasaydınız muhakkak ki, biz mü’minlerden olmuştuk' derler.» O zaman kendilerini Allah yolundan saptıran büyükleri, bu suçlamaları asla kabul etmezler.

32

«Büyüklük taslayanlar, zayıf sayılanlara; 'Bize hidâyet geldikten sonra, biz mi sizi ondan çevirdik? Hayır, siz kendiniz suçlu idiniz' derler.»

33

«Zayıf tanınanlar da, o büyüklük taslayanlara: Hayır, derler. Gece gündüz işiniz hilekârlıktı. Çünkü siz, bize hep Allah'a küfretmemizi, O'na benzerler (ortaklar) tanımamızı emrediyordunuz, Bunlar azabı görünce pişmanlıklarını içlerine atarlar. Biz de o küfredenlerin boyunlarına demir halkalar vururuz. Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?»

Kıyamet günü kâfirler başlarına gelecek olan azabı gördükleri zaman birbirlerinden davacı olurlar, büyüklük taslayanlar zayıflarına ve Allah yolundan alıkoyduklarına -size hidâyet geldikten sonra, biz mi sizi ondan çevirdik? Hayır, biz sizi ondan çevirmedik, siz kendiniz döndünüz, bugün suçlu sizsiniz» diyeceklerdr. Zayıfları da büyüklük taslayarak kendilerini Allah yolundan alıkoyanlara «hayır, sizin gece gündüz işiniz hilekârlıktı. Çünkü siz, bize hep Allah'a küfretmemizi ve O'na ortak koşmamızı emrediyordunuz. Biz de sizin ağzınıza baktık. Allah'a ortak koştuk ve küfrettik. Bizi bu duruma düşüren sizsiniz, şimdi bizi içine düştüğümüz azabtan kurtarın.»

O büyüklük taslayıp halkı Allah'a küfrettirenler bunlardan kaçacaklar, yaptıklarına pişman olacaklar. Fakat o günkü pişmanlıkları kendilerine asla fayda vermeyecektir. Allahü teâlâ da o küfredenlerin boyunlarına ateşten demir halkalar takacaktır. Bu, onların amellerinin ve yaptıklarının karşılığıdır. Allah, onları yaptıklarından başka bir şey ile cezalandırmayacaktır. İmandan yüz çevirip başkalarını da Allah yolundan alıkoyanlar, işte böyle cezalandırılacaklardır «Yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler?» buyurularak, kıyamet günü herkese yaptığının karşılığı verilecektir.

34

«Biz hiçbir kasabaya bir peygamber göndermedik ki, o kasabanın refah sahipleri 'biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri tanımıyoruz' dediler.»

35

«Ve: Biz, dediler, mallan ve çocukları en çok olanlarız. Azaba uğratılacak da değiliz.»

36

«De ki: Şüphesiz Rabbim, kimi dilerse onun rızkını genişletir, ve bir ölçüye göre verir. Fakat insanların çoğu bilmezler.»

Allahü teâlâ, emir ve yasaklarını bildirmek için her kasaba halkına peygamberler göndermiştir. O kasabaların halkının zenginleri ve ileri gelenleri peygamberlerini yalanlayarak «biz, sizin bize tebliğ ettiğiniz şeyleri tanımıyoruz ve onlara inanmıyoruz» demişlerdir. Onlar varlıklarına ve çokluklarına güvenerek peygamberleri ve ahiret gününü yalanlamışlar ve «biz, malları ve çocukları en çok olanlarız, azaba uğratılacak da değiliz» demişler ve şımarıklık yaparak azmışlardır. Allahü teâlâ da varlıklarına ve çokluklarına güvenip yeryüzünde azgınlık yaparak şımaranlari helak etmiştir. Malları ve çocukları onları Allah'ın azabından asla kurtaramamıştır. Çünkü mal da mülk de Allah'ındır. Allah kullarından dilediğinn rızkını genişletir ve bir ölçüye göre verir. Dilediğinin rızkını da daraltır. Bunu kimse değiştiremez. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Onlar malı da, mülkü de kendilerinin kazandığını zannederler. Bundan dolayı asıl sahibini unuturlar. Fakirleri hakir görürler, mallarının, mülklerinin ve mevkilerinin kendilerini her şeyden kurtaracağını zannederler. Halbuki Allah katındaki üstünlük takva iledir, mal, mevki ve makam ile değildir.

37

«Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız, ne evlâtlarınızdır. Ancak iman edip de iyi amelde bulunanlar müstesna. Çünkü onlar için, yaptıklarına mukabil kat kat mükâfat vardır. İşte onlar yüksek derecelerde, güven içindedirler.»

Ey insanlar, sizi Allah'ın huzuruna yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır. Ancak iman edip iyi ameller yapmış iseniz, o sizi Allah'a yaklaştıracaktır. Onlar için Allah katında yaptıklarına mukabil kat kat mükâfat ve sevap vardır. Onlar cennette de yüksek derecelerde olup korktuklarından emin, umduklarına nail olmuşlardır. Zira onlar güven içindedirler. Yüce Halik, bunu şöyle beyan ediyor: «Sizi huzurumuza yaklaştıracak olan ne mallarınız ve ne de çocuklarınızdır. Ancak iman edip de iyi amelde bulunanlar müstesna. Çünkü onlar için, yaptıklarına mukabil kat kat mükâfat vardır, işte onlar yüksek derecelerde, güven içindedirler.»

38

«Ayetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarış edercesine çalışanlar, işte onlar, azabla yüz yüze bırakılacaklardır.»

39

«De ki: Gerçekten Rabbim kullarından kimi dilerse onun rızkını genişletir ve ona bir ölçüye göre verir. Hayır namına ne sarfederseniz O, bunun ardından (daha iyisini) lütfeder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.»

Allah'ın âyetlerini hükümsüz bırakıp peygamberlerini yalanlamak için yarış edercesine çalışanlar yek mu? İşte onlar kıyamet günü en çetin azaba uğrayacaklardır. Kimse onları bu azabtan kurtaramayacaktır. Bu, onların küfür ve zulümlerinin cezasıdır. Allah'ın âyetlerini ve peygamberlerini yalanlayanlar, böyle cezalandırılacaklardır. Hâlik-ı Zülcelâl, kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini de daraltır. Ey iman edenler, Allah yolunda infak ettiklerin'zden daha hayırlısını ve daha fazlasını O size verir. Nitekim Ebû Derdâ, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmiştir: Allahü teâlâ her gün yeryüzüne iki melek gönderir, onun iki yanın da durup 'ey Rabbimiz, senin yolunda infak edenlere karşılığını acele olarak ver' derler. Onların Allah indindeki duaları makbuldür, asia geri çevrilmez.

40

«Hatırla o günü ki, Allah onların hepsini mahşerde toplayacak, sonra meleklere: 'Bunlar mı size tapıyorlardı?' diyecek.»

41

«Melekler de: 'Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Belki onlar cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara iman edicilerdi.' derler.»

Allahü teâlâ, kıyamet günü insanları mahşer yerine toplayacak ve meleklere «bu müşrikler size mi tapıyorlardı?» diye soracaktır. Melekler de «ey Rabbimiz, biz seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, sensin. Onlar bize değil, cinlere tapıyorlardı ve çoğu onlara iman ediyorlardı.» derler. Melekler hiçbir zaman insanlara «bize tapın» dememişlerdir, demeleri de mümkün değildir. Hem insanlar onları görmemişlerdir. Bu bakımdan müşriklerin taptıkları melekler değil, cinlerdir.

42

«İşte bugün birbirinizi; ne bir fayda, ne de bir zarar yapmaya gücünüz yeter. O zalimlere biz 'yalanladığınız ateşin azabını tadın' diyeceğiz.»

43

«Onlara karşı açık açık âyetlerimiz okunduğu zaman dediler ki: 'Bu, atalarınızın taptıklarından sizi mütemadiyen vazgeçirmek isteyen bir adamdan başkası değildir.' Ve: 'Bu Kur'an, düzülüp uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey değildir' dediler. Hakk'a küfreden onlar, 'Hak' kendilerine gelince de şunu söylediler! 'Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir'.»

Kıyamet günü insanlar birbirlerine ne bir fayda, ne de bir zarar verebilirler. Kimse kimseye fayda veremediği gibi, zarar da veremez. Ancak Allahü teâlâ’nın kendilerine şefaat için izin verdikleri müstesnadır. Kâfirler kıyamet gününü yalanlayarak cennet ve cehennemi inkâr etmişlerdir. Hâlik-ı Mutlak, onlara kıyamet günü «yalanladığınız ateşin azabını tadın- diyecektir. Çünkü onlara Allah'ın âyetleri açık açık okunduğu halde, inanmayarak birbirlerine «bu, atalarınızın taptıklarından sizi mütemadiyen vazgeçirmek isteyenden başkası değildir. Bu Kur'an, düzülüp uydurulmuş bir iftiradan başka bir şey olmadığı gibi, apaçık bir sihirdir. Bunu, Muhammed kendisi uydurmuştur.» demişlerdir. Kâfirler, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafından gönderildiğini bildikleri halde, inatları yüzünden ona inanmamışlardır.

44

«Halbuki biz onlara öyle ders alacakları kitaplar vermediğimiz gibi, onlara senden evvel azab ile korkutucu bir peygamber de göndermemiştik.»

45

«Onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanladılar. Halbuki bunlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Boyla iken peygamberlerimizi yalanlamışlardı. Beni inkar etmek nasıl olur?»

Allahü teâlâ, Hazret-i İsa ile Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir peygamber ve bir kitap göndermemiş, İsa (aleyhisselâm) 'dan sonra Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'i ve onunla beraber kitap olarak da Kur'ân-ı Kerim'i göndermiştir. Hâlik-ı Zülcelâl, bunu şöyle beyan ediyor: «Halbuki biz onlara öyle ders alacakları kitaplar vermediğimiz gibi, onlara senden evvel azab ile korkutucu bir peygamber de göndermemiştik.» Fakat onlardan önceki milletler de peygamberlerini yalanlamışlardır. Bunlar da, onlar gibi peygamberlerini yalanlıyorlardı. Halbuki bunlar, öbürlerine verilenlerin onda birine bile kuvvet bakımından, ömür bakımından, varlık bakımından malik değillerdir. Allah onları inkâr ve zulümleri yüzünden helak etmiştir. Çünkü onlar peygamberlerini yalanlamışlar, yeryüzünde bozgunculuk ve azgınlık yapmışlardır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanladılar. Halbuki bunlar, öbürlerine verdiklerimizin onda birine ermemişlerdir. Böyle iken peygamberlerimizi yalanlamışlardı. Beni inkâr etmek nasıl olur?»

46

«De ki: Ben size sırf Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkıp durmanızı, sonra arkadaşınızda hiçbir mecnunluk olmadığını iyi düşünüp bilmenizi öğütlerim. O, çetin bir azab gelip çatmazdan evvel bunu size haber verenden başkası değildir.»

Yüce Halik, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, kâfirlere de ki: Ben size sırf Allah için ikişer ikişer, teker teker kalkıp durmanızı, sonra arkadaşınızda hiçbir mecnunluk olmadığını iyi düşünüp bilmediğinizi öğütlerim. O, çetin bir azab gelip çatmazdan evvel bunu size haber verenden başkası değildir.» Kâfirler, Peygamberimize çeşitli iftiralarda bulunup, kimi »sihirbaz» demiş, kimi «deli» demiş, kimi de «kâhin' demiştir. Halbuki onlar Peygamberimizin sihirbaz, deli ve kâhin olmadığını çok iyi biliyorlardı. Buna rağmen, iftiradan geri durmuyorlardı.

47

«De ka Ben sizden bir ücret istersem, o sizin olsun. Benim emrim Allah'a aittir. O her şeye şahittir.»

48

«De ki: Benim Rabbim, hiç şüphesiz hakkı yerine koyar. O, bütün gayblan hakkıyle bilendir.»

49

«De ki; Hak geldi, batılın önü de kalmaz, sonu da.»

Peygamberler, Allah tarafından kendilerine gönderilen vahyi insanlara tebliğ ederler. Bunun için de onlardan hiçbir ücret istemezler. Çünkü onların görevi, Allah'ın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etmektir. Onların mükâfatı ise Allah'a aittir. Hiç şüphesiz, Allah hakkı yerine koyar ve bütün gayblan hakkıyle bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden gizli kalmaz. Hak gelince batıl yok olur. Hakkın olduğu yerde asla bâtıl olmaz. Yüce Halik, bunu şöyle beyan ediyor: -De ki: Hak geldi, bâtılın önü de kalmaz, sonu da.»

50

«De ki: Eğer ben sapmışsam, bu sapışımın günahı nefsime aittir. Doğru yolu bulmuşsam bu da Rabbimin bana vahyi iledir. Şüphesiz O, işitendir, yakındır.»

51

«Onlan can bas kaygısına düştükleri vakit görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.»

52

«'Ona iman ettik' demişlerdir. Fakat onlara uzak bir yerden el sunmak nerede?»

Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: Eğer ben sapmışsam, bu sapışımın günahı nefs’ıne aittir. Doğru yolda bulunmuşsam, bu da Rabbimin bana vahyi iledir. Şüphesiz O, işitendir, yakındır. Onları can baş kaygısına düştükleri vakit görmelisin. Artık kaçacak yerleri de yoktur. Yakın yerden yakalanmışlardır.»

Peygamberler masum oldukları halde, Resûl-i Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) «eğer ben sapmışsam, bu sapışımın günahı nefsime aittir.» demiştir. Bu da gösteriyor ki, her insan yapmış olduğu hayrın mükâfatını, şerrin ise cezasını görecektir. Kâfirler kıyamet günü uğrayacakları azabı gördükleri vakit, başlarının derdine düşecekler ve kaçmaya yer arayacaklardır. Fakat kaçacak yer bulamayacaklardır. Çünkü kıyamet günü her fert dünyada yaptığı hayrın mükâfatını, şerrin de cezasını görecektir. O gün herkes ameliyle başbaşa kalacaktır. Kâfirler uğrayacakları azabı gördükleri zaman tekrar dünyaya gelip iman etmek isteyeceklerdir. Fakat onların bu istekleri asla kabul edilmeyecektir. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: “Ona iman ettik' demişlerdir. Fakat onlara uzak bir yerden el sunmak nerede?»

53

«Halbuki daha evvel ona küfretmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı.»

54

«Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına set çekilmiştir. Tıpkı bundan evvel benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de kötü zanna düşüren bir şüphe içinde idiler.»

Kâfirler, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Kur'an'ı ve âhiret gününü -inkâr edip yalanlamışlar ve Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) 'e olmadık iftira atmışlardır. Her şeyin dünyada başlayıp bittiğini zannederek âhireti, cennet ve cehennemi, hesaba çekilmeyi inkâr etmişlerdir. Yüce Halik bunu şöyle beyan ediyor: «Halbuki daha evvel ona küfretmişlerdi. Uzak bir yerden gayba atıp tutuyorlardı. Artık kendileriyle arzuladıkları şeyler arasına set çekilmiştir. Tıpkı bundan evvel benzerlerine yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de kötü zanna düşüren bir şüphe içinde idiler.» işte bunlar kıyamet günü cezalarını göreceklerdir.

0 ﴿