HUCURAT SURESİ

Bu sûre-i celile Kur'an-ı Kerim'in 49. süresidir. Medine'de nazil olmuştur. 18 âyettir. Dördüncü âyette geçen "Hucûrat" kelimesinden dolayı bu ismi almıştır. Sûrenin ihtiva ettiği hususlar şunlardır:

1- Mü’minlerin Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı hürmet ederek ilâhi emre ve peygamberin emirlerine karşı muhalefette bulunmamaları.

2- Peygamberin huzurunda yüksek sesle konuşulmaması ve dışardan da diğer insanlara çağırıldığı gibi kendisine çağrılmaması.

3- Fasıkların sözlerine kulak verilmemesi ve aralarında düşmanlık, dargınlık ve kırgınlık bulunan mü’minlerin arasının sulh edilmesi.

4- Müslümanlara karşı düşmanlık besleyerek sulha yanaşmayanlarla savaşılması.

5- Müslümanlar hakkında kötü zanda bulunulmaması ve alay edilmemesi.

6- Allah katında üstünlüğün ancak takva ile olduğunun bildirilmesi.

1

"Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah hakkıyle işitendir, bilendir."

Bu âyetlerle Allahü teâlâ mü’minlere İslâm ahlâkını, edebi ve peygambere karşı nasıl davranılacağını öğreterek "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin ve Allah'tan korkun" buyurmuştur. Allah ve Resulünün önüne geçmek, onların emir ve yasaklarını dinlememektir. Peygamberin huzurunda emirlerine muhalefet etmek veya kabul etmemek de böyledir. Çünkü peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hiç bir şeyi kendiliğinden söylemez, Onun söylediği her şey ilâhi emirdir.

Bu âyetin nüzul sebebindeki hikmet şudur: Bir kurban bayramı günü Allah Resulü, bayram namazını kıldırmadan önce, sahabenin bir kısmı kurbanlarını kesmiş. Namazdan sonra peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) onların kurbanının olmadığını söylemiştir. Bunun üzerine bu âyet nazit olmuştur. Mesruk (radıyallahü anh)'un rivayetine göre, ramazanın şek günü hakkında nazil olmuştur" diyerek olayı şöyle nakletmişim "Ramazanın girip girmediğinin kesin olarak bilinmediği bir şek günü biz Hazret-i Aişe'nin yanında idik. Bize süt ikram edildi, ben oruçlu olduğumu söyledim, Hazret-i Aişe "şek günü oruç tutmak yasaklandı bilmiyor musun?" diyerek bu âyeti okudu. Bu rivayetlerden de anlaşılıyor ki, Allah ve Resulü bir şeyi emretmeden veya yasaklamadan mü’minlerin yapması caiz değildir.

2

"Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi peygambere yüksek sesle bağırmayın ki, farkına varmadan amelleriniz boşa gitmesin."

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Beni Temim kabilesinden seksen kişilik bir gurup elçi olarak Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir. Bunların içinde Akraa ibn Habis, Zirkan ibn Bedir ve Attar ibn Haccaf da vardır. Bunlar peygamberin huzuruna girerek "Ey Muhammed, senin dinin güzeldir, doğrudur, şairlerimiz ve hatiplerimiz hakkında bir şey söyleme. Dinine girmeye bize müsaade et" diyerek yüksek sesle bağırırcasına peygamberin sesini bastırarak konuşmuşlardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi peygambere yüksek sesle bağırmayın ki, farkına varmadan amelleriniz boşa gitmesin, "Çünkü peygamberin (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzurunda bulunmanın ve konuşmanın elbette bir ölçüsü vardır. İnsanların birbirlerine bağırdıkları ve konuştukları gibi, peygamberle konuşulmaz ve huzurunda saygısızlık yapılmaz. Zira o âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir ve bütün insanlığın kurtuluş rehberidir. Elbette böyle bir peygamberin huzurunda edebe aykırı bir şey yapılamaz. Kendisi buna müsamaha gösterse bile, Allahü teâlâ asla buna müsamaha etmez. Nitekim öyle olmuştur.

Bu âyet her ne kadar Beni Temim kabilesi hakkında nazil olmuş ise de hükmü umumidir. Tefsircilerin çoğu bu âyeti delil getirerek, büyük günah işleyenlerin amelleri boşa gider demişlerdir. Fakat Hanefi fukahası büyük günahların, amelleri boşa çıkarmayacağını söylemişlerdir. Şayet insanı dinden çıkaracak bir kelime söylenirse işte o zaman bütün ameller yok olur, Mü’minlerin buna çok dikkat etmesi gerekir. Mü’mini dinden çıkaran kelimelerden bazılarını şöyle sıralıyabiliriz: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i alaya almak, Kur'anı Kerim'in hükümlerini beğenmemek veya kabullenmemek. Kur'an-ı Azimüşşan'ı küçük düşürecek harekette bulunmak, namazla ve namaz kılanla alay etmek, onu hafife almak. Dine tealluk eden meselelere sövmek, onları hafife almak, beğenmemek. Buna mü’minlerin çok dikkat etmesi gerekir. Aksi takdirde farkına varmadan dinden uzaklaşırlar da haberleri bile olmaz. Bu âyetin nüzulünden sonra Sabit ibn Kays peygamberimizin yanına, ses tonunun yüksek olduğundan gelmez olmuştur. Allah Resulü Kays'ı çağırtır, kendisinin kötü bir niyeti olmadığını ve ses tonunun yüksek olduğundan sesi gür çıktığını kendisine bildirir. Bundan sonra o zat peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzurunda sesini çok az çıkarmaya çalışır. İşte bu sahabenin Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı sevgisi, ona olan muhabbetleri ve hürmetleridir.

3

"Seslerini peygamberin yanında kısanlar, muhakkak ki, onlar Allah'ın gönüllerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Mağfiret ve büyük mükâfat onlarındır."

Seslerini peygamberin yanında kısanlar, yüksek sesle konuşmayanlar muhakkak ki, Allah onların gönüllerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Mağfiret, büyük mükâfat ve kurtuluş onlarındır. Allah, onların günahlarını affedip kusurlarını bağışlamış ve mükâfatlarını da kat kat verecektir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Allah, emirlerine itaat edip yasaklarından sakınanları işte böyle mükâfatlandırır.

4

"Sana hücrelerin ötesinden seslenenlerin çoğunun akılları ermez."

Bu âyeti celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Üsame ibn Zeydin başkanlığında bir seriyyeyi Beni Aşr kabilesine gönderir. Onlar Benî Aşr kabilesiyle savaşırlar, ileri gelenlerinden çoğunu öldürürler, mallarını ganimet olarak alırlar ve küçük çocuklarını da esir ederler, alıp Medine'ye getirirler. O kabileden bir topluluk çocuklarını esaretten kurtarmak için peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelir. Onların geldiği sırada Allah Resulü de hanımlarından birinin odasında istirahat etmekteydi. Onlar peygamberin dışarı çıkmasını beklemeden her odanın arkasından yüksek sesle ve kaba bir şekilde "Ey Muhammed" diye çağırırlar. Onların bu çağırıp bağırması üzerine Allah Resulü evinden çıkar, isteklerini öğrenince içlerinden kendilerinin de güvendiği birisini hakem tayin eder ve onun vereceği karara razı olacağını bildirir. O da "Ben esirlerin yarısını karşılıksız bırakmanızı, yarısını da bedelini almanızı teklif ediyorum" der. Allah Resulü de onun teklifini kabul eder. Bunun üzerine bu âyet nazil olarak şöyle buyurulur: "Sana hücrelerin ötesinden seslenenlerin çoğunun akılları ermez."

5

"Eğer onlar sen yanlarına çıkıncaya katlar sabretselerdi, kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. Allah, çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir."

Eğer o gelenler peygamberin evinden çıkmasını bekleselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah gafurdur, tevbe edenlerin günahlarını affeder, kusurlarını bağışlar. Rahimdir iman edenleri esirger.

Bu âyeti celilenin işaretine göre edepli ve ahlâklı olmak vaciptir. Büyüklerin, âlimlerin, Allah dostlarının, şeyhlerin huzurunda edepli olmak kişinin derecesini yükseltir, ona dünya ve âhiret saadetinin kapılarını açar. Bundan dolayı Allah Resulü "Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi güzel yaptı" buyurmuştur. Edepli olan sünnetleri muhafaza eder, sünnetleri muhafaza eden de farzları muhafaza eder, farzları muhafaza edenler de Allah katında en yüksek makama ulaşır. Böylece iki cihan saadetine kavuşur.

6

"Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz."

Bu âyet-i edilenin nüzul sebebi şudur: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Velid ibn Utbe'yi Beni Mustalik kabilesine zekât memuru olarak gönderir. Kabilenin ileri gelenleri Resûlüllah'ın elçisine hürmet ve tazimde bulunmak için topluca karşılamak isterler. Velid, onların toplu halde kendisine doğru geldiğini görünce "Bunlar beni öldürmeye geliyorlar" diyerek kaçar. Çünkü Velid'le onlar arasında cahiliye döneminde bir düşmanlık vardı. Velid, Beni Mustalik kabilesinin niyetini anlamadan o düşmanlığı bahane ederek kaçmıştır. Mekke'ye dönünce Allah Resulü durumu sorar o da "Ey Allah'ın Resulü, onlar beni zekâttan men ettiler ve hepsi silahlanıp beni öldürmek istediler, ben de aralarından kaçtım" der. Bu act haberi duyan peygamberimiz onların üzerine bir ordu göndermeyi düşünür. Onlar bu haberi alınca kabilenin ileri gelenlerinden bir heyet derhal durumu bildirmek için peygamberimize gelir ve "Ey Allah'ın Resulü, biz senin memurunu zekâttan men etmedik. Onun geldiğini öğrenince hürmet ve tazim etmek için toplanıp yanına gidiyorduk, bizi görünce hemen kaçtı, biz niçin kaçtığını anlamadık" derler ve gerçeği ortaya koyarlar.

Velîd'in yanlış beyanda bulunması Allah Resulünü üzer. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler, eğer fasıkın biri size bir haber getirirse onun iç yüzünü araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme sataşırsınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." Bu gibi yalan haberleri yayanlar günümüzde de çoktur. Mü’minleri lekelemek için çeşitli yalanlar uydurup müslümanların zihnini bulandırmaktadırlar. İşte bunlar münafıkların ta kendisidir. Halbuki Yüce Halik yalan haber yayanları fasıklıkla vasıflandırmıştır. Demek ki, sadece içki içene fasık denmiyor, Allah'ın yasaklarına uymayanlara da fasık deniyor. Çünkü bunlar Allah'ın haddini aşmışlar, emirlerini hiçe saymışlardır. Fasıkların duası ise asla kabul olmaz.

Meşhur rivayete göre Musa (aleyhisselâm) kavmini üç gün yağmur duasına çıkartır. Dua yapılır, fakat yağmur yağmaz. Musa (aleyhisselâm) münâcaat edip "Ey Rabbim, üç gündür yağmur duasına çıkıyoruz, henüz yağmur yağmadı, bunun hikmeti nedir? der. Hâlik-ı Zülcelâl vahyedip "Ey Musa, bunların hakkında ne senin duanı kabul ederim ve ne de kendi dualarını kabul ederim. Çünkü sizin aranızda bir nemmamcı vardır" buyurur. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) "Ey Rabbim, onu bana haber ver de kavmin içinden çıkarayım" der. Yüce Halik "Ey Musa, biz sizi koğuculuktan men ediyoruz da şimdi biz mi koğuculuk yapacağız? Kavminin hepsi tevbe etsin, o da aralarında tevbe eder, o zaman yağmur veririm" buyurur. Bunun üzerine Musa (aleyhisselâm) kavmine tevbe ettirir ve sonra yağmur duasına çıkartır. Allahü teâlâ da dualarını kabul eder. Mü’minlerin bundan ibret alması gerekir.

İbn Ömer (radıyallahü anh)'ın rivayetine göre, Allahü teâlâ cenneti yarattığı zaman, ona izin verip "Ey cennet konuş" demiştir. Cennet dile gelerek "Bana giren saadete erdi" demiştir. Yüce Halik yemin edip "izzetim ve celatîm hakkı için yedi sınıf insan senin içinde barındırılmaz. 1- Devamlı içki içen, 2- Devamlı zina eden, 3- Deyyus olan, 4- Koğuculuk yapan, 5- Kendisini kadın hükmüne koyup erkeklere satan erkek, 6- Sıla-i rahmi kesenler, 7-Allah'a verdiği sözden dönenler. Düşünebilenler için bu kadarı yeterlidir, düşünemeyenler için ne söylense yine azdır.

7

"Hem bilin ki, içinizde Allah'ın peygamberi vardır. Şayet o bir çok işlerde size uymuş olsaydı, şüphesiz ki sıkıntıya düşerdiniz. Ama Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalblerinize güzel göstermiştir. Küftü, fasıklığı, isyanı da çirkin göstermiştir. İşte rüştünü bulanlar da onların ta kendileridir."

Ey mü’minler, bilin ki içinizde Allah'ın Resulü vardır. Ve o sizin peygamberinizdir. Eğer peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) sizin söylediklerinizin çoğunda size uymuş olsaydı, şüphesiz ki sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalblerinize güzel göstererek yerleştirmiştir. Küfrü, fasıklığı, kötülüğü, isyanı da çirkin göstermiştir. İşte rüştünü bulup hidayete, kurtuluşa ve saadete erenler bunlardır.

Sahabe-i kiram Velid ibn Utbe'nin haberini tetkik etmeden hemen Beni Mustalik kabilesine savaş açılmasını istemişlerdi. Allah Resulü ise, onların kararına hemen uymamış, neticeyi beklemiştir. Sahabenin isteği üzerine Velid'in yalan beyanı ile hemen harekete geçseydi suçsuz yere Beni Mustalik kabilesi için büyük bir felâket olurdu. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuş, mü’minleri ikaz etmiştir. Ey mü’minler, bu nimetin şükrünü eda edin. Allah size imanı sevdirmiş, kalblerinizi iman nuru ile aydınlatmış, küfrü, fışkı, isyanı ve kötülükleri size çirkin göstermiştir. Siz, Allah ve Resulü'nün emirlerine itaat edin, yasaklarından sakının, peygamberin emrine asla muhalefet etmeyin. Çünkü o kendi nevasından konuşmaz. Bu Allah'ın size ihsanıdır. Allah, âlimdir, hakimdir.

8

"Bu, Allah'ın bir fazlı ve nimetidir. Allah hakkıyle bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir."

Yüce Hâlik'ın mü’mînlere imanı sevdirip kalplerini nurlandırması, fışkı, küfrü, kötülükleri çirkin göstermesi bir fazlı ve onlar üzerindeki nimetidir. Ey mü’minler, sız bu nimetlerin şükrünü eda ediniz. Çünkü Allah her şeyi hakkıyle bilendir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Gerçek iman sahipleri fısk, kötülük ve küfürden sakınırlar. Allah katında kötü amellerinden dolayı mahcup olmazlar. Zira kıyamet günü herkese kazandığının karşılığı verilecektir.

9

"Eğer müminlerden iki taife birbiriyle döğüşürlerse, aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine saldırırsa o saldıranla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle bulun. Ve adaletli davranın. Şüphesiz ki Allah adil davrananları sever."

Bu âyet-i edilenin nüzul sebebi şudur: Bir gün Allah Resulü, sahabesinin yanına gitmek için merkebine biner ve halkın bulunduğu yere gider. Orada merkebi bevleder, o sırada münafıkların başı olan Abdullah ibn Übey de oradadır. Merkebin bevlinden rahatsız olan Abdullah, peygamberirnize hitaben "Merkebinin bevlinin kokusu insanları boğdu, o ne kötü kokuyor, neden onu burada bevlettirdin?" diyerek burnunu tutar. Onun bu hareketine peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) çok üzülür. Münafıkların reisinin bu küstahlığını gören Abdullah ibn Revaha derhal müdahale ederek "peygamberin merkebinin bevli senin teninden daha iyi kokmaktadır" der. Bunun üzerine aralarında münakaşa başlar ve birbirlerine vurmaya başlarlar. Kısa zamanda her ikisinin kabilesi de işe karışır ve olay büyür. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurur: "Eğer mü’minlerden iki taife birbiriyle döğüşürlerse aralarını düzeltin. Şayet biri diğeri üzerine saldırırsa, o saldıranla Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adaletle bulun. Ve adaletli davranın. Şüphesiz ki, Allah adil davrananları sever." Çünkü Allah adaletle hükmedenleri sever ve günahlarını bağışlar.

10

"Mü’minler ancak kardeştirler. Öyle ise iki kardeşinizin arasını düzeltin. Ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz."

Mü’minler ancak kardeştirler. Ey iman edenler, şayet iki kardeşinizin arasında bir huzursuzluk, bir anlaşamamazlık çıkarsa, siz onların arasını düzeltin. Ve Allah'tan korkun, aralarında asla haksızlık yapmayın. Eğer aralarında adaletle hükmederseniz esirgenir, bağışlanırsınız. Şayet haksızlık yaparsınız, o zaman günaha girer, aranızdaki kardeşlik bağlan çözülür ve Allah'ın yardımı da üzerinizden kalkar, hem kendi aranızda, hem de düşmana karşı zayıflarsınız.

11

"Ey iman edenler, bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. Ne kötü addır imandan sonra fasıldık. Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir."

Bu âyet-i celile, evlerinin arkasından kendilerine alaylı bir şekilde çağrılan mü’minlerin fakirleri ve kimsesizleri hakkında nazil olmuştur. Bazı tefsirciler Said ibn Kays hakkında nazil olduğunu söylemiştir. O bir gün peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in huzuruna gelir, oturacak yer bulamaz, bir zatın yanına oturmak ister, o müsade etmeyince Sabit alay etmeye ve azarlamaya başlar. Bunun üzerine bu âyet nazil olup mü’minleri ikaz ederek şöyle buyurulmuştur:

"Ey iman edenler, bir topluluk diğer topluluğu alaya almasın. Belki de onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın ve birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Ne kötü addır imandan sonra fasıklık. Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." Kim bir mü’min kardeşine fasıklıkla, kötü lâkapla ta'n ederse kendisini ta'n'etmiş olur. Muhammed ibn Ka'b, kötü lâkabı şöyle tarif etmiştir:

İman eden bîr mü’mine küfür kelimelerini takmak, Yahudi, Hıristiyan, kâfir ve insanı dinden uzaklaştıracak kelimeleri ona takarak söylemek, çağırmak gibi. "Ey kâfir, hey dinsiz" gibi. Bir insanın hoşlanmadığı kelimeler de kötü lâkaptır. Mü'min, mü’min kardeşini sözlerle, hareketlerle, kelimelerle incitmemelidir. Müslümanın hoşlanmadığı ismi takıp onu incitmek haramdır. Mü’minin kanını dökmek, malını gasbetmek, namusuna göz dikmek nasıl haramsa, onu incitmek de o şekilde haramdır, Mü’min için isimlerin en kötüsü kendisine küfür kelimesini isnad etmektir. Buna her müslümanın azami şekilde dikkat etmesi gerikir.

12

"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın, kimse kimseyi çekiştirmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır. İşte bundan tiksindiniz değil mi? Allah'tan korkun, şüphesiz ki Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhamet edicidir"

Bu âyet-i celileler, müslümanlara İslâm ahlâkını talim ediyor, güzel ahlâkı öğretiyor. Onların yapması ve yapmaması gereken hususları bildiriyor. İlâhi emir ve yasakların hepsinde insanlar için büyük hikmetler, menfaatlar vardır. Bu da iman edenlere verilen değerin ifadesidir. Bundan dolayı Hâlik-ı Zülcelal "Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan günahtır" buyurmuştur. Zira zan, daima düşmanlığı, kötülüğü, doğurur, aradaki birlik, beraberlik ve kardeşliği bozar, toplumun huzurunu kaçırır. Bundan dolayı zan haram kılınmıştır, Ebu Süfyan (radıyallahü anh) zannı, günaha götüren ve günaha götürmeyen diye ikiye ayırmıştır. Günah olun zan, bir mesele hakkında kesin bilgi olmadan onu biliyormuş gibi herkese yalan yanlış anlatmaktır. İşte bu zan sahibini günaha götürür. Günaha götürmeyen zan, her hangi bir kimsenin aleyhine olan bir meseleyi bilip, onu kimseye ifşa etmemek, o sırrı saklamaktır. İşte bu zan sahibini günaha götürmez. Çünkü o, kendisini günaha götürecek sim ifşa işini yapmamıştır.

Bir insan hakkındaki kötü bir şeyi bilmek, bileni günaha götürmez, ancak onu ifşa edip yaymadığı sürece bu durum söz konusudur. Çünkü Yüce Halik; zannın bazısının günah olduğunu beyan ederek "Birbirinizin kusurunu araştırmayın" buyuruyor. Mü’minlerin, birbirlerinin kusur ve ayıplarını araştırmaları aralarındaki birlik, beraberlik, kardeşlik, dostluk bağlarını zayıflatacağı için Allahü teâlâ bunu yasaklamıştır. Bir toplumda birlik, beraberlik, huzur, dostluk, sevgi, saygı ve itimat bulunmazsa yıkılmaya, yok olmaya mahkumdur, islâm ahlâkının güzelliğine bakınız ki aynı âyette "İman edenlere hitaben" kimse kimsenin gıybetini yapmasın ve çekiştirmesin" Duyurulmaktadır. Allahü teâlâ gıybeti de yasaklamıştır. Çünkü o da, toplumun huzurunu, ahlâkını, saadetini dengesini bozan, kardeşleri biribirine düşman eden, birlik ve beraberliği yıkan en büyük bir mikroptur, hastalıktır. Bunun için, gıybet edenlere hitaben "Hangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır? İşte bundan tiksindiniz değil mi?" buyurularak, gıybet etmenin ölü kardeş eti yemek kadar çirkin ve kötü olduğunu Hâlik-ı Mutlak beyan etmiştir. İnsanı can damarından vuran bu ifadeler mü’minlere güzel ahlâkı kazandırmak, kötü ahlâk ve huylardan onları uzaklaştırmak ve İslâm kardeşliğini pekiştirmek içindir. Gıybetin günahı zinanın günahından daha büyüktür. Nitekim Hazret-i Cabir ile Ebu Said (radıyallahü anh) Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den şöyle rivayet etmişlerdir:

"Sizi gıybetten sakındırırım. Şüphesiz ki gıybet etmenin günahı zinanın günahından daha şiddetlidir" buyurmuştur. Zina eden kimse, tevbe ettiği zaman Allah onun tevbesini kabul eder, günahlarını bağışlar. Fakat gıybet eden kimse gıybet ettiği şahıstan helâllik almadıkça Allah onun tevbesini kabul etmez. Bunun için gıybetin günahı zinanıhkinden daha büyüktür, daha şiddetlidir. Enes (radıyallahü anh) de şöyle rivayet etmiştir: "Bir gün Allah Resulü bize zinanın kötülüklerinden ve günahından bahsediyordu, bu esnada bir dirhem faizin günahının otuz altı defa zina etmeye bedel olduğunu ve bundan daha kötüsünün ise bir mü’mın erkek ve kadına iftira edip namusunu kirletmek olduğunu haber verdi.

"Bu hadis gıybetin ne kadar kötü ve günahının ne kadar büyük olduğuna delâlet eder. İmam-ı Süddi'nin rivayet ettiği bir hadiste, İçlerinde Selman-ı Farisî ve Hazret-i Ömer'in de bulunduğu bir topluluk sefere çıkarlar, konak yerine gelip çadırlarını kurarlar ve yemeklerini pişirirler, onlar bu işleri yaparken Selman hazretleri yorgunluğun vermiş olduğu rehavetle uykuya dalar, arkadaşlarına yardımcı olamaz. Arkadaşlarından bazıları "Selman bize yardımcı olmadı, o çadırların kurulmasını ve yemeklerin pişirilmesini bekliyor" diye hakkında konuşurlar. Bu esnada da Selman uyanır, arkadaşları peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den katık almak için onu gönderirler. O, Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelip katık talebinde bulunur. Allah Resulü "Onlar katıklarını yediler" buyurur. Selman arkadaşlarına gelip bunu haber verir. Arkadaşları hiç bir şey yemediklerini söyleyerek "Bunda, bir hikmet vardır" deyip hep beraber Peygamberimizin yanına giderler ve "Ey Allah'ın Resulü, sözlerinizin hepsi haktır, fakat biz hiç bir şey yemedik, bunun hikmeti nedir?" derler. Bunun üzerine peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) "Arkadaşınız uyurken söylemiş olduğunuz sözler sizin için katıktır" buyurarak bu âyeti okumuş ve "bilmez misiniz ki gıybet etmek et yemek gibidir. Et de yemeklerin efendisi ve üstünüdür" buyurmuştur. Onlar, Allah Resulünden bu sözleri işitince Selmandan helâllik dilemişler ve tevbe etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki, gıybet eden mü'minlerin hemen tevbe etmeleri vaciptir. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhamet edicidir" buyurmuştur. Bu da gösteriyor ki, mü’min hangi günahı işlerse işlesin, tevbe yapması kendisine vaciptir. Dilerse Allah tevbesini kabul eder, dilerse azap eder. Yalnız samimiyetle yapılan tevbeleri Allah kabul eder. İmam-ı Ebulleys (radıyallahü anh), gıybetten dolayı yapılan tevbe hususunda âlimlerin ihtilaf ettiğini söylemiştir. Eğer gıybeti yapılan, o gıybeti duymuş ise ondan helâllik almadan gıybet edenin tevbesi kabul olmaz. Şayet duymamış ise gıybet edenin tevbesî kabul olur. Hakkında gıybet edilen uzakta ve kendisine ulaşılması mümkün olmazsa, o zaman gıybet eden kişinin tevbesi kabul olur. Çünkü mü’minin arkasından yapılan dua Allah katında makbuldür, tevbe de buna benzer. Yalnız tevbede aranan husus yukarda da ifade edildiği gibi, sadâkattir. O, olmadıkça tevbe kabul olmaz.

13

"Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbîrinizle tanışasınız diye milletler ve kabileler haline koyduk. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Hakîkaten Allah her şeyi bilen, herşeyden haberdar olandır."

Ba âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Kays ibn Sabit'in kulakları ağır işittiğinden peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözlerini anlayabilmek için, her zaman yakınına oturur. Bir gün geç gelmiş, sahabe yerini almış, tazimle Allah Resulünü dinlerlerken Sabit çıkagelir ve cemaatı yara yara peygamberimizin yanına kadar gider. Onun bu durumunu gören cemaatın içinden birisi "Ne oldu buna da boş yere oturmuyor, halkı yara yara peygamberimizin yanına gidiyor" der. Sabit de bunu işitir ve bu sözü kimin söylediğini sorar, cemaat da "filan söyledi" derler. Buna kızan Sabit, onun annesinin ismi ile" Vay falan kadının oğlu, sen bana söz söyleyecek adam mısın?" diyerek o zatı halkın içinde mahcup eder. O da başını önüne eğerek sükût eder. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve şöyle Duyurulur:

"Ey insanlar, doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve bir birinizle tamşasınız diye milletler ve kabileler haline koyduk. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, O'ndan en çok korkanınızdır. Hakikaten Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır." Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu âyeti Kays ibn Sabit'e okuyunca hemen tevbe istiğfar eder. Bazı tefsirciler ise bu âyetin nüzul sebebini Mekke'nin fethinden sonra göstermişlerdir. Mekke fethedildikten sonra Allah Resulü Hazret-i Bilal'e ezan okumasını buyurmuş. Bilal Ha beşli olduğu için oldukça esmer idi. Haris ibn Hişam "Bundan başka adam bulamadılar mı da, bu kara adama ezan okutuyorlar?" demiştir. Halbuki Hazret-i Bilal (radıyallahü anh)'in sesi çok güzeldi. Haris ve onun gibi düşünenler üstünlüğü asalette, varlıkta ve renkte görüyorlardı. Halbuki Allah katındaki üstünlük takva iledir. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. İnsanların renkleri, dilleri, ırkları, dînleri, boylan ve huyları ne olursa olsun, hepsi Âdem babamızla Havva anamızdan meydana gelmiştir. Allahü teâlâ onları tanışmaları, anlaşmaları, çeşitli cemiyetler kurmaları için milletlere ve kabilelere ayırmıştır. Nesep, millet, ırk üstünlük için bir meziyet değildir. Allah katında üstünlük ancak takva ile olur. Soy ve sopu ile öğünenlere kıyamet günü Hâlik-ı Zülcelâl, peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den naklolunan bir hadiste şöyle diyecektir:

"Ey kullarım, siz dünyada nesebinizle, soy sopunuzla öğünüp 'Ben falan oğlu falanım dediniz, benim nesebimi küçük görüp, kendi nesebinizi yücelttiniz. Benim nesebim takvadır, siz onu küçük gördünüz, takva sahiplerini ve benim emrime itaat edenleri hakir gördünüz, onları beğenmediniz. Şimdi gidin, nesebiniz sizi kurtarsın, öğündüğünüz şeyler size yardımcı olsun. Şimdi benim müttekî kullarım aziz oldu, nesebîyle öğünenler rezil oldu, Halbuki ben âyetlerimi gönderip Allah katında en üstününüzün takva sahipleri olduğunu bildirmiştim. Buna rağmen siz nesebinizle öğündünüz. Şimdi gidin, nesebinizden mükâfatınızı alın. "İşte o zaman neşebiyle öğünenler, takva sahiplerini beğenmeyenler lâyık oldukları azaba uğrayacaklardır. Ey mü’minler, siz Allah katında sizi aziz edene ve değeri olana talip olun, sizi rezil edene talip olmayın. Boş şeylerle ömrünüzü geçirmeyin ve takvadan ayrılmayın. Kurtuluş, saadet, huzur ondadır, diğerleri boştur, hayaldir.

14

"Bedeviler dediler ki, İman ettik'. De ki: Siz iman etmediniz 'ama müslüman olduk' deyin. İman henüz kalbinize yerleşmedi. Şayet Allah'a ve peygamberine itaat ederseniz amellerinizden birşey eksiltmez. Muhakkak ki Allah çok yarlığayıcı, çok merhamet edicidir."

İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın anlattığına göre, bu âyet-i kerîmenin nüzul sebebi şöyle olmuştur: Esedoğulları bir kıtlık yılında çoluk-çocuklarıyla birlikte Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiler, Müslümanlıklarını îlan ettiler. Şöyle dediler: "Yâ Rasûlallah! Biz kendi isteğimizle Müslüman olduk Evlâdü iyâlimizle (çoluk çocuğumuzla) sana geldik ki, bizi ganimet malından faydalandırasın diye. Hem de, başkalarına verdiklerinden daha çok bize vererek..." Bunların asıl niyetlerini Allahü teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirerek buyurdu ki: "Yâ Muhammed! Bu Arap kabilesi sana derler ki: "Biz, Allah'ı ve seni tasdik ederek iman eyledik? Sen onlara de ki: "Sizin zâhirinizdeki ikrarınız gibi bâtınınızda (içinizde) tasdik yoktur. Siz müminlerden değilsiniz, siz görünüşte boyun eğip itaat eder gözüktünüz. Böylece niyetiniz çoluk-çocuğunuzun esenliğini sağlamaktır. Yoksa sizin gönüllerinize îman muhabbeti girmemiştir. Sizde gerçek tasdik yoktur. Sizin zahiriniz Allah ve Rasûlüne itaatli olduğu gibi, bâtınınız da itaatli olursa, Allah sizin amellerinizin sevabını hiç eksiltmeksizin size tastamam verecektir. Allahü teâlâ gönüllerinde tasdik olanlara "Gafur ve Rahîm"dir (çok bağışlayandır ve pek acıyandır).

15

"Mü’minler ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Rasûlüne iman ettikten sonra şüpheye sapmayıp Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşırlar. İşte onlar (îmanlarında) sadık olanların ta kendileridir."

Yâni îmanlarında sâdık olanlar o kimselerdir ki, Allah'ın vahdaniyetini, Rasûlünün peygamberliğini açıkta ve gizlide tasdik ederler. Bu îmanlarında, ne Allah'a ne de Rasûlüne karşı gönüllerinde hiçbir şüpheye yer vermezler. Allah'a itaat ederler. Onun rızasını kazanmak için, mallarıyla-canlarıyla İslâm dininin düşmanlarına karşı kılıç sallarlar. Bu âyeti kerîme gelince Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) münafıklara onu okudu. Onlar ise "Biz bâtınlarımızda da tasdik ediyoruz," diye yemîn ettiler.

16

"De ki; Siz dîninizi Allah'a mı öğretiyorsunuz? Halbuki Allah, göklerde ne var yerde ne varsa bilir. Allah herşeyi hakkiyle bilendir."

Sizin ne haddinize ki Allah'a dinini bildireceksiniz! Sen ne hal üzeresin ki, Allah onu bilmesin de üstelik sen Allah'a dinini bîldiresin! O öyle bir Allah ki, yer-gök ehlinin gizli sırlarını da bilir. Ona gizli birşey yoktur. Bütün nesneyi her yönüyle tam bilir. Sizin gönlünüzde gerek (tasdik) olsun ve gerekse (tekzip) olsun, onu bilen bir padişahtır.

17

"Onlar İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar. De ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi îmana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder. Eğer siz ("İnandık" demenizde) sadık (insan)larsanız."

"Onlar İslama girdikleri için seni minnet altına sokuyorlar. De ki: Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Eğer doğru kimselerseniz bilesiniz ki, sizi imana erdirdiği için asıl Allah size lütufta bulunmuştur."

18

"Şüphesiz göklerin ve yerin gaybını Allah bilir. Allah, ne yapıyorsanız hakkıyla görücüdür."

Yâ Muhammed! Bu kabile çoluk-çocuğumuzla îmana geldik diye sana minnet ederler. Bunu senin başına kakarlar. De ki: Müslüman olmakla bana minnet etmeyin, Bilâkis Allah, sizi îman etmeye muvaffak kıldığı için, ona hamdedin. Eğer siz zâhirimizde-bâtınımızda tasdik ediyoruz diyorsanız; Allah'ın gökdekilerin sırlarını da bildiğini unutmayın. Bu boş dâvadan vazgeçin.

Allah, sizi o fiillerinize göre kıyamet günü mukâfaatlandırsın. Bu âyet-i celîlelerden şu anlaşılır: Mü’min olanların amellerinde ihlâslı olmaları ve riyayı terketmeleri gerekir. Yaptıkları işlerinde ucba (kendilerini beğenmeye) düşmeyeler. Allah'a minnet etmeyeler. Çünkü asıl bütün minnet hakkı Allah'ındır. Kulun üstünlüğü yoktur ki, minnete hakkı olsun. Çünkü O, insanı kendini tanıması için yarattı. İbâdete de yatkın yarattı. İbâdet etmeye elverişli el-ayak gibi organlar verdi. Bundan ibret almanız gerekir. Sonra da Allah'ı tesbîh (noksanlıklardan uzak) etmeniz lâzım. Size Hak kelâmı işiterek itaat etmeniz yakışır. Kulluk ederek ibâdette olmanız yaraşır. Fayda bu itaattadır. Kulun nesi var ki, insana güç-kuvvet veren Allah'a minnet eylesin? Yaptıklarını -hâşâ- gözünde büyütsün... Kulun minneti Allah'dan görüp O'na samimiyetle itaat etmesi uygundur.

0 ﴿