HADİD SURESİ

1

"Göklerde ve yerde ne varsa, Allâhı tesbih (ve tenzih) etmektedir. O, (mülkünde) gâlib-i mutlak, (sun'unda) sâhib-i hikmettir."

"Göklerde bulunan Ay-Güneş, yıldızlar ve bunlarda bulunan bütün canlı-cansız varlıklar Allahü teâlâyı noksanlıklardan tenzîh ediyorlar. Bunun gibi, yeryüzünde ne kadar canlı-cansız varlık varsa onlar da yüce Rablerini münezzeh görüyorlar bütün eksikliklerden. Bu varlıklar canlı olarak cinlerden de olabilir, insanlardan da olabilir. Cansız olarak; dağlar, taşlar, ovalar, dereler, ırmaklar, denizler, kuşlar, vahşî hayvanlar, ağaçlar vb.. olabilir. Bunlar ya (lisânî) ya da (fiilî) olarak Allah'ı bütün Ona yakışmayan çirkinliklerden uzak görürler.

Bu varlıklar içinde gafil olan insandır. Onun yaptıkları üzerinde derin düşünerek, Onun varlığına ve birliğine daha candan inanmazlar. Onun zikrine kendini veren (dervişler) de hoş karşılanmaz. Hatta önemli mevkilere gelmede "Tarikatçı" diye engellenirler. Düşman bile olanlar çıkar karşılarına...

Hasan-ı Basrî (kaddesallahü sirreh): Eğer siz evinizde olan varlıkların Allah'ı tesbîh ettiğini anlayabilseydiniz, orada süslenerek rahatça duramazdınız," demiştir. Semüra ibn Cündüb (radıyallahü anh) Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kelâmın en üstünü dörttür: "Sübhânallah, Elhamdülillah, Lâilâheillallah, Allâhüekber" dir. Bunları çok zikredenlere muzır varlıklar zarar veremez." Zikirden gafil olanlardan Allah'ın intikam alması hikmeti gereğidir.

2

"Göklerin ve yerin mülk (ve tasarrufu) u Onundur. Hem diriltir, hem öldürür. O, herşeye hakkıyle kadirdir."

Göklerin, yerlerin özel hazîneleri Onun tasarrufundadır. Bunda Onun ortağı yoktur. Kime dilerse ona verir. Kimi dilerse öldürür. Öldürdüklerini de Kıyamette diriltmeye kadirdir. Aynı şekilde amellerinin karşılığını vermeye kudreti yeter. Hiçbir işinde asla âciz değildir.

3

"O hem evveldir, hem âhirdir. Hem zahirdir, hem bâtındır. O, herşeyl kemâliyle bilendir."

Her varlıktan önce O vardır. Hepsinin Mevlâsıdır. Hepsini yaratan, kâinatı da yaratan O'dur. Onun başlangıcı, evveli yoktur. Onun sonu, âhiri de yoktur. Âhireü de yaratan O'dur, Zahir O'dur. Bütün varlıkların üzerine galiptir. Hepsini zuhura getiren de O'dur. O, bâtındır. Onların iç durumuna vâkıfdir. Bîr başka yoruma göre "zahir" insanları bu meydâna getirendir. "Bâtın" ise cinleri ve şeytanları yaratandır. Bâtın (görülmeyen) nimetler de Ondandır. Bütü işleri ve tasarrufu ile zahirdir. Ama mâhiyeti asla bilinmeyen Zâtı ile Bâtındır. Gizli-aşikâr bütün varlığın birtek ve kudretli yaratıcısı olduğunu ispat etmesi bakımından zahirdir. Ve fakat "Gözlerin idrâk edemeyeceği zâtı" bakımından ise Batındır. Dünya ve âhiret bütün vatlıkları tam bilmesi bakımından da "Alîm"dir Hiçbir şey bilgisi dışında kalmaz.

4

"O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra (hükmü) Arşı istilâ edendir. Yere giren, oradan çıkan, gökten inen, oraya yükselen şeyleri O bilir. Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir. Ne yaparsanız Allah hakkıyla görücüdür."

O öyle güçlü bir Allah'dır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Halbuki "göz açıp kapanıncaya kadar" yaratmaya kadirdir. Bu şekilde olması kullarına bir iş yaparken "ağır ağır hareket ederek acele etmemelerini" öğretmek hikmetinden böye yaratmıştır. Hükmü ile (Arş)'ı kaplamıştır. Oradan âlemlerde olanlara-bitenlere tasarrufu vardır. Onları bilir. Yer içinde olan sulan, madenleri, ölüleri tam bilir. Yerden çıkanları da bilir. Otlar, hazîneler, âhirette ölüleri bilir. Gökte olan melekleri, inen kar ve yağmuru ve insanlara takdir edilen rızıkları O bilir. Göğe çıkan kulların sâlih amellerini ve ruhlarını da bilir. Göğe yükselen melekleri bilir. Siz ne işlerseniz, nerede olursanız olunuz, Onun bilgisi dışına çıkamazsınız. Sizin hayırsa hayır, şerse şer olarak hesabınızı görücüdür.

5

"Bütün göklerin ve yerin mülkü O’nundur ve bütün işler (netice itibariyle) O’na döndürülür."

Yerler, gökler hep Onun mülküdür. Hepsini yoktan yarattı. Kimsenin bunda şüphesi yoktur. Onlar, bâtıl dâva yüzünden birbirleriyle çekiştiler. O hepsini kahretti, "mâlikülmülk" O'dur. Hepsi Ona dönecek. Bütün işlerin aslı Ondadır.

6

"O geceyi gündüzün içerisine sokar, gündüzü de gecenin içine katar. O, sinelerde gizlenen herşeyi hakkıyle bilendir."

Gündüz geceye, gece de gündüze girer. Biri gelince diğeri gider. Günü 13 saate kadar uzatır. Buna karşılık kışın da geceyi gündüzden fazla kılar. Hepsi Onun birliğini, gücünü ve bilgisini gösterir. Gönüller içinde hayır-şer ne varsa hepsini tam bilir. Buna göre mükâfat ve mücâzât kılar. (Ödüllendirir-cezâlandırır). Allahü teâlâ bu sûre-i Celîle'nin başından buraya kadar neyi bildirmişse. Ondan korkup, Ona ümitvâr olmak ve bu rûh haliyle Onu zâtına yaraşır bir biçimde birlemek elzemdir. Onun hükmüne razı olup, emirlerini yapmak, ne gerekirse onu sakınmayıp yapmak gerekir. Çünkü hepsini O bilir ve görür. Lâyık olunan cezayı dünyâda veya âhirette verir.

7

"Allah'a ve Peygamberine îman edin. (Allah'ın) size (tasarruf için) vekâlet verdiği (mal) dan (Onun uğrunda) harcayın. İçinizden îman edip de harcayanlar (yok mu?) Onlar için büyük bir mükâfat vardır."

O Rabbiniz, sizin yaratanınız sıfatıyla bütün içinizi-dışınızı, gizlinizi-açığınızı bütün yönleriyle bilir. Bunlara göre cezalandırır veya ödüllendirir. Öyleyse Onun birliğine inanmakta ve Rasûlünü kabul etmede sebat edin. Onun rızasını kazanmak için, mallarınızı infâk ediniz. Çünkü onun aslı bizimdir. Sizi adımıza tasarruf etmeniz ve imtihandan geçmeniz için biz size "emânet" olarak verdik. Bizim halîfemiz olarak harcayın. Vâdeniz yetene kadar ihtiyaçlarınızı görünüz. Kalanı da seve seve bizim fakir derviş kullarımıza tasadduk ediniz. Sizden her kim bizim birliğimize îman ederek ve Rasûlümüzü de tasdik ederse, bir de malından bizim için harcarsa böyleleri Cennet içinde bulur kendini. Orda ihlâsa göre yüce mertebeler var. Onun neler neler ikram edici Büyük bir zât olduğu tam anlaşılmaz.

8

"Peygamber, Rabbinize îman etmeniz için sizi davet edip dururken, size ne oluyor ki Allah'a îman etmiyorsunuz? Halbuki O, sizden katî temînat da almıştı. Eğer Ona inanıyorsanız (hemen buna koşun)."

Size ne oluyor ki, sizi yaratan, rızıklandıran o ulu pâdişâha Rasûlü çağırdığı halde inanmıyorsunuz? Halbuki o sizden "ruhlar âlemi'nde söz almıştır. (Âdem'in sulbünden yarattı ve size "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Deyince siz: "Evet" demiştiniz). Kulluğu ikrar etmiştiniz. Bunun gereğini bugün dünyâ'da yerine getirmeli idiniz. O gün gerçekten, gönülden doğruladınızsa... Bu insanoğluna n'oluyor ki, "şeytan-nefs ve şeytanlaşmış adamlar onun manevî helakini hazırlıyorlar. Onlar zahir düşmanlardır bu dünyâda. Âhirette onların hapsinden "insan el-aman" diyecek, faydalarını göremeyeceklerdir. Hiç delilsiz, hüccetsiz onların peşinden gidenler, Allah ve Rasûlünün dâvetine uymadıklarından âhirette birçok nimetlerden mahrum olacaklardır. Bütün saadetler onlara uymaktadır. Bunlar sizin gerçek dostunuz. Sözlerinde hiç yalan düşünülmez. Ama îmanınız zayıf olduğu için siz bu sesi (Allah ve Rasûlünün çağrısını) can kulağı ile dinlemediniz.

9

"O, sizi (küfür) karanlıklar(ın)dan (iman) aydınlığ(ın)a çıkarmak için kulun üzerine açık açık âyetler indirmekte olandır. Şüphesiz ki Allah sizi çok esirgeyen, rahmetini râygân edendir."

O Allah ki Cebrail (aleyhisselâm)'ı kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdi. Kur'an âyetlerini onun üzerine okudu. O Âyetler helâli ve haramı bildirir. Neler yapılacağını belirtir. O Kur'an ki, sizi, küfür ve şirk karanlığından kurtarıp "îman-ı yakın aydınlığına kavuşturur. Hidâyet ve tevfîk verip dalâletinden emîn kılar. O Allah "Rauf ve Rahîmdir. Size sebeblere yapışmayı kolaylaştırması bakımından "Rahîm"dir. Ona sığınınca sizi sapıklıktan, azgınlıktan kurtarır.

10

"Ne oluyor size ki (îman ettikten sonra da) Allah yolunda harcamıyorsunuz? Halbuki göklerin ve yerin (bütün) mirası Allah'ındır. İçinizde fetihden evvel (Allah yolunda) harcayan ve muharebe eden kimseler (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihden) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha büyüktür. (Bununla beraber) Allah (bu iki zümreden) herbirine en güzel olanı (cenneti) vaadetti. Allah, ne yaparsanız hakkıyle haberdârdır."

Size ne oluyor ki, Allah'ın razı olduğu yerlere cimrilik göstererek ellerinizdeki emânet mallardan harcayamıyorsunuz? Halbuki öldükten sonra, o bıraktığınız malların size yaran olamaz. Aslında onların hepsi Allah'ındır. Size tasadduk emrini veren de O'dur. Dünyâdan göçmeden önce Allah yolunda sadaka vererek iyilikler yapınız, Böyle yapmazsanız, hepiniz yok olursunuz. Yerin-göğün varlığı "Allah'ın mirası" olarak tekrar Ona kalır...

Böyle Hak yolunda cimriliklerinden dolayı harcayamayan -lükse, israfa ve desinler diye gösterişe harcasa da- Kimse ile Allah yolunda infak eden elbette bir olmaz. Bunlar hem mallarıyla hem de canlarıyla Allah yolunda "cihâd" ederler. Tabiî olarak bunların üstünlüğü ve ecir fazlalığı vardır. İslâmın gücü tam herkes tarafından anlaşılmadan önce, Mekke'nin fethinden önce, infâk eden ve savaşanla; fetihden sonra infak eden ve savaşanlar bir değildir. Fetihden önce daha zor, daha ihlâs isteyen dönemde infâk edenin, savaşanın fazîleti-sevâbı ve derecesi daha büyüktür. Cennette Allah'ın onlara vaadi bir başkadır. Her ikisinin de ecirlerini tastamam onlara verecektir. O Rasûlü Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yapılan infak etmek ve savaşmak, ondan sonrakilerden elbette üstündür. Sonra gelenlerin gevşeklik göstermeden amellerini, hizmetlerini gözlerinde büyütmesinler diye bu vurgu "Onlar en büyük dereceli" şeklinde yapılmıştır. Aslâb (radıyallahü anh): "Yâ Rasûlallah! Onlar mı daha üstün, yoksa biz mi?" diye sorarlar.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: "— Onlardan birisi Uhud dağı kadar altını Allah yolunda infâk etse; sizin bir mud arpa veya buğday infâkınıza erişemez. Yansına bile erişemez."

Bu âyet-i kerîmenin Hazret-i Ebû Bekir (radıyallahü anh) hakkında indiği söylenir. Bir gün Hazret-i Ebûbekir-i Sıddîk (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in ashabından bîr grup ile oturuyordu. Aralarında bir şey hakkında tartışma oldu, Hazret-i Ebûbekir (radıyallahü anh) in faziletinin daha fazla olduğunu belirtmek üzere bu âyet-i kerîme geldi.

11

"Allâha karz-ı hasenle ödünç verecek olan kim? İşte O, bunu (n mükâfatını) kat kat artıracaktır. Ona (başkaca) çok değerli bir mükâfat da vardır."

Hak teâlâ buyurur ki: Kim o bahtiyar kul ki, Allah'ın verdiğini ihlâsla, gönül hoşluğu ile fakir dervişleri tercih ederek verir. Yüce Allah onun bu infâkıni hesapsız olarak ödüllendirecektir. Âhirette onun- için yüce mertebeler vardır. Bu âyet-i kerîme, bütün mü’minleri sadaka vermeye ve iyilik yapmaya teşvik etmektedir. Yalnız bu infak ve ihsan, ihlâsla ve tekellüfsüz (zorlamaksızin, gönül rızasıyla) olmalıdır. Ulu sevâb böylelerinedir. Halka gösteriş için veya cömert kişi desinler diye sadaka verenlerden Allah razı olmaz ve sevab vermez.

12

" O günde ki erkek mü’minlerle kadın mü’minleri. -nurları önlerinden ve sağlarından koşar bir halde görürsün- (melekler onlara): Bugün sizin müjdeniz içlerinde ebedî kalacağınız, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir, (diyeceklerdir). İşte bu, büyük murada ermenin tâ kendisidir."

Yâ Muhammed! Kıyamet öyle dehşetli bir gündür ki, O gün Allah ve. Rasûlüne gerçekten inanarak ve bu îmanlarını da sâlih amellerle destekleyerek Allah'ın huzuruna gelen o erkek ve kadın mü’minlerin bu îmanları ve amelleri önlerinde, sağlarında, sollarında sırat köprüsünü geçerken nûr-ışık olacaktır. Melekler onlara "içinde ebedî kalacakları cennetleri" müjdelerler. Bütün bunlar Allah'ın onlara "büyük bir kurtuluş ödülüdür. Onları azaptan kurtardı, Bu sonsuz mutluluğa eriştirdi.

13

"O günde ki erkek münafıklarla kadın münafıklar, îman etmiş olanlara: Bizi bekleyin. Nurunuzdan bir parça ışık alalım, diyeceklerdir. (O gün onlara istihza suretiyle): dönün arkanıza da bir nûr arayın, denilecek. Nihayet onlar (la îman etmiş olanlar)ın arasına kapılı bir duvar çekilecektir. (Öyle ki) onun içinde rahmet, dış yanında da azap vardır."

14

"(Münafıklar) onlara bağrışırlar: Biz sizinle beraber değil miydik? Evet, dediler. Fakat kendinizi siz kendiniz yaktınız (Hep mü’minlerin felâketini) gözettiniz. (İslâm dini hakkında) şüphe ettiniz. Sîzi kuruntular aldattı. Sizi o çok aldatan, Allah'a karşı bile aldattı. Nihayet (İşte) Allah'ın emri gelip çattı."

O kıyamet öyle dehşetli bir gündür ki; o gün münâfık erkek ve kadınlar, sırat köprüsünü geçerken, mü’min erkek ve kadınlara şöyle çağrışırlar: "Birazcık bizim yönümüze dönün, eğilin. Sizin nurunuzdan yararlanalım. O gün sırat üzerinden geçerken karanlık her geçeni- mü’min hâriç- kapsar. Her mü’mine ameline göre Allah nûr verir. Fakat münafıklar ve kâfirler karanlıkta kalırlar. O mü’minlerin nurundan onlar asla ışık alamazlar. Nitekim gözü görenin görmeyene faydası olmadığı gerçeği gibi... Mü’minlere "bize dönün de sizden faydalanalım" deyince, cevap olarak: "dünyâya dönün. Biz bu nuru dünyâda kazandık," derler. Veya: "Mahşer yerine gidin. Bize bu nûr ordan -amelimize göre- bize bölüştürüldü," derler.

Nûr hakkında Hasan-ı Basrî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin değişik, dinin ruhuna uygun bir yorumu var; der ki: "(Münafıklar Allah'ın dînine tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarını bozdu) âyeti bence şöyle: O mü’mine de nûr verir, münâfıka da nûr verir. Fakat münafıklar Sırat'a ulaştıkları zaman nurları söner. Münafıkların Bize dönün ki nurunuzdan ışık alalım, derler. Mü’minler onlara acınırlar. Rabbimiz nurumuzu bizim içim tamamla, derler."

Çaresiz elleri boş dönerler. Tekrar mü’minlere döndüklerinde bir kapısı Cennete, bir kapısı da Cehenneme açılan iki kapılı bir (sûr) la karşılaşırlar.

Münafıklar Cennetin kapısından girmek isteyeceklerdir. Fakat o kapı kendilerine kapalı tutulur. Bu, onların dünyâdaki amellerinin karşılığı bir davranıştır. Çünkü münafıklar dünyâda Allah'ın diniyle ve dindarlarla alay ederlerdi. Duvarların dış yüzünden-mü’minlere şöyle seslenirler: "Biz dünyâda sizinle beraber değil miydik? Birlikte cemaatle namaz kılmamış mıydık? Bizi niçin dışarda bıraktınız?" Mü’minler şöyle cevaplarlar: "Evet, görünüşte beraberdik. Fakat siz kendi kendinize yazık ettiniz. Gönüllerinizde küfrü gizlemişsiniz. Burada ortaya çıktı. Rasûlullah'ın ve İslâmın hep başarısızlığını bekleye durunuz. İslâmî emir ve yasaklara karşı içinizde bir şüphe taşıdınız. Teslim olmadınız. O dünyaya aldandınız. Hattâ şeytan sizi "Allah'ın affı geniş" diye Ona kulluktan alıkoydu. İşte bu çileli, çekilmez, bitmez ve dayanılmaz işkence günleri gelip çattı!" derler.

15

"İşte bugün ne siz (münafıklar) dan ne de kâfirlerden hiçbir (kurtuluş) fidyesi alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. Size yaraşan odur. O, ne kötü gidiş yeridir!"

Bugün, dünyâda geçerli olan hiçbir yolyordam geçerli değildir. Ne siz ey münafıklar, ne de kâfirler hiçbir fidye karşılığı kurtulamazsınız. Çünkü sizler dünyada Allah'ın varlığını ve birliğini reddettiniz. Bundan dolayı cehennem ateşi size barınaktır. Hem de orada sonsuza dek kalacaksınız!. İnkârlarınızdan ve Allah'a ortak koşmalarınızdan dolayı bu ateş size yaraşır. Yeriniz oradır. Orda rahat aramayınız. Bir saat bile azaptan uzak kalmayacaksınız.

16

"îman edenlerin, Allahı ve Haktan ineni zikr için, kalplerinin saygı ile yumuşaması zamanı hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha evvel kendilerine kitap verilip de üzerlerinden uzun zaman geçmiş, artık kalpleri kararmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu (dinlerinden çıkmış) fasıklardır"

Bu âyet-i kerîmenin nüzul esbebi şöyledir: Rasûlullah'ın ashabı bir gün üzüntülü güründüler. Dediler ki: Ya Rasûlallah! Bize gönlümüzü sevindiren bir haber versene!" Allâhü Teâlâ bunun üzerine "kıssaların en güzelinden Hazret-i Yusuf (aleyhisselâm)'in hikâyesinden bahseden Yusuf sûresini indirdi. Bundan dalayı da üzüntüleri sürdü. Tekrar bir ferahlama haberini Rasûlullahdan (sallallahü aleyhi ve sellem) istediler. O zaman şunu da indirdi:

"Allah, kelâmın en güzelini - (âyetleri birbiriyle) âhenkdâr, katmerli (tıklım büklüm hakikatlerle dolu) bir kitap halinde- İndirmiştir..." (zümer: 39/23)."

Bu âyet-i kerime ile gönüllerine birazcık ferahlık geldi. Fakat tam sevinecekleri bir haber istediler. Yukarda anlamını verdiğimiz âyet-i celîle nazil oldu.

"Onların çoğunun dinden çıkmış fâsıklar oluşu" şundandır: Münafıklar ve kâfirler görünüşte korkar gözüküyorlar. Kalpleri ise korkmuyor. Korku ona derler ki kişinin gönlünden sızı gelir ve bütün organlarında izleri görülür.

Bal tulumundan bal sızar. Bunun gibi kalbiyle korkan bir mü'min uzuvlarıyla Allah'ın emir ve yasaklarına uygun bir hayat sürer. Böylece Allaha lâyık kul olur.

17

"Şu hakikati bilin ki Allah yere, ölümünden sonra, can veriyor. Muhakkak ki biz, aklınız ersin diye, size âyetleri açıkça bildirdik."

İyi bilin ki Allah, bu kurumuş, ölmüş yerleri kudretiyle yağmur suyu ile terbiye eden, diriltendir. Ondan türlü türlü bitkiler çıkarır. Bunların bir kısmı (buğday gibi) insanlara, birtakımı da (yonca-yulaf gibi) hayvanlara gıda ve yiyecektir. Gerçekten sîze Kur'an içinde alâmetler, nişanlar beyan ettik. Akıllı olanınız bundan ders ahr. Nasıl Allah, kurumuş otları yağmur suyu ile canlandırırsa; Kur'an ile de, kararmış, kapanmış kalpleri de canlandırır. O gönüller "îman, marifet, sıdk, ihlâs, şevk, safa vs." ile doluverir. Ebedî saade ererler. Onlara güç ve gıda olur. Bunda gu nükte de var: Nasıl yağmur suyuyla toprağı yumuşatır içinden bir takım cansız fakat tohum Şeklinde olan canlıyı dışarıya çıkarırsa; tıpkı bunun gibi ölülerinde bunun gibi -kuyruk sokumları hiç çürümez- tekrar diriltmeye elbette kadirdir.

18

"Hakikat, sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlar ve Allah'a karz-ı hasenle ödünç verenler (yok mu?) Onlar (in mükâfatı) kat kat artırılır. Onlar için çok şerefli (başka) bir mükâfat da vardır."

Allah rızasını kazanmak için mallarını sadaka veren erkek ve kadın mü’minlere "ziyâde ihsanlar" vardır. Bir sadaka (on) dan (yediyüz) e kadar ecir getirir. İhlâsı çok fazla olana ise ancak Allah'ın bilebileceği kat kat sevap ve ödüllendirme vardır. Sadaka verilen bid'atlardan uzak yaşayan "dervişler"den olursa, onlar kalender meşreb oldukları için- namaz bile kılamasalar- birebir sevap verilir. Ancak bu eksiklerini gidermezlerse infak edeceği kişiyi değiştirmek normaldir. Fakat bid'atcılara verilen sadakaya hiç sevap yoktur. Bu, çorak yere tohum ekmeye benzer. Boşa gider. Namaz kılmayan dilenci dervişlere verilirse "bire on" sevap verilir. Derviş dilenci olmasa, şeyh de olmasa, mahallesinde, köyünde ve şehrinde çoluğu çocuğu ile namaz kılan olsa, fakir olsa, zayıf yaşlı ve hastalığından çalışamasa ve fakat utanma duygusundan halini arzedemese; işte bu özellikli kimseye vermek "yetmiş kat sevap" tır. -Her başağı yüz taneli olan yedi başaklı bir sümbül gibi ve fakat o sadaka verilen hem namaz kılan derviş hem namus ehli, âlim, hem muttaki sâlih olsa onun Allah'a iyi kul olmalarına yardımcı olsa, bütün bunlara ek olarak tam bir gönül rahatlığı içinde ihsan etse onun bu tasaddukunun karşılığı kat kat olur. Aklını iyi çalıştıran bu son tasadduk şeklini tercih eder. Sonuç şu ki: Az verenle çok veren bir değildir. Ehline verenle vermeyen de aynı olamaz. Hele gönül hoşluğu ile tam lâyıkına verenin tadına doyulmaz.

19

"Allah'a ve Peygamberlerine îman edenler (yok mu?) Onlar sözü özü doğru olanlar, Allah için şahitlik edenlerdir. Onların hem mükâfatları, hem nurları vardır. Küfredenlere, âyetlerimizi yalan sayanlar (a gelince) Onlar da cehennemin yaranıdırlar."

Allah'ın birliğini kabullenip, Peygamberleri de tasdik eden gerçek mü’minler şahitlik derecesine ulaşanlardır. Kıyamet gününde kâmil mükafat ve nûr sahipleri bunlardır. Buna mukabil, Bizim birliğimizi inkâr eden ve Paygamberlerimizi de yalanlayan kâfirler; Kur'an'a da inanmadılar. Bunların hepsi cehennem azabına müstehâktırlar. Cehennemde sonsuza dek azapta olacaklardır.

Bundan sonra, dünyaya muhabbet gösterip âhireti unutan kimselerin bu tutumlarının değişmesi için "dünyânın zemmi ve âhiretin teşvîki"ni bir tablo hâlinde bizim önümüze seren yüce Allah şöyle buyurmuştur:

20

"Bilin ki (âhiret kazancına yer vermeyen) dünyâ hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir, bir süsdür, aranızda bir övünüştür. Mallarda ve evlâtta bir çoğalıştır. (Bunun) misâli, bitirdiği nebat ekicilerin hoşuna giden bir yağmur gibidir. (Fakat) sonra o (nebat) kurur da sen (onu) sapsarı bir hâle gelmiş görürsün. Sonra da o, bir çörcöp olur. Ahlrette çetin azap vardır. Allahtan mağfiret ve rızâ vardır. Dünya hayatı (ndan faydalanmak) bir aldanış fâidesinden başka (birşey) değildir."

Ey sırf dünya yaşayışına aldanarak Âhiret mutluluğunu kaybedenler, bilin ki: Bu dünyânın şerefi, makamı ve dirliği düzeni yoktur. Bu boş bir eğlencedir, çocukların oyunları gibidir. Ömrü tüketir. Faydası yoktur. Bir kaç günlük bir süslenmedir. Aranızda geçici, oyalayıcı, aldatıcı şeyler hakkında bir övünmedir. Misâl: "Ben falanın oğluyum. Sen ise filanın oğlusun. Benim şu kadar servetim var. Senin yok gibi..." Mal ve evlât çokluğu ile de övünmedir. Bütün bunların sonu pişmanlıktır, hasrettir. Nitekim İbn Mesûd (radıyallahü anh), Rasûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem)' in şöyle buyurduğunu nakleder. "Bu dünyaya hiç eğilimim yoktur. Benimle dünyanın (aramızdaki ilişkinin) benzeri şudur: Bir ağacın altında gölgelenen ve sonra da ordan çekip giden bir atlı yolcunun hâline benzer." Ayrıca şuna da benzer. Gökten yağmur yağar. Bununla, otlar ve ekinler biter. Siz bu manzaraya bakıp şâdolursunuz. Fakat bir gece beklenmeyen bir "semavî âfet" iner ve bu mahsûlü mahveder. Bu dünyânın zîneti de böyledir. Umulmadık zaman elden çıkabilir. Engellenemez. Dünya şuna benzer: Bir çocuk anne karnında dünyaya gelir. Boyu-posu büyür. Yiğit olur. O taze ekine benzeyen "civânmerfe bakanın hoşuna gider. Kendi kendine de böbürlenir. Anası, babası onunla övünürler. Hatta: "Bizim soyumuzdan böyle delikanlı çıkar," demeye başlarlar. Bir "ölüm yelini" Onun üzerine esdairiz. Onun parlak suratı birden sapsarı kesilir. Gücünü yitirir. Yatağa mıhlanır, ölüm meleği onu yakalar. Sanki "gök ekin biçer gibi" dünyadan ayrılır. Onu toprak akma defnederler. Dünyada yaşarken o toprağa delercesine basıyordu. Şimdi onun altında. Başkası onun üstüne basar. Halbuki ona -belki de- âhirette azap vardır. Çünkü o dünya ile mağrur olmuştu. Fakat Allah'ın rızâsı, rahmeti şu kimseler üzerinedir ki: Bunlar dünya muhabbetini terkettiler, âhireti tercih ettiler. Dünya hayatının çabuk geçmesi "camdan yapılmış bir eşyaya" benzer. Her an kırılması melhuzdur, beklenir. Telâfi de edilmez bir kayıptır. Bu benzetişten şu anlaşılır: Aklını iyi kullanan bir insan, bir müslüman, Âhiretin "tartışılmaz üstünlüğünü" tercih eder. Çalışmasını buna göre ayarlar. Âhirete rağbet eder.

21

"Rabbinizden mağfirete ve -genişliği yerle göğün eni kadar olan, Allah'a ve Peygamberlerine îman edenler için hasırlanmış bulunan- cennete (ulaşmak) için yarış yapıp kazanın. İşte bu, Allah'ın ihsanıdır ki onu kime dilerse ona verir. Allah, büyük inayet sahibidir."

"Rabbinizin mağfiretine koşun"un anlamı: İhlâsla işlenmiş şartlarını gözeterek "sâlih ameller" den bir başka "yararlı işler" e koşuşun. Tevbe için ölüm gelmeden erken davranın. Mekhûl (radıyallahü anh) "İmamla ilk tekbiri almayı kaçırmayın," der. Gökle yer birleştirilse, bir sahtiyan gibi gerilse, yine de cennetin genişliğine ulaşamaz. Bu bile, anlamak için bir örneklemedir. Allah, cennetten geniş bir şey yarattı. Bu her türlü emsalsiz nimetlerle bezenmiş cennet; Allah vahdaniyetine inananlar, Rasûllerini tasdîk ve Kur'an hükümlerine itaat edenler içindir. O cennetin yüce mertebelerine kavuşturan "tevhîd ve itaat" dır. Bunların hepsi Allah'ın ihsanıdır. Kullarından kime dilerse ona verir. Dilemediğine vermez. Onun ihsanı büyüktür, lütufları ise çok çok boldur.

Bundan sonra hükmünü haber verdi. Başına gelen musibetlere gönülden isyan ederek azaba mustehâk olmaya.

22

"(Gerek) yerde (gerek) nefislerinizde herhangi bir musibet vukua gelmemiştir ki bu, bizim onu yaratmamızdan evvel mutlaka bir kitapta (yazılmış)tır. Şüphesiz ki bu, Allah'a göre kolaydır."

Hiçbir musibet yoktur ki o takdir edilmemiş olsun. Yağmur yağmaması gibi. Sonunda kıtlık olup otların, ekinlerin, meyvelerin olmaması gibi. Nefislerinizin başına gelen zahmetler, hastalıklar, tedâvisi -şimdi-bilinme-yen (bazı) hastalıklar, ağular gibi.

Nefse hoş gelmeyen şeyler gibi. Bunların hepsi "Levh-i Mahfuz" da yazılmıştır. Er-Rabi'ibnü Ebî Salih el-Eslemînin şöyle dediği zikrolunur: El-Haccâc'ın huzuruna getirildiği zaman (Saîd ibn Cübeyr) in yanına vardım. Bu duruma kavminden birisi ağlıyordu. Saîd ona: "— Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. O adam; "— Başına gelen bu musibete," der. Saîd b. Cübeyr: "Yüce Allah'ın şu kelâmını sen işitmedin mi? «Yerde, nefislerinde her hangi bir müsîbet vukua gelmemiştir ki bu, bizim onu yaratmamızdan önce mutlaka bir kitapta (yazılmış)tır. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.» âyetini okudu." Saîd, kadere tam teslim olduğu için etrafındaki kişilerden daha az acı çekiyordu. Bu, bize biz yaratılmadan önce takdir edilmiştir. Bu, Allah için kolaydır.

23

"(Allah bunu) elinizden çıkana tasalanmayasınız, Onun size verdiği ile sevinip şımarmayınız diye (yazılmıştır). Allah çok böbürlenen her kibirliyi sevmez."

Gerek hayırdan gerekse şerden başınıza gelen ne varsa, yeryüzünde ve sizde olan ne varsa, hepsini yerin ve sizin varlığınızdan önce (Levh-i mahfuz) da takdir etmişizdir. Bu, çaresiz başınıza gelecek. Sizin bir varlığınız (mahsûlün bitmemesi gibi) yok olsa veya bedeninize bir hastalık tebelleş olsa bütün bunlara üzülmeyiniz. Hattâ "Bu Allah'ın ezelî ilmiyle bildiği ve ona göre bizim için değişmez yazgısıdır. Buna sabrederiz, çünkü bu Onun hükmüdür. Buna gönülden razıyız. Bize sabırdan başka bir şey düşmüyor," deyin. Sebeblerine de yapışmadan geri durmayın. Elinizde bolca bir nîmet bir rahatlık, bir sıhhat ve kuvvet bulunsa, deyiniz ki: "Allah'ın bunlar bize büyük ihsanıdır. Bize bunlara şükür etmek vacip oluyor. Onunla böbürlenip kibirlenmemeliyiz ki Allah bizi sevsin." Buna karşı, bir kimse eline geçen nimetlerle şımarır, böbürlenir, başkasını küçümser ve taşkınlık yaparsa, onu da Allah asla sevmez.

24

"Onlar cimrilik yapanlar, insanlara da cimriliği emredenlerdir. Kim arka dönerse, şüphe yoktur ki Allah, her şeyden müstağni bütün hamdlere lâyık olanın ta kendisidir."

Mallarını hayır işlere harcamayarak (cimrilik) gösterenler, Allah'ın emriyle Fakirin hakkını vermeyenler; bir de diğer insanlara da aynı "cimriliği emredenler", böylece Hak yoldaki dervişlerin haklarını gasbedenler Allah'ın yolundan dönenlerdir. Başınıza sizi kazanmaktan alıkoyan bir ağır hastalık gelirse sabredin. Cimriliğiniz de bunlara sebeb olabilir. İmtihan için de bu, verilebilir. Hak teâlâ buyurur ki: Her kim ki bizim hükmümüze teslim olmaz da bizim yolumuzda rızamızı kazanmaya aldırış etmeyerek malını infak etmekten yüz çevirirse bunlar bilsin ki, Allah onların yardımından müstağnidir, ihtiyacı asla yoktur. Onun bütün işleri "nizâm" içindedir. Hiç eksiklik yoktur. O mallarını infak etmeyenler de amellerinin karşılığını Kıyamette göreceklerdir. İkrime İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şu sözünü nakleder:

"Hiçbir kimse yoktur ki başına gelen iyi şeylere sevinmemiş, kötü şeylere de üzülmemiş olsun. (Mümkün değil). Fakat mü’min, sevinecek şeylere -şımarmaksızın- şükreder. Üzülecek şeylere de -isyan etmeksizin- sabreder (Her ikisi de lehinedir)."

25

"Yemin olsun ki, biz elçilerimizi açık açık burhanlarla gönderdik. Ve insanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik. Çünkü (bununla) Allah, kendisine ve peygamberlerine gıyaben kimlerin yardım edeceğini belli edecektir. Şüphesiz ki Allah, en büyük kuvvet sahibidir, yegâne galiptir."

Biz vazifeli olarak gönderdiğimiz peygamberlerimizi; emirlerimize çağırmaları, yasakladıklarımızdan sakındırmaları, helâli-haramı bildirmeleri için gönderdik. Biz onlara kitap da verdik. Ümmetlerine onun hükümlerini bildirsinler diledik. Teraziyi de indirdik. Birbirinize "âdil davranmanız için. Böylece birbirinize zulüm yapmayın.

İnsanlara demiri de indirdik. Bu, onlar için kuvvettir. Düşmanlan dize getiren kılıçlar ondan yapılır. (Her türlü teknolo)ik ilerleme de onunladır) İnsanlara faydalan çoktur. Bıçak, balta, keser, vs. gibi âletler demirdendir. Bel, kazma, sapan demiri (traktör aksamı) de demirdendir. Ne akla getirse çoğu demirdendir. Bunların hangisini lüzumsuz görürsünüz? Allah emrinde kuvvet sahibidir. Kimse Onu âciz kılamaz. Mülkünde de azizdir. Kimse Ona galip olamaz. Zelîl edemez.

26

"Yemin olsun biz Nûhu ve İbrâhimi (peygamber olarak) göndendik. Peygamberliği de, kitabı da onların nesillerine verdik. Binnetîce içlerinden doğru yolu bulanlar var (İdiyse de) birçoğu da fâsık kimselerdi onların."

Biz Nûh ve İbrahim (Aleyhimesselâm)'i bize taate davet ederler. Onların neslinden Hazret-i Musa ve Harun gibi peygamberler gönderdik. Dâvud, Süleyman, Yakup, Zekeriyya ve Salih (Aleyhimüsselam) gibi. Herbirine kitap da verdik. Onların soylarından kimileri (hidâyete erdi, doğru yolu buldu). Kimileri de îman yolundan çıkıp (dalâlet) e saptılar. Ayrıca fâsıklardan oldular.

27

"Sonra bunların izleri üzerinde, ardı ardınca peygamberlerimizi yolladık. Arkalarından da Meryem oğlu İsa'yı gönderdik. Ona İncili verdik.. Kendisine tâbi olanların yüreklerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların ihdas ettikleri ruhbanlığa (gelince:) Onu üzerlerine biz farzetmedlk. Ancak (onlar bunu sırf) Allah'ın rızâsını aramak için yaptılar. Fakat buna hakkıyla riâyet de etmediler. Biz de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik onların."

O Nûh ile İbrahim'den sonra Meryemoğlu îsâ'yı İncil'i vererek gönderdik. Ona bağlanarak îman edenlerin gönüllerine şefkat ve sevgi ihsan ettik. Böylece birbirlerini sevdiler-saydılar. Gerçek İsevîliklerini (ve öncekiler de gerçek mûsevîliklerini) korudular. O kendileri uydurdukları "Ruhbanlığı" biz onlara vacip kılmadık. Fakat onlar "bu aşırı ibâdet düşkünlüğü yolunu Allah'ın rızâsını kazanmak, hakkındaki aşırı titizliklerinden rehber edindiler. Ama hakkından da gelemediler. Kimi Yahudî, kimi de Nasranî oldu. İsa (aleyhisselâm) göğe çıktıktan sonra inançlarında şirk görüldü. Nihayet büyük çoğunluğu müşriklerden oldular. Müslümanları da incittiler. Onlar da kurtulmak için dağlara çıktılar. Ordan mağaralarda "savmeler-barınaklar" edindiler. Bir müddet oralarda ibâdet ettiler. Fakat bu sıkı rejimin üstesinden gelemediler. Tekrar döndüler. Kimileri Yahudî oldular, kimileri de Hıristiyan oldular. Çok azı "üzerlerine vacip hâline getirdikleri bu yolda" yürüdüler, îmanlarını gizlediler. Biz onların ecirlerini "Cennet ve Cemâlullah" olarak vereceğiz. Fakat bunların dışındakilerin çoğu fâsık oldular. Yani gerçek Allah dininden çıktılar. Böylece Âhirette ebedî azaba müstehâk oldular.

Bu âyet-i kerîmede mü’minlere uyanlar vardır. Şöyle: Bir kimse yüce Allah'ın emretmediği bir şeye üzerine vâcipmiş gibi aksatmadan devam ederse o üzerine vacip olur. Onu terketmek caiz olmaz. Fakat onları o kişi gizli olarak sürdürmelidir. Bırakırsa o da fâsıklığı kendilerine reva görmüş olur. Ashâbdan birinin şöyle dediği rivayet olunuyor: "Sakın Teravih namazını terketmeyiniz. Çünkü Allah size vacip-farz kılmadığı halde siz ona devam etmekle kendi kendinize vacip hale getirdiniz. Sakın bırakmayınız. Yoksa bu âyete göre fasıklardan olursunuz."

Bir de genel olarak -sanki Allah'dan merhametli imiş ve daha iradeli imiş gibi ukelâlıkla- üzerine düşmeyen bu yola "(Allah'ın buyruğunu aşarak ve onu taşarak) baş vurulursa "İstidrac" (farkına varmadan için için manevî hayatının çökmesi) tehlikesi belirir. Bu ise, en büyük kayıptır. Aklını Allah ve Rasûlünün direktifleri doğrultusunda kullanan kimseler bu tehlikeli yola sapmazlar. İstikâmet üzere azar azar ilerlerler. Çok hızlı gidip de sonunu getirememek iradeli iş değildir, Bir kimse "en ileri derecelere varamasa" da "en aşağı çukurlara" inmemelidir. İstidrac yolu bu çukura düşürür. Çünkü kendi üzerine gerekmeyenle meşgul oldular. Böylece fitneye de sebeb olurlar. Onlara kimse inanamaz. Büyüklük mevkiilerinde olanlar daha titiz olmalıdır. Yoksa peşlerinden gidenlerin de helâklarınt hazırlarlar.

28

"Ey îman edenler, Allah'dan korkun. Onun peygamberine de îman edin ki (Allah) size rahmetinden iki (kat) nasip etsin. Sizin için (yardımiyle), yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin. Sizi yarlığasın. Allah hakkıyle yarlığayıcı, çok merhamet edicidir."

İman edin ve Onun buyruklarını tutun. Yasakladıklarını bırakın. Hazret-i İsa ve Hazret-i Musa'ya nasıl inandıysanız, Allah'ın son peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de inanın. Bu ikrar üzerine sâbitkadem olun. Böylece Allah size iki kat ecir ihsan etsin. Ayrıca rahmetler ede. Bu, size "Sıratta nûr" olur. Hak yolunuz aydınlanır: Dosdoğru yürürsünüz, Allah, günahlarınıza tevbe ederseniz bağışlar, size acır.

29

"Ehli Kitap, hakîkaten Allah'ın ihsanından hiçbir şeye nail olamayacaklarını, muhakkak bütün inayetin Allah'ın elinde bulunduğunu, onu (ancak) dileyeceği kimselere vereceğini bilmedikleri için mi (küfürde inat ediyorlar? Halbuki bunu pekâla biliyorlar da). Allah büyük fazhkerem sahibidir."

Bu kitap sahiplerinin şu gerçeği çok iyi bilmeleri gerekir. Allah'ın dilemediği yardımı, kendileri temin edemezler. Bu, Allah'ın tasarrufundadır. Dilediğini ödüllendirir. Kula yaraşan, Allah'tan gerçek anlamda severek çekinmektir. Onun verdiğini yer ve gök ehli engelleyemezler. Vermediğine de yerdekiler-göktekiler bir araya gelseler verdiremezler. Kula uygun düşen bütün işleri Allah'a ısmarlamaktır. Bir de ne için yaratıldıysa (ibâdet ve hizmetiyle) onu sürdürmektir.

0 ﴿