FECR SÛRESİ Keremli Mekke döneminde inmiştir. Otuz âyettir. 1 "Yemin olsun fecre," 2 "on geceye," 3 "hem çifte, hem teke," 4 "gelip geçeceği dem geceye;" Yüce Allah "fecir vaktine" yemin ediyor. Fecir ikidir. Birisi, geceye doğru uzunca bir aydınlık süresidir. Buna "Fecr-i kâzip" de derler. Şâfiilerin ibâdeti bu vakittir. Bu, Hanefîlere göre geceden sayılır. Bunun için sabah namazı Hanefîce o zaman caiz olmaz. Birisi de ortalığın iyice ağarması vaktidir. Hanefî mezhebinde olanların sabah namazı vakti. O zaman girer. Hatta güneşin doğumuna yakın namazı kılmak (isfâr) müstehâbdır. Buna "fecr-i sâdık" derler. Gerçek aydınlanma (tanyeri) dir. Şâfiilerin vakti "gece"den, Hanefîlerin vakti "gündüz"dendir. "On gece"den maksat "zilhiccenin ilk on günü"dür. Bunda Hacc-Kurban gibi ibâdetler ihya edilir. Veya "muharremin ilk on günü"de denilmiştir. "Çift bütün yaratıklardır. "Tek" ise yalnız Allahü Zülcelâtdir. Veya "tek olan" (vitir, akşam namazları gibi) "çift olan" sabah, öğle, ikindi ve yatsı namazları gibi) Namazın sânı yüce olduğu için ona da andiçiliyor. Zilhiccenin 9. gecesi "Arefe" ve 10. gecesi "Bayram" hakkı için (yemîn olsun). 5 "Bunlarda akıl sahibi için birer yemin vardır." Bu yemîn edilen şeylerden insan menedildiği için "Hicr" denilmiştir. 6 "Görmedin mi, Rabbin nice yaptı Âd (kavmin) e" Bildin mi, sana haber verilmedi mi ey şanlı Peygamberim? Ki bu azan-azdıran İrem, Âd kavminin batırılmasını sana Biz Azîmüşşan bildirdik. Onlar "zâtül İmâd- direkler sahibi" dirler. İrem Âd'ın adıdır. Kimisi de cennet bahçeleri ve bağlarıdır, derler. Kaabül-Ahbâr der ki: "Evvelki Âd Hûd kavmi değildir. Hûd kavmi de Âd'ın oğularından biridir. Âd'ın iki oğlu vardı. Birisinin ismi (Şeddâd), diğerinin ismi ise (Şedîd) idi. İkisi de padişah oldular. Zorbalıkla bir yeri zaptettiler. Şedîd ölünce Şeddâd zorbalığı südürdü. Bütün diyarlara sahip oldu. Yeryüzünün bütün kralları ona ister-istemez boyun eğdiler. Şeddâd; zorba, kaba ve çok hırslı bir herifti. Kitaplardan hep yükselmeyi, uçmayı araştırır, kafasını bu türlü konulara yorardı. Bağ-bahçeye de düşkündü. Yüksek bina yaparak yüce Allah'a kafa tutar bir rûh bozukluğuna giriftar olmuştu. Dedi ki: "Öyle bir şehir yaptırmalıyım ki dünyâda eşi benzeri olmasın." Bunun için "yüz kişi" seçti. Onların herbirine de "biner kişi yardımcı" verdi. Oldu "yüzbin"kişi. Bir de fermanla şu emri yaydı: Dünyâda onun hükmü altında, onun adına icraat gösteren ne kadar padişahlar varsa hepsinin bulundukları yerlerde olan kıymetli cevherler, taşlar varsa hepsini kendi meskûn olduğu bölgeye getirsinler. Onun hükmünü yürüten "ikiyüzaltmış yardımcı-padişah" vardı. O yüz kişinin hepsi mîmar-mühendisti. Bu işin tam üst isimleriydiler. Bu yüz bin kişi bu muazzam şehre uygun mekânı bulmak için "araştırma gezisine" çıktılar. Yemende yüce bir kayasız, deresiz-tepesiz düz bir "sahrâ-çöl" buldular. Dediler ki: "Bu İrem sıfatıdır." Padişah, oranın şehre münâsipliğinden, şehri oraya kurmalarını emretti. Şehrin enini-boyuna ölçtüler-biçtiler. Yemen akîk taşlarıyla-temelini kazdıktan sonra ördüler. Düzlüğe çıktıktan sonra da "bir kerpiç altundan, bir kerpiç gümüşten olmak üzere" duvarları ördüler. Çeşit çeşit incilerle de süslediler. Harç yerine misk ü anber kullandılar. Evlerin aralarına da bağlar-bahçeler diktiler. Her çeşit meyva ağaçlarını o bahçelerde bulmak mümkündü. Bahçelerde ağaçlar altına ve evlere incilerden, mercanlardan, yakutlardan oluşmuş yâni süslenmiş yüksek yüksek tahtlar yaptılar. Tabiî bunun için bütün beldelerden halkın elinde bulunan altın-gümüş, inci, yakut, mercan ne varsa aldılar... Kadınların boyunlarında, bileklerinde bir adet bile takıdan birşey bırakmadılar. Hepsini aldılar... Halkın canı sıkıldı. Açlıktan çok kişi öldü... Fakat hazînesi bir türlü dolmuyordu. Padişah buna hayret ediyordu. Kendisi sebebini bulamadı. Vezirine akıl danıştı. O da dedi ki: "Ey padişahım! Beni mazur gör ki Senin devletinde rahat olayım. Bana ilişme, fikrimi açık söylediğimden. Halkın nesi var-nesi yok hepsini senin Hazînene verdiler. Gönülleri de daraldı. Hepsinin gözü senin hazînendedir. Rızâlarına hiç bakılmadı." Padişah dedi ki; "Bu halkın gerçekten elinde hiçbir şeyin kalmadığını bir denemeyle anlayabiliriz. Hemen inanmamak gerektir. Bakalım gerçekten mi fakir düştüler, yoksa ellerinde daha kıymetli servet var mı? Bunu anlayacak bir düzen kuralım: Pâdişâh dedi ki: Ey Vezirim! Cariyelerimden en güzelinden birini seç. Onu güzelce giyindir. Makyaj yaptır. Bir deveye bindir. Bir de tellâl o deveyi hem çeksin, yedsin, hem de (bu cariyeye, kim bir altın verirse, o sahip olacak) dersin." Bu talimat üzerine hareket edildi. Şehrin bir ucundan girildi, öbür ucundan çıkıldı. Hiç müşterisi çıkmadı. Ancak şehre dışardan gelmiş genç bir delikanlı cariyeye tâlib oluverdi. Hemen anasına durumu açtı ve: Eğer onu almazsam kendimi öldürürüm veya ölürüm," dedi. Annesi: "—Oğlum! Sen bana o cariyeden daha yakınsın. Seni severim. Ancak onu alacak altınımız yok. Hem bu halkdan da hiç kimse almadı. Sen de isteme, dedi. Çocuk bu "ana nasihatini" duyunca ümitsizleşti. Canı çok sıkıldı. Canına kıymayı düşledi. Anası bu durumu görünce hayret etti ve dedi ki: "—Ey Oğlum! Senin bu işinde çaresiz kaldım. Ne yapacağımı bilemiyorum. Ama aklıma bir çâre geldi: Senin baban evde tapucuydu. Bu evde tapucuların âdeti şöyleydi: Tapucu ölünce ağzına bir altın bırakılırdı. Eğer başkası almadıysa sen mezarını aç o altını al. Senin meramına yeterlidir" Çocuk hemen babasının kabrini açtı. Kafası çürümüştü. Ama "altını" buldu. Derhâl aldı, eve döndü. Bu bir düzen olduğu için, o altın karşılığı cariyeyi ona vermediler. Pâdişâhın katına, huzuruna çıkardılar. Genç çaresiz kaldı, o altını nereden aldığını söyledi. Padişah vezîrini huzûruna çağırdı. Onu ihtiyatsız buldu. "Bu işi ya bilmiyorsun. Yahut hainlik yapıyorsun. Bu ikisi de taşıdığın sıfata yakışmaz. Padişaha bu kadar yakın birinin ehliyetsizliği cezasız bırakılmaz. Fakat eski hizmetlerinin çokluğu sebebiyle seni bağışladım," dedi. Bunun üzerine kabirler kazıldı. Mevcut altınlar toplandı. Üçyüz yıl çalışıldı. Görkemli bir şehir kuruldu. Şeddâd yedi yüz yıl yaşadı. Mimarlar iş bitince huzuruna geldiler. Padişah dedi ki; "Şehrin etrafını kalelerle çevreleyin. Onların içinde "bin köşk" yapın. Her birine bin vezirim otursun. Onların işleri oradan yürütsünler. Buna O direk sahibi irem"derler. Bir yirmi yıl daha yaşadı padişah. Onların niyeti ilahî yapıya, kainata kafa tutmakdı. Zâten çok cürümler işlediler. Allah'ın gazabına müstehâk oldular. Cebrail (aleyhisselâm) bir yüksek sesle bağırdı. Hepsinin "ödü koptu", yok oldular. Bir kişi bile canlı kalmadı. Sebebi: Dünyâya çok ağırlık verdiler. Taparcasına ona bağlandılar. Bundan herkesin öğüt alması gerekir. Dehşetli bir hâdisedir bu! 7 "(Yâni) O direk sahibi İrem'e?" 8 "Ki o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayandı." "Keşşaf'da geçtiğine göre bu Âd kavminin benzeri dünyaya gelmemiştir. Çok iri-yarı vücutluydular. Çok uzun boyluydular. Öyle güçlü idiler ki büyük bir kayayı tutup götürürlerdi. Onu bir topluluğa atarlar ve onları öldürürlerdi. Hasan Basri (radıyallahü anh) diyor ki: "İrem, Âd'ın oğludur. Âd ise Siyem'in oğludur. Siyem de Sâm oğludur. Sâm ise Hazret-i Nuh (aleyhisselâm)'in oğludur." "O direk sâhibi"nden maksat "kaleler ve o kalelerdekî köşkler"dir. Çok uzaktan onlar görünürdü. 9 "Ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a" Semûd, sâlih peygamberin isyankâr kavmidir. Onlar da öyle güçlü insanlardı ki "normal ikiyüz kişinin götüremediği taşı", onlardan bir kişi yalnız rahatça taşırdı. Böyle güçlü-kuvvetli kimselerdi... 10 "O kazıklar sahibi Firavun'a." Yâ Muhammed! Rabbin "zülevtad" vasıflı zâlim Firavun'a neler yaptı bilmez misin? "Zül-evtâd" şudur: Firavun kime eziyet etmek istese onu yere yatırtır, ellerini-ayaklarını da gerdirir, her birine birer büyük çivi çaktırırdı. Bu çivileri gergin olan el ve ayaklarını yere çakılan kazıklara çakıldığı için "zülevtâd-kazıklar sahibi" ismini almıştır. Çok işkence için askerleri bulunurdu. Bir yere gidince oraya hesapsız çadırlar kurdururdu. Yerlere çok mıh çakılırdı. Âd, Semûd ve Firavun böyle azmışlardı. Allah'a, Peygambere muhalefet ederek zâlim olmuşlardı. 11 "Ki bunlar memleketlerde azgınlık ederlerdi." 12 "O suretle ki oralarda fesadı çoğaltmışlardı." 13 "Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine azap kamçısı yağdırıyordu." 14 "Çünkü Rabbin şüphesiz ki gözetleme yerindedir." Yâ Muhammed! Bunlar yeryüzünde sapıklıkları ve fesatları çoğalttılar. O fesatlarının bedelini hepsini dayanılmaz azaplar indirerek onlara ödetti. Sûre-î şerîfenin başında yapılan yeminlerine cevâb, "Şüphesiz ki senin Rabbin her an gözetleme mevkiindedir" âyet-i kerîmesidir. Yâ Muhammed! Kıyamet gününde hiçbir kimsenin Rabbinden gizlenecek yeri yoktur. Herkesin amelinin ne yaptığını sürekli gözedeyendir. Bu sırat yoludur. Cehennem üzerinde yedi zor geçit" vardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) bu hususta şöyle diyor: "Rabbinin melekleri insanları cehennem köprüsü üzerinde yedi durak yerinde gözetlemeye alırlar. Bunlar: Kul birinci durakta îmandan suâl edilir. Eğer onu nifaktan, riyadan korumuşsa kurtulur. Yoksa cehenneme gönderilir. "Beş vakit namazdan" cumadan sorgulanır. Onları "tâdili erkan" ölçülerine göre îfa etmişse kurtulur. Değilse cehenneme yollanır. "Zekât'tan sorguya çekilir. Veremezse cehenneme düşer. Ramazan orucundan ve kullara yaptıkları zulûmdan hesap verir. Eğer hesabını düzgün verirse geçer. Yoksa cehenneme düşer. Hacc ve umreden sorulur. Farz olduğu halde Hacc etmediyse cehenneme düşer. Abdestten ve cünüplükten yıkanmadan sorulur. Abdest organlarını eksik yıkadıysa veya su iktizâ ettiği halde yıkanmadıysa bundan dolayı azap edilir. Ana-baba hakkında ve "sılayırahimden suâl edilir. Ayrıca kullara yapılan haksızlıklardan da sorulur. Düzgün hesap veremezse cehenneme yuvarlanır. Bu "akabeleri-sarp yokuşları" geçebilenler Cennete girmeye yol bulurlar." 15 "Amma (kâfir) İnsan ne zaman Rabbi onu imtihan edip de kendisine ihsan eder, ona nimetler verirse (Rabbim beni şerefli kıldı), der!" Ümeyye ibn Halef ve benzeri kâfirler Allah'ın imtihan etmek için lûtfuyla, keremiyle ikram etmesini kendi faziletinden bilirler. Kendilerinin buna lâyık oldukları için verildiği zannına kapılırlar. 16 "Fakat ne vakit de onu deneyerek üzerine rızkını daraltırsa şimdi de (Rabbim bana ihanet etti) der!" Yâni, Rabbinden çok yönlü şikâyetler etmeye başlar. 17 "Hayır. Siz bilâkis yetime iyilik etmezsiniz." 18 "Yoksula yedirmek için birbirinizi kandırmazsınız." Hayır, gerçek o kâfirlerin, nankörlerin sandığı gibi değildir. "Benim ihanet etmem" onların zannettiği gibi, mallarında-evlatlarında noksanlık yapmam değildir. Veya bir makamdan onları indirmem değildir. Bilâkis mâri)et-i ilahîyi onlardan çekip almam (yâni Ben Azîmüşşanı sânıma uygun bir biçimde bilmelerini önlemem) ve hayırlı işlerde başarı vermeyip rüsvâyhğı tattırmamdır. İkram ettiğim ise faziletli kıldığım ve mârifetullah'a ve Ona itaate muvaffak kıldığım kimselerdir. Benim katımda ancak tâat-ibâdetle izzet-şeref bulunur. İsyan edenler de huzurumdan kovulmuş hâinlerdir. Ancak îman edenler ve tevbe edenler hâriçtir. Bir de buyurduğum gibi yetimlerin mallarını zulüm yoluyla yiyenler ikramımdan kovulanlardır. Evlinizi-iyâlinizi, konunuzu-komşunuzu ihmal ederek vermemenizde razı olmadığım hallerinizdir. Hatta birbirinizi kandırmanız da mevzubahistir. Yoksulu doyurmak için birbirinizi teşvik etmezsiniz. Bunlar, tarafımdan ihanete uğradığınızın belirtileri, alâmetleri ve sıfatlarınızda. 19 "Mirası, helâl-haram demeyip alabildiğine yersiniz." 20 "Malı da pek çok seversiniz." Yetimlerin mallarını-sorumluluklarını üzerinize aldığınız çocukları rahat kandırabildiğinizden helâl-haram demeden babanızın mallarıymış gibi, pişkin pişkin, vicdanınız sızlamadan yersiniz. Bu gibi gayrimeşrû yollarla mal toplamayı de pek çok seversiniz. Siz evlâtlar olarak babalarınızın topladığı bu malları tam helalmiş gibi yersiniz. Devlet malının "ganimet sayılarak talan edilmesinin" de dolaylı yollardan "yetim malını yemek" olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. 21 "Hakka ki yer (zelzeleyle) parça parça dağıtıldığı zaman," 22 "Rabbi (nin emri) geldiği, melekler de saf saf (indiği zaman)." Kıyamet koptuğu zaman, yer dümdüz olur. Güneş düştüğü zaman hiç gölge olmaz. Çölde serap gibi her taraf aynı olur. Rabbinin hükmü o gün de geçerlidir. O gün saltanat ve hüküm Onundur. Melekler de o gün gökten yere yedi saf olacak bir biçimde inerler. İnsanların etrafını sararlar. 23 "Ki o gün cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün (herşeyi) hatırlayacak. Fakat hatırlamadan ona ne (filide)!" Cehennem, yetmiş bin zebaniye yapıştırılıp götürülecek. Cehennem'in dehşetini, heybetini görenler istisnasız yerlere kapanacak! Peygamberler bile "nefsî nefsi!" diyecekler! O gün herkes bütün melekeleri "fultayım-tam kapasite" çalışacak... Günahlarını bütün ayrıntılarıyla hatırlayacak. Ama derin pişmanlıktan başka bir sonuç olmayacak. Allah'ın diledikleri hâriç, kimse kurtulamayacak... Allah da, kendine manevî yakınlığı olanı sever... 24 "Âh, diyecek, keşki hayâtım için önden (sâlih ameller) yapsaydım!" Dünyâda İslamî ölçüler içinde inanmayanlar veya böyle inandığını sanıp da gerçek îmana eremeyenler ve onun gereği sâlih ameller, yararlı işler yapamayanlar pişman olacaklar. Cehennemin heybetini görünce akılları başlarına tam gelecek. İçinde bulundukları boşluğu tam kavrayacaklar... Ama kuru bir ilenmektir bu. Onlara yararı asla olmayacak... 25 "Artık o gün (Allah'ın) azabı gibi hiçbir kimse azap yapamaz." 26 "Onun vurduğu bağ gibi de kimse bağ vuramaz" Kâfirlere, onlara inançta ve yaşayışta benzeyen münafıklara kıyamet gününde öyle azap edilecek ki hiçbir azap ona benzemez. Orada öyle kelepçe, bağ vurulacak ki, dünyada benzeri yoktur. Hatta insan hayali bunları canlandıramaz... 27 "(Sonra Allah, mü'min kimseye şöyle buyurur): “Ey (îmanda sebat gösteren, Allah’ı anmakla huzura kavuşan) itâatkâr nefis!" 28 "Dön Rabbine, (cennette sana hazırladığı nimetlere); sen O’ndan, (sana verdiklerinden ötürü) razı, O’da senden (îmanın sebebiyle) razı olarak..." 29 "Haydi gir (Sâlih) kullarımın içine;" 30 "Gir cennetime..." |
﴾ 0 ﴿