7

Sen bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil.

Ey Allah'ım, kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın o doğru yolda, bizleri de kararlı olmaya muvaffak kıl. Bizleri, kendilerine itaatta bulunma ve ibadet etme nimetini verdiğin, meleklerin, Peygamberlerin, imanında sadık insanların, şehitlerin ve salih kullarının yoluna ilel."Sen bizi doğru yola ilet." âyet-i kelimesindeki "Bizi ilet" diye tercüme edilen "İhdina" kelimesi "Hidâyettin" kökünden türemiştir. Mânâsı "Açıklamak, göstermek, götürmek, başarılı kılmak"tır.

Taberi buradaki ifadenin, "Sen bizi doğru yolda kararlı olmaya muvaffak kıl. O yolda yürümekte bize başarı ihsan et." mânâsına geldiğini söylemiş ve Abdullah b. Abbas'ın da âyeti bu şekilde izah ettiğini rivâyet etmiştir. Dehhak'tan, Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Cebrâil, Muhammed'e dedi ki: "Ey Rasûl, de ki: "Sen bize doğruya götüren yolu ilham et." Allahü teâlânın, Muhammede doğru yolu ilham etmesi, onu muvaffak kılması demektir.

Taberi diyor ki: "Bu âyetin ifade ettiği mânâ, bundan önceki âyetin ifade ettiği mânâ gibidir. Yani bu âyette de kul'a. rabbine itaat etmekte kararlı olmaya muvaffak kılınmasını istemesi emredilmektedir. Buna göre bu ve bundan önceki âyetlerin mânâsı şöyledir: "Ey Allah’ım, sadece sana ibadet ederiz. Senin hiç bir ortağın yoktur. İbadeti senin dışındaki ilâh ve putlara değil, yalnızca sana tahsis ederiz. Sen bize, sana ibadet etmemizde yardım et. Sen bizleri, kendilerine nimet verdiğin Peygamberlerini ve itaatkâr kullanın muvaffak kıldığın yola ve usule muvaffak kıl."

Taberi diyor ki: "Hidâyetin, başarıya ulaştırma mânâsına geldiği Arap dilinde yaygın olan bir husustur. Nitekim şu âyetteki hidâyetten türetilen Layehdî kelimesi de bu anlamdadır... Allah zalim kavmi hidâyete erdirmez. Al-i İmran sûresi, 3/86 Yani Allah, zalim bir kavmi hakka muvaffak kılmaz. Gönüllerini imana açmaz. Bir kısım âlimler, "Sen bizi hidâyete erdir." ifadesini "Sen bizim hidâyetimizi artır." şeklinde izah etmişlerdir.

Taberi, bu izah şekliyle şu üç mânâdan birinin kastedileceğini söylemiştir.

Birincisi: Burada ifade edilen "Hidâyetin artırılmasından" maksat, "Açıklamak" demektir. Yani, Allahü teâlâ Resûlüllah’a, farz kılınan emirlerin açıklanmasını istemesini emretmiştir ve Resûlüllah "Ey Allah’ım, sen bana farz kıldığın emirleri açıkla." demekle memur kılınmıştır.

Taberi diyor ki: "Bu izah şekli doğru değildir. Zira, Allah, kuluna farz kıldığı her ibadeti açıklayarak ve delillerini zikrederek farz kılar. Artık emir ve yasakların açıklanmasını istemeye gerek yoktur.

İkincisi: Buradaki hidâyetin artırılmasından maksat, "Yeni emirlerin farz kılınmasıdır." Buna göre Resûlüllah’ın, Allahü teâlâdan, yeni ibadetler farz kılmasını talep etmesi istenmektedir. Kul'un böyle bir şeyi istemesi söz konusu olmayacağından bu izah tarzı da isabetli değildir.

Üçüncüsü; Buradaki hidâyetin artırılmasından maksat, kul'un, rabbinden yardım ve tevfikini artırmasını istemesidir. Bunu, kul'un geçirdiği ömründe yapmış olduğu ameller için istemesi beklenemez. Çünkü o ameller geçmiştir, onlar için yardım istenemez. Fakat kul'un, bu yardımı gelecekte yapacağı ameller için istemesi doğrudur. Bu da bizim izah ettiğimiz şekle uygundur. Ve kadercilere bir cevaptır. Zira onlar, Allahü teâlânın mükellef kıldığı her görevde kul'una yardım etme mecburiyetinde olduğuna inanırlar. Halbuki âyette kul'un yükümlü oiduğu ibadetleri yerine getirmek için rabbinden yardım ve tevfik istemesi emredil mektedir.

Taberi diyor ki: "Diğer bir kısım âlimlerde "Sen bizi doğru yola ilet" ifadesini, "Sen bizi, âhirette cennetin yoluna ilet." şeklinde izah etmişlerdir. Bunun bir benzeri olarak ta şu âyeti zikretmişlerdir." ... Onlara cehennemin yolunu gösterin. Saffal sûresi, 37/23 Allahü teâlânın. "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." kelamı, bu âyetin bu şekilde yorumlanmasının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

Ayrıca, sahabi ve tabiinden olan bütün müfessirler bu âyette zikredilen "Sırat" kelimesinin, âhiretteki sırattan başka bir sırat olduğu hususunda iltifak etmişlerdir. Bu sebeple "Sen bizi doğru yola ilet." ifadesini "'Sen bize cennetin yolunu göster." şeklinde izah etmek doğru değildir. Doğru olan: "Sen bizi. ömrümüzün geri kalan bölümünde hidâyetten ayınna. Onda kararlı kıl." şeklindeki izahtır.

"Doğru yol" diye tercüme edilen "Sıratelmüstakim" ifadesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Taberi, diyor ki: "Müfessirler aslında "Kendisinde eğrilik bulunmayan açık bir yol. "mânâsına geldiği hakkında ittifak etmişlerdir. Fakat Araplar Sıratı müstakim"! mecazi olarak, her doğru söz ve amel için kullanmışlardır. Bu âyetteki "Sıratel Müstakim"in mecazi mânâda anlaşılması daha evladır.

Taberi diyor ki: "Âyeti şu şekilde izah etmek daha uygundur. "Ey Alları im, sen bizi, razı olduğun şeylerde ve kendilerine nimet verdiğin kullarını muvaffak kıldığın doğru söz ve amellerde karalı olmaya muvaffak kıl." Evet işte "Sıratel müstakim"in mânâsı budur. Zira, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberlerin, sıddikların ve şehitlerin muvaffak kılındıkları şeylere muvaffak kılınan bir kul İslâmı kabule, Peygamberleri tasdike, Allah'ın kitabına sımsıkı sarılmaya, Allah'ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya, Peygamberin usulüne uymaya, Hazret-i Ebubekir, Ömer, Osman, Ali ve bütün salih kulların izini takibeîmeye muvaffak kılınmış olur. İşte bütün bunlar "Sıratel müstakim"dir.

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı kerimin tercümanları" diye adlandırılan sahabi ve tabiin, sıratel müstakim'in mânâsı hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Ancak bu görüşlerin hepsinin anlamı, bizim tercih ettiğimiz görüşün anlamına varmaktadır.

Hazret-i Ali ve Abdullah b. Mes'ud, "Sıratel müslakim"den maksadın, Allahü teâlânın kitabı olduğunu Rivâyet etmişlerdir. Cabir b. Abdullah, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Abdurrahman b. Zeyd, İbn-i Sem'an el-Ensari "Sıratel müstakim"den maksadın "İslam" olduğunu söylemişlerdir. Muhammed b. el-Hanefiyye ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "Sıratel müstakim"den maksat. Allah'ın dinidir. Ebul Aliye ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre, sıratel müstakim'den maksat, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve kendisinden sonra Halife olan iki sahabisi Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömerdir.

Hazret-i Ali'den. Resûlüllah'ın '"Sıratel müstakim"!

"Kur'an" olarak, Nüvvaz b. Sem'andan da Resûlüllah'ın, "Sıratel Müstakim"i "İslam" olarak izah ettiği Taberi tarafından rivâyet edilmiştir.

"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna"

Taberi diyor ki: "Resûlüllah’a şöyle emredildi: "Ey Rasûlüm, de ki: "Rabbimiz, sen bize, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini verdiğin meleklerin. Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salih kulların doğru yoluna ilet." Bu âyeti kerime, Allahü teâlânın şu âyetlerine benzemektedir. "... Eğer onlar kendilerine öğüt edileni yapmış olsalardı elbette onlar için daha hayırlı ve daha sağlam olurdu." "O zaman elbetteki onlara, katımızdan büyük bir mükâfat verirdik." Ve onları muhakkak ki doğru yola iletirdik." "Kim, Allah’a ve Peygambere itaat ederse işte onlar, Allah'ın, kendilerine nimet verdiği Peygamberler, sıddiklar, şehitler ve salih kimselerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştırlar. Nisa sûresi, 4/66-68

Abdullah b. Abbas, "Kendilerine nimet verilenler"den maksadın, "Allah'ın, kendilerine itaat ve ibadet etme nimetini bahşettiği melekler, Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kullar." olduğunu söylemiştir. Rebi' b. Enes, onlardan maksadın, "Peygamberler." Veki', onlardan maksadın, Müslümanlar, Abdurrahman b. Zeyd: " Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve onunla birlikte bulunanlar olduklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-î kerime, itaatkârların itaatlerinin, ancak Allah'ın onlara lutfetmesiyle gerçekleşeceğine dair açık bir delildir. Zira Allahü teâlâ, "Kendilerine nimet verilenlerin yoluna" ifadesini zikrederek kullara verilen bütün nimetlerin ve kulların yaptıkları bütün ibadetlerin, Allah tarafından onlara bahşedilen bir lütuf olduğunu belirtmektedir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Niçin burada kendilerine nimet verilenlerin kimler oldukları ve o nimetlerin neler oldukları zikredilmem iştir?" cevaben denilir ki: "Araplar konuşmalarının bir kısmıyla ifade etmek istedikleri şeyleri ifade edebilirlerse, sözü kısa keserler, her şeyi zikretmeye lüzum görmezler. "Kendilerine nimet verdiğin kimseler" ifadesi de bu kabildendir. Zira Allahü teâlâ, bundan önceki âyetlerde kullarına, kendisinden yardım istemelerini ve doğru yolda devam etmeye muvaffak kılınmalarını dilemelerini emretmiştir. Böylece, buradaki "nimef'ten maksadın, "Seçkin kulların tuttukları sağlam yol ve sırat-ı müstakim" olduğu anlaşılmıştır. Böylece bunları açıkça zikretmeye ihtiyaç kalmamıştır. "Gazaba uğrayanlarınkine değil."

Taberi diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksat, Allahü teâlânın şu âyette beyan ettiği Yahudilerdir. "De ki: Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından bunlardan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden maymunlar, domuzlar ve Tağuta tapanlar yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık Maide sûresi, 5/60

Taberi yine diyor ki: "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğu, Adiy b. Hatim ve Abdullah b. Şakiyk'in Resûlüllahtan rivâyet ettikleri bir hadiste de zikredilmiştir. Ayrıca, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Zeyd ve babası Zeyd de "Gazaba uğrayanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu söylemişlerdir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

"Resûlüllah mescitte oturur iken onun yanına vardım, orada bulunanlar benim için "Bu, Adiy b. Hâtim"dir. Dediler. Ben emansız (herhangi bir kişinin himayesine sığınmadan) ve yazısız olarak (Bir müsaade yazısı olmadan) Medine'ye gelmiştim. Resûlüllah'a doğru yönelince elimden tuttu. Resûlüllah daha önce şöyle buyurmuştu: "Umarım ki Allah, onun elini benim elime verir." Resûlüllah ayağa kalktı. O sırada huzuruna, yanında bir çocuk bulunan bir kadın geldi. O ikisi, "Senden bir isteğimiz var." dediler. Resûlüllah vanp onların ihtiyaçlarını karşıladı. Sonra benim elimden tutup evine kadar götürdü. Hizmetçi, altına minder koydu. Resûlüllah üzerine oturdu. Ben de önüne oturdum. Resûlüllah, Allah'a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: "Lailahe İllallah" (Allah'dan başka ilâh yoktur.) Demekten seni kaçıran nedir? Sen, Allah'tan başka bir ilâh olduğunu biliyor musun?" Dedim ki: "Hayır." Sonra biraz konuştu, daha sonra şöyle buyurdu: "Sen, herhangi bir şeyin Allah'tan daha büyük olduğunu biliyor da mı "Allahu Ekber" (Allah en büyüktür.) Demekten kaçınıyorsun?" dedim ki: "Hayır." Buyurdu ki: "Şüphesiz ki Yahudiler kendilerine gazap edilenlerdir. Hıristiyanlarsa sapanlardır. "Dedim ki: "Ben Müslüman olarak geldim." Bu sırada baktım ki, Resûlüllah’ın yüzü sevinçten parlıyor,. Tirmizi, K. Tefsir e'.-Kur'an, Sûre 1 bab: 2, Hadis No: 2953

Abdullah b. Şakiyk diyor ki:

"Bir adam Resûlüllah’ın, vadi et-Kurâda atının üzerindeyken: "Belkiyn" kabilesinden birisinin ona şu soruyu sorduğunu işittiğini söyledi. "Ey Allah'ın Resulü, şunlar kimlerdir?" Resûlüllah: (Yahudileri göstererek) "Bunlar, gazaba uğrayanlardır." buyurdu. Adam: "Şunlar kimlerdir?" diye sordu. Resûlüllah: (Hıristiyanları kastederek) "Onlar da sapanlardır." buyurdu Ahmed b. Hanibel, Müsned, c. 5, s. 77

Âyette zikri geçen "Allah'ın gazabı" çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

Bazılarına göre bundan maksat, Allah'ın, gazabettiği kimseleri fiilen cezalandırması demektir. Bu cezalandırma dünyada da olabilir, âhirette de. Bu konuda âyet-i kerimelerde şöyle buyurulmaktadır: "Bizi gazaplandırınca, onlara, layık oldukları cezayı verdik. Hepsini suda boğduk. Zuhruf sûresi, 43/55 Onlar o kimselerdir ki, Allah onlara lanet etmiş, gazabına uğratmış, o kimselerden, maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar yapmıştır.. Maide sûresi, 5/60

Diğer bir kısım âlimlere göre, "Allah'ın gazap etmesinden maksat, gazaba uğrattığı kimseleri sözle kınamasıdir."

Başka bir kısım âlimlere göre ise, âyette zikredilen "Gazap"tan maksat, Allah'ın onlara kızması ve öfkelerimesidir. Ancak Allahü teâlânın kızması ve öfkelenmesi, kulların kızması ve öfkelenmesine benzememektedir.

Âyet-i kerime’de geçen "Sapanlarınkine değil" ifadesi hakkında

Taberi diyor ki: Âyette zikredilen "Sapanlardan maksat, Allahü teâlânın şu âyeti kerimesinde beyan ettiği Hiristiyanlardır. "De ki: Ey kitap ehli, hakkın dışına çıkarak, dininizde aşın gitmeyin, daha önce sapmış, birçoklarım da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın. Maide sûresi, 5/77

Taberi diyor ki: "Arap dilinde, her doğru yoldan ayrılan ve sağlam yolu tutmayan kimseye "sapık" denir. Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapık" olarak vasıflandırması, onların, hak dini bırakıp başka yolu tutmalarındandır. Eğer: "Yahudiler de böyle değil midir?" diye sorulacak olursa cevaben denir ki: "Evet, onlar da öyledir." Yine eğer "Allahü teâlâ niçin sapıklık sıfatım Hıristiyanlara, "gazaba uğrama" sıfatını da Yahudilere tahsis etmiştir?" denilecek olursa cevaben denir ki: "Her iki fırka da hem gazaba uğramıştır, hem de sapıktır." Fakat Allahü teâlâ, bu fırkalardan herbirini, kullarına iyice tanımak için, her birine ayrı sıfatlar tahsis etmiştir. Bu sıfatlar onlarda gerçekten var olan sıfatlardır.

Taberi diyor ki: "Kadercilerden (Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasından) bazı kıt anlayışlılar, Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapıklık"la vasıflandırmasıyla, sapma işini onlara isnad ettiğini, onları kendisinin saptırdığını zikretmediğini, bu itibarla kul'un yaptığı işlerde Allah'ın bir katkısının bulunmadığını, kul'un kendi işini kendisinin yarattığını söylemişlerdir. Bunlar Arap dilinin genişliğini ve kullanış şeklini bilmemektedirler. Eğer durum, bu kıt anlayışlıların iddia ettikleri gibi olsaydı, herhangi bir sıfatla sıfatiananın veya kendisine herhangi bir iş isnad edilenin, sıfat ve işine herhangi bir şeyin sebep olduğunu söylemek mümkün olmazdı. Ve her iş ve sıfatı, asıl sebebine isnad etmek mecburiyeti hasıl olurdu. Mesela, rüzgâr ağacı sallayınca "Ağaç sallandı" demek doğru olmazdı. Yine, deprem sarstığında "Yer sarsıldı" demek doğru olmazdı. "Rüzgâr ağacı sallandı." "Deprem yeri sarstı." demek gerekirdi.

Allahü teâlâ şu âyet-i kerime’de "Götürme" işini gemiye isnad etmiştir. Halbuki asıl götüren gemi değil, diğer sebeplerdir. Âyette şöyle büyürulmaktadır: "Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Gemi, içindekileri tatlı bir rüzgarla muntazam götürürken.. Yunus sûresi, 10/22 Bu âyet-i kerime, kadercilerin, Allahü teâlânın, Hıristiyanları "Sapanlar" diye vasıflandırmasından hareket ederek belli kanaatlara varmalarını reddetmektedir. Diğer yandan, Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerimesinde, saptıranın da hidâyete erdirenin de kendisi olduğunu açıkça beyan etmiştir. Şu âyet-i kerime de buna işaret etmektedir:

"Ey Rasûlüm, heva ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın da (Adaleti hak ettiğini) bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? "Düşünmez misiniz? Câsiye sûresi, 45/23 Görüldüğü gibi, Allahü teâlâ bu âyette, saptıranın da doğru yola götürenin de sadece kendisi olduğunu beyan etmiştir, ancak Kur'an-ı Kerim Arap diliyle indiğinden, Arapça'da da meydana gelen herhangi bir iş, asıl sebebine isnad edildiği gibi asıl sebebin dışındaki şeylere de isnad edilebildiğinden, rüzgarın salladığı ağaca "Ağaç sallandı" demek mümkündür. Bu itibarla, Allahü teâlânın yarattığı bir ameli, kul'un kazanmış olması halinde "Bu ameli kul yaptı" demek caizdir. Zira kul o işi kendi iradesiyle tercih etmiş ve yapmaya girişmiştir. Allah ta onu var etmiş ve icadetmiştir.

Taberi diyor ki: "Kur'an-ı kerime dil uzatan İnkârcılardan bazıları şu soruyu sorarlar: "Sen, kitabının başlangıcında açıklama ve ifade etme metodunu izah ederken diyorsun ki "Açıklamanın en üstün derecesi ve mükemmel olanı, bir şeyi açıklamak isteyen kişinin düşüncelerini en güzel şekilde ortaya koyan sözü söyleyenin, maksadını en güzel şekilde beyan eden ve sözü dinleyenin anlamasına en yakın olanıdır." Yine diyorsun ki: "Açıklamaların ve ifade etmelerin en üstünü Allah'ın kelamıdır. Zira o, diğer bütün sözlerden daha üstündür ve bütün şekillerinin en üst mertebesindedir. Madem ki durum böyledir o halde "Ümmül Kur'an" olan fatihanın yedi âyet şeklinde uzatılmasının sebebi nedir? Halbuki bu surenin kapsadığı mânâların hepsini şu iki âyet ifade etmektedir. "O, ceza gününün sahibidir." "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." Evet, Allah'ın, ceza gününün sahibi olduğunu idrak eden kimse, onun güzel isimlerini de yüce sıfatlarını da idrak etmiş olur. Yani, âlemlerin rabbi olduğunu, rahman ve Rahim olduğunu da bilir. Yine, Allah'a itaat eden, dininde Allah'ın, kendilerine nimet verdiği kimselere uyar ve Allah'ın saptırdığı kimselerden de uzak durur. Yani, "Sen bizi doğru yola ilet." "Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapanlarınkine değil." şeklinde niyazda bulunmaya ihtiyaç kalmazdı." Bu soruyu soran kimseye denir ki: "Allahü teâlâ, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiş olduğu kitapta, Resûlüllah ve ümmeti için daha önceki Peygamberlere ve ümmetlere göndermediği hüküm ve mânâları zikretti. Zira Allah Allahü teâlânın, Kur'andan önce herhangi bir Peygamberine indirmiş olduğu kitap, Kur'an-ı Kerimin kapsadığı mânâ ve hükümlerin sadece bir bölümünü kapsamıştır. Mesela Tevrat, bir kısım öğütler ve açıklamalardan ibarettir. Zebur, Allah'ı övme ve onu yüceltmeden ibarettir. İncil, öğütler ve ibretlerden ibarettir. Bu kitaplardan herhangi birinde, kendisine indirileni tasdik eden bir mucize bulunmamaktadır.

Resûlüllah'a indirilen Kur'an-ı Kerim ise bütün bu mânâları ve bunlara ilaveten bunlarda bulunmayan mânâları da kuşatmaktadır. Kur'an-ı Kerimin diğer kitaplardan üstünlüğünü gösteren en belirgin özelliklerinden bazıları şunlardır; Kur’an’ın kelime ve cümlelerinin diziliş şekli çok mükemmeldir. Bir şeyi vasaflandırması görülmedik bir şekildedir. Kelime ve cümlelerin birbirleriyle olan uyumu harika bir biçimdedir. Öyle ki hatipler onun en küçük surelerinden birini dahi düzenlemekten, edipler onun nitelemelerinden bir kısmını dahi yapmaktan âciz kalmışlar, şairler, onun kelime ve cümlelerinin birbirleriyle olan uyumu karşısında şaşırıp kalmışlardır, Dâhilerin akıllan, onun bir benzerini yapma imkânını bulamamışlardır. Ona teslim olmaktan, onun, bir ve kahredici Allah tarafından gönderildiğini itiraf etmekten başka bir çare bulamamışlardır.

Kur'an-ı Kerim, diğer yandan, gökten yeryüzüne indirilen herhangi bir kitapta bulunmayan bir kısım tesbihler, sakındırmalar, emirler, yasaklar, kıssalar, tartışmalar ve hikmetler ihtiva etmektedir.

İşte bu sebepledir ki "Ümmül Kur'an" olan fatihada görüldüğü gibi Kur’an’ın herhangi bir süresindeki tafsilat, Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in hak Peygamber olduğunu göstermesi içindir. Daha önce de anlatıldığı gibi, Allahü teâlânın, önceden görülmeyen bir takım nitelendirmeleri ve kelime ve cümlelerinin harika bir şekilde dizilmelerini Kur'anda toplaması, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğinin hak olduğunu göstermesi içindir. Kur'an-ı kerimdeki vasıflandırmalar o kadar mükemmel ve kelimelerinin diziliş şekli o kadar harikadır ki, bunlar ne şiirlerin vezinlerine ve kâhinlerin vezinli konuşmalarına, ne hatiplerin hutbelerine ne de edip insanların risalelerine benzer. Bütün yaratıklar bir araya gelse, herhangi bir şeyi onun vasıflandırdığı gibi vasıflandırılmaz ve bütün insanlar bir araya gelse onun benzeri bir kitap meydana getiremezler. Mesela, fatiha suresinde zikredilen Allah'a hamdetme, onu yüceltme ve onu övme gibi hususlar kulları. Allah'ın büyüklüğü, hükümranlığı, kudreti ve mülkünün azameti hususunda uyarmak içindir ki kullar, nimetleri karşısında rablerini hatırlasınlar, ona hamdetsinler ve böylece onun daha fazla nimetlerine layık olsun, bolca mükâfatlarını hak etsinler. Allahü teâlânın, fatiha suresinde kendisini tanıma nimetini lütfettiği kimseleri ve kendisine itaat etmeye muvaffak kıldığı kişileri zikretmesi, kullarının, dinleri ve dünyaları hususunda ellerinde bulunan nimetlerin hepsinin Allah tarafından olduğunu onlara bildirmesi içindir. Böylece bütün isteklerini Allah'a yöneltsinler, ihtiyaçlarını sadece ondan istesinler. Onun dışındaki put ve benzeri şeylerden istemesinler.

Allahü teâlânın, fatiha suresinde, kendisine isyan edenlerden intikam alındığım ve emirlerine karşı gelenlerin cezalandırıldığını zikretmesi, kullarını kendisine karsı gelmekten sakındırması ve kendilerini Allah'ın gazabına sürükleyecek şeylere düşmekten uzaklaştırması içindir. Aksi halde Allah da onları, diğer ümmetlerin uğradıkları cezalara çarptırır ve onları da helak eder.

İşte "Ümmül Kur'an" olan fatiha süresindeki beyan ve ifadelerin uzun olusu bu hikmetlere binaendir. Kur'an-ı Kerimin buna benzeyen dtğer surelerinde de durum böyledir. Bunun en büyük bir hikmet ve en mükemmel bir hüccet olduğu muhakkaktır.

7 ﴿