AL-İ İMRAN SÛRESİ

Âl-i İmran Sûresi ikiyüz âyettir ve Medinede nazil olmuştur. "Âl-i İmran" "İmran ailesi" demektir. İmran, Hazret-i Mûsanın babasının adıdır. Hazret-i Meryemin babasının adı da İmran'dır.

İmran ailesi, içinden Peygamberlerin çıktığı mübarek bir ailedir. Bu Surede İmrandan, Hazret-i Meryemden, Zekeriyya aleyhisselamdan ve Hazret-i Meryemin Hazret-i İsayı babasız olarak dünyaya getimıesinden bahsedilmiş ve muhtemelen bu ailenin ismine izafeten bu Sureye "Âl-i İmran" adı verilmiştir.

Bu Surenin ilk seksen küsur âyetinin, Necran Hıristiyanlarından bir heyetin, Medeniye gelişleri sırasında nazil olduğu Rivâyet edilmektedir. Yemende bulunan Necran Hıristiyanlarından bir heyet Medineye gelmiş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile dini konularda görüşmüşler yapmışlar ve Hazret-i İsa hakkında tanışmak istemişlerdir. Konuşmaların sonunda, kendilerine teklif edilen İslam dinini kabul etmemişler fakat İslamın hakimiyetini kabul etmek zorunda kalarak, verecekleri Cizyeyi toplamak üzere tayin edilen Ebû Ubeyde b. Cerrah ile birlikte memleketlerine dönmüşlerdir.

Sûre-i celilede, Hıristiyanların, Hazret-i İsa ve Hazret-i Meryem hakkındaki yakışıksız isnatları ve sapık inançları reddedilmekte, Hazret-i İsanın, babasız olarak dünyaya gelişi ve bu olayın, Hazret-i Âdemin yaratılışında olduğu gibi bir mucize olduğu, Allah'ın, dilemesi halinde bunlara benzer mucizeleri her zaman yaratabileceği ve Allahü teâlânın, Hazret-i İsayı kentti katma yükselttiği beyan edilmektedir.

Sûre-i celilede, Yahudi ve Hıristiyanların yani, bütün ehl-i Kitabın, İslama karşı çıkışları, inançları saptırma ve Müslümanları dinlerinde bocalatma gayret ve çalışmaları açıklanmaktadır.

Mekke döneminde Müslümanlar açıkça hakaret ve işkenceye uğruyor, eziyete maruz kalıyorlardı. Ancak Medineye hicret edip orada teşkilatlanarak kuvvet bulmalarından sonra bu dönem kapandı. Fakat İslam düşmanları bu sefer de, Müslümanların inançlarım saptımıak ve zihinlerini bulandırmak için psikolojik savaşa başladılar. Özellikle ehl-i Kitap olan Yahudiler ve Hıristiyanlar, İslam dinine saldıraya geçtiler. İşte onların bu menfur çalışmaları Süren Celilede şöyle anlatılmaktadır.

"Kitap ehlinden bircemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar. Al-i İmran: 69

"Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz. Al-i İmran: 70

"Ey kitap ehli, için hakkı bâtıla karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz? Al-i İmran: 71

"Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi: "îman edenlere indirilene günün başlangıcından iman edin, sonunda inkâr edin. Belki dinlerinden dönerler Al-i İmran: 72

"Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini, kitaptan sahasınız diye kitabı dilleriyle eğip bükerler "Bu, Allah katındandir." derler Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah’a karşı yalan söylerler Al-i İmran: 78

"De ki; "Ey kitap ehli, niçin imân edeni Allah'ın yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Al-i İmran: 99

Kitap ehlinin ve diğer İslam düşmanlarının, Müslümanların inançlarını bozmayı hedef alan çalışmaları karşısında, Müslümanların, hak yolda sebat etmeleri gerektiğini emreden ve Allah'ın, Mü’minlere yardım edeceğini beyan eden âyetlerde ise şöyle buyurulmaktadır:

"Ey Rasûlüm, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir. Al-i İmran: 12

"Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, aralarındaki ihtiras yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i İmran: 19

"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız ha-li müstesnadır. Allah, sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’adır Al-i İmran: 28

"Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve ancak Müslüman olarak ölün. Al-i İmran: 102

"Hep birlikte Allah'ın ipine sıkmışı sanlın ve sakın ayrılğa düşmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz. Allah, kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da, onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz. Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki hidâyete eresiniz." Al-i İmran: 103

"Onlar, eziyetten başka size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları zaman arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez. Al-i İmran: 111

"Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder, Allah’tan korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır. Al-i İmran: 120

Sûre-i celilede Uhut savaşına da işaret buyuruluyor. Unut savaşı, başlaması, cereyan ediş tarzı, sonucu ve bu sebeple inen hükmler ve tavsiyeler ile, ibret ve hikmetlerle dolu dehşetli bir olaydır. Bu olaya Surede: "Ey Rasûlüm, sabahleyin erkenden, ailenin yanından ayrılıp, mü’minleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, herşeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir. Al-i İmran: 121 âyet-i kerimesiyle işaret ediliyor. Ve daha sonra Bedir savaşı hatırlatılıyor. Orada mü’minlerin, Allah tarafından gördükleri yardım beyan ediliyor.

Bundan sonra Cenab-ı Hakkın yüceliğine işaret eden âyât-ı kevniyyata, kâinat düzenindeki eşsiz âhenge dikkatler çekiliyor ve buyuruluyor ki:

"Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır. Al-i İmran: 190

"Onlar, ayakta iken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Ve şöyle derler: "Rabbimiz, sen bunu boşa yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz. Bizi, cehennem ateşinden koru. Al-i İmran: 191

Gerçek dinin İslam olduğu büyük hakikati Sûre-i celilede tekrarlanarak buyuruluyor ki: "Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır. Kitap verilmiş olanlar, sadece aralarındaki ihtiras yüzünden, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesabı çok çabuk görendir. Al-i İmran: 19

"Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben Allah’a yöneldim. Bana tâbi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oldunuz mu? Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şâyet yüzcevirirlerse sana düşen sadece tebliğidir. Allah, kullarını çok iyi görür. Al-i İmran: 20

Mü’minlerin, başkalarını dost edinmemeleri hususunda da şöyle buyuruluyor:

"Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah’tan bekleyeceği hiçbirşey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’ıdir. Al-i İmran: 28

Sûre-i Celile, inanç mücadelesi, meydan muharebesi ve benzeri olayları dile getiriyor. Kitap ehli ve diğer İslam düşmanlarının yaptıklarını beyan ederek İslam tarihindeki en hareketli bir dönemi gözler önüne seriyor.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

Elif, Lâm, Mim .

Mukatta'a harflerinin açıklaması Bakara suresinin başında geçmiştir. Bu açıklamalar için oraya bakınız.

2

Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir .

Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak Allah’tır. Ondan başka ibadet edilmeye layık olan hiçbir kimse yoktur. Çünkü Allah, rablıkta ve Hanlıkta tektir. O, devamlı diri olan, ölmeyen ve yok olmayandır. O, yarattıklarını koruyup rızıklandırarak onları sevk ve idare edendir.

Allahü teâlâ bu sûre-i celileye kendisinin dışındaki varlıklarda Hanlık vasfının bulunmadığını, Hanlığın sadece kendisine ait olduğunu beyan ederek başlamıştır. Böylece Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu zanneden Hristiyanlara cevap vermiştir.

Necran Hristiyanları tarafından gönderilen bir heyet Peygamber efendimizle tartışmış ve Hazret-i İsanın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu yahut da üç ilahın üçüncü olduğunu iddia etmişlerdir. Peygamber efendimiz onlara hak dini tebliğ etmiş, Hazret-i İsanın da kendileri gibi insan ve Allah'ın Peygamberi olduğunu söylemiştir. İşte bu surenin bu âyeti de Hristiyanların bu bâtıl iddialarını reddederek Allah'ın tek bir ilâh olduğunu, ondan başka hiçbir Halım bulunmadığın beyan etmiştir.

Muhammed b. Cafer b. Zübeyr, Resûlüllah’a gelen Hristiyan Necranlıların heyetini şöyle anlatmaktadır: Necranhların heyeti altmış binekli olarak Resûlüllah’a geldi. İçlerinden on dördü ileri gelenleriydi. Bu on dört kişiden üçü de onların reisleri durumunda idi. Bunlar, Abdülmesih, Eyhem ve Ebû Harise b. Alkame isimli şahıslardı. Abdülmesih, toplumun emiri, fikri önderi, danışmanı ve görüşünden aynlınmayan kişisiydi Bu kişi, "Âkıb" diye vasıflandırılıyordu.

Eyhem, toplumun kendisine sığındığı, kervan reisliği yapan, dini toplantıları yöneten kişiydi. Bu da "Seyyid" diye vasıflandırılmıştı.

Ebû Harise b. Alkame ise toplumun Piskoposu, en bilgini, imamı ve okullarının yöneticisi idi.

Ebû Harise, bunların içinde yüksek mertebeler almış, kitaplarını okumuş ve dinlerinde iyi bir bilgi edinmişti. Öyle ki Hristiyan olan Rum Kralları ona itibar etmişler, maddi destekte bulunmuşlar, hizmetçiler tahsis etmişler, kiliseler yapmışlar ve ona bol bol ikramlarda bulunmuşlardır. Zira bu Krallara, Ebû Ha-risenin ilmi ve dinde ictihad derecesine vardığı haberi ulaşmıştı. Muhammed b. Cafer diyor ki: "Bu heyet Medinede Resûlüllah’a geldi. Resûlüllah ikindi namazım kılarken Mecscid-i Nebevide onun yanına girdiler. Üzerlerinde Yemen elbiseleri bulunuyordu. Onlar, Ebû Harise, b. Kâ'b kabilesinin elbiselerini ve örtülerini giyinmişlerdi. Onları gören Resûlüllah’ın sahabilerinden bir kısmı "Biz bunlar gibi bir heyet görmedik" demişlerdi. Onların namaz vakitleri gelince Resûlüllah’ın Mescidinde namaz kılmaya başladılar. Resûlüllah sahabilerine: "Bırakın namazlarını kılsınlar." dedi. Onlar doğuya yönelerek namazlarını kıldılar. Onların yöneticileri durumunda olan on dört kişiydi ve isilmeleri şöyleydi: Kendisine "Âkıb" ünvam verilen Abdulmesih, "Seyyid" unvanı verilen Eyhem, Ebû Harise b. Alkame Evs, Haris, Zeyd, Kays, Yezid, Nebih, Huveylid b. Anır, Ha-lid, Abdullah ve Yuhanna." Bunlar altmış kişiyle birlikte gelmişlerdi. Resûlüllah bunlardan Ebû Harise b. Alkame, Abdullah el-Âkıb ve Eyhem es-Seyyid ile konuştu. Eyhem, Kralın mezhebindeydi. Bazıları, Hazret-i İsanın Allah olduğunu, bazıları, Allah'ın oğlu olduğunu, bazıları da onun, üç ilahtan üçüncü olduğunu söylüyordu.

Bu heyette bulunan iki papaz Resûlüllah ile konuşunca Resûlüllah onlara "Müslüman olun." dedi. Onlar da "Biz Müslüman olmuşuz" dediler. Resûlüllah tekrar onlara; "Sizler Müslüman olmadınız. O halde şimdi müslüman olun." dedi. Onlar: "Biz, sen Müslüman olmadan önce Müslüman olduk" dediler. Resûlüllah da: "Yalan söylüyorsunuz. Sizin Aziz ve Celil olan Allah’a çocuk isnad etmeniz, Haça ibadet etmeniz ve domuz eti yemeniz, Müslüman olmanıza engel oluyor." dedi. Onlar: "O halde Ey Rasûlüm, İsanın babası kim?" diye sordular. Resûlüllah da onlara cevap vermeyip bir müddet sustu. İşte bu sırada Allahü teâlâ, Hristiyanların ihtilafa düştükleri bu konu hakkında, Âl-i İmran suresinin başından seksen küsur âyeti indirdi ve buyurdu ki: "Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, daima diri olan ve yarattıklarını koruyup idare edendir." Allahü teâlâ bu sureye, kendisini Hristiyanların iftiralarından arındırarak başladı. Bir olduğunu, yarattıklarından herhangi bir ortağı olmadığını beyan etti. Böylece Hristiyaların uydurdukları İnkârcılığı, ona denk ve emsaller isnad etmeyi reddetti ve onların, sapıklık içinde bulunduklarını beyan etti.

Reb'i b. Enes de Necran heyetinin konuşmalarından şunları Rivâyet etmiştir. "Bu Hristiyanlar Resûlüllah’a geldiler. Meryemoğlu İsa hakkında onunla tartıştılar. Resûlüllah’a: "İsanın babası kim?" diye sordular ve eşi ve çocuğa olmayan Allahü teâlâya karşı yalan sözler söylediler. Ve iftiralarda bulundular. Bunun üzerine Resûlüllah onlara: "Sizler bilmiyor musunuz ki her çocuk babasına benzer?" diye sordu. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin, ölmeyen, devamlı hayatta kalan olduğunu, İsa'nın ise sonunda ölüp gideceğini bilmiyor musunuz?" dedi. onlarda "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin her şeyi sevk ve idare eden olduğunu, onları koruyup rızıklandırdığını bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da: "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah da: "Sizce İsa bunlardan herhangi birine malik midir?" diye sordu. Onlar da: "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Aziz ve Celil olan Allah’a, yerde ve gökte herhangi bir şeyin gizli kalmadım bilmiyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "İsa, Allah'ın bildirdiği dışında, yerde ve göklerde olanlar hakkında bir şey bilir mi?" dedi. Onlar da "Hayır" dediler. Resûlüllah: "Rabbimiz, İsayi ana rahminde dilediği gibi şekillendirdi siz bunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar da "Evet biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Rabbimizin yemek yemediğini, su içmediğini, bizim gibi bir takım beşeri ihtiyaçlarının olmadığını bilmiyor musunuz?"dedi. Onlar da "Evet" biliyoruz." dediler. Resûlüllah: "Annesi İsaya, diğer kadınların hamile olması gibi hamile olmadı mı? Diğer kadınların çocuk doğurmaları gibi onu doğurmadı mı? İsa da diğer çocukların beslendiği gibi beslenmedi mi? İsa yemek yeyip su içmiyor muydu? Ve benzeri ihtiyaçlarını görmüyor muydu?" diye sordu. Onlar da: "Evet öyleydi." dediler. Resûlüllah da: "Böyle olan bir insan nasıl olur da sizin dediğiniz gibi olabilir?" dedi. Onlar, bu konuşmalardan sonra gerçeği anladılar. Fakat inkârlarında ısrar ettiler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, Âl-i İmran suresinin baş tarafındaki âyetleri indirdi.

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Daima diri olan" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştır. Müfessirler bu sıfata şu şekillerde izah etmişlerdir:

a- Muhammed b. Cafer ve Reb' b. Enes göre Allahü teâlâ, bu sıfatla kendisinin devamlı baki olduğunu zikretmiş, ölümün, yaratıkları için geçerli olduğu halde kendisinde bulunmayacağını belirtmiş, böylece Necran heyetine, ölümlü olan insanın hiçbir zaman ilâh olamayacağını bildirmiştir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre Allahü teâlâ bu sıfatla kendisini dilediği her şeyi sevk ve idare etmeye gücü yetmekle ve dilediği her hangi bir şeyin, kendisi için imkânsız olmayacağı ile sıfatlandırmak istemiş ve kendisinin, herhangi bir şeyi sevk ve idareye gücü yetmeyen putlar gibi olmadığını bildirmek istemiştir.

c-

Başka bir kısım âlimlere göre, Allahü teâlâ bu sıfatla, kendisinin ezeli ve ebedi olan bir hayata sahip olduğunu belirtmek ve "Hayat" sıfatıyla sıfatlandığını bildirmek istemiştir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Yine âyet-i kerime’de, Allahü teâlâ kendisini "Yarattıklarını koruyup idare eden" diye tercüme edilen sıfatıyla sıfatlandırmıştir.

Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Mes'ud bu kelimeyi şeklinde, Alkame b. Kys ise şeklinde okumuştur. Taberi, birinci kıraatin çok yaygın olması sebebiyle onu tercih etmiştir.

Müfessirler, bu sıfatın mânâsını iki şekilde izah etmişlerdir..

a- Mücahid ve Reb'i b. Enese göre mânâsı her şeyi koruyarak, her varlığı rızıklandirarak dilediği şekilde bozma, değiştirme, artırma ve eksiltme yapmak suretiyle evirip çevirerek sevk ve idare edendir.

b- Muhammed b. Cafere göre ise mânâsı, bulunduğu yerde devamlı kalan ve ayrılmayan demektir. Yani, Allahü teâlâ, yaratıkları gibi bir yerden ayrılıp diğer yere gitmez. Değişmez, olduğu gibi ebediyyen devam eder. Halbuki Neeran heyetinin, kendsine Hanlık insad ettikleri Meryemoğlu İsa böyle bir sıfata asla sahip değildir.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve (......) kelimesinin mânâsının, "Her şeyi rızıklandırarak, savunarak, besleyerek ve kudreti dahilinde evirip çevirerek sevk ve idare eden" demek olduğunu söylemiştir. Zira Araplar bu kelimeyi bu mânâda kulanmıslardır. Hazret-i Ömerin bu kelimeyi (......) şeklinde okumasının sebebinin ise Hicazlıların şivesinden kaynaklandığını ve bu şekilde okuyarak başka bir mânâ kasetmediğini söylemiştir.

3

Bak. Âyet 4.

4

Ey Rasûlüm, Allah, sana geçmiş kitapları tasdik eden hak bir kitap indirdi. İnsanlara doğru yolu göstermek için daha önce de Tevrat ve İncili indirmişti. Şimdi ise hak ile bâtılı ayıran (Kur’an’ı) indirdi. Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Allah, her şeye galiptir, hak edenlerin cezasını verendir.

Ey Rasûlüm, rabbin sana, Tevrat ve İncile tâbi olanların ihtilaf ettikleri hususlarda, hakkı ortaya koyan bu kitabı indirdi. Bu kitap, Allah tarafından, önceki Peygamberlere indirilen kitapları tasdik eden bir kitaptır. Rabbin bu kitaptan önce, insanlara Allah'ın birliğini ve dininin hükümlerini açıklamak için Mûsaya Tevratı, İsaya da İncili indirmiştir. Şimdi ise İsa hakkında ve diğer hususlarda hak ile bâtılı ayırdeden ve akılları tatmin edici kesin bir delil olan kur'aru indirdi. Şüphesiz ki Allah'ın âyetlerini, İlahlığını ve birliğini gösteren delilleri inkâr eden, İsayi ilâh ve rab kabul eden kâfirlere, kıyamet gününde şiddetli bir azap vardır. Allah, hükümranlığında her şeye galiptir. Azab etmeyi dilediği zaman, yapacağı azabı önleyecek hiçbir kimse yoktur. Allah, hak edenlerin cezasını verendir. Âyetlerini ve diğer delillerini inkâr edenlerden intikam alandır.

Bu âyet-i kerime, gerçek açıklandıktan sonra ona karşı inat edenler ve delillerle ispat edildikten sonra doğru yoldan ayrılanlar için bir ikaz ve tehdittir.

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Hak ile bâtıl ayırdeden" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b. Cafer b. Zübeyr tarafından Hazret-i İsa hakkında ileri sürülen iddialar hususunda hakkı bâtıldan ayıran şeklinde izah edilmiş Katade ve Reb' b. Enes tarafından ise "İslamın bütün hükümleriyle hakkı bâtıldan ayıran" diye izah edilmiştir. Bunlara göre burada Kur'an-ı Kerimin sıfatıdır. Allah tela Kur’an’ı Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e indirerek hak ile bâtılın arasını ayırmıştır. Kuranla nelerin helal nelerin haram olduğunu açıklamış, ceza hükümlerini beyan etmiş, farzları emretmiş, kendisine itaat edilmesini istemiş ve kendisine isyan edilmesini yasaklamıştır. İşte bu yolla Kur'an hak ile batılı birbirinden ayırmıştır.

Taberi buradaki kelimesinin, Resûlüllah ile Hazret-i İsa hakkında tartışan Hristiyanların arasını ayırdeden mânâsına yorumlanmasının daha evla olduğunu söylemiştir. Zira bundan önceki âyette Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e kitabı indirdiğini beyan ederek Kur’an’ı indirdiğini zikretmiştir. Burada zikredilen nida Kur'an mânâsına almak faydasız bir tekrar olur ki, bu ilahi kelamda bulunmaması gereken bir şeydir.

5

Şüphesiz ki yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli değildir.

Şüphesiz ki yerde ve gökte bulunan herhangi bir şey Allah’a gizli değildir. O halde Meryemoğlu İsa hakkında tartışan şu Hristiyanların durumu hiç ona gizli kalır mı? Elbette ki Allah onların bu hallerini çok iyi bilmektedir. Ve âhirette bu sapıklıklarının cezasını verecektir.

6

Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. Ondan başka ilâh yoktur. O herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

O sizlere, annelerinizin kamında erkek, dişi, beyaz, siyah, kırmızı gibi dilediği şekilleri ve renkleri verendir. İsayi da annesinin karnında şekillendiren O’dur. O halde bu durumda olan İsa nasd ilâh olabilir? Allah’tan başka ilâh yoktur. Hakkıyla ibadet edilmeye layık olan ancak O’dur. O, her şeye galiptir, emirlerinde ve yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

Abdullah, b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer sahabilerin, bu âyetin izahında şunları söyledikleri Rivâyet edilmiştir: "Nutfe ana rahmine ulaştıktan sonra vücutta kırk gün dolaşır. Sonra kırk gün kan pıhtısı olarak kalır. Sonra kırk gün bir et parçası olarak kalır. Şekkillenme durumuna gelince Allah ona şeklini verecek bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak getirir onu et parçasına karıştırır, yoğurur sonra ona, emrolunduğu gibi şekil verir ve: "Bu erkek mi olacak dişi mi? Cennetlik mi olacak Cehennemlik mî? Rızkı nedir, ömrü nedir? Eserleri ne olacaktır? Başına ne gibi musibetler gelecektir? diye sorar. Allahü teâlâ emreder melek te yazar. Kişi ölünce vücudu, o toprağın alındığı yere defnedilir.

7

Sana kitabı indiren O’dur. Onun (kitabın) bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) Bu âyetler kitabın anasıdır. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle, müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik hepsi rabbimiz katındandır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür.

Ey Rasûlüm, Kur’an’ı sana indiren Allah’tır. O kur'anın bir kısım âyetleri açıktır, üzerinde başka türlü yorum yapılamaz. Bu âyetler, vaad tehdit, sevap, ceza, helal, haram, öğüt ve ibretleri açık bir şekilde anlatmaktadır. Bu âyetler, dinin temeli olan kitabın esasıdır. Bunlar, farzları, cezaları, hükümleri ve bütün zaruri olan husustan kapsamaktadır. Kur’an’ın diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir, anlaşılması güçtür. Kelimeleri birbirine benzemekte fakat mânâları değişiktir. Kalblerinde haktan ayrılma, doğrudan sapma eğilimi bulunanlar bu müteşabih âyetlere uyarlar. Bunların gayesi karışıklık meydana getirmek, fitne çıkarmak ve Allah'ın, muhkem âyetlerle açıkladığı doğru izahı bırakıp âyetleri, kendi arzu ve istelerine göre yorumlamaktır. Halbuki bu müteşabih âyetlerin mânâlarını yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olan sağlam bilgili âlimler ise şöyle derler: "Biz, müteşabih âyetlerin izahım bilmesek te muhkem ve müteşabih olan bütün âyetlerin rabbimiz katından geldiğine kesinlikle iman ederiz." Allah'ın kitabındaki müteşabih âyetler hakkında herhangi bir şey söylemekten çekinen ve bunlardan öğüt alanlar ancak akıl sahibi olan kimseledir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’de bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Muhkem" kelimesinden ve diğer bir kısım âyetlerin sıfatı olarak zikredilen "Müteşabih" kelimelerinden neyin kastedildiği huşunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdulla b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi' b. Enes ve Dehhakka göre "Muhkem" demek, hükümleri sabit olan, kendileriyle amel edilen veya nesheclici olan âyetler demektir. "Müteşabih" demek ise "Hükümleri neshedilmış olan ve kendileriyle amel edilmesi kaldırılan âyetlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Muhkem olan âyetler, neshedici olan, helali ve haramı belirten, cezaları ve farzları beyan eden, bu itibarla, iman edilen ve hükümleriyle amel edilen âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hükümleri kaldırılan, sonra zikredilmesi icabederken önce zikredilen, Önce zikredilmesi gerekirken sonra zikredilen, misal olarak verilen, yemin olarak zikredilen âyetlerdir. Bunlara iman edilir fakat amel edilmez.

b- Mücahide göre muhkem olan âyetler, Allah'ın, içlerinde helal ve haram hükümlerini kesin olarak zikrettiği âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, lafızları farklı olduğu halde mânâları birbirine benzeyen âyetlerdir. Bu itibarla, bunların ifade ettikleri hükümler birbirine karıştırılırlar. Şu âyet-i kerimeler, bu gibi âyetleri heva ve heveslerine göre te'vil edenlere işaret etmektedir. "Şüphesiz ki Allah, sivrisineği ve ondan daha üstününü misal vermekten çekinmez. İman edenler onun rableri tarafından bir gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise: Allah bu misalle ne kastetti?" derler. Allah bu misalle bir çoklarını saptırır, birçoklarını da doğru yola iletir, Allah bununla, sadece yoldan çıkanları saptırır. Bakara sûresi, 2/26 Allah hidâyete erdirmek isterse onun gönlünü "İslama" açar. Kimi de saptırmak isterse, sanki gö'ğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır, En'am sûresi, 6/125 Şu âyet ise bu gibi âyetlere iman edip teslimiyet gösteren kimseleri tasvir etmektedir. "Doğru yolu bulanlara gelince, Allah onların hidâyetini artırır ve onlara "Takva" bahşeder. Muhammed sûresi 47/17

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyr'e göre ise, buradaki muhkem âyetlerden maksat, sadece bir mânâya tevili mümkün olan âyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise birden çok mânâya te'vil edilmeleri mümkün olan âyetlerdir. Bu hususta Muhammed b. Caferin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Muhkem âyeter, içlerinde Allah'ın kesin delilleri bulunan, mü’min kullan günahlardan koruyan, karşı çıkanları ve bâtılı mahkum eden âyetlerdir. Bunları konuldukları mânâlardan çıkarmak veya tahrif etmek kabil değildir. Müteşabih olan âyetler ise, çeşitli yönlere te'vil edilebilen, sapıkların, sapıklığa çekebilecekleri âyetlerdir. Allah kullarını, bir kısım helal ve haramlarla imtihan ettiği gibi bu âyetlerle de imtihan etmiştir. Bu âyetler, bâtıl te'villerle te'vil edilmemeli ve geçek mhanâl arından saptı nlmamalıdırl ar.

d- İbn-i Zeyde göre ise muhkem olan âyetler, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını başka türlü anlaşılmaya imkan vermeyecek şekilde, açık, ve detaylı olarak beyan eden hÂyetlerdir. Müteşabih olan âyetler ise, geçmiş ümmetlerin ve onlara gönderilen Peygamberlerin kıssalarını, çeşitli surelerde, birbirine benzeyen şekillerde anlatan âyetlerdir. Mesela, bir kıssa, lafızları aynı, mânâları farklı şekilde anlatılmış bir kıssa da lafızları farklı mânâları aynı şekilde anlatılmış olur.

Bu hususta İbn-i Vehb diyor ki: "İbn-i Zeyd, Hûd suresinin baş tarafı olan "Elif, Lâm, Râ" "Bu Kur'an, hüküm ve hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah tarafından, âyetleri muhkem kılınmış ve sonra geniş olarak açıklanmış bir kitaptır. Hud sûresi 11/1 Âyetlerini okudu. Sonra şunları söyledi: "Allah tela bu surenin, baştan yirmi dört âyetinde, Resûlüllahı zikretmiş, ondan sonra gelen yirmi dört âyette de Hazret-i Nuhun hadisesini anlatmış ve sonunda şöyle buyurmuştur. "Ey Rasûlüm, sana vahyettiğimiz bu kıssa, gaip haberlerdendir. Bundan önce, sen de, milletin de bunu bilmiyordunuz. Sabret. Şüphesiz ki hayırlı sonuç Allah’tan korkanlarındır. Hud sûresi 11/49 Sonra Âd'ı daha sonra Salihi, daha sonra İbrahimi daha sonra Lût'u ve daha sonra da Şuaybi zikretmiştir. İşte bunlar, muhkem olarak zikredilen ve detaylı olarak anlatılan kıssalardır. Müteşabih olan kıssa ise Hazret-i Mûsanın, bir çok yerde zikredilen kıssasidır. Bu kıssaların hepsi aynı mânâya gelmektedir. Mesela Hazret-i Nuhun kıssasında geçen müteşabih kelimeler: Onları gemiye yükle Hud sûresi 11/40 onları alıp gemiye bindir. Mü’minun sûresi, 23/27 Hazret-i Mûsanın kıssasında geçen müteşabih kelimelerimiz: "Elini koynuna sok. Kasas sûresi, 28/32 "Elini koynuna sok. Nemi sûresi, 27/12 Bir de ne görsün o bir yılan olmuş. Tâhâ sûresi, 20/20 O hemen, apaçık bir yılan oluverdi A'raf sûresi, 7/107 İbn-i Zeyd diyor ki: "Sonra Allah, teala Hud suresinde Hud'u on üç âyette, Salihi sekiz âyette, İbrahimi sekiz âyette, Lutu sekiz âyette, Şuaybi on üç âyette, Mûsayi dört âyette zikretmiştir. Böylece Hud suresinin yüz âyetinde Allahü teâlâ, Peygamberlerle kavimleri arasında hükmünü beyan etmiş, sonunda şöyle buyurmuştur: "Ey Peygamber, sana anlattığımız bu kıssalar, ülkelerin haberlerinden bazılarıdır. Onların bir kısmı hâlâ ayaktadır. Bir kısmı ise, ekin gibi biçilip gitmiştir. Hüd sûresi, 11/100 İbn-i Zeyd devamla diyor ki: "Kur'an-ı Kerimin müteşabih âyetleri hakkında, Allah'ın, imtihan etmeyi ve saptırmayı dilediği kimse şöyle der: "Ne oluyor bu meseleye de şöyle olmuyor?" "Ne oluyor bu meseleye de böyle olmuyor?"

e- Cabir b. Abdullahîan nakledilen diğer bir görüşe göre muhkem âyetler, âlimlerin, tevillerini bilebildikleri, mânâlarını anladıkları ve tefsir edebildikleri âyetlerdir. Müteşabih âyetler ise hiçbir kimsenin bilmeye imkân bulamadığı, bilgileri ancak Allah'ın nezdinde bulunan âyetlerdir. Mesela: Meryemoğlu İsanın gelme vakti, güneşin doğudan batma zamanı, kıyametin kopma anı ve dünyanın yok olma zamanına işaret eden âyetler bu türdendir. Çünkü bunların vakitlerini Ancak Allahü teâlâ bilmektedir. Bu görüşte olan âlimler, mânâları bilinmeyen âyetlere "Müteşabih âyetler" dinelimesinin sebebi olarak şunları zikretmişlerdir. "Allahü teâlâ, bazı surelerin başlarında bulunan gibi mukattaa harflere müteşabih âyetler "Birbirine benzeyen âyetler" ismini vermiştir. Zira bu âyetlerin lafızları birbirine benzemekte ve cümlelerin hesabında kullanılan Ebced hesabının harflerine mutabık olmaktadırlar. Resûlüllah’ın döneminde yaşayan Yahudilerden bir topluluk bu gibi harfleri, Ebced hesabıyla hesaplayarak İslamın ve Müslümanların ne kadar devam edeceğini, Hazret-i Muhammedin ve ümmetinin ne zaman ortadan kalkacağını öğrenmeye çalışmışlardır. İşte Allahü teâlâ bu gibi insanların hayal ettikleri düşünceleri reddetmiş, onların iddialarını yalanlamış ve onlara bildirmiştir ki: Bu gibi müteşabih harfler aracılığı ile bir kısım şeyleri bilmeye çalışmaları boşunadır. Onlar, bu gibi bilgileri ne bu harfler aracılığı ile ne de başka bir yolla bilebilirler. Çünkü bu bilgileri ancak Allah bilir.

Taberi diyor ki: Muhkem ve müteşabih âyetler hakkında zikredilen bu görüşler arasında, muhkem ve müteşabihin te'viline en yakın olan görüş, Cabir b. Abdullahtan nakledilen bu son görüştür. Zira Allahü teâlâ, Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e indirmiş olduğu bütün âyetlerini, ona ve ümmetine bir açıklama ve bütün âlemlere bir yol gösterici olarak indirmiştir. Kur’an’ın içinde insanların muhtaç olmadıkları âyetlerin bulunması veya muhtaç oldukları halde mânâlarını bilmeye imkânları bulunmayan bir kısım âyetlerin bulunması asla caiz görülemez. Madem ki durum böyledir, o halde Kur'an-ı Kerimde bulunan bütün âyetlere, Allah'ın kulları muhtaçtırlar. O âyetleri anlamak zorundadırlar. Ancak, bu âyetlerin bazılarını anlamak kolaydır diğer bir kısım âyetler vardır ki onların mânâlarından bir çok yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan var iken yine o mânâların bazı yönlerini anlamaya insanların ihtiyaçlan yoktur. Mesela şu âyet-i kerime bu kabildendir." "...Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse, iman fayda vermeyecektir. En'am sûresi, 6/158 Bu âyet-i kerime’de. Allah'ın hangi alâmetleri geldiği zaman kişinin iman etmesinin fayda vermeyeceği beyan edilmemektedir. Kulların, mücerred akıllanyla bunu bilmeye imkânları yoktur. Bu sebeple Resûlüllah, geldiği takdirde iman etmenin artık fayda vermeyeceği alâmetin, güneşin batıdan doğması alameti olduğunu beyan etmiştir. Burada kulların bilmeye muhtaç oldukları mânâ, tevbenin fayda verdiği vaktin sıfatını bilmeleridir. Resûlüllah da bunu açıklamıştır. Burada kulların, tevbenin fayda vermeyeceği zamanı, yılı, ayı ve günleriyle sınırlandırılmış olmaya ihtiyaçlan olmadığından Allahü teâlâ onlara bu gibi zamanlan bildirmemiş, Resûlüllah da onlara açıklamamıştır. Zira, bunu bilmeleri onlara ne tlini yönden ne de dünya açısından herhangi bir fayda sağlayacaktır. İşte Allahü teâlânın, âyetlerin mânâlarından kendi nezdinde saklı tuttuğu ve kullarana öğretmediği mânânalar bu gibi mânâlardır. Yahudiler de, mukattaa harfler ve bu gibi mânâları bilmeye çalıştıklarından Allahü teâlâ, onlara bu gibi mânâları bilemeyeceklerini ve bunları ancak kendisinin bildiğini beyan etmiştir. Evet, müteşabih olan âyetler daha önce zikrettiğimiz gibi İsanın inmesini belirten, güneşin batıdan doğmasını bildiren, kıyametin kopacağını haber veren vb. âyetlerdir. Bunların ifade ettikleri vakitlerin ne zaman geleceği bilinmemektedir. Bunların bilgisi ancak Allah’a aittir. Bunların dışında bulunan bütün âyetler ise muhkemdir. Muhkem âyetler, ya herkesin anlayabileceği şekilde açık ve seçiktirler veya birçok şekilde tefsir edilebilcek mahiyettedirler. Bu mânâlan ya bizzat Allahü teâlâ açıklamıştır veya Hazret-i Muhammed, onları ümmetine izah etmiştir. Bu itibarla bunların mânâlan, ümmetin âlimlerine gizli kalmamıştır..

Âyet-i kerime’de "Muhkem âyetler, kitabın anasıdır (esasıdır)" buyurulmaktadır. Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği hakkında iki görüş zikretmislerdir.

a-

Bazılarına göre bunlara "Kitabın anasıdır" denmesinin seebi farzların, cezaların ve diğer hükümlerin onların içinde olmasındandır. Zira Araplar, her şeyin ileri gelenini kelimesini ilave ederek ifade ederler. Mesala Mekkeye Merv şehrine Kervanın reisine adım vermişlerdir. İbn-i Zeyde göre ise "Kitabın anası" demek "Kitaptaki âyetin her türünü içinde toplayan" demektir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise "Kitabın anası" ifadesinden maksat, surelerin baş taraftandır. Çünkü Sûreler bu baş taraflanyla tanınırlar. Mesela, Bakara sûresi ile tanınır. Âl-i İmran sûresi ile tanınır.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Kalblerdeki eğrilik" diye tercüme edilen kelimesi, Muhammed b. Cafer tarafından "Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunanlar" şeklinde, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Mes'ud tarafından ise "Kalblerinde şek ve şüphe bulunanlar" şeklinde izah edilmiş, İbn-i Cüreyc de, bunlardan maksadın münafıklar olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, âyetlerin müteşabih olanlarına uyarlar." buyrulmaktadır. Yani, kalblerinde haktan sapma meyili bulunanlar, âyetlerin lafızları birbirine benzeyen ve mânâlan çeşitli olanlarına tabi olup onu çeşitli şekillerde yorumlarlar ki kalblerinde bulunan sapma ve hak yoldan ayrılma hastalıklarına bir bahane bulsunlar. Onlar, Âyetlerin te'villerini bilmekte güçsüz olan kimselerin kafalarım karıştırsınlar. Böylece kendi sapıklıklarını aşılama imkânı bulsunlar.

Abdullah b. Abbas bu ifadeyi şöyle izah etmiştir. Kalblerinde haktan sapma eğilimi bulunan insanlar, muhkem olan âyetleri müteşabih olan âyetlere göre, müteşabih olan âyetleri de muhkem olan âyetlere göre yorumlamaya çalışırlar. Böylece insanların kafalarını karıştırmak isterler. Allah da onların kafalarını kanştırır.

Muhammed b. Cafer ise âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir: "Kalblerinde haktan sapma duygusu bulunanlar, uydurdukları ve bid'at olarak icadettikleri şeyleri tasdik ettirmek için kitabın âyetlerinden çeşitli şekillerde yorumlanabilecek olanlarına uyarlar ki söylediklerine delil olsun ve ortaya bir şüphe atmış olsunlar.

Süddi de âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir: Kalblerinde haktan sapma duygusu olanlar, neshedilen ve nesheden âyetlere tabi olurlar ve şöyle derler: "Niçin nesheden âyet gelinceye kadar, neshedilen âyetle şöyle amel edildi?" Sonra o bırakıldı ve nesheden âyetle amel edilmeye başlandı? Daha önce gelip te neshedilen âyetle amel etmektense daha baştan itibaren son gelen âyetle amel edilmiş olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Buna göre Kur’an’ın bir yerinde geçen bir âyetle amel eden kimse cehennem azabına uğratılmakla tehdit edilmekte, başka bir yerde zikredilen bir âyette aynı ameli işleyene herhangi bir ceza vaadedilmemektedir. Bu nasıl olur?" derler ve böylece insanları saptırmaya çalışırlar.

Müfessirler bu âyette zikredilen ve kalblerinde haktan sapma isteği bulunduğu bildirilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Rebi' b. Enes, bunların, Resûlüllah’a gelen Necran Hrıstiyanlan olduklarını söylemiştir. Bu hususta Rebi'nin şunları söylediği rivâyet edilmektedir." Necran Hristiyanlarının heyeti Resûlüllah’a gelmiş, onunla tartışmaya girmiş ve şöyle demişlerdir: "Sen, İsanın, Allah'ın sözü ve ruhu olduğunu zannetmiyor musun?". Resûlüllah onlara "Evet o öyledir." demiştir. Hristiyanlar da "Senin bu sözün bizim için kâfidir." demişler, işte bunun üzerine Allahü teâlâ "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur’an’ın, müteşabih olan âyetlerine uyarlar." âyetini indirmiştir. Başka bir âyetinde de buyurmuştur ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra da ona "Ol" dedi ve o da Oluverdi Âl-i İmran 3/59

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen, sapma duygusu taşıyan insanlardan maksat, Yasir b. Ahtab, Huyey b. Ahtab gibi Resûlüllah’ın ve ümmetinin ne kadar devam edeceğini gibi mukattaa harflerden çıkarmaya çalışan Yahudilerdir. İşte Allahü teâlâ bu Yahudiler hakkında şöyle buyurmuştur: "Kalblerinde hidâyeten sapma isteği bulunan bu Yahudiler, çeşitli yönlere çekilebilen mukattaa harflerini te'vil etmeye geriştiler. Bundan maksatları fitne çıkarmak ve heva ve heveslerine göre âyetleri yorumlamaktır."

c- Katade ve Hazret-i Âişeden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen "Kalblerinde sapma duygusu bulunan kişiler "den maksat, Kur'an-ı Kerimin çeşitli te'villere ihtimali bulunan âyetlerini yanlış bir şekilde yorumlayarak Resûlüllah’ın getirdiği dine bid'at sokmak isteyen her insandır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. Katatle: "Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle Kur’an’ın müteşabih âyetlerine uyarlar" âyetini okuduktan sonra demiştir ki: "Şâyet, Haruriye (Harici) fırkası ve Sebeiyye fırkası bu insanlardan sayilmazlarsa başka kimler sayılacaktır? Yemin olsun ki, Bedir savaşına katılan, Hudeybiyede Resûlüllah ile birlikte Biat-i Rıdvan'ı yapan muhacirlerde ve Ensarda, bilgi edinmek için yeteri kadar haber, öğüt almak isteyen için yeteri kadar öğüt bulunmaktadır. Yeter ki kişi, aklını kullanıp gözünü açsın. Şüphesiz ki Hariciler, Medinede, Samda ve Irakta Resûlüllah’ın sahabileri bulunduğu bir zamanda Müslümanlara karşı çıktılar. O gün Resûlüllah’ın hanımları da hayattaydı. Vallahi, sahabilerden ve Resûlüllah’ın hanımlarından ne bir erkek ne de bir kadın Haricilere katıldı. Onlar, Haricilerin durumlarını tasvip etmiyorlar ve onlara meyletmiyorlardı. Bilakis onlar, Resûlüllah’ın, daha sonra ortaya çıkacak olan bu insanları ayıpladığını ve onları sıfatlarıyla tanıttığını anlatıyorlardı. Evet, sahabiler, Haricilere kalberiyle buğzediyor, dilleri ile yeriyor onlarla karşılaştıktan zaman elleriyle de sert davranıyorlardı. Yemin olsun ki eğer Haricilerin tutumları, doğru bir yol olsaydı onlar ümmetle birleşirdi. Fakat onların yollan sapıklıktı. Bu sebeple aynlığa düştüler. Evet, herhangi bir husus Allah'ın gönderdiği hükümler dışındaki bir şeyden kaynaklanırsa, o hususta çokça ihtilaf edildiğini görürsün. Hariciler, uzun zamandan beri bu işi istiyorlardı. Onlar bu işte başarılı olabildiler mi? Sübbahallah... Bu kavmin sonra gelenleri, daha önce geçmiş olanlardan nasıl oluyor da ibret almıyorlar? Şâyet onlar hidâyet üzere olsaydılar. Allah onları galip getirir ve başarıya ulaştırırdı, onlara yadım ederdi. Fakat onlar bâtıl üzere olduklan için Allah onları yalanladı ve ayaklanın kaydırdı. Gördüğünüz gibi Hariciler, her başlarını kaldırdıklarında Allah onların delillerini çürütmüş, konuştuklarını yalanlamış ve kanlarını akıtmıştır. Batıl düşüncelerini içlerinde gizlediklerinde de bu düşünceleri kalbelerinde bir yaraya dönüşmüş ve kendileri için bir üzüntü kaynağı olmuştur. Eğer onlar bunu açığa vuracak olurlarsa Allah onların kanlarını akıtmaktadır. Allah’a yemin olsun ki onların edindikleri din kötü bir dindir, Siz ondan kaçının. Allah’a yemin olsun ki Yahudilik bid'attir, Hristiyanlık bid'attır. Sebeilik bid'attır. Bunlar ne Allah'ın kitabında ne de Peygamberin sünnetinde bulunan şeylerdir.

Bu âyetin izahında Hazret-i Âişenin de şunlan söylediği rivâyet edilmektedir.

Resûlüllah: "Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısım âyetleri muhkemdir, (mânâsı açıktır) bu âyetler kitabın anasıdir. (esasıdır) Diğer bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür) Kalblerinde eğirilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle müteşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimiz katındadır." derler. Bunları ancak akıl sahipleri düşünür." âyetini okudu ve sonra şöyle buyurdu: "Ey Âişe, sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki, işte Allah'ın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçmın Buhari, K. tefsir el-Kur'an, Sûre 3, bab: 1/Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 1 Hadis No. 2993, 2994

Taberi diyor ki: "Âyetin zahiri gösteriyor ki bu âyet, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a indirdiği müteşabih âyetlere dayanarak Resûlüllah ile tartışmaya girişen kimseler hakkında inmiştir. Bu tartışma Hazret-i İsa hakkında veYa Resûlallah’ın ve ümmetinin ömrü hakkındaki tartışmadır. Çünkü "Bunların açıklamasını sadece Allah bilir." ifadesi göstermektedir ki, Resûlüllah ile tartışmaya girişen kimseler, müteşabih âyetlere dayanarak bilmek istedikleri zamanı öğrenmeye çalışmışlardır.

Âyet-i kerime’de "Fitne çıkarmak için müteşabih olanlarına uyarlar" buyrulmaktadır. Burada zikredilen "Fitne"den maksat, "Allah’a ortak koşmak"tır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar Allah’a ortak koşmak istedikleri için mânâları anlaşılamayan müteşabih âyetlere uyarlar." demektir.

Mücahid ve Muhammed b. Cafere göre ise buradaki fitne"den maksat, şüphe sokmak ve insanların kafalarını kanştınnaktır. Yani, kalblerinde sapıklık bulunanlar, Kur’an’ın, çeşitli mânâlara yorumlamaya müsait bulunan müteşabih âyetlerine tabi olurlar ki, insanların kafalarını karıştırsınlar, böylece kalblerinde bulunan bâtıl düşüncelere bir delil bulabilsinler.

Taberi de bu görüşün daha evla olduğunu beyan etmiştir. Âyetin kinler hakkında indiği hususunda da özetle şunları söylem iştir: "Her ne kadar bu âyet, yukarıda zikrettiğimiz müşrikler hakkında inmişse de, Kur’an’ın müteşabih âyetlerini te'vil ederek hak ehline karşı tartışmaya girişen, muhkem âyetleri bırakıp müteşabih âyetleri alarak mü’minlerin kafasını karıştıran, böylece Allah'ın dinine bid'at sokmak isteyen her bid'atçı bu âyetin kapsamına girmektedir. Bu bid'at ister Hristiyanhğa tabi olanlar tarafından ortaya atılmış olsun isterse Yahudiliğe tabi olanlar tarafından, ister Mecusiler tarafından ortaya atılmış olsun, isterse Sebeiler tarafından, ister Hariciler tarafından ortaya atılmış olsun isterse kaderi inkâr eden Kaderiyeciler veya Cüheymiler tarafından. Nitekim Resûlüllah bu hususta:

"Ey Âişe sen, kitabın müteşabih âyetlerine uyanları gördüğün zaman bil ki işte Allah'ın zikrettiği kimseler onlardır. Siz onlardan kaçının. Buhari K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 1 buyurmuştur." Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Fitne kelimesinin izahında, bundan maksadın, şüphe sokmak ve insanların kafasını kanştırak olduğunu söyleyen görüşü tercih edip te bundan maksadın Allah’a ortak koşmak olduğunu söyleyen görüşü tercih etmeyişimizin sebebi şudur: Zaten bu âyet-i kerime, müşrikler hakkında inmiştir. Müşriklerin, tekrar müşrikliğe dönmek istemeleri söz konusu değildir. Halbuki onların, müteşabih âyetleri yorumlayarak insanların kalbine bazı şüpheleri sokmaları ve mü’minlerin kafalarını karıştırmaları, kendilerinden beklenen davranışlardır. Bu itibarla fitneyi bu son anlamda yorumlamak daha evladır.

Âyet-i kerime’de "Arzularına göre açıklamak (Te'vil etmek) niyetiyle müteşabih olanlara uyarlar." buyrulmaktadır. Müfessirler, müşriklerin, müteşabih âyetleri, hangi şekliyle te'vil ettikleri takdirde heva ve heveslerine göre te'vil etmiş olcakları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbasa göre buradaki te'vilden maksat, Yahudilerin Kur'andaki gibi mukattaa harfleri, cümlelerin hesabında kulandan Ebced hesabıyla hesap yaparak Hazret-i Muhammedin ve ümetinin ömürünü bilmek istemeleridir. Yani, kıyametin ne zaman kopacağını tesbit etmeye çalışmalarıdır.

b- Süddiye göre ise buradaki te'vilden maksat, bir kısım insanların neshedici son hükümlerin gelmesinden önce onların ne zaman geleceklerini bilmeye çalışmalarıdır.

c- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise buradaki te'vilden maksat, Kur'an-ı Kerimin, çeşitli yorumlara müsait olan müteşabih âyetlerini, kalblerinde sapma bulunanların sapıklıkları doğrultusunda yorumlanılarıdır.

Taberiye göre ise, buradaki te'vilden maksat, Abdullah b. Abbas ve Süddinin dediği gibi, müteşabih âyetleri, geleceğe ait vakitleri bilmek için te'vil etmektir. Zira Allahü teâlâ, yapılan bu te'vili, kendisinden başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir. Allahü teâlâdan başkasının bilmeyeceği şeyler ise, daha önce de beyan edildiği gibi, gelecekle ilgili vakit ve olaylardır.

Âyet-i kerime’de "Oysa bunların açıklamasını (te'vilini) sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise "Biz bunlara iman ettik, hepsi rabbimiz katındandır." derler. Buyrulmaktadır. Müfessirler bu ifadeyî iki şekilde izah etmişlerdir.

a- Hazret-i Âişe, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Ömer b. Abdülaziz ve Malikin bu âyet-i kerime’yi mealde zikredildiği şekilde tefsir ettikleri Rivâyet edilmektedir. Bunlara göre âyetin mânâsı şöyledir: "Bu müteşabih âyetlerin te'vilini yalnızca Allah bilir. İlimde ileri gidenler bilmezler. Onlar, bu gibi âyetlere iman ettiklerini bildirirler.

b- Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, Rebi' b. Enes ve Muhammed b. Caferden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün te'vili şöyledir. "Müteşabih olan âyetlerin te'vilini ancak Allah ve ilimde ileri gitmiş olanlar bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar, onların te'villerini bilmeleriyle birlikte, "Biz bunların hepsinin rabbimizin katından olduğuna iman ettik." derler.

Görüldüğü gibi

birinci görüşte olanlar, cümlenin "Bunun te'vilini ancak Allah bilir." ifadesiyle bittiğini "İlimde ileri gidenler" ifadesinin yeni bir cümle olduğunu söylemişlerdir. İkinci görüşte olanlar ise, "Bunun te'vilini ancak Allah bilir." ifadesiyle cümlenin bitmediğini, ilimde ileri gidenlerin de "Allah" lafzına bağlı olan edatla bağlandığını, bu itibarla, müteşabih olan âyetlerin mânâsını hem Allahü teâlânın hem de ilimde ileri gidenlerin bildiğini söylemişlerdir. Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve ilimde ileri gidenlerin, müteşabih âyetlerin te'villerini bilmeyeceklerini söylemiştir. Taberi, "Te'vil" kelimesinin Arapçada mânâsının, "Tefsir etmek, baş vurmak, bir şeyin neticesinf almak" mânâlarına geldiğini söylemiş ve buna dair Arap edebiyatından şiir örnekleri göstermiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "İlimde ileri gidenler" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Sağlam bilgi elde eden, bilgilerini kuvvetlice ezberleyen ve bilgilerine şek ve şüphe katmayan âlimlerdir." Ebudderda ve Ebû Ümame el-Bâhilî Resûlüllahtan" sarsılmaz şekilde sağlam olan" kimdir? diye sorulduğunu, Resûlüllah’ın da: "O, yeminini yerine getiren, lisanı doğruyu söyleyen, kalbi söylediğine göre doğru olan ve karnı iffetli olandır. İşte "İlmi sarsılmaz derecede sağlam olan budur." buyurduğunu söylemişlerdir.

Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i Cüreyeden nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen âlimlerin "İlimleri sarsılmayan" sıfatıyla sıfatlanmalarının sebebi, onların müteşabih âyetlere "Biz bunlara iman ettik. Hepsi rabbimizin katmdadır." demelerindendir. Yani onların ilimlerinin sarsılmaz olması, imanlarının sağlam oluşundandır.

8

Onlar: "Rabbimiz, bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi (haktan) kaydırma, bize kendi katından rahmet ihsan et. Şüphesiz ki sen çok bağışta bulunansın (derler.)

O, ilimde ileri gidenler derler ki: "Ey rabbimiz, bizi hidâyete kavuşturup iman etmeye muvaffak kıldıktan sonra, kalblerimizi doğruluktan kaydırma. Kendi katından bizlere rahmet, başarı ve hakta kararlılık bahşet. Şüphesiz ki, sen kullarına nimetini çokça nasibedensin.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de sağlam ilim sahibi olanları: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi hidâyete erdirdikten sonra haktan saptırma." şeklindeki dualarından dolayı övgüsüne layık gördüğüne göre kaderi inkâr eden bir kısım cahillerin. "Allah'ın, bazı kullarının kalblerini itaatinden saptırması bir zulümdür." demelerinin açık bir yanlışlık olduğu ortaya çıkmaktadır. Zira mesele onların iddia ettikleri gibi olsaydı: "Ey rabbimiz, bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan saptırma." diyenler övülmez bilakis kınanırdı. Ve ilimde ileri gidenler: "Ey rabbimiz, sen bizim kalblerimizi haktan kaydırma." derlerken, "Ey rabbimiz sen, bize zulmetme, bize haksızlık yapma." demiş olurlardı ki böyle bir duayı ilmi sağlam olanlar değil cahiller yapmış olabilir. Çünkü Allahü teâlâ kullarına asla zulmetmez, onlara haksız davranmaz. Nitekim bunu kullarına bildirerek şöyle buyurmuştur: "... Rabbin, kullarına karşı asla zulmeden değildir. Fussilet sûresi, 41/46

Kaderi inkâr eden Kaderiyye fırkasının ileri sürdüğü iddia fasit olduğuna göre buradan anlaşılmaktadır ki, Allahü teâlânın, kullarından bazılarının kalbini itaatinden saptırması onun tarafından bir adalettir. Bu sebepledir ki, kendisinden, kalblerini saptırmamasını isteyen kullarını övmüştür. Nitekim bu hususta Allahü teâlânın nezdinde büyük mevkii olan Resûlüllah’ın dahi ondan kalbini hakta kararlı kılmasını ve değiştirmemesini istemesi de bu gerçeği göstermektedir. Bu hususta Resûlüllahtan, birbirini destekleyen çeşitli hadisler Rivâyet edilmiştir.

Şehr b. Havşeb, Ümmü Selemeden şunları işittiğini rivâyet etmiştir.

Ümmü Seleme demiştir ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) dualarında çokça "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen benim kalbimi dinin üzere sabit kıl." derdi. Dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, kalbler değişir mi? Resûlüllah buyurdu ki: "Evet, Allah'ın, Âdemoğullarından yarattığı hiçbir beşer yoktur ki onun kalbi Allah'ın parmaklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. Eğer Aziz ve Celil olan Allah dilerse o kalbi düzeltir, dilerse kaydırır. Biz, rabbimiz olan Allah’tan dileriz ki bizi hidâyete kavuşturduktan sonra kalblerimizi haktan kaydırmasın. Yine ondan dileriz ki bize katından rahmet bahşetsin. Çünkü o, çokça bahşedendir." Ümmü Seleme diyor ki: Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim, kendim için yapacağım bir duayı bana öğretmez misin?" Resûlüllah dedi ki: "Evet, öğretirim." De ki: "Ey, Peygamber Muhammedin rabbi olan Allah'ım, sen benim günahlarımı affet, kalbimin öfkesini gider ve sağ kaldığım müddetçe beni saptıran fitnelerden koru. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.6 S. 302 /Tirmizî, K. ed-Dâvad, hab: 90 Hadis No. 3522

Diğer bir Rivâyette Şehr b. Havşeb diyor ki:

"Ümmü Sekmeye dedim ki: "Ey mü’minlerin annesi, Resûlüllah senin yanında kaldığı zaman onun en çok yaptığı dua neydi?" Dedi ki: "Onun en çok yaptığı dua: "Ey kalbleri (halden hale) çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." duasıydı. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, "Ey kalbleri çeviren Allah’ım sen kalbimi dinin üzere sabit kıl." şeklindeki duanı ne çok yapıyorsun?" dedi ki: "Ey Ümmü Seleme, hiçbir insan yoktur ki onun kalbi Aziz ve Celil olan Allah'ın pamuklarından iki parmağı arasında bulunmuş olmasın. O, dilediğini düzeltir dilediğini kaydırır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. d S. 315

Enes, b. Malik diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen kalbimi elinin üzere sabit kıl." diyerek çokça dua ederdi. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz sana ve getirdiklerine iman ettik sen bizim için korkuyor musun?" Dedi ki: "Evet, çünkü kalbler, Allah'ın parmaklarından iki pamıağı arasındadır. O, bunları dilediği gibi çevirir Tirmizi, K. el-Katler, bab: 7 Hadis No. 2140 "Tirmizi, bu hadisin, Nevras Ümmü Seleme Abdullah b. Emr ve Hazret-i Âişeden Rivâyet edildiğini ve bu hadisin HASEN bir hadis olduğunu, bu hadisi bu senede. Enesin yerine, Cabir b. Abdullah'ları Rivâyet edenlerin de bulunduğunu, ancak Enesten Rivâyetin, daha sahih olduğunu söylemiştir.

Nevvas b. Sem'an el-Kilâbî diyor ki: "Ben Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim: "Hiçbir kalb yoktur ki o, âlemlerin rabbi olan Allah'ın parmaklarından iki parmağının arasında bulunmuş olmasın. O, kalbi düzeltmek istediğinde düzeltir, kaydırmak istediğinde de kaydırır." Nevvas diyor ki: "Resûlüllah şöyle derdi: "Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen, kalblerimizi dinin üzere sabit kıl. Terazi, Aziz ve Celi olan rahmanın elindedir. Onun ketlerinden birini kaldırıp diğerini indirir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4 S. 182

Abdullah b. Amr b. el-Ass diyor ki:

"Ben, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim: " Şüphesiz ki bütün Âdemoğullarının kalbleri, Aziz ve Celil olan rahmanın parmaklarından iki parmağının arasındadır. O kalblerin hepsi bir kalb gibidir. Allah onları dilediği gibi çevirir. Ey kalbleri çeviren Allah’ım, sen bizim kalblerimizi itaatma Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S. 168

9

Ey rabbimiz, muhakkak ki sen, geleceğinde şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz ki Allah vaadinden dönmez." derler.

Ey rabbimiz, şüphesiz ki sen, geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde insanları bir araya toplayacak olansın. O gün bizleri affet ve esirge. Şüphesiz ki sen, sana iman edene ve Peygamberlerine tabi olana yaptığın vaadden dönmezsin.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Allah te al anın sıfatlarını haber verir mahiyete ise de aslında Kur’an’ın tümüne iman edenlerin dualarının bir kısmını beyan etmektedir."

10

Şüphesiz ki inkâr edenlerin malları ve evlatları, Allah’a karşı kendilerine hiçbir şey sağlamaz. İşte onlar, ateşin yakıtıdırlar.

Şüphesiz ki, Yahudi, münafık ve diğer kâfirlerden, hakkı söyleyen Muhammedi inkâr edenleri, malları ve evlatları, Allah'ın azabından koni yamayacak ve onlara hiçbir fayda sağlayamayacaktır. Âhirette cehennemin yakıtı işte bunlardır.

* Allah inkâr etmenin en büyük suç olduğunu ve Allah’ı inkâr edenleri hiçbir şeyin kurtaramaycağmı başka bir âyet-i kerime de şöyle beyan ediyor: "İnkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların bir yardımcıları da yoktur. Al-i İmran sûresi, 3/91

11

Bunların durumu, Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin durumu gibidir. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıverdi. Allah, cezası çok şiddetli olandır.

Bu kâfirlerin davranışı, Firavunu ailesinin ve onlardan önce geçen Nuh, Hud, ve Lût gibi Peygamberlerin , azgınlaşan ümmetlerinin davranışları gibidir. Onlar, âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahları sebebiyle yakalayıp helak etti. Malları ve evlatları kendilerine fayda vermedi. Allah, kendisini inkâr edene ve Peygamberini yalanlayana karşı cezalandırması çok şiddetli olandır.

* Allahü teâlâ bu âyette, kâfirleri, daha bu dünyadayken azgınlıkları sebebiyle helak ettiğini beyan etmekte ve mü’minleri, kâfirler karşısında güçsüz olsalar dahi, onlardan çekinmemeye teşvik etmektedir. Bu kâfirlerin akıbeti, Firavun ve diğer azgın kavimlerin akıbeti gibi olabilir. O halde mü’minler, kendilerinden güçlü olsalar bile kâfirlerden korkmamalıdırlar.

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Firavun ailesinin durumu" diye tercüme edilen kelimesi, Reb'i b. Enes tarafından "Firavun ailesinin âdeti" şeklinde, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Mücahid tarafından "Firavun ailesinin ameli ve işi" şeklinde, Süddi tarafından ise "Firavun ailesinin yalanlaması" şeklinde izah edilmiştir. Taberi de kelimesinin asıl mânâsının "Bir işi yoğun bir şekilde yapmak ve onu yaparken yorulmak" olduğunu , sonra bu kelimenin hal, durum ve âdet mânâlarında kullanıldığını söylemiştir.

12

Ey Rasûlüm, inkâr edenlere de ki: "Yakında mağlup olacaksınız ve toplatılıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir".

Ey Rasûlüm, Yahudilerden olan şu kâfirlere de ki: "Yakında bir hezimete uğratılıp bir araya biriktirilecek ve cehenneme sürüleceksiniz Cehennem ne kötü bir döşektir."

Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerime’nin, Bedir savaşında müşrikler mağlup edildikten sonra, kendilerine Müslüman olmaları teklif edilen Yahudiler hakkında indiğini söylemiştir.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resûlüllah Bedir savaşında Kureyşlilere ağır kayıplar verdirdikten sonra Medineye gelmiş bütün Yahudileri Beni Kaynuka çarşısında toplamış ve onlara: şunu söylemişti: "Ey Yahudi topluluğu, Ku-reyşin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden Müslüman olun." Bunun üzerine Yahudiler şu cevabı vermişlerdir: "Ey Muhammed, savaşmasını- bilmeyen acemi Kureyşlilerden bir kaç kişiyi öldürmen seni gururlandırmasın. Eğer sen, bizimle savaşacak olsan bizim ne olduğumuzu ve bizim gibileriyle karşılaşmamış olduğunu anlarsın." İşte bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Ebû Davud, K. el-tmara, bab: 22, Hadis No. 3001

Âyet-i kerime, Yahudilerin de yakında Müslümanlara mağlup olacaklarını haber vermiştir. Nitekim daha sonra Yahudilerle yapılan anlaşmayı onların bozarak müslümanlara ihanet etmeleri üzerine Yahudiler cezalandırılmış ve bir kısmı Medineden sürgün edilmiş, diğer bir kısmı ise öldürülmüştür.

13

(Bedir savaşında) Karşılaşan iki toplulukta sizin için ibret vardır. Birisi Allah yolunda savaşıyordu diğeri ics kâfirdi. Onlar, karşı tarafı gözleriyle iki misli olarak görüyordu. Allah, dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, görecek gözleri olanlar için bir ibret vardır.

Ey Yahudi topluluğu, savaşta karşı karşıya gelen şu iki taplulukta sizin için konan: "Mağlup olacaksınız." hükmünün doğruluğunu gösteren bir delil ve alâmet vardır. Bunlardan Peygamber ve ashabının meydana getirdiği topluluk, Allah'ın dini için savaşıyordu. Kureyş müşriklerinden oluşan diğer topluluk ise İnkârcılık uğrunda savaşıyordu.

Müslüman topluluk, kâfir topluluğun sayılarının, kendi sayılarının iki katı olduğunu bizzat gözleriyle görüyorlardı. Allah, kullarından dilediğini zaferiyle destekler. Şüphesiz ki az topluluğun, çok topluluğa galip gelmesinde, aklını kullanan ve gerçekleri gören basiret sahipleri için âyetler ve ibretler vardır.

* Âyette zikredilen, iki topluluktan, Allah yolunda savaşanlardan maksat, Abdullah b Abbas, İkrime ve Mücahide göre Bedir savaşında, Kureyş müşriklerine karşı savaşan Resûlüllah ve sahabileridir. Kâfir topluluktan maksat ise bu savaşta Resûlüllah’a karşı savaşan müşriklerdir.

Âyet-i kerime’de: "Onlar, karş tarafı gözleriyle iki misli olarak görüyorlardı." buyurulmaktadır. Kurralâr âyetin bu bölümündeki "Görürler" diye tercüme edilen fiilini üç şekilde okumuşlardır.

1- Medine Kurraları bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kiraata göre âyetin mânâsı şöyledir. "Ey Yahudiler, birbirleriyle karşı karşıya gelen Müslüman ve müşrik topluluğunda sizin için bir ibret vardır. Bu topluluklardan Müslüman olanlar, Allah yoluda savaşıyorlardı. Kureyş müşrikleri ise müslümanlara karşı mücadele ediyorlardı. Ey Yahudiler, sizler müşriklerin sayısının, Müslümanların iki katı olduğunu bizzat gözünüzle görürsünüz. Buna rağmen Müslümanlar onlara galip gelmişlerdir. Siz de bundan ibret alın. Kureyş müşriklerinin akıbetine uğramayın."

Görüldüğü gibi bu izaha göre Yahudiler, müşriklerin, Müslümanların iki katı olduğunu bizzat gözleriyle görmüşlerdi.

2, Bütün Küfe ve Basra kurraları ve Mekke kurralarının bazıları bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kirataa göre âyetin mânâsı çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Ey Yahudiler, birbirleriyle karşılaşan toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bunlardan bir topluluk Allah yolunda savaşan Müslümanlardır. Diğeri ise İnkârcı olan kâfirlerdir. Müslümanlar, müşrik topluluğun kendilerinin iki katı olduğunu bizzat gözleriyle görmüşlerdir. Buna rağmen yılmamışlar ve onları mağlup etmişlerdir.

Görüldüğü gibi bu izaha göre Allahü teâlâ, müşriklerin gerçek sayısını Müslülanlara az göstermiştir. Çünkü müşriklerin sayısı, Müslümanların üç misli kadar hatta üç mislinden de fazla idi. Allah onların sayısını mü’minlere bu âyette zikredildiği gibi bir ara kendilerinin iki katı kadar gösterdi. Diğer bir durumda da müşriklerin sayısını müslümanlara kendi sayılan kadar gösterdi.

Abdullah b. Mes'ud bu âyet-i kerime’yi okuduktan sonra şunları söylemiştir: "Bu durum, Bedir savaşında olmuştur. Biz, müşriklere baktık. Onların bizim iki katımız olduklarını gördük. Tekrar onlara baktık. Bu defa onların bizden tek bir kişi dahi fazla olmadıklarını gördük. İşte bu son durum, Aziz ve Celil olan Allah'ın şu âyetinde zikredilmektedir. "O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine getirmek için onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah’a döndürülür. Enfal sûresi, 8/44

b- Abdullah b. Abbas ise burada, görenlerin müslümanlar, görülenlerin de müşrikler olduğunu söylemiş, müslumanların, müşriklerin sayısını kendilerinin iki katı gördüklerini ve bu sayının, müşriklerin gerçek sayısı olduğunu, Allahü teâlânın, onların sayılarını mü’minlerin gözünde azaltmadığını, çünkü onların sayısının altı yüz yirmi altı olduğunu söylemiştir. Ancak Allahü teâlâ, Mü’minlere yardım ederek kâfirleri mağlup ettiğinden, mü’minlerin yükünü bu şekilde hafifletmiştir." demiştir.

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Abbastan nakledilen bu görüş, Bedir savaşma katılan müşriklerin sayısı hakkında birbirini destekleyen çeşitli haberlere muhaliftir. Zira, Bedir savaşına katılanların sayıları hakkı nda dokuz yüz ile bin arası mı yoksa bin mi oldukları hakkında ihtilaf edilmiştir. Dokuz yüz'den aşağısı söz konusu olmamıştır. Mesala Hazret-i Ali ve Abdullah b. Mes'ud Bedir savaşma katılan müşriklerin sayısının bin olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Hazret-i Alinin şunlan söylediği rivâyet edilmektedir.

"Biz, Medineye gidince oranın meyvelerinden yedik. Oranın havası bize ağır geldi ve sıcaklık bizi perişan etti. Resûlüllah, Bedir hakkında haber topluyordu. Müşriklerin, oraya yöneldikleri haberi bize ulaşınca Resûlüllah Bedire doğru yürüdü. Bedir. Bir kuyunun adıdır. Biz, müşriklerden önce o kuyuya vardık. Kuyunun başında müşriklerden iki kişi bulduk. Bîri Kureyştendi diğeri de Ukbe b. Ebû Muaytın kölesi idi. Kureyşli olan adam kaçtı. Biz, Ukbe b. Ebi Muaytın kölesini yakalayıp getirdik. Biz ona "Topluluğunuzun sayısı ne kadar?" diye her sorduğumuzda o bize "Vallahi onların sayılan çok, kendileri güçlüdür," diyordu. Müslümanlar da, bunu söyledikçe onu duyuyorlardı. Nihâyet onu Resûlüllah’a getirdiler. Resûlüllah ona "Topluluğunuzun sayısı ne kadar?" dedi. O da: "Vallahi onların sayıları çok, kendileri güçlüdür." dedi. Resûlüllah, sayılarını söylemesi için son derece çaba harcadı. Fakat adam diretti. Sonra Resûlüllah ona: "Kaç deve kesiyorsunuz?" dedi. O da "Her gün on deve." diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlüllah: "Topluluk bin kişidir. Çünkü bir deve yüz kişi içindir." buyurdu Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. t S. 117 Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Biz müşriklerden birini Bedirde esir almıştık. Biz ona "Sayınız kaç kişiydi?" diye sorduk. O da: "Bin kişiydi." dedi.

Urve b. Zübeyr, Katade, Rebi' b. Enes ve ibn-i Cüreyc ise, Bedir savaşına katılan müşriklerin sayısının, bin ile dokuz yüz kişi arasında olduklarını söylemişlerdir. İşte bütün bu Rivâyetler, Abdullah b. Abbastan nakledilen Rivâyete muhaliftir. Bu sebeple müşriklerin sayısı dokuz yüzden fazladır.

c- Diğer bir kısım âlimler ise, Allahü teâlânın, müslümanlara müşriklerin sayısını az gösterdiğini, bunun müslümanlar için bir mucize olduğunu aslında müşriklerinin sayısının, ise dokuz yüzden fazla olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olan âlimlere göre Allahü teâlâ, müşrikleri müslümanlara az göstermiştir. Fakat Allahü teâlâ burada, Yahudilere müşriklerin sayısının müsîüm ani ardan fazla olduğunu buna rağmen müslümanların onlara galip geldiğini beyan etmek istemiştir. Âyetin baş tarafındaki "Sizin için " Zamiri ile açıkça Yahudilere hitabedilmiş, buradaki"Onlar görürler" şeklindeki üçüncü şahıs fiili ile Yahudiler kastedilmiştir. Arapçada ikinci şahsa hitabederken üslubu değiştirip üçüncü şahsa konuşur gibi hitabetmek caizdir ve bu hitap sanatına "İltifat" denmektedir. İşte bu âyette de bu sanat mevcuttur. Nitekim şu âyet-i kerime’de bu sanat açıkça görülmektedir. "Sizi karada ve denizde yürüten Allah’tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri tatlı bir rüzgârla muntazam götürürken ve yolcular da neşeli iken bir fırtına çıkarak onlara her taraftan gelip çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca "Dini sadece Allah’a tahsis ederek ona şöyle dua ederler: "Yemin olsun ki sen bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden oluruz. Yunus sûresi, 10/22 İzahını yaptığımız bu Âl-i İmran suresinin on üçüncü âyetinde ifade edilen "Gö-renler"den maksadın Yahudiler olduğunu söyleyen âlimler demişlerdir ki: "Eğer denecek olursa ki, nasıl olur da Yahudiler, müşrikleri, müslümanların iki katı olarak görmüş olabilirler? Halbu ki müşrikler, müslümanların üç katı idiler. Cevaben deriz ki: "Yahudiler, müşrikleri müslümanların iki katı olarak gördüler." ifadesinden maksat "Yahidiler, müslümanların sayısı ile birlikte müşriklerin sa-yısmı iki kat olarak gördüler." demektir. Buna göre, müşriklerin sayısının dokuz yüzden fazla olduğu ortaya çıkmaktadır. Arapçada bu gibi üsluplar kullanılmaktadır.

d-

Başka bir kısım âlimler ise, Allahü teâlânın, müslümanları kafirlere, kendi sayılarının iki katı olarak gösterdiğini söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu görüş, âyetin zahirine terstir. Çünkü Allahü teâlâ başka bir âyetinde her bir gurubun gerçek sayısını diğerine az gösterdiğini, müslümanlara zafer nasibetmek için savaşmayı teşvik ettiğini beyan etmiş ve buyurmuştur ki: "O gün düşmanla karşılaştığınızda Allah, olması gereken emri yerine getirmek için onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döndürülür." Enfal sûresi, 8/44

3- Diğer bazı âlimler bu fiili şeklinde okumuşlardır. Mânâsı "Allah onları size iki kat olarak göstemıiştir." şeklindedir.

Taberi diyor ki: "Bu kıraat şekillerinden tercih edilen şeklinde olanıdır. Bunun mânâsı ise "Müslümanlar, kâfir olan fırkayı kendi sayılarının iki katı olarak görüyorlardı." şeklindedir. Allah, kâfirlerin gerçek sayılarını mü’minlere bir defasında bu kadar azaltarak göstermiş diğer bir defasında da kendi sayılan kadar göstermiştir. Başka bir defasında ise onların sayılarını müslümanların gözünde iyice azaltmış. Öyle ki müslümanlar onları, kendi sayilarından daha az olarak tahmin etmişlerdir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud bu hususta şöyle demiştir: "Bedir savaşında müşrikler bizim gözümüze az gösterildi. Öyle ki, yanımda bulunan birine dedim ki: "Sen bunların yetmiş kişi olduklarını görüyor musun?" O da dedi ki: "Ben onların yüz kişi olduklarını görüyorum. "Bundan sonra biz, müşriklerden bir adam esir aldık. Ona sorduk ki: "Siz kaç kişiydiniz? O da dedi ki: "Bin kişiydik."

Taberi diyor ki: "Abdullah b. Mesuddan nakklilen bu haber göstennektedir ki Müslümanlar, müşriklerin sayısını değişik zamanlarda, farklı şekillerde takdir etmişlerdir. Hepsinde de onları, gerçek sayılarından daha az gömıüşlerdir. Allahü teâlâ, müslümanların bu halini, iki fırkanın da gerçek sayısını bilen Yahudilere haber vererek onları, ibret almaya, sayılarının çokluğu ile gururlanmamaya ve müşriklerin başına gelenlerin kendi başlarına gelmesinden kaçınmaya çağınnıştır.

Bazı âlimler, iki taraftan birinin diğerini çok gömıesi ifadesinden, sayıları çok görülenlerin mü’minler olduğunu zira gökten meleklerin inerek mü’minleri desteklediklerini söylemişlerdir. Diğer bazı alimler ise, sayılan çok görülenlerin kâfirler olduğunu söylemişlerdir. Bunlar diyorlar ki: "Bedir savaşında mü’minlerin sayılan üç yüz küsur kişi iken kâfirlerin sayısı dokuz yüz küsur idi." Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

Mücahid diyor ki: "İki topluluğun karşılaştığı gün, müslüman ve kâfir toplulukların karşı karşıya geldiği Bedir savaşı günüdür."

14

Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşlere, besili atlara, havyanlara ve ekinlere karşı duyulan aşırı istek, insanlara süslü gösterildi. Oysa bunlar, sadece dünya hayatının geçici malıdır. Varılacak güzel yer ise Allah katındadır.

İnsanlara, arzuladıkları, kadın, oğul, kantar kantar altın ve gümüş, görenlerin boşuna giden mükemmel güzilliklere sahip besili ve nişanlı atlar, deve sığır, koyun gibi havyanlar ve ekinler güzel gösterildi. Bu sayılanlar, dünya hayatında hoşa giden geçimliklerdir. Allah'ın katında ise, takva sahipleri için, gidilecek güzel yerler vardır.

*Âyfet-i kerime, dünya nimetlerinden insanın en çok hoşuna giden şeyleri zikretmekte ve bunların, hayır yolunda kullanılmadıkları takdirde kişiyi gaflete düşürüp rabbinden uzaklaştırabileceklerine dikkati çekmekte ve bunların başında da kadınları zikretmektedir.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Ben, benden sonra erkekler için kadınlardan daha zararlı bir fitne bırakmadım Buhari. K. en-Nikâh, bab: 17/Tirmizi, K. el-Edeb, bab: 31 Hadis No. 2780 İbn-i Macc, K. el-Fiten bab: 19, Hadis No: 3998

Yine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlara hitaber şöyle buyurmuştur:

"Ben, akh ve dini eksik olan siz kadınlardan, kararlı bir erkeğin aklını daha çok çelen bir varlık görmedim." Kadınlar:

Ey Allah'ın Resulü, dinimizin ve aklımızın eksikliği nedir? diye sordular. Resûlüllah buna cevaben buyurdu ki:

Bir kadının şahitliği bir erkeğin şahitliğinin yarısı değilmidir." (Bir erkeğin şahitliği yerine iki kadının şahitliği gerekmiyor mu)? Kadınlar dediler ki:

- Evet. "Resûlüllah da buyurdu ki:

- İşte bu, kadının aklının eksikliğindendir. "Ve tekrar sordu: "

- Kadın, hayız halindeyken namazını ve orcunu bırakmaz mı? Dediler ki:

- Evet. Resûlüllah bunun üzerine de buyurdu ki:

- "İşte bu da onun dininin eksikliğindendir. Buhari, K. el-Hayztw bab. K. ez-Zekât, bab: 44/Müslim K. el-iman b. 132 HN 79

Oğulların ve malların da insanlar için bir imtihan vesilesi olduğunu şu âyet-i kerime de ifade etmektedir: "Bilin ki mallarınız ve oğullarınız sizin için ancak bir imtihandır. Büyük mükâfaat ise elbette Allah nezdindedir. En fal sûresi. 8/28

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kişinin sahip olduğu atların da kendisini yoldan çıkarmaya vesile olabileceğini beyanla buyuruyor ki:

"At bazı kimseler için sevap işleme vasıtası, bazı kimseler için ihtiyaç giderme vasıtası bazi kimseler için de bir günah işleme aracıdır. At, şu kimseler için sevap işleme vasıtasıdır: O kimse atını Allah yolunda kullanır. Onu çayıra veya bahçye bağlar. At ipinde bağlı iken bile, çayır ve bahçeden dokunduğu şeyler o kişi için sevap kaynağıdır. Şâyet ipini koparıp bir veya iki kere yukarı kalkarak şahlanacak olsa, bundan meydana gelen iz ve eserler ve dışkı dahi o kişi için sevap kaynağıdır. Şâyet at, sahibinin arzusu hilafına, geçtiği bir nehirden su içse bile bu da o kişi için bir sevap kaynağıdır. Evet, böyle bir at, sahibi için sevap kaynağıdır. At, şu kimse için de ihtiyaç giderme vasıtasıdır. O kimse atını, kimseye muhtaç olmamak ve iffetli bir şekilde yaşamak için besler. Sonra da Allah'ın, o atın boynu ve sırtı üzerindeki hakkını unutmaz. İşte at bu kişi için vasıtasıdır. O kimse atı, böbürlenerek ve gösteriş için ve müslümanlara karşı kullanmak için besler. İşte bu kimsenin beslediği at kendisi için bir günah işleme vasıtasıdır. Buhari, K. el-Müsâkat, bab: 12, K. el-Cihad b. 48/Müslim K. ez-Zekât bab: 24 I İN. 987

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın, Allah'ın hak Peygamberi olduğunu bildikleri halde ona tabi olmayan Yahudileri kınamaktır.

Âyet-i kerime’de geçen kelimesinde ifade edilen miktarın ölçüsünün ne olduğu hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

a- Muaz b. Cebel, Abdullah b. Ömer, Asım b. Ebinnücud, Ebû Hureyre ve Übey b. Kâ'ba göre bir kıntar, bin iki yüz Ukıyyedir. Bir Uk'iyye bir "Rıtl"ın on ikide biri. Bir "Rıil" ise yaklaşık 2564 gramdır.

Bu hususta Taberi, Übey b. Kâ'b'ın Resûlüllahtan, bir kınların bin iki yüz Ukiyye olduğuna dair bir hadis Rivâyet ettiğini zikretmiştir.

b- Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bir Kıntar, bin iki yüz Dinardır. Bu hususta da Taberi Hasan-ı Basrinin, Resûlüllahtan Mürsel bir hadis Rivâyet ettiğini zikretmiştir.

c- Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bir Kıntar'dan maksat, on iki bin Dirhem veya Bin Dinardır.

d- Said b. el-Müseyyeb, Katade, Ebû Salih ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre bir Kıntar, seksen bin dirhem veya yüz Rıtl'dır.

e- Mücahid ve Abdullah b. Ömerden nakledilen başka bir görüşe göre bir Kıntar, yetmiş bin Dinardır Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 32

f- Ebû Nadraya göre bir Kıntar, bir öküz derisi dolusu kadar altındır Bkz. Darimi, K. Fadail el-Kur'an bab: 30, 31

Rebi' b. Enese göre bir Kıntar "Çokça mal" demektir.

Taberi diyor ki: " Arapçayı bilen ilim erbabı, Arapların kınları belli bir ölçüyle smirlamadaklarını, bu kelimenin, ağırlığı ölçülen cisimler için kullanıldığını söylemişlerdir. Bu görüşün isabetli olması gerekir. Çünkü o belli bir miktar olsaydı yukarıda izah edilen farklı görüşler ortaya çıkmazdı. Kıntar hakkında doğru olan görüş Rebi' b. Enesin dediği gibi onun "Çok mal" demek olduğunu söyleyen görüştür.

Âyette geçen ve "Kıntar" kelimesinin pekiştirici sıfatı gibi tercüme edilen kelimesinden maksat, Rebi' b. Enes, Katade ve Dehhaka göre "kat kat ve çokça" demektir. Süddiye göre ise bu kelimeden maksat, "Dinar ve dirhem şeklinde basılmış" demektir.

Taberi diyor ki: "Kıntar kelimesinin ifade ettiği miktar hakkında Enes b. Mâlikin, Resûlüllahtan bir hadis Rivâyet ettiği zikredilmektedir. O da Resûlüllah’ın "Kıntar iki bindir." Hadisidir, Şâyet bu hadisin senedi sahih olsaydı bunu bırakıp başkasına başvurmazdık.

Âyet-i kerime’de, atların sıfatı olarak zikredilen ve "Besili" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Said b. Cübeyr, Abdurrahman b. Ebza, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri Rebi' b Enes ve Mücahidden nakledilen bir görüşe göre kelimesinden maksat, "Otlayan" demektir.

b- Mücahid, İkrime, ve Süddiden nakledilen başka bir görüşe göre burada geçen kelimesinden maksat, "Güzel ve mükemmel" demektir.

c- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre kelimesinden maksat "Nişaneli ve alâmetli" demektir.

d- İbn-i Zeyde göre kelimesinden maksat, "Cihad için hazırlanmış" demektir.

Taberi diyor ki: "Atların sıfatı olarak zikredilen kelimesi hakkında beyan edilen görüşlerden tercihe şayan olan "Alaca olarak nişanlanan ve güzel görünümlü olan" demektir. Zira Arapçada kelimesinin mânâsı "Nişanlanmak ve belirtmek" demektir. Güzel görünümlü atlar, Allahü teâlâ tarafından, renkleri ve alacahklarıyla nişanelenmiş, şekilleri güzel gösterilmiştir.

Âyet-i kerime’de zikredilen diğer "Hayvanlardan maksat ise, En'am suresinin yüz kırk üç ve yüz kırk dördüncü âyetlerinde zikredilen, koyun, keçi, sığır ve devedir.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Varılacak güzel yer ise Allah'ın katındadır." buyrulmaktadır.

Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki "Kıyamet gününde Allah'ın nezdinde can yakıcı azap ve dehşetli bir ceza bulunduğu halde, nasıl oluyor da Allah'ın katında varılacak güzel bir yer bulunduğu zikrediliyor? Cevaben denilir ki: "Burada, özel vasıftaki insanların varacakları yer bildirilmektedir. Bunlar da takva sahibi mü’minlerdir. Eğer o varılacak güzel yerin neresi olduğu sorulacak olursa oranın, bundan sonra gelen âyette, Allahü teâlânın zikrettiği yer olduğu söylenir.

15

Ey Rasûlüm, de ki: "Size, bundan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’tan korkanlar için rableri katında, altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kullarını çok iyi görendir.

Ey Rasûlüm, de ki: "Dünya hayatının çok sevilen geçimliklerinden daha üstün ve hayırlısını size bildirip öğreteyim mi? Şöyle ki: Allah'ın farzlarım yerine getirip yasaklarından kaçınarak ona itaat eden ve ondan korkanlar için rableri katında, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetler, dünyadaki kadınlarda bulunan hayız ve nifas gibi tiskindirici şeyler kendilerinde bulunmayan tertemiz eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah, kullarının yaptıklarını çok iyi görür. Kimin kendisinden korktuğunu, kimin de kendisine karşı çıkıp isyan ettiğini iyi bilir. İyilik yapanı mükâfaatlandırır, kötülük yapanı ise cezalandırır.

* Müfessirler, bu âyetteki soru cümlesinin nerede bittiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a-

Bazılarına göre ifadesinde bitmiştir. Buna göre âyetin mânâsı "Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?" demektir.

Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

b-

Diğer

bazılarına göre soru ifadesinde bitmiştir. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir: "Ben size, rablerinden korkanlar için daha hayırlı olanı haber vereyim mi?"

Allahü teâlâ burada, en sonunda cennetlikleri rızasına kavuştaracağını zikretmiştir. Çünkü nimetlerin en yücesi, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Bu sebeplerdir ki mü’minler birbirlerine dua edip en iyi dileklerini sunarlarken "Allah senden razı olsun" temennisinde bulunurlar. Bu hususta Ebû Said el-Hudriden Resûlüllah’ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir:

"Allah, cennetliklere, "Ey cennetlikler," diye seslenecek, onlar da "Lebbeyk ve Sa'deyk" "Emret, emret. Emrinle mutluyuz, emrinle mutluyuz ey rabbimiz. Hayır senin ellerindedir." derler. Allah da "Razı oldunuz mu?"diye sorar. Onlar da "Ey rabbimiz, nasıl razı olmayalım? Sen bize, yaratıklarından hiçbir kimseye vermediğin nimetleri verdin." derler. Allah: "Ben size, bunlardan daha üstünün vereyim mi?"der. Onlard da "Ey rabbimiz, bunladan daha üstün ne olabilir?" derler. Allah da "Sizin üzerinize rızamı indiririm, artık ondan sonra size bir daha gazap etmem."der Müslim, K. el-Cennet, bab: 9 Hadis No: 2829

16

Onlar şöyle derler: Rabbimiz, şüphesiz biz iman ettik. Günahlarımızı bağışla ve bizi cehennem azabında koru.

O takva sahipleri, Allah’a şöyle yalvaranlardır: Ey rabbimiz, şüphesiz ki biz sana, Peygamberine ve Peygamberlerinin senin katından getirdiklerine iman ettik. Sen bizim günahlarımızı affınla ört ve bizi cehennem azabından koru. Onunla bize azap etme.

17

Onlar, sabredenler, doğru söyleyenler, itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vaktitlerinde af dileyenlerdir. .

Allah'ın cennetine ve rızasina erişecek olan o takva sahipleri, sıkıntılarında ve zorluk anlarında ve haram işlememek için sabredenler, imanlarında, sözlerinde ve işlerinde doğru olanlar, Allah’a itaat edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar, seher vakitlerinde de rablerinden af dileyenlerdir.

* Müfessirler bu âyette zikredilen ve "Af dileyenler" diye tercüme edilen (......) kelimesinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katadeye göre, buradaki (......) kelimesinden maksat, "Seher vakitlerinde namaz kılanlar" demektir.

b- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Enes b. Malik ve Cafer b. Muhammed göre buradaki (......) kelimesinden maksat, seher vakitleride Allah’tan affedilmelerini dileyenlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

c- İbn-i Zeyde göre ise buradaki (......) kelimesinden maksat, sabah namazlarını cemaatle camilerinde kılanlardır.

18

Allah, kendisinden başka ilâh olmadığına, adaleti ayakta tutarak şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler. Allah’atn başka ilâh yoktur. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Allah, yarattıkları arasında adaleti ayakta tutarak, kendisinden başka ilâh olmadığına, bütün varlıkların yaratıcısı olması hasebiyle kendisinden başka hiçbir şeyin gerçek ibadete layık olmadığına şahitlik etmiştir. Melekler ve ilim sahipleri de Allah’tan başka ilâh olmadığına, Allah’tan başkasını rab edinenlerin yalancı olduklarına şahitlik etmişlerdir. Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır. O, her şeye galiptir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

Müfessirler, bu âyette zikredilen "Allah şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de şahitlik ettiler." ifadelerindeki şahitliği çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir.

a-

Bazılarına göre buradaki şahitlikten maksat, bilinen bir şeyi haber vermedir. Buna göre Allah'ın şahitliği, kendi varlık ve birliğini haber vermesidir. Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise, Allah'ın kendilerine bildirdiği varlığı ve birliğini haber vermeleridir.

b-

Diğer

bazılarına göre ise, Allah'ın şahitliği, kendisinin, mevcudatı yaratarak varlığını göstermesidir. Meleklerin ve âlimlerin şahitliği ise Allah'ın varlığını gösteren mevcudatı görüp bu sebeple Allah'ın varlığını kabu etmeleridir.

"Adaleti ayakta tutma" sıfatının kime ait olduğu hakkında da farklı görüşler zikredilmiştir. Taberinin tercih ettiği görüşe göre bu, Allahü teâlânın sıfatıdır. Buna göre âyetin mânâsı, mealde zikredildiği gibidir.

Diğer bazı âlimlere göre de bu sıfat, ilim sahiplerine aittir. Bu görüşe göre âyetin meali şöyle olmaktadır: "Allah, melekler ve adaleti yerine getiren ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına şahitlik etmişlerdir". Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetinin, Hazret-i İsaya isnad etmiş oldukları "Allah'ın oğlu" şeklindeki iddialarını reddetmiş, kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını eşi benzeri ve emsali bulunmadığını beyan etmiştir. Buna hem bizzat kendisini hem de Meleklerinin ve âlim kullanılın şahitlik ettiklerini beyan etmiştir. Böylece Resûlüllah ile asılsız bir tartışmaya girişen Hristiyan Necranlıların heyetine cevap vermiş ve onları susturmuştur.

19

Şüphesiz ki Allah katında din, İslamdır. Kendilerine kitap verilmiş olanlar, aralarındaki ihtiras yüzünden ancak kendilerine Hini geldikten sonra ayrılığa düştüler. Kim, Allah'ın âyetlerini inkâr ederse şüphesiz ki Allah, hesabı çabuk görendir.

Şüphesiz ki Allah'ın, şeriat olarak Peygamberi vasıtasıyla gönderdiği ve ondan başkasını kabul etmediği hak din, İslamdır. Kendilerine İncil verilen Hristiyanlar, aralarındaki düşmanlıktan, başkanlık, saltanat ve Hükümdarlık ihtirası yüzünden, ancak kendilerine ilim geldikten ve gerçeği tam olarak anladıktan sonra ihtilafa düştüler. Kim, Allah'ın, düşünüp ibret alacaklar için ortaya koyduğu âyet ve delillerini inkâr ederse bilsin ki Allah, çok hızlı hesap görendir. Her insanın amelini kolaylıkla ve süratle tesbit edip karşılığını verendir.

"Allah, hesabı çok çabuk görendir." demek, Allah, bütün yaratıkları en kısa zamanda hesaba çeker ve bir işi yapması onu, diğer işten alıkoymaz." demektir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyrulmaktadır. "Kim İslamdan başka bir din ararsa onun dini asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Âl-i İmran sûresi 3/85

Taberi diyor ki: "Burada zikredilen "Din" kelimesinin asıl mânâsı "itaat etmek ve boyun eğmek"tir. "İslam" kelimesinin mânâsı da "Zelil bir şekilde boyun eğmek ve teslim olmak"tır. Bu mânâlara göre âyetin izahı şöyledir: "Allah katında gerçek itaat, dillerin ve kalblerin boyun eğerek Allah’a kulluklarını ikrar etmeleri, emir ve yasaklarında zelil bir şekilde itaat etmeleridir. Bu hususta böbürlenmemeleri, itaatten ayrılmamaları herhangi bir yaratığını ilahlıkta ve rablıkta ona ortak koşmam al and ir.

Âyette "Kendilerine kitap verildiği" zikredilen kimselerden maksat, Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre, kendilerine İncil verilen Hristiyanlardır. Allahü teâlâ, bunlara, İsa hakkında ve diğer hususlarda doğru olanı bildirdikten sonra onlar, sadece birbirlerine düşmanlıklarından, başkanlık ve saltanat sevdalarından dolayı bu hususlarda ihtilafa düşmüşler. Hazret-i İsa hakkında çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır. Onların bu ihtilafları, cehaletlerinden değil, birbirlerine düşmanlıklarından, mal ve mevki hırslarındandır.

Rebi' b. Enese göre ise bu âyette zikredilen "Kendilerine kitap verildiği halde ihtilafa düşenler"den maksat, Yahudilerdir. Çünkü, Hazret-i Mûsaya ölüm gelip çatınca İsrailoğullarından yetmiş kadar âlimi çağırdı ve Tevratı olanlara teslim etti ve Tevratın koruyuculuğunu onlara verdi. Fakat her âlim Tevratın bir bölümünü yanına aldı. Mûsa öldükten sora yerine Yuşa b. Nün geldi. Birinci, ikinci ve üçüncü asırlar geçince Yahudilerin arasına ayrılık düştü. Bunlar, o yetmiş kişinin âlim olan evlatlarındandı. Öyle ki, onlar birbirlerinin kanlarını döktüler. Aralarında kötülükler oldu ve bu işi de "Kendilerine ilim verilenler" sırf dünyanın mülk ve saltanatına olan hırslarından dolayı yaptılar. Bunun üzerine Allah da onlara zorbalarını musallat kıldı. Rebi b. Enes diyor ki: Hazret-i Ömerin oğlu Abdullah bu âyeti çokça okur ve derdi ki: "Kendilerine kitap verilenler sırf düyyanin malını ve saltanatını istemelerinden dolayı ihtilafa düşmüşledir. Vallahi bize de ihtilaf, dünyaya düşkünlükten gelmiştir. Aslında bizi, Allah'ın kitabı ve Resûlüllah’ın sünnetine göre idare eden ve onların mucibince bizden hesap soran bir kişi başımızda bulunduktan sonra bizim ona karşı çıkmamızı gerektiren herhangi bir sebep yoktur. Fakat bize ihtilaflar, dünyaya düşkün olma yüzünden gelmiştir."

20

Eğer seninle mücadele ederlerse de ki: "Ben, Allah’a yöneldim. Bana tabi olanlar da. Kendilerine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara de ki: "İslam oldunuz mu?" Eğer Müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar. Şâyet yüzçevirirlerse sana düşen sadece tebliğdir Allah, kullarını çok iyi görendir.

Şâyet Hristiyanlar, İsa hakkında seninle tartışmaya girer ve bâtıl iddialarla seninle cedelleşirlerse de ki: "Ben, dilimle, kalbimle ve bütün azalarımla yalnızca Allah’a boyun eğip teslim oldum. Bana tabi olanlar da Allah’a teslim oldular. Kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristiyanlarla okur yazarlığı olmayan Arap müşriklerine de ki: "Teslim oldunuz mu? Yani, Allah'ın birliğini kabul edip ibadeti ve ilahlığı sadece ona tahsis ettiniz mi? Şâyet onlar Müslüman olurlarsa, yani boyun eğip sadece Allah’a kulluk ederlerse, şüphesiz ki onlar, doğru yolu bulmuş olurlar. Eğer onlar, senin davet ettiğin tevhid inancından, İslamdan yüzçevirirlerse, Ey Rasûlüm, bil ki sen, sadece tebliğ edicisin. Sana düşen ancak, ilahi hükümleri tebliğ etmektir. Allah, kulların yaptıklarını çok iyi görendir. Onlara, amellerinin karşılğım verecektir.

Peygamber efendimiz, bütün insanlığın, kendisini Peygamber olarak kabul edip İslam dinine iman etmesi gerektiğini beyan ederek buyuruyor ki: "Muhammedin nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki bu ümmetten herhangi bir kimse Yahudi ve Hristiyan da olsa, beni duyduğu halde bana gönderilenlere iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur. Müslim, K. el-inıan, bab: 240, Hadis No. 153

21

Allah'ın âyetlerini inkâr edenleri, haksız yere Peygamberleri öldürenleri ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenleri can yakıcı bir azapla müjdele.

Ey Rasûlüm, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, Allah'ın, âyetlerini inkâr edenleri, Zekeriyya, Yahya ve benzeri Peygamberleri haksız yere öldürenleri ve yine insanlardan, adaleti emredip Allah’a isyan etmeyi yasaklayan kimseleri öldürenleri, can yakıcı bir azapla müjdele.

Bu âyet-i kerime, her ne kadar özel olarak Yahudi ve Hristiyanlardan bir gurup hakkında nazil olmuşsa da hükmü geneldir. Yani, bu çeşit fiilleri işleyen herkes, sonunda can yakıcı bir azaba uğrayacaktır.

Ma'kil b. Ebi Miskin, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyette zikredilen "Adaleti emredenlerden maksat, İsrailoğullarının, Allah'ın gönderdiği vahyi insanlara tebliğ edenleridir. İsrailoğulları, Peygamberlerini öldürdükleri gibi böyle olan isanları da öldürürlerdi. Bu hususta Ebû Ubeyde b. el-Cerrah diyor ki: "Dedim ki "Ey Allah'ın, Resulü, kıyamet gününde insanlardan azabı en şiddetli olacak olanlar kimlerdir?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Bir Peygamberi öldüren veya kötülüğü emredip iyiliği yasaklayandır." Sonra Resûlüllah bu âyeti ve bundan sonra gelen âyeti okudu ve daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebû Ubeyde, İsrailoğulları, bir günün başlangıcında kırk üç Peygamber öldürmüşlerdir. Bunun üzerine İsrailoğullarının ibadetlerini eksiksiz olarak yerine getirenlerden yüz on iki kişi, Peygamberleri öldürenlere iyiliği emredip kötülükten sakmdirmaya girişmişler, bunun üzerine, Peygamberleri öldürenler o kimseleri de günün sonunda öldürmüşlerdir. Aziz ve Celil olan Allah işte bu âyetinde bu kimseleri zikretmektedir."

22

İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa çıkanlardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

İşte o, Allah'ın âyetlerini inkâr eden, haksız yere Peygamberleri öldüren ve insanlara adaletli olmayı emredenleri katledenler hem dünyada hem de âhirette amelleri boşa gidenlerdir. Dünyada kendilerine lanet okunması ve kınanmaları ile amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlar, bâtıl bir yolda va sapıklık üzere bulunmuşlardır. Bu sebeple Allah onların adım sanını yok etmiş, onları lanetlemiş ve yüzlerindeki maskeyi düşürmüştür. Âhirette ise nimetlerden mahrum olmaları ve cehennemde ebedi kalmaları ile amelleri boşa çıkacaktır. Onların, Allah’a karşı herhangi bir yardımcıları ve Allah'ın azabından kurtaranları da yoktur.

23

Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına çağmlıyorlar da sonra onlardan bir kısmı yüzçeviriyor. Zaten onlar, devamlı yüz çevirenlerdir.

Ey Rasûlüm, kendilerine Tevrattan biraz pay verilen o insanları görmez misin? Onlar, seninle tartıştıkları bazı konularda, aralarında hüküm vermesi için Allah'ın katından geldiğini kabul ettikleri Tevratin hükümlerine çağırılıyorlar da içlerinden bir gurup yüzçeviriyor. Zaten onlar, bile bile yüzçeviren bir topluluktur..

Müfessirler, bu âyette Yahudilerin, hükmünü kabul etmeye davet edildikleri kitabın hangi kitap olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbasa göre bu kitaptan maksat, Tevrattır. Resûlüllah, çeşitli fırkalara ayrılan Yahudileri, Tevratın, neshedilmemiş bazı hükümlerini kabul etmeye davet etmiş fakat Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Âyet-i kerime bu hususa işaret etmektedir. Said b. Cübeyr ve İkrime bu hususta Abdullah b. Abbasın şunları söylediğini rivâyet etmişlerdir. "Resûlüllah, Medinedeki "Beytül Medaris" denen yerde bir Yahudi topluluğunun yanına vardı ve onları Allah’a davet etti. Nuaym b. Amr ve Haris b. Zeyd, "Ey Muhammed, sen hangi din üzeresin?" dediler. Resûlüllah de: "İbrahimin milleti ve dini üzereyim." dedi. Onlar, "İbrahim Yahudi idi." dediler. Resûlüllah da onlara: "O halde gelin Tevrata baş vuralım. Bizimle sizin aranızda o bulunsun." dedi. Onlar kabul etmediler. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi ve bundan sonra gelen âyeti indirdi.

b- Katade ve İbn-i Cüreyce göre ise bu âyette Yahudilerin, hükmünü kabul etmeye davet edildikleri kitaptan maksat, Resûlüllah’a indirilen Kur'an-ı Kerimdir. Resûlüllah, Yahudileri, aralarında hak ile hüküm vermek için Kur'ana davet etmiş fakat Yahudiler bundan yüzçevirmişlerdir. Bu hususta Katadenin, şunları söylediği rivâyet edilmiştir: "Bu âyette davet edildikleri zikredilenler, Allah düşmanı Yahudilerdir. Onları aralarında hüküm varılmak için Allah'ın kitabı Kur'ana ve aralarında hüküm vermesi için Hazret-i Muhammede çağırılmışlardır. Fakat onlar, Hazret-i Muhammedi kendi ellerinde bulunan Tevrat ve încilde yazılı olarak buldukları halde onun davetinden yüzçevirmişler, kabul etmemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan Resûlüllah’ın hicret ettiği Medinenin çevresinde bulunan Yauhidilerin iman ettikleri Tevratın hükümlerini kabule çağırıldıklarını söyleyen görüştür. Resûlüllah. Yahudileri Tevrata, kendileriyle ihtilaf ettiği hususlar için davet etmiştir. Aralarında ihtilaf ettikleri hususlar, Resûlüllah’ın Peygamberliği de olabilir, Hazret-i İbrahimin Peygamberliği ve dini de olabilir. İslamı kabul etmeleri de olabilir, herhangi bir cezanın tesbiti hususu da olabilir.

Çünkü Yahudiler, bütün bu meselelerde Resûlüllah ile ihtilafa düşmüşler, Resûlüllah da onları Tevratın hükmüne davet etmiş, onlar ise bunu kabul etmemişler bazıları da Tevratın hükümlerini Resûlüllahtan gizlemeye çalışmışlardır. Âyet-i kerime’de, Resûlüllah’ın, Yahudileri hangi hususta Tevratın hükmüne davet ettiği beyan edilmemektedir. Bu itibarla, bizim, ihtilaf konusu mesele için "Şu meseledir." dememiz, delilsiz bir iddia olur. Zaten bizim, o meseleyi bilmeye ihtiyacımız da yoktur. Çünkü Yahudiler, yukarıda zikredilen bütün bu meselelerde Resûlüllah’ın davetini kabul etmek zorundaydılar. Fakat onlar kabul etmediler ve Allahü teâlânın kitabında yerilmeyi hak etmiş oldular.

24

Bu onların, "Ateş bize sadece sayılı bir kaç gün dokunacaktır." demelerindendir. Yaptıkları iftiralar, dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.

Yahudilerin, Tevratın hükmüne karşı çıkmalarının gerekçesi şu sözleridir. "Ateş bize sadece buzağıya taptığımız kırk gün müddetle dokunacaktır."

Yani, "Tevrata karşı çıkabiliriz. Zira biz, sadece buzağıya taptığımız gün sayısı kadar yanacağız." Onları, dinleri hususunda "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." diyerek uydurmuş oldukları yalanlan ve hurafeler aldatmıştır.

25

Geleceğinde şüphe olmayan günde onları topladığımız ve herkesin kazandığı kendisine tam olarak verilip hiçbir haksızlığa uğratılmadığı zaman onların halleri ne olacak?

Onları, gelmesinde şüphe olmayan âhiret gününde bir araya toplayacağımız zaman onların hali ne olacaktır? O korkunç günde onların görecekleri azap ve cezalandırma ne büyük olacaktır. O gün harkese kazandığı hayır ve şerrin karşılığı tam olarak verilecek ve kimse zulme uğratılmaktan ve hakkının yenmesinden korkmayacaktır. Çünkü iyilikte bulunanın iyiliği eksiltilmeyecek, kötülük yapan ise hak ettiği cezadan fazlasıyla cezalandırılmayacaktır.

26

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey mülkün sahibi Allah’ım, mülkü dilediğine verir dilediğinden de o mülkü alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen, her şeye kadirsin.

Ey mülkün sahibi, ey dünya ve âhiret hükümranlığını elinde bulunduran Allah’ım, sen mülkü dilediğine verir onu malik yapar ve onu dilediğine hakim kılarsın. Dilediğinden de mülkü alıp onu mahrum edersin. Mülkü ve hükümranlığı dilediğine verir onu aziz kılarsın. Dilediğinden de mülkü ve hükümranlığı alır, düşmanlarım ona musallat ederek zelil kılarsın. Hayır ancak senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kadirsin. Senden başka hiçbir kimsenin bunlara gücü yetmez.

Bu âyet-i kerime, hükümranlığın Allah’a ait olduğunu, yarattıkları üzerinde dilediği gibi tasarrufta bulunuğunu, kendi hikmeti gereği bazılarını aziz bazılarını da zelil kıldığını, buna kimsenin müdahale edemeyeceğini beyan etmektedir. Katade diyor ki: "Bu Âyeti kerime, Resûlüllah’ın, İranın ve Bizansın yönetiminin ümmetine verilmesini istemesi üzerine nazil olmuştur. Ve mülkün asıl sahibinin Allahü teâlâ olduğunu, onu kullarından dilediğine verip dilediğinden de çekip alacağını beyan etmiştir.

27

Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarırsın ve dilediğini de hesapsız olarak rızıklandırırsın.

Ey Allah’ım sen, eksilttiğin gecenin saatlerini, uzattığın gündüzün içine ve gündüzün saatlerini de gecenin içine katarsın. Sen ölü olan meniden diri olan insanı çıkarır, diri olan insandan ölü olan meniyi çıkarırsın. Dilediğini de hesapsız olarak rızıklandırırsın. Zira senin hazinelerin eksilmez.

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, Dehhak ve İbn-i Zeyd "Gecenin gündüze, gündüzün de geceye katılmasını" gece ve gündüzün uzayıp kısalması olarak tefsir etmişlerdir. Yani geceler kısaldığında kısaltılan saatler gündüzlere, gündüzler kısaltıldığında da kısaltılan saatler gecelere eklenir." demişlerdir.

"Ölüden dirinin, diriden de ölünün çıkarılması" ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Mes'ud, Mücahid, Dehhak, İsmail b. Ebi Halid, Katade, Said b. Cübeyr ve İbn-i Zeyde göre bu ifadeden maksat, bütün canlı varlıkların, ölü mahiyetinde olan meniden, meninin de canlı varlıklardan çıkarılmasıdır,

b- İkrimeye göre ise, "Çekirdekten hurma ağacının, hurma ağacından çekirdeğin, taneden başağın, başaktan tanenin, yumurtadan tavuğun, tavuktan da yumurtanın çıkarılmasıdır.

c- Hasan-ı Basriye göre bu ifadeden maksat, ölü mahiyetinde olan kâfirden mü’minin, mü’minden de kâfirin çıkarılmasıdır. Hasan-ı Basri demiştir ki: "Mü’minin gönlü diri olduğu için ona "Diri" kâfirin kalbi de "Ölü" olduğu için ona da "Ölü" denilmiştir."

Taberi, bu görüşlerden

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, diriden maksadın, insan, ölüden maksadın da meni olduğunu söylemiştir. Taberi, diri olan varlığın cisminden koparılan veya ayrılan he şeye "Ölü" dendiğini, meni de insanın vücudundan ayrıldığı için ona bu ismin verildiğini bu meniden de canlı varlıklar meydana geldiği için onlara da "Diri" dendiğini zikretmiştir. Taberi bu âyetin "Allah’ı nasıl inkâr ederseniz? Halbuki siz, ölüler idiniz sizi o diriltti. Sonra öldürecek, sona tekrar diriltecektir. Nihâyet ona döndürüleceksinz. Bakara sûresi, 2/28 âyetine benzediğini söylemiştir.

Taberi diyor ki "Bu ifadeyi" Taneden başak, başaktan tane, yumurtadan tavuk, tavuktan yumurta, mü’minden kâfir, kâfirden mü’min çıkarma." şeklinde izah edenlerin izahlarının makul bir yönü varsa da âyetin zahirinin, insanlar arasında kullanılan dile göre yorumlanması daha uygundur.

28

Mü’minler, mü’minleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah’tan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Sonunda dönüş ancak Allah’adir.

Mü’minler, diğer mü’min kardeşlerini bırakıp ta düşmanları olan kâfirleri dost ve yardımcı edinmesinler. Dinleri hususunda onlarla samimi olup müslümanların sırlarını onlara aktarmasınlar. Bunu yapanların, Allah’tan bekleyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah onlardan beridir. Onlar da Allah’tan uzaktırlar. Ancak kâfirlerden çekinme haliniz müstesnadır. Bu durumda dillerinizle dostluğunuzu söyleyip kalblerinizle onlara düşmanlık besleyebilirsiniz. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Ona karşı isyan etmeyin ve düşmanlarım dost edinmeyin. Öldükten sonra dönüşünüz ancak Allah’adir. O, sizleri âmellerinize göre hesaba çekecektir.

* Bazı mü’minlerin, Yahudilerden arkadaşları vardı. Onlarla dostluk kuruyorlardı. Sahabilerin bir kısmı bunlara "Yahudilerden uzak durun. Sizi dininizden çıkarıp iman etmenizden sonra sizi saptırmasınlar. Onlarla arkadaşlıktan çekinin" demişlerdi. Buna rağmen, dostluk kuran mü’minler bu öğüdü dinlemediler ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Abdullah b. Abbas, İkrime, Ebul Âliye ve Dehhak, "Takiyye'nin dille olabileceğini, amel ile caiz olmadığını söylemişlerdir. Yani, kâfirlerin hakimiyeti altında bulunan kimseler, onlar tarafından, hayati bir tehlikeye düşecek şekilde tehdit edildikleri takdirde dilleriyle günah olan sözleri söyleyebilirler. Kâfirlerin dostları olduklarını lisanen ifade edebilirler. Fakat bir puta secde etmeleri istendiğinde tehdit ne olursa olsun boyun eğmeleri caiz olmaz. İkrime, tehdit edilen kişinin hayati bir tehlike karşısında, kendisinden isteneni söyleyebileceğini ancak başka bir müslimanın kanını akıtamayacağını ve malını gaspedemeyeceğini söylemiştir.

Katade ise burada zikredilen "Onlardan sakınmanız hali müstesnadır." diyen tercüme edilen ifadesini "Ancak sizinle akraba olan kâfirler müstesnadır. Onlara akrabalık alakası gösterebilirsiniz." şeklinde izah etmiştir.

Taberi, Katadenin bu izahının, âyetin zahirinden uzak olması hasebiyle makbul olmadığını söylemiştir.

29

De ki: "içinizde olanı gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadirdir.

Ey Rasûlüm, kâfirleri dost edinen şu insanlara de ki: "Sizler, kâfirleri dost edinme meselesini içinizde gizleseniz de, dillerinizle ve davranışlarınızla açığa vursanız da Allah onu bilir. Çünkü hiçbir şey ona gizli değildir. Allah, göklerde bulunanları da yerde bulunanları da bilir. O halde Allah, kalbinizde bulunan, kâfirlere muhbbet besleme duygusunu veya bu duygunuzu açıkça göstermenizi nasıl olur da bilmez Allah, her şeye kadirdir. Kâfirlere karşı dostluk beslemenizin cezasını derhal verebilir.

30

Herkesin, yaptığı hayırı ve işlediği kötülüğü hazır bulacağı o kıyamet gününde kişi, yaptığı kötülükle kendisi arasında uzun bir mesafe bulunmasını isteyecektir. Allah, sizi, kendisinden sakındırır. Allah, kullarına karşı çok merhametlidir.

Ey mü’minler, o günü düşünün ki, herkes yaptığı hayırı ve işlediği kötülüğü önünde hazır bulacak, işlediği kötülük ile kendi arasında uzun bir mesafe bulunmasını arzu edecektir. Allah, sizleri kendisinden sakındırır. O gün, azabına uğramaktan kaçınmanızı ister. Allah, kullarına karşı çok merhametli olandır. Kullanın ceza ve gazabından sakındırması da merhametininin gereğidir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’yi, irabına göre şu şekillerde izah etmişlerdir:

Bazılarına göre bu âyetin mânâsı şöyledir; Kişi yaptığı hayır ve işlediği kötülükleri önüne serilmiş vaziyette gördüğü o kıyamet gününde kendisiyle o günün arasında uzun bir mesafe bulunmasını arzular."

Diğer

bazılarına göre ise mânâ şöyledir: "Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı önünde hazır bulacaktır. İşlediği kötülüklerle kendisi arasında da uzak bir mesafe bulunmasını arzulayacaktır.

Yine

diğer

bazılarına göre âyetin mânâsı şöyledir: Hatırlayın o günü ki herkes yaptığı hayırı hazır bulacaktır. Şâyet bir kötülük işlemiş ise de onun, kendisinden çok uzak olmasını isteyecektir.

Başka bir kısım alimlere göre ise âyetin izahı şöyledir: Allah sizi, kendisinden o günde korkutur ki, o gün herkes yaptığı hayırı önünde hazır bulacaktır. Kişi o gün işlediği kötü amel ile kendisi arasında uzun bir mesafe olmasını ister.

31

De ki: "Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Ey Muhammed de ki: Eğer sizler, gerçekten, Allah’ı sevdiğinizi iddia ediyorsanız iddianızı ispatlamak için bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve geçmişteki günahlarınızı bağışlasın. Allah, günahları çokça bağışlayan ve kullarına karşı çok merhametli davranandır.

Şurası bir gerçektir ki Allah’ı tanıdığını ve sevdiğini iddia eden herkesin Allah'ın Peygamberi olan Hazret-i Muhammedi de tanıması ve sevmesi ve de onun yolundan ayrılmaması gerekir. Resûlüllah’ın yolundan ayrılan herkes, sapıklık içindedir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Kim, bizim, üzerinde bulunduğumuz yolun dışında başka bir amel işlerse o amel reddedilir. Buhari, K. el-İ'tisam, bab: 20, K. el-Büyu' b. 60, K. es-Sulh, bab: 5/Müslim, K. el-Akdiye bab: 17, 18, Hadis No. 1918 /Ebû Davud K. es-Sünne bab: 5 Hadis No. 4606

Müfessirler bu âyetin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi şudur: Resûlüllah döneminde bir kısım insanlar "Biz, rabbimizi seviyoruz." demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirmiş ve Hazret-i Muhammede emretmiştir ki "Biz rabbimizi seviyoruz." diyenlere de ki "Eğer sizler, gerçekten Allah’ı seviyorsanız onun Peygamberi olan bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı affetsin." Böylece Allah’a teala, Hazret-i Muhammede uymayı, sevgisi için bir alâmet, ona karşı çıkmayı da azabı için bir nişane yapmıştır.

b- Muhammed b. Cafer b. Zübeyre göre ise bu âyet Hazret-i İsa hakkında Resûlüllah ile tartışan Necran Hristi yani arının heyeti hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bu son görüş tercihe şayandır. Zira bu surenin başından buraya kadar, doğrudan veya dolaylı olarak Necran heyeti zikredilmiştir. Surenin başından buraya kadar, Resûlüllah döneminde yaşayıp ta "Biz Allah’ı seviyoruz" diyen bir topluluktan bahsedilmemiş, ayrıca Hasan-ı Basriden Rivâyet edilen bu haberin sıhhatine dair herhangi bir delil de bulunmamıştır. Ancak Hasan-ı Basri, bu toplulukla, Necran heyetini kastetmiş olursa o zaman da âyetin nüzul sebebi, bizim tercih ettiğimiz sebep olur. Yani, Allah tela bu âyet-i kerimesiyle kendisini sevdiklerini iddia eden Necran heyeti Hristiyanlarına, Hazret-i Muhammede tabi olmalarını ve ancak ona tabi olduklarında kendisini sevmiş olabileceklerini bildinniş, Allah rızası için Hazret-i İsayı sevdikleri iddialarının da ancak Hazret-i Muhammede tabi olmalarıyla doğru olabileceğini beyan etmiştir.

32

De ki: Allah’a ve Peygambere itaat edin. Şâyet onlar, davet ettiğin şeyden yüzçevirirlerse onlara söyle, şüphesiz ki Allah, bile bile hakkı inkâr eden o kâfirleri sevmez.

Ey Rasûlüm, sana gelen Necran heyetine de ki: "Allah’a ve Peygamberi Muhammede itaat edin. Şâyet onlar, davet ettiğin şeyden yüz çevirirlerse onlara söyle, şüphesiz ki Allah, bile bile hakkı inkâr eden o kâfirleri sevmez.

33

Bak. Âyet 34.

34

Şüphesiz ki Allah, Âdemi, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini birbirinin soyundan olarak âlemlerden üstün kıldı. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

Şüphesiz ki Allah’ı, Âdemi, Nuhu, İbrahim ailesinden olan mü’minleri, İmran ailesinden olan mü’minleri, dini yönden, bütün âlemlerden üstün kıldı. Çünkü onlar müslümandı. Bunlar, din ve takva bakımından, ihlas ve tevhid inancı yönünden birbirlerinden olan soylardır. Allah, kullarının sözlerini işiten ve yaptıklarını çok iyi bilendir.

Katade diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyette iki üstün insanı ve iki salih aileyi zikretmiş ve bunlan âlemlerden üstün kıldığını beyan etmiştir. Hazret-i Muhammed. (sallallahü aleyhi ve sellem) de bu iki aileden biri olan Hazret-i İbrahim ailesindendir.

Âyet-i kerime’de "Onlar birbirlerinin soyundandı." buyuruluyor. Burada onların, kan bağı açısından birbirlerinden olduğu kastedilmeyip, din, takva, dürüstlük bakımından birbirlerinin aynı oldukları, Allah’a itaat ve samimiyette birbirlerine benzedikleri belirtilmektedir. Cenab-ı Hakkın, onları üstün kılması hususu şöyle açıklanabilir:

Allahü teâlâ, Hazret-i Âdemi balçıktan yarattı, ona ruhundan üfledi, melekleri ona saygı için secde ettirdi. Ona her şeyin ismini öğretti. Onu önce cennetine yerleştirip daha sonra, hikmeti gereği yeryüzüne indirdi. Böylece Hazret-i Âdem, diğer varlıklara karşı seçkin bir kimse oldu.

Allahü teâlâ, Hazret-i Nuhu ise, insanların ilk defa putlara tapması ve kendisine ortak koşması zamanında Peygamber olarak gönderdi. Ona uzun ömür verip dokuz yüz elli sene kadar insanları hak yola davet ettirdi. O insanlar, Nuhun enirini dinlemeyince, ona tabi olanların dışında bütün insanları suda boğdu. Böylece Nuhu seçkin bir insan kıldı.

Allahü teâlâ Hazret-i İbrahimi de diğer insanlardan seçmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dahil bir çok Peygamberi onun soyundan göndermiştir.

Burada "Seçilmişler" den olduğu zikredilen îmran ailesinden maksat da Hazret-i Meryemin babası İmrandır. Allahü teâlâ onun soyundan Hazret-i Meryemi ve ondan da insanlığın ilk yaratılışını hatırlatmak üzere, babasız olarak Hazret-i İsayı meydana getimıiş böylece İmran ailesini de seçin kılmıştır.

35

Bir zaman İmranın karısı şöyle demişti: "Rabbim, karnımda taşıdığım çocuğu sadece sana hizmet etmek üzere adadım. Bunu benden kabul et şüphesiz sen, çok iyi işiten, çok iyi bilensin.

Bir zaman Meryemin annesi, İnsanın da ninesi olan, İmranın karısı, Fa-kuz kızı Hanne şöyle demişti: "Ey rabbim, kamımda bulunan çocuğu, yalnızca senin Beytül Makdisine hizmet etmesi için adadım. Benim adak yapmamı kabul et. Şüphesiz ki sen, duamı çok iyi işiten halimi de çok iyi bilensin."

Âyet-i kerime’de zikredilen İmranın karısı, Fakuzun kızı Hannedir. Bu kadın Zekeriya (aleyhisselam)ın karısının kızkardeşidir. Kocası ise Yaşhim oğlu İmran'dır. Hannenin karnındaki çocuğu, Allah'ın evine hizmet etmek için adamasının sebebi Muhammed b. İshak tarafından şu şekilde Rivâyet edilmiştir: Muhammed b. İshak demiştir ki: "Zekeriyya ile îmran, iki bacı ile evlendiler. Bu bacılardan biri, Zekeriyyanm oğlu Yahyanın annesi diğeri ise İmranın kızı Meryemin annesidir. (Yani, Yahya ile Meryem teyze çocuklarıdır.) İmran, karısı Hanne, Meryeme hamile iken vafat etti. Hanne, ileri yaşlarına kadar çocuk do-ğurmamıştı. O, Allahü teâlânın seçkin kıldığı bir ailedendi. Bir gün, bir ağacın gölgesi altında otururken bir kuşun, yavrularını beslediğini gördü ve kendisinin de çocuğu olmasını arzuladı. Allahü teâlâya, kendisine çocuk vermesi için yalvardı bundan sonra Meryeme hamile kaldı. Hamileliği sırasında kocası İmran vefat etti. Hanne de kamında bulunan çocuğu Allah’a adadı. Onu adamasının mânâsı şuydu. Adanan çocuk Kiliseye vakfedilmiş oluyordu. Artık o çocuk sadece Allah’a kulluk ediyor ve ondan dünyevi bir fayda beklenmiyordu.

Âyette zikredilen ve "Sadece sana hizmet etmek üzere" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, dünyevi herhangi bir meşgaleden uzak, hür, Allah’a ibadete tahsis edilmiş" demektir. Mücahid, Şa'bi, Saitl b. Cübeyr, Katade, Süddi, Rebi' b. Enes, Dehhak ve İkrime bu ifadeden maksadın, çocuğun Havra ve Kiliseye hizmet etmeye tahsis edilmesi olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir kimse, dünya işleriden elini çektiği için "Hürriyetine kavuşturulmuş" mânâsına gelen vasfı verilmiştir.

36

Onu doğurunca şöyle dedi: "Rabbim, ben onu kız doğurdum: Halbuki Allah onun ne dourduğunu çok iyi biliyordu. Erkek, kız gibi değildir Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyorum"

İmranın karısı Hanne, adadığı çocuğu doğrunca şöyle dedi: "Ey rabbim, ben, adadığım çocuğu kız doğurdum. Halbuki Allah, her yarattığının ne doğurduğunu çok iyi bilir. Bu sebeple Hannenin bunu belirtmesine gerek yoktu. Hanne, rabbine karşı mazeretini belirterek şöyle devam etti "Erkek kız gibi değildir. Erkek, hizmet etmeye daha elverişlidir. Zira kız, doğum ve hayız gibi durumlardan ötürü, Beytül Makdise yani Kudüsteki mabede bazan giremez. Ayrıca erkek daha güçlü ve daha kararlıdır. Ben çocuğa Meryem adını koydum. Ben -onu ve soyunu, kovulmuş Şeytanın şerrinden sana emanet ediyor ve himayene bırakıyorum.

Allah, İmranın karısının duasını kabul etti. Meryemi ve oğlu İsayı Şeytanın şerrinden korudu. Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğu Rivâyet ediliyor:

"Doğan hiçbir çocuk yoktur ki, anasından doğrdu anda Şeytan ona dokunmuş olmasın. Çocuk, Şeytanın bu dokunmasından dolayı ilk defa ağlar. Ancak Meryem ve oğlu İsa bundan müstesnadır."

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: "Bu hususta isterseniz şu âyeti okuyun. "Meryemi ve neslini, kavulmuş Şeytanın şerrinden senin himayene sığındırırım. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 2

Diğer bir hadis-i şerif de şöyle buyuruluyor:

"Bütün insanlar analarından doğdukları zaman, Şeytan onların iki böğrüne dürter. Meryem oğlu İsa hariç, Şeytan ona da dürtmeye teşebbüs etmiş fakat onu koruyan perdeye çarpmıştır. Buhari, K. Bed'iil halk, bab: 11/ Ahmed b. Hanbel, Müsnetl, C. 2 S. 523

Ayrıca Hazret-i Meryemin annesinin bu duası üzerine Hazret-i Meryem ve banın günah işlemedikleri, Allahü teâlânın, Hazret-i İsaya verdiği kesin iman ve ihlas sebebiyle onun, karada yürür gibi denizlerin üzeride de yürüdüğü Rivâyet edilmektedir.

37

Rabbi onu, güzel bir şekilde kabul etti ve onu, güzel bir şekilde yetiştirdi ve Zekeriyyayı, onun bakımına memur etti. Zekkeriyya, Meryemin bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu. "Bu sana nereden geldi ey Meryem? "dedi. Meryem: "O, Allah tarafındandır. Şüphesiz ki Allah, dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır." dedi.

Rabbi Meryemin, Beytül Makdisin hizmetine tahsis edilmesini annesinden güzel bir şekilde kabul etti. Ve Meryemi, erginlik çağına erinceye kadar, yerden biten çiçekler gibi koruyup büyüttü. Zekeriyyayı, onu yetiştirmekle görevlendirdi. Zekeriyya, Meryemin bulunduğu özel yere her girdiğinde onun yanında çeşitli rızıklar buluyordu. Onun yanında yaz mevsiminde kış meyveleri kış mevsiminde de yaz meyveleri görüyordu. Bunun üzerine Zekerriya: "Bu rızıklar sana nereden geliyor ey Meryem?" diye sordu Meryem: "Bunlar, Allah'ın katından gönderilen rızıklardir." diye cevap verdi.

* Âyet-i kerime’de geçen ve "Zekeriyyayi onun bakımına memur etti." şeklinde tercüme edilen ifadesi, İki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz, Medine ve Basra kurraları bunu şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu ifadenin manâsı "Zekeriyya kendiliğinden onun bakımını üzerine aldı." demektir.

b- Bütün Küfe kurraları ise şeklinde harfinin şeddesiyle okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin mânâsı ise "Allah, Zekeriyyayı Meryemi bakmaya vaziflendirdi." şeklindedir. Taberi bu son kıraat şeklini ve bu izah tarzını tercih etmiş ve özetle şunları söylemiştir. "Bize erişen haberlere göre Zekeriyya ile diğer bir kısım insanlar, Hazret-i Meryemi bakıp büyütme hususunda ihtilaf etmişler sonra oklarını Ürdün nehirine atmak suretiyle Kıır'a çekmişler, neticede Kur'a Hazret-i Zekeriyyaya çıkmış ve Meryemi bakıp bütümeyi üstlenmiştir. Kur’an’ın nasıl çekildiği hususunda bir kısım ilim ehli şunu söylemişlerdir: "Oklarını Ürdün nehrine atınca Zekeriyyanin oku, nehrin bir kenarında dikilip kalmış su onu götürememiş, diğer oklan ise alıp gitmiştir. Bu durumda diğer tartışanlar içinde Zekeriyyanın, Meryemin bakımına daha layık olduğunu göstermiştir. Diğer bir kısım âlimler de, kur'ada Zekeriyyanın okunun nehirden yukarı doğru yükseldiğini, diğerlerinin oklarının ise nehire düşüp gittiğini, bunun da Zekeriyyanın Meryeme bakmaya daha layık olduğunu göstermeye delil olduğunu söylemişlerdir.

İkrime: "Bunlar, sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Meryemin işlerine kim bakacak diye kalemlerini atıp kur'a çekerlerken sen, yanlarında değildin. Bu hususta çekişirlerken de yanlarında bulunmuyordun. Âl-i İmran sûresi, 3/44 âyetini izah ederken şöyle demiştir. "Onlar, kalemlerini (asalarını) attılar. Onları su alıp götürdü. Sadece Zekeriyyanın kalemi yukarı doğru yükseldi. Su onu götüremedi. Bunun üzerine Meryemin bakımını Zekeriyya üzerine aldı.

Süddi, "Rabbi onu güzel bir şekilde kabu etti ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi." âyetinin izahında şunları söylemiştir: Annesi Meryemi doğurduktan sora onu bir beze sarmış ve Mabedin mihrabına götürmüştür. (Bazı âlimlere göre ise Meryemi ergenlik çağına eriştikten sonra oraya götürmüştür.) Mabedde Tevratı yazanlar, kendilerine bu gibi kimseler getirildiğinde onun kimin bakıp eğiteceğini tesbit etmek için aralarında kur'a çekiyorlardı. O zaman da Tevratı yazanların en efdali olan Hazret-i Zekeriyya da onların içinde bulunuyordu, Meryemin teyzesi, Zekeriyyanın hanımı idi. Meryemi getirip onun bakımı hususunda aralarında kur'a çekmeye teşebbüs edince Zekeriyya onlara "Buna bakmaya en layık olan kimse benim. Çünkü onun teyzesi benim hanımımdır." dedi. Fakat kur'a çekenler, onun teklifini kabul etmediler. Ürdün nehrine gittiler. Kendisiyle yazı yazdıkları kelemlerini Ürdün nehrine attılar. Kalemi dikilip kalan kimse Meryemin bakımını üstlenecekti. Hepsinin kalemi suya kapılıp gitti. Sadece Zekeriyyanın kalemi sanki çamura saplanmış gibi suyun üzerine saplanıp kaldı. Böylece Zekeriyya Meryemin bakımını üzerine aldı. Onu evine götürdü. Âyette zikredilen "Mihrap"tan maksat da onun evidir.

İkrime ise, Meryemin bakımı işini şöyle anlatmaktadır: Meryemin annesi onu bir beze sararak alıp Hazret-i Mûsanın kardeşi Harunun oğlu olan Kâhinin oğullarına götürdü. Kâhinin oğulları Kâbenin hizmetçileri gibi Beytül Makdisin hizmetçileri idiler. Meryem onlara "Alın bu adağı, ben bunu buraya hizmete adadım. Bu benim kazımdır. Adetli olan, kiliseye giremez ve ben bunu tekrar evime döndürmem." dedi. Onlar da: "Bu bizim İmamımızın kızıdır." dediler. Çünkü İmanın bunların namazlarını kıldıran İmamlan ve kurbanlarını kesen rehberleriydi. Orada bulunan Zekeriyya "Bunu bana verin. Çünkü onun teyzesi benim hanımımdır." dedi. Onlar ise "Bu bizim İmamımızın kızı, gönlümüz onu sana teslim etmeye razı değil." dediler. İşte o zaman, Tevratı yazdıkları kalemlerle kur'a çektiler. Kur'a Zekeriyyaya çıktı. O da Meryemin bakımını üzerine aldı.

Diğer bir kısım âlimler, Hazret-i Zekeriyyanın, Meryemin bakımını üzerine alması hususunda özetle şunları söylemişlerdir: "Meryemin annesi Hanna, Meryemi doğurduktan sonra kocası gibi o da ölmüştür. Zekeriyyanın hanımı Fakuzun kızı "İşâ" Meryemin teyzesi idi. Bu sebeple Zekeriyya Meryemi kur'a çekmeden yanına almış bakıyordu. Fakat İsrailoğullarının uğradıkları şiddetli kıtlıktan dolayı Zekerriyya, Meryemin bakımını devam ettirmekte güçlük çekmeye başladı. Bu sebeple aralarında kur'a çektiler. Yine de Meryemin bakımı Zekeriyya ya düştü. Fakat Allahü teâlâ, Meryeme bol rızıklar verdi ve onu Zekeriyyaya yük yapmadı.

Taberi bundan önceki görüşü tercih etmiş, Hazret-i Zekeriyyanın, Meryemin bakımını daha başlangıçta kur'a ile düstlendiğini söylemiştir.

Âyet-i kerime’de Zekeriyya Meryemin bulunduğu mihraba her geldiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu." buyurulmaktadır. Zikredilen rıziktan maksat, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Mücahide göre mevsimi olmadığı halde görülen üzümdür. Delıhak, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu rızıktan maksat, yaz mevsiminde görülen kış meyveleri, kış mevsiminde de görülen yaz meyveleridir. Muhammed b. İshak'a göre ise, burada zikredilen rızıktan maksat, Zekeriyyanın Meryeme götürdüğü yiyecekler dışında başka rızıklardır.

Âyette zikredilen "Mihrap" kelimesinden maksat, "Mabedin on kısmı" demektir. Aslında her toplantı yerinin ve namazgahın ön kısmına bu isim verilmektedir. Âyet-i kerime’de Zekeriyya (aleyhisselam)'ın Meryeme "Ey Meryem bu sana nereden geldi?" şeklinde rızıklan sorduğu zikredilmektedir. Zekeriyyanin bunu sornıa sebebi şudur, Zekeriyya, Meryemin üzerine yedi kapıyı kilitliyor ve dışarı çıkıyordu. Sonra yanına girdiğinde yaz mevsiminde kış meyvesini, kış mevsiminde de yaz meyvesini buluyordu. Gördüğü bu durumdan dolayı hayrete düşüyor ve Meryeme" Bu sana nereden geldi?" diye soruyor Meryem de bu rızıkların Allah katından gönderildiğini ifade ediyordu.

38

İşte orada Zekeriyya rabbine dua etti. "Ey Rabbim, bana kendi katından temiz bir nesil ihsan et. Şüphesiz ki sen, duayı çok iyi işitensin" dedi.

İşte orada Zekeriyya, kendisinin ihtiyar hanımının da kısır olmasına rağmen, rabbine yönelerek dua etti ve şöyle dedi: "Ey rabbim, katından bana temiz ve salih bir evlat bahşet. Şüphesiz ki sen, sana yalvaranın duasını çok iyi işiten ve kabul edensin.

Âyet-i kerime’de, Zekeriyya (aleyhisselam) Meryemin, hiçbir vasıta olmaksızın belli rızıklarla rızıklandırıldığını görünce, yaşının büyük hanımının da kısır olmasına rağmen, Allah'ın kendisine çocuk vermesini arzuladi. İsta orada rabbinden kendisine temiz bir soy vermesini niyaz etti. Bu hususta Süddi diyor ki: "Zekeriyya, Meryemin bu halini görünce dedi ki "Meryeme kış mevsiminde yaz meyvesini, yaz mevsiminde de kış meyvesini veren rab, bana da müsait olmayışıma rağmen elbette ki çocuk vermeye kadirdir. Sonra kalkıp namaz kıldı. Gizli olarak rabbine şu âyetlerde zikredilen münacaatlarda bulundu. "Hani bir zaman Zekeriyya rabbine gizlice niyaz etmişti." Şöyle demişti: "Rabbim, zayıfladım, bir deri bir kemik kaldım, saçlarım ağardı. Ey rabbim, şimdiye kadar sana dua edip te hiç mahzun ve mahrum olmadım." "Doğrusu ben, kendimden sonra yerime geçecek yakınlarımdan endişelendim. Hanımımın da çocuğu olmuyor. Bana, yerime geçecek bir oğul lütfet." "Bana ve Yakup oğullarına vâris olsun. Onu, rızanı kazananlardan eyle. Meryem sûresi, 19/3-6

"Zekeriyya yi da hatırla. O, bir zaman rabbine: "Rabbim, beni tek başıma evlatsız bırakma. Vârislerin en hayırlısı sensin." diye niyaz etti Enbiya sûresi, 21/89

Taberi diyor ki: "Nesil (zürriyet) kelimesi "Tek bir kimse" mânâsına da gelir. "Çok kimseler" manâsına da. Ancak, burada nesilden maksat, tek bir kimse demektir. Çünkü Zekeriyya (aleyhisselam) başka bir duasında "Bana bir veli (Oğul) bahşet Meryem sûresi, 19/5 demiş. "Veliler bahşet" dememiştir.

39

Zekeriyya mabedde kalkıp namaz kılarken, melekler ona şöyle seslendiler: "Allah sana, kendi sözüyle meydana gelen (İsayı) tasdik eden, efendi, iffetli ve salihlerden bir Peygamber olan Yahyayı müjdeliyor."

Zekeriyya mabedin ön tarafında, ayakta durup namaz kılarken melekler ona şöyle seslenmişlerdi. "Ey Zekeriyya, şüphesiz ki Allah seni, Yahya adında bir oğul ile müjdeliyor. O, babasız olarak yalnızca Allah'ın "Ol" demesiyle meydana gelecek olan İsayı tasdik eden, İbadetinde ve ahlakında milletinin şereflisi olan, son derece iffetli ve salih kullarından bir Peygamberdir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Seslendiler" diye terdim edilen fiili bütün Medine kurcası tarafından ve bir kısım Basra ve Küfe kurrası tarafından, Kur'anda zikredildiği şekliyle müennes fiil olarak okunmuştur. Küfe âlimlerinden bir kısmı ise bu fiili şeklinde, müzekker olarak okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı şudur: "Cebrâil Zekeriyyaya şöyle seslendi." Abdullah b. Mes'ud, âyetin bu cümlesini ikinci kıraatin ifade ettiği manâyı ifade eder şekilde şöyle okumuştur. Süddi de âyete ikinci kıraat şekline göre mânâ vermiş, meleklerden maksadın, sadece Cebrâil olduğunu söylemiştir.

Taberi iki kıraat şeklinin de yaygın ve sahih olduğunu, ancak Hazret-i Zekeriyyaya seslenen kimsenin Cebrâil değil melekler topluluğu olduğunu söylemenin daha doğru olacağını zikretmiş, Kur'an-ı kerimi, te'vilini ihtiyaç olmadıkça Arap dilinde kullanılan en açık ifade şekillerine göre tefsir etmenin daha doğru olacağını söylemiştir. Bu da "Melekler" ifadesinden sadece Cebrâil değil, melekler topluluğu olduğunu gösterir.

Âyet-i kerime’de, meleklerin Hazret-i Zekeriyyayı oğlu Yahya ile müjdelediği zikredilmektedir. "Yahya" kelimesinin asıl mânâsı "Hayatını devam ettiren ve yaşayan" demektir. Katade, Hazret-i Yahyaya bu adın verilmesinin sebebinin, Allah'ın onu imanla ihya etmesi olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Allah'ın sözü ile meydana geldiği bildirilen kişiden maksat, Mücahid, Rakkaşi, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi, Dehhak, Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen Rivâyetlere göre Hzl. İsadır. Çünkü o, Allahü teâlânın "Ol" demesiyle babasız olarak Hazret-i Meryem'in rahminde olmuştur. Bu sebeple ona "Allah'ın sözü" denmiştir.

Taberi diyor ki; Bazı Basralı alimler, burdaki "Allah'ın sözü" ifadesinden maksadın, Allah'ın kitabı olduğunu söylemişlerdir. Onların bu görüşlerine göre tefsir etme, cesaretten başka bir şey değildir."

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "Efendi" diye tercüme edilen "Seyyid" kelimesi Katade ve Said b. Cübeyr tarafından "Halim selim" şeklinde izah edilmiş, Mücahid ve Rakkası tarafından "Allah nezdinde üstün olan" şeklinde izah edilmiş, Dehhak, Süfyan es-Sevri ve Abdullah b. Abbas tarafından "Hafim, selim ve takva sahibi" şeklinde izah edilmiş, İlerime tarafından ise "Gazabına mağlup olmayan" şeklinde izah edilmiştir. İbn-i Zeyd de "Seyyid" kelimesinden maksadın "Şerefli kimse" demek olduğunu söylemiştir. Katade "Vallahi Yahya ibadette de, yumuşak ahlaklı olmakta da, ilimde ve takvada da efendiydi." demiştir.

Âyet-i kerime’de zikredilen ve "İffetli" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından şu şekillerde izah edilmiştir:

a- Said b. el-Müseyyeb tarafından "Cinsel organı müsait olmayan" şeklinde izah edilmiştir. Ve bu hususta Amr b. el-As'ın şöyle söylediğini işittiğini rivâyet etmiştir: Resûlüllah buyurmuştur ki "Kıyamet gününde Âdemoğullarından herkesin bir günahı olacaktır. Ancak, Zekeriyaya oğlu Yahya hariçtir." Amr b. el- As diyor ki: "Sonra Resûlüllah elini yere uzattı küçük bir ağaç parçası aldı ve buyurdu ki: "Bunun sebebi şudur ki, erkeklerde olan şey Yahyada bu çöp kadardı. Bu sebeple Allahü teâlâ onu "Efendi ve iffetli" diye isimlendirdi.

b- Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre burada zikredilen, kelimesinden maksat, erkeklik suyu olmayan" demektir,

c- Abdullah b. Mes'ud, Said b. Cübeyr, Mücahid, Rakkaşi, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre ise demek, kadınlara yaklaşmayan" demektir.

Bu âyet, hayırların anahtarının namaz olduğuna, duaların, namazı kılmakla kabul edileceğine işaret etmektedir. Herhangi bir ihtiyacı olan kişi, huşu ile, namaza yönelmeli sonra rabbine yal varmalıdır.

Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın başına bir sıkıntı geldiğinde hemen namaz kılardı. Ahmed b. Hanbel, Müsned,C5 S. 388

40

Zekerriya şöyle dedi: "Ey rabbim, ben iyice ihtiyarlamış ve karım da kısır iken benim nasıl oğlum olabilir? Allah: "Bu böyledir, Allah dilediğini yapar" dedi.

Bunun üzerine Zekeriyya şöyle dedi: "Ey rabbim, benim nasıl oğlum olacak? Yaşım çok ilerlemiş hanımım da kısırdır. Allah, "Bu böyledir. Allah seni daha önce ortada yok iken var ettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun halde sana çocuk verecektir." dedi.

Taberi diyor ki: "Zekeriyya (aleyhisselam) Allah'ın Peygamberi olduğu halde "Ey rabbim, ben iyice ihtiyarlamış ve karım da kısır iken benim nasıl oğlum olabilir?" Sözünü nasıl söyledi? Halbuki melekler kendisine oğlu olacağını müjdelemişlerdi. Zekeriyya, meleklerin doğru söylediklerinden şüphe mi etmişti? Halbuki bu mü’min bir kula bile yakışmaz. Nerede kaldı ki Peygambere yakışsın? Yoksa Zekeriyya, Allah'ın kudretini inkâra mı kalkmıştı? Bu ise daha büyük bir suçtur. Zekeriyyadan bunun beklenmesi abestir." Cevaben denilir ki: "Bu hususta Süddi ve İkrime şunları söylemişlerdir."Melekler Hazret-i Zekeriyyayı bir oğlu olacağı ile müjdelemelerinden sonra Şeytan ona gelip, müjdeleyenlerin Allah'ın elçileri olmadıklarım, bu sözlerin Şeytan tarafından söylendiğini, Zekeriyyaya söylemiş bunun üzerine Zekeriyya, içine düşen şüpheyi bertaraf etmek için meselesinin açıklığa kavuşmasını istemiş, ve âyette zikredilen sorusunu sormuştur.

Taberi "Burada, Zekeriyyanm sorusunun, kendisine müjdelenen çocuğun, kısır olan hanımından mı yoksa başka bir kadından mı olacağını öğrenmek için sormuş olabileceğini söylemiştir.

Bazı alimlere göre ise Zekeriyya (aleyhisselam) bu soruyu, Allah'ın vaadinden şüphe ettiği için değil, müjdesini sağlamlaştırmak için sormuştur.

Zekeriyyanm bu sorusu üzerine Allahü teâlâ şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir. Allah seni daha önce ortada yok iken varettiği gibi, hanımın kısır sen de ihtiyar olduğun halde sana çocuk verecektir.

41

Zekeriyya: "Rabbim, o halde bana bir alâmet ver." dedi. Allah da "Senin alâmetin, insanlarla, işaretle anlaşman dışında, üç gün konuşmamandır. Rabbini çokça an. Akşam sabah onu tesbit et." dedi.

Zekeriyya şöyle dedi: "Ey rabbim, çocuğumun ne zaman doğacağına dair bana bir alamet ver." Allah: "Senin alametin, dilin alınmadan, herhangi bir hastalığa yakalanmadan insanlarla, işaretleşmen dışında üç gün konuşmam and ir. Rabbini çokça an, çünkü bu hal, rabbini anmana engel olmayacaktır. Rabbini akşam sabah tesbit et ve onu yücelt." dedi.

Katade, Rebi' b. Enes, ve Cüveybir b. Nusayr, Hazret-i Zekeriyyanm oğlunun olacağına dair bir alamet istemesi üzerine Allahü teâlânın ona alemet olarak üç gün konuşamayacağını bildirmiş olması, onu bir nevi cezalandırmadır. Bu hususta Katade diyor ki: "Melekler, Zekeriyya (aleyhisselam) bizzat ağızlarıyla konuşarak Yahyayı müşdelemişler, bununla birlikte Zekeriyya (aleyhisselam), Yahyanın ne zaman meydana geleceğine dair bir delil istemiş, Allahü teâlâ da onu, bu istediğinden dolayı, bir nevi cezalandırarak üç gün ancak ima ile konuşacağını bildirmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "İşaretle anlaşma" diye tercüme edilen kelimesi, Arapçada çok defa "Duduklarla işaret etme"

mânâsında kullanılmaktadır. Bazan kaş ve gözle işaret etme mânâsına da gelmektedir. Bazan, fısıltı gibi kısık sesle konuşmalara da denilmiştir. Müfessirler, bu âyette zikredilen kelimesinden maksadın hangi organla işaret etmek olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahide göre buradaki kelimesinden maksat, dudakları oynatarak işaret etmektir. Buna göre Zekeriyya (aleyhisselam) oğlu Yahyanın doğmasından önce üç gün konuşamamış ancak dudaklarını oynatarak işaret edebilmiştir.

b- Dehhak, İbn-i Zeyd, Katade, Süddi, Abdullah b. Kesir, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Abbasa göre ise buradaki kelimesinden maksat, el ve kaş ile işaret etmektir. Buna göre Zekeriyya (aleyhisselam) insanlarla üç gün konuşamamış, söylemek istediğini ancak elleriyle ve başıyla işaret ederek bildirmiştir.

Âyet-i kerime’de Allahü teâlâ, Zekeriyyaya üç gün konuşamayacağını bildirdikten sonra kendisini çokça anmasını ve akşam sabah tesbih etmesini emretmiştir. Bu hususta Muhammed b. Ka'b diyor ki: "Eğer Allahü teâlâ, kullarından herhangi birine kendisini anmayı terketmeye ruhsat verecek olsaydı bu ruhsatı Zekeriyyaya verirdi. Çünkü ona, üç gün konuşamayacağını bildirmesine rağmen yine de kendisini bu günlerde çok zikretmesini emretmiştir.

Taberiye göre âyette geçen ve "Akşam" diye tercüme edilen kelimesinin mânâsı, güneşin zeval vaktinden başlayarak batması anına kadar devam eden zamandır. Yani öğlenden akşama kadar olan zamandır. "Sabah" diye tercüme edilen kelimesinden maksat ise, şafakın sökmesinden itibaren başlayıp kuşluğa kadar devam eden vakittir. Nitekim bu âyetin izahında Mücahid den maksadın, sabahın ilk vakti, den maksadın da, güneşin meyledişinden itibaren batması anma kadar devam eden zaman oldğunu söylemiştir.

42

Melekler de şöyle demişti: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah, seni seçti ve tertemiz kıldı. Ve seni, âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.

Hanne, kızı Meryemi Allah’a kulluk etmeye adayınca Melekler gelip: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni, kendisine itaat içn seçti. Seni şüphelerden ve manevi kirlerden temizledi. Ve seni, zamanındaki âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." dediler.

Âyette zikredilen "Allah seni tertemiz kıldı." ifadesinden maksat "Senin dinini şüphelerden ve manevi kirlerden temiz kıldı." demektir. "Seni, âlemlerin kadınlarına üstün kıldı." ifadesinden maksat ise "Allah, kendisine itaat etmen sayesinde zamanındaki bütün kadınlardan üstün kıldı." demektir. Resûlüllah, Hazret-i Meryemin üstünlüğünü beyan eden bir çok hadis-i şerif buyurmuştur. Bunlardan bazıları şunlardır.

"Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh) diyor ki: "Ben Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim:

"Cennetin kadınlarının en hayırlısı, Huveylidin kazı Haticedir Yine cennetin kadınlarının en hayırlısı İmran kızı Meryemdir Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 62 Hadîs No. 3877

Enes b. Malik te Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Âlemlerin kadınlarından (örnek olma bakımından) şunlar sana kâfidir. İmran kızı Meryem, Huveylid kızı Hatice, Muhammed kızı Fatıma ve Firavunun karısı Âsiye Tirmizi, K. el-Menakıb, bab: 63, Hadis No: 3878

Ebû Mûsa el-Eş'ari, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Erkeklerden çok kimse kemale ermiştir. Kadınlardan ise İmran kızı Meryem bir de Firavunun karısı Âsiye dışında kimse kemale ermemiştir. Âişenin diğer kadınlara göre üstünlüğü ise Tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir, Buhari, K. el-Et'ime, bab: 25/Müsüm, K. Fadail es-Sahabe, 6,7 HN 2431

Taberi, Hazret-i Fatımanın şunlan söylediği rivâyet etmiştir. "Bir gün ben, Ai-şenin yanında iken Resûlüllah içeri girdi ve bana gizlice bir şey söyledi. Ben ağladım. Tekrar gizlice bir ey söyledi. Bu defa da güldüm. Âişe benden bunu sordu. Dedim ki: "Acele ediyorsun. Resûlüllah’ın sırrını sana mı bildireceğim?" "Bunun üzerine Âişe vazgeçti. Resûlüllah vefat edince Âişe bu meseleyi bana tekrar sordu. Ben de dedim ki: "Resûlüllah bana gizlice demişti ki: "Cebrâil her yıl Kur’an’ı benden bir kere dinlerdi. Şimdi ise Kur’an’ı iki kere dinledi. Her Peygamberin ömrü kendisinden önce gelen peygamberin ömrünün yarısı kadardır. Kardeşim Isanm ömrü yüz yirmi seneydi. Şimdi benim ömrüm altmış yıllıktır. Bu yılın içinde öleceğimi sanıyorum. Âlemlerin kadınlarından hiçbir kadının başına senin başına gelecek olan musibet gelmemiştir. Sabretme bakımından bir kadının derecesinden aşağı düşme. "İşte ben bu söz üzerine ağladım. Sonra Resûlüllah buyurdu ki: "Sen, cennet kadınlarının hanım efendisisin. Ancak, Meryem el-Betül müstesnadır." İşte bunun üzerinde de güldüm."

43

Ey Meryem, rabbine boyun eğ. Ona secde et ve rüku edenlerle beraber rüku et.

Ey Meryem, itaatini samimi olarak, sadece rabbine yap. Secde et ve seni seçip üstün kıldığı için, rabbine şükrederek onun önünde huşu ile eğilenlerle beraber sen de eğil.

*Âyet-i kerime’de geçen ve "Boyun eğ" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahide göre "Namazda kunutunu uzun yap" Rebi' b. Enese göre "Ayakta dur." Evzaiye göre "Ayağa kalk" Katadeye ve Süddiye göre "İtaat et" Hasan-ı Basriye göre "İbadet et." Said b. Cübeyre göre ise "İhlaslı ol" demektir. Bu hususta Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Kur'an'ın herhangi bir yerinde kunut kelimesi zikredilcek olursa bundan maksat, Allah’a ibadettir. Ahmed b. Hanbel Müsned, C. 3 S. 75

Mücahid diyor ki: "Hazret-i Meryeme bu emir geldikten sonra o kadar ayakta durmuştu ki topukları şişmişti." Evzai de diyor ki: "Hazret-i Meryemin ayakları iltihaplanıp onlardan irin akmıştı."

Taberi buradaki "Kunuf'dan maksadın "Allah’a itaatte ihlaslı olmak." demek olduğunu, Allahü teâlânın Hazret-i Meryeme "Ey Meryem, rabbine ibadette ihlaslı ol, sadece onun rızası için ibadet et. Ona itaatte huşu içinde ol. İbadette boyun eğ." buyurduğunu söylemiştir.

44

Bunlar, sana vahyettiğimiz gaip haberlerindendir. Meryemi kim bakacak diye kalemlerini atıp kur'a çekerlerken sen yanlarında değildin. Bu hususta çekişirlerken de yanlarında bulunmuyordun .

Ey Rasûlüm, sana anlattığımız İmranm karısına, kızı Meryeme, Zekeriyya, oğlu Yahya ve diğer Peygamberlere ait olan bu haberler senin ve kavminin bilmediğiniz gaip haberlerindendir. Biz onları sana vahyediyoruz. Meryemin bakımını kimin üzerine alacağını tesbit etmek için kalem şeklindeki oklarını kur'a için atarlarken sen onların içinde değildin. Bu hususta birbirleriyle tartışırlarken de sen onların yanında bulunmuyordun.

Âyet-i kerime’de geçen "Gaip haberi eri "nden maksat, Hazret-i Muhammedin kavminin ve bir çok insanların bilmediği, Allahü teâlânın bildirmesiyle ancak iki ehl-i kitabın Haham ve Ruhbanlarının bilebilecekleri haberlerdir. Allahü teâlâ bu gibi haberleri Hazret-i Muhammede bildirerek onun hak Peygamber olduğunu inkâr eden Yahudi ve Hristiyanlara, Resûlüllah’ın doğruluğunu ispatlamış, onu yalanlayanları ise susturmuştur. Çünkü onlar, Resûlüllah’ın, okur yazarlığı omayan bir kişi olduğunu Allah'ın kendisine bu haberleri bildimıemesi halinde onun bunları bilemeyeceğini biliyorlardı. Böylece karşı çıkmaktan âciz kalmışlardı.

Âyette zikredilen "Sana vahyettiğimiz" ifadesinden maksat, "Sana indirdiğimiz ve sana gönderdiğimiz" demektir. Vahyetmenin asıl mânâsı vahyedenin bildirmek istediği şeyi, vahyedilene ulaştınnasıdır. Bu ulaştırma çeşitli vasıtalarla olur.

a- Yazıyla olabilir.

b- İşaretle olabilir. Nitekim şu âyetteki vahyetmekten maksat, işarettir. "Zekeriyya mabedden kavminin önüne çıktı, onlara "Sabah akşam Allah’ı tesbih edin." diye işarette bulundu. Meryem sûresi, 19/11

c- İlhamla olabilir. İşte şu âyetlerdeki vahyetmekten maksat da ilhamdır. "Ey Peygamber, rabbin arıya" Dağlarda, ağaçlarda ve yapılan kovanlarda yuva edin, sonra her çeşit mahsulden ye. Rabbinin hazırladığı uygun yollardan git." diye ilham etti. "Arıların karınlarından, içinde insanlar için şifa bulunan çeşitli renklerde şerbet çıkar. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir millet için büyük bir ibret vardır." Nahl sûresi

d- Elçi göndermek suretiyle olabilir. Şu âyetteki vahyetmekten maksat da budur. "De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha yücedir?" De ki: "Allah’tır. O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu kur'an, sizi ve haberi kendilerine ulaşanları uyarmam için bana vahyolunmuştur. Allah ile beraber başka ilâhlar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz?" De ki: "Ben şahitlik etmiyorum." De ki: "O, ancak bir olan ilahtır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan beriyim. En'am sûresi 6/19

e- Vahyetmek bazan da Şeytanın vesvese vermesi manâsına gelir. Şu âyetteki vahyetmekten maksat da budur: "Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanlan yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki Şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vesvese verirler. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki Allah’a ortak koşanlar olursunuz. En'am sûresi 6/121

Âyette zikredilen "Kalemler"den maksat, Katadeye göre "Oklar" demektir. Zira, Hazret-i Meryem, İsrailoğullarının imamlarının ve efendilerinin kızı olduğu için bunu kimin bakıp büyüteceği hususunda tartıştılar. Bunun üzerine oklarını atarak kur'a çektiler. Kur'a, Hazret-i Meryemin teyzesinin kocası olan Zekeriyyaya çıktı. Zekeriyya da onu ailesinin içine alıp büyüttü.

Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre ise burada zikredilen "Kalemler"den maksat, gerçek kalemlerdir. Çünkü İmranın karısı, kızı Meryemi getirip Mescide adadığını belirtince, orada vahiy yazan kâtipler, Meryemi bakıp büyütme hususunda kalemleriyle kur'a çekmişler ve kur'a Zekeriyyaya çıkmıştır. İşte Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammede, bu kur'a çekilirken orada bulunmadığını, bu itibarla bu haberleri bilemeyeceğini, bu haberlerin kendisine Allahü teâlâ tarafından bildirildiği için onun hak Peygamber olduğunu beyan etmiş böylece onu yalanlamaya kalkışan iki kitap ehlini de kınamıştır.

45

Bir zaman Melekler şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, Allah seni kendi tarafından bir kelime ile (emriyle meydana gelecek olan bir çocukla) müjdeler ki onun adı Meryemoğlu İsa Mesihtir. Dünya ve âhirette şeref sahibi ve Allah’a yaklaştırılanlardandır. .

Bir zaman melekler Meryerne şöyle demişlerdi: "Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni, Allah'ın sözü ile meydana gelecek olan bir çocuk ile müjdeliyor. Onun adı, Meryemoğlu İsa Mesihtir. O, hem dünyada hem de âhirette şerefli ve yüce mertebelere sahip biridir. Kıyamet gününde Allah’a yaklaştırılanlardan olacaktır.

Âyet-i kerime’de geçen maksat, Katadeye göre Allah'ın "Ol" emridir. Allahü teâlânın bu emriyle İsa meydana geldiği için ona "Kelime" ismi verilmiştir.

Abdullah b. Abbasa göre buradaki "Kelime" den maksat, Hazret-i İsanın bir adıdır.

Taberi, buradaki "Kelime" den maksadın, haber ve mesaj demek olduğunu, âyetin mânâsının ise "Ey Meryem, Allah seni bir haberle müjdeliyor." Bu haber de, adı "Meryemoğlu İsa" olacak olan bir çocuğun meydana gelmesidir.

Âyette zikredilen "Mesih" kelimesinin asıl mânâsı "Silinmiş olan" demektir. Hazret-i İsaya bu ismin verilmesinin sebebi ise, onun günahlarının silinip temizlendiğini belirtmek içindir. Âyette Hazret-i İsaya "Meryemoğlu" denmesinin sebebi, hem İsanın Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden Hristiyanlara hem de onun, gayr-i meşru bir çocuk olduğunu iddia eden Yahudilere cevap vermek içindir. Zira, o, Hristiyanların iddia ettikleri gibi Allah'ın oğlu değil, Meryemin oğludur. Yahudilerin iddia ettikleri gibi gayr-i meşru bir çocuk değil, Allah'ın emriyle Meryemden, babasız olarak meydana gelmiş bir çocuktur.

46

İnsanlara beşikte iken de, yetişkin iken de konuşacaktır, O, salih kimselerden olacaktır.

İsa, beşikte küçük bir çocuk ikin de, ergenlik çağına gelmiş büyük bir insan iken de insanlarla konuşacaktır ve o, salih kullarından olacaktır.

* Hazret-i İsanın, daha beşikte bir bebek iken insanlarla konuştuğunu şu âyet-i kerimeler beyan etmektedir. "Meryem, İsayı yüklenerek kavmine getirdi. Kavmi, hayretler içinde şöyle dediler: "Ey Meryem, doğrusu sen, görülmemiş bir iş yaptın." Ey Harunun kızkardeşi Meryem, senin ne baban ahlaksız nede Annen iffetsizdi." "Bunun üzerine Meryem çocuğu gösterdi. "Biz, beşikteki bir çocukla nasıl konuşuruz?" dediler. "İsa, (Allah'ın kudretiyle dile gelerek) şiiyle dedi: Şüphesiz ben, Allah'ın bir kuluyum. O bana, mutlaka kitap verecek ve beni Peygamber seçecektir." "Beni bulunduğum her yerde insanlara yararlı kıldı. Hayatım boyunca namaz kılmamı ve zekât vermemi emretti." "Beni anneme hürmetkar kıldı. Beni asla zalim ve isyankâr yapmadı." "Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selam ve emniyet yeniliştir. Meryem sûresi 27/33

Âyet-i kerimeda, Allahü teâlânın, Hazret-i Meryemi hem bebek iken hem de yetişkin iken insanlarla konuşacak olan bir oğul ile müjdelediği zikredilmektedir. Hazret-i İsanın, bebek iken konuştuğu, yukarıda zikredilen âyetlerde izah edilmiştir. Yetişkin iken konuşmasından maksat ise, bir kısım âlimlere göre onun, ergenlik çağma geldikten sonra kendisine Peygamberlik verilmesi üzerine, Peygamberliğini insanlara tebliğ etmesidir.

İbn-i Zeyde göre ise İsanın yetişkin iken insanlarla konuşmasında maksat, dünyanın sonuna yakın zamanda, Deccal ile savaşmak için tekrar dünyaya döndüğünde, çevresindeki insanlarla konuşmasıdır.

Âyet-i kerime, Hazret-i İsanın hayatta olduğuna açık bir delildir. Çünkü onda Hazret-i İsanın kemale enrıiş yaşlı bir insan olarak diğer insanlarla konuşacağı ifade edilmektedir. Bu durum âhir zamanda Hazret-i İsanın gökten inmesinden sonra mümkün olacaktır. Ayrıca âyet-i kerime Necran Hristiyanlan heyetinin "batıl iddialarına bir cevaptır. Zira âyet, Hazret-i İsanın da diğer insanlar gibi hayatın çeşitli aşamalarından geçmiş olduğunu belirtmiştir.

47

Meryem "Rabbim, bana hiçbir insan dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?" dedi. Allah da şöyle dedi: "Bu böyledir. Allah, dilediğini yaratır. O, bir şeyin olmasına hükmedince ona sadece "Ol" der. O da hemen olurverir.

Meryem şöyle dedi: "Ey rabbim, benim nasıl çocuğum olur ki? Ben, evli değilim. Bana hiçbir insan hiçbir zaman dokunmamıştir." Allah da ona şöyle dedi: "Bu böyledir. Allah, senden çocuk meydana gelmesini dileyecek, onu insanlara bir alamet ve bir ibret kılacaktır. Çünkü Allah dilediğini yapar ve dilediğini dilediği şekilde yaratır. O, babasız olarak çocuk yaratmaya da kadirdir. O, bir şeyin olmasını dileyince ona sadece "Ol" der. O da hemen oluverir.

48

Allah ona kitabı hikmeti Tevratı ve İncili öğretecektir.

Allah ona okuyup yazmayı, kendisine vahyedeceği hikmetli sünnetleri, Mûsaya indirdiği Tevratı ve kendisine indireceği İncili öğretecektir.

* Âyette zikredilen "Hikmet"ten maksat, Katade ve İbn-i Cüreyce göre "Sünnet" demektir. Allahü teâlâ, bu Âyet-i kerime’de Hazret-i İsaya, Mûsaya vermiş olduğu Tevratı ve kendisine indireceği İncili öğreteceği gibi ona sünneti de öğreteceğini beyan etmiş ve sünnete de "Hikmet" adını vererek onun mertebesinin yüceliğini bildirmiştir.

49

Onu, İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderecektir. (İsa onlara şöyle diyecektir.) Ben sîze rabbiniz tarafından bir mucize ile gönderildim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üfüreceğim. O da Allah’ın izniyle (canlı) bir kuş olacaktır. Körü ve alaca hastalığına yakalanmış olanı iyileştiririm. Allah'ın izniyle ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiklerinizi size haber veririm. Eğer inanıyorsanız, şüphesiz ki bunlarda sizin için büyük bir ibret vardır.

Allah, İsayi, İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek ve İsa onlara şöyle diyecektir: "Şüphesiz ki ben, rabbiniz tarafından size Peygamberliğimin doğruluğunu gösteren alamet getirdim. Şöyle ki: Ben size, çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıp ona üfüreceğim. O da Allah'ın izniyle canlı bir kuş olacaktır. Doktorların tedavi etmekten âciz oldukları körü ve alaca hasatalığına yakalanmış olanı iyileştireceğim. Kendi gücümle değil fakat Allah'ın izni ve kudretiyle ölüleri dirilteceğim. Görmediğim halde sizin yediklerinizi ve evlerinizde biriktirdiğiniz şeyleri size haber vereceğim. Eğer inanıyorsanız şüphesiz ki bunlarda sizin için büyük bir ibret vardır.

* Bu âyet-i kerime, Hazret-i İsanın bir kısım mucizelerini zikretmektedir. Bunlardan biri, çamurdan kuş yapmasıdır. Muhammed b. İshak özetle diyor ki:

"Bir gün, Hazret-i İsa, okuma yazma öğrenen gençlerle beraberken eline bir miktar çamur alıp onlara dedi ki: "Bu çamurdan bir kuş yapayım mı?" Onlar da: "Bunun yapabilir misin?" dediler. Hazret-i İsa da: "Evet, rabbimin izni ile yaparım." dedi. Sonra o çamurdan bir kuş yaptı ve ona üfleyerek "Allah'ın izniyle kuş ol." dedi. O çamur da uçan bir kuş oldu. Çocuklar gidip meseleyi hocalarına anlattılar ve bu haberi yaydılar. İsrailoğulları da İsa hakkında araştırma yapmaya başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Meryem, İsayı bir merkebe bindirerek alıp kaçtı.

Hazret-i İsanın diğer bir mucizesi de körleri iyileştirmekti. Bu Âyette zikredilen ve "Kör" diye tercüme edilen kelimesi Mücahide göre "Gündüz görüp gece görmeyen" demektir.

Katade ve Abdullah b. Abbasa göre "Annesinden kör olarak doğan." demektir. Süddi, Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre "Kör" demektir. İkrimeye göre ise "Görmesi zayıf olan ve gözlerinden su akan" demektir.

Taberi kelimesinin Arapçada bilinen mânâsının "Kör" demek olduğunu, bu itibarla, bu kelimeyi "Gece görüp gündüz görmeyen veya görmesi zayıf olan" mânâlarında yorumlamanın doğru olmadığını söylemiştir. Zira, âyeti kerime’de, Allahü teâlânin Hazret-i İsaya, doktorların iyileştirmekten âciz kaldıktan hastalıkları iyileştirme mucizesini verdiği beyan edilmektedir. Gece görmeme ve görme kabiliyetinin zayıf olması gibi durumlar insanlar tarafından tedavi edilebilecek hastalıklar olmaları hasebiyle mucize olmaktan uzaktırlar. Buradaki kör'ü, "anadan doğma kör" anlamında izah etmek daha uygundur." demiştir.

Hazret-i İsanın mucizelerinden biri de ölüleri diriltmesiydi. Hazret-i İsa, Allah’tan, bir ölüyü diriltmesini isterdi. Allah da onun duasını kabul edip ölüyü diriltirdi.

Bir başka mucizesi de, kavminin yeyip içtiklerini ve evlerinde gizledikleri şeyleri bilmesiydi. Rivâyet edilir ki Hazret-i İsa, gençlerden herhangi birine şöyle derdi: "Ailen senin için şöyle bir yemek sakladı." çocuk eve gider ailesinden o yemeği isterdi. Ailesi ona "Bunun sana kim söyledi?" diye sorduğunda da "İsa söyledi." derdi.

Katade ise, Hazret-i İsanın, gökten inen yemeği, kavminin yeyip yemediğini veya biriktirdiğini bildiğini söylemiştir. Zira, İsa onlara indirilen yemeklerin biriktirilmesinin yasak olduğunu söylemiştir. İsrailoğulları ise buna uymamışlardır.

50

Ben, benden önceki Tevratı tasdik ederek ve daha önce size haram olan bazı şeyleri size helal kılmak için gönderildim. Rabbinizden size bir mucize getirdim. Allah’tan korkun ve bana itaat edin.

Ben, benden önce gönderilen Tevratı tasdik edip onun, Allah katından geldiğine iman ederek ve İncilin istisna ettiği konular hariç o Tevratın hükümleriyle amel edici olarak gönderildim. Bir de, daha önce size haram kılınmış olan deve eti, iç yağı, bazı kuş ve balık çeşitlerini size helal kılmak için gönderildim, ayrıca size, rabbiniz katından Peygamberliğimin hak olduğunu ortaya koyan ve daha önce zikrettiğim deliller getirdim.

Ey İsrailoğulları, size emrettiği ve yasakladığı hususlarda Allah’tan korkun ve sizleri davet ettiğim hususlarda bana itaat edin.

Katade diyor ki: "Hazret-i İsanın getirdiği şeriat, Hazret-i Mûsanın getirdiğinden daha yumuşaktı. Zira Hazret-i İsanın getirdiği şeriatla insanlara deve eti, bağırsak ve işkembe yağlan, bir kısım kuşlar ve balıklar hanım kılınmıştı. Allahü teâlâ, İsaya gönderdiği şeriatla pençeli kuşlar dışındaki şeyleri insanlara helal kıldı.

51

Şüphesiz ki Allah, benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O halde ona kullak edin. İşte dosdoğru yol budur.

Diğer yaratıklar gibi ben de Allah'ın bir kuluyum. Ancak Allah bana Peygamberlik ve Peygamberliğimi doğrulayan mucizeler venniştir. Allah benim de rabbim, sizin de rabbinizdir. O halele, yalnızca rabbiniz olan Allah’a ibadet edin. Doğru yol işte budur. Bu, kendisinde eğrilik bulunmayan sağlam bir yoldur.

Taberi diyor ki: "Herne kadar bu Âyet-i kerime, Hazret-i İsadan bir haber nakletmekte ise de aslında bu, Hazret-i Muhammedle tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı Resûlüllah’a bir delildir. Zira onlar, Hazret-i İsa hakkında, onu uluhiyet mertebesine ulaştıracak çeşitli iddialarda bulunmuşlar, âyet-i kerime de onların bu iddialarını çürütmüş, Hazret-i İsanın, Allah'ı rab kabul ettiğini bildirmiştir.

52

İsa, onların inkârını hissedince "Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" dedi. Havariler de şöyle dediler: "Allah dinin yardımcıları biziz. Biz, Allah’a iman ettik ve şahit ol ki, biz nıüslümanlarız".

İsa, İsrailoğullarının kâfirliklerini ve kendi Peygamberliğini yalanlamalarını hissedince, Allah'ın dinini yalanlayan bu İnkârcılara karşı "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlertir?" demişti. İsanın arkadaşları olan Havariler de şöyle dediler: "Allah'ın dininin yardımcıları bizi. Biz, Allah’a iman ettik. Ey İsa şahit ol ki biz, gerçekten Müslümanız."

Bu âyet-i kerime gösteriyor ki bütün Peygamberlerin dini, Tevhid dini olan İslamdır.

Âyet-i kerime’de, Hazret-i İsanın, kendilerine tebliğde bulunduğu insanların inkâra düştüklerini anlayınca Havarilerden yardım istediği zikredilmektedir. Hazret-i İsanın, Havarilerden yardım istemesinin sebebi ise Süddiye göre, insanlara dini tebliğ etmek istemesidir. Mücahide göre ise kendisini öldürmeye teşebbüs eden insanlara karşı kendisini savunmak istemesidir. Bu hususta Süddi, özellikle şunları anlatmaktadır." Allahü teâlâ, Hazret-i İsayı Peygamber olarak gönderip ona, insanları dine davet etmeyi emredince İsa, İsrailoğullarını dine çağırmış, İsrailoğulları da onu sürgün etmişlerdir. Hazret-i İsa, annesiyle birlikte çıkıp yeryüzünde dolaşmaya başlamışlardır. Bir köye varıp orada bir adama misafir olmuşlar o da onlara ikramda bulunmuştur. Kendisine misafir oldukları adamın ülkesinde, insanlara zulmeden, her gün halktan birine, kendisini ve ordusunu yedirip içirmeyi emreden bir Kral vardı. Kralın tayin ettiği sıra Hazret-i İsa ve annesini misafir eden adama gelince onlar bunu yapmaktan âciz olmaları dolayisiyle derin derin düşünmeye başlamışlardı. Hazret-i Meryem meseleyi Hazret-i İsaya söyledi ve buna bir çare bulmasını istedi. Hazret-i İsa bu işe bir çare bulmasının hayırlı olmayacağını bildinnesine rağmen annesi ısrar etti. Bunun üzerine Hazret-i İsa, bir mucize olarak kendilerini misafir eden adamın yemeklerini, Kral ve ordusunu yedirip içirecek kadar bollaştırdı. Kral, içkiyi içtikten sora, ev sahibine, içkinin nereden geldiğini sordu. Ev sahibi meseleyi sakladıysa da Kralın ısrarı üzerine bunu Hazret-i İsanın sağladığını bildirdi. Bunun üzerine Kral, kendi yerine geçirmek istediği ölü oğlunun diriltilmesini Hazret-i İsadan istedi. İsa, onu diriltmesinin iyi olmayacağını bildirdiyse de Kral ısrar eti. Hazret-i İsa da oğlunu diriltti. Bu defa halk Krala ve oğluna karşı, zulümlerinin devam edeceği endişesiyle ayaklandı. Birbirleriyle savaşa girdiler. İsa ve annesi bu sebeple orayı terkedip gitmek zorunda kaldılar. Isa ve annesiyle birlikte bir de Yahudi yola çıktılar. Yahudinin yanında iki ekmek, İsanın yanında da bir ekmek bulunuyordu. Yahudi, ekmeğinin birini gizlice yemek istedi. İsa bunu hissetti. Bu hususu Yahudiye hatırlattı. Fakat Yahudi inkâr etti ve yanında sadece bir ekmek bulunduğunu söyledi. Yolda giderlerken Hazret-i İsa, Yahudiye, hayvanı kesip etini yedikten sonra onu tekrar diriltme gibi çeşitli mucizeler gösterip onun aslında iki ekmeği bulunduğunu itiraf ettirmeye çalıştıysa da Yahudi devamlı olarak inkâr etti. Nihâyet yırtıcı hayvanların eşeleyerek çıkardıkları bir hazineye rast geldiler. Yahudi bu hazineyi almak istediyse de Hazret-i İsa, onu almanın hayırlı olmayacağnı bildirdi. O sırada geriden dört adam gelip hazineyi sahiplendiler. İçlerinden ikisini çarşıya gönderip yiyecek ve binek getirmelerini istediler. Çarşıdan dönenler, kendilerini gönderen arkadaşlarının yemeklerine zehir koyarak onları öldürmeyi planladılar. Geride kalanlar da, çarşıdan gelen arkadaşlarını öldürerek hazineyi aralarında bölüşmeyi planladılar. Adamlar gelir gelmez onları öldürdüler. Fakat yemeği yeyinci kendileri de öldüler. Bunun üzerine Hazret-i İsa, Yahudiye "Gel şu hazineyi çıkar da hazineyi aramızda üçe taksim edelim." dedi. Yahudi: "Niçin ikiye değil de üçe taksim edileceğini sorunca Hazret-i İsa, üç ekmeğin sahibine üç hisse verileceğini ifade etti. Bunun üzerine Yahudi kendisinde iki ekmeği bulunduğunu itiraf etti. Hazret-i İsa da bütün hazineyi o Yahudiye verdi ve "Senin dünya ve âhirette bütün payın budur." dedi. Adam, hazineyi alıp giderken hazineyle birlikte yere gömüldü. Hazret-i İsa annesiyle birlikte yürürken Havarilerin yanına vardı. Onlar orada balık avlıyorlardı. Onlara: "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Onlar da "Biz, balık avlıyoruz, dediler. Hazret-i İsa "Bizimle beraber gelmezmesiniz? İnsanları avlayalım?" (onları ikna ederek dine sokalım) dedi. Onlar da "Sen kimsin?" dediler. O da "Ben, Meryemoğlu İsayım." dedi. Havariler işte orada iman ettiler. Ve onunla birlikte yola koyulup gittiler. İşte âyette bunlar zikredilmektedir.

Müfessirler, Havarilere, niçin bu adın verildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Zira, "Havari" kelimesinin lügat mânâsı "Bembeyaz olan" demektir.

a- Said b. Cübeyre göre, Havarilere, bu ismin verilmesinden sebebi elbiselerinin beyaz olmasıdır.

b- Ebû Erteeye göre onlara bu ismin verilmesinin sebebi, onların elbise temizleyecisi olmalarındandır.

c- Katade ve Dehhaka göre ise, onlara bu ismin verilmesinin sebebi, Hazret-i isanın samimi ve net dostları olmalarındandır. Zira her Peygamberin samimi dostuna bu isim verilmiştir. Taberi de bu görüşü, tercih etmiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda Havarilerin "Şahit ol ki biz, müslümanlarız." dedikleri beyan edilmektedir. Bu da gösteriyor ki, İslam dini, Hazret-i İsanın da, ondan önce gönderilen Peygamberlerin de dinidir. Yahudilerin iddia ettikleri, Yahudilerin ve Hristiyanların ileri sürdükleri Hristiyanlık, Peygamberlerin dinleri değildir. Sonradan uydurulmuş şeylerdir.

53

Rabbimîz, senin indirdiğine iman ettik ve Peygamberlere uyduk. Bizi, şahitlerle beraber yaz".

Havariler sözlerine devam ederek dediler ki: "Ey rabbimiz, Peygamberin İsaya indirdiğin kitaba iman ettik ve Peygamberin İsaya tabi olup hak yolda ona yardımcı olduk. Sen, bizi de hakka şahitlik eden, Peygamberlerini tasdik eden ve senin birliğine iman eden kişilerle beraber yaz."

54

Kâfirler gizlice tuzak kurdular. Allah da onları kurduğu tuzağa düşürdü. Allah, tuzak kuranların cezasını en iyi verendir.

İsrailoğullarının kâfirleri, İsayı öldürmek için gizlice tuzak kurdular. Allah da İsayı göğe kaldırıp onlardan birisini İsaya benzeterek İsrailoğullarını, kurdukları tuzağa düşürdü. Şüphesiz ki Allah, tuzak kuranların cezasını en iyi veren, Peygamberlerini şerli insanların hiylelerinden en iyi koruyandır.

Bu hususta şu âyet-i kerimelerde de buyuruluyor ki: "İnkâr edip Meryeme büyük bir iftira attıkları ve "Meryemoğlu, Allah'ın Resulü Mesih İsayı biz öldürdük." dedikleri için Allah onlara lanet etmiştir. Onlar İsayı ne öldürdüler ne de astılar. Fakat öldürdükleri kimse onlara İsa gibi göründü. İhtilafa düştükleri bu hususta gerçekten şüphe içindedirler. Onların "Zann"a uymaktan başka bir bilgileri yoktur. Kesin olarak İsayı öldürmediler. Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir. Nisa sûresi, 4/ 56,58

Bu âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi Allahü teâlâ Hazret-i İsayı göğe kaldırmış, onunla birlikte orada bulunanlardan birisini Hazret-i İsanın şekline sokmuştur. Böylece kâfirlerin tuzaklarını tersine çevirmiştir.

55

Hani Allah İsaya şöyle demişti: "Ey İsa seni vefat ettirecek benim. Seni katıma yükseltecek, kafirlerden seni tertemiz olarak ayıracak, sana tabi olanları kıyamet gününe kadar kafirlerden üstün kılacak ta benim. Sonra dönüşünüz yine banadır. İhtilaf ettiğiniz konularda aranızda hükmümü vereceğim .

Bir zaman Allah İsaya şöyle demişti: "Ey İsa, ben seni, diri olarak yeryüzünden alacağım ve katıma yükselteceğim. Seni, Peygamberliğini inkâr edenlerden kurtarıp arındıracağım. Senin şeriatın üzere yürüyerek sana tabi olanları, kıyamet gününe kadar Peygamberliğini inkâr edenlerden üstün kılacağım.

Ey, İsa hakkında ihtilaf edenler, kıyamet gününde dönüşünüz banadır. O tabi olup olmama hususunda ki ihtilaflarınızda aranızda hükmümü vereceğim."

Âyet-i kerime’de geçen ve "seni vefat ettirecek benim." şeklinde tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Rebi' b. Enes ve Hasan-ı Basriye göre bu ifadeden maksat, "Ben seni uyutup, uyku halindeyken kaldırıp katıma yükselteceğim." demektir. Bu hususta Hasan-ı Basri, Resûlüllah'ın Yahudilere "Şüphesiz ki İsa ölmedi. O, kıyamet kopmadan önce tekrar size dönecektir." buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

b- Matarül Verrak, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc, Kâ'bul Ahbar, Muhammed b. Cafer ve İbn-i Zeyde göre ise burada zikredilen "Vefat ettirme"den maksat, yeryüzünden alıp yukarı kaldırmaktır. Bu hususta Kâ'bul Ahbar diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, Meryemoğlu İsayı, insanları kendi yoluna davet eden, onları müjdeleyen bir Peygamber olarak gönderdiği halde elbette ki onu (bu görevini yerine getirmeden) Öldürecek değildi. İsa, kendisine uyanların azlığını ve kendisini yalanlayanların çokluğunu görünce bu durumu Aziz ve Celil olan Allah’a şikâyet etmiş. Allah da ona "Ben seni vefat ittireceğim ve kaldırıp kendime alacağım." diye vahyetmiştir. Allah, "Benim nezdime yükselttiğim kimse ölü olmaz. Ben seni, bir gözü kör olan Deccala karşı göndereceğim. Sen onu öldüreceksin ve ondan sora yirmi dört sene yaşayacaksın. Onda sonra ise seni gerçek ölümle öldüreceğim." demiştir. Kâ'bul Ahbar diyor ki: "Resûlüllah’ın şu hadisi, bu zikredileni doğrulamaktadır. "Benim, başında, İsanın da sonunda bulunduğu bir ümmet nasıl helak olabilir?"

c- Vehb b. Münebbih ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "Vefaf'dan maksat, gerçekten öldürmedir. Bu hususta Vehb diyor ki: "Allahü teâlâ, Meryemoğlu İsayı gündüzleyin üç saat öldürdü. Sonra onu çekip kendine aldı.

d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise buradaki âyet-i celilerin cümlelerinin dizisinde takdim tehir vardır. Âyetin mânâsı şöyledir: "Hatırla o zamanı ki, Allah, İsaya "Ben seni kendime yükselteceğim. Seni kâfirlerin iftiralarından arındıracağım ve seni tekrar yeryüzüne indirdikten sonra vefat ettireceğim,"

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki "Vefat ettireceğim." ifadelerinden maksadın "Seni yeryüzünden kaldınp kendime yükselteceğim." demek olduğunu söyleyen görüştür. Zira, Meryemoğlu İsanın tekrar yeryüzüne ineceğine, Deccalı öldüreceğine, belli bir müddet yaşadıktan sonra öleceğine, ve müslümanların onun cenazesini kılıp defnedeceklerine dair, Resûlüllahtan mütevatir haberler zikredilmiştir. Şu hadis-i şerifler de bunlardandır. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Ruhum, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, adaletli bir hakem olarak Meryemoğlu İsanın içinize inmesi yakındır. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizye almayı kaldıracak. (Yani ehl-i kitaptan cizye alarak dinleri üzerinde kalmalarını kabul etmeyecek, mutlaka müslüman olmalarını isteyecektir.) Mal bollaşacak öyle ki kimse ona iltifat etmeyecektir. Buhari, K. el-Enbiya, bab: 49 K. el-Rüyü bab: 102, K. el-Mezalim, bab: 31/ Tirmizi, K. el Fişten bab: 54 Hadis No. 2233 /İbn-i Mace K. el-Fiten bab: 33, Hadis No : 4078

Hadisin devamı Müsnedde şöyledir:

"Meryemoğlu İsa, "Feccir Revha" denen yerden Hac veya Umre yapmak yahut da her ikisini birlikte yapmak için ihrama girecektir. Ahmed b. Hanbel, Müsned C.2 S. 240, 272

Diğer bir Rivâyette, Ebû Hureyre, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu zikretmiştir.

"Peygamberler baba bir kardeşlerdir. Dinleri bir, anneleri ise farklıdır. Ben, insanların, Meryemoğlu İsaya en layık ve en yakın olanıyım. Çünkü benimle onun arasında herhangi bir Peygamber yoktur. O, mutlaka yeryüzüne inecektir. Siz onu gördüğünüz zaman tanıyın. O, orta boylu, beyaz ve kmnızı tenli, saçları düz olan biridir. Başına herhangi bir ıslaklık dokunmasa dahi, sanki başından su damlar gibidir. O, iki sarımtırak elbisenin içinde olacaktır. O, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve diğer dinleri ortadan kaldıracaktır. Onun zamanında Allah, İslamın dışındaki bütün dinleri helak edecektir. Yine Allah, onun zamanında, yalancı Deccal Mesihi helak edecek, yeryüzünde güvenlik hakim olacaktır. Öyle ki develer arslanlarla, sığırlar kaplanlarla, koyunlar kurtlarla birlikte otlayacaklar, çocuklar gençler, yılanlarla oynayacaklar ve bunlar, birbirlerine zarar vermeyeceklerdir. İsa yeryüzünde Allah'ın dilediği kadar kalacak (Ebû Davudun Rivâyetinde kırk yıl kalacak şeklindedir) Sonra vefat edecek, Müslümanlar onun cenazesini kılıp defnedeceklerdir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2 S.437,405 / Ebû Dpvud K. el-Melahim, bab: 14 HN. 4324

Taberi diyor ki: "Şâyet Allahü teâlâ, Hazret-i İsayı öldürmüş olsaydı, artık onu bir daha öldürmesi söz konusu olmazdı. Zira Allahü teâlâ, herhangi bir kulunu iki kere öldürmez. O bize, kullarını yaratacağını sonra öldüreceğini sonra da tekrar dirilteceğini belirtmiştir. Bu husus şu âyet-i kerime’de açıkça zikredilmiştir. "Sizi yaratan sonra rızıklandıran, sonra öldüren ve sonra diriltecek olan Allah’tır... Rum sûresi, 30/40

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Her ne kadar bu âyet-i kerime Hazret-i İsaya ait haberleri zikrediyor ise de aslında bu, Resûlüllah ile İsa hakkında tartışmaya girişen Hristiyan Necran heyetine karşı, Resûlüllah’a bir delildir. İsanm, öldürülmediğini ve aşılmadığını ortaya koymaktadır."

Allahü teâlâ, âyet-i kerime’de, Hazret-i İsaya tabi olanları, kıyamet gününe ka-da, kâfirlerden üstün kılacağını beyan etmiştir. "Hazret-i isaya tabi olanlar"dan maksat, Katade, Reb' b. Enes, ibnh-i Cüreyc, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre Müslümanlardır. Bu görüşe göre Âyetin mânâsı şöyledir. "Ey İsa, senin yolunda ve dinin olan İslamda sana uyan müslümanları, senin Peygamberliğini yalanlayan ve senin getirdiklerini reddeden kâfirlerden kıyamet gününe kadar üstün kılacağım."

İbn-i Zeyde göre ise, Hazret-i İsaya tabi olanlardan maksat, Hristiyanlar, kâfirlerden maksat ise Yahudilerdir. Buna göre âyetin mânâsı "Ey İsa, sana tabi olan Hristiyanlan, kıyamet gününe kadar, seni inkâr eden Yahudilerden üstün kılacağım." şeklindedir.

56

Kâfirleri ise dünya ve âhirette şiddetli bir azaba uğratacağım, Onların yardımcıları da olmayacaktır.

İsanın Peygamberliğini inkâr eden ve onun hakkında asılsız sözleri söyleyen kâfirleri, dünyada öldürme, esir edilme, zelil ve hakir olma gibi cezalara çarptıracağım. Âhirette ise, içinde ebedi olarak kalacaktan cehenneme koyarak şiddetli bir azaba uğratacağım. Onların, Allah’a karşı bir yardımcıları ve kendilerini Allah'ın azabına karşı savunacak bir koruyucuları da bulunmayacaktır.

57

İman edip salih amel işleyenlere gelince, Allah onların mükâfaatlarını tam olarak verecektir. Allah, zalimleri sevmez.

İsaya iman edip, Allah'ın farz kıldığı amelleri işleyenlerin mükâfaatlarını, Allah eksiksiz olarak verecektir. Allah, zalim kimseleri asla sevmez. O halde yarattıklarının mükâfaatlarını eksilterek hiç onlara zulmeder mi?

Bu âyet-i kerime, kâfirler için bir tehdit, mü’minler için de bir müjdedir.

58

Bu sana okuduğumuz, âyetlerden ve hikmet dolu Kur'andandir.

Ey Rasûlüm, Cebrâil vasıtasıyla sana okuduğumuz bu haber ve kıssalar, seni yalanlayan Yahudi ve Hristiyanlara karşı sana verdiğimiz delil ve ibretlerdir. Hakkı batıldan ayıran hikmetlerin kaynağı olan Kur'andandır.

59

Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ve o da oluverdi.

Yaratılış bakımından İsa, Âdeme benzemektedir. İsanın babasız olarak yaratılması, Âdemin hem annesiz hem de babasız olarak yaratılmasından daha garip değildir. Allah, Âdemi kudretiyle annesiz ve babasız olarak topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi. O da oluverdi. İsanın yaratılışı da böyledir. Allah onu Cebrâil vasıtasıyla Meryeme ilka etti ve ona "ol" dedi. O da hemen oluverdi.

* Hristiyanlar, Hazret-i İsa sadece babasız olarak yaratıldığı için ona "Allah'ın oğlu" demişlerdir. Fakat hem annesiz hem de babasız olarak yaratılan Âdem için acaba ne derler? Ve onun yaratılışını nasıl izah ederler?

Âmir eş-Şa'bi, Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, İkrime, Muhammed b. Cafer ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerime’nin, Resûlüllah ile, Hazret-i İsa hakkında tartışmaya giren Necran Hristiyanları heyetine bir cevap olarak Resûlüllah’a indirildiğini söylemişlerdir.

Bu âyet hakkında, Abdullah b. Abbasın şöyle söylediği rivâyet edilmiştir: Necran halkından bir heyet, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e geldi. İçlerinde "Seyyid" ve "Âkıb" diye vasıflandırdıkları iki kişi de bulunuyordu. Onlar, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e "Sen niçin bizim arkadaşımızı sana yakışmayacak şekilde anıyorun?" dediler. Resûlüllah "Arkadaşınız kimdir?" diye sordu. Onlar da "O, İsadır, sen onun, Allah'ın kulu olduğunu iddia ediyorsun." dediler. Resûlüllah da: "Evet, o Allah'ın kuludur." diye cevap verdi. Onlar da "Sen, hiç babasız doğan İsanın bir benzerini gördün mü? Veya böyle birisi sana bildirildi mi?" diye sorup sonra Resûlüllah'ın yanından çıktılar. Bunun üzerine Cebrâil Resûlüllah’a, her şeyi işiten ve bilen Allah'ın emrini getirdi ve Resûlüllah’a dedi ki: "Onlar sana geldikleri zaman onlara de ki: "Allah katında İsanın durumu da Âdemin durumu gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona "Ol" dedi ve o da oluverdi."

Süddi ise bu âyetin nüzul sebebinin Resûlüllah’a gelen Hristiyan Necran heyeti olduğunu, özetle şu şekilde izah etmiştir. "Gelen heyet Resûlüllah’a "Sen İsa hakkında ne dersin?" diye sordu. Resûlüllah da onlara "O, Allah'ın kulu, ruhu ve sözüdür." dedi. Onlar da "Hayır, o böyle değildir. O, Allah’tır, Mülkünün başından inip gelmiş ve Meryemin içine girmiş sonra da ondan çıkmıştır. Böylece bizlere kudretini ve durumunu göstemıiştir. Sen, babasız olarak yaratılmış olan herhangi bir insan gördün mü?" dediler. İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, bu âyeti indirdi...

60

Ey Rasûlüm, bu, rabbîn tarafından bir gerçektir. O halde şüphe edenlerden olma.

Ey Rasûlüm, İsa hakkında sana bildirilen malumat, rabbinin katından gelen bir gerçektir. O halde sen bu hususta şüphe edenlerden olma.

61

Kim, sana ilim geldikten sonra seninle, onun hakkında mücadele ederse, ona şöyle de: "Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım sonra yalvaralım da yalancıların üzerine Allah'ın lanetini dileyelim.

Ey Muhammed sana, İsa hakkında bilgi gelip onun, Allah'ın kulu olduğu bildirildikten sonra kim seninle onun hakkında tartışmaya girişirse ona de ki: "Gelin çocuklarımızı ve çocuklarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizzat kendimizi ve kendinizi çağıralım da hep birlikte dualarımızı kabul etmesi için Allah’a yalvaralım ve yalancıları Allah'ın lanetiyle lanetleyelim."

Hazret-i İsa ile ilgili bu âyetlerin, Hristiyan olan Necranlıların, Resûlüllah’a gelen ve Hazret-i İsa hakkında onunla tartışmak isteyen heyeti hakkında nazil oldukları Rivâyet edilmiştir.

Necranlılar Resûlüllah’a gelip onunla İsa hakkında tartışarak, o zamanın âdetinden olan "Lanetieşme"yi teklif ettiler. İşte bunun üziren bu âyetler nazil oldu.

Huzeyfe el-Yeman diyor ki: "Necranın reislerinden, Âkıb ve Seyyid unvanı verilen kişiler Resûlüllah’a geldiler. Onunla mübahele yapmak istediler. Fakat bunlardan biri diğer arkadaşına "Bunu yapma, Allah’a yemin olsun ki eğer o gerçekten Peygamber ise ve biz de onunla mübahele edersek bundan sonra ne biz kurtuluruz ne de soyumuz." dedi. Bunun üzerine o iki kişi Resûlüllah’a dediler ki: "Biz sana istediğini vereceğiz sen bizimle birlikte güvenilen bir kişi gönder. Bizimle güvenilmeyen bir kişi gönderme." Bunun üzerine Resûlüllah: "Ben sizinle beraber, gerçekten güvenilir olan bir kişi göndereceğim." dedi. Sahabiler bu şerefe nail olmaya hazırlandılar. Resûlüllah buyurdu ki "Kalk ey Ebû Ubeyde b. el-Cerrah." Ebû Ubeyde ayağa kalkınca: "İşte ümmetin emin kişisi budür." buyurdu Buhari, K. el-Mağa2İ, bab: 72/Ahmed b. Hanhel, Müsned C. 1 S. 414

Sa'd b. Ebi Vakkas diyor ki:

"Bu âyet-i kerime nazil olunca, Resûlüllah Aliyi, Fatimayı, Hasan ve Hü-seyini çağırdı ve dedi ki: "Ey Allah’ım, işte benim ehlim bunlardır." Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, Hadis No. 2999

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: Şâyet Resûlüllahı mübahaleye çağıran insanlar mübahaleye çıkmış olsalardı, geri döndüklerinde ne ailelerini ne de malların bulabilirlerdi.

MÜBAHALE: Bu işe "Lanetleşme" derler ve bunu şöyle yaparlardı. Her iki taraf, kadınları ve çocuklarıyla birlikte bir yerde toplanıp kendi inanç ve iddialarının doğruluğunu savunur ve sonunda "Allah'ın laneti yalancının üzerine olsun." derlerdi. İşte Necranlılar bu âdete uyarak Resûlüllah’a da bu şekilde mü-bahale yapmayı teklif etmişlerdi. Fakat bunun sonucundan korkarak kendi tekliflerinden vaz geçmişlerdir.

62

Şüphesiz bu, gerçek haberdir. Allah’tan başka bir ilâh yoktur. Muhakka ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey Rasûlüm, İsa hakkında sana anlattığımız bu kıssa, şüphesiz ki gerçek bir haberdir. Âlemlerin rabbi olan Allah’tan başka hiçbir yaratık, ibadete layık değildir. Çünkü Allah’tan başka ilâh yoktur. Şüphesiz ki Allah, kendisine isyan edenleri cezai andırmakta her şeye galiptir, emir ve işlerinde hüküm ve hikmet sahibidir.

63

Eğer yüzçevirirlerse, şüphesiz ki Allah, bozguncuları çok iyi bilir.

Ey Rasûlüm, eğer bunlar, sana gelen hak dinden yüzçevirirlerse bil ki Allah, bozgunculuk çıkaranları çok iyi bilendir. Onları adaletiyle cezalandıracaktır.

64

De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız Allah’a kulluk edelim. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allah’ı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin." Eğer yüzçevirirlerse deyin ki "Şahit olun bizler müslümanlarız".

De ki: "Ey ehl-i Kilap olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, bizimle sizin aranızda aynı olan hak bir söze gelelim. Yalnız Allah’a kulluk edelim. Allah'ın dışında kendilerine tapınılanlardan uzaklaşıp yalnız ona ibadet edelim. Put, Haç ve Tağut gibi herhangi bir şeyi ona ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allah’ı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin. Birbirimize Allah’a isyan hususunda itaat etmeyelim. Ve Allah’a secde edercesine birbirimizin önünde eğilmeyelim.

Eğer bunlar senin davet ettiğin hak sözden yüzçevirirlerse, ey mü’minler, onlara deyin ki: "Şahit olun. Bizler, Allah’a boyun eğen, dillerimizle ve kalblerimizle onu anan Müslümanlarız."

* Müfesşirler, bu âyet-i kerime’nin kimin hakkicla nazil olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Medine-i Münevverenin çevresinde bulunan Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, Hazret-i İbrahim hakkında Resûlüllah ile takışmaya girişince Allahü teâlâ bu âyeti indirmiş ve Resûlüllah’a, Yahudileri çağırarak onlara, âyette belirtilen hususları bildirmesini emretmiştir.

b- Muhammed b. Cafer, Süddi, ve İbn-i Zeyd ise bu âyet-i kerime’nin, Hristiyan Necranlıların gönderdikleri heyet hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Resûlüllah onları Mübahaleye davet ettiğinde "Lanetleşmekten" kaçınmaları üzerine bu defa onları, daha kolay olan bu âyetin beyan ettiği şeyleri kabul etmeye davet etmiştir. Fakat onlar, bunu da kabul etmemişlerdir.

Taberiye göre ise, bu âyyette zikredilen ehi-i kitaptan maksat, hem Yahudiler hem de Hristiyanlardır, Zira ehl-i Kitap denince her kişi de anlaşılmaktadır. Buradaki, ehl-i kitabın, sadece bir kısmına ait olduğuna dair sahih bir delil yoktur. O halde, âyetin her iki ehl-i kitabı da kastederek, onları tevhid inancına davet ettiğini söylemek daha isabetlidir. Çünkü Allah'ın birliğini ve sadece kendisine ibadet edileceğini kabul etme, her yaratığın vazifesidir. Ve ona gönderilen bir emirdir.

Âyet-i" kerimede geçen ve "Müsavi" diye tercüme edilen kelimesi, Katade ve Rebi' b. Enes tarafından "Adaletli" mânasında izah edilmiş, Taberi de bunu tercih etmiştir. "Aramızda müsavi olan söz"den maksat, Katade ve Rebi' b. Enese göre, âyette bu sözden sonra zikredilen hususlardır. Ebul Âliyeye göre ise bu sözden maksat, kelimesidir.

İnsanların birbirlerini rabler edinmelerinden maksat ise, İbn-i direyce göre, Allah’a isyanda birbirlerine itaat etmeleridir. Allahü teâlâ bu hususta başka bir âyet-i kerime’de şöyle buyurmuştur: "Onlar, Hahamlarını, Papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah’tan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir. Tevbe sûresi 9/31 İkrimeye göre ise, kulların birbirlerini rab edinmelerinden maksat, birbirlerine secde etmeleridir.

Buhari bu âyetin izahında şu hadis-i şerifi zikretmiştir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bizans imparatoru ve zamanın Hıristiyanlarının lideri durumunda bulunan Herakliyüse mektup yazarak onu ve ona tabi olanları Müslüman olmaya davet etmiş ve mektubuna bu âyet-i kerime’yi de yazmıştır.

Mektup, o anda Kudüs topraklarında bulunan Herakliyüse ulaştığında ticaret için orada bulunan ve henüz Müslüman olmamış olan Ebû Süfyan ve arkadaşlarıyla Herakliyüs arasında şöyle bir görüşme cereyan etmiştir:

Abdullah b. Abbas bu olayı Ebû Süfyandan naklen şöyle anlatmaktadır:

Ebû Süfyan, Kureyşlilerin, Resûlüllah ile yaptıkları Hudeybiye musalahasının yürürlükte olduğu bir dönemde, ticaret maksadıyla Şam topraklarında bulunuyormuş. Herakliyüs, Ebû Süfyan ve arkadaşlarına adam gönderip yanına çağırmış. Ebû Süfyan ve arkadaşları, Herakliyüs ve Rum büyüklerinin bulunduğu İlya şehrine varmışlar Herakliyüs Rum ileri gelenleriyle birlikte bulunduğu meclise, Ebû Süfyanı ve arkadaşlarını çağırmış, ayrıca bir de tercüman getirmiştir: Herakliyüs "Peygamberlik iddia eden bu kişiye soy bakımından en yakın olanınız kim?" diye sormuş Ebû Süfyan "Ona soy bakımından en yakın olan benim." demiştir. Herakliyüs, "Onu bana yaklaştırın, arkadaşlarını da yakına gelirin ve onun arkasında durdurun." demiş sonra tercümana yönelerek: "Sen bu adamın arkasında duranlara bak. Ben bundan, Peygamberlik iddia eden o kişi hakkında sorular soracağım. -Şâyet bana yalan söyleyecek olursa onlar bunu bana arkadan işaretle bildirsinler." dedi.

Ebü Süfyan diyor ki: "Vallahi arkadaşlarım yalanımı surda burda söylerler diye utanmasaydım onun (Yani Resûlüllah’ın) hakkında yalan uydururdum." Ondan sonra bana ilk sorusu şu oldu:

- Peygamber olduğunu söyleyen o kişinin, sizin içinizde soyu nasıldır?

- O, içimizde soyu temiz birisidir.

- içinizde, ondan önce bu sözü (Peygamberlik iddiasını) söylemiş olan var mıdır?

- Hayır.

- Atalarının içinde Kanıl vamııydı? -Hayır.

- Ona tabi olanlar, halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflanmıdır?

- Halkın ileri gelenleri değil zayıflarıdır.

- Ona tabi olanlar artıyor mu yoksa eksiliyor mu?

- Anıyorlar, eksilmiyorlar.

- İçlerinde onun dinine girdikten sonra kızarak o dinden çıkan var mı?

- Hayır. Yoktur.

- Bu iddiasından önce onu hiç yalancılık suçladığınız oldu mu?

- Hayır.

- Hiç sözünden döndüğü oluyor mu?

- Hayır olmuyor. Ancak şu anda onunla belli bir süreye kadar bir barış antlaşması içindeyiz. Bu müddet içinde ne yapacağını bilmiyoruz.

Ebû Süfyan diyor ki: "Ben bu konuşma sırasında, sözlerime kendiliğimden bir şeyler katmaya imkân verecek bu sözden başkasını bulamadım. Herakliyüs devamla dedi ki:

- Onunla hiç savaştınız mı?

- Evet savaştık.

- Savaşlarınız nasıl sonuçlandı?

- Aramızdaki savaşlar nöbetleşe geçti. Bazan o bizi yenilgiye uğratıyor bazan da biz onu, Peki size ne emrediyor?

-Bize, "Yalnız Allah’a ibadet edin. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Atalarınızın söylediklerini terkedin." diyor ve bize namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı ve akrabalarımızla ilgilenmeyi emrediyor."

Bu sözlerden sonra Herakliyüs, tercümanına dedi ki: "Bu adama söyle, onun soyunu sordum, soyunun temiz olduğunu söyledin. Peygamberler de işte böyle kavimlerinin temiz soylularından gönderilirler. "İçinizden daha önce bu iddida bulunan herhangi bir kimse oldu mu?" dedim. "Hayır" dedin. Ondan evvel bu iddiada bulunmuş bir kimse olsaydı" Bu kimse, daha önce onaya konan bir iddiaya uyan bir kimsedir." diyebilirdim. "Ataları içinde hiçbir Kral varmıdır" diye sordum. "Hayır" dedin.

Eğer ataları içinde bir Kral bulunmuş olsaydı "Bu da babasının iktidarını geri almaya çalışan bir kimsedir," derdim. "Bu iddiada bulunmadan önce onu hiç yalancılıkla suçlamış mıydınız?" diye sordum. "Hayır" dedin. Çok iyi biliyorum ki daha önce insanlara karşı yalan soylemeyen bir kimsenin Allah’a karşı yalan söylemeyeceği muhakkatır. "Ona halkın ileri gelenleri mi yoksa zayıflan mı tabi oluyor?" diye sordum. Ona insanların zayıflarının tabi olduğunu söyledin. Zaten Peygamberlere bunlar tabi olular. "Ona tabi olanlar artıyor mu eksiliyor mu?" diye sordum. Onların arttıklarını söyledin. İşte iman meselesi böyledir. Tamamlanıncaya kadar bu minval üzere devam eder. "İçlerinde onun dinine girdikten sonra'dini beğenmeyerek ondan çıkanlarvarmı?" diye sordum. "Hayır" dedin. İmanın lezzeti kalbe işleyince işte böyle olur. "Hiç sözünden döner mi?"diye sordum. "Hayır" dedin. İşte Peygamberler böyledir. Verdikleri sözden dönmezler. "Size ne emrediyor?" diye sordum. Yalnız Allah’a ibadet edip ona hiçbir şeyi ortak koşmamanızı emrettiğini, sizleri putlara tapmaktan men ettiğini ayrıca size namaz kılmayı, doğru söylemeyi, iffetli olmayı emrettiğini söyledin. Eğer bu dediklerin doğruysa o zat, şu ayaklarımın bastığı yerlere de bir gün sahip olacaktır. Ben böyle birinin çıkacağını çok iyi biliyordum. Fakat bunun, sizin aranızdan çıkacağını sanmıyordum. Eğer onunla başabaş kalabileceğimi bilsem onunla görüşebilmek için bütün zorlukları katlanırdım. Yanında olsaydım (hizmet ederek) ayaklarını yıkardım."

Bu sözlerden sonra Herakliyüs, Resûlüllah’ın kendisine verilmek üzere Diriye (radıyallahü anh) vasıtasıyla Busra emirine gönderilen mektubunu istedi. Getiren adam onu Herakliyüse verdi. O da aldı ve okudu. Mektupta şöyle yazıyordu:

Bismillahirrahmanirrahîm.

Allah'ın kulu ve Peygamberi Muhammedden, Rumların lideri Herakliyüse. Allah'ın selamı hidâyete tabi olanlara olsun. Mesele şu ki, seni İslam daveti ile davet ediyorum. Müslüman ol ki kurtuluşa eresin. Ve Allah sana iki kat mükâfaat versin. Eğer kabul etmezsen sana tabi olanların günahı da senin boynundadır. " De ki: "Ey kitap ehli, bizimle sizin aranızda müsavi olan bir söze gelin. Yalnız Allah’a kulluk edelim. Ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız Allah’ı bırakıp diğer bir kısmımızı rabler edinmesin. Eğer yüzçevirirlerse deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlarız. Âl-i İmran sûresi, 3/64

Ebû Süfyan diyor ki: "Herakliyüs sözlerini bitirip mektubu okuduktan sora çevresinde gürültüler koptu. Sesler yükseldi ve biz oradan çıkarıldık. Bunun üzerine arkadaşlarıma şöyle dedim: "İbn-i Ebi Kebşenin (Muhammedin) işi o kadar ciddi ha?" Baksanıza Beni Asfann (Romanın) Kralı bile ondan korkuyor." O günden itibaren, sonunda onun galip geleceğini kesinlikle anlamıştım. Nihâyet Allah benim kalbime İslamı soktu. Buhari, K. Bed'ul Vahy. bab: 6, K. Tefsir el-Kuran, Sûre 3, bab: 4

65

Ey kitap ehli, İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklinizi kullanmazmısınız?

Ey, İncil ve Tevrata tabi olan ehl-i kitap, Rahman olan Allah'ın dostu İbrahim hakkında niçin tartışıyor, aranızda mücadeleye girişiyorsunuz? Her bireriniz, İbrahimin, kendi dinine mansup olduğunu iddia ediyorsunuz. Halbuki Tevrat da İncil de ancak İbrahimin vefatından sonra idirilmiştir. O halde nasıl olur da İbrahim, sizin dininizden olur? Bu sözünüzün yanlış olduğunu düşünmez misiniz?

Abdullah b. Abbas ve Katade bu âyet-i kerime’nin, Hazret-i İbrahim hakkında tartışan ve her birinin, İbrahimin kendi dininden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyahlar hakkında nazil olduğunu zikretmişlerdir. Bu hususta Abdullah Abbas diyor ki: Necran Hristiyanlan ile Yahudi Hahamları, Resûlüllah’ın yanında bir araya geldiler ve tartıştılar. Yahudi Hahamları "İbrahim ancak Yahudidir." Hristiyanlar da: "İbrahim ancak Hristiyandır." dediler, İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdi ve her iki guruba da, Hazret-i İbrahimin, onların dininden olmadığını bildirdi;

Rebi' b. Enes, Mücahid ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu Âyet, İbrahim hakkında tartışan Yahudiler hakkında inmiştir. Bu hususta Katade diyor ki: "Bize nakledildiğine göre Resûlüllah, Medinede yaşayan Yahudileri mü’minlerle Yahudiler arasında müsavi bir söz olan kelime-i Tevhide ve yalnız Allah kulluk etmeye davet etti. Onlar, Hazret-i İbrahimin hakkında, Resûlüllah ile tartıştılar ve onun Yahudi olarak öldüğünü iddia ettiler. Bunun hüzerine Allahü teâlâ onları yalanlayarak bu Âyeti indirdi.

66

Diyelim ki siz, bildiğiniz hususlarda tartışıyorsunuz. Peki bilmediğiniz hususlarda niye tartışıyorsunuz? Halbuki Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Ey Yahudi ve Hristiyan topluluğu, haydi diyelim ki, kitaplarınızda bulduğunuz ve haklarında bilgi sahibi olduğunuz dini meselelerde tartışıyorsunuz, hakkında hiçbir bilginiz olmadığı halde İbrahim ve onun dini hakkında niçin tartışıyorsunuz? İşlerin gerçek yüzünü Allah bilir sizler bilemezsiniz. O haldebatıl iddialarla tartışmaya girişmeyin.

Süddi diyor ki: "Burada zikredilen ehl-i kitabın bildiği şeylerden maksat, onlara haram kılınan ve emredilen şeylerdir. Bilmedikten şeyden maksat ise Hazret-i İbrahimin durumudur. Katade ise diyor ki: "Onların bildikleri şeyden maksat, müşahade ettikleri ve bizzat gördükleri şeylerdir. Bilmedikleri şeyden maksat ise müşahade etmedikleri ve bizzat görmedikleri şeylerdir.

67

İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş bir müslümandı. Müşriklerden de değildi.

İbrahim ne Yahudi idi ne de Hristiyandı. Fakat o, Allah'ın emrine tabi olan, doğru yola yönelen bir müslümandı. Kalbiyle ve bütün azalarıyla ona boyun eğen bir kimseydi. O, putlara veya yaratıklardan herhangi birine tapan müşriklerden değildi.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile Hazret-i İbrahim ve onun dini hakkında tartışan ve onun, kendi dinlerinden olduğunu iddia eden Yahudi ve Hristiyanlan yalanlamış, Hazret-i ibrahimin, Hanif dini olan İslam dinine mensup olduğunu, Allah’ı bırakıp, başka yaratıklara tapan müşriklerden olmadığını beyan etmiştir.

İslam gelmeden önce bir kısım insanların, Yahudi, ve Hristiyan olmadıkları ve onların, Hazret-i İbrahimin dini olar Hanif dini üzere yaşadıkları zikredilmektedir. Bu hususta, Hazret-i Ömerin torunu Salim, babası Abdullahtan şunu Rivâyet etmektedir. "Bir zaman Zeyd b. Amr b. Nufeyl, Şama gitti. Orada, tabî olacağı bir dini araştırıyordu. Yahudilerden bir alimle karşılaştı. Ona dininin durumunu sordu ve dedi ki: "Belki ben, sizin dininize girerim. Dininizin nasıl olduğunu bana söyle." Yahudıde ona dedi ki: "Allah'ın gazabından payını almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." Zeyd de: "Ben zaten Allah'ın azabından kaçıyorum. Ben onun gazabından hiçbir şeyi yüklenemem ve benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu anlattığın şey bulunmayan bir din gösterebilir misin?" dedi. Yahudi ona: "Böyle bir din bilmiyorum. Ancak Hanif olursan bu dediğin olur." dedi. Zeyd: "Hanif nedir?" diye sordu. Yahudi: "O, İbrahimin dinidir. O, Yahudi değildi Hristiyan da. O, yalnızca Allah’a ibadet ediyordu." diye cevap verdi. Bunun üzerine Zeyd, Yahudinin yanından ayrılıp Hristiyan âlimlerinden biri ile görüştü. Ona da dini hakkında sorular sordu ve ona: "Bel ki ben, sizin dininize girebilirin. Dininizin ne olduğunu bana anlat." dedi. Hristiyan ise "Sen, Allah'ın lanetinden payını almadıkça bizim dinimize girmiş olamazsın." dedi. Zeyd de: "Benim buna gücüm yetmez. Sen bana, kendisinde bu söylediğin şey bulunmayan bir din gösterebilir misin? dedi, Hristiyan da ona: "Yahudinin söylediği gibi "Ben böyle bir din bilmiyorum. Ancak Hanif olursan bu olur." dedi. Bunun üzerine Zeyd, Hristiyanın yanından da ayrıldı. O, Yahudi ve Hristiyanın Hazret-i İbrahim hakkında ittifak ederek söyledikleri tavsiyeye razı oldu. Ellerini göğe doğru kaldırıp: "Ey Allah'ım, ben seni şahit tutuyorum ki, ben İbrahimin dini üzereyim" dedi.

68

Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah, mü’minlerin dostudur.

Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, onun yolunda gidip Allah'ın bir olduğuna inananlar, batılı bırakıp hakka eğilenler ile bu Peygamber Muhammed ve ona iman edenlerdir. Allah, düşmanlara karşı mü’minlerin dostudur.

* Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Resûlüllah buyurdu ki: "Her bir Peygamberin, Peygamberlerden dostları vardır. Benim, onlardan dostum, atam olan ve rabbimin dostu olan İbrahimdir. Sonra Resûlüllah: "Doğrusu insanlardan İbrahime en yakın olanlar, ona tabi olanlar, bu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah, mü’minlerin dostudur." âyetini okudu. Tkınizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre, 3 bab: 3 Hadis No: 2995

69

Kitap ehlinden bir cemaat sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar da farkına varmazlar.

Ey mü’minler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardan bir zümre, sizi hak dinden saptırıp inkâra düşürmek ve helak etmek arzusundadırlar. Halbuki onlar, bu davranışlarıyla ancak kendilerini saptırır ve helak ederler. Çünkü onlar, yaptıklarıyla Allah'ın gazabını ve lanetini hak ederler. Böylece helak olurlar. Ve onlar bunun farkında değildirler..

70

Ey kitap ehli, gözünüz gördüğü halde, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz?

Ey kitap ehli, âyetlerin, rabbiniz tarafından size bildirilen gerçekler olduğuna şahitlik ettiğiniz halde, Allah'ın size gönderilen kitabının âyetlerini niçin inkâr edersiniz?

* Bu âyet-i kerime, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber olarak geleceğini, kendi kitaplarından okudukları halde onu inkâr eden ehli-i kitabı kınamaktadır. Çünkü onlara inen Tevrat ve İncilde, Hazret-i Muhammedin sıfatları açık bir şekilde zikredilmiştir. Onlar, sıfatları görmelerine rağmen Resûlüllahı yalanlamaya ve inkâra kalkışmışlardır.

71

Ey kitap ehli, niçin hakkı batıl ile karıştırıyor ve bile bile hakkı gizliyorsunuz?

Ey ehl-i kitap, niçin dilinizle Muhammede iman ettiğinizi söyleyip, kalblerinizle onu inkâr ederek hakki batıla karıştırıyor, Muhammedin Peygamberliği ve sıfatları, sizin kitabınızda mevcut olduğu halde bu gerçeği gizliyorsunuz? Halbuki sizler bunun farkındasınız.

Âyette zikredilen "Hak"tan maksat, Abdullah b. Abbas, Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre İslamdır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilik ve Hristiy anlıktır. Yahudi ve Hristi yani arın batıl olan kendi dinlerini, hak olan İslam dinine karıştırmak istemeleri, Abdullah b. Abbasın neklettiği gibi şu şekilde olmuştur. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Sayf, Adiy b. Zeyd, Haris b. Avf, birbirlerine şöyle dediler: "Gelin muhammede ve arkadaşlarına indirilene sabahleyin iman edelim. Akşamleyin de onu inkâr edelim. Böylece onların dinlerini karıştırır ve onları, dinleri hakkında şüpheye düşürürüz. Umulur ki bu sayede onlar da bizim yaptığımız şeyi yaparlar ve dinlerinden dönerler." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirdi.

İbn-i Zeyde göre ise âyette zikredilen "Hak"tan maksat, Allahü teâlânın Hazret-i Mûsaya indirdiği Tevrattır. "Batıl"dan maksat ise, Yahudilerin bizzat kendi elleriyle yazıp ona sokuşturdukları şeylerdir.

72

Kitap ehlinden bir topluluk şöyle dedi: "İman edenlere indirilenlere, günün başlangıcında iman edin, sonunda inkâr edin. Bel ki dinlerinden dönerler.

Ehl-i Kitap olan Yahudilerden bir güruh şöyle dedi: "Mü’minlere indirilene gündüzün başlangıcında iman edin ve onu gündüzün sonunda inkâr edin. Böylece belki dinleriden dönerler.

Yahudiler, mü’minlerin inancını sarsmak maksadıyla birbirlerine: "Onlara indirilene günün başlangıcında iman edin fakat günün sonunda onu inkâr edin." tavsiyesinde bulunuyorlar ve bunu yaptıktan sonra da, kendi kendilerine "Bu insanların, günün başlangıcında iman edip sonra dönmeleri, bu dindeki eksiklik ve kusurdandır." diye İslamın aleyhinde propaganda yapıyorlardı. Yahudiler bunu, zayıf müslümanları, imanlarında şüpheye düşürmek için yapıyorlardı.

Yahudilerin, gündüzün başlangıcında iman ettiklerini, sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymaları, Katade, Ebû Mâlik ve Süddiye göre, bizzat dilleriyle söylemeleri şeklinde oluyordu. Bu hususta Süddi diyor ki: "Anne bölgesinde bulunan köylerin on iki Hahamı vardı. Onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: "Siz, gündüzün başında Muhammedin dinine girin ve "Şahadet ederim ki Muhammed haktır ve doğru söyleyendir." deyin. Gündüzün sonu olunca da inkâr edin ve deyin ki: "Biz, âlimlerimize ve Hahamlarımıza başvurarak bunu onlardan sorduk. Onlar da bize dediler ki: "Muhammed yalancıdır ve siz müslümanların dayandığnız herhangi bir şey yoktur," Bunun üzerine tekrar dinimize döndük. Bizim dinimiz bize, sizin dininizden daha sevimlidir." Hahamlar, telkinlerine devam ederek dediler ki: Böyle yaptığınız takdirde belki onları, şüpheye düşerler ve kendi kendilerine derler ki: "Bunlar gündüzün başlangıcında bizimle beraberdiler. Acaba bunlar dinlerinden niçin döndüler?" Südcii diyor ki: "İşte Allahü teâlâ Peygamberine bu âyetle, Yahudilerin bu gibi davranışlarım bildirdi.

Mücahid ve Abdullah b. Abbasa göre ise, Yahudilerin, gündüzün başlangıcında iman ettiklerini, günzüdün sonunda da inkâr ettiklerini ortaya koymaları, Resûlüllah ile birlikte sabah namazını kılıp akşamleyin dinden çıktıklarını belirtmek şeklinde oluyordu. Veya, sabahleyin dilleriyle iman ettiklerini söylüyor akşamleyin, Yahudilere ait olan ibadeti yapıyorlar ve bu şekilde iman edip tekrar döndüklerini belirtiyorlardı.

73

Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. "Ey Muhammed de ki: "Şüphesiz ki hidâyet Allah'ın hidâyetidir. Size verilenin benzerinin başka birine verilmesinden veya rabbinizin katında aleyhinize delil getirilmeleriden korkarak mı tasdik etmiyorsunuz? De ki: "Şüphesiz ki lütuf Allah'ın elindedir. Onu, dilediğine verir. Allah geniş lütuf sahibidir, her şeyi çok iyi bilendir.

* Bir kısım müfessirler bu âyetin, Kur'an-ı kerimin mânâsının anlaşılması bakımından Kur'an-ı Kerimin en zor âyetlerinden biri olduğunu söylemişlerdir. Bunun sebebi âyette geçen ifadelerden bir kısmının, hem Yahudilerin sözleri hem de Allahü teâlânın, Resûlüllah’a, söylemesini emrettiği sözler olması ihtimalindendir.

Âyetin, "Sizin dinize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." bölümünün, Yahudilerin sözü olduğu ve "Ey Rasûlüm, de ki: Hidâyet Allah'ın hidâyetidir." bölümünün de Resûlüllah’a, söylemesi emredilen söz olduğu kesindir. Ancak, âyetin diğer bölümlerinin, kimin sözü olduğu kesin değildir. Bu sebeple müfessirler, âyetin izahında zorlanmışlar ve takdir ettikleri farklı faraziyelere başvurarak, âyeti izah etmeye çalışmışlardır. Taberinin, âyeti izahı özetle şu şekildedir:

a- Âyetin içindeki "Ey Muhammed de ki: " Hidâyet Allah'ın hidâyetidir." ifadesi dışındaki diğer ifadelerin tümünün Yahudilerin sözü olduğunu farzeden müfessirler bu âyete şu şekilde mânâ vermişlerdir. "Yahudiler birbirlerine dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." Ey Muhammed sen de de ki: "Şüphesiz ki hidâyet, Allah'ın hidâyetidir." Yine Yahudiler dediler ki: "Size verilen Tevratın ve size gönderilen Mûsanın benzerinin bir başkasına, yani Muhammede ve ümmetine de" verileceğine inanmayın. Yine sizler, rabbiniz huzurunda aleyhinize delil getirilerek mağlup edileceğinize de inanmayın."

Taberi, Mücahidin bu âyeti bu şekilde izah ettiğini zikretmiştir.

b- Âyet-i kerime’nin, "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu fakat diğer tamamının Allahü teâlânın, Resûlüllah’a söylemesini emrettiği sözler olduğunu takdir eden müfessirler, âyete şu şekilde mânâ vennişlerdir: "Yahudiler birbirlerine dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Rasûlüm, sen de onlara de ki: "Asil açıklama Allah'ın açıklamasıdır. Onun açıklaması da şudur ki, siz ümrriet-i Muhammede verilenin benzeri, başka hiçbir kimseye verilmemiştir ki Yahudiler, rableri huzurunda sizinle tartışıp sizi mağlup etsinler. Çünkü size verilenler onlara verilenlerden daha afdaldir. Taberi, Süddinin âyeti bu şekilde izah ettiğini söylemiştir.

c- Yine, âyetin "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." kısmının Yahudilerin sözü olduğunu, diğer kısımlarının ise, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a söylemesini emrettiği sözler olduğunu söyleyen başka bir kısım müfessirler, âyeti şu şekilde izah etmişlerdir: "Yahudiler dediler ki: Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Muhammed sen de o Yahudilere de ki: "Ey Yahudiler topluluğu, hidâyet Allah'ın hidâyetidir. O halde sizin dışınızdaki insanları kıskanarak size verilen kitap ve Peygamberin benzerinin bir başkasına da verilmesini veya rabbinizin huzurunda başkaları tarafından delillerle mağlup edileceğinizi inkâra kalkışmayın ve reddetmeyin. Zira lütuf, Allah'ın elindedir. Onu, kullarından dilediğini verir.

Taberi, Katade, ve Rebi' b. Enesin, âyeti bu şekilde izah ettikleri nakletmiştir.

d- Başka bir kısım müfessirler, âyet-i kerime’nin "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin." Kısmının ve "Rabbinizin katında sizin aleyhinize delil getirmiş olurlar." kısmının, Yahudilerin sözü olduğunu iğer kısımlarının ise, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a söylemesini emrettiği sözler olduğunu söylemişler ve âyet-i kerimeye şu şekilde mânâ vermişlerdir." Yahudiler dediler ki: "Sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Rasûlüm, sen de de ki: "Şüphesiz ki hidâyet Allah'ın hidâyetidir. O da size verdiği kitabın benzerini başkalarına da vermesidir. Yahudiler dediler ki: "Allah'ın Tevratta size açıkladığı şeyleri müslümanlara haber vermeyin ki rabbinizin huzurunda onu aleyhinize delil olarak kullanmasınlar." Taberi, İbn-i Cüreycin âyeti bu şekilde izah ettiğini zikretmiştir.

Taberi bu görüşü seçmiş, âyetin, ehl-i kitaptan, gündüzün başlangıcında iman etmeyi, sonunda da inkâr etmeyi emreden kişilerin sözü olduğunu, ancak "Hidâyet Allah'ın hidâyetidir." cümlesinin bir muteriza cümlesi olduğunu, bu cümlenin faydasının ise, batıl iddialarda bulunan Yahudilerin kendi sözleri içinde tekzib etmek olduğunu söylemiş ve âyete şu şekilde mânâ vermiştir: "Yahudiler dediler ki: "Ey Yahudiler topluluğu, sizin dininize tabi olanlardan başkasını tasdik etmeyin. Ey Rasûlüm, sen de onlara de ki: "Şüphesiz ki hidâyet, Allah'ın hidâyeti ve beyan etme, onun beyan etmesidir. Siz Yahudiler toplululuğunun iddiaları değildir. Yine Yahudiler dediler ki: "Size verilen kitap ve Peygamberin benzerinin bir başkasına verileceğine veya imanınızdan dolayı herhangi bir kimsenin, sizi, rabbinizin huzurunda mağlup edeceğine de inanmayın." Ey Muhammed de ki: "İmana muvaffak kılma ve İslama kavuşturma lütfü, Allah'ın elindedir. Ne sizin elinizde ne harhangi bir yaratığın elindedir. Allah, lütfü bol olan ve bu lütfa layın olanı çok iyi bilendir."

Taberi diyor ki: "Bu izah şeklini tercih etmemizin sebebi, mânâsının daha sahih olması, Arapça ifade şekline daha uygun düşmesi ve âyetin, cümlelerinin birbirleriyle daha fazla irtibatlı sayılmasıdir. Diğer görüşler ise sıhhatten uzak bir kısım zorlamalardır ve hoş olmayan ifadelerdir.

74

Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder ve Allah büyük lütuf sahibidir.

Allah, İslam ve iman gibi nimetlerini, dilediğine tahsis eder. O büyük lütuf salibidir.

75

Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki ona yüklerle emanet bı-raksan onu sana geri verir. Onlardan öylesi de vardır ki, bir dinar da emanet bıraksan ısrarla üzerinde durmadıkça onu sana geri vermez. Bu onların "Kitap ehlinden olmayan ümmilere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur." demelerindendir. Onlar bile bile, Allah’a karşı yalan söylemektedirler.

Kitap ehlinden olan Yahidilerden öyle insanlar vardır ki, güvenilen insanlardır. Onlara yüklerle emanet bıraksan, ihanet etmeden onu sana geri verirler. Öyleleri de vardır ki, hain insanlardır. Onlara tek bir dinar dahi emanet etsen, ısrarla üzerinde durmadıkça onu sana geri iade etmezler. O Yahudilerin böyle davranmaları: "Kitap ehlinden olmayan ümmi, yani okur yazarlığı olmayan Araplara karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur. Allah onların mallarını bize hıelal kılmıştır." demelerindendir. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylemektedirler. Allah, onlara hiçbir şeyi helal kılmış değildir.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, ehli-i kitap olan Yahudilerden bir kısmının, verilen emanete ihanet etmeyen güvenilir kimseler olduklarını, diğer bir kısmının ise verdikleri sözleri bozan ve emanete ihanet eden kimseler olduklarını bildirmiştir. Ta ki mü’minler mallarını onlara teslim etmesinler ve onlara aldanmasını ar. Çünkü onlardan çoğu, mü’minlerin mallarını kendilerine helal görürler.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Israrla üzerinde durmadıkça" şeklinde tercüme edilen ifadesi, Katade ve Mücahid tarafından "Alacağını ısrarla isteme" şeklinde izah edilmiş, Süddi tarafından ise "Devamlı olarak başucunda durma" diye izah edilmiştir. Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir. Yine âyet-i kerime’de geçen ve "Bu, onların, ümmîlere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur." demelerindendir. Şeklinde tercüme edilen ifadesi iki şekilde izah edilmiştir:

Katade, Süddi Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu ifadeden maksat şudur "Yahudiler dediler ki: Okur yazarlığı olmayan ve müşrik olari Arapların mallarını almanızda bir sakınca yoktur. Zira Allah, onların mallarını bize helal kılmıştır. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah düşmanları yalan söylediler. Cahiliye döneminde olan her şey ayaklarımın altındadır. Ancak verilen emanetler müstesnadır. Zira emanet, sahibine verilmelidir. Sahibi ister takva sahibi olsun ister facir."

İbn-i Cüreyc ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Yahudilerin, Müslümanların kendilerine emanet ettikleri mallara ihanet etmeyi caiz görmelerinin sebebi, Yahudilerin, Müslümanları dinlerini değiştiren kişiler saymaları ve Tevratın, kendilerine dinini değiştirenlerin mallarına el koymalarının caiz olduğunu bildirmesidir. Bu âyetin izahında İbn-i Cüreyc diyor ki: "Müslümanladan bir kısım adamlar, cahiliye döneminde Yahudilerle alış veriş yapmışlardı. Müslüman olduktan sonra Yahudilere satıp ta parasını almadıkları eşyanın parasını istediler. Bunun üzerin Yahudiler: "Sizin bizde ne bir emanetiniz vardır ne de bizim aleyhimize dâvada bulunabilirsiniz. Çünkü siz, üzerinde bulunduğunuz dini terkettiniz. Biz, kitabımız olan Tevratta bunun böyle olduğunu görüyoruz. Sa'saa diyor ki: "Bir adam, Abdullah b. Abbastan şunu sorarak dedi ki: "Biz, Zımmilerin mallarından tavuk, koyun gibi bir kısım hayvanları alıyoruz." (Bunun hükmü nedir?) Abdullah b. Abbas ta dedi ki: "Onları alırken ne diyorsunuz?" O da dedi ki: "Bunda bizim için bir mahzur yoktur." diyoruz. Abdullah b. Abbas dedi ki: "Bu ehl-i kitabın" Ümmilere karşı hiçbir mes'uliyetimiz yoktur." demelerine benzemektedir. Ehl-i kitap, Cizyeyi verdikleri müddetçe onların malları size helal değildir. Ancak gönül hoşluğu ile verdikleri helaldir."

76

Hayır, durum böyle değildir. Kim ahdini yerine getirir ve Allah’tan korkarsa, şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Hayır, ehl-i kitabın "Okur yazarlığı olmayan cahil insanlardan aldığımız emanetle riâyet etmekle yükümlü değiliz." demeleri doğru değildir. Fakat ehl-i kitaptan kim, Tevratta Hazret-i Muhammede ve onun getirdiği "Emanetleri yerine verin." gibi emirlere ve bütün yasaklara iman edeceğine dair Allah’a verdiği ahdi yerine getirir ve Allah'ın yasakladığı, inkâr ve isyandan, Allah’tan korkarak kaçınacak olursa bilsin ki Allah, kendisinden korkanları ve azabından kaçınanları sever.

Abdullah b. Abbas, âyette geçen ve "Allah’tan korkarsa" diye tercüme edilen kelimesini "Alana ortak koşmaktan kaçınırsa" şeklinde izah itmiştir.

77

Şüphesiz ki Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip carşılğında az bir değeri satın alanlar var ya, işte onların, âhirette nasibi yoktur. Allah, onlarlarla konuşmayacak, kıyamet gününde onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Gerçek şu ki, kendilerine gönderilen kitapta, Muhammed ve onun getirdiklerine iman edeceklerine dair Allah’a verdikleri sözü ve yalan yere yaptıkları yeminlerini, dünya malından az bir değere değişenler var ya, işte onların, âhirette cennet nimetlerinden hiçbir nasipleri yoktur. Allah onlara, kendilerini sevindirecek bir şey konuşmayacak, kıyamet gününde onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve onları inkâr ve günah kirlerinden tem izlemeyecektir. Ayrıca onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi ve kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Ebû Rafi', Kenane b. Ebul Hakik, Kâ'b el-Eşref ve Huyey b. Ahtab hakkında nazil olmuştur.

b- Abdullah b. Mes'ud, Vâil b. Hucr ve Adiy b. Umeyr'e göre bu âyet-i kerime, Eş'as b. Kays ile onun hasmı olan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Mes'ud demiştir ki: Resûlüllah şöyle buyurdu.

"Kim, bir Müslümanm herhangi bir malını ondan haksız yere almak için yalan yere yemin edecek olursa o kimse Allah'ın huzuruna çıktığında onun, kendisine karşı gazaplı olduğunu görecektir. Abdullah b. Mes'udu dinleyen Eş'as b. Kays da şöyle demiştir: "Vallahi bu olay benim hakkında olmuştur. Şöyle ki "Benimle bir Yahudi arasında (ortak) bir arazi vardı. Yahudi, benim arazinin sahibi olduğumu inkâr etti. Ben onu Resûlüllah’a şikâyet ettim. Resûlüllah bana dedi ki: "Senin şahidin var mı?" Ben de "Hayır" dedim. Resûlüllah, Yahudiye dedi ki: "Yemin et." Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, böyle olursa Yahudi yemin etler ve benim malımı alıp götürür." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, "Şüphesiz ki Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini indirdi Buhari, K. el-Husumât, bab: 4/Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, bab: 4 HN. 2996

Adiy b. Umeyre diyor ki:

"Kinde kabilesinde îmriül Kays b. Abis isimli adam ile Hadramutlu bir adam bir arazi hakkında Resûlüllah’ın huzurunda muhakeme oldular. Resûlüllah dâva konusu yerin kendisine ait olduğnu iddia eden Hadramutluya, şahit getirmesini söyledi. Fakat onun şahidi yoktu. Bunun üzerine Resûlüllah, îmriül Kaysın yemin etmesine karar verdi. Hadramutlu adam dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, eğer sen buna yemin etme imkânı verecek olursan vallahi bu benim arazimi alır götürür." Bunun üzerin Resûlüllah, "Kim kardeşinin bir malım haksız olarak almak için yalan yere yemin edecek olursa, Alanın huzuruna çıktığında, onun, kendisine gazaplı olduğunu görecektir." buyurdu ve "Şüphesiz ki, Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini okudu. Bunun üzerine İmriül Kays dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu araziyi terkedip bırakana ne mükâfaat var?" Resûlüllah da: "Cennet var," diye cevap verdi. İmriül Kays da bunun üzerine "Şahit ol ben o arazinin tümünü ona bıraktım." dedi Ahmed b. Hanbel, C, 4 S. 191

Ebû Vâlil diyor ki: "Abdullah b. Mes'ud (radıyallahü anh) dedi ki:

"Kim, yalancı olduğu halde yemin eder de o yemini ile bir mal kazanacak olursa Allah'ın huzuruna çıktığında, onun kendisine gazaplı olduğunu görecektir. Allahü teâlâ, bu durumu beyan eden şu âyeti indirmiştir: "Şüphesiz ki Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satan alanlar var ya..." Ebû Vâil sözlerine devamla diyor ki: Sonra Eş'as b. Kays çıkıp yanımıza geldi ve Abdullah b. Mes'udu kastederek dedi ki: "Ebû Abdurrahman sizinle ne konuşuyordu?" Dedim ki: "Biz onunla şunu konuşuyorduk: "Eş'as dedi ki: "Abdullah b. Mes'ud doğru söylemiş, vallahi bu âyet benim hakkımda indirildi. Şöyle ki, benimle bir kişi arasında bir kuyu hakkında ihtilaf vardı. Biz, meselemizi Resûlüllah’a arzettik. Resûlüllah da buyurdu ki: "Ya sen şahit getireceksin ya da o yemin edecektir." Dedim ki: "Bu takdirde o, hiç önemsemez yemin eder." Resûlüllah da bana dedi ki: "Kim yalan yere yemin eder de onunla bir mal kazanacak olursa o, Allah'ın huzuruna çıktığında Allah'ın kendisine gazaplı olacağını görecektir. Allah, bunu doğrulayarak şu âyeti indirmiştir." dedi ve sonra "Şüphesiz ki Allah’a verdikleri sözü ve kendi yeminlerini verip karşılığında az bir değeri satın alanlar var ya..." âyetini okudu Buhari, K. er-Rehn, bab: 6

c- Âmir'e göre ise âyet-i kerime’nin nüzul sebebi, malım satmak için yalan yere yemin eden bir adamın yeminidir.

Âmir diyor ki: "Bir adam malını satmak için sabahleyin pazara götürdü. Akşam olunca bir kişi gelip onunla pazarlık etmeye başladı. Adam da: "Sabahleyin şöyle şöyle fıat verilmesine rağmen satmadığına, akşam olmasaydı, söylediği fiata satmayacağına dair yemin etti. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirdi. Mücahid, Katade, İmran b. Husayn ve Said b. el-Müseyyeb bu âyet-i kerime’nin, yalan yere yemin eden kişiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.

Yalan yere yemin ederek başkasının malını haksız şekilde alan kişi için diğer bir hadisinde de Peygamber efendimiz şöyle buyuruyor:

"Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır." Peygamber efendimiz bu sözlerini üç defa tekrarlamıştır. Bunun üzerine Ebû Zer: "Bunlar zarar etmiş, hüsrana uğramışlardır. Kimdir bunlar Ya Resûlallah?" demiş. Resûlüllah da: "Bunlar, kibirinden dolayı elbisesini uzatan, yaptıkları iyilikleri başa kakan ve yalan yere yemin ederek sattığı şeyi iyi gösterenlerdir Müslim, K. el-İman, bab: 171, Hadis No: 106 / Nesâî K. el-Bey, bab: 5/ Ebû Davud K. el-Libas, bab: 28, Hadis No: 4087 buyurmuştur.

78

Onlardan bir cemaat, kitaptan olmadığı halde, tahrif ettiklerini kitaptan sunasınız diye kitabı dilleriyle eğip bükerler ve "Bu, Allah katındadır." derler. Halbuki o, Allah katından değildir. Böylece bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.

Yahudilerden bir topluluk, tahrif ettikleri şeyleri, Allah'ın kitabından sanasınız diye dilleriyle kitabı eğip bükerler. Halbuki uydurdukları bu şeyler, Allah’ın kitabından değildir. Onlar: "Bu, Allah katmdandır. Bunu Peygamberlere indirdi." derler, Halbuki o, Allah katından değildir. Bir iftiradır. Onlar, dünya malından değersiz şeyleri isteyerek, bile bile kasıtlı bir şekilde Allah’a karşı yalan söyleler.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Onlar, Allah'ın indirmediği şeyleri Allah'ın kitabına ilave ediyorlardı"

79

Allah'ın, kendisine kitap, hüküm ve Peygamberlik verdiği kimsenin, insanlara "Allah’ı bırakıp bana kullar olun." demesi yaraşmaz. Fakat onun insanlara "Kitabı öğretmeniz ve onu okumanız sayesinde rabbinize halis kullar olun." demesi yaraşır.

Hiçbir beşere yakışmaz ki, Allah ona kitap indirsin, ona hikmeti öğretsin ve Peygamberlik versin de sonra o, kalkıp insanlara "Allah’ı bırakıp bana kullar olun." desin. İnsanları kendisine tapmaya çağırsın. Allah'ın, kendisine bu üstünlükleri verdiği kişiye yakışan odur ki, "Kur’an’ı insanlara öğretmeniz ve onu okumanız sayesinde ve bunun bir gereği olarak rabbinize karşı âlim, hikmet sahibi, takva sahibi, salih ve halis kullar olun." desin.

Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında şunları söylemiştir: "Yahudi Hahamlanyla Necran Hristiyanları, Resûlüllah’ın huzurunda bir araya geldikleri zaman, Resûlüllah onları müslüman olmaya davet etmiş, bunun üzerine Kureyza Yahudilerinden olan Ebû Rafi şöyle demiştir. "Ey Muhammed, Hristiyanların İsaya yaptıkları gibi, bizim de sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran Hristiyanlarından "Revs" diye vasıflandırılan biri de "Ey Muhammed, sen bizden kendine tapmamızı mı istiyor ve bizi buna davet ediyorsun?" demiştir. Bunun üzerine Resûlüllah: "Allah'ın dışında başka bir şeye ibadet etmemizden veya onun dışında başka bir şeye ibadet edilmesini emretmemizden Allah’a sığınırız. Allah beni ne böyle bir şeyle göndermiş ne de bunu bana emretmiştir" buyurmuştur. İşte bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur.

İbn-i Cüreyce göre ise bu âyet-i Celilenin nüzul sebib şudur: Yahudilerden bir kısım insanlar, Allah'ın, kendilerine gönderdiği Tevratı tahrif ederek Allah’ı bırakıp insanlara tapıyorlardı. İşte bu âyet-i Celile onlara işaret etmektedir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Halis kullar olun" diye tercüme edilen "Rabbaniyyin" kelimesi, Ebû Rezin tarafından "Hikmet sahipleri ve âlimler" diye izah edilmiş, Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Mücahid, Yahya b. Akiyl ve Dehhak tarafından, "Fakihler ve âlimler" diye izah edilmiş, Abdullah b. Abbas tarafından "Hikmet sahipleri ve fakihler" diye izah edilmiş, Said b. Cübeyr tarafından, "Hikmet sahipleri ve müttakiler" diye izah edilmiş, İbn-i Zeyd tarafından ise "İdareciler ve liderler" diye izah edilmiştir.

Taberi "Rabbaniyyin" kelimesi hakkında özetle şunları söylemiştir: "Rabbaniyyîn" kelimesi kelimesinin çoğuludur. Bunun mânâsı ise "İnsanları yetiştiren, işlerini düzene koyan ve onları sevk ve idare eden" demektir. Bu sebeple, alimler de, fakihler de, hikmet sahipleri de, müttakiler de, liderler de eğiticiler de, "Rabbaniyyîn" kelimesinin ihtiva ettiği mânâya girmektedirler. Çünkü bunlardan herbiri, kendi ihtisasları alanında insanları yetiştirirler, eğitirler işlerini düzeltirler, sevk ve idare ederler.

80

Size, melekleri ve Peygamberleri rabler edinmenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz, müslüman olduktan sonra size inkârı emreder mi?

Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve Peygamberlik verdiği bir insanın, meleklere ve Peygamberlere ibadet ederek onları rabler ve ilâhlar edinmenizi emretmesi de yaraşmaz. Hiç, siz Müslüman olup Allah’a itaat ve Resûlüllah’a boyun eğmenizden sonra, Peygamberiniz sizlere, Allah'ın birliğini inkâr etmeyi emreder mi?

Bu âyet-i kerime de daha önce izah edildiği gibi Yahudi ve Hristiyanlardan bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e "Ey Muhammed, Hristiyanların İsaya taptıkları gibi bizim de sana tapmanızı mı istiyorsun?" demişler, Resûlüllah da onlara "Allah’tan başka herhangi bir şeye tapmaktan veya ibadet edilmesini emretmekten Allah’a sığınırım." demiştir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

81

Bir zaman Allah, Peygamberlerden ahit almıştı: Ne zaman size bir kitap ve hikmet verirsem ve sonra size bir Peygamber gelip o yanınızda bulunanı tasdik ederse, ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz, ikrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?" demiş onlar da: "İkrar ettik." demişler Allah da "Şahit olun. Ben de sizlerle beraber şahitlerindenim" demişti.

Ey ehl-i kitap, hatırlayın bir zaman Allah, Peygamberlerden kuvvetli bir ahit almış ve "Ey Peygamberler, sizlere ne zaman kitap ve hikmet verirsem sonra da tarafımdan, sizin yanınızda bulunanı tasdik eden bir Peygamber gelirse ona mutlaka iman edip yardım edeceksiniz. İkrar edip buna dair ahdimi üzerinize aldınız mı?" demiş onlar da "İkrar ettik." demişler Allah da "Ey Peygamberler, siz bu ahde şahit olun Ben de sizinle beraber şahitlik edenlerdenim." demişti.

Allahü teâlâ, Hazret-i Âdemden itibaren. İnsanlığı hak yola iletmek için çeşitli peygamberler göndermiştir. Bu Peygamberler bazan tek kişi bazan da aynı zamanda birden fazla sayıda bulunmuşlardır.

Âyet-i kerime, Peygamberlerin, aynı dâvayı tebliğ etmeleri sebebiyle birbirlerine iman etmelerini ve birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğini beyan etmekte ve bu hususta Allahü teâlânın onlardan söz aldığım, onların da bunu kabul ettiklerini bildirmektedir.

Bütün Peygamberlerin birbirlerine iman edip birbirlerini destekledikleri halde. Hazret-i Mûsanm ümmetinden olan Yahudilere Hazret-i İsanin ümmetinden olan Hristiyanlara ne oluyor da kendi Peygamberlerinin iman ettiği Hazret-i Muhammede iman etmiyor ve onu desteklemiyorlar? Onlar, bu davranışlarıyla kendi dinlerine de ters düşüyorlar.

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, Peygamberlerden, birbirlerine iman etmelerine ve birbirlerine yardımcı olmalarına dair ahit aldığı zikredilmektedir. Bu arada, kendilerinden ahit alınanların, Peygamberler olduğu zikrediliyorsa da müfessirler, kendilerinden ahit alınan bu kişilerden maksadın, aslında kimler olduğu hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Mücahid ve Rebi' b. Enese göre, burada kendileriden ahit alındığı beyan edilenlerden maksat, Peygamberler değil, kendilerine Peygamber gönderilen ehl-i kitaptır. Zira, âyetin devamında "Gönderilecek olan Peygambere mutlaka iman edecek ve yardımda bulunacaksınız." buyrulmaktadır. Peygamberlerin, kendilerinden sonra gelen Peygamberlere iman ettikleri muhakkaktır. Bu sebeple onlara böyle bir emrin verilmesine gerek yoktur. Ayrıca Peygamberler, kendilerinden sonra gelecek olan Peygambere yardım ecedek durumda değilerdir. Çünkü bizzat onların kendilerini yalanlayan kavimlerine karşı yardım edilmeye ihtiyaçları vardır. Onların başkalarına yardım etmeleri beklenemez. Bundan da anlaşılmaktadır ki, âyette iman etmeleri ve gönderilen Peygambere yardım etmeleri istenenlerden maksat, kendilerine kitap verilen ümmetlerdir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'bın bu âyetteki kıraatları bu izahı desteklemektedir.

b- Abdullah b. Abbas, Tavus, Ali b. Ebi Talib, Katade, Süddi ve Hasan-ı Basriye göre ise burada kendilerinden söz alınanlar, âyette zikredildiği gibi ümmetler değil sadece Peygamberlerdir. Allahü teâlâ, Peygamberlerden birbirlerine iman etmelerine ve birbirlerini desteklemelerine dair söz almış, ayrıca, en son gönderilecek olan Hazret-i Muhammede de iman etmelerini ve onun Hak Peygamber olduğunu, ümmetlerine bildirerek yardım etmelerini emretmiştir.

c- İkrime veya Said b. Cübeyrin, Abdullah b. Abbastan naklettiklerine göre ise burada kendilerinden söz alınanlardan maksat, hem Peygamberler hem de ümmetleridir. Âyette sadece Peygamberler zikredilmiştir. Çünkü onlardan alınan ahit, ümmetlerinden de alınmış gibidir. Buna göre Allahü teâlâ hem gönderdiği Peygamberlerden hem de Peygamberlerin ümmetlerinden, Peygamberlerine iman etmelerine ve onları destekleyip yardım etmelerine dair söz almıştır. Bu sebeple bu Peygamberlerin ümmetlerinin Hazret-i Muhammede iman etmeleri ve onu desteklemeleri gerekir. Ona karşı çıkmalan ve yalanlamaları, ahitlerini bozmaktır.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı şudur: Âyette kendilerinden ahit alındığı zikredilen insanlardan maksat, hem Peygamberler hem de onların ümmetleridir.

Allahü teâlâ, Peygamberlerinden birbirlerine iman etmelerine ye birbirlerine yardım etmelerine dair ahit almış, Peygamberler de ümmetlerinden bu ahdi aynen almışlardır. Böylece ümmetler de Peygamberlere iman edeceklerine ve onları destekleyeceklerine dair söz vermişlerdir. Âyette, Peygamberlerden ahit alındığı açıkça zikredildiğinden Peygamberlerden değil de ümmetlerinden ahit alınmıştır." demenin hiç bir anlamı yoktur. Ayrıca buna delil gösterilen Abdullah b. Mes'ud ve Übey b. Kâ'bın kıraatlarına dair kesin bir Rivâyet yoktur. Diğer yandan Peygamberlerden herhangi birinin, diğerine iman etmemesi düşünülemeyeceğinden, "Peygamberlere böyle bir emir gönderilmemiştir." demek makul bir iddia değildir.

82

Bundan sonra kim yüzçevirirse, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.

Artık Allah'ın bütün Peygamberlerinden ve onların ümmetlerinden, Peygamberlere iman etmelerine ve onları desteklemelerine dair bir söz aldıktan sonra kim Peygamberlere iman etmekten ve onlara yardım etmekten yüzçevirirse işte onlar, Allah’a itaatten aynlan fâsıkların ta kendileridir. Zira onlar bu halleriyle bütün Peygamberlerin talimatına karşı çıkmış ve kendi arzularına uymuş olurlar.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu iki âyet, Allahü teâlânırı, belli şeyleri yapmalarına dair Peygamberlerinden ve onların ümmetlerinden ahit aldığına dair beyanda bulunuyorsa da, bunlar Resûlüllah'ın hicreti esnasında, Medinenin çevresinde bulunan Yahudilere, Hazret-i Muhammed geldiğinde ona iman edeceklerine dair kendilerinde ahit alındığını bildirmektedirler. Zira onların ataları olan Yahudilerden ve o atalarına gönderilen Peygamberlerden böyle bir ahit alınmıştır. Onlar da bu ahitle yükümlüdürler.

83

Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Oysa göklerde ve yerde ne varsa hepsi ister istemez ona teslim olmuştur. Ve yine ona döndürülecektir.

Allah'ın dininden başka bir din mi arıyor ve onu istiyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’a boyun eğmiş, onun ilahlığı önünde teslim olmuşlardır. Mü’minler isteyerek teslim olmuşlar kâfirler ise Allah'ın azabını gördükten sonra istemeyerek te olsa teslim olmuşlardır. Onlar, Öldükten sonra Allah’a döndürülecekler, Allah, onların amellerinin karşılığını verecektir. İyilik edene iyiliğin, kötülük edene de kötülüğün karşılığı verilecektir.

Âyet-i kerime’de "Göklerde ve yerde bulunanların isteyerek ve istemeyerek Allah’a boyun eğdikleri, ona teslim oldukları zikredilmektedir. İsteyerek boyun eğip teslim olanlardan maksat, Peygamberler, mü’minler ve melekleridir. İstemeyerek boyun eğenlerden maksat ise müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- Mücahid ve Ebul Âliyeye göre bunlardan maksat, Allah'ın yaratıcılığını kabu edip bununla beraber, ibadette ona ortak koşan müşriklerdir. Bunlar, Allah’a samimi bir şekilde kulluk etmedikleriden, istemeyerek ona boyun eğmişlerdir. Nitekim bu hususta başka bir âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır. "Yemin olsun ki, eğer kâfirlere" Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan onlar mutlaka "Allah" derler. Lokman sûresi, 31/25

b- Abdullah b. Abbasa göre, istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kendilerinden ahit alınırken istemeyerek ahit verenlerdir.

c- Mücahide göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kâfirlerin gölgelendir. Nitekim bu hususta başka bir âyette: "Göklerde ve yerde olanlar, ister istemez Allah’a secde ederler, gölgeleri de sabah akşam Allah’a boyun eğer. Ra'd sûresi, 13/15 buyurulmaktadır.

d- Cabir b. Âmire göre istemeyerek boyun eğenlerden maksat diliyle inkâr ettiği halde kalbiyle İslamın hak olduğunu idrak edenlerdir.

e- Hasan-ı Basri ve Matarül Verrak'a göre ise, istemeyerek boyun eğenlerden maksat, kılıç zoruyla Müslüman olduklarını söyleyenlerdir.

f- Katadeye göre ise istemeyerek teslim olanlardan maksat, Allah'ın azabını gözleriyle görerek ister istemez iman edenlerdir. Nitakim şu âyetlerde "Ey Rasûlüm, de ki: Eğer biliyorsanız söyleyin bakalım yeryüzü ve oradakiler kimindir?" "Allah’ındir" diyecekler. O halde hiç düşünmez misiniz?" de Mü’minim sûresi, 23/ 84, 85 "İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve ordusu onlara zulmetmek ve saldırmak maksadıyla peşlerine düşmüşlerdi. Firavun, boğulacağı anda "İsrailoğullarının iman ettiğinden başka ilâh olmadığına iman ettim. Ve ben müslümanlardanım." dedi." "Şimdi mi iman ediyorsun? Halbuki bundan önce isyan ettin. Ve fesat çıkaranlardandın. Yunus sûresi, 10 / 90, 91 buyurulmak suretiyle bu hususa işaret edilmektedir.

g- Abdullah b. Abbasa göre ise, bu âyette zikredilen, isteyerek boyun eğenlerden maksat, Allah’a isteyerek ibadet edenlerdir. İstemeyerek boyun eğenlerden maksat ise, Allah’a istemeyerek ibadet edenlerdir. Nitekim şu âyette bu husus ifade edilmektedir. "Göklerde ve yerde olanlar ister istemez Allah’a secde ederler. Gölgeleri de sabah akşam Allah’a boyun eğer. Rad sûresi, 13/15

84

Ey Rasûlüm, de ki: Allah’a, bize indirilene, İbrahime, İsmaile, İshaka, Yakuba ve torunlara indirilene, rableri tarafından Mûsaya, İsaya ve bütün Peygamberlere verilenlere iman ettik. Onlar arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allah’a teslim olanlarız".

Ey Rasûlüm, Allah'ın dininden başka bir din arayan Yahudilere deki:

"Biz, rabbimiz olan Allah’a, bize indirilen kitap ve vahye, Allah'ın dostu İbrahime ve İbrahimin iki oğlu olan İsmail ve İshaka ve onun torunu olan Yakuba ve sonra gelen on iki toruna indirilenlere, Mûsaya verilen Tevrata, İsaya verilen İncile ve diğer Peygamberlere indirilenlere iman ettik. Biz, Yahudi ve Hristiyanlar gibi, bunların bir kısmına iman edip diğerlerini yalanlayarak aralarında ayının yapmayız, hepsine iman ederiz. Biz, Allah’a boyun eğen ve onun rablığını ikrar edenleriz.

Taberi, "Torunîar"dan maksadın Hazret-i Yakubun, Yusufun kardeşleri olan on iki oğlu olduğunu söylemiştir.

Görülüyor ki İslamiyet, Allah tarafından gönderilmiş olan bütün diğer ilahi kitap ve Peygamberleri tasdik etmektedir. Hatta onları kabul etmeyi, iman esaslarından saymıştır. Bu, İslamın yüceliğine büyük bir delildir.

Halbuki Yahudi ve Hristiyanlar gibi ehl-i kitap olan kimseler, İslamiyet ve onun Peygamberini kabul etmezler. Bunlar birbirlerinin dinini de kabul etmezler. Bu halleriyle ne kadar büyük bir sapıklık içinde bulundukları apaçık ortadır.

85

Kim, İslamda başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

Kim İslamdan başka bir din ararsa Allah onun aradığı o dini asla kabul etmeyecektir. Ayrıca o kişi âhirette Allah'ın rahmetini kaybedip hüsrana düşenlerden olacaktır.

Âyet-i kerime’den anlaşıldığı gibi, İslamın dışındaki Yahudilik ve Hristiyanlık gibi bütün dinlerin hükmü kaldırılmıştır. Bundan sonra kıyamete kadar bütün insanların tek dînî İslamdır. Ondan başka din arayan kimse sapıklık içindedir.

İkrime, bu âyetin izahında şunları söylemiştir: İslamın dışındaki bir dini, din kabul eden kimsenin bu dininin kabul edilemeyeceği beyan edilince butun din sahipleri "Müslüman biziz" demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Müslümanların Hac yapmalarını emrederek "Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir. Âl-i lınran sûresi, 3/97 âyetini indirrniş, böylece Müslümanlığın dışındaki dinlere mensup olanlar Hac yapmamışlar ve Müslüman olmadıkları ortaya çıkmış ve böylece iddiaları çürümüştür.

Abdullah b. Abbas ise bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Allahü teâlâ önce "Şüphesiz ki iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabitlerden Allah’a, ve âhiret gününe iman edenler ve salih amel işleyenlerin rableri katında mükâfaatları vardır. Onlar için bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyecekler de. Bakara sûresi, 2/62 âyet-i kerimesini indirmiş bundan sonra da "Kim İslamdan başka din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır." Âyeti kerimesini indirmiş böylece, İslamdan başka herhangi bir dinin hak dini sayılmayacağı beyan edilmiştir..

86

İman edip Peygamberlerin hak olduğuna şahitlik ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir kavmi, Allah nasıl hidâyete erdirir? Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez.

Muhammedin Peygamberliğine iman edip onun hak Peygamber olduğunu tasdik ettikten ve Peygamberin doğru olduğunu ortaya koyan açık deliller geldikten sonra, onun Peygamberliğini yalanlayan bir topluluğu Allah nasıl doğru yola iletir? Allah, inkârı imana tercih eden zalim bir topluluğu hidâyete erdirmez.

Müfessirler bu âyet-i kerime’de zikredilen ve "İman ettikten sonra kâfir 'olan ve bu sebeple Allah'ın hidâyetine erişemeyecek olanlar"dan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas İkrime, Mücahid ve Süddiden nakledilen bir görüşe göre, bu âyet-i kerime, Haris b. Süveyd el-Ensari isimli kişi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi Müslüman olduktan sonra, dinden çıkmış, müşriklere katılmış sonra da pişman olup ve kavmine, Resûlüllah’a gidip tekrar İslama dönmek istediğini söylemelerini bildirmiş kavmi de bunu Resûlüllah’a arzetmişler işte bunun üzerine tekrar Haris hakkında daha sonra gelen "Ancak bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. Âl-i tmran sûresi, 3/89 âyet-i kerimesi nazil olmuş kavmi de durumu ona bildirmiş o datekrar Müslüman olmuştur.

b- İkâmeden nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime, Ebû Âmir er-Rahib, Haris b. Süveyd ve bunlar gibi on iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar İslam dininden çıkıp Kureyş müşriklerine katılmışlar daha sonra ise ailelerine mektup yazarak tevbe edip tekrar İslama dönmelerinin mümkün olup omayacağnı sormuşlar bunun üzerine bunlar hakkında bu surenin seksen dokuzuncu âyeti nazil olmuş ve tekrar İslama girebileceklerini beyan etmiştir.

c- Abdullah b Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen başka bir görüşe göre buradaki İslama girip tekrar çıkanlardan maksat, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlardır. Çünkü bunlar, kendilerine gelen Tevrat ve İncilde, Hazret-i Muhammedin sıfatlarını bularak, gelmeden önce ona iman etmişler fakat Hazret-i Muhammede Peygamberlik geldikten sonra da onu inkâr etmişlerdir.

Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime’nin zahiri, bu son görüşe daha uygundur. Ancak

birinci görüşte olanların sayısı daha fazla ve Kur'ana ait bilgileri daha güçlüdür. Bu itibarla bu âyet-i kerime’nin, Haris b. Süveyd gibi, önce Müslüman olup daha sonra dinden çıkan kişiler hakkında inmiş olması mümkündür. Ancak, âyetin genel ifadesi, bu gibi duruma düşen herr insanı kapsadığından Resûlüllah gelmeden ona iman eden, geldikten sonra da onu inkâra kalkışan ehl-i kitabın da bu âyetin muhteviyatına girdiğini söylemek uygundur.

87

Bunların cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin, üzerlerine olmasıdır.

Bunların yaptıklarının cezası, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin, onların üzerlerine olması ve Allah'ın rahmetinden kovulmalarıdır.

Bu âyet-i kerime gösteriyor ki, dinden çıkan mürtedler, dünyada da âhirette de lanete maruzdurlar. Çünkü bunlar, İslamın yüceliğini gördükleri ve onu iyice bildikleri halde inkâr etmiş ve dinden çıkmışlardır. Bu sebeple onların cezaları daha şiddetlidir.

88

O lanet içinde ebedi olarak kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmeyecektir. Onlara mühet de verilmeyecektir.

Onlar, Allah'ın azabı içinde ebedi olarak kalacaklardır. O azap onlardan hafıfletilmeyecektir. Onlara, özür dilemek veya tevbe etmek için bir mühlet de verilmeyecektir.

89

Ancak, bundan sonra tevbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Çünkü Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Günâh işledikten veya İslamdan çıktıktan sora tevbe eden ve amellerini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz ki Allah, günahları çokça affeden ve çok merhamet edendir.

Allah'ın rahmeti çok geniştir. En büyük suçlardan olan dinden dönme suçunu işleyin kimse dahi tevbe ettikten sonra onun tevbesi kabul edilir. Yeter ki tevbe ihlas ve sam imi yetiyle yapılsın.

90

Şüphesiz ki iman ettikten sonra inkâr eden sonra da inkârda ileri gidenlerin tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. İşte sapıklar onlardır.

Şüphesiz ki Muhammede iman ettikten sonra onu inkâr eden, sonra da Allah’a isyanları artırarak inkârda ileri gidenlerin, kâfirlikten dönüp iman etmedikçe tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Hak yoldan sapanlar işte bunlardır.

Bu âyet-i kerime’yi müfessirler çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

Katade, Hasan-ı Basri ve Ata el-Horasani, burada zikredilen kimselerden maksadın Yahudiler olduğunu söylemişlerdir. Zira bunlar önce Hazret-i Mûsaya iman etmişler sonra Hazret-i İsayı inkâr ederek kafir olmuşlar, daha sonra da Hazret-i Muhammedi inkâr ederek inkârlarında iyice ileri gitmişlerdir. Bunlar, ölüm sarhoşluğundan önce hakka boyun eğip tevbe etmeyeceklerinden, Ölüm anındaki tevbelerinin de kendilerine fayda vermeyeceğindendir ki âyet-i kerime , tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan etmiştir. Nitekim diğer bir âyet-i kerime’de "Günah işleyip te kendisine ölüm gelince "Şimdi tevbe ettim" diyenler ile kâfir olarak ölenlerin tevbesi kabul olunmaz. İşte bunlar için can yakıcı bir azap hazırladık. Nisa Sûresi, 4/18 bu yurul maktadır.

Ren" ve Ebû Âliyeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenler, daha önceki Peygamberlere iman ettikleri halde Hazret-i Muhammedi inkâr eden, sonra da günahlarım artıran kimselerdir. Bunlar inkârlarına devam ettikleri müddetçe günahlarından tevbe etmeleri kabul edilmeyecektir.

İkrime ve İbn-i Cüreycden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilenlerden maksat, Peygamberlerine önce iman ettikten sonra kâfir olan ve kâfirliklerine devam ederek te inkârlarım arttıran kimselerdir. Bunların, kâfir olarak ölmeleri halinde daha önceki iman etmeleri ve o hallerindeyken yapmış oldukları tevbeleri kabul edilmeyecektir. Çünkü onlar, sonunda kâfir olmuşlar ve inkâr üzere ölmüşlerdir.

Süddiye göre ise âyette zikredilenlerden maksat, iman ettikten sonra kâfir olan, daha sonra da inkârlarına devam edip o inkâr üzere ölerek inkârlarını artıran kimselerdir. İşte bunların ölüm anındaki tevbeleri kabul edilmeyecektir.

Taberi bu âyetin izahında, tercih edilen görüşün şöyle olduğunu söylemiştir. "Âyet-i kerime, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarını Tevratta buldukları için o gönderilmeden önce ona iman eden, gönderildikten sonra da onu inkâr eden ve bu inkârlarında devam ederlerken bir kısım günahlar işleyen Yahudileri beyan etmektedir. Bunların, inkârları halinde işledikleri günahlarından dolayı yaptıkları tevbeler kabul edilmeyecektir. Ta ki Hazret-i Muhammedi inkârlarından vaz geçip tevbe etsinler.

Taberi (levamla diyor ki: Bizim, bu âyette zikredilen insanlardan maksadın, Yahudiler olduğunu söylememimizin nedeni, bundan önceki ve sonraki âyetlerin Yahudileri zikretmesindendir. Âyetleri, kendisinden önceki ve sonraki âyetlerin kapsadığı mânâlarla yorumlamak daha evladır. Bizim burada zikredilen "İnkârlarını artırırlar" ifadesini "İnkâr halindeyken günah işlerler" şeklinde izah etmemizin sebebi de kâfirlerin, kâfirlik halinde yaptıkları tevbelerinin kabul edilmemesidir. Zira, iman etmedikçe kâfirin tevbesinin kabul edilmeyeceği beyan edilmiş, buna mukabil iman ettiği takdirde, herkesin tevbesinin kabul edileceği, Allahü teâlâ tarafından vaad edilmiş ve buyurulmuştur ki: "Kullarının tevbesini kabul eden, günahlarını affeden ve yaptıklarını bilen O’dur." Şura Sûresi, 42/25

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşler içerisinde, ecelleri geldiğinde inkârından tevbe edenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir." diyen görüşü niçin reddettiniz?" denilecek olursa, cevaben deriz ki: "Bunu reddetmemizin sebebi şudur: Evvela, kulun tevbesi hayatta iken sözkonusudur. Öldükten sonra artık tevbe diye bir şey sözkonusu değildir. İkinci olarak, kulun ruhu bedende olduğu müddetçe tevbesinin kabul edileceği Allahü teâlâ tarafından vaadedilmiş ve bu hususta da görüşlerine itibar edilen âlimler icrna etmişlerdir. Öyle ki bir kâfir göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman kalması anında tevbe edecek olsa ona müslüman muamelesi yapılır. Mesela, cenaze namazı kılınır. Mirasında İslami hükümler uygulanır. Bu sebeple ölüm anında İnkârcının inkârından vazgeçerek tevbe etmesinin kabul edilmeyeceğini söyleyen görüş dayanaksızdır. Yine bu görüşler içerisinde, bu âyet-i kerime’den maksat, "Kâfir iken iman edip tevbe eden sonra da tekrar kâfir olup inkâr üzere ölenlerin, önceki iman ve tevbelerinin kabul edilmeyeceği bildirilmek istenmesidir." diyen görüş te isabetli değildir. Zira, âyet-i kerime’de zikredilen insanların, önce kâfir sonra mü’min sonra da kâfir oldukları zikredilmemekte sadece önce mü’min oldukları halde sonra inkâra düştükleri beyan edilmektedir. Bu sebeple önce inkâr ve isyanlarından tevbe etmeleri bahse konu edilmediğinden âyette, kabul edilmediği beyan edilen tevbelerden maksadın o önceki tevbeler olduğu söylenebilsin. Bütün bu sebeplerle âyet-i kerime’nin izahı bizim zikrettiğimiz şekliyle daha isabetli bir izahtır.

91

Şüphesiz inkâr edip kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altın fidye verseler bile kabul olunmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

Doğrusu Muhammedin Peygamberliğini ve onun getirdiği dini inkâr edip bu inkârları üzere ölen Yahudi, Hristiyan ve Mecusi gibi kâfirler affedilmeleri için, yeryüzü doluşunca altını fidye olarak verseler dahi, bunların hiçbirisinden, bu verdikleri kabul edilmeyecektir. İşte bunlar için can yakıcı bir azap vardır ve bunların, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak bir yardımcı ve dostları da yoktur.

Bu hususta Enes, b. Mâlik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Kıyamet gününde kâfir getirilecek ve ona "Şâyet senin yeryüzü dolusu altının olsaydı onu fidye olarak verir miydin?" denilecek o da: "Evet" diyecektir. Bu defa ona "Senden, bu söylediğinden daha kolayı istenmişti." Denilecektir. Buhari, K. er-Rıknk, bab: 49 / Müslim, K. el-Münafıkın, kıh: 52, Hadis No: 2805

92

Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişemezsiniz. Ne harcarsanız, Allah onu mutlaka bilir .

Ey mü’minler, sevdiğiniz ve arzuladığınız şeyleri Allah yolunda harcamadıkça takvaya ve cennete asla ulaşamazsınız. Allah yolunda harcadığınız her şeyi şüphesiz ki Allah çok iyi bilir. Allah, o yaptığınız şeylerin karşılığını size verecektir.

Âyette zikredilen ve "İyilik" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Allah'ın, kullarına yapacağı iyiliktir. Bu sebeple Âmir b. Meymun ve Süddi gibi âlimler buradaki kelimesini "Cennet" diye tercüme etmişlerdir. Zira, Allah'ın, kullarına yapacağı en büyük iyilik, onları cehennemden kurtarıp cennetine koymasıdır.

Sahabe-i Kiram bu âyet-i kerime’yi duyunca mallarının en değerlilerini Allah yolunda harcamışlardır. Bu hususta Mücahid diyor ki: "Ömer b. el-Hatab, Ebû Mûsa el-Eş'ariden, Medain şehri fethedildikten sonra oradan getirilen cariyelerden, kendisi için bir cariye satın almasını istedi. Cariye gelince Hazret-i Ömer: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyetini okudu ve Cariyeyi âzâd etti. Mücahid diyor ki: "Bu âyet-i kerime şu iki âyet gibidir." O samimi mü’minler, adaklarını yerine getirirler. Şeni yaygın olan bir günden korkarlar insan sûresi 76/7 Daha önce Medineyi yurt edinip imanı kalblerine yerleştirenler, hicret edip kendilerine gelen mü’minleri severler. Onlara verilen ganimet mallarından dolayı içleride hiçbir çekemezlik duymazlar. İhtiyaç içinde olsalar bile, onları kendilerine tercih ederler. Nefsinin cimriliğinden korunmuş kimseler, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Haşr sûresi 59/9

Enes b. Malik diyor ki:

"Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadikça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyet inince yahut da: "O kimdir ki Allah için güzel bir ödünç takdime etsin de Allah da ona karşılığını kat kat versin. Bakara sûresi 2/245 âyeti inince, bir bahçesi bulunan Ebû Talha dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim bahçem Allah içindir. Şâyet ben bunu gizli olarak tasadduk edebilseydim açıkça söylemezdim." Resûlüllah da buyurdu ki: "Sen o bahçeyi akrabalarına ver. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 3, b.5 I İN. 2997

Diğer bir Rivâyette Enes b. Mâlik şöyle demiştir:

"Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz, "âyeti inince Ebû Talha dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah buyuruyor ki: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." Benim en sevgili malım Beyruha bahçesidir. Bunu Allah için tasadduk ettim. Ben bu bahçeden, Allah katında iyiliğe erişmeyi ve sevabının birikmesini ümit ediyorum. Ey Allah'ın Resulü, sen bu bahçeyi, Allah'ın sana gösterdiği yere tahsis et." Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Ne güzel, bu gelip geçici bir maldır. Ne söylediğini işittim. Benim kanaatim şu ki sen bu bahçeyi akrabalarına ver." Enes diyor ki: Ebû Talha dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, söylediğini yapayım." Sonra Ebû Talha o bahçeyi akrabaları ve amca oğulları arasında taksim etti. Buhari K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, baht 5

Meymune b. Mihran diyor ki: "Bir adam Ebû Zer'e "Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sordu. Ebû Zer de: "İslamın direği olan namazdır. Cihad ise amellerin zirvesidir. Sadaka da çok acaip bir şeydir, (fazilet çoktur)" dedi. Adam: "Ey Ebû Zer, benim en güvendiğim amelimi zikretmedin." dedi. Ebû Zer de dedi ki: "O da nedir?" Adam: "Oruçtur." dedi. Ebû Zer: "Bu bir, Allah’a yaklaşma vasıtasıdır. Faka amellerin üstün olanlarından değildir." Sonra "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyetini okudu.

Amr b. Dinar diyor ki: "Sevdiğiniz şeylerden Allah için harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz." âyeti inince Zeyd b. Harise "Sel" diye adlandırılan atını alıp Resûlüllah’a getirdi ve "Ey Allah'ın Resulü, sen bunu sadaka olarak ver." dedi. Resûlüllah, atı alıp Zeydin kendi oğlu Üsameye verdi. Bunun üzerine Zeyd "Ey Allah'ın Resulü, ben bunu sadaka vermenizi istediydim." dedi. Resûlüllah da: "Sadakan kabul edilmiştir." buyurdu.

93

Tevrat inmezden evvel Yakubun kendi nefsine haram kıldığından başka bütün yiyicekler, İsrailoğullarına helal idi. Ey Rasûlüm, de ki: Eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun".

Yakubun neslinden meydana gelen İsrailoğullarına, Mûsaya Tevrat gelmeden öene, Yakubun bizzat kendisine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler helal idi. De ki: "Ey Yahudi topluluğu, eğer iddianızda doğru iseniz Tevratı getirip okuyun ki yalancı olduğunuz orltaya çıksın.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’de "İsrail" diye isimlendirilen Hazret-i Yakubun, Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin, Tevrat tarafından da haram kılınıp kılınmadığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Süddiye göre Hazret-i Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi, Tevrat inince de İsrailoğullarına haram kılmıştır. Şöyle ki "Hazret-i Yakup geceleri "İrkunnisa" diye adlandırılan sinir (siyatik) hastalığından rahatsızlanıyor, gündüzleri ise iyileşiyordu. Bunun üzerine hastalığında iyileştiği takdirde etlerin içindeki damarları yemeyeceğine dair Allah’a yemin etti. Allah da Tevratta, damarları İsrailoğullarına haram kıldı.

Dehhaka göre ise Hazret-i Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyi Tevrat gelince İsrailoğullarına haram kılmıştır. Fakat, İsrailoğulları, atalan Hazret-i Yakuba tabi olarak onun haram kıldığını kendilerine haram kılmışlar sonra da bunun, Allah tarafından kendilerine haram kılındığını iddia etmişlerdir. Âyet-i kerime, onların bu iddialarını yalanlamaktadır.

Abdullah b. Abbasa göre ise, Hazret-i Yakubun kendisine haram kıldığı şey, tevrat gelince Allahü teâlâ tarafından İsrailoğullarına haram kılınmamış ancak Hazret-i Yakup, kendisine haram kıldığı şeyi, kendi soyundan gelenler için de haram kılmıştır. Bu sebeple Yahudiler, atalan Yakubun emrine uyarak onun haram kıldığı şeyleri yemez olmuşlardır.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu görüşün, Abdullah b. Abbasın yanında, Katade tarafından da nakledildiğini söylemiştir. Buna göre, Tevrat inince Hazret-i Yakup, kendisine haram kıldığı herhangi bir şeyi İsrailoğullarına helal veya haram kılmamış. Ancak Hazret-i Yakup bazı şeyleri kendisine haram kaldığı gibi evlatlarına da haram kılmıştır. Soyundan gelen evlatlan, babalarının bu yasağına uymuşlardır.

Müfessirler Hazret-i Yakubun Tevrat gelmeden önce kendisine haram kıldığı şeyin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişirdir.

a- Abdullah b. Abbas, Ebû Miclez, Katade ve Mücahitten nakledilen bir görüşe göre Hazret-i Yakubun kendisine haram kıldığı şey, etlerin içinde bulunan damarlardır. Şöyle ki, Hazret-i Yakup siyatik hastalığına yakalandığında, eğer Allah kendisini bu hastalıktan iyileştirecek olursa hiçbir damar yemeyeceğine dair Allah’a yemin ederek adakta bulunmuş ve böylece damar yemeyi kendisine haram kılmıştır.

b- Abdullah b. Kesir, Ata b. Ebi Rebah, Hasan-ı Basri ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre Hazret-i Yakubun, Tevrat inmeden önce kendisine haram kıldığı şeyler, deve etleri ve sütleridir. O, yaklandığı siyatik hastalığından şifa bulduğu takdirde kendisi için en sevimli olan deve eti ve sütünü kendisine haram kılacağına dair adakta bulunmuş ve bunları kendisine haram kılmıştır.

c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Hazret-i Yakup, hem damar yemeyi hem de deve etlerini yemeyi kendisine haram kılmıştır.

Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve buna dair şu hadis-i şerifleri zikretmiştir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

Yahudilerden bir topluluk Resûlüllah’a geldiler ve ona: "Ey Ebul Kasım, sana soracağımız bir kısım özel sorularımızı cevaplandır. Bunların cevabını Peygamber olmayan bilemez." dediler. Sorularından biri de şu idi. "Tevrat inmeden önce Yakubun, kendisine haram kıldığı yiyecek nedir?" Resûlüllah şu cevabı verdi: "Mûsaya Tevratı indiren Allah hakkı için söyleyin, Yakup (aleyhisselam) ağır bir şekilde hastalınıp ve hastalığı uzun süre devam edince, Allah'ın kendisini bu hastalıktan kurtarması halinde, kendisi için en sevimli içeceği ve en sevimli yiyeceği haram kılacağına dair Allah’a adakta bulunmamış mıydı? Onun en sevdiği yemek deve eti en sevdiği içecek te deve sütü değil miydi? "Bunun üzerine Yahudiler, "Allah için doğru söyledin "dediler Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1 S. 273,278 Fakat soru ve cevapları devam etti. Resûlüllah’a Allah’tan gelen meleğin Cebrâil olduğunu öğrenince:

"Cebrâil savaşma, çatışma emirlerini ve Allah'ın azap emirlerini getiren bir melektir. Bu, bizim düşmanımızdır. Eğer "Allah’tan bana gelen melek rahmeti indiren, yağmuru yağdıran ve bitkileri bitiren Mikâildir." deseydin sana uyardık." dediler ve yine iman etmediler Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1 S. 274

Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında şunlar zikredilmektedir:

a- Yahudiler "Dinler, birbirlerinin getirdiği hükümleri neshetmez" iddiası ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in getirdiği İslam dinini kabul etmiyorlardı. Çünkü İslam dini, Yahudiliğe ve Hristiyanlığa ait bir takım hükümleri neshediyordu.

Bu âyet-i Celile onlara cevap vererek, kendilerinde de nesih hadisesinin bulunduğunu beyan etmektedir. Çünkü daha önce bütün İsrailoğullarına helal olan yemeklerin bir kısmını, Hazret-i Yakbun, kendisine haram kıldığım ve ondan sonra gelenlerin de ona uyduklarını beyan etmektedir.

b- Yahudiler: "İlahi dinlerin hükümlerinin birbirine uygun olması gerektiği iddiasıyla da İslamı kabul etmiyorlardı. Bunlar, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e "Sen, İbrahimin dininde olduğunu iddia ediyorsun. Nasıl oluyor da İbrahimin yemediği deve etini yiyor ve içmediği deve sütünü içiyorsun?" diyorlardı. Bu âyet-i kerime nazil oldu ve onlara deve eti ve sütünün, İbrahime, İsmaile, İshaka ve Yakuba helal olduğunu, fakat Yakubun belli bir sebepten dolayı bu eti kendisine haram kıldığını, böylece bu âdetin, torunlarında da devam ettiğini beyan etti ve Yahudilere "Aksini iddia ediyorsanız Tevratı getirip okuyun." dedi.

c- "Yahudilerin, zulmetmetleri ve bir çok kimseleri Allah yolundan alıkoymaları, yasakladıkları halde faiz almaları ve insanların mallarını haksız yere yemeleri sebebiyle, daha önce kendilerine helal kılınan temiz şelyeleri onlara haram kıldık. Nisa sûresi, 4 / 160, 161 âyeti ve benzerleri nazil olunca Yahudiler bunlara kızmışlar ve kendilerine haram kılınan şeylerin, eskidenn beri haram olan şeyler olduğunu ve ilk defa kendilerine haram kılınmadığım iddia etmişlerdir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve iddialarında yalancı olduklarını ortaya koymuş ve kendi kitapları olan Tevrata başvurularak gerçeğin ortaya çıkarılacağını beyan etmiştir.

94

Bundan sonra Allah’a karşı kim yalan uydurursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Artık Kur'an geldikten sonra kim hâlâ "Tevrattan sonra kitap ve Peygamber gelmeyecek" der de o Tevratın hükümlerini kabul eder ve Cumartesi gününü kutsal sayarsa işte o, Allah’a karşı yalan uyduran zalimin ta kendisidir. Veya size Tevrat gelip siz de onun hükümlerini okuduktan sonra artık biz veya sizden kim, Allah’a karşı yalan uydurur da Allah'ın, Tevratta, damarları, deve eti ve sütünü haram kıldığını iddia edecek olursa işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Şa'bi, bu âyetin Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

95

De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse hakka yönelen İbrahimin dinine tabi olun. O, müşriklerden değildi.

Ey Rasûlüm, de ki: "Allah, bize bildirdiği haberlerde doğru söyledi. O halde sizler, Allah'ın seçtiği din üzere bulunduğunuz iddianızda samimi iseniz, tahrif edilmiş Yahudi ve Hristiyanlığa değil. Allah’ın dostu olan İbrahimin, hakka yönelen Hanif didine tabi olun. İbrahim hiçbir zaman Yahudi ve Hristiyan müşriklerden değildi. Fakat o, Hanif didine mensuptu, müslümandı. ibadet ve itaati sadece rabbine yapardı.

96

Şüphesiz ki insanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev Mekkede bulunan mübarek ve âlemler için bir hidâyet kaynağı olandır(Kâbedir.).

Şüphesiz ki yeryüzünde insanların, Allah’a ibadet etmeleri için yapılan ilk mecsid, Mekkede bulunan mübarek Beytül Atik'tir. Yani Kabedir. Burası bütün yaratılanlar için bir hidâyet kaynağıdır.

Müfessirler "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesini çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Hazret-i Ali, Hasan-ı Basri, Matar ve Said b. Cübeyr bu ifadeden maksatlın "İnsanların ibadet etmeleri için kurulan ilk ev olduğunu söylemişlerdir. Zira ibadet için kurulmayan evlerin, Kâbeden önce mevcut oldukları bir gerçektir." Bu hususta Halid b. Ar'ara diyor ki: "Bir adam ayağa kalkıp Ali b. Ebû Talibe dedi ki: Sen Beytullahı bana anlatınınsın? O, yeryüzünde yapılan ilk ev midir?" Ali de "Hayır, Nuh kavmi, Hud kavmi ne olacak? (onlar evsiz mi yaşadılar?) Kabe mübarek bir ev olarak ve hidâyet rehberi olarak yapılan ilk evdir" (yani "Ka'be ibadet için) yapılan ilk ev'dir." demiştir.

b- Mücahid Abdullah b. Amr, Süddi ve Katadeye göre ise "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesinden maksat, Kabenin, yeryüzü ver edilmeden önce yaratıldığını beyan etmektir. Bu hususta Abdullah b. Amr'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Allah, Kâbeyi yeryüzünden iki bin sene önce yaratmıştır. Allah'ın arşı suyun üzerinde iken Kabe beyaz bir köpük şeklinde yaratılmış ve bunun ardından, yeryüzü düzenli hale getirilmiştir."

c- Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre "İnsanlar için yeryüzünde kurulan ilk ev" ifadesinden maksat, Kâbenin, üzerinde kurulduğu yerin, Allahü teâlânın yeryüzünde yarattığı ilk yer olmasıdır. Zira Kabe, Hazret-i Âdemle birlikte gökten indirilmiş, onun için tayin edilen yere konmuş ve Arşın etrafında tavaf edildiği gibi onun da etrafında tavaf edilmesi emredilmiştir. Orayı ilk tavaf eden Hazret-i Âdem olmuş, daha sonra da onun soyundan gelenler tavaf etmişlerdir. Ancak Nuh tufanı olunca, yeryüzü sakinlerine gelen felaketin Kâbeye dokunmaması için Allah onu göklere kaldırmış, onu temizlemiş, Kabe gökte Beytül mamur olmuştur. Yani onu gök ehli tavaf etmeye devam etmiştir. Sonra Hazret-i İbrahim gelmiş, göğe kaldırılan Kâbenin temelleri üzerine bu günkü Kâbeyi yapmıştır.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Kâbenin ibadet için yapılan ilk ev olduğunu söyleyen görüştür. Zira bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den sahih bir haber Rivâyet edilmiştir. Bu hususta Ebû Zer el-Gıfari diyor ki:

"Dedim ki" Ey Allah'ın Resulü, yeryüzünde yapılan ilk mescid hangisidir?" Resûlüllah buyurdu ki: "Mescid-i Haramdır." dedim ki: "Ondan sonra hangisidir?" buyurdu ki: "Mescid-i Aksa'dır. Dedim ki: "Aralarında ne kadar zaman geçmiştir?" Buyurdu ki: "Kırk yıl. Buhari, K. el-En biya, bab: 10, 40/ Müslim, K. el-Mesacid bab: 1,2 HN : 520

Âyet-i kerime’de geçen ve "Mekke" diye tercüme edilen Bekke kelimesinin asıl mânâsı "Kalabalık" demektir. Kabe tavaf edilirken, orada çokça izdiham olduğu için mecazi anlamda Mekkenin kendisine "Kalabalık" denmiştir. Asıl mânâsı ise "Kalabalık yer" demektir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bekke, insanların kalabalık olduğu dendiğine göre ve kalabalık ta da tavaf ederken meydana geldiğine göre bu kelimeden maksat, sadece Kâbenin kendisi değil aynı zamanda Kâbenin çevresindeki Mescid-i Haramdır. Mescid-i Haramın dışındaki yerler ise Bekke değil Mekkedir. Bu durum böyle olduğuna göre Bekke'den maksadın Mekke vadisi olduğunu, Mekkeden maksadın da Harem bölgesi olduğunu söyleyenin görüşü isabetsizdir. Nitekim Ebû Mâlik el-Gifari, İbrahim en-Nehai, Mücahid, Said b. Cübeyr, Abdullah b. Zübeyr, Katade, Atiyye el-Avfı, Zühri, Ata, ve Damre b. Rabia'ya göre de Bekkeden maksat, Mescid-i Haramdır. Mekkeden maksat ise Mekke vadisidir. Bu hususta Katade de şunu söylemiştir. "Bekke, insanların kalabalık oldukları yerin adıdır. İnsanlar, Mescid-i Haramda çokça kalabalık olduklarından, orada kadın ve erkeğin karışık olarak birbirlerinin önünde ve arkasında namaz kılmaları caiz kılınmıştır. Dehhaka göre ise Bekke'den maksat, Mekkedir.

Âyet-i kerime’de, Mescid-i Haram, "Mübarek" olarak sıfati andın Imıştır. Bunun sebebi, Mescid-i Haramda Kâbeyi tavaf etmenin, günahların affına sebep olmasıdır.

97

Orada apaçık deliller vardır. İbrahimin makamı vardır. Kim oraya girerse emniyette olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbeyi haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir.

Orada Allah'ın kudretini gösteren ve İbrahimin eserlerini ortaya koyan apaçık alâmetler ve Hacerül Esved ile Hatim arasında. İbrahimin makamı vardır. Kim, sığınma isteyerek oraya girerse o, emniyet içinde olur. Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kâbeyi ziyaret edip Hac yapmak farzdır. Kim d Haccın farz olduğunu inkâr ederse, bilsin ki Allah o kimseye de, yaratıklarında herhangi bir kimseye de asla muhtaç değildir.

Bu âyet-i kerime, Haccın farz olduğunu bildirmektedir. Buna dair başka âyetler de vardır. Haccın farziyetini ve eda edilişi şeklini belirten hadis-i şerifler ise pek çoktur. Hac, Müslümana ömründe bir kere farzdır.

Peygamber efendimizden bu hususta şu hadis-i şerif Rivâyet edilmektedir. Hazret-i Ali diyor ki:

"Bu âyet nazil olunca: "Ey Allah'ın Resulü Hac yapmak her yıl mı gereklidir?" diye sordular. Resûlüllah cevap vermedi. Tekrar: "Her yıl mı gereklidir?" diye sordular. Resûlüllah cevap vermedi. Tekrar "Her yıl mı gereklidir?" diye sordular. Resûlüllah: "Hayır. Şâyet "Evet" diyecek olsaydım her yıl farz olurdu." cevabını verdi. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 5; bab: 15, Hadis No: 3055

Bu hadis-i şerifin benzerini, Nesei, Ebû Hureyre ve İbn-i Abbastan Bkz. Nesâî, K. el-Menasik, bab: 1 İbn-i Mace İbn-i Abbastan, Hazret-i Aliden ve Enes b. Mâlikte Bkz. Nesâî, K. el-Menasik, bab: 2 Hadis No: 2884, 2885, 2886 Rivâyet etmişlerdir.

Âyet-i kerime’de "Orada apaçık deliller vardır." buyurulmaktadır. Müfessirler, apaçık delillerden neyin kastedildiği hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre buradaki apaçık delillerden maksat, Hazret-i İbrahimin makamı, Meş'aril Haram ve benzeri yerlerdir.

Hasan-ı Basriye göre buradaki apaçık deliller'den maksat, Hazret-i İbrahimin makamı, bir de oraya girenlerin güven içinde olmalarıdır.

Süddiye göre ise, sadece Hazret-i İbrahimin makamıdır. Katade ve Mücahide göre de Hazret-i İbrahimin makamı, oradaki apaçık delillerden sadece bir tanesidir. Taberi de bu görüşü tercih etmiş diğer delillerden bazılarının da Hacerül Esved ve Hatim olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Kim oraya girerse emniyette olur." buyurulmaktadır. Katade, Hasan-ı Basri, Mücahid ve Ata, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: Kim cahiliye döneminde bir suç işledikten sonra Mescid-i Harama girecek olur idiyse ona ceza uygulanmazdı. O kişi güven içinde olurdu. "Bu izaha göre âyet-i kerime, cahiliye döneminde hakim olan bir örfü beyan etmektedir. İslam geldikten sonra bu örf kaldırılmıştır. Bu itibarla her kim bir hırsızlık yapar veya zina eder yahut haksız yere birisini öldürecek olursa, Kâbeye sığınması onu yakalayıp cezalandırmaya engel değildir.

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Ubeyd b. Umeyr, Şa'bi, Ata b. Ebi Rebah ve Süddiye göre ise "Kim Mescid-i Harama girerse emin olur." ifadesinden maksat, "Şu anda insanlardan kim Mescid-i Harama girecek olursa o kimse güven içindedir." demektir. Bu görüşte olanlara göre bir insan cinÂyet işler de Kâbeye sığınacak olursa kendi iradesiyle dışarı çıkmadıkça ona ceza uygulanmaz. Ancak dışarı çıkmasını sağlamak için kendisine bir şey satılamaz ve kimse tarafından barındırılamaz.

Bu hususta Mücahid diyor ki. "Abdullah b. Abbas dedi ki. "Bir adam birini öldürdüğünden veya hırsızlık yaptığından dolayı cezayı hak eder de Mescid-i Harama girecek olursa ona bir şey satılamaz ve o kimse barındırılamaz. Ta ki o, açlıktan kıvransın, mescitten çıksın ve kendisine ceza uygulansın." Ben de İbn-i Abbasa dedim ki. "Ben bu kanaatta değilim. Ben şu kanaatteyim. Böyle bir suç işleyen kimse yakalanmalı, dışarı çıkarılıp kendisine ceza uygulanmalı. Zira o kişinin, suç işledikten sonra Mescid-i Harama girmesi onun ancak suçluluğunu artırır. Bu hususta Abdullah b. Ömer de: "Ben Mescid-İ Haramda babam Ömerin katilini görecek olsam onu oradan zorla çıkarmam." demiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Şa'bi bu durumdaki kişinin, Mescid-i Haramın içinde suç işlemiş olmasını istisna etmişlerdir. Eğer bir kişi Mescid-i Haramın içinde suç işleyecek olursa ona Mescid-i Haramın içinde, suçunun cezası verilir.

Yahya b. Ca'deye göre ise "Kim Mescid-i Harama girerse güven içinde olur." ifadesinden maksat, "Kim Mescid-i Harama girerse o, cehennem ateşinden güven içinde olur." demektir.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve "Kim bir suç işler de Mescid-i Harama girecek olursa güven içinde olur. Ta ki kendi iradesiyle oradan çıkıncaya kadar. Oradan çıktıktan sonra ise işlediği suçun cezası ona uygulanır. Ancak Mescid-i Haram içinde suç işleyecek olursa o suçunun cezası Mescid-i Haramın içinde dahi uygulanır." demiştir.

Âyet-i kerimde "Oraya gitmeye gücü yeten herkese Allah için kâbeyi Haccetmek fardır." buyrulmaktadır. Müfessirler, Hacca güç yetirmenin ne demek olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hazret-i Ömer, Arar, b. Dinar, Abdullah b." Abbas, Atâ, Süddi, Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri, Abdulla b. Ömer ve Hazret-i Aliye göre "Hacca gitmeye güç yetinnek"ten maksat, yol azığı ve bineğin bulunmasıdır. Bunlara göre yol azığına ve Hacca gidecek bineğe sahibolan herkesin Hacca gitmesi farzdır. Zira bu hususta:

Abdullah b. Ömer bir adamın Resûlüllah’a: "Hacca güç yetirmek ne demektir Ya Resûlallah?" diye sorduğunu, Resûlüllah’ın da "Yol azığı ve binektir. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 3, bab: 6 Hadis No: 2998 buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

Hazret-i Ali de Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Kim kendisini Beytullaha ulaştıracak azığa ve bineğe sahibolur da buna rağmen Hac yapmazsa artık o kimsenin Yahudi veya Hristiyan olarak ölmesi farketmez. Zira Allah, kitabında "Oraya gitmeye gücü yeten herkese Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır." buyurmuştur Tirmizi, K.el-Hac, bab: 3, Hadis No: 812

b- Abdullah b. Zübeyr, Dehhak, Ata, Âmir eş-Şa'bi ve Hasan-i Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre "Hacca gitmeye güc yetirmek"ten maksat, "Oraya ulaşacak güce sahibolmaktir." Kişi yürümeyle de bu güce sahibolabilir, binekle de. Bazan da kişi, her ikisinin de bulunmasına rağmen, yol emniyeti olmadığından Hacca gitme gücüne sahibolmayabilir. Kısaca, herhangi bir yolla Hacca gidebilen kimse, oraya gitmeye gücü yeten kimseder. O kişinin Hacca gitmesi farzdır.

c- İkrimeye göre "Hacca gitmeye güç yetirmek"ten maksat, kişinin sıhhatli olmasıdır. Sıhhatli olan herkesin Haccetmesi gerekir.

d- İbn-i Zeyde göre "Hacca gitmeye güç yetinnek"ten maksat, nafaka, vücut salığı ve binek yönünden Hacca gidecek güç ve kuvvette olmaktır. Buna göre, bir kişinin Hacca gidecek kadar nafakası ve bineği olsa dahi vücudu sıhhatli olmazsa onun Hacca gitmesi farz değildir. Keza vücudu sıhhatli olsa da nafaka bulamasa veya bineği olmasa yine onun Hacca gitmesi farz değildir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan, Abdullah b. Zübeyr, Atâ, ve arkadaşlarının zikrettikleri ikinci görüştür. Zira, âyet-i kerime’de "Haccın yoluna güç yetinenler" ifadesi zikredilmiştir. Bu itibarla, Hacca gitmeye herhangi bir yol bulan kimsenin Haccetmesi farzdır. Bu itibarla, bir kimsenin, kö-türüm olması veya acizliği yahut düşmanın engel olması veya yolda suyun az bulunması, azığın yetersizliği ve kişinin yürümekten acizliği gibi engeller bulunmadığı takdirde Hacca gidebilen herkes için Hac farzdır. Şâyet bu zikredilen engellerden biri bulunacak olursa Hacca gitmeye bir yol bulamayacağı düşünüleceğinden, Haccetmesi farz değildir. Taberi sözlerine devamlı diyor ki "Bizim bu görüşü tercih edişimizin sebebi, Allahü teâlânın, Haccın farziyetini mutlak bir güç yetirmeye bağlamış olmasdır. Allahü teâlâ, güç yetirmeyi mutlak bir şekilde zikrettikten sonra, güç yetirmenin belli şeyler olduğunu söylemenin bir mânâsı yoktur. Bu hususta, güç yetinnenin azık ve binekten ibaret olduğunu, Resûlüllahtan nakleden haberlerin senetleri tartışılabilir olduğundan bu haberleri dini meselelerde delil kabul etmek isabetli değildir.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir." buyurulmaktadır. Âyette, inkâr edilen şeyin ne olduğu açıklanmamaktadır. Bu sebeple müfessirler, bu hususta çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Dehhak, Ata, İmran el-Kattan, Hasan-ı Basri ve Mücahide göre burada zikredilen, inkâr edilecek şeyden maksat, Haccın farziyetidir. Yani, kim, haccın farziyetini inkâr ederse bilsin ki, Allah'ın ona da, yapacağı Hacca da ihtiyacı yoktur. Zira Allah'ın, âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

b- Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre "İnkâr edilecek şey"den maksat, Haccın yapılması halinde sevap kazanılacağım, yapılmaması halinde ise günah işlenmiş olacağını ve cezalandırmayı inkâr etmemektir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim, Haccettiğinde sevap kazanacağını, etmediğinde de cezalandırılacağını inkâr edecek olursa bilsin ki, Alanın âlemlerden hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." şeklindedir.

c- Mücahid, Dehhak, Âmir, Abdullah b. Ömer ve İkrimeden nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat, Allah’ı ve âhiret gününü inkâr etmektir. Buna göre âyetin mânâsı "Kim Allah’ı ve âhiret günün inkâr edecek olursa, bilsin ki, Allah'ın, âlemlerden hiçbir kimsenin ibadetine ihtiyacı yoktur." demektir. Bu hususta İkrime diyor ki: "Kim, İslamdan başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. Âl-i İmran sûresi, 3/85 âyeti kerimesi nazil olunca diğer dinlerde olan insanlar, "Müslüman biziz" dediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Oraya giüneye gücü yeyten herkese Allah için Kâbeyi Haccetmek farzdır. Kim inkâr ederse şüphesiz ki Allah, âlemlere muhtaç değildir." âyetini indirdi. Mü’minler Hac yaptılar. Kafirler ise Hacca gitmediler. Böylece "Müslüman biziz" iddiaları çürümüş oldu."

d- İbn-i Zeyde göre "İnkâr edilecek şey "den maksat, Kâbedeki apaçık delil sayılan Hazret-i İbrahimin makamıdır.

e- Ata b. Ebi Rebaha göre buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksat Beytullahtır.

f- Süddiye göre ise, bundan maksat, ölünceye kadar, Hac yapmamaktır. Buna göre âyetin mânâsı "Kim, hayatı boyunca Hac yapmaz da ölürse bilsin ki, Allah'ın, âlemlerden hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur." demektir.

Taberi bu görüşlerden tercihe şayan olan görüşün,

birinci görüş olduğunu, buradaki "İnkâr edilecek şey"den maksadın, Haccın farziyetini inkâr etmek olduğunu söylemiş, buna delil olarak ta "Kim inkâr ederse." ifadesinin, Haccın farz olduğunu belirten ifadenin ardından zikredilmesini göstermiştir. Ayrıca, zikredilen bu görüşlerin, lafızları birbirinden farkıl ise de ifade ettikleri mânâların birbirlerine yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Haccın farziyetini inkâr eden, onu eda etmenin sevabını ve etmemenin günahını da inkâr etmiş olur. Keza, Haccın farziyetini inkâr eden kimse dinden çıkmış olur. Artık bu kişinin Hacdaki alâmetleri delil kabul etmesi beklenemez.

98

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey kitap ehli, Allah'ın âyetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah, sizin yaptıklarınıza şahittir.

De ki: "Ey kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar topluluğu, Allah'ın, Muhammedin Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren delillerini niçin inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah, yaptıklarınıza, Allah’ı ve Resulünü kasıtlı olarak inkâr etmenize, şahittir.

99

De ki: "Ey kitap ehli, niçin iman edeni Allah'ın yolundan men ediyorsunuz? Hak olduğuna şahitken o yolu eğri göstermeye çalışıyorsunuz? Allah, Yaptıklarınızdan habersiz değildir.

De ki: "Ey kitap ehli, Allah ve Resulüne iman eden mü’minleri, Allah'ın doğru yolundan niçin saptırıyor ve o yola gitmelerine engel oluyorsunuz? Sizler, engellediğiniz o yolun doğru ve hak olduğuna şahit olduğunuz halde, onu eğri göstermeye, müslumanların ayağını kaydırmaya hidâyetten çıkarıp dalalete düşürmeye çalışıyorsunuz. Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir. Böylelerin yaptığını cezasız bırakmayacaktır.

* Süddi diyor ki: Ehl-i kitaptan birine "Muhammedin Peygaberliğini Allah tarafından size gönderilen kitaplarda buluyor musunz?" diye sorulduğunda "hayır" derdi. Böylece kendi kitaplarında mevcut olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sıfatlarını saklamak suretiyle insanları ona iman etmekten ve ona tabi olmaktan alıkoyuyorlardı.

Taberi diyor ki: "Bu ve bundan önceki âyet, Evs ve Hazreç kabileleri Müslüman olduktan sonra, onları cahiliye dönemindeki, gibi birbirlerine tekrar düşman olma durumuna çevirmek için bu iki kabileyi birbirine düşürmeye çalışan bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ bu iki âyetle o Yahudiyi azarlamış, yaptığı şeyin çirkin bir iş olduğunu bildirmiş ve Resûlüllah’ın sahabilerini de bu gibi kışkırtmalarla ihtilafa düşmemeleri hususunda uyurmaştır. Konuyla ilgili olarak, Zeyd b. Eşlem diyor ki: "Resûlüllah’ın, Evs ve Hazreç kabilesine mensup sahabileri bir yerde oturmuş sohbet ediyorlardı. Onların yanından, İnkârcılığı katmerli, müslümanlara karşı kin ve kıskançlık dolu, yaşı ilerlemiş, Şa's b. Kays adındaki bir Yahudi geçti. Müslümanların bir arada olmaları, birbirleriyle kaynaşmaları ve aralarının İslam dini sayesinde düzelmiş olması bu kişiyi öfkelendirdi. Zira Müslüman olmalarından önce bu iki kabile cahiliye döneminde birbirlerinin düşmanlarıydılar. Şa's b. Kays kendi kendine şöyle dedi:

"Bu ülkede deve çobanlarının ileri gelenleri bir araya geldiler. Vallahi bunların ileri gelenleri burada bir araya geldikleri müddetçe bizim burada onlarla birlikte kalmamız imkânsızdır. "Sonra Şa's, kendisiyle birlikte bulunan bir Yahudi gencini, Müslümanların yanına gönderdi. O gence "Git yanlarına otur. Onlara, iki kabilenin arasında geçen Buas harbini ve daha önceki savaşlarfhatırlat ve onların bu savaş hakkında birbirlerine karşı söyledikleri şiirlerini oku." dedi. Genç Yahudi gidip söylenenleri yaptı. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlar tartışmaya başladılar. Birbirlerine karşı övünmeye giriştiler. Öyle ki iki kabileden birer kişi bineklerine bindiler. Bu kişiler, Evs kabilesinden Evs b. Kayzi, Hazreç kabilesinden Cebbar b. Sahr idiler. Bunlar, birbirleriyle ağız kavgası yaptılar. Sonra biri diğerine "Vallahi eğer isterseniz şu anda Buas savaşını başlatabilirz." dedi. Bunun üzerine iki grup ta birbirlerine karşı gazaplandı ve "Savaşarız" dediler ve "Haydin silah başına, Medine meydanında buluşalım." diye bağırıştılar. Çıkıp oraya gittiler. İnsanlar birbirleriyle tartışıyorlardı. Cahiliye döneminde olduğu gibi Evslîler kendi gruplarına katılıp bir tarafta yığmak yaptalır. Hazreçliler de kendi gruplarına katılarak başka bir tarafta toplandılar. Mesele Resûlüllah’a duyuruldu. Bunun üzerine Resûlüllah, muhacirden olan sahabileriyle çıkıp onların yanına vardı ve onlara:

"Ey müslümanlar topluluğu, Allah'tan korkun, Allah'tan. Ben sizin aranızda bulunduğum halde, cahiliye davetlerine mi uyuyorsunuz? Allah'ın sizi, İslama kavuşturmasından, Ulamla size ikramda bulunmasından, İslam ile sizden cahiliye davranışlarını kaldırmasından, onunla sizi İnkârcılıktan kurtarmasından ve İslam ile sizin aranızı kaynaştırmasından sonra da mı, daha önceki inkârınıza döneceksiniz?" dedi. Bunun üzerine taraflar, bu durumun, Şeytanın bir kışkırtması ve düşmanlarının bir tuzağı olduğunu anladılar. Ellerinden silahlarını atıp ağlamaya başladılar. Evs ve Hazreçliler birbirlerinin boynuna sarıldılar. Sonra oradan ayni arak Resûlüllah ile birlikte itaat içinde dağılıp gittiler. Allah da, Allah düşmanı Şa's b. Kaysın tuzağını boşa çıkardı ve Şa's'ın hakkında bu iki âyeti indirdi. Evs kabilesinden olan Evs b. Kayzi ve Hazreç kabilesinden olan Cebba b. Sahr ve bunlar gibi davranan kişiler hakkında da bu âyetlerden sonra gelen şu âyeti indirdi.

100

Ey iman edenler, kendilerine kitap verilenlerin, bir kısmına uyarsanız iman etmenizden sonra sizi kâfirliğe çevirirler.

Ey, Allah’a ve Peygamberine iman eden mü’minler, kendilerine Tevrat ve İncil verilen kitap ehlinden bir kısmına uyarsanız onlar sizi, iman etmenizden sonra kâfirliğe döndürürler.

Allahü teâlâ, kitap ehli olan Yahudi ve Hristiy ani ardan herhangi bir öğüdün kabul edilmesini veya onlarla istişarede bulunmayı yasaklıyor. Çünkü onlar, içlerinde kin, kıskançlık ve ihanet duygulan taşirlaar.

101

Allah'ın âyetleri size okunup dururken ve aranızda da onun Peygamberi bulunurken, nasıl olur da inkâr edersiniz? Kim, Allah'ın dinine sımsıkı sarılırsa şüphesiz ki o, doğru yola iletilmiştir.

Sizler, Allah'ın, Peygambere indirdiği âyetlerini okuyorken içinizde de size doğru yolu gösteren ve sizleri zulüm ve sapıklıktan alıkoyan Peygamberi bulununken nasıl olur da, iman ettikten sonra kâfir olursunuz? İslamdan ayrılır mürted olursunuz? Acaba rabbinizin katında özürünüz ne olacaktır? Kim Allah'ın dinine ve onun itaatine sımsıkı sanlacak olursa şüphesiz ki o, doğru yol olan İslama ulaştırılmış olur.

Abdullah b. Abbas bu âyetin de, İslama girdikten sonra tekrar birbirleriyle dövüşmeye ve savaşmaya girişmek isteyen Evs ve Hazreç kabileleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

102

Ey iman edenler, Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün.

Ey iman edenler, Allah’a itaat edip ona karşı gelmekten kaçınarak, daima onu hatırdan çıkarmayarak ve verdiği nimetlere karşı şükredip nankörlük yapmayarak Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.

Abdullah b. Mes'ud, Allah’tan hakkıyla korkmanın, hiç isyan etmeden ona itaat etmekle, hiç unutmadan onu anmakla ve hiç nankörlük etmeden ona şükretmekle gerçekleşeceğini söylemiştir.

Abdullah b. Abbas ise, Allah’tan hakkıyla konnanın, Allah yolunda hakkıyla cihad etmekle, Allah uğrunda, kınayanın kınamasından korkmamakla, kendileri, babalan ve çocuklan aleyhine de olsa adaleti ayakta tutmakla gerçekleşeceğini söylemiştir.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin, "Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun. Teğabun sûresi, 64/ 16 âyetiyle neshedilip edilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

Abdullah b. Abbas ve Tâvus'a göre bu âyet-i kerime muhkemdir. Mensuh değildir.

Katade, Reb' b. Enes, Süddi ve İbn-i Zeyde göre ise önce bu. âyet-i kerime gelmiş, kullar, Allah’tan hakkıyla komıakla yükümlü kılınmışlar ve bu onlara pek ağır gelmiştir. Daha sonra yaratıklarının acizliğini bilen Allahü teâlâ, lütfü ve rahmetiyle bu emri hafifletmiş ve "Allah’tan gücünüzün yettiği kadar korkun" âyetini indinniştir.

103

Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin. Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz, birbirinize düşman idiniz, Allah, kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz, bir ateş çukurunun kenarında idiniz, Allah sizi oradan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor ki hidâyete eresiniz. .

Ey iman edenler, hep birlikte, Allah'ın size, sımsıkı sarılmayı emrettiği di-dine, kelamına yapışın. Allah'ın dini hususunda sakın ayrılığa düşmeyin. Ona itaatte birleşin ve kaynaşın. Allah'ın, üzerinizde olan lütfunu ve nimetini hatırlayın. Bir zaman sizler, cahiliye döneminde, birbirinizi öldüren düşmanlardınız. Allah, İslam dini sayesinde kalblerinizi birbirine ısındırıp kaynaştırdı da onun İslam dini nimetiyle samimi kardeşler oldunuz. Artık aranızda kin ve çekemezlik kalmadı. Daha önce sizler, bir ateş çukurunun kenannda bulunuyordunuz. İman etmeniz suretiyle Allah sizi oradan kurtardı. Alan size Âyetlerini işte böyle açıklar ki doğru yolu bulmuş olsanız ve hak yolundan sapmayınız.

Âyette zikredilen "Allah'ın ipi"nden maksat, Abdullah b. Mes'ud ve Şa'biye göre, İslam topluluğudur. Katade, Süddi, Mücahid, Ata, Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Said el-Hudriden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Allah'ın ipi"nden maksat, Kur'an-ı Kerim ve onda bulunan emirlerdir. Bu hususta Zeyd b. Erkanı, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Aziz ve Celil olan Allah'ın kitabı, onun gökten yeryüzüne doğru uzanan ipidir. Kim ona uyacak olursa doğru yolda olur. Kim de onu terkedecek olursa sapıklığa düşmüş olur. Müslim, K. Fadail es-Sahabe bab: 37, Hadis No: 2408

Ebû Âliye ve ibn-i Zeyde göre ise burada zikredilen "Allah'ın ipi"nden maksat, Allah’ı samimi bir şekilde birlemektir.

Âyet-i kerime’de, Mü’minlere, ayrılığa düşmamaleri emredilmektedir. Bu hususta Katade şöyle demiştir: "Allah, sizlerin ayrılığa düşmenizi çirkin görmüş, sizi ondan sakındırmış ve size onu yasaklamıştır. Buna mukabil Allah sizin dinleyip itaat etmenizi, birbirinizle kaynaşmanızı ve bir cemaat olmanızı istemektedir. Sizler de gücünüz yettiği kadar kendiniz için, Allah'ın razı olduğu durumu seçin. Kuvvet ancak Allah’a aittir.

Enes b. Mâlik te Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Şüphesiz ki İsrailoğulları yetmiş bir fırkaya ayrılmışlardır. Ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Onların hepsi cehennem ateşinde olacak sadece bir fırkası olmayacaktır. O da cemaat halinde olan fırkadır. İbn-i Mace, K. elfiten, bab: 17 Hadis No: 3993 / Ahmet

Âyet-i kerime’de zikredilen "Allah'ın nimeti'nden maksat, İsi amin, mü-minleri kaynaştırması ve bir araya getirmesidir. Âyette zikredilen "Düşmanlık"tan maksat ise savaş düşmanlığıdır. Zira bu âyet-i kerime, müslüman olmadan önce yüz yinm yıl birbirlerini yok edercesine savsan Evs ve Hazreç kabilelerine işaret etmektedir. İslam gelince, birbirleriyle savaşan bu iki kabile İslama girip kardeş olmuşlar ve öteden beri süregelen savaşa son vermişlerdir.

Evs ve Hazreç kabilelerinin nasıl müslüman oldukları hakkında, özetle şunlar zikredilmektedir:

İbn-i İshak bu hususta şunları Rivâyet etmiştir: Evs kabilesinden olan Sü-veyd b. Samit, Hac veya umre yapmak için Mekkeye gelmişti. Süveyd sabırlı ve metanetli, şair, şerefli ve soylu bir kimse olduğu için kavmi ona "Mükemmel" mânâsına gelen "Kâmil" adını vermişti. Onun Mekkeye geldiğini duyan Resûlüllah onun önüne çıktı, onu Allah’a ve İslama davet etti. Bunun üzerine Süveyd: "Ey Muhammed, belki de sende bulunan şey bende bulunan gibidir." dedi. Resûlüllah ona, "Sende ne var?" diye sordu. O da "Bende Lokmanın sahifeleri (Yani ona verilen hikmetler) mevcuttur." dedi. Resûlüllah: "Onu bana gösterir misin? dedi. Süveyd, sahifeleri Resûlüllah’a gösterdi. Resûlüllah "Bu, güzel bir sözdür. Fakat bende bulunan bandan daha üstündür. O, Allah'ın bana gönderdiği Kur'andır. O, bir hidâyet ve bir nurdur." dedi. Resûlüllah ona, Kur'andan âyetler okudu ve onu İslama davet etti. Süveyd İslama soğuk bakmadı ve "Şüphesiz bu güzel bir söz." dedi. Sonra ayrılıp gitti. Medinede kavminin yanına varınca çok zaman geçmeden, Hazreç kabilesinden olanlar onu öldürdüler. Süveydin kavminden olan bir kısım insanlar, onun hakkında şöyle diyorlardı. "Bize göre Süveyd, müslüman olarak öldürüldü." Süveydin öldürülüşü, Evs ile Hazreç arasında geçen Buas harbinden önce idi. Bkz. İbn-i Hişaın, Sirel, C.1 S. 425 - 427

İbn-i İshak, Hazreçlilerin, Mekkeye gelip Resûlüllah ile görüşmelerini ise şöyle izah etmiştir: Enes b. Rafı', Abdül Eşhel oğullarından, içlerinde İlyas b. Muazın da bulunduğu bazı gençlerle birlikte Mekkeye gelmişlerdi. Bunlar, kavimleri Hazreçin aleyhine, Kureyş kabilesiyle anlaşma yapmak istiyorlardı. Resûlüllah bunların geldiği duyunca yanlarına varıp oturdu ve onlara "Siz, elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlısını istermisiniz?" dedi. Onlar da: "O nedir?" diye sordular. Resûlüllah: "Ben, Allah'ın peygamberiyim. O beni, kullarına gönderdi. Ben, kulları, yalnızca Allah’a kulluk etmeye, her hangi bir şeyi ona ortak koşmamaya davet ediyorum. Allah bana kitap indirdi." dedi. Resûlüllah, sözlerine devam ederek onlara islamı anlattı ve Kur'andan âyetler okudu. Bunun üzerine yeni yetişen gençlerden, İlyas b. Muaz şunları söyledi. "Ey kavim, vallahi davet edildiğiniz bu şeyler, elde etmek için geldiğiniz şeyden daha hayırlıdır." Bunun üzerine Enes b. Rafi', Batha'nın topraklarından bir avuç alarak İlyasın yüzüne serpti ve ona "Sen bu işlere karışma. Yemin olsun ki biz, bundan başka bir şey için geldik." dedi. Bunun üzerine İlyas sustu. Resûlüllah kalkıp gitti. Medineliler de oradan ayrılarak Medineye döndüler. İşte bundan sonra Evs ile Hazreç kabileleri arasında Buas savaşı meydana geldi. Aradan çok zaman geçmeden İlyas b. Muaz öldü. Ölürken tehlil ve tekbir getirdiği, Allah’a hamdedip tesbih ettiği nakledilmektedir. Onun Müslüman olarak ölmesinde kavmi şüphe etmemektedir. Evet, böylece İlyas, bulunduğu mecliste Resûlüllahtan duyduğu sözler sayesinde İslamı hissetmişti.

İbn-i İshak diyor ki: "Aziz ve Celil olan Allah, dinini açığa çıkarmayı, Peygamberini Aziz kılmayı ve vaadini yerine getirmeyi dileyince Resûlüllah Ensarla karşılaştığı dönemde Mekkede, dışardan gelen insanlara dini tebliğ etmeye başladı. Her mevsimde yaptığı gibi, Ensar ile görüştüğü mevsimde de Arap kabilelerini dine davet etti. O, Akabe mevkiinde bulunurken Hazreç kabilesinden, Allah'ın kedileri için hayır dilediği bir toplulukla karşılaştı. Resûlüllah onlara "Sizler kimlersiniz?" diye sordu. Onlar da "Bizler Hazreç kabilesinden bir topluluğuz" dediler. Resûlüllah "Sizler, Yahudilerle anlaşması bulunan kimselerdenmisiniz?" diye sordu. Onlarda "Evet" dediler. Resûlüllah, "Oturmazmısınız?, sizinle biraz konuşalım, "dedi." Onlar da: "Evet olur." dediler. Resûlüllah ile birlikte oturdular. Resûlüllah onları, Aziz ve Celil olan Allah’a davet etti. Onlara İslamı teklif etti ve Kur'an okudu. Allahü teâlânın, onların İslama girmeleri için sebep kıldığı meselelerden biri de şuydu: Hazreçliler memleketlerinde Yahudilerle birlikte yaşıyorlardı. Yahudiler, kitap ehli ve bilgi sahibiydiler. Hazreçliler ise Allah’a ortak koşan ve putlara tapan kimselerdi. Bunlar memleketlerinde, Yahudilere galip durumdaydılar. Aralarında bir olay çıktığında Yahudiler onları tehdit ederek şöyle diyorlardı: "Şüphesiz ki pek yakında bir Peygamber gönderilecek, onun zamanı gelmiştir. Biz ona tabi olacağız. Onunla birlikte sizleri Âd ve İrem gibi öldüreceğiz. "Resûlüllah bu topluluğa konuşup onları Allah’a davet edince onlar birbirlerine şöyle demişlerdi: "Ey kavim, vallahi sizler biliyorsunuz ki işte bu Yahudilerin sizi kendisiyle tehdit ettikleri Peygamberdir. Buna sizden önce Yahudiler iman etmiş olmasınlar. "Bunun üzerine Resûlüllah’ın davetini kabul ettiler. Onu tasdik ettiler ve Resûlüllah’ın kendilerine teklif ettiği İslamı kabullendiler. Ve şöyle dediler: "Biz, geride öyle bir kavim bıraktık ki onların arasındaki düşmanlık ve kötülük hiçbir kavmin arasında yoktur. Umulur ki senin sayende Allah onları birleştirir. Şimdi biz, onların yanına döneceğiz. Onları senin emrine çağıracağız ve senin davetinle kabul ettiğimiz bu dini onlara da arzedeceğiz. Şâyet onlar da bu din üzerinde birleşecek olurlarsa artık senden daha güçlü bir kimse olamaz." Bundan sonra Hazreçliler, mü’min olarak Resûlüllah’ın yanından ayrılıp gittiler. Onlar altı kişiydiler. Bunlar Medineye gidip kavimlerinin yanına varınca onlara Resûlüllahı anlattılar ve kendilerini İslama davet ettiler. Böylece aralarında İslam yayılmaya başladı. Öyle ki, Ensann evleriden hiçbir ev kalmadı ki orada Resûlüllah anılmış olmasın.

Ertesi yıl olunca aynı mevsimde Ensardan on iki kişi geldi. Resûlüllah ile "Akabe" denen yerde buluştular. Burada birinci Akabe lbiatını yapülar. Medineli Ensar, Resûlüllah ile "Kadınların biati" diye adlandırılan bir biatta bulundular. Bu da Müslümanlara henüz savaşın farz kılınmadığı bir zamanda idi.

Bu âyette Allahü teâlâ, kâfirliği bir cehennem çukuruna, kâfirleri de o çukurun kenarında bulunup oraya düşmeye mahkum olanlara benzetmiştir. İslamı ise o çukura düşmeye engel olan sebep olarak vasıflandirrnıştır. Allah, iman edenleri kurtaracak, kâfirler ise layık oldukları cezaya çarpılacaklardır.

Âyet-i kerime, müslümanların birlik ve beraberlik içinde olmaları lazım geldiğini emretmekte ve parçalanmayı, çeşitli hiziplere bölünmeyi yasaklamaktadır. Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadisi şerifinde:

"Benden sonra fitne ve fesat olacaktır. Kimin cemaatten ayrıldığını ve Muhammed ümetinin işlerini karıştırdığım görürseniz onu öldürün. O şahıs kim olursa olsun. Zira, Allah'ın yardımı cemaatle birlikte olanlaradır. Cemaatten aynlan kişi ile de Şeytan beraber koşar." buyurmuştur. Nesâî, K. fahrim ed-Deın, bab: 6

104

İçinizden hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte onlardır.

Ey iman edenler, içinizden, insanları islam nizamına davet eden, Muhammede ve getirdiği dine iman etmek gibi iyilikleri emredip, Allah’ı inkâr ile Peygamberi yalanlama gibi kötülüklerden de men eden bir topluluk oluşsun. İşte kurtuluşa erenler, Allah'ın cennetini ve nimetlerini kazananlar bunlardır.

Buradaki "İyilik"ten maksat, şeriatın uygun gördüğü her söz ve iştir. "Kotülük"ten maksat da onun reddettiği her söz ve iştir.

Bu âyet-i kerime, iyiliği emredip kötülükten sakındırmanın dini bir vecibe olduğunu beyan etmektedir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor.

"Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki ya iyiliği emredip kötülüğe mani olursunuz veya pek yakın bir zamanda Allah, sizin üzerinize bir ceza gönderir sonra onun kaldırılması için dua ederseniz de duanızı kabul etmez. Timizi, K. el-Fiten bab: 9, Hadis No: 2169 / Ahmed b. Hanbel Müsned C.5 S.388, 390, 391

105

Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünen ve ihtilafa düşenler gibi olmayın. İşte onlara büyük bir azap vardır.

Sakın, kendilerine Allah'ın apaçık âyet ve delilleri geldikten ve hakkı öğrendikten sonra Allah'ın dininde ihtilafa düşen ve bölük pörçük olan Yahudi ve Hristiyanlar gibi olmayın. İşte ihtilaf ederek parça parça olan bu gibi insanlar için Allah katında büyük bir azap vardır.

Bu hususta diğer bir Âyette de şöyle buyuruluyor: "Ey Rasûlüm, dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlarla artık senin bir alakan kalmamıştır. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını onlara bildirecektir. En'am sûresi. 6/159

106

O gün bazı yüzler ağaracak bazı yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara şöyle denecektir." İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" O halde inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı."

Kâfirlere büyük bir azabın verildiği gün, mü’minlerin yüzleri ağaracak, kâfirlerin yüzleri ise kararacaktır. Yüzleri kararan kâfirlere şöyle denecektir: "Allah'ın, rabbiniz olduğunu tasdik ettikten sonra onun birliğini inkâr ederek, kâfir mi oldunuz? Öyleyse inkârınız sebebiyle cehennem azabını tadın.

Müfessirler, âyet-i kerime’de "İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz ?" diye kendilerine hitap edileceği ve âhirette yüzlerinin kararacağı beyan edilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Katade ve Süddiye göre âyetin bu bölümünde sıfatları zikredilen bu insanlardan maksat, önce Müslüman olup sonra dinden çıkan kişilerdir. Nitekim Resûlüllah bu gibi insanlara işaretle şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz ki ben, havuzun (Havz-ı Kevsirin) başında bulunacağım. Sizden, bana gelenlere bakacağım. Bir kısım insanlar, benim arkamdan yakalanıp götürülecekler. Ben de diyeceğim ki "Ey rabbim, bunlar bendendir. Benim üm-metimdendir. "Bana denilecek ki: "Onların, senden sonra ne yaptıklarını bilmiyor musun? Vallahi' onlar senden sonra gerisini geri dönmeye devam ettiler. (Dinden çıktılar) Müslim, K. el-fadaü, bab: 27, Hadis No: 2293 / Buhari, K, el-fiten

b- Ebû Ümame el-Bâhilîye göre ise bu âyetten, âhirette yüzleri kararacağı zikredilen kimselerden maksat, Hariciye fırkasidır. Bkz. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur"an Sûre 2, Hadis No: 3000

c- Hasan-ı Basriye göre âhirette yüzleri kararacak olan bu insanlardan maksat, münafıklardır. Bunlar, dilleriyle iman ettiklerini söylemelerine rağmen kalplerinde İnkârcılığı saklamışlar ve yaptıkları amelleriyle de kâfir olduklarını hissettimuşlerdir. Bu sebeple âhirette onlara "îman etmenizden sonra kâfir mi oldunuz?" diye sorulacaktır.

d- Übey b. Kâ'b'a göre ise, âhirette yüzleri ak olacak insanlardan maksat, bütün mü’minler, kararacak olan insanlardan maksat ise bütün kâfirlerdir. Kâfirlere "İman ettikten sonra inkâr mı ettiniz?" denmesinin sebebi, onların, Âdemin sulbünden zerrecikler halinde çıkarıldıklarında, iman ettiklerini söylemeleri, doğup dünyaya geldikten sonra da kâfir olmalarındandır. Taberi bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve demiştir ki: "Zira âyet-i kerime’nin, âhirette bütün insanları iki sınıfa ayırdığını, bunlardan, yüzleri ak olanların, mü’minler olduklarına göre, yüzleri kararanların da bütün kâfirleri kapsadığı aşikârdır. Bunların, sadece kâfirlerden bir sınıfı ifade ettiğini söylemenin gereği yoktur. Zira Allahü teâlâ âyette umumi bir ifade ile beyanda bulunmuştur.

107

Yüzleri ağaranlar ise Allah'ın rahmetindedirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır.

İmanlarında kararlı olan ve Tevhid inancına bağlı kalan, yüzleri ağarmış mutlu mü’minler ise, Allah'ın bağışladığı cennet ve nimetler içinde olacaklar ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

108

İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları sana hak olarak okuyoruz. Allah, âlemlere zulmetmek istemez.

İşte bunlar, Allah’tan gelen öğütler ve onun apaçık delilleridir. Ey Rasûlüm, biz onları sana, doğru ve kesin olarak bildiriyoruz. Allah, yarattıklarından hiç birisine zulmetmek istemez.

Burada zikredilen "Âyetler"den maksat, Resûlüllah'ın sahabilerini, Yahudileri ve diğer ehl-i kitabı anlatan, ahitlerini yerine getirenlere ve ahitlerini bozanlara ne yapılacağını belirten âyetlerdir. Allahü teâlâ, bunları Hazret-i Muhammede, Cebrâil vasıtasıyla okuduğunu beyan etmiş, herkese hak ettiği mükaafaat ve cezayı vereceğini bildirmiştir. Yüzleri ak olanların bunu hak ettikleri için ak olduğu, kara olanların da buna layık oldukları için kendilerine böyle davranıldiğı, Allahü teâlânın, hiçbir kimseye zulmetmek istemediği beyan edilmiştir.

109

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındir. Bütün işler Allah’a döner.

Göklerde ve yerde iyi olsun kötü olsun her ne varsa, iyilik yapan kötülük yapan her kim bulunuyorsa hepsi Allah'ın yarattığı şeyler ve kimselerdir. Bütün işler sonunda Allah’a döner. O halde onlar da Allah’a dönecekler ve Allah, herkese hak ettiği ceza veya mükâfaatı verecektir.

Madem ki göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’a aittir ve onun hükmüne tabidir o halde Allah'ın herhangi bir yaratığına zulmetmesi onun şanına yakışmaz. Zira zalim, nüfuzunu artınnak, iktidarını sağlamlaştımıak ve mülküne mülk katmak için zulmeder. Allahü teâlânın bunları yapmaya ihtiyacı yoktur. Zira o, bütün yaratıkların mutlak maliki ve mutlak hakimidir.

110

Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülüğe mani olursunuz ve Allah’a iman edersiniz. Eğer kitap ehli de iman etseydi cihetteki onlar için daha hayırlı olurdu. Onlardan îman edenler varsa da çokları yoldan çıkmışlardır.

Ey Muhammed ümmeti, siz Allah katında ümmetlerin en hayırlısı ve en üstünüsünüz. İnsanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı kimselerseniz. Öyle ki bütün gücünüzle insanları, Allah nizamı olan İslama sokmaya çalışırsınız. Allah ve onun şeriatına iman etme gibi iyilikleri emreder Allah’a ortak koşma ve isyan etme gibi kötülüklere mani olur ve Allah’a samimiyetle iman edip ona kulluk edersiniz. Kendilerine Tevrat ve İncil gönderilen kitap ehli de Muhammed ve Kur'ana iman etmiş olsalardı, Allah katında kendileri için daha hayırlı olurdu. Bunlardan, Abdullah b. Selam ve Sa'leb b. Saye gibi iman edenler varsa da çoğunluğu, bağlı olduklarını iddia ettikleri dinlerinden de ayrılmışlardır. Zira kendi dinleri de, İslam geldikten sonra herkesin İslama gimıesi gerektiğini emretmektedir.

Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) diyor ki: "Kim, insanlık için ortaya çıkarılmış hayırlı ümmetten olmak isterse, Allah'ın koştuğu şu şartları yerine getirsin. O şartlar, iyiliği emretmek, kötülüğe mani olmak ve Allah’a iman etmektir."

Müfessirler bu âyette "Hayırlı Ümmet" olarak zikredilen "İnsanlardan kimlerin kastedildikleri hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hazret-i Ömer, Abdullah b. Abbas, İkrime ve Dehhaktan nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen "En hayırlı ümmeften maksat, Resûlüllah’ın sahabilerinden belli bir topluluktur. Bunlar da, Abdullah b. Abbasa göre, Resûlüllah'ın sahabilerinden, Mekkeden Medineye hicret edenlerdir. İkrimeye göre bunlar, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Huzeyfenin azadlı kölesi Salim, Übey b. Kâ'b ve Muaz b. Cebeldir.

b- Mücahid, Ebû Hureyre ve atiyyeye göre âyette zikredilen sıfatları taşıyan her ümmet, en hayırlı ümmettir.

c- Rebi' b. Enese göre burada zikredilen en hayırlı ümmetten maksat, Muhammed ümmetidir. Zira İslam dinine en çok tabi olanlar Muhammed ümmetidir.

d- Hasan-ı Basriye göre ise, burada zikredilen en hayırlı ümmetten maksat, geçmişteki bütün ümmetleri tamamlayan ve onların en sonuncusu olan Muhammed ümmetidir. Taberi de bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş ve delil olarak şu hadis-i şerifi zikretmiştir.

"Sizler yetmiş ümmeti tamamlayanlarsınız. Siz onların en hayırlısı ve Allah katında en üstünsünüz İbn-i Mâce, K. ez-Zühd, bab: Hadis No. 4288/Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4 S. 447

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Resûlüllah ile bir çadırda bulunuyorduk. Bize şöyle buyurdu: "Sizler, cennet ehlinin dörtte biri olmaya razı olumlusunuz?" "Evet" dedik. Resûlüllah: "Üçte biri olmaya razı olumlusunuz? dedi. Evet. dedik. Resûlüllah "Cennet ehlinin yarısı olmaya razı olur musunuz?" dedi. "Evet" dedik. Sonra şöyle buyurdu: "Muhammedin hayatı, kudret elinde olan Allah'a yemin yemin olsun ki ben sizlerin, cennet ehlinin yarısını teşkil edeceğinizi ümit etmekteyim. Zira cennete ancak müslüman olan kişi girecektir. Sizler, müşriklerin arasında, siyah bir boğanın derisindeki beyaz bir tüy kadarsınız. Buhari, K. er-Rikak, bab: 45, 46/Tirmizi K. el-Cennet, bab: 13, Hadis No: 2547

111

Onlar, eziyetten başka, size bir zarar veremezler. Sizinle savaştıkları zaman arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra onlara yardım da edilmez.

Ey iman edenler, o fasıklar size bir şey yapamazlar. Sadece, Allah’a ortak koşmak, inkârda bulunmak ve sizleri sapıklığa davet etmek suretiyle size eziyet verirler. O kitap ehli olan fasıklar, sizinle savaştıktan zaman mağlup olup kaçarlar. Sonra da, Allah’ı ve Peygamberini inkâr ettikleri için, Allah tarafından kendilerine yardım edilmez.

Bu âyet-i kerime, mü’minlere bir vaadciir. Allah, vaadinden asla dönmez. Bizler ne zaman hakkıyla iman edersek işte o zaman Allah'ın vaadine erişmiş oluruz.

112

Allah ve insanların himayesinde olanlar müstesna, nerede olurlarsa olsunlar, onlara zillet damgası vurulmuştur. Allah'ın gazabını hak etmişlerdir. Onlara aşağılık damgası vurulmuştur. Bu onların, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere Peygamberleri öldürmelerindendir. Bu, isyan etmelerinden haddi aşmalarındandır.

Yahudiler, yeryüzünde nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onlara zillet de damgası vurulmuştur. O damgadan kurtulamazlar. Allah'ın himayesi ve insanların himayesinde bulunanlar müstesnadır. Diğerleri Allah'ın gazabına uğramışlardır. Ayrıca onlara aşağılık ve miskinlik damgası vurulmuştur. Bunların zelil, adi ve miskin olmalarının sebebi, Allah'ın Peygamberinin doğruluğunu gösteren delillerini inkâr etmeleri ve haksız yere, Allah'ın, insanlara gönderdiği Peygamberlerini öldürmeleridir. Bir de bunların, Allah'ın emirlerine karşı gelmeleri ve haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarım ise haram kılarak haddi aşmalarıdır.

Âyet-i kerime’de geçen "Allah'ın himeyisi"nden maksat, Allah'ın emriyle müslümanlarm, kitap ehlinden cizye alarak onlarla zimmilik sözleşmesi yapmaları ve bu sözleşmenin gereği olarak güven sağlamal andır.

Âyette zikredilen ve "Himaye" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahid, Katade, İkrime, Süddi, Rebi' b. Enes, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyde göre, söz verme ve ahitte bulunmadır. Buna göre âyetin mânâsı "Yahidiler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, onların üzerine zillet damgası vurulmuştur. Ancak, Allah'ın, yaşamalarına dair müsaadesi bulunan ve mü’minlerin, cizye alarak eman verdikleri kimseler hariçtir. Bunlar, bulunduklan yerlerde, canlarını ve mallarını güven içinde hissederler.

113

Onların hepsi bir değildir. Ehl-i Kitaptan bir cemaat vardır ki, dosdoğrudurlar. Gece vakitlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar ve secdeye varırlar.

Kitap ehlinin hepsi eşit değildir. Bir kısmı müslüman, diğerleri gayri-i müslimdif. Kitap ehlinden bazdan hakta kararlıdır, doğru yol üzeredir. Allah'ın nizamına bağlıdır. Gece vakitlerinde ibadetlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar. Ve secdeye kapanırlar.

Bu âyet-i kerime’nin kimleri anlattığı hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, bundan önce, iki sınıfa ayrıldıkları belirtilen ehl-i kitabı beyan etmekte, onlardan, mü’min olanların sıfatlarını zikretmektedir. Zira, yüz onuncu âyette ehl-i kitabın bir kısmının mü’min olduğu, çoğunluğunun ise İslamı kabul etmeyerek kendi dinlerinden dahi çıktıklan beyan edilmiş, bu âyet-i kerime’de de ehl-i kitabın mü’minlerinin sıfatları zikredilmiş ve övülmüşlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Yahudilerden Abdullah b. Selam, Sa'lebe b. Saye, Üseyd b. Saye, Esed b. Übeyd ve benzeri kişiler müslüman olunca Yahudilerin Hahamları ve iman etmeyen kâfirleri, müslüman olanlar hakkında şunları söylemeye başladılar. "Muhammede ancak şerlilerimiz iman edip tabi olmuşlardır. Şâyet onlar seçkinlerimiz olsalardı atalarının dinini bırakıp başka bir dine gitmezlerdi" İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

b- Abdullah b. Mes'ud ve Süddiye göre ise bu âyet-i kerime, İslamı kabul etmeyen ehl-i kitap ile Muhammed ümmetini anlatmaktadır. Ehl-i kitabın, Muhammed ümmetine eşit olmayacağım ve Muhammed ümmetinin, âyette zikredilen sıfatları taşıdıklarını beyan etmektedir.

Taberi, daha önceki âyetlerle irtibatlı olması bakımından

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü yüz onuncu âyette ehl-i kitabın, mü’min ve dinden ayrılan fasıklar olarak iki sınıfa ayrıldıkları zikredildikten sonra bu âyette de ehl-i kitabın hepsinin eşit olmadığı, mü’min olanlarının, zikredilen sıfatlarla kâfirlerden üstün oldukları beyan edilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Dosdoğrudurlar" diye tercüme edilen sıfatı, Mücahid tarafından "Adaletlidirler." şeklinde, Katade, Rebi b. Enes ve Abdullah b. Abbas tarafından "Allah'ın kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklinde, Süddi tarafından ise "İtaatkârdırlar." şeklinde izah edilmiştir.

Taberi, "Allah’ın kitabı ve emirleri üzeredirler." şeklindeki izahı tercih etmiş, diğer görüşlerin de buna yakın olduklarını söylemiştir. Zira, Allah'ın kitabı ve dini üzere olanlar, aynı zamanda adaletli ve itaakâr olurlar.

Taberi, Numan b. Beşirin Resûlüllahtan rivâyet ettiği şu hadisin ifadesinin bu âyetteki kelimesinin ifade şekline benzediğini söylemiştir. Ha-dis-i Şerifte buyuruluyor ki:

"Allah'ın koyduğu sınırların önünde durup öteye geçmeyenlerle, o aşanların misali, bir geminin çeşitli bölümlerine binmek isteyen şu topluluk gibidirler. Kavimden bazıları kur'a neticesinde geminin üst tarafına bazıları da alt tarafına düşmüşlerdir. Alt tarafta olanlar su almaya gittiklerinde üst tarafta bulunanların yanından geçmek zorundadırlar. Bu sebeple onlar "Bizler, kendi bulunduğumuz yerde bir delik açsak ta üstümüzde bulunanlara sıkıntı vermesek nasıl olur?" derler, Şâyet üstte bulunanlar, altta bulunanları, bu isteklerinde serbest bırakacak olurlarsa (Gemi delinmiş olacağı için) hepsi birden helak olurlar. Şâyet üstte bulunanlar alttakilere engel olacak olurlarsa hem kendileri kurtulmuş hem de onlar kurtulmuş olurlar. Buhari, K. eş-Şerike, bab: 6

Âyet-i kerime’de, ehl-i kitaptan olan mü’minlerin sıfatları zikredilirken:

"Gece vakitlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar..." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i Cüreyce göre, "Gecenin belli vakitlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar." demektir.

Süddiye göre, bundan maksat, "Gecenin içinde Allah'ın âyetlerini okurlar." demektir. Abdullah b. Mes'uda göre "Yatsı namazını kılarlar." demektir. Mansura göre "Akşamla yatsı arasında namaz kılarlar." demektir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşler, zahirde farklı iseler de gerçekte birbirlerine yakındırlar. Zira, Allah'ın âyetlerini, yatsı namazında okuyan da, yatsıyla akşam namazı arasında kılmış olduğu herhangi bir namazın içinde okuyan da Allah'ın âyetlerini gecenin bir anında veya içinde okumuş olandır. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşlerin birbirlerine çok yakın olmalarıyla birlikte, görünürde tercihe şayan olanı "Yatsı namazını kılarken Allah'ın âyetlerini okumaktır." diyen görüştür. Zira, hiçbir ehl-i kitap, yatsv vaktinde namaz kılmamaktadır. Allahü teâlâ, bu âyette özellikle Muhammed Ümmetini yatsı namazını kılmakla övmektedir.

114

Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, iyiliği emreder kötülükten men ederler. Hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar, salihlerdendir.

Bu mü’minler, Allah’a ve âhiret gününe iman ederler. İnsanlara da, Allah’a ve Peygamberine iman etmek gibi iyilikleri emrederler. Allah’ı inkâr etme ve Peygamberini yalanlama gibi kötülüklere mani olurlar ve her türlü hayıra koşarlar. İşte bunlar, salih kullardandır.

115

Yaptıkları hiçbir hayır asla inkâr edilmeyecektir. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilendir.

Bu mü’minlerin yaptıkları herhangi bir hayır, Allah katında asla zayi edilmeyecek, aksine, Allah onlara, yaptıklarının mükhafaatını tam olarak verecektir. Allah, kendisinden korkan ve karşı gelmekten kaçınanları çok iyi bilendir. Allah onlara, yaptıklarının karşılığını verecektir.

Bu konuda diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyunılmaktadır: "...Şüphesiz ki Allah, iyilik yapanların kükafaatını zayi etmez. Tevbe sûresi, 9/120

116

Şüphesiz ki inkâr edenlerin malları da evlatları da Allah’a karşı kendilerine hiçbir fayda vermeyecektir. İşte onlar, cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.

Şüphesiz ki ehl-i kitaptan fâsik olanların biriktirmiş oldukları malları ve yetiştirmiş oldukları evlatları, Allah'ın cezai and irmasi karşısında kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, cehennemliktirler ve orada ebidi olarak kalacaklardır.

Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime’de, yüz onuncu âyette geçen, ehli-i kitabın fâsıklarını ve Hazret-i Muhammedi inkârda, onlara benzeyenleri tehdit etmektedir.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyunılmaktadır: "Rablerini inkâr edenlerin amelleri, fırtınalı bir günde rüzgârın savurduğu küle benzer. Kazandıklarını ellerinde tutamazlar. İşte en büyük sapıklık budur İbrahim sûresi, 14/18

117

Onların, bu dünya hayatında sarfettikleri şeyin durumu, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerine isabet edip onu yok eden çok soğuk bir rüzgarın durumuna benzer. Onlara Allah zulmetmedi fakat onlar, kendi kendilerine zulmettiler.

Kâfirlerin, bu dünya hayatında, sevap almak için harcadıkları şeyler, çok soğuk bir rüzgarın durumuna benzer. Öyle ki, o rüzgar, kendi kendine zulmeden bir topluluğun ekinlerine isabet etmiş ve onu imha etmiştir. Allah, bu kâfirlerin yaptıkları amelleri bu şekilde yok edecek ve ümitlerini boşa çıkaracaktır. Amellerini boşa çıkararak Allah onlara zulmetmiş değildir. Fakat kendilerini cehenneme götürecek işler yaparak bunlar kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Âyet-i kerime’de, Kafirlerin Sarf hayır işi gibi görünen harcamalarının aslında faydası olmadığını, aksine onlar için zarara yol açacağını ifade etmektedir.

Âyet-i kerime’de geçen "Kâfirlerinsarf ettikleri şey"den maksat, Mücahide göre kâfirlerin dünya hayatındayken hayır işlerinde harcadıkları mallardır. Süddiye göre ise, kâfirlerin, kalben inanmadıkları halde, dilleriyle söylemiş oldukları sözlerdir.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiş ve kâfirlerin, dünya hayatındayken, sevap kazanmak için harcadıkları mallarından âhirette hiçbir fayda göremeyeceklerini beyan etmiştir.

118

Ey iman edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin. Onlar size, fenalık yapmaktan geri durmazlar. Sizin, sıkıntıya düşmenizi isterler. Kinleri ağızlarından dökülür. Sinelerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer sizler, Allah'ın emir ve yasaklarını, öğüt ve uyarılarını düşünen insanlarsanız, biz size öğüt ve ibret alacağınız âyetlerimizi açıkladık.

Bu âyette Allahü teâlâ mü’minlere, kâfirlerden dostlar ve samimi arkadaşlar edinip müslümanların sırlarını onlara aktarmalamîi yasaklıyor ve kâfirlerin, mü’minleri aldatıcı hainler ve küstahlar olduklarını bildiriyor ki, müslümanlar kendi kanaatlerince faydalı görseler dahi kâfirlerle dosluk kurmaktan uzakl aşsınlar.

Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyuruluyor. "Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmüyor musun? Onlar sapıklığı satın alıyor ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar. Nisa sûresi, 4/44

"Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar, birbirinin dostudur. Sizden kim, onları dost edinirse, şüphesiz ki onlardan olur. Muhakkak ki Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez. Mnide sûresi, 5/51

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Rebi' b. Enes, Süddi İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime, mü’minlere, münafıkları yakın dost edinmemelerini emretmektedir. Zira müslümanlardan bazıları, İslam gelmeden önce "Yahudi ve münafıklarla olan dostluklarını sürdürmek istemişler ve onlarla içli dışlı olmaya devam etmişlerdir. Allahü teâlâ, bu âyeti indirerek mü’minlerin, Yahudi ve münafıkları yakın dost edinmelerini yasaklamıştır.

Bu hususta Ezher b. Raşid diyor ki. "Enes b. Malik, Resûlüllah’ın şu hadisini rivâyet etti. "Siz, müşriklerin ateşiyle aydınlanmayın ve yüzüklerinize Arapça yazı işletmeyin. Nesâî, K. ez-Ziynel, bab: 51/ Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 3 S. 99 Ezher b. Raşit diyor ki: "Biz, bunun ne demek olduğunu anlamadık. Nihâyet Hasan-ı Basri yanımıza geldi. İnsanlar bunun mânâsını ondan sordular. O da şu cevabı verdi: "Yüzükleriniz Arapça işletmeyin" ifadesinin manisi "Yüzüklerinize "Muhammed" ismini kazdırmayın." demektir. Şirk ehlinin ateşiyle aydınlanmayın." demek ise "İşlerinizde onlarla istişare etmeyin." demektir. Sonra Hasan-ı Basri "Allah'ın kitabında bu izahın doğruluğunu beyan eten âyet şudur." dedi ve "Ey iman edenler, sizden olmayanları yakın dost edinmeyin." âyetini okudu.

Taberi diyor ki: Bu âyette zikredilenlerden maksat, sadece münafıklar değil, müsl umanların Medinede, çevrelerinde bulunan ve İslama karşı kinleriyle tanınan Yahudilerdir. Zira, mü’minlere karşı açıkça savaşan müşrikler, mü’minler tarafından dost edinilmiyorlar, sadece mü’minlerle anlaşma yapıp onlara dost görünmeye çalışan Yahudileri dost ediniyorlardı. Bu sebeple âyet, mü’minleri, onları yakın dost edinmekten men etti.

119

Sîz o kimselersiniz ki, onları seversiniz. Onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz, kitabın tamamına iman edersiniz. Onlar size rastladıkları zaman "İman ettik." derler. Başbaşa kaldıklarında ise, size karşı kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. Onlara de ki: "Kininizden ölün." Şüphesiz ki Allah, kalblerin özünü çok iyi bilendir.

Ey mü’minler, sizler öyle insanlarsınız ki bu kâfirleri seviyorsunuz. Onlara iyi davranıyor ve onları ziyaret ediyorsunuz. Onlar ise sizleri sevmiyorlar. Bilakis size karşı düşmanlık ve tuzak kurma hisleri besliyorlar. Yine sizler, Allah’ın, Peygamberine indirdiği kitapların hepsine iman ediyorsunuz, onlar ise size indirilen kitabı inkâr ediyorlar. Siz, mü’minlerle karşılaştıkları zaman hakkı gizleyerek ve sizden çekinerek "Muhammede geleni tasdik edip iman ettik." diyorlar. Halbuki sizlerin, onları göremeyeceğiniz bir yerde birbirleriyle başbaşa kaldıkları zaman size karşı olan kin ve nefretlerinden dolayı parmak uçlarını ısırıyorlar.

Ey Rasûlüm, de ki: "Kininizden dolayı geberin, Şüphesiz ki Allah, göğüslerinizin içinde bulunan öfkeyi, sıkıntıyı, hayırı ve şerri çok iyi bilendir. Ve ona göre sizlere layık olduğunuz karşılığı verecektir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de mü’minlerle kâfirlerin birbirlerine karşı olan davranışlarını ve duygularını beyan etmektedir. Mü’minler, kâfirlere karşı iyi niyetli ve acıma duygusuna sahip iken kâfirler mü’minlere karşı katı kalbli ve kindardırlar. Bu hususta Katade diyor ki: "Allah’a yemin olsun ki, mü’min olan insan, münafıkı hoş görür, onu barındırır, ona merhamet eder. Şâyet münafık, mü’minin sahib olduğu şeye sahib olsa mü’minlerin kökünü kurutur."

120

Size bir iyilik dokunduğu zaman bu onların kötüsüne gider. Size bir kötülük dokununca da buna sevinirler. Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hiyleleri size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz ki Allah, onların yaptıklarını ilmiyle kuşatmıştır.

Eğer sizlere, zafer, kaynaşma ve birleşme gibi bir iyilik dokunacak olsa bu onları öfkelendirir ve kötülerine gider. Şâyet size mağlubiyet, tartışma ve ihtilafa düşme gibi bir kötülük dokunacak olursa onlar bundan memnun kalırlar ve bundan dolayı sevinirler. Eğer siz, Allah’a itaatte ve yasakladığı şeylerden ka-çmmakta sabredecek ve rabbinizin cezalandırmasından korkacak olursanız, bu isyankâr münafıkların tuzakları sizlere hiç bir zarar veremez şüphesiz ki Allah onların yaptıktan fitne ve fesadı, insanları Allah yolunda alıkoymalarını tesbit ettirmekte ve onlara, layık oldukları cezayı artırmak için kendilerini de yaptıklarını da kuşatmaktadır.

121

Ey Rasûlüm, sabahleyin erkenden ailenin yanından ayrılıp mü’minleri savaş yerlerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

Ey Rasûlüm, sabahleyin ailenden ayrılıp mü’minleri, düşmanlarına karşı savaşacakları mevkilerine yerleştirdiğini hatırla. Allah, sözlerinizi çok iyi işiten, içlerinizde olanları ve durumlarınızı çok iyi bilendir.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, bundan önce geçen âyet-i kerime ile bağlantılıdır. Bu sebeple âyetin izahı şöyledir. "Ey mü’minler, eğer bana itaatte ve Peygamberimin emirlerine uymada sabreder ve yasakladığım şeylerden korkup kaçacak olursanız, Yahudi kâfirlerinin tuzakları size hiçbir zarar vermez. Zira Allah size yardım eder. Nitekim Bedir savaşında, zelil halde iken sabretmeniz ve Allah’tan korkmanız sebebiyle Allah size yardım etmiş ve sizi, düşmanınıza galip getirmiştir. Şâyet sizler, emrime karşı gelir, sizi yükümlü kıldığım vazifeleri yerine getirmekte sabretmez ve yasakladığım şeyden kaçınmayacak olursanız, sizin başınıza, Uhut savaşında gelen olaylar gelir. Hatırlayın o zamanı ki Peygamberiniz, mü’minleri, sabahın erken saatinde, savaşacakları yere yerleştirmişti.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’de zikredilen, Resûlüllah’ın, savaşçıları yerlerine yeri eşti rmesi olayında hangi savaşın kastedildiği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahid, Katade, Reb' b. Enes, Abdullah b. Abbas, Süddi ve İbn-i İshaka göre, bu âyette işaret edilen savaş, Uhut savaşıdır.

b- Hasan-ı Basriye göre ise bu savaş Hendek savaşadır.

Taberi,

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira bundan sonra gelen âyetteki "Nerdeyse bozguna uğrayacak" olan iki topluluktan maksat, bütün müfessirlere göre Ensardan, Beni Seleme ve Beni Harise kabileleridir. Bunların, neredeyse bozguna uğrama halleri, Abdullah b. übey b. Selulün, Uhut savaşında, Resûlüllah’ın ordusundan ayrılıp gitmesi üzerine ortaya çıkmıştır. Bu da göstermektedir ki bu âyet-i kerime, uhut savaşına işaret etmektedir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denecek olursa ki" Bu âyette, işaret edilen savaştan maksadın, Uhut savaşı olduğunu nasıl söyleyebilirsin? Çünkü bu Âyette, Resûlüllah’ın sabahleyin erkenden ailesinden ayrılıp gittiği ve mü’minleri savaşacakları yerlere yerleştirdiği zikredilmektedir. Halbuki Resûlüllah Uhutta Cuma namazı kıldırdıktan sonra mü’minleri, savaşmak için alıp götürmüştür. Nitekim bu hususta İbn-i İshak, Muhammed b. Mesleme, Muhammed b. Yahya, Asım b. Ömer ve Husayn b. Abdurrahmanın, Resûlüllah’ın Cuma günü namazı kıldırdıktan sonra, Ensardan vefat eden bir kişinin de cenaze namazını kıldırıp zırhını giyerek Uhut savaşına gittiğini rivâyet ettiklerini zikretmiştir. O halde nasıl olur da Resûlüllah sabahleyin erkenden Uhuda gitmiş olabilir? Cevaben denilir ki. "Resûlüllah’ın, mü’minleri, savaşacakları yerlere yerleşti rmesinden maksat, sahabileriyle, nasıl savaşacağını istişare etmesidir. Zira, Kureyşliler, çarşamba günü gelip Uhut dağının eteğinde karargâh kurmuşlar, perşembe ve Cuma günlerini orada geçirmişler, Resûlüllah da cuma günü öğleden sonra çıkıp cumartesi günü Uhut dağının eteğine varmıştır. Resûlüllah, Ku-reyşlilerin Uhuda geldiklerini duyunca sahabeleriyle Medinenin içinde kalarak, kendilerini savunarak mı yoksa Uhuda gidip düşmanla sahada çarpışarak mı savaş yapılması hususunda sahabileriyle istişare etmiştir. İşte âyet-i kerime Resûlüllah'ın, sabahleyin erkenden yaptığı bir istişareye işaret etmektedir.

UHUT SAVAŞI

Uhut savaşı, Hicretin Üçüncü Yılının Şevval ayında meydana gelmiştir. Uhut savaşının en önemli sebibi şudur: Resûlüllah’ın ordusu Bedir savaşında Kureyşin ileri gelenlerini öldürmüş ve büyük ganimetler elde etmiştir. Bunun üzerine, Ölen müşriklerin oğulları ile sağ kalan liderler Kureyşin, reislerinden olan Ebû Süfyana: "Bütün servetimizi Muhammedle savaşmak için harca." demişlerdir. Bunun üzerine Ebû Süfyan, çeşitli çevrelerden topladığı paralı askerlerden bir ordu meydana getintıiştir. Sayılan üç bini bulan bu ordu, Mekkeden gelerek Medinenin yakınında bulunan Uhut dağının eteklerinde karargâh kurmuştur. Bu haberi alan Resûlüllah, Cuma günü, namazı kıldırdıktan sonra, Neccar kabilesine mensup olan Mâlik b. Amr'ın da cenaze namazım kılmış ve ashabıyla, düşmana nasıl karşı koyacaklarını görüşmüştür. Münafıklardan olan Abdullah b. Übeyy, düşmanın üzerine gitmeyip Medinede kalmalarını teklif etmiş ve demişitir ki: "Düşman, olduğu yerde kalmaya devam ederse kötü bir yerde hapsedilmiş gibi olur. Medineye hücum ederse erkeklerimiz savaşır, kadınlar ve çocuklar da onlara taşlarla karşı koyarlar. Şâyet hiçbir şey yapmadan dönüp giderlerse, ümitsizce dönüp giderler."

Bazı sahabiler, Özellikle Bedir savaşına katılmayanlar ise: "Müslümanların, Medineden çıkıp düşmana hücum etmelerini teklif etmişlerdir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Zırhını giymiş ve gelmiştir. Düşmanın üzerine gidilmesini teklif edenlerden bazıları, Resûlüllahı böyle görünce, yaptıkları tekliften dolayı pişman olmuş ve şöyle demişlerdir: "Acaba biz, Resûlüllahı zorladık mı?" "Ey Allah'ın Resulü, dilersen Medinede kalalım," Resûlüllah da şu cevabı vermiştir: "Bir Peygamber zırhını giydikten sonra Allah, onun karar verdiği hususta hükmünü verinceye kadar geri dönmesi ona yakışmaz."

Peygamber efendimiz, sahabilerden meydana gelen bin kişilik ordusuyla düşmanın üzerine doğru hareket edince, Medinede kalalım teklifini yapan Abdullah b. Übeyy, kendi teklifini kabul edilmemesini bahane ederek, üç yüz kişilik kuvvetiyle ordudan ayrılarak geri dönmüş, kendisi ve arkadaşları şöyle demişlerdir: "Bugün bu ordunun savaşabileceğini bilseydik size tabi olurduk. Fakat bizler, sizin savaşabileceğiniz kanaatinde değiliz."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geri kalan ordusuyla yola devam etmiş ve Uhut dağının eteklerinde konaklamış, ordusunun arkasını dağa vererek şöyle demiştir: "Kimse ben emir vermeden sakın savaşı başlatmasın."

Resûlüllah bundan sonra, yediyüz kişilik ordusunu savaş düzenine sokmuş elli kişiden meydana gelen okçuların başına da Abdullah b. Cübeyr'i komutan tayin etmiş ve onlara şöyle demiştir: "Düşmana galip geldiğimizi görseniz de yerinizden ayrılmayın. Düşmanın bize galip geldiğini görseniz yerinizden ayrılıp bize yardımcı olmaya kalkmayın. Kuşların, bizim cesetlerimizi parçalayıp götürdüğünü görseniz de yerinizden ayrılmayın."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ordunun sancağmı Mus'ab b. Umeyr'e vermiş, bir kısım çocukların da savaşa katılmalarına müsade etmiştir.

Düşman ordusu da savaş düzenine girmiş, üçbin kişiden meydana gelen düşman birliklerinin sağ kanadına Halid b. Velid, sol kanadına, Ebû Cehil'in oğlu İkrime tayin edilmiş, sancakları da Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi olan Beni Ab-tlüddar oğullarından Ebû Aziz b. Umeyr'e verilmiştir.

İki ordu savaşa mübareze şeklinde başladı. Önce müşriklerden Ebû Âmir, onbeş adamıyla birlikte meydana çıktı ve Müslümanlara meydan okudu. Müşriklerin sancaktarı Talha b. Ebi Talha önce çıktı. Müslümanlardan da Hazret-i Ali ona karşı çıktı. Vuruştular Hazret-i Ali Talhayı bir hamlede yere serdi. Bunun üzerine Talhanm kardeşi Osman ileri atıldı. Ona da Hazret-i Hamza cevap verdi ve onu da bir hamlede öldürdü. Bundan sonra her iki taraf birbirine girdi ve umumi bir savaş başladı. Saflar birbirine girmiş şiddetli bir vuruşma başlamıştı. Hazret-i Hamza Ebû Dücane ve diğer bütün İslam kahramanları akıllara durgunluk verecek kahramanlıklar gösteriyor, düşmanı perişan ediyorlardı. İslam ordusu içinde en gözde kahraman Hazret-i Hamza idi. Hazret-i Hamza Bedir savaşında da Ebû Süfyanın karısı Hind'in babasını öldürmüştü. Bundan dolayı Hind, Hazret-i Hamzaya karşı müthiş bir kin besliyor ve onu öldürtmek için fırsat kolluyordu. Bu iş için de Vahşi adındaki bir köle ile anlaşmış Hazret-i Hamzayı öldürdüğü takdirde kendisini hürriyetine kavuşturacağını vaadetmişti. Vahşi Habeş usulü mızrak atmakta çok usta idi. Savaş sırasında bir kenara siperlenerek Hazret-i Hamzayı kollamaya başladı. Hazret-i Hamza saflar arasında kahramanca dövüşüyor iki eliyle tuttuğu kılıcıyla müşrikleri kırıp geçiriyordu. İşte bu sırada Vahşi bir yolunu bularak Hazret-i Hamzaya bir mızrak fırlatarak kanıma sapladı ve Hazret-i Hamza şehid oldu.

Fakat savaş bütün hızıyla devam ediyor, müşrikler saf dışı kalıyor, Müslümanlar devamlı ilerliyorlardı. Hazret-i Ali ve Ebû Dücanenin şiddetli saldırışları müşrikleri yerinden oynatıyor onları perişan ediyordu.

Düşman artık nerdeyse hezimete uğramıştı. Fakat henüz iş bitmiş değildi. Bu durumu gören Müslümanların bazıları, düşmanın takibini bırakıp ganimet toplamaya başladı. Ayrıca Peygamber efendimizin, "Yerinizden asla ayrılmayın." diye tenbih" ettiği okçular da, düşmanın mağlup olmakta olduğunu görünce, onlar da ganimet toplamak için yerlerini terkettiler. Başlarında bulunan Abdullah b. Cübeyr onlara, Resulüllahın tenbihini hatırlattı ise de dinletemedi. Yanında beş on kişi kaldı.

Okçuların yerlerini terkettiklerini gören düşman süvarilerinin başı Halid b. Velid, bu durumdan istifade ederek Müslümanları arkadan çevinnek için harekete geçti. Karşı koyan az sayıdaki okçuları şehit ederek Müslümanları arkadan Çevirdiler. Düşman Süvarileri, ganimetle meşgul bulunan Müslümanlara âni bir baskın yaptılar. İşte bu sırada tam bir kargaşa ve panik başladı. Kimin kime vurduğu belli olmuyordu. Bu kargaşa içinde Resulüllahın yanında on iki kişi kadar sahabi kalmıştı. Müslümanlar, Peygamber efendimizin nerede olduğunu bilemez duruma gelmişlerdi. Müslümanlar hem düşmanla vuruşuyor hem de Peygamberimizi arıyorlardı. Onu gören Kâ'b b. Mâlik "Ey Müslümanlar Resûlüllah burada" diye bağırmıştı. Bunun üzerine müşrikler bütün güçleriyle o tarafa doğru hücum ettiler. Hazret-i Ali ve arkadaşları da bütün güçleriyle Resûlüllahı koruyorlardı. Bu arada Peygamberimiz, yüzünden ve dudağından yara almıştı. Bunun üzerine sahabe, Resulüllahın etrafını sarmış, vücutlarını ona siper yapmışlardı. Bilhassa Ebû Dücane, gelen oklara ve her türlü saldırıya karşı vücudunu siper yapıyordu.

Peygamber efendimiz, yanında bulunanlarla birlikte düşmanın hücumundan kurtulmak için bir tepeye çıkmışlardı. Ebû Süfyan, Müslümanların oraya çıktıklarını görünce oraya da hücum etmişse de Hazret-i Ömer ve diğer sahabilerin okla karşı koymaları sebebiyle yaklaşamamıştır.

Ebû Süfyan da Uhut dağının eteğinde, Peygamberimizin çıktığı tepenin karşısında bir tepeye çıkmıştı. "Muhammed içinizde mi?" diye bağırmış cevap veren olmamış "Ebubekir orada mı?" diye sormuş yince cevap alamamış "Ömer aranızda mı?" diye ybağırmış yine cevap alamayınca "Demek ki bunların hepsi ölmüş" diye seslenmiş. Bunun üzerine Hazret-i Ömer: "Bunların hepsi buradadır ey Allah'ın düşmanı." diye cevap vermiştir. Kureyş ordusu, ölülerini toplayıp gömdükten sonra, harp sahasını terkederek çekildi. Müslümanlar, şehitlerini defnetmek için harp sahasına geldiklerinde gördükleri manzara yürekler parçalayıcı idi. Kureyşli müşrikler Müslüman şehitlerin kulaklarım ve burunlarını kesmişler, cesetleri parça parça etmişlerdi. Peygamberimiz, amcası Hazret-i Hamzayı aramaya başladı. Onu bulunca yüreği parçalandı. Kulakları, bumu kesilmiş karnı deşilmiş, ciğeri çıkarılmış bir haldeydi. Bu durumu gören Peygamberimizin üzüntüsünü tarif etmek mümkün değildi.

Müslümanlar şehitlerini toplayıp defnettiler. Şehitlerin sayısı yetmiş kişiydi. Şehitleri defnettikten sonra mahzun ve mükedder olarak Medineye döndüler.

Kureyş ordusu, Uhuttan çekildikten sonra Revha ya gelmişti. Orada bu işi bitirmek ve Medine üzerine yürümek fikrinde olanlar vardı. Fakat bir yandan da onlar çekilirken, Peygamberimizin emriyle Müslüman gözcüler, onların hareketlerini ve ne yapmak istediklerini takibediyorlardı. Onların tekrar Medineye dönme niyetlerinin anlaşılması üzerine, takibe karar verildi. Müslümanlar tekrar toparlandılar ve düşmanı takibe başladılar. Kureyş ordusu Revha da bulunduğu sırada, Müslümanların da Hamraül Esed'e geldikleri haberini aldılar ve Medineye hücumdan vaz geçerek Mekkeye müteveccihen çekip gittiler. Böylece Müslümanlar savaşı kazanmış olmadılarsa da sonunda tekrar üstünlğü ve nüfuzu elde ettiler.

122

Hani sizden iki topluluk nerdeyse bozguna uğrayacaktı. Halbuki Allah, onların yardımcısıydı. Mü’minler sadece Allah’a güvensinler.

Bir zaman sizden, Harise oğulları ile Seleme oğullarından meydana gelen iki topluluk, düşmanlarının karşısına dikilmekte geveşemeye ve Allah'ın Resulünü bırakıp başarısızlığa uğramaya yüz tutmuşlardı. Fakat Allah onları korudu. Zira, düşmanlarına karşı onun yardımcısı Allahtı. O halde mü’minler, bütün işlerinde Allah’a dayanıp ona güvensinler.

Buhari, Cabir b. Abdullahin şöyle dediğini rivâyet etmektedir.

"Bu âyet-i kerime, iki topluluk oluşturan biz Harise oğullarıyla Seleme oğulları hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin bizler hakkında nazil olmayışı beni seyind irmezdi. Çünkü âyetin devamında "Halbuki Allah her ikisinin de yardımcısıdır" buyurulmaktadır. Buhari K. Tefsir el-Kur'an. Sûre 3, bab: 8

123

Siz güçsüz iken, şüphesiz ki Allah size Bedir savaşında yardım etti. Allah’tan korkun ki şükredesiniz.

Sizin sayınız az, düşmanınızın sayısı da çok olduğu için sizler güçsüz iken, şüphesiz ki Allah, Bedir savaşında düşmanlarınıza karşı size yardım etti. O halde Allah’a itaat ederek ve haramlarından kaçınarak ondan korkun ki size verdiği zafere karşılık ona şükretmiş olasınız.

Bedir mevkiine bu adın verilmesinin sebebi hususunda iki görüş zikredilmiştir. Şa'biye göre Bedire bu adın verilmesinin sebebi, Cüheyne kabilesinden "Bedir" diye adlandırılan bir adamın orada su kuyusu bulunmasındandır. Abdullah b. Cafer ve Muhammed b. Salihe göre ise Bedir o yere verilen addır. Herhangi bir kimsenin adı değildir.

BEDİR SAVAŞI

Bedir, Medineye seksen mil mesafede bulunan, Mekke ile Medine arasında bir yerin adıdır. Suriye ve diğer kuzey memleketlerine giden kervan yolu üzerinde bulunmaktadır. İşte Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında ilk savaş burada olmuştur.

Kureyşliler, Mekkeden Medineye hicret eden müslümanları orada da rahat bırakmak istemiyor, onları ortadan kaldırmak için çare arıyorlardı. Bu sebeple Medinelilerden Hazret-i Peygamberi ve Mekkeden gelen müslümanları Medineden çıkarmalarını istiyor, Medine yakınlarına kadar gelip hayvanlarına ve çobanlarına zarar veriyor onları korkutup sindirmeye çalışıyorlardı.

Müşrikler ayrıca Medineye karşı esaslı bir saldırıya geçmek için hazırlıklara başlamışlar ve bu iş için maddi imkânlar temin etmek için de Ebû Süfyan başkanlığında Suriyeye bir Ticaret Kervanı göndennişlerdi.

Peygamber efendimiz de onların bu niyetlerini çok iyi bildiği için bu kervanın engellenmesi veya ona el konması gerektiğini düşünüyordu. Kervanın otuz kırk kadar muhafızı bulunuyordu. Peygamber efendimiz, Şamdan dönmekte olan bu kervanın takibedilmesini emretmişti.

Diğer taraftan Ebû Süfyan da Müslümanların, kervanı vuracakları haberini almış ve yardım istemek için Mekkeye bir haberci göndermişti. Haberci Mekkeye varmış büyük bir feryatla, kervanın Müslümanlar tarafından vurulacağı haberini vermişti.

Mekkeli müşrikler, özellikle Ebû Cehilin teşvikleriyle bin kadar kişi toplayarak Mekkeden hareket etmişlerdi.

Diğer taraftan Peygamberimiz de, Ramazan ayının sekizinci gününde Medtneden, üç yüz küsur ashabıyla çıkıp Bedirde kervanı yakalamak üzere hareket etti, Zafran vadisine vardıklarında, Kureyşlilerin büyük bir ordu ile hareket ederek Medineye doğru gelmekte olduklarını haber aldılar. Müslümanlar, aslında böyle bir orduyla savaşmak için değil kervanı vurmak için çıkmışlardı.

Hazret-i Peygamber bu durumda ashabıyla istişare etti ve onların bu yeni durum hakkındaki fikirlerini öğrenmek istedi. Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer fikirlerini söyleyerek düşmanla karşılaşılmasını teklif ettiler. Sonra Mikdat ayağa kalktı ve dedi ki: "

- Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın emrettiği yolda devam et. Biz sana tabiyiz ve itaat ederiz. Biz, İsrailoğullarının Mûsaya dediği gibi: "Sen git de rabbinle birlikte savaş biz burada oturacağız." demeyiz. Biz senin sağında solunda, Önünde arkanda seninle beraberiz."

Peygamberimiz bundan sonra Ensarın fikrini öğrenmek istedi. Çünkü o, Ensar ile, Akabe beyatlarında, kendisini Medinede koruyacaklarına dair söz almış, Medine dışında cereyan edebilecek bir savaş hali aralarında söz konusu olmamıştı. Bu sebeple onların bu durumda ne düşündükleri önemliydi. Ensara hitaben:

- "Sizler reyinizi söyleyiniz." Buyurdu. Bunun üzerine Sa'd b. Muaz şöyle konuştu:

- "Ey Allah'ın Resulü biz sana inandık, Allah tarafından getirdiğin şeyin hak olduğunu kabul ettik, sana tâbi olduk. Artık ne dilersen emrindeyiz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girsen, seninle beraber biz de gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz, düşmana karşı savaşmaktan çekinmeyiz, sabrederiz ve sadakattan ayrılmayız. Allah’tan dilerim ki, bizden memnun olacağın işler nasibetsin. Hemen istediğini tarafa gidelim."

Peygamber efendimiz bu sözlerden çok memnun oldu ve bu konuşmalardan sonra Müşriklerle savaşmak üzere Bedire doğru hareket ettiler.

Diğer taraftan Ebû Süfyan, kervanın yolunu değiştirmiş, Bedire uğramadan deniz tarafını takibederek kaçıp gitmişti.

Her iki ordu da Bedire gelip yerlerini aldılar. Ancak Müslümanların tuttukları yer, kumsal ve yürünmesi zor bir yerdi. Fakat o gece yağmur yağdı ve arazi sertleşti. Sulan eksik olan müslümanlar sularını doldurdular. Allah'ın bir lütfü olarak yıkanıp ihtiyaçlarını giderdiler. Müslümanlar Bedire gelinceye kadar çok yorulmuşlardı ve uykusuz kalmışlardı. Düşmanın sayısı kendilerinden çok fazlaydı. Bu halleriyle savaşacak durumda değillerdi. Normalde bu halet-i Ruhiye içinde bulunan insan, uyuyamaz, sıkıntı ve endişeden kurtulmaz. Ancak Allah tarafından bir lütuf olmak üzere, o gece İslam ordusu endişesiz bir şekilde yatıp sabaha kadar çok rahat bir uyku uyudu. Ertesi sabah maneviyattan çok yüksek ve dinç olarak uyandılar.

Müşriklerin sayıları çoktu, fakat savaşma azmi bakımından aralarında bir fikir birliği yoktu. Bazıları: "Nasıl olsa kervan kurtuldu artık niçin savaşalım?" diyor. Bir kısmı, Müslümanlar içinde bulunan akrabalarına karşı savaşmak istemiyor bir kısmı da Müslümanlara yapılanın, haksızlık olduğuna inanıyordu.

Fakat Ebû Cehil ve onun gibi düşünenler tehdit ve tahrikleriyle müşrikleri savaşa razı ettiler. Artık savaş kaçınılmazdı ve her an başlamak üzereydi.

Beri tarafta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Cenab-ı Hakka yalvanyor ve diyordu ki:

- Ya rabbi, bana vaadettiğin yardımı lütfet. Ya rabbi, bu bir avuç Muvahhit bugün yok olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmayacak."

Hazret-i Ebubekir Resûlüllah’ın bu şekilde dua ve yalvarışları karşsında dedi ki:

- Ya Resûlallah, duan arşı titretti. Allah, vaadini elbette yerine getirecek."

Bu manzara ashabı heyecana getirdi, hepsinin gözlerinden yaşlar boşandı. Peygamberimiz o anda şu âyeti okudu: "Bütün bu toplananlar hezimete uğrayıp dağılacaklar ve kaçacaklardır. Kamer sûresi 54/45

Her iki taraf savaş durumuna girmişti. Savaş önce mübareze uzulüyle başladı. Müşriklerden Âmir-i Hadrami ortaya çıktı. Öldürülen akrabasının intikamını almak istiyordu. Ona karşı Müslümanlardan, Hazret-i Ömerin azadlı kölesi Mihca çıktı ve şehid oldu. Sonra müşriklerden Esved çıktı ona karşı da Hazret-i Hamza çıktı ve Esvedi bir hamlede yere serdi. Sonra onun ardından ortaya çıkan Şeybeyi de yine Hazret-i Hamza öldürdü. Müşriklerden Utbenin oğlu Velidi de Hazret-i Ali öldürdü. Durum bu şekilde Müslümanların üstünlüğü ile devam ederken birden her iki taraf birbirine girdi ve umumi bir çatışma başladı. Ramazan ayının on yedisi, günlerden Cuma idi. Bedir meydanında toz duman göklere yükseliyor kılıç şakırtıları ve cenk naraları etrafı inletiyordu.

Kureyşli müşrikler sayıca çok, hazırlık bakımından da üstün oldukları için daha başlangıçta zaferden emin idiler. Fakat maddi hazırlıktan daha önemlisi, manevi güçtü ve imandı. Müşrikler işte bu hususu hesap edememişlerdi.

Çok şiddetli cereyan eden çarpışmalar sonunda müşrikler mağlup oldular. Ebû Cehil dahil olmak üzere reislerini, ileri gelenlerini kaybettiler. Perişan oldular. "Bedire varıp orada içkiler içip kadınlar oynatarak herkese gücümüzü göstermeden geri dönmem" diyen Ebû Cehile, Bedir toprakları mezar olmuştu. Hatta kendisine bir mezar bile nasibolmamişü. Çünkü sonunda müşrik ölüleri toplanıp bir kuyuya doldurulmuşlardı.

Savaş, Müslümanların çok açık ve kesin zaferiyle sona ermişti.

Bu savaşta Kureyşten yetmiş kişi ölmüş Müslümanlar da on dört şehit vermişlerdi. Bu savaşın teferruatı, incelikleri, hikmetleri ve İslâm tarihindeki büyük önemi Siyer ve Mağazi kitaplarından okunmalıdır.

124

O zaman sen, mü’minlere: "Rabbinizin, gökten idrilmiş üç bin melekle size yardım etmesi yetmez mi?" diyordun.

Ey Rasûlüm, sen o Bedir savaşı sırasında mü’minlere şöyle diyordun: "Düşmanlarınıza karşı savaşmaları için, rabbinizin gökten size yardımcı olarak üç bin melek göndermesi yetmez mi?"

125

Evet, şâyet sabreder Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirlerse rabbiniz özel işaretleri bulunan beş bin melekle size yardım eder.

Şâyet düşmanlarınıza karşı sabreder ve Allah’tan korkarsanız ve düşmanlarınız da hemen o anda üzerinize gelirlerse rabbiniz, özel işaretleri bulunan beş bin melekle size yardım eder.

Müfessirler, mü’minleri dektekleyecekleri bildirilen meleklerin hangi savaşta gelip destek vereceklerinin vaadedildiği ve bu vaadin şartlarının tahakkuk edip etmediği, bu sebeple de meleklerin, fiilen yardıma gelip gelmedikleri hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Âmir eş-Şa'b'ye göre Allahü teâlâ, meleklerin, mü’minlere destek için geleceklerini Bedir savaşında vaadetmiştir. Ancak meleklerin gelmeleri için düşmanların, Müslümanların üzerine üst taraftan saldırmalarını şart koşmuştur. Düşmanları böyle bir saldırıda bulunmadığından, melekler de fiilen müslümanların yardımına gelmemişlerdir.

Bu hususta Âmirin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Bedir savaşında müslümanlara, Kürz b. Cabir el-Muharibin, müşriklere yardım edeceği haberi ulaştı. Bu, müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine, âyet-i kerimelerde belirtildiği gibi, Allahü teâlânın, üç bin melekle, hatta sabrederlerse beş bin melekle müslümanları destekleyeceği bildirildi. Fakat Kürz'e, müşriklerin mağlup oldukları haberi ulaştı. Kürz de müşrikleri desteklemedi. Allahü teâlâ da vaadinde beyan ettiği, düşmanın üzerlerine gelme şartı gerçekleşmediğinden mü’minleri beş bin melekle desteklemedi.

b- Malik b. Rebia, Abdullah b. Abbas, Ebû Davud el-Mazini, Resûlüllah’ın azadlı kölesi Ebû Rafı ve Katadeye göre de Allahü teâlâ, mü’minleri meleklerle destekleyeceğini Bedir savaşında bildirmiştir. Mü’minler de sabretmişler, Allahü teâlâdan korkmuşlar, Allahü teâlâ da onları vaadettiği gibi fiilen meleklerle desteklemiştir. Bu hususta, Malik b. Rebianın, gözlerini kaybettikten sonra şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Şâyet ben, bu anda sizinle Bedire gitseydim ve gözlerim de görüyor olsaydı meleklerin hangi vadiden çıkıp geldiklerini hiç şüphe ve endişe etmeksizin size gösterirdim. Siret-i İbn-i Hişam,C. 1 S. 633

Abdullah b. Abbas da Gifar oğullarından bir kişinin kendisine şunları anlattığını Rivâyet etmiştir: "Ben, amcamın oğlu ile birlikte gidip Bedir vadisine bakan bir dağın üzerine çıktık. Biz o zaman müşriktik. Felaketin kimin başına geleceğini gözlüyor ve neticede, yağma yapacaklarla birlikte yağmalamak istiyorduk. Biz, dağın başında bulunduğumuz sırada bize aniden bir bulut yaklaştı. Bulutun içinden at solumaları işittik. Bir kişinin de atına "Haydi Hayzum (Cebrâilin atının adı) dediğini duyduk. Bunun üzerine amcamın oğlunun (korkudan). ödü patladı ve orada öldü. Ben de neredeyse helak olacaktım. Kendime zorla hakim oldum, Siret-i İbn-i Hişam,C. 1 S. 633

Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Melekler, Bedir savaşının yapıldığı günün dışındaki herhangi bir günde savaşmamışlardır. Bedir savaşının dışındaki günlerde melekler, müslumanların sadece sayılanın çoğaltmak için onlara katılıyor ve onlara destek oluyorlar fakat fiilen vuruşmaya katılmıyorlardı. Siret-i İbn-i Hişam,C. 1 S. 634

Bedir savaşına katılan Ebû Davud el-Mazeni diyor ki: "Ben, Bedir savaşında, boynunu vurmak için bir adamı kovalıyordum. Henüz kılıcım ona dokunmadan, başının önüme düştüğünü gördüm. Böylece anladım ki, onu ben değil başka birisi öldürdü. Siret-i İbn-i Hişam,C. 1 S. 633

Resûlüllah’ın azadlı kölesi Ebû Rafi diyor ki: "Ben, Abdulmuttalibin oğlu Abbasın kölesi idim. Bizim eve İslam ginnişti. Abbas da karısı Ümmi Fadl da ben de müslüman olmuştuk. Abbas, kavminden korkuyor ve onlara karşı çıkmak istemiyordu. Bu sebeple de müslüman olduğunu gizliyordu. Abbas, kavmine ödünç verdiği bir çok mala sahipti. Ebû Leheb, Bedir Savaşına katılmamış, yerine Hişamın oğlu el-Asi'yi göndermişti. Savaşa gitmeyenler, yerlerine bu şekilde başkalarını gönderiyorlardi. Bu sebeple savaşa katılmayan herkes yerine bir adam göndermişti. Ebû Leheb'e, Bedir'de Kureyşin mağlup olduğu haberi ulaşınca Allah onu zelil düşürdü ve rüsvay etti. Biz ise, kendimizi güçlü ve aziz hissetmeye başladık. Ben, bünyesi zayıf bir kişiydim. Zemzem odasında ok yapıyordum: Allah’a yemin olsun ki yine bir gün ben, o odada oturmuş oklar yapıyordum. Yanımda da Ümmü Fadl oturuyordu. Biz, gelen haberlerden dolayı sevinçliydik. O sırada Ebû Leheb şerli bir şekilde çıkageldi. Odanın yanında oturdu. Sırtını benim sırtıma dönmüştü. Bu şekilde otururken halktan bazıları "İşte Ebû Süfyan b. el-Haris b. Abdulmuttalib geldi." dediler. Bunun üzerine Ebû Leheb "Hele buraya gel. Hayatım hakkı için gerçek haberler sendedir." dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan b. el-Haris gelip Ebû Lehebin yanına oturdu. Halk başlarına toplanmıştı. Ebû Leheb "Yeğenim söyle bana, mesele nasıl oldu?" dedi. Ebû Süfyan b. el-Haris de şöyle cevap verdi. "Vallahi biz o insanlarla karşılaştık. Sanki onlar bizim omuzumuza binmişlerdi. Bizi diledikleri yerlere sürüp götürüyorlar ve bizlerden dilediklerini de esir alıyorlardı. Allah’a yemin olsun ki böyle olduğu halde içimizden hiçbirini kınamadım. Zira bizler, gökle yer arasını dolduran alaca atlar üzerinde bulunan beyaz tenli adamlarla karşılaştık. Vallahi bunlar hiçbir şey bırakmıyorlar, hiçbir şey de bunlara karşı gelmiyordu." dedi. Ebû Rafı diyor ki: "Bunun üzerine dayanamayıp odanın perdesini kaldırarak dedim ki: "Vallahi bunlar meleklerdir. İbn-i Hişam, C. 1 S. 647

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bedir savaşında (Babamı) kendisine "Ebul Yeser" adı verilen, Kâ'b. b. Amr esir almıştı. Resûlüllah, Kâ'ba "Ey Ebul Yeser, sen bunu nasıl esir alabildin?" dedi. (Zira Ebul Yeser kısa boylu Abbas ise iri yarı birisiydi) Ebul Yeser de "Buna karşı bana daha önce ve daha sonra kendisini hiç görmediğim bir adam yardım etti. Onun şekli şöyle ve şöyle idi." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah "Şüphesiz ki ona karşı sana yüce bir melek yardım etti." buyurdu Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.1 S. 353

Bedirde müslümanları destekleyen meleklerin sayısı hakkında Katadenin şunlafı söylediği rivâyet edilmektedir. "Önce müslümanlara yardım olarak bin melek gönderildi. Sonra onların sayısı üç bine çıkarıldı. Daha sonra da beş bine çıkarıldı. Evet, Allah, müslümanlara Bedirde beş bin meleği yardımcı olarak gönderdi.

c Abdullah b. Ebi Evfaya göre ise Allahü teâlâ mü’minleri, meleklerle destekleyeceğini Bedir savaşında vaad etmiş ancak, Allah’a itaatte, düşmanlarına karşı savaşta sabretmeleri ve Allah'ın haram kıldığı şeylerden kaçınmaları halinde, meleklerin, her savaşta kendilerini destekleyeceklerini bildirmiştir. Ancak müslümanlar. Allah'ın istediği böyle bir sabn ve takvayı sadece Hendek savaşında göstermişler, Allah da onları, Hendek savaşından sonra Beni Kureyza Yahudilerini kuşatmasında meleklerle desteklemiştir. Bu hususta, Abdullah b. Ebi Evfanın, şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Biz, Kureyza ve Nadr oğulları Yahudilerini Allah'ın dilediği kadar kuşatma altında tuttuk. Bize fetih ihsan edilmedi. Geri döndük. Resûlüllah, evinde başını yıkamak isterken Cebrâil ona geldi ve "Ey Muhammed, siz silahı bıraktınız ama, melekler teçhizatlarını bırakmadılar." dedi. Resûlüllah bir parça bez isteyip başına sardı. O, başını yıkayıp bitirmemişti. Sonra bizi, tekrar silah başına çağırdı. Bizler, yılmış vaziyette, belli olmayan bir maksat için gidiyormuş gibi, Kureyza ve Nadr oğullarına doğru çıkıp gittik. İşte o gün, Aziz ve Celil olan Allah, bizlere destek olarak üç bin melek gönderdi ve bize, fethi ihsan etti. Biz de Allah'ın bize lütfettiği nimet ve üstünlükle geri döndük.

d- Dehhak, İbn-i Zeyd ve İkrimeye göre ise, Allahü teâlâ, mü’minleri Bedir savaşında bin kadar melekle desteklemiştir. Nitekim bu hususta bir âyet-i kerime’de şöyle buyurulmuştur: "Hani bir zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o: "Ben size peşpeşe bin melekle yardım edeceğim" diye dileğinizi kabul etmişti. Enfal Sûresi, 8/9 Buna mukabil Uhut savaşında da sabrettikleri ve Allah’tan korktukları takdirde, mü’minleri üç bin melekle, hatta beş bin melekle destekleyeceğini vaadetmiş fakat mü’minler bu savaşta sabretmedikleri ve takvaya uygun davranmadıklarından dolayı Allah da onları meleklerle desteklememiştir."

Taberi diyor ki: "bu konuda şöyle denilmesi daha isabetlidir." "Allahü teâlâ bu âyetlerde, Peygamberine emretmiştir ki, o, mü’minlere desin ki: "Rabbinizin sizi üç bin melekle desteklemesi size yetmez mi?" Şâyet sabreder ve Allah’tan korkarsanız, Allah sizi beş bin melekle desteklemiş olacaktır.

Taberi devamla diyor ki: "Âyetlerin bu ifadelerinde mü’minlerin üç bin veya beş bin melekle desteklenip desteklenmediklerini ortaya koyan bir delil yoktur. İhtimaldir ki bir kısım ravilerin izah ettikleri gibi, Allah, mü’minleri, meleklerle fiilen desteklemiştir. Yine muhtemeldir ki başka bir kısım ravilerin zikrettikleri gibi Allah mü’minleri meleklerle fiilen desteklememiştir. Mü’minlerin üç veya beş bin melekle desteklendiğini beyan eden sahih bir haber sabit değildir. Bu bakımdan bu konuda delilsiz konuşmak caiz olmadığından iki görüşleri birini kabul etmek mümkün değildir. Buna mukabil, Allahü teâlânın mü’minleri Bedir savaşında bin melekle desteklendiği şu âyet-i kerime’de sabittir. "Hani bir zaman rabbinizden yardım dilemiştiniz de, o, "Ben size peşpeşe bin melekle yadım edeceğim." diye dileğinizi kabul etmişti. Enfal Sûresi, 8/9

Uhut savaşma gelince onda mü’minlerin, melekler tarafından desteklendiğini söylemektense desteklenmediğini söylemek daha evladır. Zira melekler tarafından desteklenmiş olsalardı kesin bir galibiyet elde ederlerdi.

Âyet-i kerime’de, mü’minlere, yardımcı olarak gelecekleri vaad edilen meleklerin işaretli olacakları zikredilmiştir. Meleklerin işaretlerinin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

Ebû Üseyd ve Abdullah b. Zübeyrden nakledilen bir görüşe göre meleklerin nişaneleri, ucunu arkaya doğru sarkıttıkları san renkli sarıklardır. Zübeyrin sangı da bu renkte idi.

Mücahide göre ise meleklerin atlarının kuyrukları kısaltılmış, yeleleri yünle veya karmızı yünle süslenmişti. Yine Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, meleklerin atlarının yeleleri kısaltılmış, kakül ve kuyrukları ise yünlerle süslenmiştir.

Reb' b. Enese göre, meleklerin atları alaca renkli idi.

Katade, Dehhak ve Abdullah b. Abbastan nakledilen başka bir görüşe göre Meleklerin nişaneleri, atlarının yünlerle süslenmiş olmasdır.

İkrime'ye göre ise, meleklerin işaretleri, savaş kıyafetinde olmalarıdır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) dan rivâyet edildiğine göre ise, beyaz renkli yün elbiseler giyerek ve beyaz yeleli atlara binerek geldikleri söylenmektedir. Ebû Hureyreden nakledildiğine göre de, melekler kırmızı yün elbiseler giyerek gelmişlerdir. Daha başka Rivâyetlerde de çeşitli renk ve elbiselerle işaretlenmiş olarak geldikleri söylenmektedir. Belki de her mücahid bunları başka başka renklerde görmüştür.

Allahü teâlâ, mü’minlerin, düşmanların saldırılarına manız kaldıklarında sabretmeleri halinde onlara melekleri yardımcı göndereceğini vaadetmektedir. Bundan sonra da bu şartların tahakkuku halinde yardım edeceği ümit edilir. Yeter ki mü’minler, Allah düşmanları karşısında sabretsin, can ve mallarını o yolda feta etmeye hazır olsunlar.

126

Allah bu yardımı size sadece bir müjde olsun ve kalbiniz huzura kavuşsun diye yaptı. Zafer ancak her şeye galip, hüküm ve hikmet sahibi olan Allah ta rafındandır.

Allah, meleklerle size yardım edeceği vaadini sadece bir müjde olsun ve kalbleriniz huzura kavuşup sükuna erişsin diye yaptı. Düşmanınıza karşı muzaffer olmak, sayı ve mühimmat çokluğu ile değil ancak Allah katından olan yardım iledir. Çünkü zafer ancak, her şeye galip olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır. O halde sadece Allah’a güvenin, ondan yardım isteyin. Sayının çokluğuna aldanmayın. Zira zafer sayı ile değil ancak Allah'ın yardımı iledir.

127

Böylece Allah, kâfirlerden bir bölümünün kökünü kessin veya onları rüsvay etsin de ümitsiz olarak geri dönsünler.

Allah size Bedir savaşında yardım etti ki böylece, kâfirlerden bir topluluğun kökünü kurutsun veya onları, size karşı galip gelmekten ümitsizliğe düşürerek rüsvay etsin de ümitsiz bir şekilde çekilip gitsinler.

Süddi, bu âyeti Bedir savaşına değil Uhut savaşına yorumlamış ve âyetin, orada öldürülen on sekiz müşrik'e işaret ettiğini söylemiştir.

128

Senin elinde bir şey yoktur. Allah ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azap eder. Çünkü onlar zalimdirler.

Ey Rasûlüm, kulların işi hususunda senin elinde bir şey yoktur. Onların işi Allah’a aittir. Aralarında dilediği hükmü verir. Dilerse onların tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlar, azaba layık olan zalimlerdir.

Enes b. Malik, Hasan-ı Basri, Katade, Rebi' b. Enes, Miksem ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın Uhut savaşında yüzünün yaralanması ve dişinin kırılması sebebiyle, müşriklerin iman edeceklerinden ümit keserek şu hadis-i şerifini buyurması üzerine nazil olmuştur: "Bu hususta Enes b. Malik diyor ki: "Resûlüllah’ın yüzü yaralandı, ön dişi kırıldı. Omuzuna bir ok isabet etmişti. Öyle ki yüzünden kan akmaya başlamıştı. Resûlüllah yüzünü siliyor ve şöyle diyordu. "Kendilerini Allah’a davet eden Peygamberlerine bunu yapan bir ümmet nasıl iflah olabilir?" İşte bunun üzerine Allahü teâlâ "Senin elinde bir şey yoktur. Allah, ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlar zalimlerdir." âyetini indirdi.

Abdullah b. Ömer, Ebû Hureyre ve Ebubekir b. Abdurrahmana göre ise bu âyetin nüzul sebebi, Resûlüllah’ın bir kısım insanlar aleyhine bedduada bulunmasıdır. Bu hususta Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Resûlüllah, Uhut savaşında "Ey Allah'ım, sen Ebû Süfyana lanet et . ""Ey Allah'ın, sen, Haris b. Hişama lanet et," Ey Allah’ım sen. Safvan b. Ümeyyeye lanet et." dedi. Bunun üzerine "Senin elinde bir şey yoktur. Allah ya onların tevbelerini kabul eder veya onlara azabeder. Çünkü onlara zalimdirler." âyetini indirdi. Sonra onların tevbelerini kabul etti. Çünkü onlara daha sonra müslüman oldular ve müslümanlıklarını güzel yaptılar. Tirmizi K. Tesir el-Kur'an, Sun: 3, Hadis No: 3004

Bu hususta, Ebû Hureyre de diyor ki:

"Resûlüllah, bir kişinin aleyhine veya lehine dua etmek istediğinde, rükudan sonra, kunut şeklinde dua ededi. Resûlüllah, (......) dedikten sonra şöyle derdi: "Ey Allah’ım, hamd sana aittir. Ey Allah’ım, sen, Velidin oğlu Velidi, Hişamın oğlu Selemeyi, Ebi Rebianın oğlu Ayyaşı kurtar. Ey Allah’ım sen Mudar kabilesine baskı yapmayı artır. Sen onların yıllarını, Yusufun yılları gibi kıtlık yılları kıl. "Ebû Hureyre diyor ki: "Resûlüllah bu duayı açıktan yapardı. Bazı sabah namazlarında da Arapların bazı kabilelerini kastederek "Ey Allah’ım, filan ve filana lanet et." derdi. Nihâyet Allahü teâlâ "Senin elinde bir şey yoktur.." âyetini indirdi Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, hab: 9

129

Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azabeder. Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir. .

Ey Rasûlüm, senin elinde bir şey yoktur. Zira göklerde ve yerde ne varsa hepsi ancak Allah’a aittir. O, yarattıklarından dilediğinin tevbesini kabul edip onu bağışlar ve dilediğini de cezalandırıp ona azabeder. Allah, günahları çokça affeden ve kullarına çokça merhametli davranandır.

130

Ey iman edenler, kat kat afiz yemeyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

Ey iman edenler, cahiliye döneminde birbirinizden kat kat faiz aldığınız gibi müslüman olduktan sonra da faizle muamele yapmayın. Allah’tan korkun ki kurtuluşa erip Allah'ın azabından kurallasınız.

Cahiliye döneminde, borcun ödeme vadesi gelince faizci, borçluya şöyle derdi: Ya borcunu ödersin veya faiz iki kat artarak alacağın vadesi uzatılmış olur. "Bu yolla her yıl faizler artıyor ve alacaklar her sene bir misli daha fazlalaşıyordu. Âyet-i kerime, faizli muamelenin yasak olduğunu bildiriyor ve cahiliye teamülünden olan bu çirkin muameleyi kaldırıyor.

131

Kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşinden sakının.

Allahü teâlâ, faizin yasak olduğunu beyan ettikten sonra "Ey iman edenler, Allah'ın, kendisini inkâr edenler için hazırladığı o cehennem ateşinden korkun." buyuruyor. Böylece faizcilerin, Allah’tan korkup bu huylarından vaz geçmedikleri takdirde, aslında kâfirler için hazırlanmış olan cehennem ateşine onların da gireceklerini beyan etmektedir.

132

Allah’a ve Peygamberine itaat edin ki merhamet olunasıniz.

Allah'ın size yasaklamış olduğu faizi terkedip bu hususlarda Allah’a ve Peygamberine itaat edin ki size merhamet edilsin ve böylece azaba uğratılmayasınız.

İbn-i İshak bu âyet-i kerime’nin, Unut savaşında Resûlüllah’ın emrini dinlemeyen sahabilere sitemde bulunduğunu söylemiştir.

133

Rabbinizin mağfiretine ve genişliği göklerle yer kadar olan cennete koşuşun. O cennet, Allah’tan korkanlar için hazırlanmıştır.

Günahlarınızı örtmeyi ve affettinneyi gerektiren amellere ve genişliği yedi gök ve yer kadar olan cennete koşuşun. O cennet. Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan takva sahipleri için hazırlanmıştır.

* Rivâyet edilir ki "Roma İmparatoru Herakliyüs, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) e mektup yazarak şöyle demiştir: "Sen beni, genişliği göklerle yer kadar olan cennete davet ediyorsun. Acaba cehennem nerede?" Bunun üzerine Resûlüllah efendimiz şöyle buyurmuştun "Sübhanallah, gündüz geldiğinde gece nerede olur? Teberi, C. 3 S. 60

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözüyle şunu kastetmiştir: "Bizim gündüzleyin geceyi görmeyişimiz, onun yokluğunu gerektirmez. O, Allah'ın dilediği yerdedir."

Aslında âyet-i kerime, cennetin genişliğini, insanların aklına yaklaştırmak için, göklerle yerin genişliğini bir misal olarak zirketmiştir. Yoksa cennetin gerçek genişliğinin ne kadar olduğunu ancak Allah bilir.

134

O takva sahibi olanlar, bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcarlar. Öfkelerini yenenler ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah, iyilik yapanları sever.

O takva sahipleri, bolluk zamanlarında da sıkıntı ve darlık zamanlarında da mallarım Allah yolunda harcarlar. Kızdıkları zaman öfkelerini yenerler. İnsanların kusurlarını bağışlarlar. Allah, iyilikte bulunanları sever.

Âyet-i kerime’de, takva sahiplerinin üç sıfatı zikredilmektedir. Bunlardan birincisi cömertliktir. Bu hususta Peygamber efendimizden şu hadis-i şerif Rivâyet edilmektedir:

"Cömert insan Allah’a yakındır, cennete yakındır insanlara yakındır. Cehennemden ise uzaktır. Cimri kişi ise Allah’tan uzaktır, cennetten uzaktır, insanlardan uzaktır. Cehenneme ise yakındır. Muhakkak ki Cömert olan cahil kişi, Allah’a, âbid olan bir cimriden daha sevimlidir. Tirmizi, K. el-tîirr, hab: 40, Hadis No: 1961 Bu sıfatlardan ikincisi: Öfkeyi yenme sıfatıdır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta da şöyle buyurmaktadır:

"Sizler, içinizden kimi kahraman sayarsınız?" Sahabiler "Kimsenin yenemediği kişiyi." dediler. Resûlüllah "Kahraman bu değil, kızdığı zaman öfkesini yenendir. Müslim, K. el-Birr, bab: 106, Hadis No: 2608

Üçüncü ise başkalarının küsurunu bağışlama sıfatıdır. Resûlüllah efendimiz bu hususta da şöyle buyurmaktadır:

"Hiçbir sadaka, malı eksiltmez. Allah, başkasını affeden kulun, mutlaka şerefini artırır. Allah, kendi rızası için alçak gönüllü davranan bir kulun ise derecesini mutlaka yükseltir. Müslim K. el-Birr, bab: 69 Hadis No: 2588

135

Onlar, bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Günahları Allah’tan başka kim bağışlar? Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler.

Onlar, bir hayasızlık yaptıklarında veya Allah’a isyan edip cezayı hak ederek kendilerine zulmettiklerinde, işledikleri günaha dair Allah'ın tehdidini hemen hatırlarlar. Rablerinden, günahlarının bağışlanmasını, cezaya uğratılmamalarını dilerler. Allah’tan başka günahları kim bağışlar ki?

Onlar, işlemiş oldukları günahlarda Allah'ın kendilerini cezalandıracağını bile bile ısrar etmezler. Bilakis tevbe eder ve affedilmelerini isterler.

Bu âyet-i kerime’de de takva sahiplerinin, bir günah işlemeleri halinde hemen tevbe ederek Allah’tan, bağışlanmalarını istedikleri ve günahlarında ısrar etmedikleri beyan edilmektedir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmaktadır ki:

"Ey insanlar, Allah’a tevbe edin. Zira ben ona günde yüz kere tevbe ediyorum. Müslim, K. ez-Zikr, batı: 42, Hadis No: 2702

Âyette zikredilen ve "Hayasızlık" diye tercüme edilen kelimesinin asıl mânâsı "Çirkin amel ve Allah'ın izni dışında yapılan işler"dir.

Cabir b. Abdullah ye Süddiye göre burada zikredilen kelimesinden maksat, zina etmektir.

Ata b. Ebi Rebah ve Abdullah b. Mes'uda göre bu âyet-i kerime müslümanlara, günahların affedilmesi hususunda İsrailoğullarına tanınan imkândan daha büyük bir imkânın tanındığını beyan etmek için idrilmiştir. Zira İsrailoğulları günah işledikleri zaman, sabahleyin kapılarına, işledikleri günah ve keffareti yazılırdı. İsrailoğulları, kendilerinden istenen keffareti yerine getirerek günahlarını affetirme imkânına sahib oluyarlardı. Halbuki, müslümanlarm, günahlarını affettirmeleri, sadece dilleriyle, rablerinden af dilemeleri şeklinde olmaktadır. İşte âyet-i kerime, müslümanlara verilen bu özelliği beyan etmektedir.

Tevbe edilerek günahların affını dileme hususunda:

Hazret-i Alinin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Bana, herhangi bir kimse Resûlüllahtan bir şeyi anlattığında ben ona, anlattığını, Resûlüllahtan duyduğuna dair yemin ettirirdim. Yemin ederse ona inanırdım. Ebubekir bana dedi ki: (O doğru söylerdi: ) "Ben, Resûlüllah’ın şöyle dediğini işittim: "Hiçbir adam yoktur ki, bir günah işlesin sonra da kalkıp temizlensin, namaz kılsın. Daha sonra da, Allah’tan kendisini affetmesini istesin de Allah da onu affetmesin." Sonra da Resûlüllah "Onlar, bir hayasızlık yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah’ı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler." âyetini okudu. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, Hadis No: 3006

Âyet-i kerime’de "Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler." buyrulmaktadır.

Katadeye göre bu ifadeden maksat, "Yaptıkları günahta devam etmezler. Ondan vaz geçip Allah’tan affedilmelerini dilerler." demektir.

Hasan-ı Basri ve Mücahide göre bu ifadeden maksat, "Günah işlemeyi kasteder fakat onu işlemezler." demektir. Bunlara göre bir günahı fiilen işleyen, onda ısrar etmiş sayılır.

Süddiye göre ise "Günahta israr"dan maksat, günah işledikten sonra tevbe etmemek ve susup kalmaktır.

Taberiye göre, tercihe şayan olan görüşün, "Günahta ısrar etmekt"en maksadın "Günah işlemeye devem etmek"tir. Diyen veya "İşlenen günahtan tevbe etmemektir" diyen görüşlerdir. Günah işlemeyi kastedip sonra da fiilen günah işlemeyi "günahta ısrar" saymanın bir mânâsı yoktur. Zira günah işlemeyene "Günahkâr" denilmez. Ta ki, onu işleyene, "Günahında ısrar eden" densin. Nitekim bu hususta:

Peygamber efendimiz buyurmuştur ki: "Af dileyen, ısrar etmiş sayılmaz. O günahı bir günde yetmiş kere işlemiş dahi olsa. Tirmizi, K. ed-D3vâl, bab: 107, Hadis No: 3559

136

İşte bunların mükâfaalı, rableri tarafından bağışlanmak, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedi olarak kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfaatı ne güzeldir.

İşte sıfatları zikredilen bu insanların itaatlarına karşı sevap ve mükâfaatları, rableri tarafından günahlarının affedilip cezalarının kaldırılması ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennete girmeleridir. Allah için çalışanlara bu cennetler ne güzel bir mükûfaattır.

137

Sizden önce de Allah'ın nice kanunları gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların hali nice olmuş bir görün.

Ey Muhammed ümmeti, sizden önce nice ümmetlerin olayları gelip geçmiştir. Onların yurtlarında gezip dolaşın. Peygamberlerini yalanlayanların akıbetlerinin nasıl olduğunu bir görün. Helak olmuş ve hüsrana uğratılmışlardır.

Ey mü’minler, sizler Uhut savaşında galip gelmeyişinize üzülmeyin Zira bu, kâfirlere bir mühlet vermedir. Onların akıbeti de Nuh, Lût ve Salih kavimleri gibi geçmiş ümmetlerin akıbetine benzeyecektir." Görüldüğü gibi, bu âyet-i kerime, Uhut savaşında müşriklere galip gelemeyen müslümanları teselli etmekte ve müşriklerin akıbetlerinin kötü olacağını bildirmektedir.

138

Bu, insanlara bir açıklama ve Allah’tan korkanlar için bir hidâyet rehberi ve öğüttür.

Size beyan ettiğim bu şey, insanlara bir açıklama, hak yolu gösterme, takva sahiplerine de bir öğüt ve hatırlatmadır.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’yi iki şekilde izah etmişlerdir:

Hasan-ı Basri ve Rebi' b. Enese göre buradaki ism-i işaretten maksat, Ku-ran-ı Kerimdir. Buna göre de âyetin mânâsı şöyledir "Bu Kur"an, insanlar için, hükümleri ve geçmişteki hadiseleri açıklayan bir rehber, takva sahipleri için ise doğru yolu gösteren bir kılavuz ve bir öğüttür."

İbn-i İshaka göre ise, buradaki ism-i işaretten maksat, yukarıda zikredilen meselelerdir. Buna göre Âyetin mânâsı şöyledir: "Ey mü’minler, size izah ettiğim bu husus ta, insanlar için bir açıklamadır. Takva sahipleri için ise, hak yola ileten bir rehber ve bir öğüttür."

Taberi, bu son izah şeklini tercih etmiştir.

139

Mü’minler, geveşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız en üstün sizsiniz.

Ey iman edenler, gevşemeyin, Uhut savaşında verdiğiniz kayıplardan dolayı sızlanmayın. Eğer size vadettiği hususlarda Muhammede inanıyorsanız bilin ki sonunda galip gelecek olan sizlersiniz.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de mü’minleri, Uhut savaşında verdikleri kayıplardan dolayı teselli etmekte, en sonunda yine onların galip geleceklerini haber vermektedir.

Bu hususta İbn-i Cüreyc diyor ki: "Resûlüllah’ın sahâbileri Uhut vadisinde yenilgiye uğradılar. Onlar birbirlerine "Filan ne yaptı, falan ne yaptı? dediler. Birbirlerine ölenleri bildirdiler. Ve Resûlüllah’ın öldürüldüğünü de birbirlerine anlattılar. Bu sebeple büyük bir üzüntü içine düştüler. Onlar bu haldeyken Halid b. Velid, müşriklerin süvarileriyle birlikte Uhut dağının üstüne çıktı. Müslümanlar ise dağın eteğinde idiler. O sırada müslümanlar, Resûlüllah’ın sağ olduğunu gördüler ve çok sevindiler. Resûlüllah, Allah’a dua ederek "Ey Allah'ım bizim senden başka hiçbir gücümüz yoktur. Bu beldede şu topluluk dışında sana kulluk edecek hiçbir kimse de yoktur." dedi. Bunun üzerine müslümanların okçularından bir topluluk harekete geçip dağa çıktılar. Müşriklerin süvarilerine ok attılar. Böylece Allah onları mağlup etti ve dağın üstüne müslümanlar çıkmış oldular;İşte Âyet-i kerime’nin "Eğer inanıyorsanız en üstünsünüz" bölümü bu olaya işaret etmektedir.

Abdullah b. Abbas da diyor ki: "Halid b. Velid Uhut dağının üzerine çıkmaya yöneldi. Resûlüllah’a da "Ey Allah'ım, bizim üst tarafımıza onlar çıkmasın." diye dua etti. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ "Mü’minler, gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman ediyorsanız, en üstün sizlersiniz." âyetini indirdi.

140

Eğer siz, bir yara almışsanız, aynı yarayı düşmanlarınız olan topluluk ta almıştır. Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviriz ki Allah, iman edenleri belirtsin. İçinizden şahitler meydana çıkarsın. Allah, zalimleri sevmez.

Ey mü’minler topluluğu, sizler, savaşta zayiat verdiyseniz düşmanlarınız olan toplulukta ta aynı zayiatı vermiştir. Biz bu günleri insanlar arasında değiştiririz. Bazan mağlup olur bazan da galip gelirsiniz. Bunun sebebi de Allah'ın, sizden mü’min olanları münafıklardan ayırması ve içinizden bir kısmınızı şahitler edinmesidir. Yani sizlerden bazılarını şahitler yapmak istemesi ve şahitlik mertebesine eriştirmesi içindir. Allah, günah işleyip cezayı hak ederek kendilerine zulmedenleri sevmez. O halde ümitsizliğe düşmeyin. Yeri geldiğinde cihada çıkmaktan asla geri durmayın.

Âyette zikredilen ve "Yara" diye tercüme edilen kelimesi, mücahih, Hasan-ı Basri, Katade, süddi, İbn-i ishak ve Abdullah b. Abbasa göre "Yaralanma ve öldürülme" mânâlarına gelmektedir. Burada, âyet-i kerime uhut savaşında, arkadaşları öldürülen ve yaralanan mü’minlere hitabetmekte ve onları teselli etmektedir. Çünkü mü’minler, Uhut savaşında öldürülmüş ve yara almışlarsa kâfirlerde Bedir savaşında aynı şeylere uyratılmışlardır. O halde mü’minlerin, mağlubiyetten sonra ümitsizliğe kapılmamalan gerekmektedir.

Âyet-i kerime’de "Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, savaşta galip gelmenin, taraflar arasında el değiştirmesidir. Bedir savaşında galibiyet mü’minlerin olmuş, Uhut savaşında da müşriklere kaymıştır. Bunun hikmeti ise Allah tealinin, mağlubiyetle imtihan ettiği mü’minlerin, gerçekten mü’min olanlarım münafıklardan ayıngası ve bir kısım mü’minlere de şehadet şerbetini tatürmasıdır.

Abdullah b. Abbas, âyetin "Biz bu günleri insanlar arasında evirip çeviririz." bölümünün izahında şunlan söylemiştir. "Uhut savaşı sonunda müslümanların verdikleri zayiattan sonra Resûlüllah, Uhut dağının üzerine çıktı. Ebû Süfyan da oraya geldi ve "Ey Muhammed, ortaya çıksana, ortaya çıksana harp nöbetleşedir. Bir gün bizim lehimize, bir gün de sizin lehininizedir." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah sahabilerine "Buna cevap verin" dedi. Sahabiler de "Eşit değli, eşit değil, bizden öldürülen cennette, sizden öldürülenler ise cehennem ateşindedirler." dediler. Ebû Süfyan da "Bizim Uzza putumuz var. Sizin Uzzanız yoktur." dedi. Resûlüllah da buyurdu ki "Deyin ki" Bizim dostumuz Allah’tır. Sizin ise dostunuz yoktur." Ebû Süfyan da "Hübel putu sen yücel." dedi. Resûlüllah da buyurdu ki "Deyin ki "En yüce ve en büyük olan Allah’tır." Ebû Süfyan dedi ki: "Bizim de sizin de buluşacağımız yer, küçük Bedirdir." İşte âyet-i kerime’nin bu bölümü bu durumu izah etmektedir.

141

Ve Allah, iman edenleri arındırsın. Kâfirleri mahvetsin.

Allah'ın, sizi Uhut savaşında mağlup edip Bedir savaşında da galip getirmesinin sebeplerinden biri de, iman edenleri imtihan edip, gerçekten Mü’minleri münafıklardan seçip arındırmak ve kâfirleri mahvetmek istemesindendir. Zira münafıkların dilleriyle söylediklerinin, kalblerindeki inançlara uymadığı, mü’minlerin mağlup olma durumlarında ortaya çıkmaktadır.

142

Yoksa Allah, içinizden, cihad edenleri belirtmeden ve sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete gireceğinizi mi zannettiniz?

Yoksa Allah'ın, mü’min kullarına, Mücahid olanları belirtmesinden ve sabredenlerinizi bildirmesinden önce cennet gibi yüce makamlara ereceğinizi mi zannediyorsunuz?

Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Yoksa siz, başı boş bırakılacağınızı ve içinizden cihad edenleri ve Allah’tan, Peygamberden ve mü'minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri, Allah'ın bilmediğini mi sandınız? Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızı bilir Tevbe sûresi, 9/16

"İnsanlar sadece iman ettik demekle bırakılıp imtihan edilmeyeceklerini mi sanıyorlar?" Ankebut sûresi, 29/2

143

Gerçekten siz, ölümle karşılaşmadan evvel onu arzu ediyordunuz. İşte onu gördünüz. Fakat hâlâ bakıp duruyorsunuz.

Ey Muhammed ümmeti, düşmanlarınızla savaşmadan ve ölümü görmeden önce, Bedir savaşına katılan mü’minler gibi, sevaplara nail olasınız diye, ölmeyi arzuluyordunuz. İşte siz, ölümü yakından gördünüz. Hâlâ bekleyip duruyorsunuz.

Mücahid, Katade, Rebi' b. Enes. Hasan-ı Basri, Süddi ve ibn-i İshak'a göre bu âyet-i kerime, Bedir savaşında bulunmayıp ta kâfirlerle savaşmak isteyen ve Uhut savaşına katıldıklarında da istedikleri gibi savaşmayan müslümanlara işaret etmekte ve savaşta bozguna uğrayanlara sitem etmektir.

Katade diyor ki: "Mü’minler, müşriklerle karşı karşıya gelip savaşmayı istiyorlardı. Uhut savaşında düşmanla karşılaşınca bozguna uğradılar. Bu sebeple kaçanlara sitem edildi ve sabredip direnenler övüldü."

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Gereksiz yere düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin. Allah’tan afiyet dileyin. Şâyet karşılaşacak olursanız da sabırlı olun ve bilin ki cennet, kılıçların gölgesi altındadır. Buhari, K. el-Cihad, bab: 156 /Müslim, K. el-Cihaıl bab: 20,Hadis No: 1742

144

Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürce, ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerine geri dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfaatlandıracaktır.

Muhammed de ancak kendisinden önce gelen -ve vadeleri yeterek ölüp dünyadan giden Peygamberler gibi bir Peygamberdir. Şâyet o ölür veya öldürülürse Allah’a iman ettikten sonra tekrar inkâra mı döneceksiniz? Dinilen çıkıp mürted mi olacaksınız? Sizden kim iman ettikten sonra dinden çıkar ve kâfir olursa, elbette ki o, Allah’a hiçbir zarar veremez. O kimse ne Allah'ın azametine bir küçüklük ne de mülküne bir eksiklik verebilir. Allah, kendisine şükredenleri, hakta kararlı oldukları ve dine sarıldıkları için mükâfaatlandırılacaktır.

Hazret-i Ali (radıyallahü anh) "Allah, şükredenleri mükâfaatlandıracaktır." ifadesindeki "Şükredenler" den maksadın, dinlerinde karar kılanlar olduğunu, bunların da Ebubekir ve arkadaşları olduğunu söylemiştir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) derdi ki: "Ebubekir, şükredenlerin önderi ve Allah'ın dostlarının önderidir. O, insanların, Allah’a en çok şükredeni ve en çok sevimli olanıdır."

Müfessirler diyorlar ki: Müşrikler, Uhut savaşında Resûlüllah’ın öldürüldüğüne dair yalan haberi yayınca mü’minlerin kalbine bir gevşeme ve zafiyet inmişti. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ve gevşekliklerinden dolayı mü’minlere sitem etti.

Bu hususta Katade diyor ki: "Bu âyet, Uhut savaşında yaralanan ve arkadaşları öldürülen mü’minlere işaret etmektedir. Zira bunlar Resûlüllah hakkında tartışmaya girişmişlerdir. Bir kısım insanlar, "Eğer bu hak Peygamber olmuş olsaydı öldürülmezdi." dediler. Sahabilerin ileri gelenleri ise "Sizler, Peygamberiniz Muhammedin savaştığı gibi savaşın. Ta ki, Allah size fethi ihsan etsin veya siz de Peygamberinize kavuşmuş olasınız." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i Celile nazil oldu.

Rebi' b. Enes diyor ki: "Savaş sırasında muhacirlerden bir adam Ensardan olan binadamın yanından geçti. Ensardan olan adam kana bulanmış bir haldeydi. Muhacirlerden olan adam ona "Ey filan, sen Muhammedin öldürüldüğünü hissettin mi?" dedi. Ensardan olan adam da ona "Eğer Muhammed öldüyse o tebliğ ederek vazifesini yaptı. Siz, dininiz uğranda savaşın." dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Süddi diyor ki: "Resûlüllah, Uhut gününde müşrikleri görünce, okçulara, müşriklerin süvarilerinin karşısında, Uhut dağının altında mevzi lenmel erini emretti ve onlara "Bizim onlara galip geldiğimizi görseniz dahi yerinizden ayrılmayın. Zira sizler, yerinizde kaldığınız müddetçe bizim onlara galip gelmemiz devam eder." dedi. Okçuların başına da, Havvat b. Cübeyrin kardeşi Abdullah b. Cübeyri emir tayin etti. Zübery b. el-Avvam ve Mikdat b. el-Esved müşriklerin üzerine hamle yaparak onları hezimete uğrattılar. Resûlüllah ve diğer sahabileri de hamle yaparak Ebû Süfyanı mağlup ettiler. Müşriklerin süvarilerinin başında bulunan Halid b. Velid, müşriklerin mağlubiyetini görünce ilerlemeye çalıştı. Fakat müslümanların okçularının ok atmaları üzerine ilerleyemedi. Fakat müslüman okçular, Resûlüllah’ın ve sahabilerinin, müşriklerin ordusunun içinden ganimet topladıklarını görünce bazıları, "Biz buradan ayrılmayalım, Resûlüllah’ın emrine karşı gelmeyelim." dedilerse de çoğunluk yerlerini terkedip ordunun içine gittiler. Halid b. Velid, okçuların ayrıldığını görünce atlılara seslendi, hücuma geçtiler. Okçuları öldürdüler ve Resûlüllah’ın diğer sahabilerine karşı hücum geçtiler. Müşrikler de süvarilerinin savaştıklarını görünce onlar da savaş giriştiler. Müslümanlara karşı yoğun bir saldırı başlattılar. Onların bir kısmını öldürerek mağlup ettiler. Haris oğullarından "İbn-i Kamie" diye adlandırılan Abdullah gelip Resûlüllah’a bir taş attı. Onun ön dişlerinden birini ve burnunu kırdı. Yüzünü yaraladı. O anda Resûlüllah’ın sahabileri dağılıp çeşitli yerlere gitmişlerdi. Bazıları Medineye dönmüş bazıları da dağın yamacındaki kayanın üzerine çıkmış bakıyorlardı. Resûlüllah da mü’minleri kendisine çağırıyor ve "Ey Allah'ın kullan bana yönelin ey Allah'ın kullan bana yönelin." diyordu. Bunun üzerine Resûlüllah’ın etrafında otuz kadar insan toplandı. Onlar Resûlüllah’ın önünde gidiyorlardı. Fakat Resûlüllah’ın önünde ancak Talha ve Sehl b. Huneyf durabilmişlerdi. Talha, Resûlüllahı atılan oklara karşı koruyordu. Koluna isabet eden bir ok'tan dolayı daha sonra kolu çolak kalmıştı. Bir ara müşriklerden Übey b. Halef el-Cumahi çıkıp geldi. Bu kişi, Resûlüllahı öldüreceğine dair yemin etmişti. Resûlüllah da ona "Bilakis ben seni öldüreceğim." dedi. O da "Ey yalancı nereye kaçıyorsun?" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah ona hamle yaptı. Zırhının kenanndan onu hafifçe yaraladı. Übey yere düştü ve öküz gibi böğürmeye başladı. Onu alıp götürdüler ve ona: "Sende yara yok." dediler. O da "O demedi mi ki "Ben seni öldüreceğim." Vallahi bu yara, bütün Rabia ve Mu-dar kabilelerinde bulunacak olsa onların hepsini öldürür." dedi. Ve bir gün veya daha az bir zaman sonra, müşrikler Mekkeye dönerken "Şerif denen yerde bu yaradan öldü.

Savaş sırasında Resûlüllah’ın öldüğü haberi yayılmıştı. Uhuttaki kayaya sığınan insanlardan bazılan "Bizim, Abdullah b. Übeye göndereceğimiz bir elçimiz olsa da gelip bizim için Ebû Süfyandan eman alsa. Ey kavim şüphesiz ki Muhammed öldürüldü. Gelip sizi de öldünnelerinden önce geri dönüp kavminize gidin." dediler. Enes b. Nadr ise "Ey kavim, şâyet Muhammed öldürüldüyse onun rabbi de öldürülmedi ya. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) niçin savaştıysa siz de onun için savaşın. Ey Allah’ım, ben şunların söylediklerinden beriyim. Ve şu müşriklerin de yaptıklarından beriyim." dedi. Sonra da kılıcıyla savaşa girişti ve öldürülünceye kadar savaştı Resûlüllah, insanları çağırmaya devam eti. Nihâyet kayanın üzerinde bulunan insanların yanına vardı. Onlar Resûlüllahı görünce tanıyamadılar. İçlerinden biri yayına ok yerleştirerek Resûlüllah’a atmak istedi. Resûlüllah da "Ben Allah'ın Resulüyüm." dedi. Bunun üzerine kayanın üstünde bulunan müslümanlar Resûlüllah’ın sağ olduğunu görünce çok sevindiler. Resûlüllah da sahabilerinden, düşmana teslim olmayanlan görünce o da buna sevindi. Onlar, Resûlüllah’ın etrafında toplanınca üzüntüleri gitti. Ve onlar, zaferden, ona ulaşmaktan ve sahabilerin öldürülmelerinden konuşmaya başladılar. Allahü teâlâ da: "Muhammed öldürüldü, artık kavminize dönün." diyenlere karşı "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse ökçelerinizin üzerine geri mi döneceksiniz?" âyetini indirdi.

145

Allah'ın izni olmadan hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Bu yazılmış bir eceldir. Kim dünya menfaatini isterse ondan kendisine veririz. Şükredenleri mükâfatlandıracağız .

Allah'ın takdir ettiği ecele ulaşmadan, Muhammed dahil, hiçbir nefsin ölmesi mümkün değildir. Bu, Allah tarafından yazılmış bir eceldir. Hiçbir kimse vadesi gelmeden ölmeyecektir. Kim, işlediği amellerle dünya mükâfaatını isterse, ona dünya hayatında kendisi için takdir edileni veririz. Artık onun, Allah'ın ikramlarından bir payı yoktur. Kim de yaptıklarıyla, Allah'ın, salih ameller işleyenler için hazırladığı âhiret mükâfaatını isterse biz onu, dünyada rızıklandırmakla birlikte ona âhiret mükâfaatları veririz. Evet şükredenleri bu bol mükâfaatlarla mükâfatlandıracağız.

Âyet-i kerime’de, her canlı için bir ecel takdir edildiği beyan edilmektedir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne bir an geribırakabilirler ne de ileri alabilirler. Araf sûresi 7/34

"De ki: "Allah'ın dilediğinin dışında benim, kendime ne bir zarar ne de bir fayda sağlamaya gücüm yeter. Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geciktirebilirler ne de öne alabilirler. Yunus sûresi 10/49

"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden, hemen cezai andı rsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat Allah, onları belli bir vakte kadar erteler. Vâdeleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilirler ne de bir an öne alabilirler. Nahl sûresi, 16/61

"Hiçbir ümmet ecelini ne öne alabilir, ne de erteleyebilir. Hicr Sûresi 15/5

146

Nice Peygamberler vardır ki, rablerine ihlasla kulluk eden bir çok kimseler onlarla birlikte savaşmışlardır. Allah yolunda kendilerine isabet eden zorluklara aldırmamışlar, zayıflık göstermemişler ve boyun eğmemişlerdir. Allah, sabredenleri sever.

Nice Peygamberler gelip geçmiştir ki onlarla beraber bir çok ihlaslı ve samimi insanlar savaşmışlardır. O insanlar zayıflık göstermemiş ve düşmanlarına boyun eğmemişlerdir. Allah, cihadda sabredenleri sever. Gevşeyip zaafı yete düşenleri değil.

*Habbab b. Eret diyor ki: "Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem). Kâbenin gölgesinde hırkasını yastık yapmış yaslanırken biz ona dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizim için yardım dilemez misin? Bizim için dua etmez misin? Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden önceki ümmetlerden, kişi alınıp götürülüyor, onun için bir çukur kazılıyor, içine konuyordu. Testere ile vücudu başından aşağı ikiye bölünüyordu. Bütün bunlar onu dininden ayıramıyordu. Etinin altındaki sinir ve kemikleri demir taraklarla taranıyor bu da o kimseyi dininden ayıramıyordu. Allah’a yemin olsun ki bu iş tamam olacaktır. Öyle ki bir yolcu san'adan Hadramuta kadar yürüyecek, bu yolculukta başka kimseden değil sadece Allah’tan korkar olacak bir de sürüsü için kurdun saldırmasından korkacaktır. Fakat sizler acele ediyorsunuz." Buhari, K. el-Menakıb, bab: 25, K. el-îkrah, bab: I/Ebû Davud, K-el-Cihad bab 97, Hadis No: 2649

Âyet-i kerime’de geçen ve "Rablerine ihlasla kulluk edenler." diye tercüme edilen kelimesi, âlimler tarafından çeşitli şekillerde tefsir edilmiştir.

a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Katade, İkrime, Mücahid, Rebi' b. Enes, Dehhak, Süddi ve İbni-i İshaka göre kelimesinden maksat, "Topluluklar ve binlerce insan" demektir. Bu izaha göre âyetin mânâsı, "Nice Peygamberler vardır ki onlarla birlikte bir çok topluluklar, binlerce insan savaşmışlardır." şeklindedir.

b- Abdullah b. Abbas ve Hasan-ı Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Âlimler ve fatihler" demektir.

c- İbn-i Mübarekten nakledilen başka bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Sabırlı takva sahipleri" demektir.

d- İbn-i Zeyde göre bu kelimeden maksat, "Uyanlar ve tabi olanlar" demektir.

e- Bazı Basrah Nahivcilere göre bu kelimeden maksat, "Rablerine kulluk edenler" demektir.

f- Bazı Küfe âlimlerine göre ise bu kelimeden maksat, "Âlimler ve binlerce insan" demektir.

Taberi nun, kelimesinin çoğulu olduğunu, mânâsının da "Sayısı çok bir cemaat" demek olduğunu söylemiştir.

147

Onların sözü sadece: Rabbimiz, günahlarımızı ve işlerimizde aşırı davranışımızı bağışla. Ayaklarımızı yerinde sabit tut. Kâfir kavme karşı bize yardım et." demektir.

O Peygaberlere tabi olan "Ribbiyyûn"un sözleri: "Ey rabbimiz, günâhlarımızı; hata işleyerek haddi aşmamızı affet. Savaşta ayaklarımızı kararlı ki. Senin birliğini ve Resulünün Peygamberliğini inkâr eden kâfir topluluğa karşı sen bizi muzaffer kıl." şeklindedir.

Bu âyet-i kerime, geçmiş ümmetlerin sabır ve metanetlerini anlatarak Uhut savaşında düşmanın önünden kaçan mü’minleri kınamakta ve sabredenleri ise övmektedir.

148

Allah onlara hem dünya nimetini hem de âhiretin özel sevabını verdi. Allah, iyilik yapanları sever.

Allah onlara, düşmanlarına galip getirerek, dünya nimetlerinin en hayırlısını verdi. Ve âhiret nimetlerinin en güzeli olan cenneti de bahşederek hahiretin güzel sevabını verdi. Bu, onların yapmış oldukları salih amellerin karşılığıdır. Allah, iyilik yapanları sever.

149

Ey iman edenler, eğer kâfirlere itaat ederseniz sizi gerisin geri küfre çevirirler de hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

Ey iman edenler, şâyet sizler, Peygamberinizin Peygamberliğini inkâr eder, Yahudi ve Hristiyan kâfirlere itaat edecek olursanız, onlar sizi, iman etmenizden sonra kâfirliğe döndürürler de dünya ve âhiretinizi kaybeder ve hüsrana uğrayanlardan olursunuz.

Âyet-i kerime, mü’minlerin hiçbir zaman kâfirlerin yaldızlı söz ve vaadlerine kanarak onlara uymamalarını tavsiye etmekte aksi halde sonuçta dinden çıkarak hüsrana düşeceklerini ihtar etmektedir. Zira kâfirin müslüman için hayır düşünmesi mümkün değildir.

150

Hayır, yardımcınız Allah’tır. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.

Hayır, o din düşmanlarının sözleri de doğru değildir, özleri de. O halde kâfirleri dost edinmeyin. Sizin dostunuz ve yardımcınız Allah’tır. Sadece ona sığının. O yardım edenlerin en hayırlısıdır.

151

Allah'ın, hakkında hiçbir şey indirmediği şeyleri ona ortak koştuklarından dolayı, yakında kâfirlerin kalblerine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Zalimlerin karargahı ne kötü bir yerdir.

Allah'ın, haklarında hiçbir delil indirmediği putları, Allah’a ortak koşmaları sebebiyle, Uhutta size karşı savaşan kâfirlerin kalblerine yakında korku salacağız. Kıyamet gününde onların sığınakları cehennem ateşidir. Zalimlerin makamı olan o ateş ne kötü bir yerdir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, Resûlüllah’ın, sahabilerine, düşmanlarına karşıyardım edeceğini, sonunda düşmanlarını cehennem azabına koyacağını vaadetmektedir. Yeter ki mü’minler, Allah’a verdikleri sözden ayrılmasınlar. Ona itaate sımsıkı sarılmış olsunlar.

Süddi bu âyet-i kerime’nin, Hamrâul Esed hadisesine işaret ettiğini söylemiştir. Şöyle ki, Ebû Süfyan ve müşrikler Uhut savaşından sonra Mekkeye giderlerken Müslümanları tamamen mağlup etmeden geri dönmelerinden dolayı pişman olmuşlar ve kendi kendilerine şöyle demişlerdir. "Ne kötü bir iş yaptık. Onları öldürdük. Fakat sıra Mekkeden kovulanlara gelince onları bıraktık. Haydi geri dönelim ve onların kökünü kazıyalım." Fakat Allah onların kalblerine korku saldı ve onlar mağlup oldular. Şöyle ki onlar bir Bedevi ile karşılaştılar. Ona ücret vererek dediler ki: "Sen Muhammedi görecek olursan, O'na karşı ne kadar asker hazırladığımızı bildir." Aziz ve Celil olan Allah, Kureyşlilerin bu durumunu Resûlüllah’a bildirdi. Resûlüllah Kureyşlileri takibe başladı. "Hamrâul Esed" denen yere varınca Kureyşliler korkup yollarına devam ettiler. İşte bu âyet-i kerime onların bu halini tasvir etmektedir.

Resûlüllah efendimiz de kâfirlerin kalblerine korkunun nasıl salındığını beyan ederek buyuruyor ki:

"Bana, benden önce hiçbir Peygambere verilmeyen beş şey verilmiştir. Bir aylık mesafede bulunan düşmanın kalbine korku salınarak bana yardım edilmiştir. Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılınmıştır. Ümmetimden kim namaz vaktine erişirse namazını kılsın. Bana ganimet helal kılınmış benden önce ise hiçbir kimseye helal kılınmamıştır. Bana, şefaat etme verilmiştir. Benden önceki Peygamberler sadece kendi kavimlerine gönderilirlerken ben bütün insanlık için Peygamber olarak gönderildim. Buhari, K. et-Teyemmtim, bab: 1, K. es-Saluh, bab: Müslim, K. el-Mesacid bab: 3,5,8 Hadis No: 521

152

Allah'ın izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman, Allah size verdiği vaadinde durdu. Ne zaman ki başarısızlığa düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz, Allah size, sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettinz. Kiminiz dünyayı istedi kiminiz de âhireti diledi. Sonra Allah, imtihan etmek için sizi onlardan uzaklaştırdı ve sizi affetti. Allah, mü’minlere karşı lütuf sahibidir.

Ey, Uhut savaşma katılan Resûlüllah’ın sahabileri, Allah'ın hükmü ve müsaadesiyle düşmanlarınızı öldürdüğünüz zaman Allah, düşmanlarınıza galip geleceğinize dair olan vaadinde durdu. Ne zaman ki gevşediniz, korktunuz, başarısızlığa uğradınız ve Allah'ın emri olan savaş hakkında tartışmaya giriştiniz. Allah, arzuladığınız zaferi size gösterdikten sonra. Peygamberimizin emrine karşı gelip savaş için yerleştirildiğiniz mevzileri terkettiniz. İşte o zaman içinizden bazıları dünya ganimetini istiyor, yerlerinden ayrılıyor diğer bazılarınız ise âhiret sevabını arzuluyordu. Mağlup olmanızdan sonra Allah, imanlarınız hakkında sizi imtihan etmesi, samimi olanlarınızı münafıklardan ayırdetmesi için sizi, düşmanlarınız olan müşriklerden uzaklaştırdı. Şüphesiz ki Allah, günahlarınız sebebiyle sizi cezalandınnaktan vaz geçip affetti. Zira savaşta sizi helak etmedi. Allah, iman edenlere karşı lütuf sahibidir.

Bu âyet-i kerime’de, Uhut savaşındaki okçuların durumuna işaret edilmektedir. Bilindiği gibi Uhut savaşında Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) müslümanları arkadan korumaları için yetmiş tane okçuyu Uhut dağına yerleştirdi ve onlara "Biz, galip gelsek te mağlup olsak ta yerlerinizden ayrılmayın." buyurmuştu. Fakat okçular ilk anda müslümanların galip geldiklerini görünce onlardan bir çoğu yerlerini bırakıp ganimet toplamaya koştular. Böylece Resûlüllah’ın emrine muhalefet ettiler. Müşrikler, okçuların, yerlerini terlettiklerini görünce. arkadan hücuma geçtiler. Ve müslümanların dağılmalarım sağladılar. Böylece Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emrine muhal afet sebebiyle felakete düşmüş oldular."

Müfessirlere göre bu âyet-i kerime’nin: "Allah'ın izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman Allah, size verdiği vaadinde durdu." cümlesindeki "Vaadinde durdu" ifadesinden maksat, Resûlüllah’ın, okçuların, yerlerinde durmaları halinde mü’minlerin galip geleceklerini bildirmesidir. Zira, okçular yerlerinde iken müslümanları arkalarından kuşatmak isteyen müşrik süvarilerini geri çekilmeye mecbur etmişler böylece müslümanlar, müşrikleri mağlup etmiş ve Allahü teâlânın, Peygamberinin diliyle vadettiği zafer gerçekleşmiştir.

Âyet-i kerime’nin "Ne zaman ki başarısızlığa düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz, Allah size, sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettiniz." bölümü de Resûlüllah’ın, "Bizim galip geldiğimizi de mağlup olduğumuzu da göresiniz yerinizden ayrılmayın." emrine okçuların uymadıklarını beyan etmektedir. Zira, okçuların başında bulunan Abdullah b. Cübeyr ve onların az bir kısmı, Resûlüllah’ın emrine bağlı kalarak yerlerinden ayrılmamayı isterlerken, okçuların çoğunluğu, savaşın zaferle neticelendiği ve ganimet toplamaya imkân doğduğu gerekçesiyle, Abdullaha ve arkadaşlarına muhalefet etmişler ve yerlerini terkederek savaş ahnında ganimet toplamaya gitmişler, neticede de mü’minlerin mağlup olmalarına sebep olmuşlardır.

Âyet-i kerime’nin devamında okçuların bu iki gurubu tasvir edilerek ganimete gidenlerin, dünyayı istedikleri, yerlerinde kalanların da âhireti istedikleri beyan edilmektedir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun şunu söylediği rivâyet edilmektedir. "Uhut savaşı oluncaya kadar Resûlüllah’ın sahabilerinden herhangi birinin, ünyayı ve metaını istediğim tahmin etmiyordum."yine âyet-i kerime’nin devamında "Sonra Allah, imtihan etmek için sizi onlardan uzaklaştırdı." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, şudur "Sonra Allah, sizleri imtihan edip gerçekten mü’min olanlarınızı, münafık olanlardan ayırdetmek için, zafere erişmenizden sonra sizin elinizi müşriklerin üzerinden çekip aldı. Sizler galip iken, Peygamberin emrine karşı geldiğiniz için sizi mağlup etti. Çeşitli kayıplar verdiniz."

Âyet-i kerime’nin sonunda "Ve Allah sizi affetti." buyurulmaktadır.

Hasan-ı Basri, İbn-i Cübeyr ve İbn-i İshaka göre bu ifadeden maksat, "Allah yine de sizi korudu. Hepinizi toptan yok etmedi." demektir. Bu hususta Hasan-ı Basrinin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "İçlerinde Resûlüllah’ın amcası bulunan yetmiş kişinin öldürülmesine Resûlüllah’ın ön dişinin kırılıp yüzünün yaralanmasına rağmen Allah onları nasıl affetmiş olabilir? Evet, Allah onların kökünü kurutmayarak affetmiştir. Bunlar, Allah'ın Resulüyle birlikte olan, Allah yolunda Allah düşmanlarına karşı savaşan ve kendilerine yasaklanan bir şeyi yaptıkları için bu kadar üzüntüye sokulmadan bırakılmamışlardır. Günümüzde ise fasıkların en fasıkı, her türlü büyük günahı işlemeye cesaret göstennekte, her türlü kötülüğü irtikabetmekte, bununla birlikte bunları yapmasının bir mahzuru olmadığını sanmaktadır. Bu fasık kişi, neyin en olduğunu elbette anlayacaktır."

153

O zaman sîzler uzaklara kaçıyor kimseye dönüp bakmıyordunuz. Halbuki Peygamber sizi arkanızdan çağırıyordu. Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü üstüne üzüntü verdi. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

O zaman sizler, vadilere ve dağlara doğru koşuyor, düşman korkusundan birbirinize dönüp bakmıyordunuz bile. Halbuki Peygamber arkanızdan, kendisine doğru gitmeniz için sizi çağırıyordu. Böylece Allah sizleri ve Peygamberden uzaklaşmanız ve rabbinize isyan etmeniz sebebiyle üzüntü üstüne üzüntü vererek cezalandırdı ki elde edemediğiniz zaferlerden dolayı üzülmeyesiniz ve verdiğiniz kayıplardan dolayı kederlenmeyesiniz. Allah, yaptıklarınızdan çok iyi haberdardır. İyilik edeni de bilir kötülük edeni de.

Âyet-i kerime’nin başında geçen ve "Uzaklara kaçıyordunuz." diye tercüme edilen cümlesi, iki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz, İrak ve Şam kurraları bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Zira, bu kıraat şekline göre bu cümlenin mânâsı "Sizler düz arazide veya yukarıdan aşağıya doğru koşuyordunuz." demektir. Uhut savaşında mü’minler düz vadilere ve aşağılara doğru koştuklarından bu kıraat şeklinin daha isabetli olduğunu söylemişler, Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir.

b- Hasan-ı Basri ise bu cümleyi şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre cümlenin mânâsı "O zaman sizler, yukarılara doğru tırmanıyordunuz." demektir. Bu kıraati tercih edenler, Süddi, Mücahid ve Abdullah b. Abbasın, Uhut savaşında mü’minlerin mağlubiyetten sonra dağa yukarı kaçtıklarını söylemelerine binaen tercih etmişlerdir.

Âyet-i kerime’de "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye Allah size, üzüntü üstüne üzüntü verdi." buyurulmaktadır. Burada ağır basan üzüntülerin, daha hafif olanlarını unutturduğu ifade edilmektedir. Müfessirler. âyette zikredilen "Üzüntü üstüne üzüntü" ifadesindeki üzüntülerden neyin kastedildiği ve birincisinin hangi şeye ikincisinin neye delalet ettiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Mücahide göre, müslümanların hissettikleri birinci üzüntü, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in öldürüldüğünü duymalarıdır. İkinci üzüntü ise Müslümanların uğradıkları, Öldürülme olayları ve aldıkları yaralardır.

b-Yine Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen diğer bir görüşe göre Müslümanların hissettikleri birinci üzüntüden maksat, arkadaşlarının öldürülmeleri ve yaralanmalarıdır. İkinci üzüntüden maksat ise Resûlüllah’ın öldürülüğünü duymalarıdır.

Süddi ve diğer bir kısım âlimlere göre Müslümanların hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, zafere ulaşmamaları ve ganimet elde edememeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise savaşın sonunda Ebû Süfyanın, dağın başına tırmanarak müslümanlara karşı böbürlenmesidir. Bu hususta Süddi diyor ki: "Uhut savaşındaki yenilgiden sonra Resûlüllah harekete geçmişti. O, kendisinden uzak düşen sahabilerini toparlanmaya çağırıyordu. Resûlüllah bu çağırışına devam ederken kayaların üzerine çıkan sahabilerinin yanına yaklaştı. Onlar ilk anda Resûlüllahı tanıyamadıkları için içlerinden biri okunu yayma yerleştirerek Resûlüllah’a atmak istedi. Bunun üzerine Resûlüllah "Ben Allah'ın Resulüyüm" dedi. Onun sağ olduğunu gören müslümanlar çok sevindiler. Sahabilerinden düşmana karşı koyacak birinin bulunması da Resûlüllahı sevindinnişti. Sahabiler gelip Resûlüllah’ın etrafında toplandılar. O anda üzüntüleri gitmişti. Onlar, zafere erişemediklerini, ganimet elde edemediklerini ve bir kısım arkadaşlarının öldürülmelerini konuşuyorlardı. İşte o anda Ebû Süfyan gelip onların üst tarafına çıktı. Müslümanlar Ebû Süfyanı kendilerinin üst tarafında görünce daha önceki üzüntülerini unuttular. Ebû Süfyanın oraya çıkmış olmasından dolayı üzüldüler. Resûlüllah, müslümanlara: "Onlar bizden yukarı çıkmamalıydılar. Ey Allah’ım eğer sen bu topluluğu öldürecek olursan artık sana kulluk edecek kimse kalmaz." dedi. Sonra sahabilerine emir verdi. Onlar, Ebû Süfyan ve arkadaşlarına taş attılar ve onları aşağa inmeye mecbur ettiler. İşte o sırada Ebû Süfyan: "Ey Hübel putu sen yücel, Hanzalya karşılık bir Hanzala Bedir gününe karşılık bir gün.." dedi. Zira bu savaşta Hanzala b. Rahib öldürülmüştü. Bedir savaşında da Ebû Süfyanın oğlu Hanzala öldürülmüştü.

d- Adullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre Müslümanların hissettikleri birinci üzüntü, mağlup olmalarından, ikinci üzüntü ise düşmanlarının, tekrar kendilerine saldırma ihtimalindendir. Müslümanlar, daha sonra hissettikleri bu ikinci üzüntü ile, önceden ölülerine ve yaralılarına olan üzüntülerini unutmuşlardır. Bu izaha göre, âyette "Kaybettiğinize" diye belirtilen ifadeden maksat, "Kaybettiğiniz ölülere" demektir. "Başınıza gelen diye" belirtilen ifadeden maksat ise, yaralanmalarıdır. Yani müslümanlar mağlup olma ve düşmanın tekrar toparlanması üzüntüsünden, arkadaşlarının öldürülmesini ve yaralanmalarını unutmuşlardır.

Taberi diyor ki "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, şöyle diyen görüştür. "Müslümanların, hissettikleri birinci üzüntünün sebebi, Resûlüllah’ın öldürüldüğünü zannetmeleridir. İkinci üzüntünün sebebi ise, savaşın sonunda tekrar düşmanın, kendilerine saldıracaklarını zannetmeleridir. Müslümanların hissettikleri bu iki üzüntü onlara, kaçırdıkları zaferi, ganimeti ve uğradıkları öldürülme ve yaralanmayı unutturmuştur."

Âyet-i kerime’de "Kaybettiğinize ve başınıza gelene üzülmeyesiniz diye." buyurulmaktadır. Müfessirler burada mü’minlerin kaybettikleri şeyden ve başlarına gelen şeyden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

154

Sonra o üzüntünün arkasından Allah, üzerinize bir emniyet bir uyku indirdi. O uyku içinizden bir cemaati buruyordu. Diğer bir cemaat ise canlarının derdine düşmüşlerdi. Allah hakkında gerçekle ilgisi olmayan cahiliyet zannında bulunuyorlardı. "Bu işte bizim bir düşüncemiz var mı?" diyorlardı. Ey Rasûlüm, de ki: "Bütün işler Allah’a aittir." Onlar, içlerinde sana açıklamadıkları şeyleri saklıyorlar. "Eğer bu işte bizim bir düşüncemiz olsaydı burada öldürülmezdik." diyorlar. De ki: "Evlerinizde bile olsanız, kendilerine öldürülmek takdir edilenler, düşüp ölecekleri yere varırlar. Allah bunları, içinizde gizlediklerinizi denemek ve kalblerinizdeki kötülükleri temizlemek için yaptı. Allah, kalblerin özünü çok iyi bilendir.

Sonra Allah, size gelen o üzüntünün arkasından, ihlaslı insanlara bir emniyet ve uyku gönderdi. Bu uyku, içinizde imanlı olan topluluğu buruyordu. Münafık olan diğer bir topluluk ise sadece canlarının derdine düşmüş ve gözlerinden uyku kaçmıştı. Onlar, Allah'ın emirlerinde şüphe ettikleri ve Peygamberini yalanladıkları için Allah hakkında haksız yere cahiliye topluluğunun zanlarında bulunuyorlar ve bu münafıklar şöyle diyorlardı: "Bu işte b|zim bir düşüncemiz yok. Eğer bu hususta bizim fikrimiz sorulsaydı savaşa çıkmazdık."

Ey Rasûlüm, bu münafıklara de ki: "Bütün işler Allah’a aittir. O, dilediği gibi tasarrufta bulunur. Onlar, içlerinde sana açıklamadıkları inkâr ve şüpneyi gizliyorlar ve diyorlar ki: "Müşriklerle savaşma hususunda bizim de düşüncemiz alınsaydı onların karşısına çıkmazdık ve bu savaşta bizden herhangi bir kimse öldürülmemiş olurdu." Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Şâyet sizler, mü’minlerle beraber savaşa çıkmayıp evlerinizde kalsaydıniz bile yine de kindilerine öldürülmek takdir edilen insanlar, düşüp ölecekleri yere varıp orada öldürüleceklerdi. Allah bunları, içinizde gizlediğiniz şüpheyi denemek, münafıklığınızı mü’minlere açıklamak ve kalblerinizdeki bozuk inançlarınızı açığa çıkarıp net bir şekilde göstermek için yaptı. Allah, yarattıklarının kalbinde bulunan hayın da şerri de, imanı da inkârı da çok iyi bilendir.

Ebû Talha (radıyallahü anh) diyor ki:

"Biz, Uhut savaşında düşmanın karşısında saf halindeyken bizi uyku kaplamıştı. Öyle ki, kılıcım elimden düşüyor onu alıyordum. Tekrar düşüyor tekrar alıyordum. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, bab: 11, K. el-Mağazi, bab: 20

Sahabe-i Kirmanın savaşta uyumaları, mü’minlerin enerji ve güçlerini toplamaları ve Allah'ın zaferinin geleceğine güven duymaları içindi. Çünkü uyku, güven alametidir. Korkan kişinin gözüne uyku girmez.

Bu hususta Süddi diyor ki: "Müşrikler Uhut savaşında ayrılıp giderken, gelecek yıl Bedir mevkiinde tekrar müslümanlarla karşı karşıya geleceklerini söylediler. Resûlüllah da "Evet, olur." dedi. Bunun üzerine Müslümanlar, müşriklerin, Medineye baskın yapacaklarından korktular. Resûlüllah, müşriklerin arkasından birini gönderdi ve ona şöyle tenbih etti: "Git bak, eğer onların, yüklerinin yanında oturduklarını ve atlarından uzak olduklarını görürsen bil ki, onlar çekilip gitmekteler. Şâyet onları, atlarına binmiş ve yüklerinden uzakta görürsen bil ki onlar Medineye baskın yapacaklardır." Mü’minlere de "Allah’tan korkun, sabredin." dedi ve onları, savaşta sabırlı olmaya teşvik etti. Resûlüllah, müşriklerin, hemen gidip yüklerinin yanında oturduklarını öğrenince sesinin çıkabildiği en yüksek sesiyle, müşriklerin geçip gittiklerini ilan etti. Bunu işiten mü’minler, Peygambere inanarak rahatladılar ve uykuya daldır. Münafıklar ise Resûlüllah’a inanmadıklarından, müşriklerin, kendilerine baskın yapacağı korkusuyla canlarının derdine düştüler.

Görüldüğü gibi münafıklar, Resûlüllah’a inanmadıklarından dolayı Uhut savaşından sonra korku içinde kalmışlar ve kendi kendilerine "Şâyet, savaşmaya dair bizim görüşümüz alınsaydı bu şekilde mağlup olmazdık." demeye başlamışlardı. Bu sözü söyleyenlerden biri de Muattıp b. Kuşeyr idi. Allahü teâlâ ise münafıkları bu şekilde rüsvay etmiş, içlerinde gizledikleri şeyleri Resûlüllah’a ve ümmetine bildinniştir.

155

İki topluluk karşılaştığı gün, içinizden, savaştan yüzçevirenlerin yaptıkları bazı günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını kaydırmak istemişti. Allah onları affetti. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve kullarına yumuşak davranandır.

Müslüman toplulukla müşriklerin karşılaştığı Uhut savaşında içinizden, savaştan kaçarak mağlubiyete sebep olanlarınızın işledikleri bazı günahlardan dolayı Şeytan, ayaklarını kaydırmak ve onları hatalara sürüklemek istiyordu. Allah onları artık affetti. Cezai and ırmaktan vaz geçti. Şüphesiz ki Allah, günahları çokça affeden ve çok yumuşak davranandır. Emrine karşı gelenlerin cezasını vermekte acele etmez.

Müfessirler, bu âyette, Uhut savaşı sırasında kaçtıkları zikredilen kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda şunları zikretmişlerdir.

a- Hazret-i Ömer, Katade ve Rebi' b. Enesten nakledilen bir görüşe göre bu âyette, kaçtıkları zikredilen insanlardan maksat, Uhut savaşı esnasında kaçan bütün mü’minlerdir.

b- Süddiye göre ise bu âyette, kaçtıkları zikredilen kişiler, Uhut savaşından kaçarak Medineye gidenlerdir. Zira, Uhut savaşından kaçanların bazıları dağdaki kayanın üzerine çıkmışlar, diğer bazıları ise Medineye gitmişlerdir. Âyet-i kerime bu sonuncuları zikretmektedir.

c- İkrimeye göre burada, kaçtıkları zikredilen kişiler, Rafi' b. Mualla, Ebû Huzeyfe b. Utbe ve diğer belli kişilerdir. Bu hususta daha başka Rivâyetler de vardır.

156

Ey iman edenler, siz, inkâr eden ve yeryüzünde sefere çıkan ya da savaşa giden kardeşleri için "Eğer yanımızda olsalardı ölmez ve öldürülmezlerdi." diyenler gibi olmayın. Onların bu sözleri, Allabin, kalblerinde bir üzüntü meydana getirmesi içindi. Dirilten de öldüren de Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Ey iman edenler, Abdullah b. Selulün arkadaşları olan şu münafık kâfirler gibi olmayın. Onlar, ticaret maksadıyla bir yere gidip te orada ölen veya gaziler olarak sefere çıkıp ta orada öldürülen, İnkârcılıkta beraber oldukları kardeşleri için şöyle demişlerdi. "Eğer yanımızda olsalardı, yolculukta ölmez veya savaşta öldürülmezlerdi." Böylece Allah, onların bu sözlerini kalblerinde bir üzüntü vesilesi olarak bıraktı. Dirilten de öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir.

Bu âyet-i kerime, mü’minleri cihada teşvik etmekte, münafıkların da ci-had etmekten korktuklarını beyan etmektedir.

Bu âyette zikredilen ve mü’minlerin, kendilerine benzememeleri emredilen kişilerden maksat, Süddi ve Mücahide göre, Abdullah b. Übey b. Selul'dür. İbn-i İshaka göre ise bütün münafıklardır.

Yine bu âyette zikredilen "Yeryüzünde sefere çıkan" ifadesinden maksat, Süddiye göre "Ticaret için çıkan"

demektir. İbn-i İshaka göre ise "Allah’a ve Resulüne itaat için çıkan" demektir.

157

Yemin olsun ki, eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, biriktirdiğiniz şeylerden daha hayırlıdır.

Ey mü’minler, şüphesiz ki ölüm mutlaka gerçekleşecektir. Ancak, Allah yolunda ölmek veya öldürülmek, kazançlı bir ölümdür. Böyle bir ölüm insanlar için, biriktirecekleri geçici dünya mallarından elbetteki daha hayırlıdır. O halde sizler de münafıklar gibi Allah yolunda cihad etmekte tereddüt etmeyin.

Bu hususta diğer bir âyet-î kerimede şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz ki Allah, cihad eden mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın, Tevratta, İncilde ve Kur'anda olan gerçek vaadidir. Allah’tan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alış verişe sevinin. İşte büyük kurtuluş budur. Tevbe sûresi, 9/111

158

Yemin olsun ki eğer ölür veya öldürülürseniz mutlaka Allah'ın huzurunda toplanacaksınız.

Ey mü’minler, şüphesiz ki, öîseniz de veya başkaları tarafından öldürülseniz de sonunda mutlaka, Allah'ın huzurunda bir araya getirileceksiniz. Allah sizlere, amellerinizin karşılığını verecektir. O halde sizler, Allah’a yaklaştıran cihad etme ve Allah’a ittaatta bulunma gibi amelleri, dünyaya gönül vermeye ve geçici dünya malıyla meşgul olmaya tercih edin. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın.

159

Allah'ın rahmeti sebebiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer sen kaba ve katı kalbi olsaydın, muhakkak ki insanlar etrafından dağılır giderlerdi. Öyleyse onları affet ve bağışlanmalarını dile. İşlerde onlarla istişare et. Bir işe de azmettin mi Allah’a tevekkül et. Şüphesiz ki Allah, tevekkül edenleri sever.

Ey Rasûlüm, Allah'ın, senin kalbine yerleştirdiği merhamet duygusu sebebiyle arkadaşlarına yumuşak davrandın, onların kusurlarına katlandın. Eğer sen, sert ve katı kalbli birisi olsaydın, muhakkak ki insanlar etrafından dağılır giderler ve seni tek başına bırakırlardı. Fakat Allah sana lütufta bulundu ve ahlakını güzelleştirdi, kalbini yumuşattı. Öyleyse onları affet ve Allah'ın, onları bağışlamasını dile. Başınıza gelecek sıkıntılarda seni dinlemeleri için, kalblerini ısındırman ve gönüllerini alman için, ortaya çıkan ciddi işlerde onlarla istişare et. Kesin olarak karar verdikten sonra da, arkadaşlarının görüşlerine uysa da uymasa da bu kararını tatbik et ve bütün işlerinde Allah’a tevekkül et, ona güven. Şüphesiz ki Allah, kaza ve kadere rıza gösteren, hükmüne boyun eğen ve bütün işlerinde kendisine güvenenleri sever.

Peygamber efendimiz, önemli meselelerde Allahü teâlânin enirine uyarak sahabe ile istişarede bulunmuştur. Nitekim Bedir, Uhut, Hendek ve Hudeybiye gibi savaşlarda sahabe ile istişarede bulunduğu bilinmektedir.

Müfessirler, Resûlüllah’a vahiy gelip yol gösterdiği ve yanlış davrandığında uyanlıp davranışları düzeltildiği halde, Allahü teâlânın ona, sahabileriyle istişare etmesini emretmesindeki hikmeti, farklı şekillerde izah etmişlerdir.

a- Katade, Rebi' b. Enes ve İbn-i İshaka göre, Resûlüllah’ın, sahabileriyle istişare etmesinin emredilmesinin sebebi, sahabilerin gönlünün hoşnut edilmesi ve onların dine karşı bağlılıklarının kuvvetlendirilmek istenmesidir. Zira, Resûlüllah, savaş gibi tehlikeli işlerde sahabileriyle istişare edince onlar, Resûlüllah’ın, kendilerini dinlediğini ve onlarla yardimlaştığını hisseder, böylece huzur içinde onun kararına boyun eğmiş olurlardı. Aslında Allahü teâlâ, Resûlüllahı vahiy ile destekleyerek herhangi bir kimse ile istişare etmesine ihtiyaç bırakmamıştır.

b- Dehhak ve Hasan-ı Basriye göre ise, Allahü teâlânın, Resûlüllah’a sahabeleriyle istişare etmesini emretmesinin sebebi, istişare etmenin faziletli bir iş olduğunu belirtmesi içindir.

c- Süfyan b. Uyeyneye göre ise, Allahü teâlânın Resûlüllah’a, sahabileriyle istişare etmesini emretmesinin sebebi, Resûlüllahtan sonra gelen mü’minlerin de kendi aralarında istişareye başvurmalarının gerekliliğini öğretmelidir. Zira, Allahü teâlâ, vahiy ile Resûlüllah’a yol göstermiştir. Ondan sonra gelen mü’minler için böyle bir imkân olmadığından, Allahü teâlâ, Resûlüllah’a istişare yaptırarak onlara doğruyu bulma yolunu göstenniştir. Ta ki mü’minler, birbirleriyle istişare edip hakka ulaşsınlar.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın Resûlüllah’a, mü’minlerle istişare etmesini emretmesinin sebebi, hem şeytanın vesvesesine kapılma tehlikesine manız kalabilecek olan mü’minlerin gönüllerini hoşnut etmektir. Hem de mü’minlere, bir sıkıntı anında nasıl davranacaklarını öğretmektir. Böylece mü’minler, Resûlüllah'ın hayatında olduğu gibi, ondan sonra da zor meselelerde aralarında istişare etsinler, heva ve heveslerine kapılmadan doğruyu bulsunlar.

Âyet-i kerime’nin sonunda, "Bir işe de azmettin mi Allah’a tevekkül et." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey Rasûlüm, sana bir mesele hakkında, bizim emrimiz geldiği için bir işi yapma hususunda karar verdin mi artık Allah’a tevekkül et ve onu yap. Bunu yapman, sahabilerinin görüşüne uygun olsa da olmasa da farketmez.

160

Eğer Allah size yardım ederse, size galip gelecek kimse yoktur. Şâyet sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size kim yardım edecek? Mü’minler sadece Allah’a güvensinler.

Ey iman edenler, eğer Allah, düşmanlarınıza karşı size yardım ederse, onlar aleyhinizde birleşseler dahi size galip gelecek hiçbir kimse yoktur. Şâyet Allah sizi yardımsız bırakırsa ondan başka size kim yardım edebilir? O halde mü’minler, insanlara değil yalnızca Allah’a güvensinler ki Allah, yardım ve zaferiyle onları kurtarsın. Kimseye muhtaç etmesin.

161

Hiçbir Peygambere, ganimet malına (Ümmet malına) hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, hıyanet ederse, kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese kazandığının karşılığı tanı olarak verilir. Onlara zulmedilmez.

Hiçbir Peygabere, ganimet malından bir şeye hıyanet etmesi yakışmaz. Kim, müslümanlara ait ganimet malından bir şeye hıyanet ederse, kıyamet günü o hıyanet ettiği şeyi boynunda taşıyarak mahşer yerine gelecektir. Sonra herkese kazandığının karşılğı tam olarak verilecek ve hiçbir kimseye zulmedilmeyecektir.

Kurralar, bu âyette geçen ve "Hıyanet etme" diye tercüme edilen fiilini iki şekilde okumuşlardır.

1- Hicaz ve Irak kurralarından bir topluluk bu fiili, Kur'an-ı Kerimede tesbit edildiği şekliyle (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati esas alan müfessirler Âyet-i kerime’nin bu bölümünü, çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr, bu âyet-i kerime’nin Bedir savaşındaki ganimet mallarından, kırmızı renkli bir kadife kumaşın kaybolması üzerine, bir kısım insanların "Belki de onu Resûlüllah almıştır." demeleri üzerine nazil olduğunu söylemişlerdir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bu âyet-i kerime Bedir savaşında nazil olmuştur. Savaştan sonra ganimet mallarından, kırmızı renkli bir kadife kumaş kaybolmuş ve bazı kişiler şöyle demişlerdi. "Belki onu, Allah'ın Resulü almıştır." işte bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, Hadis No : 3009 / Ebû Davııd K. el-Harıf bab: 1 Hadis No : 3971

b- Yine Abdullah b. Abbas ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre, onlar, âyetin bu kıraat şeklini esas almışlar ve bu âyetin iniş sebebinin, Resûlüllah’ın göndermiş olduğu bir müfrezenin getirdiği ganimetleri alıp onlara teslim etmemesi üzerine nazil olmuştur.

Bunlara göre âyet-i kerime, Resûlüllah’a gelen ganimetleri, müfrezeler dahi getirmiş olsa, o ganimeti, hak edenlere adil bir şekilde dağıtmasını emretmektedir.

c- Yine bu kıraati esas alan İbn-i İshak, Süddi ve Mücahide göre Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Hazret-i Muhammedin, kendisine vahyedilen şeylerden herhangi bir şeye ihanet etmediğini bildirmektedir. Bunlara göre fiili mutlak ihanet etmek mânâs nidadır.

2- Medine kurralarının çoğunluğu ile Küfe kurraları ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kıraati esas alanlar da kendi aralarında âyete farklı mânâlar vermişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Katade ve Rebi' b. Enese göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir. "Sahabilerinin, ganimet malını alarak peygambere ihanet etmeleri onlara yakışmaz. Bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Bedir savaşında elde edilen ganimet mallarından bir kısmını saklayan sahabiler hakkında nazil olmuş ve onlar Peygambere karşı olan bu davranışlarından dolayı uyarılmışlardır.

b-

Diğer

bazılarına göre, âyetin bu bölümünün mânâsı "Bir Peygamberin ganimetten mal almakla itham edilmesi yakışmaz." demektir.

Taberi birinci kıraat şeklini tercih etmiş ve âyetin mânâsının da "Ganimet mallarından herhangi bir şeye ihanet etmek. Peygamberlerin sıfatlarından değildir. Böyle bir şeyi yapan da Peygamber değildir." demek olduğunu söylemiştir. Zira, âyetin son bölümü, bu mânâya uygun düşmektedir.

Âyet-i kerime’de "Kim hıyanet ederse kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyle gelir." buyurulmaktadır. Resûlüllah’ın, ganimet mallarından herhangi bir şeye ihanet edenin, kıyamet günündeki halini beyan ederek şöyle buyurduğu Rivâyet edilmektedir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"Resûlüllah bir gün kalkıp aramızda bir hutbe irad etti. Ganimetten bir şeye ihanet etme meselesini anlattı ve bu hususun büyük bir mesele olduğunu bildirdi ve şöyle buyurdu: "Sakın sizden birinizi, kıyamet gününde boynunun üzerinde meleyen bir koyunla veya kişneyen bir at ile karşılaşmış olmıyayım. O kimse "Ey Allah'ın Resulü, sen beni kurtar." diyecek ben de "Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim. Yine sizden birinizi boynunun üzerinde böğüren bir deve ile karşılamış olmıyayım. O kişi bana "Ey Allah'ın Resulü, beni kurtar." diyecek ben de ona: "Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü ben sana tebliğ etmiştim." diyeceğim. Yine sizden birinizi, boynunun üzerinde, altın veya gümüş bulunarak karşılaşmış olmıyayım." O kişi bana "Ey Allah'ın Resulü, beni kurtar." diyecek ben de ona "Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim veya sizden birinizi, boynunun üzerinde sallanan bir parça elbise ile karşılamış olmıyayım. O kimse "Ey Allah'ın Resulü beni kurtar" diyecek. Ben de ona: "Sana bir şey yapacak güçte değilim. Çünkü sana tebliğ etmiştim." diyeceğim Buhari, K. el-Cihad bab: 189 Müslim K. el-lmara bab: 24 Hadis No : 1831

Ebû Humeyd es-Saidi diyor ki:

"Resûlüllah, Esed kabilesinden, İbn-i el-Lutbiyye isimli bir kişiyi zekat toplamak için memur tayin etti. O kişi dönüp gelince zekattan topladığı mallar için "Bu sizindir. Bu da bana aittir. Çünkü bu bana hediye edilmiştir." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minbere çıktı. Allah’a hamdedip onu övdükten sonra şöyle buyurdu: "Ne oluyor bir vazifeliye ki, ben onu gönderiyorum o da döndüğünde "Bu mallar sizindir, bunlar da bana hediye edildi." diyor. Babasının veya annesinin evinde otursun da görsün bakalım, ona hediye ediliyor mu, edilmiyor mu? Muhammedin nefsi, kudret elinden olan Allah’a yemin olsun ki, sizden herhangi bir kimse o sadakalardan bir şey olacak olursa o kimse, kıyamet gününde o sadakayı mutlaka boynunda taşıyarak gelecektir. Onun boynunda, böğüren bir deve veya böğüren bir sığır, yahut meleyen bir koyun şeklinde olacaktır." Sonra Resûlüllah ellerini yukan kaldırdı. Öyle ki biz onun koltuk altı beyazlanın gördük. O şöyle buyurdu: "Ey Allah’ım tebliğ ettim mi? Ey Allah'ım tebliğ ettim mi? Müslim, K. el-îmara, bab: 26 Hadis No: 1832

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Bir zaman Resûlüllah, Sa'd b. Ubadeyi zekat toplamakla vazifelendirdi ve ona "Ey Sa'd, sakın sen kıyamet gününde böğüren bir deveyi sırtında taşıyarak gelmiş olma." dedi. Sa'd da "Ben ne o deveyi alırım ne de kıyamet gününde onu yüklenerek getiririm." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah onu vazifeden muaf tuttu.

162

Allah'ın rızasına tabi olanla Allah'ın gazabına uğrayan kimse bir olur mu? Gazaba uğrayanın yeri cehennemdir. O ne kötü bir varılacak yerdir.

Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçarak, onun rızasını kazananla, onun gazabına uğrayan hiç bir olur mu? Gazabına uğrayının sığınağı cehennemdir. O cehennem ne kötü bir yerdir.

Dehhak, bu âyet-i kerime’yi, bir önceki âyetle irtibatlayarak buna şu şekilde mânâ vermiştir. "Ganimetten herhangi bir şeye ihanet etmeyerek Allah'ın rızasına tabi olan kimse, ganimetten herhangi bir şeye ihanet ederek, Allah'ın gazabına uğrayan kimse gibi olur mu? Allah'ın gazabına uğrayanın, varacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varılacak bir yerdir.

İbn-i İshak ise bu âyeti genel mânâda alarak şu şekilde mânâ vermiştir. "İnsanların hoşuna gitse de gitmese de, Allah'ın rızasına tabi olan kimse ile sırf insanları razı etmek ve onları kızdınnamak için Allah'ın gazabına uğrayan kimse bir midir? Allah'ın gazabına uğrayanın sığınacağı yer cehennemdir. Orası ne kötü varılacak bir yerdir.

Taberi, Önceki âyetle irtibatlı olması hasebiyle, birinci izah şeklinin tercihe şayan olduğunu söylemiştir.

163

Onların, Allah katında kendilerine göre dereceleri vardır. Allah, onların yaptıklarını çok iyi görendir.

Allah'ın rızasına tabi olanlarla gazabına uğrayanların, Allah katındaki dereceleri farklıdır. Allah'ın rızasına tabi olanlara ikramda bulunulur ve sevaplar verilir. Allah'ın gazabına uğrayanlar ise hor ve hakir düşürülür ve cezaya çarptınlırlar. Allah, onların yaptıklarını çok iyi görendir. Bütün insanların yaptıklarım zaptettirmektedir. Hiçbir şey ona gizli değildir.

Ibn-i İshak ve Abdullah b. Abbas, âyeti bu şekilde izah etmişler âyette geçen "Onlar" zamirinin hem Allah'ın rızasına tabi olanları hem de gazabına tabi olanları ifade ettiğini zikretmişlerdir.

Mücahid ve Süddi ise, âyette geçen "Onlar" zamirinin sadece, Allah'ın rızasına tabi olanlara ait olduğunu, bu sebeple âyetin mânâsının şöyle olduğunu söylemişlerdir: "Allah'ın rızasına tabi olanların Allah katında üstün dereceleri vardır.."

164

Şüphesiz ki Allah, mü’minlere lütufta bulundu. Zira daha önce onlar açık bir sapıklık içinde bulunuyorken onlara, içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen ve kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber gönderdi.

Allah, mü’minlere lütuf ve ihsanda bulunmuştur. Çünkü Allah onlara kendi içlerinden bir Peygamber göndermiştir. O Peygamber mü’minlere, Allah'ın âyetleri olan Kur’an’ı okur, onları mânevi kirler olan günahlardan temizler. Onlara Allah'ın kitabını ve Resûlüllah’ın, hikmet kaynağı olan sünnetini öğretir. Halbuki onlar, Peygamber gönderilmeden önce apaçık bir sapıklık ve koyu bir cehalet içindeydiler.

Allahü teâlânın, kullarına en büyük lütuf ve nimeti, aydınlatıcı bir nur olan Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)i göndermesidir. Allahü teâlâ bütün bu kainatı ve kainatın içinde bulunan gökleri ve yeri, ayı ve güneşi, yıldızlan ve diğer gezegenleri, denizleri ve ırmakları, dağları ve bitkileri yaratmış, bunların bizim içim bir lütuf olduğunu söylememiş fakat Peygamber olan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)i göndenne nimetinin büyük bir lütuf olduğunu beyan etmiştir. Bu da bu nimetin büyüklüğünü göstennektedir.

165

Düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibet size gelince mi "Bu bize nereden geldi." dediniz? Ey Rasûlüm, onlara de ki: "bu başınıza gelen kendinizdendir. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir."

Bedir savaşında, düşmanlarınızı iki katına uğrattığımız bir musibetin Uhut savaşında size bir katı dokununca mı: "Biz, müslümaniz bu bize nereden geldi?" diyorsunuz? Ey Rasûlüm, onlara de ki: "İtaat etmeyi bırakıp benim emrime de karşı gelmeniz sebebiyle başınıza gelen bu musibet kendi nefsinizdendir. Şüphesiz ki Allah her şeyi yapmaya kadirdir."

Mü’minler Bedir savaşında, müşriklerden yetmiş kişi öldürüp yetmiş kişiyi de esir almışlardır. Uhutta ise mü’minlerden sadece yetmiş kişi öldürülmüştür. Bu sebeple mü’minlerin uğradıkları zararın iki katını müşriklere verdikleri zikredilmektedir.

Âyet-i kerime’de geçen "Başınıza gelen, kendinizdendir." ifadesi, iki şekilde izah edilmiştir:

a- Katade, İkrime Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre "Kendinizdendir." ifadesinden maksat, Uhut savaşında, Resûlüllah’ın "Medinede kalarak kendinizi savunun." emrine karşı gelmeleri ve Uhuta gitmekte ısrar etmeleridir. Bu yüz- , den kendi kusurlarının karşılığını görmüşler ve mağlup olmuşlardır. '

b- Ubeyde es-Selmaniye göre ise bu ifadeden maksat, Bedir savaşında, müşrikleri öldürme yerine oları esir almaları ve fidye karşılığında salıvermeleridir. Bu hususta Hazret-i Alinin şunları söylediği rivâyet edilmektedir:

Müslümanlar Bedir savaşında müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş, yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu esirler hakkında sahabileri ile istişare etmiş, Allahü teâlânın, kendisine, bunların ya boyunlarının vurulmasını veya ilerde bunların sayısı kadar ölü vermek karşılığında fidye alarak şerbet bırakabileceklerini emrettiğini söylemiştir.

Sahabilerden bazıları, bunların boyunlarının vurulmasınfisterken diğerleri "Ey Allah'ın Resulü, bunlar bizim akrabalarımız ve kardeşlerimizdir. Biz bunlardan fidye alıp serbest bıraksak, aldığımız fidye ile de düşmana karşı güçlensek, içimizden ilerde bunların sayısı kadar da şehit vermiş olsak olmaz mı?" dediler. Ve sonuçta esirlerden fidye alınarak serbest bırakıldı.

Daha sonra Uhut savaşında müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Böylece Bedirde serbest bırakılan yetmiş esire karşılık yetmiş müslüman öldürülmüş oldu. Âyet-i kerime buna işaretle "Bu başınıza gelen kendinizdendir."

166

Bak. Âyet 167.

167

İki topluluğun karşılaştığı günde size gelen musibet Allah'ın izniyledir. Ve mü’minleri ortaya çıkarması, münafıkları da belirtmesi içindir. Münafıklara "Gelin Allah yolunda savaşın veya kendinizi savunun." denildiği halde şöyle dediler: "Biz savaşmayı bilseydik size tabi olurduk." O gün onlar inkâra imandan daha yakındırlar Ağızlarıyla, kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlar. Allah, onların gizlediklerini çok iyi bilir.

Müslüman ve müşrik, iki topluluğun karşı karşıya geldiği Unut savaşında, sizin başınıza gelen öldürme ve yaralanma felaketleri, Allah'ın izni ve onun kaza ve kaderiyledir. Ve ayrıca Allah'ın, mü’minleri ortaya çıkarması, münafıkları belirtmesi içindir. Münafıklara: "Gelin bizimle beraber müşriklere karşı Allah yolunda savaşın veya kalabalık sayınızla bizi savunun." denildiği halde onlar, "Biz savaşmayı bilseydik elbette ki size tabi olurduk." dediler.

Abdullah b. Übey b. Selul ve arkadaşlarından oluşan ve Uhut savaşında Allah'ın Resulünden geri kalan bu münafıklar, o savaş günü, inkâra imandan daha yakın idiler. Ağızlarıyla, kalblerinde olmayan şeyi söylüyorlardı. Allah ise onların gizlediklerini çok iyi bilendir.

* Bu âyet-i kerime’nin, Abdullah b. Übey b. Selul ve benzerleri hakkında nazil olduğu söylenmektedir. Bilindiği gibi İbn-i Selul, daha Uhut'a varmadan "Şevt" denen yerde, kendisine tabi olan üç yüz kişiyle birlikte Resûlüllah’ın ordusundan ayrıldı.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Kendinizi savunun" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, Süddi ve İbn-i Cüreyce göre "Sayınızı çoğaltın. Böylece düşmanınızı defetmiş olursunuz." demektir. Ebû Avn el-Ensariye göre ise "Düşmanın önünde durun." demektir.

168

Kendileri oturup kaldıkları halde kardeşleri için "Eğer bize uy-salardı öldürülmezlerdi." dediler. Onlara şöyle de. "Eğer iddianızda doğru iseniz haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın".

O münafıklar, Uhut savaşına gitmeyerek oturup kaldıkları halde, münafık kardeşleri için dediler ki: "Eğer sözümüzü dinleselerdi orada öldürülmezlerdi." Ey Rasûlüm, sen bu münafıklara de ki: "Eğer bu iddianızda doğru iseniz ölümü kendinizden uzaklaştırın. Yani, "Bizi dinleselerdi öldürülmezlerdi." diyorsunuz. Siz bırakın bu iddiayı da şâyet gücünüz yetiyorsa ölümü önce kendinizden uzaklaştırın. Buna gücünüz yetmeyeceği muhakkaktır. Zira ölüm sizi nerede olursanız yakalayacaktır. O halde böyle konuşmanızın ne mânâsı vardır?

Bu âyet de Abdullah b. Übey ve arkadaşlan hakkında nazil olmuştur.

169

Allah yolunda öldürülenleri, sakın ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler. Rableri katından rızıklandırılmaktadırlar.

Sakın Allah yolunda şehit düşenleri, bir şey hissetmeyen, herhangi bir şeyden zevk almayan, nimetlerden istifade etmeyen ölüler zannetmeyin. Bilakis onlar diridirler, rableri katından rızıklandınlmaktadırlar.

* Bir hadis-i şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Kardeşleriniz Unut savaşında canlarını kaybedince, Allah onların ruhlarını, yeşil renkli kuşlar şeklindeki yaratıklara verdi. Onlar cennetin intaklarına gelir su içerler, onun meyvelerinden yerler ve arşın gölgesindeki, altından yapılmış kandillerin çevresinde konaklarlar. Onlar, yiyecek ve içeceklerinin temiz ve lezzetli oluşunu, konaklarının Ua güzelliğini görünce şöyle dediler: "Bizim diri olduğumuzu ve cennette rızıklandırıldığımızı, mü’min kardeşlerinize kim tebliğ ederki onlar, cihaddan geri kalmasınlar ve savaştan çekinmesinler." Bunun üzerine Allahü teâlâ "Bunu kullanma, sizin yerinize ben bildireyim." dedi. Ve bu âyet-i kerime’yi indirdi. Ebû Davud, K. el-Cihad bab: 25 Hadis No : 2520

Abdullah b. Abbas, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"Şehitler, cennetin kapısındaki nehirin aydınlattığı yerde yeşil bir kubbenin içindedirler. Onlara, sabah akşam rızıklan cennetten getirilmektedir Ahmed b. Hanbel, Müsned ,C.1 S. 266

Cabir b. Abdullah diyor ki: "Ben, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim."Ey Cabir, ben, seni müjdelemiyeyim mi?" Dedim ki: "Evet müjdele ey Allah'ın Resulü." Dedi ki: "Ey Cabir, senin babam Uhutta öldürüldüğü yerde Allah tekrar diriltti. Sonra ona "Ey Amr'ın oğlu Abdullah, sana ne yapmamı arzu edersin?" dedi. Baban da dedi ki: "Ey rabbim, beni tekrar dünyaya döndürmeni isterim. Ta ki, senin uğrunda savaşıp tekrar öldürülmüş olayım."

Abdullah b. Mes'ud, Katade, Rebi' b. Enes ve Dehhaka göre bu âyet-i kerime, Uhut savaşında şehit düşenlerin nerede olduklarını soran kişelere cevap olarak inmiştir.

Enes b. Malike göre ise, B'ir-i Maune hadisesinde şehit düşen sahabiler hakkında nazil olmuştur.

170

Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği şeylerle sevinç içindedirler. Geride kalıp kendilerine yetişemeyenlere, onlar için bir korku ve üzüntü olmadığını müjdelerler.

Onlar, Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlerden dolayı sevinç içindedirler. Ölmeyip geride diri kalan ve kendilerine yetişemeyen kardeşlerine "Onlar için bir korku yoktur. Onlar, üzülmeyeceklerdir de." müjdesini verirler. Zira kardeşlerinin de kendileri gibi Allah'ın düşmanlarına karşı cihad ettiklerini ve öldü itil düklerinde, onların da nimetlere kavuşturulacaklarını bilirler.

Süddi diyor ki: "Şehide bir mektup getirilir. Onda, dünyadan göçüp âhirete giden kardeşleri ve aile efradının geldikleri bildirilir ve ona denir ki: "Filan günde filan kişi, falan günde falan zat gelecek." O da, dünyada kaybolanların bulunmaları halinde sevindiği gibi sevinir.

171

Allah'ın nimetini, lütfunu ve Allah'ın, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler.

Allah yolunda öldürülenler, Allah'ın nimetini, lütfunu ve Allah'ın, mü’minlerin mükâfaatmı asla zayi etmeyeceğini, diğer mü’minlere müjdelerler. Kendileri de bunlara sevinirler.

* Peygamber efendimiz, şehitlere cennette nasıi ikram edileceğini beyan ederek buyuruyor ki:

"Öldükten sonra Allah katında ikram gören hiçbir kul, bütün dünya ve içindekiler kendisine verilse dahi tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit müstesnadır. O, şehitliğin üstünlüğünü gördüğü için, tekrar dünyaya dönüp bir daha öldürülmeyi (Tekrar şehit olmayı) arzular. Buhari K. El-Cihad, bab: 6 / Müslim K. el-îmare, bab: 108, Hadis No: 1877

172

O mü’minler, kendilerine yara isabet ettikten sonra da Allah ve Resulünün davetine uydular. Onlardan iyilik yapıp Allah’tan korkanlar için büyük bir mükâfaat vardır.

Burada zikredilen mü’minler, Uhut savaşı bittikten sonra "Hamraul Esed" denilen yerde tekrar Resûlüllah’ın çağırışına uyup ona tabi olanlardır.

Uhut savaşında Peygamber efendimiz yaralandıktan sonra, müşrikler oradan uzaklaşınca, Peygamber efendimiz düşmanın tekrar geri dönebileceğini düşünerek "Bunların izini kim takibedecek?" dedi. Hazret-i Ebubekir ve Zübeyr b. Avvamın da içinde bulunduğu yetmiş kişi kadar olan bir gurup Resûlüllah’ın bu ça-ğınsına uydular ve Hamraul Esede kadar yürüdüler. Bunları gören müşriklerin kalbine Allah bir korku saldı ve mağlup bir şekilde kaçıp gittiler. Ve Müslümanlar emniyet içinde Medineye döndüler Bkz. Buhari, K. el-Magazi bab: 25

173

İnsanlar onlara: "Düşmanlarınız size karşı ordu topladı. Onlardan korkun." dediklerinde bu, onların imanını artırmıştır ve şöyle demiş-ı Ur: "Allah bize yeter o ne güzel vekildir.

* Müşrikler, Uhut savaşının sona ermesinden sonra Mekkeye doğru yola çıktıklarında Ebû Süfyan: "Medineye dönüp müslmanların kökünü kazımadan niçin geri dönüyoruz?" diyerek geri dönüp tekrar hücum etmek istemiş ve yanlarından geçen bir Bedeviye bahşiş de vererek "Git Muhammede söyle tekrar geliyoruz." demiş bu sırada Allahü teâlâ, durumu Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e bildirmiş o da ordusunu hazırlayarak Hamraul Esede doğru yürümüş ve orada o Bedevi ile karşılaşmış. Bedevi kendisine söyleneni onlara iletmiştir, işte gelen bu haber üzerine mü’minlerin aldıkları tavın âyet-i kerime şöyle beyan etmektedir.

İnsanlar o mü’minlere: "Düşmanlarınız size karşı koymak ve sizinle savaşmak için asker topladılar. Onlardan korkun çünkü onlara karşı sizin gücünüz yoktur." dediklerinde bu, onların imanlarını artırdı ve onlar: "Allah bize yeter, Allah kendisim dost edinenlere ne güzel bir vekildir." diye cevap verdiler.

Müfessirler, Resûlüllah’ın sahabilerine "Düşmanlarınız size saldırmak üzere toplandılar." sözünün ne zaman ve kimler tarafından söylendiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İbn-i İshak, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre sahabilere bu söz Uhut savaşından sonra, müşriklerin takibine çıkan Resûlüllah’a Hamraul Esed mevkiinde, Abd-i Kays oğullarına ait Kervan tarafından söylenmiştir.

Bu hususta, Muhammed b. İshak, şunları anlatmaktadır.: Mabed b. Ebû Mabed el-Huzai, Hamraul Esed mevkiinde, Resûlüllah’ın yanından geçiyordu. O sırada Mabed müşrikti. Ancak Hazaa oğullarının müslümanları da müşrikleri de Tihame bölgesinde, Resûlüllah’ın sırdaşları ve müttefikleriydiler. Orada olup biten şeyleri Resûlüllahtan saklamazlardı. Mabed dedi ki: "Ey Muhammed, vallahi senin uğradığın şey, bizim ağırımıza gitti. Bizler Allah'ın seni muhafaza etmesini isterdik." Sonra Mabed, Resûlüllahı Hamraul Esed'de bırakıp yoluna devam etti. "Revha" denen yerde Ebû Süfyan ve arkadaşlarına kavuştu. Onlar, tekrar, Resûlüllah ve sahabileriyle savaşmak üzere hazırlık yapıyorlardı ve kendi kendilerine şöyle demişlerdi: "Biz Muhammedin arkadaşlarını, onların ileri gelenlerini ve komutanlarını Uhutta öldürdükten sonra onların kökünü kurutmadan geri mi dönelim? Onların geride kalanlarına tekrar hücum edelim ve onlardan kurtulalım." Eb Süfyan, Mabedi görünce: "Ey Mabed, arkanda ne var?" dedi. Mabed de: "Arkamda Muhammed var. Arkadaşlarıyla birlikte yola çıkmışlar. Daha önce benzerini görmediğim bir kalabalıkla sizi arıyorlar. Onlar size karşı ateş püskürüyorlar. Karşılaştığınız zaman, Muhammedden geri kalmış olanlar onun yanında toplanmışlar. Daha önce yaptıklarına pişman olmuşlar. Onların içinde size karşı öyle bir kin var ki, ben bundan önce böyle bir kin görmemiştim." Ebû Süfyan ise "Vay haline, sen ne diyorsun?" dedi. Mabed: "Vallahi senin (Medine) tarafına gitmemeni, böylece senin atlarının kaküllerini görmeyi istiyorum. (Yani, gidersen öldürülürsün. Ben de senin atlarının kaküllerini gönnez olurum.) dedi. Ebû Süfyan "Vallahi onların geri kalanlarının kökünü kurutmak için toplanıp hücuma hazırlanmıştık." dedi. Mabed: "Ben senin, bunu yapmamanı isterim." dedi. Ebû Süfyan "Vallahi onlardan gördüğüm halleri, beni onlar hakkında şiir söylemeye sevketti" diye ilave etti. Mabedin bu telkinleri Ebû Süfyanı ve onunla beraber olanları Medine üzerine yürümekten vaz geçirdi. Ebû Süfyanın yanından Abd-i Kays oğullarına ait bir Kervan geçiyordu. Ebû Süfyan: Nereye gidiyorsunuz?" dedi. Onlarda "Medineye gidiyoruz." dediler. Ebû Süfyan "Niçin?" dedi. Onlar: "Biz, yiyecek maddeleri almak için gidiyoruz." dediler. Ebû Süfyan: "Sizler, benden bir mektup götürüp Muhammede verir misiniz? Bunun karşılığında ben size daha sonra Ukaz panayırında şuna kuru üzüm yükliyeyim." dedi. Onlar da "Evet, olur." dediler. Ebû Süfyan: "Ona deyin ki, biz onların geride kalanlarının kökükünü kurutmak için toplanıp ona ve sahabilerine doğru geliyoruz." dedi. Resûlüllah, Hamraul Esed mevkiinde iken bu Kervan gelip ona Ebû Süfyanın söylediklerini anlattı. Resûlüllah da: "Allah bize yeter o ne güzel vekildir." dedi. İşte âyet-i kerime bu olayı anlatmaktadır.

Bu izaha göre âyete zikredilen "İnsanlar"dan maksat, Abd-i Kays oğullarına ait olan Kervandır. "Ordu toplayan düşman"dan maksat ise Ebû Süfyan ve ordusudur.

b- Mücahid ve İkrimeye göre ise, düşmanlarının bir araya gelerek kendilerine saldıracağı haberi, Resûlüllah’a ve sahabilerine, Uhut savaşından bir sene sonra gittikleri küçük Bedir mevkiinde söylenmiştir. Zira, Uhut savaşı bittikten sonra Ebû Süfyan, Resûlüllah’a "Gelecek yıl, karşilacağımız yer, adamlarımızı öldürdüğünüz Bedir mevkii olsun." demiş Resûlüllah da "Evet, olur." demişti. Resûlüllah verdiği sözün gereğini yerine getirerek ertesi yıl, küçük Bedir mevkiine gitti. Onlar, müşriklerle karşılaştıklarında Kureyşin ne yaptığını soruyorlardı. Müşrikler de mü’minlerin kalbine korku salmak için "Onlar sizinle savaşmak için çokça adam topladılar. Onlardan korkun." diyorlardı. Fakat mü’minler onlardan korkmuyorlar "Allah bize yeter o ne güzel vekildir." diyorlardı. İşte orada müslümanlar, Bedir mevkiinde panayıra rastladılar. Oradan alış veriş edip ticaret yaptılar. Bu sebeple bundan sonra gelen âyet, onların bu durumunu tasvir ederek "Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan Allah'ın nimeti ve lütfuyle geri döndüler." buyurmaktadır.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün daha evla olduğunu, zira bundan önce geçen âyetin, Resûlüllah’a tabi olan kişilerin yaralı olduklarını beyan ettiğini, mü’minlerin ise Uhut savaşını müteakiben yaralı oldukları muhakkaktır. Bir yıl sonra meydana gelen Bedir olayında, yaralıların bulunmadığı bilinmektedir.

174

Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadan, Allah'ın nimeti ve lütfuyla geri döndüler ve Allah'ın rızasına uydular. Allah, büyük lütuf sahibidir.

Resûlüllah ve sahabileri düşmanı Hamraul Esede kadar takibettikten sonra, kendilerine hiçbir eziyet ve kötülük dokunmadan, Allah'ın nimeti ve lütfuyla evlerine geri döndüler. Ve Allah'ın Peygamberine itaat ederek Allah'ın rızasına uydular. Allah, yarattıklarına karşı büyük lütuf sahibidir.

175

O kişi ancak dostlarını korkutmak isteyen bir şeytandır. Onlardan korkmayın. Eğer mü’min iseniz benden korkun.

Sizi korkutmak isteyen o kişinin (Bedevinin) yaptığı ancak kendisini dost edinenler vasıtasıyla korku salmak isteyen şeytanın yaptığı bir iştir. Siz onların topluluğundan korkmayın. Çünkü ben size zaferi garanti ediyorum. Fakat sizler, hakkıyla iman edenlerseniz. Benim emrime karşı gelmekten korkun.

176

İnkâra koşuşanlar seni üzmesin. Onlar, Allah’a hiçbir zarar vermezler. Allah onlara, âhirette bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır.

Ey Rasûlüm, inkâra koşuşan şu münafık kafirler seni üzmesin. Çünkü onlar dinden çıkıp kâfir olmalarıyla Allah’a hiçbir zarar veremezler. Ancak kendilerine zarar verirler. Allah bunlara âhiret sevabından bir pay vermemek istiyor. Onlar için büyük bir azap vardır. O da cehennem ateşidir.

177

Şüphesiz ki imana karşılık inkârı satın alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Şüphesiz ki imanı verip kâfirliği alan bu münafıklar, dinden çıkmakla Allah’a hiçbir zarar vermezler. Onlara, bu yaptıklarından dolayı can yakıcı bir azap vardır.

Allahü teâlâ, bundan önceki âyetlerde, mü’min kullarını samimi olmaya, bütün işlerinde kendisine yönelmeye ve emirlerine boyun eğmeye teşvik etmekte ve onları dumanlarına karşı cihad etmeye, dostlarıni yalnız bırakmayıp onlara yardım etmeye davet etmektedir. Bu âyetlerde ise, münafıkların hallerini tasvir etmekte, onların, Allah’a hiçbir zarar veremeyeceklerini beyan etmekte ve onların cehenneme gireceklerini haber vermektedir.

178

Kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Biz onlara mühleti ancak, günahlarını artırsınlar diye veriyoruz. Onlar için alçaltın bir azap vardır.

İnkâr edenler, ömürlerini uzatarak kendilerine mühlet vermenizin sakın kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Biz onların ecellerini, ancak günahlarının artması için uzatıyoruz. Onlar için hor ve hakir düşüren bir azap vardır.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Onlar, kendilerine mal ve oğullar lütfederken, iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Mü’minim sûresi, 23/55, 56

Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla dünya hayatında onlara ancak azabetmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister. Tevbe sûresi, 9/85

179

Allah, mü’minleri, içinde bulunduğunuz şu durumda bırakacak değildir. Nihâyet, murdarı temizden ayıracaktır. Allah sizi gayba vâkıf kılacak da değildir. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçip gaybı bildirir. O halde Allah’a ve Peygamberine iman edin. Eğer iman eder ve Allah’tan korkarsanız, sizin için büyük bîrmükâfaat vardır.

Allah, mü’minleri, içinde bulunduğunuz, mü’minin münafıktan ayırdedilmediği bu karışık durumda bırakacak değildir. Nihâyet zorluklarla imtihan ederek temiz olan mü’mini, murdar olan münafıktan ayıracaktır. Allah sizi, gayba vâkıf kılarak kullarının kalbindekini size bildirecek değildi ki mü’mini münafıktan ve kâfirden ayırabilesiniz. Fakat Allah, Peygamberlerinden dilediğini seçip ona, kullarının kalbinde olan bazı gayblan bildirir. O halde Allah’a ve Peygamberine iman edin. Şâyet Peygamberlere iman eder ve Allah’tan korkarsanız sizin için büyük bir mükâfaat vardır.

Mücahid diyor ki: "Allahü teâlâ, münafıklarla mü’minleri Uhut savaşı imtihanı ile birbirlerinden ayırmıştır.

Katade ve Süddi ise: "Allahü teâlâ bu âyette, hicret ve cihadla mü’minleri kâfirlerden ayırdedeceğini beyan etmiştir." demişlerdir.

Taberi, daha önceki âyetlerin, münafıklar hakkında olması hasebiyle

birinci görüşü tercih etmiştir.

Bu âyet-i kerime, Allah’tan başka hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğini, bu sebeple kimin gerçek mü’min kimin de münafık olduğunun kesin olarak anlaşılamayacağını, bu sebeple de Allah'ın, insanları bir takım imtihanlardan geçirip gerçek mü’minle münafıkı ortaya çıkaracağını beyan etmekte, ayrıca, seçmiş olduğu Peygamberine, gayba ait bazı olayları haber vereceğini bildirmektedir.

Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Gaybı o bilir. Kimseye gaybı göstennez." "Ancak, Peygamber olarak seçtiği kimse bunun dışındadır. Çünkü Allah, seçtiği Peygamberin önüne ve ardına gözetleyici ko-yar Cin sûresi, 72/26,27

Bu hususta Süddi diyor ki: "Allah sizi gayba vâkıf kılacak ta değildir." ifadesinden maksat, "Allah, Muhammedi gayba vâkıf kılacak değildir." demektir.

İbn-i İshakdadiyorki: "Allah sizi, gayba vâkıf kılacakta değildir." ifadesinden maksat, "Ey mü’minler, Allah sizleri, imtihan edeceği gayba ait olaylara vâkıf kılacak değildir ki, o olayların, aleyhinize olanlarından kaçmasınız." demektir.

Taberi diyor ki: "Bu ifadenin izahında tercihe şayan olan görüş şudur. "Ey mü’minler, Allah sizleri, kullarının kalbindekine vâkıf kılacak değildir ki, onlardan mü’min olanları, münafık ve kâfirlerden ayıredebilesiniz. Bu sebeple Allah, kullarını bir kısım sıkıntı ve belalarla birbirlerinden aymr. Nitekim Unut savaşında düşmana karşı savaşma yoluyla onları birbirlerinden ayirdetmiştir. Böylece sizler, mü’minleri kâfir ve münafıklardan ayırdedebilesiniz. Ancak Allah, Peygamberlerinden bazılarını vahiy yoluyla, kullarının kalbinde bulunan şeylere vâkıf kılar."

180

Allah'ın, kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun, kendileri için hayiriı olduğunu sakın zannetmesinler. Bilsinler ki bu, onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah’a aittir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Allah'ın, dünyada kendilerine verdiği nimetler hususunda cimrilik yaparak, zekatlarını vermeyenlerin tutumlarının, kendileri için kıyamette hayırlı olacağını sakın zannetmesinler. Bilakis bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları o mal, kıyamette onların boyunlarına dolanacaktır. Göklerin ve yerin mirası ancak Allah’a aittir. Çünkü o, devamlı diridir ve sonu olmayandır. O, yaptığınız her şeyden haberdardır. İyilikte bulunanı iyiliği ile mükâfaatlandıracak, kötülükte bulunanı da kötülüğü ile cezalandıracaktır.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Zannetmesinler" diye tercüme edilen fiili iki şekilde okunmuştur.

a- Hicaz ve Irak kurralarından bir topluluk bu fiili şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin mânâsı mealde zikredildiği gibidir.

b- Diğer bazı kurralar ise bu fiili şeklinde okumuşlardır. Taberi de bu kıraat şeklini tercih etmiştir. Âyeti bu şekilde okuyanlar, ona çeşitli şekillerde mânâ vermişlerdir.

Süddiye göre bu ifadenin izahı şöyledir: Ey Rasûlüm, Allah'ın, dünyada kendilerine verdiği mallar hakkında cimri davrananların ve bu mallarından, Allah'ın farz kıldığı zekatı vermeyenlerin bu cimriliklerinin, kendileri için kıyamet gününde hayırlı olacağını zannetme. Bilakis, âhirette onların bu cimri davranışları kendileri için şer olacaktır.

Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre ise bu ifadenin manâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, sakın sen, Allah'ın, lütfundan, kendilerine verdiği Tevratta, senin sıfatlarını insanlara anlatmakta cimri davranan Yahudilerin bu cimriliklerinin kendileri için hayırlı olacağını zannetme."

Taberi, ikinci kıraattaki

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki cimrilikten maksadın, "Zekat vermemek" demek olduğunu söylemiştir. Zira bu âyetin devamındaki "Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır." ifadesini, Resûlüllah’ın, zekat vermemek olarak izah ettiği, birçok hadislerde zikredilmiştir. Ayrıca bundan sonra gelen âyette, müşrik ve Yahudilerin, zekat vermemek için "Şüphesiz ki Allah fakirdir, bizler zenginiz." dedikleri ve böylece zekatla alay ettikleri belirtilmektedir. Bu da gösteriyor ki, buradaki cimrilik yapılan şeyden maksat, zekattır.

Âyet-i kerime’nin devamında "Cimrilik yaptıkları şey kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır." buyurulmaktadır. Müfessirler, âyetin bu bölümünü çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a-

Bazılarına göre Âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: Allah, kıyamet gününde farz olan zekatı vermeyenin zekatını, gerdanlık gibi boynuna dolayacaktır. Bu hususta Resûlüllahtan şu hadis-i şerifler zikredilmiştir. Muaviye b. Hiyde diyor ki:

"Ben, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim." Herhangi bir kimse gelir de efendisinden arta kalan malını ister o da onu vermezse kıyamet gününde o kimse için dilini dışarı çıkarıp onu yalayan kel bir yılan çağırılır. O yılan, onun vermediği arta kalan malıdır. Nesâî K. ez-Zekat bab: 71/Ahmed b. Hanbel, Müsned.C. 5 S. 3

Abdullah b. Mes'ud Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Malının zekatını vermeyen hiçbir kimse yoktur ki Allah, kıyamet gününde, vermediği o zekatını, boynunda büyük bir yılan haline getirmiş olmasın." Sonra Resûlüllah, Aziz ve Celil olan Allah'ın kitabından bunun doğruluğunu ortaya koyan "Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği nimetlere karşı cimrilik yapanlar, bunun kendileri için hayırlı olduğunu zannetmesinler. Bilsinler ki bu onlar için bir serdir. Cimrilik yaptıkları şey, kıyamet gününde onların boyunlarına dolanacaktır." âyetini okuduk Tirmizi, K. Tefsir el-Rıır"an Sûre 3 Hadis No: 3012

Hicr b. Beyan Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Herhangi bir kimse akrabasına gider de ondan, Allah'ın kendisine verdiği şeylerden arta kalanı ister, o akrabası da o şeyi vermekte cimri davranacak olursa kıyamet gününde Allah, o kimse için cehennem ateşinden, dilini dışarı atan büyük bir yılan çıkarır, o yılan sonunda o kişinin boynuna dolanır." Resûlüllah bundan sonra bu âyeti okudu.

Ebû Hureyre de Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Allah kime mal verir de o da malının zekatını vermezse, o malı, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunan büyük bir yılan şekline sokulur ve kıyamet gününde o yılan onun boynun dolanır. Yılan o kişiyi iki avurdundan yakalar ve şöyle der: "işte senin malın benim. Senin hazinen benim." Sözünü bitirdikten sonra Resûlüllah efendimiz, bu âyet-i kerime’yi okumuştur. Buhari, K.. Tefsir el-Kur'an, Sûre 3, bab: 14 K. ez-Zekât, bab: 3 / Nesâî K. ez-Zekâl bab: 20

b- İbrahim en-Nehaiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Cimrilik yaptıkları şey kıyamet gününde ateşten bir gerdanlık olarak onların boynuna dolanacaktır.

c- Abdullah b. Abbasa göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Muhammedin Peygamberliğini gizleyen Yahudi Hahamları, kıyamet gününde, gizledikleri bu şeyin günahını sırtlarında taşıyacaklardır.

d- Mücahide göre, bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Dünyadayken cimrilik yaptıkları şeyi kıyamet gününde getirmeye zorlanacaklardır."

Taberi diyor ki: Tercihe şayan olan görüş buradaki, cimrilik ettikleri beyan edilen şeyden maksat, zekat mallarıdır." diyen görüştür. Zira zikredilen hadisler ve Rivâyetler bunu ifade etmektedir.

Âyet-i kerime’de: "Göklerin ve yerin mirası ancak Allah’a aittir." buyurulmaktadır.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki, "Miras, ölen bir malikin mülkünün, sağ kalan mirasçılarına intikal etmesidir. Yaratıklar yok olmadan önce de bütün göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’a ait olduğuna göre, Allah'ın göklere ve yere mirasçı olması ne demektir?" Cevaben denilir ki, "Allahü teâlâ bu ifade ile kendisinin devamlı olarak diri olduğunu, baki olduğunu, diğer bütün yaratıkların ise yok olacaklarım beyan etmiştir. Bu itibarla, dünyada iken bir takım eşyaya sahip gibi görünenlerin de sonunda öleceklerini ve sahibolduklan şeylerin gerçek malikinin de Allahü teâlâ olduğu gerçeğinin ortaya çıkacağını beyan etmektedir.

181

"Şüphesiz ki Allah fakirdir, biz ise zenginiz." diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz: Tadın o yakıcı azabı."

Allah, Yahudilerin "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz." sözlerini duymuştur. Biz onların yapmış olduklan iftiraları ve Peygamberleri haksız yere öldünnelerini yazacağız ve "İftiranızın cezası olarak tadın o yakcı azabı," diyeceğiz.

Abdullah b. Abbas, Süddi, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade ve İbn-i Zeyd bu âyet-i kerime’nin ve bundan sonra gelen bir kısım âyetlerin, Resûlüllah’ın döneminde bulunan Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta Abdullah b. Abbas, diyor ki "Ebubekir es-Sıddiyk, Yahudilere ait olan ve "Beytül Makdis" diye adlandırılan, Yahudilerin, içinde kitap okuduktan Medreşeye girdi. Yahudilerden bir çoğunun âlimleri ve Hahamları olan "Finhas" isimli birinin etrafında toplandıklarını gördü. Onun yanında yine, Hahamların ileri gelenlerinden biri olan Eşya' da bulunuyordu. Ebubekir, Finhasa "Vay haline ey Finhas, Allah’tan kork ve müslüman ol. Allah’a yemin olsun ki siz, Muhammedin, Allah'ın Peygamberi olduğunu ve Allah katından size, doğru olanı getirdiğini biliyorsunuz. Siz onun, yanınızda bulunan Tevrat ve İncilde de yazılı olduğunu görüyorsunuz." dedi. Finhas da Ebubekire "Vallahi, ey Ebû bekir, bizim, Allah’a bir ihtiyacımız yoktur. Biz fakir değiliz. O bize muhtaçtır. Bize göre o fakirdir. Onun bize yalvardığı gibi biz ona yalvaramayız. Bizim ona ihtiyacımız yoktur. O ise bize karşı ihtiyaçsız değildir. Şâyet onun bize ihtiyacı olmasaydı, arkadaşınız Muhammedin zannettiği gibi biz ona mallarımızı ödünç olarak vermezdik. O, (Allah) size faizi yasaklarken bize faiz veriyor. Şâyet onun bize ihtiyacı olmasaydı bize faiz vermezdi." dedi. Bunun üzerine Ebubekir hiddetlendi ve Finhasın yüzüne dehşetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi: "Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer bizimle sizin aranızda anlaşma olmasaydı, ey Allah düşmanı elbette ki senin boynunun vururdum." Bunun üzerine Finhas, Resûlüllah’a gitti ve ona : "Ey Muhammed, bak arkadaşın bana ne yaptı?" dedi. Resûlüllah Ebubekire "Seni bunu yapmaya sevkeden sebep nedir?" diye sordu. Ebubekir de dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu Allah düşmanı aşırı bir söz söyledi. Bu zannediyor ki Allah fakir de kendileri zengin. İşte böyle söyleyince sözleriden dolayı kızdım ve yüzüne vurdum." Finhas bunu inkâr etti. "Ben böyle bir şey söylemedim." dedi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ Finhası yalanlayıp Ebubekiri tasdik ederek "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz." diyenlerin sözünü Allah elbette işitmiştir. Onların söylediklerini ve Peygamberleri haksız yere öldürmelerini yazacağız ve şöyle diyeceğiz. "Tadın o yakıcı azabı." âyetini indirdi. Bakanız. Siret-i İbn-i Hişam, C.1 S. 558, 559

182

Bu azap, sizin yaptıklarınızdan dolayıdır. Yoksa Allah kullarına asla zulmedici değildir.

Ey "Allah fakirdir biz ise zenginiz." diyen ve haksız yere Peygamberleri öldüren Yahudiler, kıyamet gününde size "Can yakıcı azabı tadın." diyeceğiz. Böyle deyişimizin sebebi, sizin, dünya hayatındayken işlediğiniz amellerdir. Yoksa Allah âdildir, haksız yere herhangi bir kimseyi cezalandırarak zulmetmez. Zira Allah, kullarına asla zulmedici değildir.

183

Onlar: "Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir Peygambere iman etmememiz hususunda Allah bize ahit verdi." derler. Ey Rasûlüm, onlara şöyle de: "Benden önce de size Peygamberler apaçık delillerle ve bu söylediğinizle geldi. O halde iddianızda samimi iseniz niçin onları öldürdünüz?

Onlar şöyle diyorlardı: "Bize, Allah’a yaklaştıran bir kurban getirip, kestiği o kurbanı da gökten bir ateş inip yemedikçe hiçbir Peygambere iman etmeyeceğimize dair Allah bize ahit verdi: Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Benden önce size, Peygamberliklerinin doğruluğunu gösteren delillerle ve sizin iddia ettiğiniz kurban mucizesi ile Peygamberler geldi. Eğer iman etme iddianızda samimi iseniz, bütün deliller ortaya çıktıktan sonra o Peygamberleri niçin öldürdünüz? O halde sizler, gerçekten iman etmek için delil aramıyor, inadınızdan böyle yapıyorsunuz.

* Abdullah b. Abbas ve Dehhak diyorlar ki: "Önceki ümmetlerde bir kişi, tasaddukta bulunur da, sadakası kabul edilirse, gökten bir ateş iner onun sadakasını yerdi. Bu da o kişinin, iddiasında haklı olduğunu gösterirdi. Yahudiler, bu âyet-i kerime’de zikredildiği gibi, Resûlüllahtan böyle bir mucize istemişlerdir. Fakat Allahü teâlâ, Yahudilere, bu gibi mucizelerle gelen Peygamberleri de öldürdüklerini hatırlatarak istediklerinde samimi olmadıklarını, sadece Hazret-i Muhammedi yalanlamak için bu gibi söyleri ile sürdüklerini beyan etmiştir.

184

Şâyet seni yalanlıyorlarsa, senden önce apaçık deliller, sahi fd er ve aydınlatıcı kitap ile gelen Peygamberler de yalanlanmıştı.

Ey Resulüm, şâyet onlar seni yalanlıyorlarsa buna üzülme, zira senden önce gelen Peygamberler de bunlar tarafından yalanlanmışlardı. Halbuki o Peygamberler onlara, kesin ve açık delillerle, ilahi kitaplarla ve yolları aydınlatan Tevrat ve İncil gibi kitaplarla gelmişlerdi.

*Bu âyet-i kerime, Peygamber efendimizi, Yahudilerden ve diğer müşriklerden görmüş olduğu sıkıntılara karşı teselli etmektedir.

185

Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde yaptıklarınızın karşılığı size mutlaka eksiksiz verilecektir. Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa, şüphesiz o, kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir.

Allah'ın Peygamberini yalanlayan ve Allah’a karşı iftiralarda bulunan bu Yahudilerin akıbeti de diğer bütün yaratıklar için takdir edilen akıbet gibi olacaktır. Zira, her nefis ölümü tadacaktır. O halde Ey Rasûlüm, seni yalanlayan ve Allah’a karşı iftirada bulunan o Yahudilerin ve müşriklerin, yalanlama ve iftiralarına karşı üzülme. Ey insanlar, biz kıyamet gününde size, yaptıklarınızın karşılığını tam olarak vereceğiz. Hayır işleyene hayır, şer işleyene de şer vereceğiz. Kim de cehennem azabından kurtulur ve cennete konacak olursa işte gerçekten kurtuluşa eren O’dur. Dünyanın lezzeti, ziynetleri ve zevkleri ise aldatıcı ve geçici şeylerden başkası değildir. Sizler, bu aldatıcı ve geçici dünya metaı ile zevke dalarsınız. Halbuki o, neticede sizin başınıza felaketleri, musibetleri ve sevmediğiniz şeyleri getirir.

Taberi diyor ki: "Abdurrahman b. Sabit, bu âyette zikredilen kelimesini "Değersiz ve az bir şey" mânâsında almışsa da aslında bu kelimenin mânâsı "Aldatmak"tir. Bu itibarla, dünya malı az olsun çok olsun, aldatıcıdır. Kulun, kendisim ona kaptırarak rabbinin emir ve yasaklarından gafil olmaması gerekir.

Ebû Hureyre, Resûlüllah’ın, bu âyetin izahında şunu buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Şüphesiz ki, cennette bir kamçı kadar yer, dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha hayırlıdır. İsterseniz şu âyeti okuyun. "Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa şüphesiz o kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise aldatıcı menfaatten başka bir şey değildir. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, Hadis Nü: 3013

Bu hususta, Peygamber efendimiz diğer bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konulmayı istiyorsa, Allah’a ve âhiret gününe iman etmiş olarak ölsün ve insanlara, kendisine yapılmasını arzuladığı şeyleri yapsın. Müslim, K. el-İmare bab: 49, Hadis No: 1488 / Nesâî, K. el-Bey'a, bab: 25

186

Şüphe yok ki, siz, mallarınız ve canlarınız hususunda imtihan olacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah’a ortak koşanlardan mutlaka birçok eziyet verici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız, bilin ki bu azmi gerektiren işlerdendir.

Mallarınız ve canlarınıza gelen felaketlerle mutlaka imtihan olacak, sizden önce kendilerine kitap verileri Yahudi ve llrisliyanlardan ve Allah’a ortak koşan müşriklerden bir çok eziyetler göreceksiniz. Şâyet bu eziyetlere karşı sabreder ve Allah’a itaat ederek ondan korkarsanız şüphesiz ki bu davranışınız, azmi gerektiren işlerdendir.

Yahudilerin incitici laflan: "Şüphesiz ki Allah, fakirdir." Allah'ın eli bağlıdır, cimridir." gibi sözleridir. Hristiyanların sözleri ise "İsa Mesih Allah'ın oğludur." "Allah, üç ilahın üçüncüdür." gibi sözlerdir.

Ehl-i kitap bu gibi sözleri söylüyor diğer müşrikler de Resûlüllah’a, söz ve davranışlarıyla eziyet ediyorlardı. İşte âyet-i kerime bütün bunlara işaret etmektedir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime diyor ki: Bu âyet, Resûlüllah, Ebubekir ve Kaynuka oğullarının lideri olan Yahudi Finhas hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Resûlüllah, Ebubekir es-Sıddıki Finhasa göndermiş ve ondan maddi destek talep etmiş ve ona bir de mektup yazmıştır. Resûlüllah, Ebubekire "Benim yanıma dönünceye kadar sakın kendi görüşünle hareket etme." dedi. Ebubekir, kılıcını kuşanarak Finhasa gitti. Mektubu ona verdi. Finhas mektubu okuyunca "Rabbiniz, kendisine yardım etmenize mi muhtaç oldu?" dedi. Bunun üzerine Ebubekir, "Onun boynunu kılıçla vunnak istedi. Fakat o, Resûlüllah’ın "Dönünceye kadar sakın kendi görüşünle hareket etme." sözünü hatırladı ve vunnaktan vaz geçti. İşte bunun üzerine bu âyet ve bundan önceki âyetler nazil oldu.

b- Zühriye göre ise bu âyet-i kerime, Kâ'b b. el-Eşref hakkında nazil olmuştur. Bu kişi, şiirleriyle müşrikleri, Resûlüllah’a ve sahabilerine karşı kışkırtıyor ve Resûlüllahı kotülüyordu. Bu sebeple, içlerinde Muhammed b. Mesleme ve Ebû Abs'ın da bulunduğu, Ensardan beş kişi, Kâb b. el-Eşrefe gittiler. Kâ'b, Medinenin üst tarafında, kavminin meclisinde bulunuyordu. Gelenleri görünce içine korku düştü ve hallerini beğenmedi. Onlar, "Biz sana bir ihtiyaç için geldik. " dediler. Kâ'b "Biriniz bana yaklaşsın ve ihtiyacınızı anlatsın." dedi. İçlerinden biri ona yaklaşarak "Biz sana, zırhlarımızı satarak bedellerini alıp infak edelim diye geldik." dedi. Kâ'b da dedi ki: "Vallahi eğer bunu yapacak olursanız, bu adam gelip size konakladığından beri büyük bir sıkıntıya düştüğünüz belli" dedi. Onlar, geceleyin ortalığın sakinleştiği bir vakitte Kâ'bın yanına tekrar gideceklerine dair sözleştiler. Sonra gelip Kâ'bı seslediler. Karısı ona "Bunlar bu saatte sana, hoşuna gidecek bir şey için gelmiş olamazlar" dedi. Kâ'b "Onlar bana meselelerini anlatmışlardı." dedi. ve çıkıp onlarla konuştu. Onlara "Size vereceğim hurma karşılığında rehin olarak çocuklarınızı bana verir misiniz?" dedi. Onlar, "Bizler, çocuklarımız hakkında "Bu bir vesk karşılığında rehin verilmiştir." "Şu iki vesk karşılığında rehin verilmiştir." şeklinde söylenilerek ayıplanmalarından utanırız." dediler. Kâ'b, "Kadınlarınızı bana rehin olarak verir misiniz?" dedi. Onlar, "Sen insanların en yakışıklı olanısınz. Biz sana güvenemeyiz. Bu yakışıklılığın karşısında hangi kadın sana karşı diretebilir ki?

Fakat biz sana silahlarımızı rehin verebiliriz. Bizim bugün silahlara da ne kadar ihtiyacımız olduğunu biliyorsun." dediler. Kâ'b "Haydi sulhlarınızı getirin ve istediğinizi yüklenip götürün." dedi. Onlar, "Aşağı in de sen bizden teslim al biz de senden teslim alalım." dediler. Kâ'b inmek isterken karısı ona yapıştı ve ona "Kavmine bir kişi gönder de senin de bunlar gibi adamların gelip yanında bulunsunlar." dedi Kâ'b "Bunlar, benim uyuduğumu görseler beni uyandırmazlar." dedi. Karısı" "Sen onlara evin içinden konuş" dedi. Kâ'b dinlemedi, onların yanına indi. Ondan güzel kokular saçılıyordu. Müslümanlar "Nedir bu kokular?" dediler. Kâ'b "Bu, (Karısını kastederek) filanın annesine ait olan kokudur." dedi. Müslümanlardan biri onun kokusunu koklamak gerekçesiyle ona yaklaştı ve onu kucakladı. Sonra arkadaşlarına: "Öldürün bu Allah düşmanını." dedi. Bunun üzerine Ebû Abs, Kâ'bın böğrüne mızrağını sapladı. Muhammed b. Mesleme de kılıçla boynunu vurdu ve dönüp gittiler. Bunun üzerine Yahudiler korkuya kapıldılar. Resûlüllah’a varıp "Bizim efendimiz, suikastla öldürüldü." dediler. Resûlüllah da onlara, Kâ'bın yaptıklarını, müşrikleri müslümanlarin aleyhine kışkırttığını ve onlara eziyet ettiğini anlattı Rakınız. Buhari, K. el-Magazi, bab: 15

c- Üsame b. Zeyd ise, bu âyet-i kerime’nin, Abdullah b. Übey vb. müşriklerin ve ehl-i kitabın hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Abdullah b. Übey, müslüman olmadan önce, Resûlüllah kendisini İslama davet etmek üzere merkeple yanına varınca, merkebinin dışkısını kastederek "Bu bizi rahatsız etti." diyerek Resûlüllahı hoş karşılamamıştır. Bu sebeple onu üzmüştür. İşte âyet-i kerime bunun gibi meseleler hakkında nazil olmuştur Rkz. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3 bab: 15

187

Bir zaman Allah, kendilerine kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayacaklarına, onda olanları gizlemeyeceklerine dair ahit almıştı. Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir değere değiştiler. Bu alış verişleri ne kötüdür.

Ey Rasûlüm, Allah, kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristîyanlardan, Tevrat ve İncilde, senin Peygamberliğini insanlara açıklayacaklarına ve bu kitaplarda bulunanları gizlemeyeceklerine dair kesin söz aldığı zamanı hatırla. O, kendilerine kitap verilenler bunu arkalarına attılar. Allah'ın emrini bırakıp ona verdikleri sözü bozdular. Kitapta yazılı olan, senin Peygamberliğin gibi bazı hususları gizleme karşılığında, dünya metaından basit bir değer aldılar. Allah’a verdikleri sözü bozarak karşılığında satın aldıktan şey ne kötüdür.

Müfessirler bu âyet-i kerime’de zikredilen ehi-i kitaptan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Süddi, Said b. cübeyr ve İbn-i Direyce göre bu âyette zikredilen ehl-i kitaptan maksat, sadece Yahudilerdir. Âyet, Finhas ve Eşya' gibi Yahudi Hahamlarına işaret etmektedir.

b- Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, kendisine dînî ilimler verilen herkesi kapsamaktadır. Bu hususta Katadenin şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "İşte Allah, ilim ehlinden bu ahdi almıştır. Kim, bir şey bilir ise, onu başkasına öğretsin. Sizler ilmi gizlemekten kaçının. Zira ilmi gizlemek, helak olmaktır. Hiçbir kimse de kendisini, bilmediği bir şeyi söylemeye zorlamasın. Aksi takdirde Allah'ın dininden dışarı çıkar ve kendisini zorlayanlardan olur." Denilir ki: "Söylenilmeyen ilim, harcanmayan hazineye benzer. İnsanlara aktarılmayan hikmet, yeyip içmeyen bir puta benzer. "Yine denilir ki: "Ne mutlu konuşan âlime ve ne mutlu dinlediğini tutan dinleyiciye. Birincisi ilmi bilen, onu öğreten ve insanları ona çağırandır. İkincisi ise, hayıfı işiten, onu koruyuan ve ondan faydalanandır.

c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey Rasûlüm, bir zaman Allah, Peygamberlerden, kavimlerine karşı ahit almıştı." Buna göre burada zikredilen ehl-i kitaptan maksat, Peygamberlerdir.

188

O, yaptıklarına sevinen ve yapmadıkları şeylerle de övünmek isteyenleri sakın azaptan kurtulmuş zannetme. Sakın bunu sanma. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Ey Rasûlüm, senin Peygamberliğini insanlardan saklayarak, yaptıklarıyla sevinen ve kendileri Allah’a ibadet etmedikleri halde, insanların, kendilerini "itaatkâr kullar" diye övmelerinden memnun olan ehl-i kitabın, Allah’ın azabından kurtulacaklarını sakın zannetme. Böyle bir taliminde sakın bulunma. Onlar için âhirette can yakıcı bir azap vardır.

Müfessirler bu âyette zikredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Ebû Said el-Hudri ve İbn-i Zeyde göre bu âyet-i kerime bazı münafıklar hakkında inmiştir. Resûlüllah, savaşa çıktığında, bunlar savaşa gitmeyip yerlerinde kalırlardı. Resûlüllah döndükten sora da ondan üzür dilerler ve savaşmadıkları halde, insanların, özürlerini kabul ederek kendilerini övmelerini isterlerdi.

b- Diğer bir kısım müfessirler ise bu âyet-i kerime’nin, Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemişler ancak, Yahudilerin, hangi ameli işleyenleri hakkında nazil olduğu hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.

aa- Said b. Cübeyr ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Finhas ve Eşya' gibi, insanları saptırmakla sevinen ve aynı zamanda insanların kendilerini, âlim olarak övmelerini isteyen Yahudi Hahamları hakkında nazil olmuştur.

bb- Dehhak, Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah yalanlamada ittifak içinde olmaktan dolayı sevinen, aynı zamanda insanların, kendilerine "Namaz kılanlar, oruç tutanlar" diyerek övmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

cc- Mücahide göre ise bu âyet-i kerime Allah'ın, kendilerine verdiği Tevratı değiştirmekten dolayı sevinen ve insanların bu değiştirmeden dolayı kendilerini övmesini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

dd- Said b. Cübeyre göre bu âyet-i kerime, Allah'ın İbrahim (aleyhisselam)ın ailesine verdiği üstünlüklerle sevinen ve bunların gereğini yapmadıkları halde insanların kendilerini övmesini isteyen Yahudiler hakkında nâzfl olmuştur.

ee- Abdullah b. Abbasa göre bu âyet, Resûlüllah’ın, kendilerine bir şey sorması üzerine onu gizleyen, bu gizlemelerinden dolayı da sevinen ve aynı zamanda Resûlüllah’a verdikleri yanlış cevap ile de Resûlüllah ve mü’minler tarafından övülmelerini isteyen Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resûlüllah, Yahudileri çağırdı ve onlara bir şey sordu. Onlar, sorduğu şeye doğru cevap vermeyip gerçeği gizlediler ve başka bir cevap verdiler. Resûlüllah’ın yanından ayrılırken de, soruya doğru cevap vermiş gibi görünerek ayrıldılar ve bundan dolayı takdir edilmelerini istediler. Ayrıca doğru cevap vermemelerinden dolayı da sevindiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3 bab: 16 Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 3, Hadis No: 3014

ff- Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, Hayber Yahudileri hakkında nazil olmuştur. Onlar, Resûlüllah’a gelmişler, sapıklıklarına bağlı oldukları halde, Resûlüllah’a tabi imişler gibi görünmüşler ve gerçekte iman etmedikleri halde Resûlüllah’ın kendilerini övmesini istemişlerdir. İşte âyet-i kerime bunları ifade etmektedir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş, bu âyet-i kerime’nin bundan önceki âyette belirtilen ehl-i kitap hakkında nazil olduğunu söyleyen görüştür.

189

Göklerde ve yerde olanların mülkü ancak Allah’ındır. O, her şeye kadirdir.

Yahudiler: "Şüphesiz ki Allah fakirdir biz ise zenginiz. Al-i İmran sûresi, 3/181 diyorlardı, Haluki, göklerde ve yerde bulunan her şeyin mülkü sadece Allah’a aittir. O halde o nasıl fakir olabilir? Allah her şeye kadirdir. Her yalancı ve iftiracının cezasını derha vermeye de gücü yetendir.

190

Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde, akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.

Ey insanlar ibret alın. Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında ve bunların içinde ihtiyacınız olan şeyleri var etmesinde, gece ile gündüzün birbirin ardınca gelmesinde akıl sahipleri için ibretler vardır. Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesi, gündüzün çalışıp rızık temin etmeniz, geceleyin de istirahat etmeniz içindir. Allah bunları sizin menfaatiniz için böyle takdir etmiştir. Bunu ancak, aklı selim sahipleri idrak ederler.

191

Onlar, ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler ve şöyle derler. "Rabbimiz, sen bunu boş yere yaratmadın. Seni tesbih ve tenzih ederiz, bizi, cehennem ateşinden koru."

O akl-ı selim sahipleri, Allah’ı namazda, ayakta dururken, otururken, istirahat sırasında, yanlan üstüne yatarken anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında ve bunların, kendilerini yaratanın büyüklüğünü göstennesi hususunda düşünürler ve şöyle derler: "Ey rabbimiz, sen bu yaratılanları boş yere ve eğlence olsun diye yaratmadın. Elbette ki sen bunları çok önemli bir sebeple yarattın. Gökleri ve yeri. orda yaşayan yaratıklarını, amellerine göre mükâfaatl and ırmak veya cezalandırmak için yarattın. Ey rabbimiz biz seni, boş işler yapmaktan tezin ederiz. Sen bizi, cehennem ateşinden koru."

İbn-i Cüreyc diyor ki: "Burada , ayakta dururken, otururken ve yatarken Allah’ı zikretmekten maksat, onu namazda, namazın dışında ve kur'an okurken anmak demektir.

192

Rabbimiz, sen kimi cehennem ateşine koyarsan, şüphesiz onu rezil etmişsindir. Zalimlerin hiç yardımcıları yoktur.

Yine onlar şöyle derler: "Ey rabbimiz, kullarından kimi cehennem ateşine sokarsan şüphesiz ki sen, onu hor ve hakir etmişsindir. Zalimler için; ne kendilerine yardım edecek bir yardımcı, ne de onları, Allah'ın azabından kurtaracak bir kurtarıcı vardır.

Müfessirler bu âyet-i kerime’de zikredilen ve Allah'ın, cehennem azabına soktuktan sonra hor ve hakir ettiği belirtilen kişilerden kimlerin kastedildiğihususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Enes b. Malik, Said b. el-Müseyyeb ve İbn-i Cüreyce göre burada zikredilen insanlardan maksat, devamlı olarak cehennemde kalacak olan kâfirlerdir. Zira, rezil ve rüsvay edilenler bunlardır. Sonunda cennete girecek olan mü’minler önceden, günahları icabı cehenneme girmiş olsalar da, rezil ve rüsvay edilenlerden sayılmazlar ve bu âyetin kapsamına ginnezler.

b- Cabir b. Abdullaha göre ise bu âyette, rezil ve rüsvay edilecekleri belirtilen insanlardan maksat, cehennem azabına girecek olan herkestir. İster orada ebedi olarak kalsın isterse sonradan oradan çıkarılmış olsun. Zira, cehenneme sokmaktan daha büyük bir rezil etme olamaz.

Taberi, Cabirin görüşünü tercih etmiş ve rezil etme mânâsının bu görüşe daha uygun olduğunu söylemiştir.

193

Rabbimiz, biz: "Rabbinize iman edin." diyerek imana davet eden bir davetçiyi işittik ve îman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla. Kötülüklerimizi ört, Canımızı iyilikte bulunanlarla beraber al.

Rabbimiz, biz, "Rabbinize iman eden" diyerek iman etmeye çağıran bir davetçiyi işittik ve onu tasdik ettik. Ey rabbimiz sen bizim günahlarımızı bağışla. Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Kötü amellerimizi lütfunta ve merhametinle ört ve bizleri, kendilerinden razı olduğun kullarınla beraber öldür."

Müfessirler, bu âyette zikredilen "Davet eden"den neyin veya kimin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Muhammed b. Kâ'b el-Kureziye göre burada zikredilen "Davet eden"den maksat, kur'an-ı Kerimdir. Çünkü, bütün mü’minler Resûlüllahı görüp onu işitmemişlerdir.

b- İbn-i Cüreyce ve İbn-i Zeyde göre ise, buradaki "Davet eder"den maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)dir.

Taberi

birinci görüşün daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira bu âyette sıfatları belirtilen insanlardan çoğu, Resûlüllahı görmemişler ve onun davetini de işitmemişlerdir. Bu âyette zikri geçen "Davet eden"den maksadın Kur'an-ı Kerim olduğu, Cin süresindeki âyetlerden de anlaşılmaktadır. Bu âyetlerde şöyle buyuruluyor: "Ey Rasûlüm, de ki: "Bana şu vahyedildi: "Cinlerden bir topluluk Kur'an okumamı dinlemiş ve şöyle demişler: "Gerçekten biz, benzerini hiç duymadığımız, hidâyete ileten, eşsiz bir Kur'an işittik ve ona iman ettik. Cins sûresi, 72/1,2

194

Rabbimiz, Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadettiklerini ver. Kıyamet gününde bizi rezil etme. Şüphesiz sen vaadinden dönmezsin.

Rabbimiz, Peygamberlerin vasıtasıyla bize vaadettiğin zaferi hemen ver. Günahlarımız yüzünden kıyamette bizi rezil ve rüsvay etme. Şüphesiz ki sen, vaadinden dönmezsin.

Müfessirler, akl-ı Selim sahibi olan mü’minlerin, Allahü teâlânın, vaadettiği şeyden dönmeyeceğini bildikleri halde "Ey rabbimiz, sen bize Peygamberlerin vasıtasıyla vaadettiklerini ver." şeklinde duada bulunmalarının sebebinin ne olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bir kısım âlimlere göre, her ne kadar âyetteki ifade istek şeklindeyse de aslında bu ifadeden maksat, haber vermedir. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey rabbimiz, biz, iman etmeye çağıran bir davet edeni işittik ve iman ettik. Ey rabbimiz, bizim günahlarımızı affet, kötülüklerimizi ört. Bizi takva sahipleriyle birlikte vefat ettir ki, Peygamberlerinin diliyle vaadettiğin şeyleri bizlere vermiş olasın ve bizi kıyamet gününde rüsvay etmeyesin."

b- Diğer bir kısım müfessirlere göre ise. burada zikredilen ifade, istek bildirmektedir, Ancak, bunu isteyen mü’minler Allah'ın vaadini yerine getireceğinden şüphe ettiklerinden dolayı bunu istemiş değiller, fakat onlar, kendilerini buna layık görmeyerek Allah'ın, mü’min kullarına vaadettiği şeyleri, kendilerine de vermesini istemişlerdir. Bunların izahına göre âyetin mânâsı şöyledir: Ey rabbimiz, sen Peygamberinin diliyle, mü’min kullara vermeyi vaadettiğin nimetleri bize de ver."

c-

Başka bir kısım âlimlere göre de buradaki ifade istek bildirmektedir. Fakat mü’minlerin isteği, Allah'ın, kâfirlere karşı mü’minlere vaadettiği zaferi acele olarak yermesini istemektir. Burada mü’minler. Allah'ın, vaadinden döneceğinden şüphe etmemişler fakat onlar Allah'ın vaadinin, zaman geçmeden acele olarak gerçekleşmesini istemişlerdir.

Taberi de bu son görüşün tercihe şayan olduğunu beyan etmiş ve özetle şunları söylemiştir: "Bu Âyette zikredilen sıfatlar, Resûlüllah’ın sahabelerinden, vatanını, evini ve ailesini bırakarak Allah’a ve Resulüne hicret eden mü’minlerin ve Resûlüllah’a tabi olan diğer mü’minlerin sıfatlandır. Bu mü’minler, Allah'ın ve kendilerinin düşmanlarına karşı, rablerinden kendilerini derhal zafere ulaştırmasını istemişler artık düşmana karşı sabırlarının kalmadığım ve Allahü teâlânın "Halim" sıfatının gereği olarak düşmanlarına mühlet vermesinin kendilerini güç duruma düşüreceğini söylemek istemişlerdir. Nitekim bundan sonra gelen âyet-i kerime, hicret eden, yurtlarından çıkarılan, Allah yolunda eziyet gören, savaşan ve öldürülen mü’minlerin dilediklerinin kabul edildiğini beyan etmektedir ki bu âyette de zikredilen mü’minler aynı mü’minlerdir. İstekleri de, zaferin acele olarak verilmesidir.

195

Rableri onların dualarını kabul edip şu cevabı verdi: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun içinizden amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenlerin, memleketlerinden çıkarılanların, benim yolumda eziyete uğrayanların, savaşanların ve öldürülenlerin günahlarını mutlaka örteceğim ve onları Allah katından bir mükafaat olarak, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfaatın en güzeli Allah katındadır.

Rableri onların dualarım kabul etti ve dedi ki: "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun, içinizden amel eden herhangi bir kimsenin amelini zayi etmem. Sizler birbirinize destek olmakta ve aynı dine mensup olmakta ve benim sevabıma erişmekte aynı durumdasınız. Topluluklarım ve aşirtlerini bırakıp hicret edenlerin, müşrikler tarafından yurtlarından çıkarılanların, bana itaat ve ibadeti sebebiyle kendilerine eziyet edilenlerin, Allah'ın kelamını yüceltmek için savaş anların ve Allah yolunda şehit düşenlerin günahlarım mutlaka affedeceğim. Kötülüklerini örteceğim. Onların, Allah yolunda verdikleri imtihanlara karşılık. altlarında ırmaklar akan cennetlere mutlaka koyacağım. Gözlerinin gütmediği; kulaklarının işitmediği, herhangi bir insanın hatnna gelmeyen güzel nimetler, ancak Allah katındadır.

Mücahid ve Ümmü Selemenin çocuklarından birinin rivâyet ettiğine göre Ümmü Seleme, Resûlüllah’a "Ey Allah'ın Resulü, hicret etme hususunda erkekler zikrediliyor fakat bizler zikredilmiyoruz." demiş, bunun üzerine "Rableri onların dualarını kabul edip şu cevab vermiş ve "Şüphesiz ben, erkek olsun kadın olsun içinizden, amel işleyen hiçbir kimsenin amelini zayi etmem." âyetini indirmiştir.

Âyet-i kerime’de, hicret eden. Allah yolunda eziyet gören, savaşan ve öldürülen mü’minlerin, bağışlanıp cennete konacakları zikredilmektedir. Bu hususta Abdullah b. Amr b. el-Ass, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)in şöyle buyurduğunu işittiğini rivâyet etmektedir.

"Şüphesiz ki cennete girecek olan iki fırka, kendileriyle sevilmeyen şeyler uzaklaştırılan (Kendilerine zor işler yaptırılan) muhacirlerin fakirleridir. Onlara bir şey emredildiğinde dinler ve itaat ederler. Onlardan birinin, Devlet başkanına bir ihtiyacı olsa, ölünceye kadar onun ihtiyacı karşılanmaz ve o ihtiyaç içinde ölür gider. Şüphesiz ki Aziz ve Celil olan Allah, kıyamet gününde cennete çağırır O da cennet de bütün süs ve ziynetleriyle gelir. Allah, "Ey yolumda savaşan, öldürülen ve eziyet gören ve yine benim yolumda çihad eden kullarım, siz cennete girin" buyurur. Onlar cennete, hesaba çekilmeden ve herhangi bir azap görmeden gireceklerdir. Ahmed b. Hanbel, Müsned.C.2 S. 168

196

Bak. Âyet 197.

197

Ey Rasûlüm, kâfirlerin, diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın. Bu, az bir geçimliktir. Sonra onların varacakları yer, cehennemdir. O ne kötü bir döşektir.

Ey Rasûlüm, kâfirlerin, ülke ülke gezip dolaşmaları, Allah'ın onlara, inkârlarına rağmen mühlet vermesi, sakın seni aldatmasın. Bu onların, dünyada gelip geçici az bir geçimlikleridir. Sonra onların vanp sığınacakları yer, cehennemdir. O ne kötü bir döşek, ne kötü bir yatılacak yerdir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Resûlüllah’a hitabetmektedir. Ancak asıl muhataplar, kâfirlerin dünya hayatındaki rahatlıklarına hayret eden mü’minlerdir. Onlara kâfirlerin bu hallerine aklanmamaları bildirilmektedir.

198

Fakat rablerinden korkanlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah tarafından ağırlanacaklardır. İyilikte bulunanlar için Allah katında olan şeyler daha hayırlıdır.

Fakat rablerinin emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar için, altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu onlara, Allah'ın katından bir ikramdır. Allah katında olan hayat, ikram ve güzel meskenler, takva sahipleri için, bu kafirlerin, içinde yüzdükleri geçici dünye nimetlerinden daha hayırlıdır. O halde kâfirlerin sürdürdükleri geçici dünya safasi sizleri sakın imrendirmesin.

199

Kitap ehlinden, Allah’a boyun eğerek, Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman edenler vardır. Allah'ın âyetlerini az bir değere değişmezler. İşte onların, rablerî katında mükâfaatları vardır. Şüphesiz ki Allah, hesabı süratli olandır.

Kendilerine Tevrat ve İncil verilen ehl-i kitaptan, Allah’a itaatta boyun eğerek Allah'ın birliğine, size indirilen Kur'ana ve kendilerine indirilen Tevrat ve İncile iman edenler vardır. Onlar, kendilerine indirilen kitapta mevcut olan, Muhammedin sıfatları gibi bazı âyetleri tahrif etmek karşlığında az bir dünya değerini satın almazlar. İşte onlar için, itaatlerinin ve amellerinin karşılığı olarak kıyamet gününde rableri katında mükâfaatları vardır. Şüphesiz ki Allah, kullarını süratle hesaba çekendir. Çünkü onun, hesap işlemleri yapmaya ve bunun için bir zamana ihtiyacı yoktur. İrade ettiği an hesaplar bitiverir.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin kimin hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Cabir b. Abydullah, Katade ve İbn-i Cüreyce göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın döneminde Habeşistan Kralı olan Necaşi hakkında nazil olmuştur. Zira Necaşi ölünce Resûlüllah sahabilerine, onun gıyabında cenaze namazı kılmalarım emretmiş, münafıklar da "Bakın şuna, hiç görmediği Hristiyan bir adamın cenaze namazını kılıyor." demişler bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuş ve ehl-i kitaptan, mü’minlerin bulunduğunu bildirmiştir.

Peygamber efendimizin, Necaşi hakkında şöyle buyurduğu Rivâyet edilmektedir:

"Memleketinizde bulunmayan kardeşiniz Necaşi öldü. Onun cenaze namazını kılın. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3 S. 369, 400

b- İbn-i Cüreyc ve İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, Yahudilerden müslüman olan Abdullah b. Selam vb. kişiler hakkında nazil olmuştur.

c- Mücahide göre ise bu âyet-i kerime, Yahudi ve Hristiyanlardan müslüman olan bütün insanlar hakkında nazil olmuştur. Taberi de âyet-i kerime’nin genel ifadesini gözönünde bulundurarak Mücahidin bu görüşünü tercih etmiş, "Necaşi hakkında nazil oldu" diyenlerin görüşlerinin buna ters düşmeyeceğini söylemiştir. Zira, özel bir mesele hakkında inmiş olsa da âyetin mânâsının genel olduğu muhakkaktır.

200

Ey iman edenler, sabredin. (Düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (Hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allah'tan korkun ki kurtuluşa ereğiniz.

Ey iman edenler, dininiz hususunda, rabbinize itaatte ve bütün emir ve yasakiann gereğini yapmakta sabırlı olun. Düşmanlarınıza karşı tahammül gösterin ki zafere ensesiniz. Sınırlarda düşmanlarınıza ve din düşmanlarına karşı nöbet bekleyin. Müslümanları koruyun. Allah’tan korkun ve emirlerine karşı gelmeyin ki kurtuluşa erip ebedi olan nimetlere kavuşasınız.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Allah yolunda sınırda bir gün nöbet tutmak, dünyadan ve onun içinde bulunan şeylerden daha hayırlıdır. Sizden birinizin cennette sahibolacağı bir kamçı boyu yer, dünyadan ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Allah yolunda akşam ve sabah yürümek, dünya ve onun içinde bulunanlardan daha hayırlıdır. Buhari, K. el-Cihad, bab: 73

Müfessirler, bu âyet-i kerime’yi çeşitli şekillerde izah etmişlerdir:

a- Hasan-ı Basri, Katade, İbn-i Cüreyc ve Dehhaka göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, dininizin hükümlerine sabredin. Kâfirlere karşı sabırlı olun ve kâfir ve müşriklerin karşısında nöbet tutun."

b- Muhammed b. Kâ'b el-Kureziye göre âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, dininizin hükümlerine karşı sabredin. İtaatiniz karşılığında size vermeyi vaadettiğim şeyleri beklemekte sabırlı olun ve düşmanınızın karşısında nöbet tutun."

c- Zeyd b. Esleme göre bu âyetin mânâsı şöyledir. "Ey iman edenler, cihatta sabırlı olun. Düşmanınıza karşı sabredin ve onların karşısında nöbet tutun." Zeyd b. Eşlem diyor ki: "Bir zammı Ebû Ubeyde b. el-Cerreh, Ömer b. el-Hattaba mektup yazarak ona, Rumların askerî yığınak yaptıklarını ve onlardan herkesin korkar durumda olduğunu belirtmiştir. Ömer de ona şu cevabı yazmıştır: "Mü’min bir kula ne kadar sıkıntı gelse de, Allah o sıkıntıyı ondan alır. Elbette ki bir zorluk iki kolaylığa galip gelemez. Allahü teâlâ kitabında şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, sabredin (düşmanlarınıza karşı) sabırlı olun. (hudutlarınızda) nöbet bekleyin. Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz."

d- Ebû Seleme b. Abdurrahman ise, bu âyeti şu şekilde izah etmiştir. "Ey iman edenler, sabredin. İnsanlara karşı sabırlı olun. Ve namaza bağlı kalın. Bir vakti kıldıktan sonra diğer vakti bekleyin." Bu hususta Ebû Hureyrenin, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu zikrettiği rivâyet edilmektedir.

"Ben sizlere, Allah'ın, kendisiyle hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği bir şeyi göstereyim mi?" Sahabiler "Evet, ey Allah'ın Resulü." demişler Resûlüllah da "Zorluklara rağmen, abdesti mükemmel bir şekilde almak, mascitlere çokça adımlarla gitmek ve bir namazdan sonra diğer bir namazı beklemektir. İşte "İrtibatlı" olmak bu demektir. Müslim, K. et-Taharet, bab: 41, Hadis No: 251

Taberi, âyetin izahında, bu görüşlerden tercihe şayan olanının şöyle diyen görüşe olduğunu söylemiştir. "Ey iman edenler, dininize ve rabbinize itaatte sabredin. Düşmanlarınıza karşı sabırlı olun ve onların karşısında nöbet tutun." Taberi bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak ta özetle şunları zikretmiştir. "Âyette zikredilen, birinci sabır, mutlak olarak zikredilmiştir. Bu itibarla her türlü sabır bu ifadedanin içine girer. İkinci sabır ise müşareket ifade eden bir siyga ile ifade edilmiştir. Bu da, insanlar arasında karşılıklı olarak cereyan eder ki bundan maksat da müslürnanların, kâfirler karşısında metanet göstermeleri demektir. "Nöbet bekleyin" diye tercüme edilen kelimesinin kökü (......) dır. Bu da diğer bir âyette de zikredildiği gibi düşmanla savaşmak maksadıyla at beslemek ve muhafaza etmektir. Düşmanın önünde nöbet tutan insanlar, kendilerini sınırlarda hapsettiklerinden ve oradan ayrılmadıklarından, onlara da bu sıfat verilmiştir.

Kur'an-ı Kerimde zikredilen kelimeleri, Arapçadaki asıl mânâlarından çıkarıp başka mânâlarda, herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu itibarla kelimesinden maksadın, Nöbet tuttunuz" demek olduğu muhakkaktır.

0 ﴿