MAİDE SÛRESİ

Maide sûresi, yüz yirmi âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.

Bu sûre-i celile, akitlerin yerine getirilmesini, çeşitli hayvanların bize helal kılındığını, Kabe'ye yönelenlere ve kurbanlıklara saygısızlık edilmemesini, iyilikte ve takvada yardımlaşılmasını, günah işlemekte ve düşmanlıkta yardımlaşilmamasını beyan ederek ve hangi hayvanların etlerinin yeneceğini, hangilerinin yenmeyeceğini açıklayarak başlıyor.

Sûre-i celilede devamla, abdesti nasıl alacağımız tarif ediliyor. Allah'ın bizden aldığı ahde sadık kalmamız, adaleli ayakta tutmamız emrediliyor ve böyle yapanlar için mağfiret ve büyük bir mükâfaat olduğu haber veriliyor.

Bundan sonra, Allahü teâlânın, İsrailoğullarından söz aldığı fakat onların, verdikleri sözde durmayarak lanete uğradıkları, aynı şekilde Hristiyanların da söz verdiği fakat onların da ahitlerinde durmadıkları ve Hazret-i İsa'yı Allah kabul ederek kâfir oldukları beyan ediliyor.

Sûre-i celilede bundan sonra, Hazret-i Âdem'in iki oğlu, Habil ve Kabil'in kıssaları anlatılıyor. Hırsızlık yapan kişinin, ceza olarak elinin kesileceği beyan ediliyor. Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenlerin, kâfirler, zalimler ve fasıklar oldukları beyan ediliyor.

Daha sonra gelen âyetlerde, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmememiz emrediliyor ve kim dininden dönerse onların yerine, Allah'ı seven Allah'ın da kendilerini sevdiği insanların bu dine sahip çıkacakları, mü’minlerin gerçek dostahmin ise ancak yine mü’minler oldukları haber veriliyor.

Sûre-i celilede bundan sonra, Yahudi ve Hristiyanlara kitap verilerek gerçeğin anlatıldığı fakat onların buna rağmen hak yoldan saptıkları, İslamın getirdiği tevhid inancını bırakarak sapıklıkta ileri gittikleri ve bu sebeple de lanetlendikleri beyan ediliyor.

Sûre-i celilede devamla, içkinin, kumarın, putların ve fal oklarının birer pislik oldukları ve bunların kesinlikle haram oldukları beyan ediliyor.

Hac sırasında ihramlı iken, ihramlı kişiye nelerin yasak olduğu beyan ediliyor ve kendisine ölüm belirtileri gelen kişinin vasiyette bulunması, vasiyetine de iki âdil kişiyi şahit tutması, şahit tutulan kişilerin de gerektiğinde doğrulukla şahitlik yapmaları emrediliyor.

Sûre-i Celilenin sonunda Hazret-i İsa'ya verilen bir mucizeden bahsediliyor. Gökten kendisine yemeklerle donatılmış sofraların indirildiği haber veriliyor. Sûre-i Celile de ismini, muhtemelen bu sofradan yani Maide'den alıyor.

İnsan hayatım ilgilendiren çok önemli emir, tavsiye ve hükümleri içeren bu mübarek Sûre, "Göklerin ve yerin, ikisinde bulunanların mülkü Allah'a aittir. O, herşeye kadirdir." âyetiyle sona eriyor.

Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

Ey iman edenler, sözleşmeleri yerine getirin. İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartıyla çeşitli avlar size helal kılındı. Ancak haram oldukları size okunanlar müstesna. Şüphesiz ki Allah, dilediği hükmü verir.

Ey iman edenler, Rabbinizin size dini hükümlerle gönderdiği yükümlülükleri ve insanlarla yapmış olduğunuz alış-veriş ve benzeri sözleşmeleri yerine getirin. Sizlere, deve, sığır ve davar gibi hayvanların etleri helal kılındı. Ancak Allah'ın size, haram olduğunu bildirdiği leş, boğularak ölen, dövülerek ölen ve Allah'tan başkası adına kesilen ve benzeri hayvanlar müstesna.

Hac sırasında ihramlı iken avlanmayı helal saymayın. Şüphesiz ki Allah, yarattıkları hakkında, helal, haram ve farz gibi dilediği hükümleri gönderir.

Müfessirler, âyet-i kerime’de geçen ve "Sözleşme" diye tercüme edilen ifadesinden hangi sözleşmenin veya ahit vermenin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişledir.

a- Katade'ye göre, Allahü teâlânın bu âyette yerine getirilmesini emrettiği akitten maksat, İslam gelmeden önce, cahiliye döneminde insanların, birbirlerine yardım edeceklerine, birbirlerini destekleyeceklerine, saldın ve haksızlıklara karşı birbirlerine arka çıkacaklarına dair yapmış olduktan akillerdir.

Katade bu hususta diyor ki: "Resûlüllah'ın: "Cahiliye akitlerini yerine getirin. Fakat İslamda bu tür akitler icadetmiyen." Bkz. Müslim, K. Fadail es-Sahabe, b. 206, Hadis no: 2530 buyurduğu bize nakledilmiştir. Yina bize nakledilmiştir ki: Fırat b. Hayyan, Resûlüllah'tan cahiliye antlaşmalarının hükmünü sormuş Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona: "Belki de sen, Lahm ve Teymullah kabilelerinin antlaşmalarım soruyorsun." demiş. Fırat da: "Evet Ya Resûlallah." diye cevap vermiş Resûlüllah da: "İslam bu antlaşmaların ancak kuvvetini artırmıştır." buyurmuştur.

b- Abdullah b. Abbas ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Ahit"ten maksat, Allahü teâlânın, kullarından, iman etmelerine, helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kabul etmelerine, emirlerini tutup yasaklarından kaçınacaklarına dair aldığı sözdür.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Ey iman edenler, sözleşmeleri yerine getirin." ifadesinden maksat, Allah'ın Kur'an'da helal, haram ve faz kıldığı ve sınırlar koyduğu hususlarda Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin, ahdinizi bozmayın, ihanet etmeyin." demektir. Allahü teâlâ, verdikleri sözü bozanlar hakkında sert hükümler koyarak şöyle buyurmuştur: "Kesin söz verdikten sonra Allah'ın ahdini bozanlara, Allah'ın, gözetilmesini emrettiği şeylere riâyet etmeyenlere, bozgunculuk çıkaranlara, işte onlara lanet vardır. Âhiretin kötülüğü de bunlaradır." Ra'd sûresi, 13/25

c- Abdullah b. Abide, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyette zikredilen akitlerden maksat, insanların kendi aralarında yaptıkları akitlerdir. Kişi bu gibi akitleri yaparak kendisini bir takım yükümlülükler altına sokmuş olur. Bu akitler de Nikah akdi, alış veriş, antlaşma, yeminleşme, ortaklık kurma ve benzeri akitlerdir.

d- İbn-i Cüreyc ve Muhammed b. Müslim'den nakledilen başka bir görüşe göre Allahü teâlânın bu âyette, yerine getirilmesini emrettiği akitlerden maksat, kendisinin, ehl-i kitaptan, gönderdiği Tevrat ve İncil'in hükümleriyle amel edeceklerine dair aldığı ahittir. Bu kitaplardaki hükümlerden bazıları da Hazret-i Muhammed'i ve onun, Allah katından getirdiklerini tasdik etmektedir. Bu hususta Muhammed b. Müslim diyor ki: "Ben, Resûlüllah'in, Necran'a gönderirken Amr b. Hazm'e yazıp verdiği mektubu okudum. Mektup Ebubekir b. Hazm'in yanındaydı. Mektubun içinde şunlar yazılıydı: "Bu, Allah ve Resulü tarafından bir açıklamadır. Ey iman edenler, sözleşmeleri yerine getirin..." Mektupta bu âyet ve bundan sonra gelen ikinci, üçüncü ve dördüncü âyet de yazılıydı.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Abdulah b. Abbas'tan nakledilen ikinci görüştür. Bu da: "Âyette zikredilen sözleşmeden maksat, Allah'ın, kullarından, emir ve yasaklarına riâyet edeceklerine, helal ve haramlarına uyacaklarına dair almış olduğu ahit ve sözdür." diyen görüştür.

Taberi diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, Allahü teâlânın, yerine getirilmesini emrettiği bu akitleri zikretmesinden sonra, kullan için bir kısım helal ve haramları farz ve vacipleri zikretmesidir. Bu emir ve yasaklardan anlaşılmaktadır ki, bunlardan önce zikredilen akitler de bu emirler ve yasaklarla ilgili olan akillerdir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Çeşitli hayvanlar, size helal kılındı." şeklinde tercüme edilen ifadesindeki kelimesinden hangi cins hayvanların kastedildiği huusunda müfessirter çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Rebi' b. Enes ve Dehhak'a göre buradaki ifadesinden maksat, diye adlandırılan, deve, sığır ve koyunun, büyük küçük her çeşididir.

b- Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen ifadesinden maksat, deve, sığır ve koyunların, kesildikten sonra karınlarından çıkan yavrularıdır. Bu görüşte olanlara göre Allahü teâlâ, bu yavruların etlerinin de yenileceğini beyan et-meştir.

Bu hususta, Atiyye el-Avfı diyor ki: "Abdullah b. Ömer dedi ki: "Deve, sığır ve koyunun kamında bulunan yavrulardır." Ben de dedim ki: "Yavru annesinin karnından ölü olarak çıkacak olursa onu yiyeyim mi?" O da dedi ki: "Evet."

Kabus'un babası diyor ki: "Bir inek kesildi. Karnından bir yavru çıktı. Abdullah b. Abbas bu yavrunun kuyruğundan tuttu ve dedi ki: "İşte sizin için helal kılınan Behimetül en'am budur."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden daha evla olanı,

birinci görüştür. Yani, Behimetül en'am ifadesinden maksat, deve, sığır ve koyunun, büyükleri, küçükleri ve yavrularıdır. Zira Araplar, zikredilen bu hayvanların büyük, küçük hepsini "Benime" diye adlandırmışlardır. Âyet-i kerime’de umumi bir şekilde zikredildiğine göre bu kelimeden sadece yavruların kastedildiğini söylemek, tahsis edici bir delil bulunmadan tahsis yapmak olur ki bu da isabetli değildir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Araplar bu kelimeyi, hayvanlardan özellikle, deve, sığır ve koyun için kullanırlar. Nitekim şu âyet-i kerimelerde önce: "Allah sizin için en'amı (hayvanları) yarattı. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve pek çok faydalar vardır. Onların etlerinden de yersiniz." Nahl sûresi, 16/5 buyurulduktan sonra, "Allah, binmeniz ve süs hayvanı edinmeniz için atlan, katırları ve merkepleri yarattı." Nahl sûresi, 16/8 buyurulmuştur. Böylece en'am türü hayvanların ayrı bir tür olduğu beyan edilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Ancak haram oldukları size okunanlar müstesna." şeklinde tercüme edilen ifadesi miifessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir.

a- Mücahid, Katade, Süddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde, helal kılınan hayvanlardan istisna edilen şeylerden maksat, bundan sonra gelen âyette zikredilen, kan, leş, domuz eti, Allah'tan başka birinin adı zikredilerek kesilen hayvan ve kesilmeksizin diğer Çeşitli şekillerde ölen hayvanlardır.

b- Abdullah b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen ikinci bir görüşe göre ise âyetin bu bölümüyle, helal kılman hayvanlardan istisna edilen şeylerden maksat, domuzdur.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün daha evla olduğunu zira bundan sonra gelen âyetin, bu âyette istisna edilenleri açıklar mahiyette olduğunu zikretmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve: "İhramlı iken avlanmayı helal saymamanız şartıyla." şeklinde tercüme edilen ifadesi, dilbilgisi kurallarına göre farklı şekillerde izah edildiğinden bu ifadeye çeşitli şekillerde mânâ verilmiştir.

a- Bazlarına göre bu ifade ile birlikte âyetin baş tarafının mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, ihramlı iken avlanmayı helal saymayarak yaptığınız akitleri yerine getirin."

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise mânâ şöyledir: "Ey iman edenler, akillerinizi yerine getirin. İhramlı iken kendilerini avlamayı helal görmemeniz şartıyla, geyik, yabani sığır ve yabani eşekler sizin için helal kılındı."

c- Diğer bir kısım âlimlere göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, sözleşmeleri yerine getirin. Sizin için en'am türünden olan hayvanların her çeşidi helal kılınmıştır. Ancak bu türlerin vahşi oldukları açıklananları müstesnadır. İhramlı iken bunları avlamanız helal değildir."

Bu izaha göre âyet-i kerime, deve, sığır ve koyunun evcillerinin, ihramlı olana da olmayana da helal olduklarını, buna mukabil bunların yabani olanlarının ise ihramlı iken avlanmalarının yasak olduğunu beyan etmiştir.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira âyetin metninin bu görüşe daha müsait olduğunu beyan etmiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Şüphesiz ki Allah, dilediği hükmü verir." buyurulmaktadır. Bundan maksat şudur: "'Allah, yaratıkları hakkında dilediği hükmü koyar. Onlara dilediği şeyi helal, dilediği şeyi haram kılar. Dilediği şeyi gerekli kılar, dilediği şeyi yasaklar. O halde ey mü’minler, Allah'ın, sizden aldığı, helal ve haramlarına, emir ve yasaklarına uyacağınıza dair ahdinizi yerine getirin ve onu bozmayın."

2

Ey iman edenler, Allah'ın nişanelerine, mukaddes olan haram ay'a, hediye edilen kurbanlığa (kurbanlık hediyelere takılan) gerdanlıklara ve rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Kabe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haram'dân men etliği için, bir kavme olan kininiz sakın sizi, onlara karşı tecavüze sevketmesin, İyilikte ve takvada yardımlasın. Günah işleme ve düşmanlık yapmakta yardımlaşmayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah, azabı çok şiddetli olandır.

Ey îman edenler, Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal, saymayın, farzlarını ihlal etmeyin. Haram aylarında düşmanlarınızla savaşarak o ayların kutsallığını ihlal etmeyin. Allah'a yakın olmak için ve onun sevabını ümid ederek Kabe'ye hediye edilen kurbanlara ve boyunlarına takılan nişanlara saygısızlık etmeyin. Beytül Haram'a yönelen ve orada ticaret yaparak rablerinin lütfundan istifade etmek isteyenlre de saygı gösterin. Onlara dokunmayın. İhramdan çıktıktan sonra avlanmanızda mahzur yoktur. Sizi daha önce Mescid-i Haram'dan men ettikleri için kendilerine karşı düşmanlık beslediğiniz insanlara karşı olan düşmanlığınız, sizi, onlara saldırmaya sevketmesin. iyilikte ve takvada yardımlasın. Günah işlemede ve Allah'ın haram kıldığı saldırganlık ve düşmanlıkta yardımlaşmayın. Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Şüphesiz ki Allah, kendisine karşı geleni cezalandırması pek şiddetli olandır. Çünkü cehennemin ateşi sönmez ve alevi tükenmez.

Âyetin mealinde "Nişaneler" diye tercüme edilen "Şeair" kelimesinin neyi ifade ettiği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.

a- Bazıları bunun mânâsının: "Allah'ın haram kılmış olduğu şeyler ve koymuş olduğu sınırlar." olduğunu söylemiş ve âyeti: "Allah'ın haramlarını helal saymayın, koyduğu sınırları aşmayın." şeklinde tefsir etmişlerdir. Ata b. Ebi Rebah bu görüştedir. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

b- Bazıları da bunun, Mekke'deki Harem hudutlarını ifade ettiğini söylemişler ve âyetin mânâsının: "Harem hudutlarına saygısızlık göstermeyin." anlamına geldiğini ifade etmişlerdir. Süddi bu görüştedir.

c- Diğer bir kısım âlimler ise bunun mânâsının: "Hac ibadetlerindeki sınırlar." olduğunu, buna göre de âyetin mânâsının: "Hac ibadetlerini ihlal etmeyin." demek olduğunu söylemişlerdir. Bu görüş, Abdullah b. Abbas ve Mücahid'den nakledilmiştir.

d-

Başka bir kısım âlimler de bunun mânâsının, "İhram yasakları" olduğunu söylemişlerdir. Buna göre âyetin mânâsının: "İhramlı iken Allah'ın size haram kıldığı şeyleri helal saymayın." demek olduğunu izah etmişlerdir. Bu görüş de Abdullah b. Abbas'tan rivâyet edilmiştir.

Âyet-i kerime’de, haram olan ay'a saygısızlık edilmemesi, kutsallığının korunması emredilmektedir. Bu da o ayda savaşmamakla gerçekleşmiş olur. Nitekim bu hususta bir âyette: "Ey Rasûlüm, sana, mukaddes olan haram ayda savaş etmekten soruyorlar. De ki: "O ayda savaşmak büyük günahtır. Fakat Allah yolundan alıkoymak, onu inkâr etmek, insanları Mesdi-i Haramdan men etmek ve oranın halkını yerinden çıkarmak, Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha büyük bir suçtur. Kâfirlerin gücü yetse sizi dininizden döndürünceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. Sizden kim, dininden döner ve kâfir olarak ölürse işte onların, dünya ve âhirette amelleri boşa gitmiştir, İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır." Bakara sûresi, 2/217 buyurulmaktadır. İzahını yaptığımız bu âyette sözü edilen haram aydan maksat ise Mudar kabilesinin, kendisine savaşmayı haram saydığı Receb ayıdır. İkrime bu ayın, Zilkade ayı olduğunu söylemiştir. Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir.

Şu hadis-i şerifte ise haram ayların hangi ayların olduğu şöyle izah edilmiştir:

"Zaman, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı gündeki şekliyle dönmeye devam etmektedir. Bir yıl on iki aydır. Bu aylardan dördü haram aylandır. Üçü peşpeşe gelen, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem'dir. Biri de Cemaziyelâhir ile Şaban ayı arasındaki Receb-i Mudar (Receb) ayıdır. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 9, b. 8/Müslim, K. el-Kasame b. 29, Hadis No: 1679

Haram olan bu aylarda savaşmanın yasak olması hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında müfessirlir ihtilaf etmişlerdir. Çoğunluğun görüşüne göre bu yasak kaldırılmıştır. Artık bu aylarda savaşmak serbesttir. Diğer bir görüşe göre ise bu yasak devam etmektedir. Bu aylarda savaşa başlamak haramdır.

Âyet-i kerime’de, hediye edilen kurbanlığa ve gerdanlıklara saygısızlık yapılması yasaklanmaktadır. Burada zikredilen "Hediye kurbanlıklar" dan maksat, Allah'a yakın olma ve sevabını kazanma maksadıyla Kabe'ye hediye edilen deve, sığır ve koyun gibi kurbanlık hayvanlardır. Allahü teâlâ bu gibi kurbanlıkların, kesilme yerlerine gitmelerine engel olmayı ve bunları götürenlere dokunmayı yasaklamıştır.

Abdullah b. Abbas, Beytullah'a hediye edilen kurbanlıklara, gerdanlık şeklinde nişane takılmadan önce onlara "Hediye" denildiğini zikretmiştir.

Âyetin bu bölümünde zikredilen gerdanlıklardan neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre buradaki "Gerdanlıklar" dan maksat, boyunlarına gerdanlık şeklinde nişane takılan kurbanlıklardır. Zira kurbanlıklara bu tür nişaneler takıldıktan sonra bu isim verilir.

b- Katade'ye göre burada zikredilen gerdanlıklardan maksat, müşriklerin evlerinden çıkıp Mekke'ye yönelirken, ağaç kabuklarından yapıp boyunlarına taktıkları, dönerken de kıldan yapıp yine boyunlarına taktıkları gerdanlıklardır. Cahiliye döneminde bu tür gerdanlıktan takan kişiler, kendilerini güven içinde hissederlerdi ve bunlara kimse dokunmazdı.

c- Ata, Mücahid, Süddi ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen gerdanlıklardan maksat, harem bölgesinden çıkmak isteyenlerin, oranın ağaçlarının kabuklarından yaparak boyunlarına taktıkları gerdanlıklardır. Bu gibi gerdanlıklan takan insanlara, diğer kabileler dokunmazlardı. Âyette bu gibi insanlara dokunulmaması emredilmektedir.

d- Ata ve Rebi' b. Enes'ten nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen gerdanlıklardan maksat, Mekke'de bulunan ağaçların kabuklarından yapılan gerdanlıklardır. Müşrikler cahiliye döneminde bu gibi gerdanlıklan takarlardı. Allahü teâlâ bu âyette mü’minlere, Mekke'nin ağaçlarından kabuklar soyarak böyle gerdanlıklar yapmalarını yasaklamıştır.

Taberi'ye göre burada zikredilen gerdanlıklardan maksat, Kabe'ye sunulmak üzere kurban edilmek istenen hayvanların boyunlarına ve Hacca giderken insanların boyunlarına takılan gerdanlıkların hepsidir. Allahü teâlâ âyette bu tür gerdanlıkları takanlara dokunulmamasmı emretmiştir.

Âyet-i kerime’de, Beytullahil Haram'ı Hacc etmek maksadıyla gelen insanlara dokunulmaması emredilmektedir.

Süddi, İkrime ve İbn-i Cüreyc bu âyet-i kerime’nin, Hutam b. Hind el-Bekri isimli bir kişi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu kişi, atını Medine'nin dışında bırakarak yalnız basma Resûlüllah'ın yanına varmış Resûlüllah da onu İslama davet etmiştir. Bunun üzerine Hutam, "Bana süre tanıyın. Benim, kendileriyle isitşare edeceğim kimseler var. Belki de müslüman olurum." demiş ve Resûlüllah'ın yanından ayrılmıştır. Bunun üzerine Resûlüllah: "Bu, içeriye kâfir bir yüzle girdi. Dışarıya hain bir ökçe ile çıktı." buyurdu. Hutam, Medine'nin sürülerinin birinin yanından geçerken onları sürüp memleketine götürdü. Arkasından giden sahabiler onu yakalayamadılar. Ertesi yıl Hutam, gerdanlıklar takarak ve kurbanlıklar alarak Hac yoluna çıktı. Resûlüllah, bir kısım adamlarını göndererek onun kervanına el koymak istemişti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Hac yapmak maksadıyla yola çıkanlara dokunulmamasını emretti.

Taberi diyor ki: "Müfessirler bu âyette yasaklanan hususlarda nesh bulunduğu hakkında ittifak etmişler ancak bu neshin hangi yasaklar hakkında olduğunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Âmir eş-Şa'bi, Mücahid, Katade, Dehhak, Habib b. Ebi Sabit ve İbn-i Zeyd'e göre bu âyette dokunulması yasaklanan herşeye dokunmak hususu neshedilmiştir. Bu sebeple haram ayında savaşmak, Beytullaha götürülmekte olan kurbanlıklara gerdanlık takmış kişi ve hayvanlara gerektiğinde engel olmak ve yine Hacc etmek için Beytullaha gelen müslüman olmayan kişilere mani olmak caizdir. Çünkü Allahü teâlâ, bütün müşriklere karşı cihad edilmesini ve bulundukları yerde öldürülmelerini emretmiş ve buyurmuştur ki: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün... Tevbe sûresi, 9/5 Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın. Tevbe sûresi 9/36

b- Katade, Süddi ve Abdullah b. Abbas'a göre ise bu âyetin, "Allah'ın nişanelerine saygısızlık etmeyin." ifadesi dışındaki kısımları neshedilmiştir. Zira; Allahü teâlâ, "Müşrikler kendilerinin kâfirliğine şahitlik ederken Allah'ın mescitlerini imar edemezler." Tevbe sûresi 9/17 Müşrikler ancak necistirler. Bu yıllarından sonra, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Tevbe sûresi 9/28 buyurmuştur. Böylece Mescid-i Haram'a, Hac yapmak maksadıyla da olsa müşriklerin gelmesini yasaklamıştır. Diğer yandan müşriklerin karılarının helal olduğunu beyan ederek "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." buyurmuştur. İşte zikredilen bu âyetler, açıklanmakta olan âyetteki yasaklamaları neshetmiştir.

Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin sadece gerdanlıklara dokunmayı yasaklayan bölümü neshedilmiştir. Buna göre ağaçların kabuklanıldım yapılan gerdanlıklar artık yapılmayacaktır. Çünkü âyetin bu bölümü neshedilmiştir.

Taberi, bu görüşlerden ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira müşriklere karşı haram aylarında savaşmanın caiz olduğu, keza müşrikler boyunlarına veya kollarına ağaç kabuklarından gerdanlıklar taksalar dahi onlarla savaşabileceği hususunda âlimlerin görüş birliği vardır. Mescid-i Haram'ı Hacc etmek için gelenlerin müşrik olanlarına karşı savaşılacağının caiz olması ise "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." âyet-i kerimesiyle beyan edilmiştir. Böylece bu âyet-i kertmenin "Allah'ın nişanelerine dokunmayın." bölümünün dışındaki diğer kısımların neshedi kliği anlaşılmıştır.

Âyet-i kerime’de, Kabe'ye yönelenlerin, rablerinden lütuf ve rıza istedikleri beyan edilmektedir. Burada istenen lütuftan maksat, Hacda yapılan ticaretten elde edilecek kârdır.

Abdullah b. ömer, âyetin bu bölümünü delil göstererek Hacda ticaret yapılmasının mahzurlu olmadığını söylemiştir.

Âyette, talep edildiği zikredilen rızada maksat ise, müşriklerin Hac yaparak Allah'ı razı etmeleri ve böylece dünyada cezalandırılmaktan kurtulmalarını istemeleridir.

3

Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adma kesilen, boğulan, dövülerek, düşerek birbirleriyle dövüşerek ölen, canı çıkmadan kestiğiniz hariç, yırtıcı hayvanlar tarafından yenilen, dikilen o taşlar için kesilen hayvanlar sizin için haram kılınmıştır. Fal oklarıyla kısmet aramanız da haram kılınmıştır. Bunları yapmak, yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlardan korkmayın benden korkun. Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslamı seçtim. Açlık sebebiyle zaruret içinde olan, günaha kaymayacak bir şekilde bu haram kılınan şeylerden yiyebilir. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Bu âyet-i kerime, müslumanlara haram kılınan şeylerden bir kısmını zikretmekte ve şunların haram kılındığını bildirmektedir.

Leş: Bundan maksat, kara hayvanlarının, dini usullere riâyet edilmeden kesilenleri veya kendiliğinden ölenleridir. Deniz hayvanlarının ölülerinin ise, kesilmeleri söz konusu olmadan yenmeleri dinen helaldir.

Peygamber efendimizden denizin suyu sorulmuş o da şöyle buyurmuştur:

"Denizin suyu temiz ölüsü de helaldir." Ebû Davud, K. et-Taharet, b. 41, Hadis no: 83 /Tirmizi, K. et-Taharet b. 52 Hadis no: 69/ Nesâî, K. et-Taharet, b. 46, Hadis no: 59,333 /İbn-i mace K. et-Taharet, b. 38 HN: 386

Kan: Bundan maksat, akıtılmış kandır. Nitekim En'am suresinin yüz kırk beşinci âyetinde bu husus açıklanmaktadır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

"Bize, ölen hayvanlardan iki cins, kanlardan da iki çeşidi helal kılınmıştır. Ölen hayvanlar balık ve çekirgedir. Kanlar ise karaciğer ve dalaktır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2 s. 97/ İbn-i Mace K. el-Et'ime b. 31 HN: 3314

Domuz Eti: Domuzun ehlisi de vahşi olanı da, eti yağı ve diğer organlarının hepsi de haramdır.

Allah'tan Başkasının Adı Anılarak Kesilen Hayvan: Allahü teâlâ, yarattığı hayvanların, kesildikleri zaman kendi adı anılarak kesilmelerini emretmiş, kendi adından başka herhangi bir isim anılarak kesilen hayvanların yenmesini ise haram kılmıştır. Bu hususta âlimler ittifak etmişlerdir. Allah'tan başka şeyler, put, tağut ve diğer bütün varlıklardır.

Allah'ın dışında herhangi bir şeyin adının anılmamasıyla birlikte, Allah'ın ismi de anılmaksızın kesilen hayvanın etinin yenmesinde ise âlimler arasında çeşitli görüşler vardır.

Allahü teâlâ diğer âyet-i kerimelerde şöyle buyuruyor: "Eğer Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlardan yiyin." "Size ne oluyor da Allah'ın adı zikredilerek kesilen hayvanlardan yemiyorsunuz? En'am sûresi, 6/18, 19 Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak, Allah'ın yolundan çıkmaktır. En'am sûresi, 6/121

Bu konuda âlimler arasında çeşitli görüşler vardır. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

a- Bazı âlimler demişlerdir ki: "Hayvanı kesen kimse müslüman dahi olsa, keserken Allah'ın adını anmazsa, kestiği hayvan yenmez. İsterse Allah'ın adını anmayı kasten terketsin isterse unutsun." Bu görüş, Abdullah b. Ömer'den, onun kölesi Nâfı'den, Şa'bi ve İbn-i Sirin'den nakledilmiştir, aynı görüş İmam Malik'ten, İmam Ahmed b. Hanbel'den de nakledilmektedir. Davud-u Zahiri de aynı görüştedir. Bunlar, görüşlerine delil olarak En'am suresinin yüz yirmi birinci âyetini göstennişler, ayrıca Maide suresinin dördüncü âyetinin şu ifadesini zikretmişlerdir. "...Avcı hayvanları ava salarken üzerlerine Allah'ın adını anın..." Peygamber efendimiz de bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: Buhari, K. eş-Şerike bab. 3, 16 K. el-Cihad b. 91 / Müslim, K. el-Edahi, b. 20 HN: 968

"Kanı akıtacak bir âletle kesilen ve üzerine Allah'ın ismi anılarak kesilen hayvanı yiyin. Diş ve tırnak hariç."

b- Bazı âlimler de, hayvanı kesen müslümanın unutarak, besmele çekmeden kestiği hayvanın yenileceğini fakat Besmeleyi kasten terketmesi halinde kestiğinin yenmeyeceğini söylemişlerdir. Bu görüş, Hazret-i Ali, Abdullah b. Abbas, Said b. Müseyyeb, Ata, Tavus ve Hasan-ı Basri'den nakledilmekte, Ebû Hanife de aynı görüşü benimsemektedir. İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel'in mezheplerinde meşhur olan görüş te budur. Bunların delilleri, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Rivâyet edilen şu hadis-i şeriftir.

"Şüphesiz ki Allah, ümmetimden, hata, unutma ve zorla yaptırılan şeyin sorumluluğunu kaldırmıştır. İbn. Mace, K. et-Talâk, b. 16, Hadis no: 2044, 2045

c- Diğer bir kısım âlimler ise, hayvanı kesen müslümanın besmele çekmesinin şart olmadığını, besmele çekmenin müstehap olduğunu, hayvanı kesen kimsenin besmeleyi kasıtlı olarka terketmesi halinde dahi kesilen hayvanın yenebileceğini söylemişlerdir. Bu görüş de Abdullah b. Abbas, Ebû Hureyre ve Ata b. Ebi Rebah'tan rivâyet edilmektedir. İmam Şafii de bu görüştedir. Aynı görüş, İmam Malik ve İmam Ahmed b. Hanbel'den de nakledilmiştir. Bu görüşte olanlar "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanları yemeyin. En'am sûresi, 7/12 âyet-i kerimesinin "Allah'ın dışındaki varlıkların adı zikredilerek kesilenleri kasdettiğini söylemişlerdir. Delil olarak da Darekutni'nin rivâyet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir. "Müslüman bir kimse bir hayvanı keser de Allah'ın ismini anmazsa sen o kesileni ye. Çünkü müslümanda Allah'ın isimlerinden biri mutlaka mevcuttur. Darekutni ikt sityd ez-Zebaih, Hadis no: 96 C. 4 s. 296

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki:

"Bir kısım insanlar Resûlüllah'tan şunu sordular: "Ey Allah'ın Resulü, müşriklikten yeni çıkmış olan bazı insanlar bize et getiriyorlar. Bilmiyoruz onları keserlerken üzerlerine Allah'ın adını andılar mı anmadılar mı?" Resûlüllah buyurdu ki: "Siz o ete besmele çekin ve yiyin. Buhari, K. et-Tevhid bab: 13 K. ez-Zebaih bab: 21

Boğularak ölen, dövülerek öldürülen hayvanların etini yemek de haramdır.

Müfessirler, burada zikredilen boğulmadan hangi suretle boğulmanın kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Süddi, Dehhak ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre burada ifade edilen boğulma şeklinden maksat, hayvanın, başını bir şeyin arasına soktuktan sonra çikamayarak boğulmasidır.

b- Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre boğulmaktan maksat, bağlanan hayvanın, bağlandığı ipe takılarak boğulup ölmesidir.

c- Abdullah b. Abbas ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki boğulan hayvandan maksat, müşriklerin, boğarak öldürdükleri hayvanlardır. Çünkü onlar, hayvanları kesme yerine onu boğup öldürürler sonra da etini yerlerdi.

Âyette zikredilen, dövüşerek ölen hayvanlardan maksat, birbirleriyle dövüşerek ölen hayvnalardır. Cahiliye döneminde insanlar, bu şekilde ölen hayvanların da etlerini yerlerdi.

Taberi buradaki boğulmaktan maksadın, hayvanın kendi kendine boğulması olduğunu söylemiş ve bu boğulmanın da hayvanın kafasını bir yere sokup kuıtul ama yarak olabileceğim yahut da bağlandığı bağa düşerek boğulmuş olabileceğini söylemiştir. Buradaki boğulmayı, İnsanların boğması mânâsına almak isabetli değildir. Çünkü âyetin metni boğmaktan değil boğulmaktan bahsetmektedir.

Âyette zikredilen hayvanın dövülerek öldürülmesinden maksat, ehli hayvanları kesme yerinde döverek öldürmektir. Cahiliye döneminde insanlar hayvanları döverek öldürüyor ve onların etlerini yiyorlardı. Allahü teâlâ bu şekilde öldürülen hayvanların etlerinin müslümanlara haram olduğunu beyan etti.

Âyette zikredilen, düşerek ölenden maksat, hayvanın, yüksek bir yerden düşerek ölmesi veya kuyu gibi derin çukurlara düşerek ölmesidir. Cahiliye döneminde insanlar bu şekilde ölen hayvanların etlerini yerlerdi. Allahü teâlâ, müslümanlara bunların etlerini de haram kıldı.

Âyette zikredilen, dövüşerek ölen hayvandan maksat, birbirleriyle dövüşerek ölen hayvanlardır. Cahiliye döneminde insanlar bu şekilde ölen hayvanların da etlerini yerlerdi.

Âyette, eğitilmemiş yırtıcı avcı hayvanların yakalayıp bir kısmını yedikleri hayvanların etlerini yemenin de haram olduğu beyan edilmektedir.

Âyet-i kerime’de "Canı çıkmadan kestiğiniz hariç." buyurulmaktadır. Müfessirler bu istisnayı iki şekilde yorumlamışlardır.

a- Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri Katade, İbrahim en-Nehai, Tavus, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Hazret-i Ali'den nakledilen bir görüşe göre buradaki istisna, Allah'tan başkası adına kesilen, boğulmakta olan, dövülen, düşen, dövüşen ve yırtıcı hayvanlar tarafından yenmekte olan hayvanlardır. Bu gibi hayvanlar ölmeden yetişilip kesilirlerse bunların etlerini yemek helaldir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise buradaki istisna, âyette zikredilen haram olma hükmünden istisnadır. Bunlara göre Allahü teâlâ, haram kılınanları saydıktan sonra helal kılman hayvanların ancak kesilmeleri halinde insanlara helal olacağını beyan etmiştir.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir. Buna göre Allah'tan başkası adına kesilmekte olan, boğulmakta olan, yüksek bir yerden düşerek ölmekte olan, dövülerek canı çıkmakta olan, dövüşerek ölmekte olan, yırtıcı hayvanların saldırısına uğrayarak ölmekte olan hayvanlar, çıkmadan önce yetişilip kesilirse bunların etlerini yemek helaldir. Bunların ölüp ölmediklerini ise, ayaklarını, kuyruklarını oynatmalanyla veya gözlerini çevirmel eriyle tesbit etmek mümkündür.

Putlara kurban olmak üzere, dikilen taşlar üzerinede kesilen hayvanların eti de yenmez, haramdır.

Mücahid diyor ki: "Buradaki "Dikilen taşlar"dan maksat, Kabe'nin çevresinde bulunan taşlardır. Cahiliye döneminde hayvanları onların üzerinde keserlerdi. Fal oklarıyla size taksim edilen kısmeti aramanız da haram kılınmıştır. Yani yolculuğa veya savaşa giderken, gayb âleminde sizin için ne taksim edildiğini anlamak üzere fal oklarına başvurmanız da size haram kılınmıştır.

Cahiliye döneminde insanlar, fal oklarını, bir kısım işlerde karar veren tanrılar kabul ederek onlara başvuruyorlar ve onlardan ilham almaya çalışıyorlardı. Bu oklardan bazılarının üzerine "Rabbim bana emretti." bazılarına "Rabbim bana yasakladı." diğer bazılarına da hiçbir şey yazmazlardı. Bunlar, yolculuğa veya savaşa çıkmak istediklerinde yahut evlenmek istediklerinde bu oklarla, kendilerine taksim edilen kısmeti bulmaya çalışırlardı. Çektikeri ok "Rabbim bana emretti." yazılı olanı ise işlerine devam ederlerdi. "Rabbim bana yasakladı." olanı çıkarsa yapmak istedikleri işten vazgeçerlerdi. Herhangi bir şey yazılı olmayan ok çıkarsa, tekrar çekmeye devam ederlerdi. Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri, Mücahid, Katade, İbn-i Zeyd, Süddi, Abdullah b. Kesir, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. Bunları yapmak, yani leşi, kanı, domuz etini, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanı, boğulan, dövülerek öldürülen, dövüşerek ölen ve yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülerek kısmen yenen hayvanı, putlara kurban edilmek üzere taşlar üzerinde kesilen hayvanı yemeniz ve fal oklanyla size taksim edileni aramanız fasıklıktır. Allah'ın yolundan ayrılmaktır.

Bugün artık kâfirler, sizin, dininizden çıkıp müşrik veya kâfir olmanız hususunda ümitsizliğe düşmüşlerdir. O halde hakkınızda ümitsizliğe düşen bu kâfirlerin size galip geleceğinden ve sizi dininizden çıkaracaklarından korkmayın. Çünkü bunların maneviyatı çökmüştür. Fakat siz benden korkun. Yoksa sizi cezama çarptırırım.

Âyette zikredilen bu "Gün" den maksat, Mücahid'e göre Resûlüllah'ın yaptığı Veda Haccının arefe günüdür.

Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu "Gün" Cuma gününe denk gelen Arefe günüdür. Bugünde Resûlüllah, çevresine bakınca hiçbir müşrik görememiş, yalnızca Tevhid inancına sahip olan insanları görmüştür. Bunun üzerine Allah'a hamdetmiş, Cebrâil de "Bugün kâfirler dininize karşı ümitsizliğe düşmüşlerdir." âyetini getirmiştir.

Âyette "Bugün dininizi kemale erdirdim." buyurulmaktadır.

a- Abdullah b. Abbas ve Süddi'ye göre, dinin kemale erdirilmesinden maksat, getirdiği hükümlerin tamamlanmasıdır. Bunlara göre bu âyet-i kerime Resûlüllah'ın yaptığı Veda Haccının arefe gününde en son âyet olarak nazil olmuş, bütün dinî hükümlerin tamamlandığını bildirmiş ve bu âyetin inmesinden sonra Resûlüllah sadece seksen gün yaşamıştır. Bunlara göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Ey mü’minler, artık bugün size farz kıldığım hükümleri, koyduğum cezalan, emirlerimi, yasaklarımı, helallerimi, haramlarımı, kitabımda indirdiğim âyetlerimi ve âyetlerimde zikrettiğim açıklamaları ve dini hususlarda muhtaç olduğunuz herşeye dair gönderdiğim delilleri tamamladım. Artık bugünden sonra bunlarda herhangi bir artma olmayacaktır.

b- Hakem, Katade ve Said b. Cübeyr'e göre ise "Bugün dininizi kemale erdirdim." ifadesinden maksat, "Bugün Hac ibadetinizi mükemmel bir şekilde yaptırdım." demektir. Yani, sizler Veda Haccını hiçbir müşrik bulunmaksızın, mü’minler topluluğu olarak mükemmel bir şekilde yaptınız." demektir.

Taberi bu son görüşün daha evla olduğunu söylemiştir. Zira, dini hükümlerin hangi âyette tamamlandığı hususu ihtilaflı bir konudur.

Abdullah b. Abbas ve Süddi, dini hükümlerin bu âyette tamamlanmadığını söylerlerken Bera b. Âzib de en son inen âyetin, Nisa suresinin yüz yetmiş altıncı ve sonuncu âyeti olduğunu söylemiştir.

Diğer yandan hiçbir ilim sahibi, Resûlüllah'tan, ölünceye kadar vahyin kesildiğini söylememiştir. Bilakis vefatından önce kendisine daha sık vahiy gelmistir. Madem ki durum böyledir o halde ve Nisa suresinin "Ey Rasûlüm, senden fetva isterler. De ki: "Size usul ve füru bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetva verir," Nisa sinesi, 4/176 âyeti en son inen âyettir. Bu âyette de mirasla ilgili hükümler zikredilmektedir. Bu da göstermektedir ki "Bugün dininizi kemale erdirdim." ifadesindeki kemale erdirmekten maksat, dini hükümlerin tamamlanması değildir. Zira ondan sonra Nisa suresinin, zikredilen son âyetindeki dini hükümler nâzil olmuştur.

Eğer denilecek olursa ki: "Niçin "Bugün dininizi kemale erdirdim." âyetinden sonra herhangi bir hüküm indirilmemiştir?" diyenlerin sözünü tercih etmiyorsun da "Nisa suresinin yüz yetmiş atına âyeti en son inen Âyettir." diyenlerin sözünü tercih ediyorsun?" Cevaben denilir ki: "Birinci sözü söyleyenler, zikrettikleri âyetten sonra herhangi bir hükmün indiğini bilmediklerini ifade etmektedirler. Halbuki onların bunu bilmemesi, daha başka sadık kimselerin onu bilerek söylediklerini kabul etmeye engel teşkil etmez.

Âyet-i kerime’de "Size nimetimi tamamladım." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey mü’minler, sizi, benim de sizin de düşmanlarınız olan müşriklere galip getirerek onları memleketinizden kovarak ve sizin, İslamdan dönerek tekrar eski dininize dönmenize dair onların ümitlerini keserek nimetimi size tamamladım."

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Daha önce müşriklerle müslümanlar, beraber Hac yapıyorlardı. Tevbe sûresi inince müşrikler Beytullah'tan uzaklaştırıldı. Müslümanlar Beytullah'ı müşrikler olmaksızın Hac ettiler. İşte bu, Allahü teâlânın "Üzerinize olan nimetimi tamaladım." ifadesindeki "Nimeti tamamlama "d ir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Din olarak size İslamı seçtim." diye tercüme edilen cümlesi şu şekilde izah edilmiştir: "Ben size dinin emirlerini, yasaklarını ve diğer hükümlerini tayin ederek emrimi kabul etmenizi ve itaatime boyun eğmenizi sizin için bir din ve bir itaat yolu yaptım."

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki; "Allahü teâlâ, bu âyet inmeden önce İslam dininin, kulları için bir din olmasına azı değil miydi de bu âyetle din olarak seçtiğini beyan etti?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ ezelden yaratıkların dininin İslam dini olmasını istemiştir. Fakat o, Peygamberi Hazret-i Muhammed'i ve ona tabi olan sahabilerini, İslam dininin çeşitli mertebelerine derece derece ulaştırmış, onlar bu âyetin indiği zamanlardaki son aşamaya varınca Allahü teâlâ şeriatını ve İslam dininin kendileri için din olmasına razı olduğunu beyan etmiştir.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin ne zaman ve nerede indiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Tarık b. Şihab, Abdullah b. Abbas, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi, . Âmir eş-Şa'bi, Katade, İkrime, Şehr b. Havşeb, Esma bint-i yezid, Muaviye b. Ebi Süfyan ve Hazret-i Ömer'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime Cuma günü akşamleyin Resûlüllah Hac yapmak üzere Arafat'ta iken orada ona inmiştir. Bu hususta Tank b. Şihab diyor ki:

"Yahudiler Ömer b. Hattab'a dediler ki: "Sizler bir âyeti okuyorsunuz. Şâyet o âyet bize inmiş olsaydı biz onun indiği zamanı bayram edinirdik. Ömer dedi ki: "Ben o âyetin nerede ve nasıl indiğini ve onun indiği zaman Resûlüllah'ın nerede bulunduğunu iyi biliyorum. O âyet Arafe günü indi. Allah'a yemin olsun ki biz o zaman Arafattaydik. O gün Cuma günüydü. O âyet de "Bugün dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslamı seçtim... Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 5, bab: 2 âyetidir.

Ammar b. Ebi Ammar diyor ki:

"Abdullah b. Abbas: "Bugün dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve din olarak size İslami seçtim." âyetini okudu. Onun yanında bir Yahudi bulunuyordu. O dedi ki: "Eğer bu bize indirilecek olsaydı biz bunun indirildiği günü bayram enidirdik." Abdullah b. Abbas da dedi ki: "O âyet bayram gününde, Cuma gününde ve Arafat gününde nazil olmuştur. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 5, bab: 2

Esma bint-i Yezid diyor ki:

"Ben, Resûlüllah'ın ismindeki devesinin yularım tutarken ona Maide suresinin tam olarak indiğini gördüm O surenin ağırlığından dolayı neredeyse devenin ayaklan ezilecekti. Ahmed b. Hanbel, C. 6, s. 455

b- Haneş'in, Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine ve Katade'ye göre ise bu âyet ve Maide suresinin tümü, pazartesi günü Medine'de nazil olmuştur. Bu hususta Haneş, Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Peygamberiniz pazartesi günü doğmuş, Mekke'den pazartesi günü çıkmış, Maide sûresi de, "Bugün dininizi kemale erdirdim." âyeti dahil pazartesi günü inmiş ve vahyin kesilmesi pazartesi günü olmuştur."

c- Rebi' b. Enes'ten nakledilen diğer bir görüşe göre Maide sûresi Resûlüllah'a, Veda hacci yapmak üzere giderken yolda bineğinin üzerinde iken nazil olmuş ve bineği surenin ağırlığından dolayı çökmüştür.

d- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen bu "Gün"den hangi günün kastedildiği insanlar tarafından bilinmemekte sadece Allahü teâlâ tarafından bilinmektedir. Bu izaha göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Benim, dininizi kemale erdirdiğim gün, ancak benim bildiğim bir gündür. Yaratıklarımın bileceği bir gün değildir."

Taberi bu âyetin nazil oluşu hakkındaki görüşlerden, bu âyetin Arafe gününe rastlayan Cuma gününde indiğini söyleyen birici görüşü tercih etmiştir. Zira bununla ilgili haberlerin senetleri sahih, diğerlerinin senetleri'ise zayıftır.

Âyet-i kerime’de: "Açlık sebebiyle zaruret içinde olan, günaha kaymayacak şekilde bu haram kılınan şeylerden yiyebilir." buyurulmaktadır. Burada "Günaha kaymayacak şekilde" diye tercüme edilen ( ifadesinden maksat, kasıtlı bir şekilde haram yiyerek günah işlemekten çekinmektir. Yani açlığından dolayı bu âyette haram kılındığı beyan edilen şeylerden yeme mecburiyetinde kalan kimse bunlardan yiyebilir. Yeterki haramları yiyerek Allah'a karşı gelme niyetinde olmasın.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Allah çok affeden ve çok merhamet edendir." buyurulmaktadır.

Bu ifadeden maksat, "Allah, açlığından dolayı, mecbur kalarak bu âyette haram kılman şeyleri yiyeni hesaba çekmeyrek kusurlarım örtendir. Aç kalması halinde haramlardan yeme ruhsatı vererek ona merhamet edendir." demektir.

Taberi diyor ki; "Eğer denecek olursa ki "Allahü teâlânın burada yenmesine ruhsat verdiği haram şeylerden kişi ne kadar aç olduğu zaman ve ne kadar yiyebilir?" Cevaben denilir ki: "Bu hususta şu hadis'er Rivâyet edilmektedir: "Ebû Vâkid el-Leysi diyor ki:

"Dedim ki "Ey Allah'ın Resulü öyle yerlerde bulunuyoruz ki oralarda aç kalıyoruz. O durumda leşten bize ne kadan helal olur?" Resûlüllah buyurdu ki: "Sabahleyin bir bardak süt içmiyor, akşamleyin bir bardak süt içmiyor ve yeşilliklerden de yeteri kadar bulup yi yemi yors anız, leş hususunda serbestsiniz."a Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 5, s. 218 / Darimi, K. el-Edahi, bab: 24

Hasan-ı Basri diyor ki; "Bir adam Resûlüllah'a geldi ve dedi ki: "Aç olduğumda haram olan şeyler ne zamana kadar bana helal olur?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Ailene süt içirinceye veya onların yiyeceklerini temin edinceye kadar."

Urve b. Zübeyr'in rivâyet ettiğine göre Bedevilerden bir adam Resûlüllah'a gelip Allah'ın kendisine neyi haram neyi helal kıldığım sormuş Resûlüllah da ona şu cevabı vermiştir: "Senin için temiz şeyler helal, murdar şeyler de haram kılınmıştır. Ancak ihtiyacın kalmayıncaya kadar kendisinden yiyeceğin bir yiyeceği muhtaç olan müstesnadır." Bunun üzerine o kişi: "Bana onu (Haram kılınan şeyleri) helal kılacak ihtiyacım nedir ve beni ona muhtaç etmeyecek varlığım nedir?" dedi. Resûlüllah da buyurdu ki: "Sen, hayvanların döl vereceklerini bekliyorsan döllerin meydana gelmelerine kadar hayvanların etlerini yiyerek erişirsin. (İşte senin varlığın budur) Veya sen, kendini muhtaç etmeyecek bir şeyi ümit ediyorsan herhangi bir şeyle o erişeceğin varlığa erişebiliyorsan işte o zaman ihtiyacın kulmaymcaya kadar ailene dilediğini yedir." Bedevi dedi ki: "Bulduğum takdirde aileme verdiğim o şeyleri bırakmamı icabettiren varlığım nedir?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Sen ailene geceleyin süt içirebiliyorsan, ye-meklerden Allah'ın sana haram kıldığı şeylerden kaçın. Kendi malından başkasına bakma. Çünkü onun kullanımı sana aittir. Sen onu ye. Onun içinde haram yoktur."

4

Ey Rasûlüm, onlar senden kendileri için neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "İyi ve temiz olan şeyler size helal kılındı. Allah'ın size öğrettiklerinden, kendilerini öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için yakaladıklarından da yiyen. Ve onları av'a salarken üzerlerine Allah'ın adını anın. Allah'tan korkun şüphesiz ki Allah, hesabı çok sür'atîi olandır.

Ey Rasûlüm, müslümanlar sana, Allah'ın kendileri için neyin yenilmesinin helal kılındığını soruyorlar. Onlara de ki: "Size temiz ve helal olan şeyler helal kılındı. Kendilerini öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların, sizin için yakaladığı av hayvanları da helaldir. Sizler o avcı hayvanları Allah'ın size öğretmiş olduğu şekilde eğitin. Onların sizin için yakaladığı av hayvanlarından ye-yin. Avcı hayvanları avın üzerine salarken Besmele ile salın. Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Ve bilin ki Allah, hesaba çekmesi çok süratli olandır. Bütün yaratıkların hesabını en kısa zamanda bitirir. Çünkü Allah'ın bir şeyle meşgul olması, diğer şeyle meşgul olmasına engel değildir.

Taberi özetle diyor ki: "Bize ulaştığına göre bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi şudur: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) köpeklerin öldürülmesini emredince insanlar gelip ona "Hangi çeşit köpeği saklamanın ve onlarla av yapmanın helal olacağını sordular. Bu somlar üzerine Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdi. Saklamaları haram kılınan köpeklerden av köpeklerini, çoban köpeklerini ve mahsul koruyan köpekleri, istisna etti. Bu hususta Ebû Rafı'in şunları söylediği rivâyet edilmiştir. "Bir zaman Cebrâil (aleyhisselam) Resûlüllah'a geldi. İçeri girmek için izin istedi. Resûlüllah da ona izin verdi. Ve dedi ki: "Ey Allah'ın elçisi biz sana izin vermiştik." Cebrâil de dedi ki: "Evet ama biz, içinde köpek bulunan eve girmeyiz."

Ebû Rafı diyor ki: "Bunun üzerine Resûlüllah bana Medine'nin bütün köpeklerini öldürmemi emretti. Ben de öldürdüm. Nihâyet bir kadının yanına vardım. Onun havlayan bir köpeği vardı. Kadına merhamet ederek onun köpeğini bıraktım. Sonra Resûlüllah'a gelip bunu anlattım. O da bana tekrar emretti. Ben de gidip o köpeği de öldürdüm. Bunun üzerine bir kısım insanlar gelip Re-sululîah'a dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, öldü itilmesini emrettiğin bu köpeklerin soyundan hangisini saklamak bizim için helal olur?" Resûlüllah cevap vermedi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "Ey Rasûlüm, onlar senden kendileri için neyin helal kılındığını soruyorlar..." âyetini indirdi.

İkrime ve Muhammed b. Ka'b da âyetin nüzul sebebi hakkında bu görüşü zikretmişlerdir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Avcı hayvanlar" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı "Kazanan ve elde eden." demektir. Avcı hayvanlar, tuttukları hayvanları sahiplerine kazandırdıkları için onlara bu ad verilmiştir. Ancak müfessirler hangi tür hayvanların avcı hayvanlar sayılacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Hasan-ı Basri, Mücahid, Hayseme b. Abdurrahman, Ali b. Hüseyin, Abdullah b. Abbas, Tavus ve Ubeyd b. Umeyr'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen avcı hayvanlardan maksat, kendisine avcılık öğretilen her türlü kanatlı ve kanatsız hayvandır. Mesela, köpek, pars, şahin, doğan ve benzeri hayvanlardır.

b- Dehhak, Süddi ve Abdullah b. Ömer'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen avcı hayvanlardan maksat, sadece köpeklerdir. Diğer hayvanlar değildir.

Taberi, âyetin, avcı hayvanları umumi bir şekilde ifade etmesi nedeniyle

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu bu sebeple köpek olsun kuş olsun bütün eğitilmiş avcı hayvanların avladıkları hayvanların yenilebileceğini söylemiş ve bu husuta Resûlüllah'ın, şahinlerin avladığı hayvanların yenileceğine dair izin verdiğini zikretmiştir.

Adiy b. Hatim diyor ki: "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den, şahinin avladığı hayvanın durumunu sordum, buyurdu ki: "Senin için yakaladığını ye."

Âyet-i kerime’de, kendilerine av hayvanları için: "Allah'ın size öğrettiklerinden kendilerini öğretip yetiştirdiğiniz.." buyurulmaktadır.

Av hayvanlarının, Allahü teâlânın, müslümanlara öğrettiği şekilde nasıl eğitilecekleri hususunda müfessirler farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Âmir eş-Şa'bi, Abdullah b. Ömer, Tavus, Said b. cübeyr, İbrahim en-Nehai ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre avcı hayvanın eğitilmesi şöyledir: "Sahibi onu av üzerine salıverdiğinde o, avın arkasından koşar. Yakaladığında ondan yemez ve sahibine getirir. Sahibi onu çağırdığında onu sözünü dinler. Ondan ayrılmaz. Avcı hayvan bu halini devam ettirince eğitilmiş sayılır. Ancak İmam Ebû Yusuf la İmam Muhammed, avcı hayvanın tam eğitilmiş sayılması için bu davranışını en az üç kere tekrar etmesi gerektiğini söylemişler fakat diğer bir kısım âlimler böyle bir sınır belirtmemişlerdir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın sunan söylediği rivâyet edilmektedir: "Eğitilmiş olan köpek, avı yakalayan ve sahibine getirinceye kadar ondan yemeyen köpektir. Şâyet sahibine getirmeden önce avdan yiyecek olursa, sahibi onu canlı iken kesmeye yetişse dahi o avcı hayvanların avladıkları şeyden yememeleri gerekirken şahinin, avladığı hayvandan yemesinin, onun eğitilmiş olmadığını göstermeyeceğini ifade etmişlerdir. Bunlara göre şahin, avladığı hayvandan yese dahi onun avladığı hayvanın yenmesinde bir mahzur yoktur.

b- Şa'bi, İkrime ve Ata'dan nakledilen diğer bir görüşe göre bütün avcı hayvanların, avladıkları hayvandan yememeleri şarttır. Aksi takdirde onların avladıkları hayvanlar yenmez. Şahin de diğer avcı hayvanlar gibidir.

c- Selman'ı Fârisî, Sa'd b. ebi Vakkas, Ebû Hureyre ve Abdullah b. Ömer'den nakledilen diğer bir görüşe göre avcı hayvanın, avladığı hayvandan yememesi, onun eğitilmiş sayılması için şart değildir. Bunlara göre bütün avcı hayvanların eğitilmesi aynıdır. O da şöyledir: "Avcı hayvan avın üzerine salıverildiğinde o, avın üzerine koşar, onu yakalar. Sahibi kendisini çağırdığında dönüp gelir veya ondan kaçmaz. İşte avcı hayvan bunu yapacak olursa, Allahü teâlânın bu âyette beyan ettiği şekilde eğitilmiş olur. Avdan yeyip yememesi önemli değildir. Bu hususta Selman-ı Farisi ve Ebû Hureyre'nin "Avcı hayvan avın üçte ikisini yese de üçte birini bırakacak olsa sen onu ye." dedikleri, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın da "Avladığı hayvanı yiyip sadece bir parça bırakacak olsa dahi onu ye." dedikleri Rivâyet edilmektedir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden doğru olmaya daha layık olanı, bu âyette zikredilen, eğitilmekten maksadın şu şekilde eğitilmiş olduğunu söyleyen görüştür:

Avcı hayvan av üzerine gönderilmeli o da gitmelidir. Sahibi onu geri çağırdığımla da dönüp gelmelidir. Avı yakaladığında ondan yemeksizin sahibine getirmeli, sahibi ona bir emir verdiğinde ondan kaçmamalı, bilakis çağırışına uymalıdır. İşte kuş olsun diğer hayvanlar olsun, eğitilmeleri böyledir. Şâyet avcı hayvan, avladığından yiyecek olursa o hayvan henüz eğitilmiş değildir. Ancak avcı hayvanın yakaladığı ve ondan bir miktar yediği av hayvanına, canlı iken yetişilir de kesilecek olursa onu yemek helal olur. Yetişilemezse helal olmaz. Zira bu âyette zikredilen haramlardan, yırtıcı hayvanların yediği türe dahil olur.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi, bunun hakkında Resûlüllah'tan birbirini destekleyen hadislerin rivâyet edilmesidir.

Adiy b. Hfıtim diyor ki:

"Dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, ben, köpeğimi av'a salıyor üzerine de besmele çekiyorum. (Bunun avladığı hayvanın hükmü nedir?) Resûlüllah buyurdu ki: "Sen, köpeğini saldığında ve onun üzerine besmele çektiğinde eğer o, avı yakalar, onu öldürür ve ondan yiyecek olursa sen o avı yeme. Çünkü avcı hayvan onu kendisi için yakalamıştır.

Adiy b. Hatim diğer bir Rivâyetinde de diyor ki:

"Ben Resûlüllah'tan avı sordum ve dedim ki: "Biz, bu köpeklerle av yapan bir kavimiz." Resûlüllah da dedi ki: "Sen, eğitilmiş köpeklerini gönderir ve üzerlerine Allah'ın adını anacak olursan onlar, sizin için yakaladıklarım öldürmüş olsalar dahi o av hayvanını ye. Ancak köpeğin avdan yemiş olma hali müstesnadır. Çünkü korkarım ki o, bunu kendisi için yakalamıştır. Buhari, K. ez-Zebaih, hab: 7

Âyet-i kerime’de geçen ve "Avcı hayvanların sizin için yakaladıklarından yeyin." diye tercüme edilen ifadeden neyin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

a- Bir kısım âlimler, Âyetin bu bölümünün zahirini alarak umum ifade ettiğini bu sebeple avcı hayvanların yakaladıkları, etleri helal olan her hayvanın yenilebileceğini, avcı hayvanın, yakaladığı hayvanın bir kısmını yese dahi yine de onu yemenin helal olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşte olanlar, avcı hayvanın, avladığından herhangi bir şeyi yemesinin, onun eğitilmemiş sayılmasına sebep olmayacağım söyleyen âlimlerdir. Bunlar daha önce zikredilmiştir.

Diğer bir kısım âlimler ise âyet-i kerime’nin bu bölümünün genel bir mânâ ifade etmeyip özel bir mânâ ifade ettiğini, bu özel mânânın da "Avcı hayvanların, yakaladıklarının tümünü yeyin. Ancak bir bölümü hariç. O da avcı hayvanların, yakalayıp yedikleri hayvanlardır. Siz onlardan yemeyin." şeklinde olduğunu söylemişlerdir.

Bu görüşte olan âlimler, avcı hayvanların eğitilmiş sayılabilmeleri için, yakaladıkları av hayvanlarından yememelerini şart koşan âlimlerdir. Bunlar da daha önce zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas, Süddi, Dehhak, Katade ve Adiy b. Hatim de bunlardandır. Daha önce bu son görüşün tercihe şayan olduğu açıklanmıştı.

Âyette zikredilen "Allah'ın adım anın." ifadesinden maksat, avcı hayvanları avın üzerine salarken Besmele çekmektir.

Adiy b. Hatim diyor ki: "Resûlüllah'a, köpekle av yapma meselesi soruldu. Resûlüllah buyurdu ki: "Sen, eğitilmiş köpeğini avın üzerine gönderir o da avı yakalayıp öldürürse onu ye. O köpek, tuttuğu avdan yerse sen o avdan yeme. Çünkü o bunu kendisi için yakalamıştır." Dedim ki: "Köpeğimi gönderiyor, ona başka köpeğin de katıldığını görüyorum." Resûlüllah: "Bu durumda o avdan yeme. Çünkü sen, sadece kendi köpeğine besmele çektin. Diğer köpeğe besmele çekmedin." buyurdu.

5

Bugün size, temiz ve güzel olan şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helaldir. Hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar, namuslu olmanız, zina yapmamanız, dost edinmemeniz ve kendilerine mehirlerini vermeniz şartıyla size helaldir. Kim dini inkâr ederse şüphesiz onun, daha önceki amelleri boşa gider. Ve âhiret gününde o, hüsrana uğrayanlardandır.

Ey mü’minler, kesilen hayvanlardan ve yiyeceklerden temiz olanları size helal kılındı. Murdar olanları ise haram kılındı. Kendilerine Tevrat verilen Yahudilerin ve İncil verilen Hristiyanların kestiği hayvanların etleri de size helal kılındı. Mü’minlerin hür kadınlarıyla, kendilerine kitap verilen Yahudi ve Hristiyaları hür kadınlarıyla evlenmeniz de size helal kılındı. Ancak, evlendiğiniz bu kadınlara mehirlerini vermeniz, iffetli olmanız, hayasızlık yapmamanız ve onları dost tutmamanız şartıyla size helal kılınmıştır. Kim, Allah'ın, iman etmeyi emrettiği şeyleri inkâr edecek olursa şüphesiz ki onun amelleri iptal edilir. O kimse, âhirette hüsrana uğrayanlardan olur.

*Ehl-i kitabın kestiğinin yenmesinin helal olduğu husunda şu hadis-i şerif delil gösterilmektedir:

"Hayberli bir Yahudi kadın, kızartılmış bir koyunu zehirleyerek Resûlüllah'a ikram etti. Resûlüllah koyunun ön kolundan alıp yedi. Kendisiyle beraber sahabilerden bir cemaat da o koyundan yedi. Sonra Resûlüllah onlara "Ellerinizi yemekten çekin." buyurdu. Yahudi kadına adam gönderip yanına çağırdı ve ona "Sen bu koyunu zehirledin mi?" diye sordu. Kadın: "Bunu sana kim haber verdi?" dedi. Resûlüllah "Elimde bulunan bu kol haber verdi." dedi. Bunun üzerine kadın: "Evet zehirledim." cevabını verdi. Resûlüllah: "Maksadın neydi?" diye sordu. Kadın da şu cevabı verdi: "Ben, kendi kendime dedim ki: "Eğer bu adam Peygamber ise bu koyun ona asla zarar vermez. Şâyet Peygamber değilse ondan kurtulmuş oluruz." Resûlüllah o anda bu kadını affetti, cezalandınnadı. Koyundan yiyen sahabilerden bazıları öldü. Resûlüllah da bu koyundan yediği için omuzundan kan aldırdı."

Diğer bir Rivâyette, ölen kişilerden birisinin, Bişr b. el-Bera olduğu ve onun ölümünden sonra Resûlüllah'ın, o kadını öldürttüğü bildirilmektedir. Ebû Davud, K. ed-Diyat, bab: 6, Hadis no: 4510, 4512 /Darimi, K. el-Mukaddime 6. 11

Âyet-i kerime’de, kendilerine kitap verildiği zikredilenlerden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, İkrime, Şa'bi, Ata, Hakem, Hammad ve Katade'ye göre burada zikredilen ehl-i kitaptan maksat, kendilerine Tevrat ve İncil verilnen Yahudi ve Hristiyanlar ve bu iki dine herhangi bir milletten giren insanlardır. Bunlar, sadece kendilerine Tevrat ve İncil verilen İsrailoğullarının soyundan gelen insanlar değildir. Bu itibarla Arap oldukları halde Hristiyan olan Tağlib oğullarının kestikleri hayvanlar da müslümanlar tarafından yenebilir. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın, şunu söylediği rivâyet edilmektedir. "Tağlib oğullarının kestiklerini yeyin, kadınlarıyla da evlenin, zira Allahü teâlâ kitabında: "Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz o da onlardan olur Maide sûresi, 5/51 buyurulmaktadır.

Görüldüğü gibi, Yahudi ve Hristiyanlan sadece dost edinenler bile onlardan sayılmıştır. Başka milletlerden onların dinine girenler elbetteki onlardan olacak ve onların hükümlerine tabi olacaklardır. Yani Arap olduğu halde İsrailoğullarına gelen İncile bağlanıp Hristiyan olan Tağlib oğulları ehl-i kitab sayılırlar bu sebeple de kestikleri yenir.

b- Diğer bir kişim âlimlere göre ise bu âyette kendilerine kitap verildiği zikredilen ehl-i kitaptan maksat, kenndilerine Tevrat ve İncil verilen İsrailoğulları ve bizzat onların soyundan gelen insanlardır. Başka milletlerden bu dinlere girenler burada zikredilen ehl-i kitap mefhumuna girmemekte bu sebeple de kestikleri hayvanlar helal sayılmamaktadır, yenilmezler. Muhammed b. İdris eş-Şafıi (İmam Şafii) bu görüşte olanlardandır.

Taberi diyor ki: "Muhammed b. İdris eş-Şafii'nin bu görüşe varmasının sebebi Arap Hristiyanların kestikleri hayvanların etlerinin yenmeyeceği hususundaki görüşlere tabi olmasıdır.

Bu hususta Hazret-i Ali'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Tağlib oğulları Hristiyanlarınin kestiklerini yemeyin. Çünkü onlar Hristiyanlığın sadece içki içme adetine sanlmışlardır." Abdullah b. Abbas'ın da "Siz, Arap olan Hristiyanların ve Ermeni Hristiyanların kestiklerini yemeyin." diye söylediği rivâyet edilmektedir.

Taberi diyor ki: "Aslında Hazret-i Ali'den Rivâyet edilen bu gibi haberler şunu ifade etmektedir: Hazret-i Ali, Tağlib oğullarının kestiklerini yemeyi yasaklıyordu. Çünkü onlar, gerçek Hristiyanların helal kabul ettikleri şeyleri helal saymayarak ve haram kabul ettikleri şeyleri de haram kabul etmeyerek hakiki Hristiyanlığı bırakmışlar sadece içki içme âdetini devam ettirmişlerdir. İşte İsrailoğullarından olmayan diğer miletlerin Hristiyanlığın sadece içki içme âdetini alarak kendilerini onlardan saymaları onlara yakışmayan bir şeydir."

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki: "Muhammed b. İdris eş-Şafii'nin bu görüşü isabetli değildir. Her milletten Yahudi ve Hristiyan olanların kestikleri hayvanlardan yemek mubahtır.

Âyette zikredilen ehl-i kitabın yemeğinden maksat, Mücahid, ibrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas, Hasan-i Basri, Süddi, Dehhak, İbn-i Zeyd ve Ebû'd-Derda'dan da nakledildiği gibi ehl-i kitabın kestiği hayvanların etidir.

Âyet-i kerime’de, "Hür ve iffetli mü’min kadınlarla sizden önce kendilerine kitap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar." ifadesi zikredilmektedir. Bu ifadede geçen ve "Hür ve iffetli" diye tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Mücahid, Tarık b. Şihab, Âmir eş-Şa'bi ve Hasan-ı Basri'den nakledilen bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Hür olan kadınlar" dır. Bunların iffetli veya iffetsiz olmaları farksızdır. Bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime’den anlaşılmaktadır ki, Allahü teâlâ, mü’min erkeklere, hür olan mü’min kadınlarla ve hür olan ehl-i kitap kadınlarla evlenmeyi helal kılmıştır. Hür kadınların iffetli olmamaları veya iffetsizliğe düşüp sonra vazgeçmiş olmaları önemli değildir.

Yine bu âyetten anlaşılmaktadır ki, cariyelerle evlenmek caiz değildir. Çünkü sadece hür kadınlarla evlenileceği beyan edilmiştir. Ancak mü’min cariyelerle de evlenileceği şu âyette: "Sizden hür mü’min kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, sahib olduğunuz mü’min cariyelerden evlensin. Nisa sûresi, 4/254 diye zikredilmiş, kâfir olan cariyelerle evlenme ise, izahını yapmakta olduğumuz âyet-i kerime’nin delaletiyle yasaklanmıştır.

Görüldüğü gibi bu gö"rüşte olanlar kelimesini "Hür olan kadınlar" diye izah ettiklerinden, zina eden kadınlarla evlenmenin helal olduğunu söylemişlerdir. Hazret-i Ömer'in, hilafeti döneminde zina eden bir kadının mü’min bir erkekle evlenmesine izin verdiği, Tank b. Şihab, Âmir eş-Şa'bi ve benzeri kimseler tarafından rivâyet edilmiştir. Bu hususta Âmir diyor ki: "Biz Memedan oğullarından bir kadın zina etmişti. Ona, Resûlüllah'ın zekat toplayan memuru zina cezası uygulayarak sopa vurmuştu. Sonra kadın tevbe etmişti. Kadının akrabaları Ömer'e geldiler ve ona: "O, çok çirkin bir iş yaptığı halde biz onu nasil evlendireceğiz?" dediler. Ömer de onlara: "Yemin olsun ki eğer onun yaptıklarından herhangi bir şeyi anlattığınızı duyarsam sizi cezalandırırım." dedi.

Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Yemen halkından bir adamın kizkardeşi fuhuş yaptı. Kadın, usturayı boynundaki şah damarına sürerek kesmek istedi. Ona yetişildi ve engel olundu, yarası tedavi edildi. Kadın iyileşti. Sonra amcası onu ailesi ile birlikte Medine'ye getirdi. Kadın Kur'an okumaya başladı. Çokça ibadet yaptı. Öyle ki onların kadınlarının en çok ibadet yapanı oldu. Amcasından onu istediler. Amcası hem onun geçmişteki halini gizlemek istemiyor hem de yeğenini rezil elmek istemiyordu. Bunun üzerine Ömer'e geldi ve meseleyi ona anlattı. Ömer de dedi ki: "Eğer sen onun bu meselesini yayarsan seni mutlaka cezalandırırım. Sana, onunla evlenmek isteyen ve senin de razı olacağın salih bir " adam gelirse onu o adamla evlendir." dedi.

b- Mücahid, Amir eş-Şa'bi, Süfyan es-Sevri, Süddi, Katade, İbrahim en-Nehai ve Masanı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde zikredilen kelimesinden maksat, iffetli olan, zina etmeyen kadınlardır. Bunlara göre hür olan mü’min ve ehl-i kitap kadınlarla ev-lenilmesi caiz olduğu gibi köle olan mü’min ve ehl-i kitap cariyelerle de evlenilmesi helaldir. Ancak evlenilen kadın hür olsun, köle olsun, mü’min olsun, ehl-i kitap olsun zina etmiş olmamalıdır. Aksi takdirde onunla evlenilemez. Bu hususta Âmir eş-Şa'bi demiştir ki: "Yahudi ve Hristiyan kadınların olmalarından maksat, zina etmemeleri ve cünüplükten yıkanmalarıdır.

Katade diyor ki: "Hür bir kadın, erkek kölesiyle ilişkide bulundu. Kendisine, bunu niçin yaptığı sorulunca: "Ben", Allahü teâlânın kitabındaki: "...Sahib olduğunuz kölelere iyilik edin... Nisa sûresi, 4/36 âyetini bu şekilde te'vil etlim." dedi. Kadın, Ömer b. el-Hattab'a getirildi. Resûlüllah'ın sahabilerinden bir kısım insanlar: "Bu kadın, Allah'ın kitabındaki bir âyeti uygun olmayan bir şekilde te'vil etmiş." dediler. Bunun üzerine Ömer köleyi yanına çağırdı. Başını tıraş etti ve kadına da dedi ki: "Sen bundan sonra hiçbir müslümana helal değilsin."

İbrahim en-Nehai'ye de, nikahlanmadan önce bir kadını dost edinmenin hükmü soruldu. O da: "Bu kadının mehir hakkı yoktur. Bunlar birbirlerinden ayrılsınlar." dedi.

Müfessirler, âyet-i kerime’nin bu bölümünde geçen kelimesini "İffetli kadınlar" mânâsında aldıkları takdirde dehür kadınlar mânâsında aldıkları takdirde de kendi aralarında iffetli veya hür kadınlardan özelikle kimlerin kastedildiği hususunda dört görüş zikretmişlerdir.

a- Bir kısım âlimlere göre burada zikredilen ifadesinden maksat, iffetli olan ve mü’min ve ehl-i kitap olan kadınlardır. Bunlardan olan kadınlarla evlenmek caizdir. Müslüman bir erkek, hür veya cariye olan mü’min bir kadınla evlenebileceği gibi ehl-i kitap olan hür veya cariye, zımmi veya harbi olan kadınlarla da evlenebilir. Çünkü âyet, umumi bir ifade ile ehl-i kitap ve mü’minlerden her kadınla evlenilebileceğini beyan etmiştir.

b- Diğer bir kısım âlimler ise buradaki kelimesinden maksadın "Hür kadınlar" demek olduğunu, bu itibarla mü’min olan hür kadınlarla evlenilebileceği gibi ehl-i kitap olan her hür kadınla da evlenilebilir. Bunun zımmi veya harbi olması, Yahudi veya Hristiyan olması farksızdır. Yeter ki ehl-i kitap ve hür olsunlar,

c-

Başka bir kısım âlimlere göre ise buradaki ehl-i kitap kadınlarından maksat, sadece İsrailoğullarından, kendilerine Tevrat ve İncil gelen kadınlar ve o kadınların soylarından gelen kızlardır. Bunlara göre başka milletlerden Yahudi ve Hrisliyanlık dinine girenlerin kadınlarıyla evlenmek caiz değildir. Bu görüş, İmam Şafii ve ona tabi olanlardan nakledilmektedir.

d- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen ehl-i kitap kadınlarından maksat, müslümanlarla zimmet sözleşmesi yapan ehl-i kitabın kadınlarıdır. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın: "Ehl-i kitabın bazı kadınları bize helaldir, bazı kadınları ise helal değildir." dediği ve sonra da şu âyeti okuduğu Rivâyet edilmektedir: "Kitap ehlinden, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." Tövbe sûresi, 9/29

Abdullah b. Abbas bu âyeti okuduktan sonra demiştir ki: "Ehl-i kitaptan bize kim cizye verirse işte onların kadınları bize helal olur. Kim de cizye vermezse onların kadınları bize helal olmaz."

Taberi diyor ki: "Tercihe şayan olan görüş, bu âyette zikredilen kelimesinden maksadın hür kadınlar olduğunu söyleyen görüştür. gu. na göre âyet-i kerime, hür olan mü’min kadınlarla ve hür olan ehl-i kitap kadınlarla, mü’min erkeklerin evlenmelerinin helal olduğunu beyan etmiş, Nisa suresinin yirmi beşinci âyeti de mü’min olan cariyelerle evlenmenin helal olduğunu beyan etmiş, mü’min olmayan cariyelerle evlenme ise helal olan evlenmenin dışında kalmıştır.

Ayrıca, evienilmesi helal olduğu zikredilen bu kadınların iffetli olmamaları veya fuhuş işleyip tevbe etmiş olmaları farksızdır. Biz bu meselenin farksız olduğunu başka yerlerde ispatladık. Burada tekrarlanmasına gerek görmedik.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Namuslu olmanız" diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Açıkça zina etmemeniz." demektir. "Dost edinmemeniz." diye tercüme edilen ifadesinden maksat, "Dostlar edinmemeniz, dost tutmamanız." demektir. Yani mü’minler, kadınlara mehir vererek onlarla evlendiklerine dair şahit tutarak evlensinler. Onlarla açık veya gizli bir şekilde zina etmesinler." demektir.

Âyet-i kerime’nin sonunda: "Kim dini inkâr ederse şüphesiz onun daha önceki amelleri boşa gider." buyurulmaktadır. Yani kim Allah'ın, tasdik etmesini emrettiği birliğini, Muhammed'in Peygamberliğini ve onun Allah katından getirdiklerini inkâr edecek olursa şüphesiz ki o, dünyada iken sevap kazanacağı ümidiyle yaptığı amellerin sevabını iptal etmiş olur. O, âhirette kendisini aldatan ve helak olanlardan olacaktır.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah bize buyurmuştur ki: "İman, sarılacak sağlam bir kulptur. O olmaksızın hiçbir amel kabul edilmeyecektir. Cennet ancak bu imanı terkedene haram kılınmıştır."

Katade de özetle şöyle diyor: "Ehl-i kitabın kadınlarıyla evlenilebileceği hükmü nazil olunca bir kısım mü’minler: "Biz onların kadınlarıyla nasıl evleneceğiz? Onlar bizim dinimizden değiller." demişlerdir. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Kim dini inkâr ederse şüphesiz onun daha önceki amelleri boşa gider ve âhiret gününde o, hüsrana uğrayanlardandır." hükmünü indirmiş ve ehl-i kitap kadınlarının kâfirliklerini bilerek onlarla evlenmeyi helal kıldığını beyan etmiştir.

6

Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayın. Haslarınızı meshedin. Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın. Eğer cünüp iseniz temizlenin. Şâyet hasta iseniz yahut yolculukla bulunuyorsanız yahut herhangi biriniz tuvaletten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız ve su da bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi temiz toprakla meshedin. Allah size bir zorluk çıkarmayı dilemez. Fakat o, temizlenmenizi ve üzerinizde olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz.

Ey iman edenler, siz namaz kılmak istediğiniz zaman abdestsiz iseniz, yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklerle beraber temiz su ile yıkayın. Başlarınızı meshedin. Ve ayaklarınızı topuklarla beraber yıkayın. Şâyet cünüp iseniz yıkanarak temizlenin. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunuyorsanız yahut abdest bozmaktan gelmişseniz veya hanımlarınızla cinsi münasebette bulunmuşsaniz ve bu durumda su bulamıyorsanız yahut su bulunduğu halde onu kullanma imkanınız yoksa temiz bir toprakla teyemmüm edin. O toprakla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin. Allah size farz kılmış olduğu hükümlerle sizi zora koşmak ve sıkıntıya sokmak istemez. Fakat o sizi, abdestsizlikten, cünüplükten ve manevi kirler olan günahlardan temizlemek ister. Ve şükredesiniz diye teyemmümü size mubah kılarak size olan nimetini tamamlamak ister.

Âyet-i kerime’de mü’minlere, namaza kalktıkları zaman abdest almaları emredilmektedir.

Müfessirler, namaza hangi halde kalkıldığında abdest alınması gerekli olacağı hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Ebû Mûsa el-Eş'ari, Ebul Âliye, Said b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Cabir b. Abdullah, Dehhak, Esved ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime’de, kişi abdestsiz iken namaza kalktığı zaman abdest alması emredilmiştir. Şâyet kişi namaza kalkmadan önce abdestli ise yeniden abdest alması gerekli değildir.

Bu hususta İkrime diyor ki: "Abdullah b. Abbas dedi ki: "Abdestsiz olmadıkça abdest almak gerekmez." Yine İkrime diyor ki: "Sa' b. Ebi Vakkas, bir kaç namazı bir abdestle kılardı." Muhammed b. Şirin diyor ki: "Ben, Abide es-Selmaniye sordum ki: "Abdest almayı hangi hal gerektirir?" O da dedi ki: "Abdestsiz olma hali."

Tarif b. Yezıd'den nakledilmiştir ki, onlar Ebû Mûsa el-Eş'ari ile birlikte Dicle nehrinin kenarında bulunuyorlarmış. Abdest alıp öğle namazını kılmışlar. Sonra ikindi ezanı okununca adamlar kalkıp Dicle nehrinde tekrar abdest almaya başlamışlar. Bunun üzerine Ebû Mûsa: "Abdest almak ancak abdestsizlik halinde gerekir." demiştir.

A'meş diyor ki: "Ben, İbrahim en-Nehai'nin, öğle, ikindi ve akşam namazlarını tek bir abdestle kıldığını gördüm. Fadl b. Mübeşşir diyor ki: "Ben, Cabir b. Abdullah'ın birkaç vakit namazı tek bir abdestle kıldığını gördüm. O, idrarını yaptığında veya başka bir şeyle abdestini bozduğunda abdest alırdı. Suyun artığı ile mestlerini meshedirdi. Dedim ki: "Ey Ebû Abdullah, bu, senin görüşüne dayanarak yaptığın bir şey mi?" Dedi ki "Hayır. Ben, Resûlüllah'ın böyle yaptığını gördüm ve ben de onun yaptığını yapıyorum.

b- Zeyd b. Eşlem ve Süddi'ye göre bu âyette zikredilen namaza kalkma halinden maksat, uykudan sonra namaza kalkma halidir. Uyuyan kimsenin ab-desti bozulmuş olacağından, uyandıktan sonra namaz kılmak istediğinde abdest alması emredilmiştir.

e- İkrime'nin ve Nizal'ın Hazret-i Ali'den, Enes'in de Hazret-i Ömer'den Rivâyet ettiklerine göre "bu iki sahabi bu âyet-i kerime’nin, her namaz kılmaya kalkıldığında abdest almayı emrettiğini söylemişlerdir. Ancak kişi abdestli olduğu halde namaz kılmak istediğinde tekrar abdest alırken bu abdesti biraz daha hafif alır. mesela ayaklarını yıkama yerine onları mesheder.

Bu hususta Mes'ud b. Ali diyor ki: "Ben, İkrime'ye sordum ve dedim ki: "Ey Ebû Abdullah, ben sabah namazı için abdest alıyorum. Sonra çarşıya geliyorum. Öğle namazı vakti oluyor. Ben o abdestle öğle namazını kılayım mı?" O da dedi ki: "Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh) şu âyeti okuyordu: "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayın, Başınızı meshedin, Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın."

İbn-i Şirin diyor ki: "Halifeler her namaz için yeni bir abdest alırlardı." Enes diyor ki: "Ömer b. el-Hattab, hafif bir abdest aldı ve dedi ki: "Bu, abdesti bozulmayan kişinin tekrar aklığı abdesttir." Nizal diyor ki: "Ben, Ali'nin öğle namazını kıldığını gördüm. Sonra o, insanlar için geniş bir yere oturdu. Ona su getirildi. O, yüzünü ve ellerini yıkadı, başını ve ayaklarını ise mesnetti ve dedi ki: "İşte bu, abdesti bozulmayanın abdestidir."

d- Abdullah b. Ömer ve Büreyde'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyette de zikredildiği gibi Allahü teâlâ önce Resûlüllah'a ve mü’minlere, her namaza kalktıkları zaman abdest almalarını emretmişti. Daha sonra ise bu yükü hafifletti. Abdestli olma durumunda, namaz kılmak için yeniden abdest alma hükmünü kaldırdı.

Bu hususta Muhammed b. Yahya diyor ki: "Ben, Abdullah'ın oğlu Ubeydüllah'a dedim ki: "Sen, Abdulah b. Ömer'in, abdestli olsun veya olmam her namaz için abdest almasının sebebi nedir biliyor musun?" O da dedi ki: "Bana Zeyd b. Hattab'ın kızı dedi ki: "Abdullah b. Zeyd b. Hanzal'a anlatmış ki, Resûlüllah her namaz kılarken abdest almayı emretmiş bu da ona ağır gelmiş. Bunun üzerine Resûlüllah, her namaz için misvak kullanmasını emretmiş, abdest almasını kaldırmış, ancak abdestinin bozulma halini müstesna kılmıştır. Fakat Abdullah her namaz vakti için abdesl almaya gücü ve kuvvetinin yettiğini hissetmiş ve bundan dolayı her namaza kalktığında abdest almıştır.

Büreyde diyor ki:

"Resûlüllah her namaz için abdest alırdı. Mekke'nin fethi yılında bütün namazları tek bir abdestle kıldı ve mestleri üzerine de mesnetti. Ömer dedi ki: "Sen daha önce yapmadığın bir şeyi yaptın" Resûlüllah da buyurdu ki: "Ben bunu kasıtlı olarak yaptım. Timizi, K. et-Taharet, bab: 45, Hadis no: 61 / Müslim, K. et-Taharet bab: 86, HN: 277

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğleyi, ikindiyi, akşamı ve yatsıyı tek bir abdestle kıldı."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Allahü teâlânın bu âyetle her namaz kılmaya kalkana abdest almayı emrettiğini söyleyen görüştür. Ancak bu emir, abdestsiz olanlar için farz, abdestli olanlar için ise menduptur. Nitekim Resûlüllah, Mekke fethedilmeden önce her vakit namaz için yeni bir abdest alarak ümmetine, her vakit namaz için abdest yenilemenin faziletli bir amel olduğunu öğretmiş Mekke fethedildikten sonra da tek bir abdestle bir çok vakit namazını kılmış böylece asıl farz olanın abdestli olmak olduğunu ümmetine beyan etmiştir.

Eğer denilecek olursa ki yukarıda, Abdullah b. Zeyd b. Hanzala'nın Rivâyet elliği hadise göre Resûlüllah, her namaz için abdest alınmasını emretmiş sahabiler de bu emrin farziyet ifade ettiğini anlayarak ona uymaya çalışmışlar, fakat bu onlara ağır gelmiş. Bunun üzerine bu emir neshedilmiştir. Bu da gösteriyor ki, namaza kalkıklığında abdest alınmasını beyan eder emir, mendubiyet ifade etmemektedir." Cevaben denilir ki "Allah'ın, Resulüne emrettiği emirler farziyet, öğüt, mendupluk, mübahlık ve mutlak bir hal ifade edebilir. Allah'ın buyurduğu emri bu yönleri ifade etme ihtimalinde olduğuna göre emri bu yönlerden, daha kuvvetli yöne yorumlamak elbetteki daha evladır. Kaldı ki bütün büyük âlimler Allahü teâlânın, Peygamberlerine ve diğer kullarına her zaman için abdest almayı önce farz kılıp daha sonra da bozmuş olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da gösteriyor ki Resûlüllah'ın her vakit abdest alması bir mendubu tercih etmesidir yoksa bir farzı yerine getirmesi değildir. Nitekim abdestli iken tekrar abdest almanın sevap olduğunu beyan eden şu hadis-i şerifler bunu ifade temekledirler.

Amr b. el-Âmir el-Ensari diyor ki:

"Ben, Enes b. Malik'in şöyle dediğini işittim: "Resûlüllah, her namaz için abdest alırdı. Dedim ki: "Siz ne yapıyordunuz?" dedi ki: "Biz bütün namazları, abdestini bozmadıkça tek bir abdestle kılardık. Tirmizi, K. el- Taharet, bab : 44, Hadis No : 60/ Buhari, K. el-Vudu, bab : 54

Abdullah b. ömer diyor ki :

"Resûlüllah buyurdu ki : "Kim, abdestli olduğu halde tekrar abdest alacak olursa onun içi on sevap yazılır. Tirmizi, K. et-Taharet, bab: 45, Hadis no: 61

Ebû Gutayt diyor ki : "Ben , Abdullah b. ömerle birlikte öğle namazını kıldım. Abdullah, binasmdak oturma yerine geldi. Orada oturdu. Ben de onunla birlikte oturdum, ikindi ezam okununca abciest suyu istedi. Abdest aklı çıkıp namaza gilli. Sonra tekrar oraya döndü. Akşam ezanı okununca yine su istedi, abdest akh. Ben de dedim ki : "Yaptığım gördüğüm bu şey sünnet midir?" O da dedi ki : "Hayır, sabah namazı için aldığım abdest, onu bozmadıkça bütün bu namazlar için kâfi idi."-Fakat ben, Resûlüllah'ın: "Kim, abdestli iken tekrar abdest alacak olursa onun için on sevap yazılır." buyurduğunu işittim ve ben bu sevapları kazanmak istedim."

Taberi diyor ki: "Bir kısım âlimlere göre namaza kalkıldığında abdest almayı emreden bu âyet-i kerime, Allah tealimin, Resûlüllah'a, diğer amelleri yaparken değii, sadece namaz kılarken abdesî almasının gerekli olduğunu bildirmek için nazil olmuştur Zira bu âyet inmeden önce Resûlüllah, abdestini bozunca abdest almadan hiçbir iş yapmıyordu. Bu âyet-i kerime indi. Resûlüllah'a, sadece namaz kılmak istediğinde gerekli olduğunu, abdestsiz iken istediği diğer amelleri yapabileceğini beyan etti.

Bu hususta Alkame b. Ebi Vakkas diyor ki: "Resûlüllah idrarını yaparken biz ona konuşuyorduk, o bize cevap vermiyordu. Biz ona selam veriyorduk. O, evine varıp, namaz için aldığı abdesti almadıkça bizim selamımızı almıyordu. Dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, sana konuşuyoruz bize cevap vermiyorsun. Selam veriyoruz selamımızı almıyorsun." Nihâyet abdestsiz iken bu gibi şeyleri yapmaya ruhsat veren su âyet nazil oldu. "Ey iman edenler, namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve ellerinizi dirseklere kadar yıkayın..."

Âyet-i kerime’de "Yüzlerinizi yıkayın." buyurulmaktadır, Müfessirler bu Âyetle, abdest alırken yıkanması emredilen yüzün sınırlarını tayinde farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bir kısım âlimlere göre Yüz'den maksat, karşıdan bakan kişinin, baktığı kimsenin yüzünden çıplak derisini gördüğü kısımdır. Bunlara göre yüzün boyu, baştaki saçların bitiminden itibaren çenenin altına kadardır. Eni ise, iki kulak arasıdır. Bu itibarla kulaklar, ağızın, burunun ve gözün içi yüz'den sayılmaz. Çenenin ve yanakların sakalla kaplı bölümlerinin dibine su eriştirmek gerekmez. Bu sakallı kısımların üzerinden suyu yürütmek yeterlidir.

İbrahim en-Nehai, Muğire, Hasan-ı Basri, İbn-i Şirin, İbn-i Şihab, Rabia Said b. Abdükıziz, Mekhul, Kasım b. Muhammed, Abdullah b. Abbas, Dehhak, Abdullah b. Ömer, Said b. el-Müseyyeb, Ebû Ümame, Ebû Hûreyre ve Süleyman b. Mûsa'nın bu görüşte oldukları Rivâyet edilmektedir.

Bu görüşte olan âlimlere göre abdest alan kimsenin, kulaklarını yıkaması, ağzına burnuna su vermesi, gözünün içini yıkaması, sakalının dibine su geçirmesi gerekli değikür. Bu hususla Abdullah b. Abbas'ın şunu söylediği rivâyet edilmektedir. "Şâyet namazda iken. ağızda kalan yemeği çiğneme ihtimali olmasaydı ağzıma su vermezdim."

İbrahim en-Nehai de "Ağıza ve burna su vermek abdestin farzlarından değildir." demiştir. Dehhak da Ramazan ayında ağıza ve buruna su vermeyi yasaklamıştır.

Abdullah b. Ömer: "İki kulak, baştan sayılır. Başını meshettiğinde onları da meshet." demiştir.

Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri ve Said b. el-Müseyyeb de "Kulaklar baş'tan sayılır." demişlerdir. Ayrıca Ebû Ûmame ve Ebû Hureyre de Resûlüllah'ın "İki kulak, baş'tan sayılır." Ebû Davud, K. et-Tahnn: i, bab: 51, Hadis no: 134 /Müslim, K. el-Taharet bab: 29 HN: 37 buyurduğunu Rivâyet etmişlerdir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu âyet-i kerime’de, namaza kalkıldığında abdest alırken yıkanılması emredilen yüz'ün sınırı, boy olarak başın tüy bitiminden itibaren çenenin altına kadar, en olarak da iki kulağın, gözle görülen ve görülmeyen arasıdır." Bunlara göreabdest alırken sakalın dibini yıkamak, kulakların, ağızın, burnun ve kulakların içini yıkamak, Allahü teâlânın "Yüzünüzü yıkayın." enirine göre farzdır. Bu sebeple abdest alan kimse bunlardan herhangi birini yıkamayı terkedecek olursa o abdestle kılmış olduğu namaz caiz değildir.

Bu hususta Abdullah'ın azadlı kölesi Nâfi, Abdullah b. Ömer'in, abdest alırken suyu sakalının dibine geçirinceye kadar hilalladığını, öyle ki sakalından çokça sular damladığını söylemişlerdir.

İbn-i Ebi Leyla, Mücahid, Said b. Cübeyr, Tavus, İbn-i Şirin, Şube ve Dehhak'ın da sakallarını hilalladıkları Rivâyet edilmekte, Said b. Cübeyr'in de "Nasıl oluyor da sakal yeri yıkanıyor, tüy bittikten sonra ise yıkanmıyor?" dediği rivâyet edilmektedir.

Enes b. Malik de diyor ki:

"Resûlüllah abdest aldığında bir avuç su alıyor, onu çenesinin altına götürüyor ve onunla sakalını hilallıyordu. Resûlüllah: "Aziz ve Celil olan Rabbi'm bana böyle yapmamı emretti. Ebû Davud, K. et-Taharet, bab: 56, Hadis no: 145 buyurdu.

Hassan b. Bilal diyor ki:

"Ben, Ammar b. Yasir'in abtlest aldığını ve sakalını hilalladığını gördüm. Dedim ki: "Sen sakalını hilallıyor musun?" O da dedi ki: "Benim bunu yapmama mani olacak ne var ki? Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in, sakalını hilalladığını gördüm. Tirmizi, K. et-Taharer, bab: 23, Hadis no: 29

Taberi bu hadisin benzerini Ümmü Seleme, Ebû Eyyub, Ebû Ümame, Cübeyr b. Nüfeyr, Yezid er-Rekkaşi ve Katade'den de Rivâyet edildiğini nakletmiştir.

Ağıza buruna su verme hususunda da Mücahid'in "Buruna su vermek ab-destin yarısıdır." dediği, Hammad'ın da ağzına burnuna su vermeden abdest alıp namaza duran kimse hakkında (namazını bozup ağzına burnuna su versin) dediği, namazını bitirmiş olana da tekrar abdest alıp namazım iade etsin." dediği rivâyet edilmektedir.

Kulakların yüz'e yönelik olan taraflarının yüz'den sayılacağı bu itibarla onların da parmakla meshedilmek suretiyle de olsa yıkanmaları gerektiği Şa'bi, Abdullah b. Abbas ve benzeri âlimler tarafından zikredilmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas, Hazret-i Ali'nin şunları söylediğini rivâyet itmiştir. "Ben size Resûlüllah'ın abdesti gibi bir abdest alayım mı?" "Evet" dediler. O abdest aldı. Yüzünü yıkayınca baş parmaklarım kulaklarının, yüze yönelik taraflarına soktu. Kulaklarını meshedince dışlarını da mesnetti." Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1 S.83

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı "Yüz'ün sınırı boy olarak, başın tüy bitiminden başlayıp çene altına kadardır. En olarak da ki kulak arasındaki gözle görülen kısımdır. Gözle görülmeyen ağız içi, burun içi, göz içi, sakalın ve bıyıklaın dibi yüzden sayılmaz." diyen görüştür. Bizim bu görüşü tercih etmemizin sebebi ise bütün âlimlerin iki gözü yüzden saymalarına rağmen bunların sadece kapaklarının yıkanmasının gerekli olduğu, kapakların içine su geçirmenin gerekli olmadığı hususunda görüş birliğine varmalarıdır. Onların böyle bir görüş birliğine varmaları Resûlüllah'ın, ümmetine öğretmesiyledir, İşte insanın abdest azalarının herhangi birine su ulaştırılması zorluğa sebep olacak olursa onlar da gözlerin içine kıyaslanarak gözlerin hükmünü alırlar. İşte ağzın içi, bumun içi sakal ve bıyıkların dibine su ulaştırmanın zorluğu, göz kapaklarının içine su ulaştırmak gibidir. Bu itibarla onlara da su ulaştırmak gerekli değildir.

Sahabi ve tabiinden sakal ve bıyığın dibine su ulaştıranlar ağız ve burnun içini yıkayanlar, yapılıp yapılmaması serbest bırakılan iki hususun zor tarafını seçenlerdir. Nitekim Abdullah b. Ömer'in, göz kapaklarının altına su serpecek o kısımları da yıkadığı Rivâyet edilmektedir. Abdullah bunu farz olduğu için değil zor olanı tercih etmesinden dolayı yapmıştır. Sahabilerin bunları farz olduklarından dolayı yaptıklarını zansebepler bunların davranışlarını bilmeyenler ve kıyastan haberi olmayanlardır.

Diğer yandan Resûlüllah'ın sahabilerinden herhangi birinden abdest alırken sakalının dibine su ulaştırmayanın ağıza ve buruna su vermeyenin bu ab-destle kıldığı namazı iade etmesi gerektiği hususunda herhangi bir haberin zikredilmeyişi en açık delildir ki, sahabilerden herhangi birinin bu zikredilenlerden birini yapması, terkedilip edilmemesi serbest olan işlerden daha efdal olduğuna inandığını tercih etmesidir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in:

"Sizden biriniz abdest aldığı zaman burnuna su çekip sümkürsün.. Buhari, K. el-Vudu, bab: 25 / Müslim, K. et-Taharet, bab: 22 Hadis No: 237 hadis-i şerifini delil göstererek burna su çekip sümkürmenin farz olduğunu zanneden kimse bilsin ki, âlimler görüş birliğine varmışlardır ki, burnuna su çekmeden abdest alan kimse bundan dolayı namazım iade etmez. Bu da bu iddiayı ileri sürenin aleyhine yeterli bir delildir.

Kulaklara gelince, yine âlimler, kulakların ön tarafını veya tümünü yıkamamanın, böyle bir abdest alanın namazını ifsad etmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Resûlüllah'ın sahabilerinin, "Kulaklar baş'tandır." demeleri ve bunu Resûlüllah'tan rivâyet etmeleri zikredilen bu hükmü, yani kulakların yıkanmasının gerekli olmadığı hükmünü göstermektedir. Bu hususta sadece Şa'bi muhalefet etmiştir.

Âyet-i kerime’de ellerin dirseklere kadar yıkanması emredilmektedir.

Müfessirler, abdest alırken kollarla birlikte dirseklerin de yıkanmasının gerekli olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Malik b. Enes ve Şafii'den nakledilen bir görüşe göre, elleri yıkamaya dirsekler de dahildir.

b- Züfer b. Hüzeyl ve benzeri âlimlere göre ise abdest alanın, kollarını yıkarken dirsekleri yıkaması gerekli değildir. Bu âyetteki "Ellerinizi dirseklere kadar yıkayın." ifadesindeki "kadar" kelimesi, "..Sonra orucunuzu geceye kadar devam ettirin.. Bakara sûresi, 2/187 âyetindeki "kadar" ifadesi gibidir. Nasıl ki gündüzleyin tutulan oruç, gecenin başlangıcı olan akşama kadar devam eder ve akşamleyin biter. Abdestte kolların yıkanması da dirseklere kadar devam eder ve orada biter. Yani nihai noktayı ifade eden ve "kadar" diye tercüme edilen kelimesi, nihai noktanın hükme dahil olmadığını gösterir.

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Abdest alındığında eller yıkanırken dirsekleri yıkamak farz değildir. Yukanda da zikredildiği gibi bu mesele, orucun, gecenin başlangıcı olan akşama kadar devam etmesine benzemektedir. Ancak bizzat dirsekleri ve onların daha yukarısını yıkamak, Resûlüllah'ın ümmetine açıkladığı sünnetiyle menduptur. Bu hususta Resûlüllah'ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmektedir:

"Şüphesiz ki ümmetim kıyamet gününde abdestin eseri olarak alınları ve ayaklan parlar bir vaziyette çağı alacaktır. Sizden kimin alnındaki parlaklığı çoğaltmaya gücü yeterse onu yapsın. Buhari, K. el-Vudu, bab: 3 / Müslim, K. el-Taharet, bab: 34, Hadis No: 246

Âyet-i kerime’de, namaz kılmak için abdest alanların, başlarını meshetmeleri emrediliyor.

Müfessirler, başın ne kadirinin ve ne şekilde meshedilrnesi hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Bir kısım âlimlere göre abdest alan kişi başından dilediği yeri su ile meshedebilir. Başın meshedilmesinin bir sınırı yoktur.

Bu hususta Abdullah b. Ömer'in, başının sadece ön tarafını meshettiği, İbrahim en-Nehai'nin: "Başın hangi tarafını su ile meshedecek olursan o, senin için yeterlidir." dediği ve Süfyah es-Sevri'nin de "Abdest alan kişi başından tek bir tüy dahi meshedecek olsa o onun için kâfidir." dediği rivâyet edilmektedir.

b- İmam Malik'e göre ise bu âyetle başın tümünün meshedilrnesi emredilmektedir. Bu sebeple bir kişi başının tümünü değil de bir kısmım su ile meshepdip namaz kılacak olursa yeniden abdest alıp başının tümünü meshetmesi ve namazını iade etmesi gerekir.

c- Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre ise bu âyet-i kerime ile abdest alanın, başının en az üç parmak miktarını meshetmesi emredilmiştir. Abdest alan kişi başın üç parmak miktarından daha azını meshedecek olursa bu onun için yeterli değildir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, abdest alan kimse, başından dilediği yeri meshedebilir. Bunun bir sınırı yoktur." diyenin görüşüdür. Zira âyet-i kerime, namaz kılmak için abdest alan kimseye genel bir şekilde başını meshetmesini emretmiş ve bunun için belli bir sınır tayin etmemiştir ki abdest alan kimse o sınırla bağlı kalsın, onu aşmasın ve ondan azını da yapmasın. Bu itibarla abdest alan kimse başının ne kadarını meshedecek olursa, meshetme emrini yerine getirmiş olur.

Allahü teâlânın kitabında genel olarak zikredilen hükümler belli şartlarla kayıtlanıp şartlanmadıkça umumi mânâ ifade teme durumlarını korurlar. Bu âyet de bu kabildendir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın." diye tercüme edilen cümlesindeki kelimesi, kurralar tarafından iki şekilde okunmuş ve okunma şekillerine göre farklı mânâlar verilmiştir.

a- Hicaz ve Irak kurcalarından bir topluluk, âyet-i kerime’nin bu kelimesini şeklinde harfinin üstün olmasıyla okumuşlar ve bunu "Elleriniz" kelimesine atfedildiğini söylemişlerdir.

Âyet-i kerime bu kıraata göre okunduğu takdirde mânâsı mealde zikredildiği gibi şöyle olur." Ayaklarınızı da topuklarla beraber yıkayın."

Görüldüğü gibi bu izaha göre abdest alan kimsenin ayaklarını mutlaka yıkaması gerekir. Çıplak ayaklara mesheden kimse abdest almış sayılmaz.

Hazret-i Ömer, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ömer b. Abdülaziz, Hazret-i Ali, Kasım b. Muhammed, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas, Urve b. Zübeyr, Süddi, Ata, Mücahid, A'meş, Malik b. Enes ve Dehhak'tan, abdest alırken ayakların yıkanmasının gerekli olduğu Rivâyet edilmiştir.

Bu hususta Ömer b. el-Hattab'ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir:

"Bir adam abdest aldı. Ayağının üzerinde tırnak kadar yer bıraktı. Resûlüllah onu gördü ve dedi ki: "Geri dön abdestini güzelce al." adam geri döndü (abdestini tamamladı) ve sonra namazını kıldı. Müslim, K. et-Taharet, bab: 31, Hadis no: 243 Bu hadis, Enes b. Malik'ten de Rivâyet edilmiştir. Bkz. Ebû Davud, K. et-Taheret, bab: 67, Hadis no: 173

Ebû Kılabe diyor ki: "Bir adam abdest aldığında ayağının üzerinde bir tırnak kadar bir yer kuru kalmış olduğu halde namaz kıldı. Namazını bitirince Ömer ona dedi ki: "Abdestini ve namazını iade et."

Bazı sahabilerden Rivâyet edildiğine göre Resûlüllah, su isabet etmediğinden ayağının üzerinde bir dirhem kadar parlaklık bulunan bir kişinin namaz kıldığını gördü. Ona, abdestini ve namazını iade etmesini emretti. Ebû Davud, K. et-Taharet, bab: 66, Hadis no: 175

Kasım b. Muhammed diyor ki: "Ömer'in oğlu Abdullah, mestlerini çıkarır sonra abdest alırdı. Ayaklarını yıkar, parmaklarının arasını da hilallerdi."

İbrahim b. Meyser'e, Ömer b. Abdülaziz'in, İbn-i Ebi Süveyd'e şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Resûlüllah'ı gören üç kimseden, Resûlüllah'ın abdest alırken ayaklarını yıkadığını gördüklerine dair bize haber ulaşmıştır.

Haris, Hazret-i Ali'nin, "Ayaklarınızı topuk kemikelrine kadar yıkayın." dediğini rivâyet etmiştir.

Ebû Abdurrahman, Hazret-i Ali'nin, İkrime Abdullah b. Abbas'ın, Hişam b. Urve, Urve b. Zübeyr'in, Zır b. Hubeyş, Abdullah b. Mes'ud'un cümlesindeki harfini üstün okuduklarını ve böylece âyette ayakların yıkanılmasının emredildiğini söylediklerini rivâyet etmişlerdir.

Abdu Hayr demiştir ki: "Ben, Ali'nin abdest aldığını ve ayaklarının üzerini yıkadığını gördüm. Ali dedi ki: "Şâyet ben, Resûlüllah'ın bunu yaptığını görmemiş olsaydım ayaklanıl altının yıkanmaya üstlerinden daha layık olduğunu zannederdim."

Abdülmelik, Ata'nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Ben, çıplak ayak üzerine mesheden kimseyi görmedim."

Eşheb diyor ki: "Malik'ten bu âyet soruldu ve denildi ki: " mü yoksa mü yani, harfi üstün mü okunur yoksa esre mi okunur?" O da dedi ki: "Bu âyet, ayağı yıkamayı ifade etmiştir.

Bu, meshetmeyi ifade etmemiştir. Ayaklar meshedilmez ancak yıkanır." Denildi ki: "Ne dersin, bir kimse ayağını meshedecek olursa onun için yeterli olur mu?" O da "Hayır" demiştir.

b- Hicaz ve Irak kurralarından diğer bir kısmı ise ifadesindeki harfini esre okumuşlardır Bunlara göre Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, abdest alırken, başın ve ayakların meshed il meşini emretmiştir. Abdest alırken ayaklar yıkanmaz meshedilir.

Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, İkrime, Ebû Cafer, Âmir eş-Şa'bi, Katade, Alkame, Mücahid ve Dehhek'tan bu kıraat şekli ve bu görüş nakledilmiştir. Bu hususta İkrime, Abdullah b. Abbas'ın: "Abdest iki azayı yıkama ve iki azayı da meshetmedir." dediğini rivâyet etmiştir.

Enes'in oğlu Mûsa, babasına, "Ey Ebû Hamza, Haccac bize Ahvaz'da hutbe okudu. Temizlenmekten bahsetti ve dedi ki: "Yüzünüzü yıkayın, ellerinizi yıkayın.. Başınızı meshedin, Ayakları da. Ayakların, insanoğlunun, pisliklere en yakın uzvu olduğu muhakkaktır. Onların altlarını ve üstlerini ve ökçelerini yıkayın." Bunun üzerine Enes dedi ki: "Allah doğru söyledi. Haccac ise yalan söyledi. Allah: "Başınızı meshedin ve ayaklarınızı." buyurdu. Mûsa diyor ki: "Ancak Enes ayaklarını meshederken onları ıslatırdi. Asım el-Ehvel de Enes'in "Kur'an, ayağın meshedilmesi hükmünü indirdi. Sünnet ise onu yıkamaktır." dediğini söylemiştir.

Muğire de Şa'bi'nin: "Allahü teâlâ, abdest alırken yıkanmasını emrettiği organların (el ve yüzlerin), teyemmüm ederken meshedilmesini emretmiş, abdest alırken meshedilmesini emrettiği iki organın ise (Baş ve ayağın) teyemmüm ederken terkedilmesini beyan etmiştir." dediğini rivâyet etmiştir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden doğru olanı: "Allahü teâlâ abdest alırken iki ayağın tümünü su ile meshetmeyi emrettiğini söyleyen görüştür. Abdest alan kimse ayaklarının tümünü su ile meshettiği takdirde o kişiye "Ayaklarını mesheden" de denir. "Yıkayan" da. Zira iki ayağı yıkamak, onların üzerine su akıtmakla veya onları suya sokmakla gerçekleşir. Onları meshetmek ise elleri veya ellerin yerini tutacak herhangi bir şeyi onların üzerine sünnekle gerçekleşir. Herhangi bir kimse ayaklarına bu iki şeyi birden yapacak olursa ona hem "Yıkayan" hem de "Mesheden" denir.

Aslında meshetmenin iki mânâsı vardır. Bir mânâsı, meshedilecek organın tümünü meshetmek diğeri ise meshedilecek organın sadece bir kısmını meshetmektir. Bu sebeple kurraların bazıları bu âyetteki ifadesindeki harfini üstün okumuşlar, bu âyette, farz olanın ayakların yıkanması olduğunu söylemişler ve ayakların tümünün su ile meshedildiğine dair Resûlüllah'tan, birbirini destekleyen haberler geldiği halde ayaklara meshedilmeyi reddetmişlerdir.

Diğer bir kısım âlimler ise ifadesindeki harfini esre okumuşlar, bu âyetten maksadın, ayakların meshedilmesinin farziyetini bildirmek olduğunu söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bize göre ise asıl maksat, ayakların tümünün su ile meshedilmesidir. Bu itibarla ayaklanın elleriyle veya ellerinin yerini tutacak herhangi bir şeyle meshetmeksizin sadece onlara su dökmek veya onları suya sokup çıkarmak yeterli değildir. Nitekim Tavus'tan, abdest alan kimsenin ayaklarını sadece suya sokup çıkarması sorulunca "Ben bunun, maksada ulaşan bir amel olduğunu kabul etmem." dediği rivâyet edilmiştir. Buna mukabil ayakların yıkanmasını farz sayan Hasan-ı Basri'den, gemide abdest alan kimsenin, ayaklana nasıl yıkayacağı sorulduğunda onun: "Ayaklarını suya daldırıp çıkarmasında bir mahzur yoktur." dediği rivâyet edilmiştir.

Taberi sözlerine devamle diyor ki: "Madem ki meshetmenin, organın tümünü veya bir bölümünü meshetme olarak iki mânâsı vardır ve daha sonra zikredeceğimiz deliller, Allahü teâlânın buradaki meshetmeden ayakların tümünün meshedilmesini kasdettiğini göstermektedir. Ve bu suretle meshetme de hem yıkama ve hem de meshetmeyi içirmiş olacağından kelimesini iki şekilde okumak da sahihtir. Ancak her ne kadar iki kıraat da güzel ise de bunlardan benim daha fazla hoşuma giden harfini esre okuyan kıraattir. Çünkü bu kıraata göre ayakların tümünün su ile meshedilmesi hükmü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir meshetme de hem ayaklan yıkama hem de meshetmedir. Diğer yandan ifadesi başı meshetmeden sonra zikredilmiştir. Bu ifadeyi, daha önce zikredilen "Elleri yıkama" ya atfedip bağlama yerine hemen yanında bulunan, başı meshetmeye atfedip bağlamak daha evladır.

Eğer denilecek olursa ki: "Sizin, burada zikredilen, ayaklan meshetmekten masadın, onları tümünü meshetmek olduğunu, başı meshetmek gibi sadece bir bölümünü meshetmek olmadığını iddia etmenize dair deliliniz nedir?" Cevaben denilir ki: "Buna dair delil, çeşitli Rivâyetlerle Resûlüllah'tan nakledilen:

"...Cehennemden, ökçelerin vay haline.. Buhari, K.el-İlm, bab: 3 hadisi şerifidir. Şâyet ayakların sadece bir bölümünün meshedilmesi yeterli olsaydı Resûlüllah'ın, ayaklarının bir bölümünü su ile meshetmeyenleri bu şekilde uyarması söz konusu olmazdı. Bilakis kişi o ameliyle sevap kazanmış olurdu. Bu hadisi, Resûlüllah'tan çeşitli suhabiler bazı farklarla Rivâyet etmişlerdir.

Bu hususta Muhammed b. Ziyad diyor ki:

"Ebû Hureyre yanımızdan geçiyordu. O esnada insanlar mataradan abdest alıyorlardı. Ebû Hureyre dedi ki: "Abdesti, azaları tam yıkayarak hakkıyla alın. Çünkü Ebul Kasım (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "Ateşten, ökçelerin vay haline. Buhari, K. el-Vudu, bab. 29 diğer bir Rivâyette:

"Ateşten topuk sinirlerinin vay haline. Müslim, K. et-Taharet, bab. 29 Hadis no: 242 dediğini duydum.

Şeddad'ın azadlı kölesi Salim diyor ki:

"Ben, Sa'd b. Ebi Vakkas'ın vefat ettiği gün, Resûlüllah'ın zevcesi Âişe'nin yanına gittim. Ebubekir'in oğlu Abdurrahman da onun yanına geldi. Âişe'nin yanında abdest aldı. Âişe ona dedi ki: "Ey Abdurrahman, abdesti, azalarını tam yıkayarak al.. Çünkü ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın "Ateşten, ökçelerin vay haline." dediğini işittim Müslim, K. et-Taharet, bab. 25, Hadis no: 240

Diğer bir Rivâyette, "Ateşte yanacak topuk sinirlerinin vay haline." şeklindedir.

Cabir b. Abdullah diyor ki:

"Ben, Resûlüllah'ın, "Ateşten topuk sinirlerinin vay haline." dediğini işittim. Ibn-i Mace, K. et-Taharet bab. 55, Hadis no: 454

Abdullah b. Amr b. el-Ass diyor ki:

"Yaptığımız yolculukların birinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geride kalmıştı da bize sonradan yetişmişti. Tam o sırada da namaz vakti girmişti. Abdest alıyorduk. Ayaklarımızı meshetmeye başladık. Resûlüllah bunu görünce gÂyet yüksek bir sesle, iki veya üç kere: "Cehennemde yanacak ökçelerin vay haline." diye seslendi. Buhari, K. el-İlm, bab. 3,30, K. el-Vudu, bab. 27,29 / Müslim K. et-Taharet, bab. 25-30, Hadis no. 240,241 / Ebû Davud K. et-Taharet, bab. 46, Hadis no: 97 / Timizi, K. et-Taharet, bab. 31, Hadis no: 41 / Nesei, K. et-Taharet bab. 89 /İbn-i Mace, K. et-Taharet, bab. 55, Hadis no. 450-455 / Muvatta K. et-Taharet, bab. 5 / Darimi, K. el-Vudu, bab. 35 / Ahmed b. Hanbel, Müsned C. 2 S. 193 C.3 S.316 C.4 S.191 C.5 S.425 C.6 S.81 Bu hadis-i şerif, adı geçen kaynakların herbirinde şu sahabilerden Rivâyet edilmiştir.

BUHARİ'DE: Abdullah b. Amr, İbnül Ass ve Ebû Hureyre'den.

MÜSLİM'DE: Hazret-i. Âişe, Abdullah b. Amr, ibnül Ass ve Ebû Hureyre'den.

EBU DAVUD'DA: Abdullah b. Amr, İbnül Ass'dan.

TİRMİZİ'DE: Ebû Hureyre'den Rivâyet edildiği zikredildikten sonra Tirmizi sahibi Ebû İsa diyor ki: "Bu hadis, Abdullah b. Amr İbnül Ass, Hazret-i Âişe, Cabir b. Abdullah, abdullah b. Haris, Muaykıb b. Ebi Fatıma, Halid b. Velid, Şurahbil Hasene, amr İbnül Ass ve Yezid b. Ebi Siifyan'dan da Rivâyet edilmiştir. Ebû Hureyre'nin rivâyet ettiği bu hadis, HASEN VE SAHİHTİR.

NESEÎ'DE: Ebû Hureyre ve abdullah b. Amr b. el-Ass'dan.

İBN-İ MACE'DE: Abdullah b. Ömer, Hazret-i Âişe, Ebû Hureyre ve Cabir b. Abdullah'tan. Diğer bir Rivâyetinde ise Halid b. Velid, Yezid b. Ebi Süfyan, Şuahbil Hasene ve Amribnül Ass'dan da geldiği zirediimektedir.

MUVATTA'DA: Hazret-i Âişe'den. DARİMİ'DE: Abdullah b. Amr İbnül Ass ve Ebû Hureyre'den. Taberi bu hadisi Ebû Ümame el-Bahili'den Rivâyet etmiştir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: Sen, abdest alırken ayaklarının tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini söyledin. Halbuki Evs b. Ebi Evs'den ve Huzeyfe'den naledilen şu iki hadis ve benzeri haberler, abdest alırken ayakların sadece bir bölümünün meshed ilmesinin yeterli olduğunu ifade etmektedirler."

Evs'den Rivâyet edilen hadis şöyledir: Evs b. Ebi Evs demiştir ki:

"Resûlüllah abdest aldı, ayakkabılarına ve ayaklarına meshetti." Taberi bu hadisin başka bir Rivâyetinin, Ebû Davud, K. et-Taharet, bab: 62, Hadis no: 160

"Resûlüllah ayakkabılarına meshetti. Sonra kalkıp namaz kıldı..." şeklinde olduğunu" Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4, S.8 diğer bir Rivâyetinde de "Abdest aldı. Ayaklan üzerine meshetti." şeklinde olduğunu belirtmiştir.

Huzeyfe'nin rivâyet ettiği hadis ise şöyledir: Huzeyfe diyor ki: "Resûlüllah bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta durarak küçük abdestini bozdu. Sonra su istedi abdest aldı ve ayakkabılarının üzerine meshetti."

Taberi diyor ki: "Evs b. Evs'den Rivâyet edilen hadis, ayakların sadece bör bölümünü meshetmenin abdeste yeterli olacağını ifade etmektedir. Zira bu hadiste Resûlüllah'ın, abdestini bozduktan sonra abdestsiz iken böyle yaptığı zikredilmemektedir. Resûlüllah, abdestli iken tekrar abdest aldığı zaman ayakkabılarına veya ayaklarına meshederdi. Evs'in rivâyet ettiği hadiste Resûlüllah'ın, abdestli iken tekrar abdest aldığını bildirmektedir. Resûlüllah'ın abdestli iken tekrar abdest aldığında ayaklarını veya ayakkabılarını meshetrnekle yetindiğini, Hazret-i Ali'den Rivâyet edilen şu hadis-i şerifte belirtmektedir.

Abdu Hayr diyor ki:

"Ali (radıyallahü anh) bir testi su istedi. Sonra: "Ayakta su içmeyi sevmeyen o kişiler nerede?" dedi. Testiyi aldı ayakta su içti. Sonra hafifçe bir abdest aldı. Ayakkabıları üzerine meshetti ve dedi ki: "İşte Resûlüllah'ın, abdestini bozmayan temiz kimse için aldığı (Öğrettiği) abdest böyledir. Ahmed b. Hanbel, C.1, S.120

Taberi diyor ki: "Resûlüllah'ın, abdest alırken ayaklarının tümünün yıkanmasını emrettiğine dair, mazeret bırakmayacak derecede çokça hadislerin rivâyet edilişi de göstermektedir ki, Evs'den Rivâyet edilen hadis, abdestli iken abdest alındığını beyan etmektedir.

Huzeyfe'den Rivâyet edilen hadise gelince bunu Huzeyfe'den Ebû Vail yoluyla A'meş Rivâyet etmiştir. A'meş'in güvenilen arkadaşlan Ebû Avane, İbn-i İdris, Ebû Muaviye ve Amr b. Yahya, A'meş'ten bu hadisin metninin şu şekilde olduğunu Rivâyet etmişlerdir:

"Resûlüllah bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştıydım. O bana "Yaklaş." dedi. Ben de yaklaşıp ayaklarının arkasında durdum. Resûlüllah abdest aldı ve iki mestinin üzerine meshetti. Müslim, K. et-Taharet bab : 73, Hadis No: 273 Sadece Cerir b. Hazım'ın A'meş'ten Rivâyet ettiği şekilde Resûlüllah'ın, ayakkabılarına meshettiği zikredilmektedir. Bu da şaz bir Rivâyettir. Sahih olduğu kabul edilecek olsa dahi Resûlüllah'ın, çorapları üzerine giymiş olduğu ayakkabılarına meshettiğini ifade etmiş olur.

Âyet-i kerime’de: "Ve topuklarla beraber." diye tercüme edilen ifadesindeki kelimesinin asıl mânâsı (kadar) demektir. Daha önce dirseklerin, abdest alma yerlerinden sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilaf eden âlimler, topukların da, bunlardan sayılıp sayılmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir.

Ancak "Topuk" diye tercüme edilen kelimesiyle nerenin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Bazı âlimlere göre bu âyette zikredilen ve "topuklar." diye tercüme edilen ifadesinden maksat, ayakla baldırın birleştiği eklemdeki yuvarlak kemiktir. Yani eklemlerin içinde bulunan kemiktir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise burada zikredilen maksat, dışarı doğru çıkıntılı olan topuk kemikleridir.

Âyet-i kerime’de: "Allah size zorluk çıkarmayı dilemez. Fakat o, temizlenmenizi ister." buyurulmaktadır. Yani Allah sizlere, abdestiniz olmadığında abdest almanızı, cünüp iken yıkanmanızı ve su bulamadığınızda da teyemmüm etmenizi emrederken o sizleri arındırmak ister. Siz de kendinizi maddi ve manevi kirlerden temizleyin. Günahlarınızı yıkayın." buyurmaktadır.

Bir çok hadis-i şerifte abdest almanın fazileti ve kulu günahlardan arındıracağı zikredilmiştir.

Bu hususta Şehr b. Havşeb, Ebû Ümame'nin Resûlüllah'tan şunu Rivâyet eniğini söylemiştir: Resûlüllah buyurmuştur ki: "Kim abdest alır, abdestini güzel yapacak olur sonrada kalkıp namaza başlayacak olursa onun günahları, kulağından, gözünden, ellerinden ve ayaklarından dışarı çıkar."'

Ka'b b. Mürre de Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Abdest alıp yüzünü yıkayan herkesin hataları yüzünden dışarı çıkar. Ellerini veya kollarını yıkadığında kollarından dışarı çıkar. Başını mesnettiğinde hataları başından çıkar. Ayaklanın yıkadığında hataları ayaklarından dışarı çıkar."

Amr b. Abese diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim. "Müslüman ellerini yıkadığında hataları ellerinden sağa sola dağılır. Ağzına burnuna su verdiğinde hataları ağzından burnundan dışarı çıkar. Yüzünü yıkadığında hataları yüzünden dışarı çıkar. Öyle ki göz kapakîanndan bile dışarı çıkar. Kollarını yıkadığında kollarından çıkar. Başını ve ayaklarını meshettiğinde başından ve kulaklarından çıkar. Ayaklarını yıkadığında ayaklarından çıkar. Öyle ki ayaklarının tırnaklarının altından bile dışarı çıkar. Abdest bilinci işte ondan kazandığı payı bu olur. Şâyet kalkıp yüzünü ve kalbini tam Rabbine yönelterek namaza durur ve iki rekat da namaz kılacak olursa bu kimse hataları bakımından annesinin, kendisini doğurduğu gündeki gibi olur. Bkz. Nesâî, K. et-Taharet, bab: 108 / İbn-i Mace, K. et-Taharet, bab: 6, Hadis no: 283

Ebû Hureyre demiştir ki:

"Resûlüllah buyurdu ki: "Bir müslüman veya mü’min kul, abdest alır da üzünü yıkayacak olursa, gözüyle bakarak işlemiş olduğu her hata, su ile birlikte veya suyun son damlasıyla yüzünden dışarı çıkar. Ellerini yıkadığında, elleriyle vurarak işlediği her hata, su ile birlikte veya suyun son damlasıyla birlikte ellerinden çıkar. Öyle ki kul, günahlardan tertemiz olup onlardan ayrılmış olur. Darimi, K. el-Vudu, bab: 45

Hazret-i Osman'ın azadlı kölesi Hüraran diyor ki:

"Ben, Osman b. Affan'ın, oturakların üzerinde oturduğunu gördüm. O, abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın, bu oturduğum yerde oturduğunu ve aldığım bu abdest gibi abdest aldığını gördüm. Buyurmuştu ki: "Kim benim bu abdestim gibi abdest alacak olursa onun daha önceki günahlar, bağışlanmış olur. Fakat aldanmayın. İbn-i Mace, K. et-Taharet, bab: 6, Hadis no: 285

Abdullah es-Sünabihiy diyor ki:

"Resûlüllah buyurdu ki: "Kim abdest alır da ağzını burnuna su verecek olursa onun hataları ağzından burnundan dışarı çıkar. Yüzünü yıkadığında hataları yüzünden dışarı çıkar. Öyle ki göz kapaklarının altından bile dışarı çıkar. Ellerini yıkadığında hataları ellerinden dışarı çıkar. Başını meshettiğinde hataları başından dışarı çıkar. Öyle ki kulaklarından bile dışarı çıkar. Ayaklarını yıkadığında hataları ayaklarından dışarı çıkar. Öyle ki ayaklarının tırnaklarının altından bile dışarı çıkar. Bu kişinin namazı ve mescide doğru yürümesi nafile bir ibadet olur. İbn-i Mace,K. et-Taharet, bab: 6,1 ladis no: 282

7

Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "İşittik itaat ettik" dediğinizde sizden aldığı ve onunla sizi bağladığı ahdini hatırlayın. Allah'tan korkun ki Allah, kalblerin özünü çok iyi bilendir.

Ey mü’minler, sizi İslama kavuşturarak, Allah'ın size bahşettiği yüce nimetini hatırlayın. Allah'ın Resulünü zor anda da kolay zamanlarda da, istenilen şeylerde de sevilmeyen şeylerde de dinleyip itaat edeceğinize dair biat ettiğiniz zaman, Allah'a vermiş olduğunuz ahdi de hatırlayın. Bir zaman siz, "Yaptığımız ahdi dinledik, emirlerinde ve yasaklarında sana itaat edeceğiz." demiştiniz. O halde Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Şüphesiz ki Allah, göğüslerin özünü çok iyi bilendir ve onlara göre sizi hesaba çekecektir.

* Müfessirler, bu âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, aldığını beyan ettiği ahdinden hangi ahdin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas ve Süddi'ye göre bu âyette zikredilen ahitten maksat, Mü’minlerin Resûlüllah'ı, sevdikleri şeylerde de dinleyip itaat edeceklerine, sevmedikleri şeylerde de dinleyip itaat edeceklerine söz vererek ona biat etmeleri anında Allah'a ahit vermeleridir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)i gönderdi. Ona kitap indirdi. Mü’minler de: "Biz, Peygambere ve kitaba iman ettik. Tevrat'takileri de ikrar ettik." dediler. İşte Allahü teâlâ da onlara, vermiş oldukları bu sözü hatırlıyor ve bu sözü yerine getinnelerini emrediyor.

b- Mücahid'e göre ise bu âyette zikredilen ahitten maksat, insanların, Âdem'in sulbünden zerrecikler şeklinde çıkarıldıktan sonra Allahü teâlânın, Rableri olduğuna şehadet etmeleridir.

Taberi

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Buradaki ahitten maksat, Hz Muhammed'i dinleyip itaat edeceklerine dair biat etmeleri anınca Allah'a verdikleri sözdür. Zira Allahü teâlâ buradaki ahdi aklığını zikrettikten sonra ehl-i kitaptan aldığı ahdi zikredecektir. Böylece Resûlüllah'ın sahabilerini ehl-i kitabın durumuna düşmemeleri için uyarmıştır. Çünkü onlar verdikleri ahdi bozmuşlar ve bu sebeple cezalandırılmışlardır. Mü’minlerin de bu duruma düşmemeleri istenmiştir. '

8

Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olun. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun. Çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun şüphesiz ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey Allah'a ve Peygamberi Muhammed'e iman edenler, dostlarınız ve düşmanlarınız hakkında adletle şahitlik eden ve Allah için vazife yapan kimseler olun. Verdiğiniz hükümlerde ve yaptığınız işlerde haksızlık etmeyin. Sırf size düşman olduklarından dolayı düşmanlarınıza dair koyduğum sınırları aşmayın. Yine sırf dostluk yaptıkları için koyduğum sınırlarda ileri gitmeyin. Hepsi hakkında da koyduğum hudutlara bağlı kalın. Benim emrimi yerine getirin. Ey mü’minler, dostunuz olsun düşmanınız olsun bütün insanlara karşı adaletli davranın. Adaletli olmanız, Allah'tan korkmuş olmanıza daha yakındır. Kullarına zulmetmekten korkun ve bilin ki Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Herkese, yaptığının karşılığını verecektir.

Abdullah b. Kesir, bu âyet-i kerime’nin, Resûlüllah'a suikast düzenleyen Hayber Yahudileri hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Resûlüllah, Öldürülen bir kişinin diyeti hususunda bunlarla yardımlaşmaya gitmiş fakat Yahudiler Resûlüllah'ı öldürmeyi planlamışlardır. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiş ve "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevketmesin." buyurmuştur.

Numan b. Beşir diyor ki:

"Annem, Revaha kızı Amre, babamdan, bazı mallarım bana hibe etmesini istedi. Babam bu işi bir sene erteledi. Sonra bunu yapmaya karar verdi. Bu sefer annem: "Oğluma yaptığın hibeye Resûlüllah'ı şahit tutmadıkça razı olmam." dedi. Bunun üzerine babam beni, elimden tutup Resûlüllah'a götürdü. O sıra ben henüz çocuktum. Babam "Ey Allah'ın Resulü bu çocuğun annesi Revaha kızı buna hibe ettiğim mala, seni şahit tutmamı istiyor." dedi. Resûlüllah: "Ey Beşir senin bundan başka çocuğun vannı?" diye sordu. Babam: "Evet." dedi. Resûlüllah: "Çocukların hepsine de buna hibe ettiğin gibi hibede bulundun mu?" diye sordu. Babam ise "Hayır," dedi. Bunun üzerine Resûlüllah: "O halde sen beni şahit tutma. Çünkü ben, zulme şahitlik edemem." buyurdu. Müslim, K. el-Hibat, bab: 14, Hadis no: 1623 / Buhari, K. el-Hibe, bab: 12,13 Görüldüğü gibi Resûlüllah, haksız bir muameleye şahitlik yapmamıştır.

9

Allah, iman edip salih amel işleyenlere vaad etmiştir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfaat vardır.

Ey Allah'ı ve Resulünü takdik eden, Peygamberin, Allah katından getirdiklerini ikrar edip Allah'a verdikleri ahdi yerine getiren, yaptıkları sözleşmeleri ifa eden, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınan insanlar, sizin için, geçmişteki günahlarınızın örtülmesi vardır. Bir de sınırlarım, Allah'ın dışında kimsenin bilemeyeceği bir mükâfaat vardır.

10

İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar, cehennemliklerdir.

Allah'ın birliğini inkâr eden ve Peygamberlere gelen, Allah'ın âyet ve mucizelerine yalanlayanlar cehennemliktirler. Ve orada ebedi olarak kalacaklardır.

11

Ey iman edenler, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size el uzatmaya kalkışmıştı da Allah onların ellerini üzerinizden çekmişti, Allah'tan korkun. İman edenler sadece Allah'a güvensinler.

*Müfessirler, Allahü teâlânın bu âyet-i kerime’de mü’minlere lütfettiğini beyan ettiği nimetten hangi nimetin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Asım b. Ömer b. Katade, Abdullah b. Ebibekr, Mücahid, Yezid b. Ebi Ziyad, İkrime ve Ebû Malik'ten nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen nimetten maksat, Allahü teâlânın, yanlışlıkla öldürülen Âmir oğullarından iki kişinin diyetlerini ödemede yardımcı olmaları için Nadr oğulları Yahudilerine gittiği zaman onların Resûlüllah'a suikast düzenlemeleri, Allahü teâlânın da vahiy ile bunu Resûlüllah'a bildirip Resûlüllah'i onların saldırısından kurtarmasıdır.

Rivâyet edilir ki Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir kısım sahabileriyle birlikte Nadr oğulları Yahudilerine gitmiş ve B'ir-i Maune olayından kurtulup geri gelen Amr b. Ümeyye ed-Dâmri'nin, Resûlüllah'la anlaşmalı olan Âmir oğullarından iki kişiyi yanlışlıkla öldürmesi üzerine bu kişilerin diyetlerini ödeme hususunda Nadr oğullarının kendisine yardımcı olmalarını istemişti. Fakat Yahudiler, Amr b. Cehhaş'a, Resûlüllah gelip duvann dibine oturunca onların da çevresinde toplandiklan bir sırada Resûlüllah'ın üzerine el değirmeni taşını düşürmesini söylediler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Peygamberine, Yahudilerin bu tuzağını haber verdi. Resûlüllah da oradan uzaklaşıp Medine'ye döndü. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

b- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise Allahü teâlânın burada zikrettiği nimetten maksat, Resûlüllah'ı, içine zehir kattıkları bir yemekle öldürmek isteyen Yahudilerin suikastından kurtarmasıdır.

c- Katade'den nakledilen başka bir görüşe göre ise Allahü teâlânın bu âyette zikrettiği nimetten maksat, Batn-ı Nahle gazvesinde Resûlüllah'a, düşmanlarının, kendileri namaz kılarlarken saldınya geçeceklerini bildirmesi ve Resûlüllah'a da korku anlarında nasıl namaz kılacağını beyan etmesidir.

Bu hususta Katade diyor ki: "Bu âyet Resûlüllah'a, yedinci gazve olan Batn-ı Nahle gazvesinde nazil olmuştur.

Sa'lebe ve muharib oğulları, Resûlüllah'ı ansızın yakalayıp öldürmek istemişler Allahü teâlâ da bu hallerini Resûlüllah'a bildirmiştir. Katade diyor ki: "Ca-bir b. Abdullah, Resûlüllah ile birlikte Necid tarafına savaşa gittiklerinde savaştan. Resûlüllah ile beraber döndüklerini, dikenli ağaçların çokça bulunduğu bir vadiye geldiklerinde şiddetli bir sıcağın bastırdığını söyledi. Bu sıcakta Resûlüllah bir ağacın gölgesine oturmuş, kılıcını da ağaca asmış ve uyumuştu.

Herkes dağılıp bir ağacın gölgesine çekilmişti. İşte o sırada bir Bedevi gelip Resûlüllah'ın kılıcını alarak kınından çıkarmış ve üzerine yürümüştü. Resûlüllah uyanınca ona demişti ki: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" Resûlüllah ise "Allah" demişti. Adam tekrar: "Seni benim elimden kim kurtaracak?" demiş. Resûlüllah da "Allah" demişti. Bunun üzerine Bedevi kılıcım kınına koymuş Resûlüllah da bizi yanına çağınp hadiseyi anlatmıştı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu*adamı cezalandırmamıştı. Bkz. Buhari, K. el-Cihad, hab 84, 87 K. el-Megazi bab: 31, 32

İşte böylece Allah, düşmanın elini Peygamberinden çekmişti.

Taberi bu görüşlerdin

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki nimetten maksadın, Allahü teâlânın, Resûlüllah'ı, Nadr oğulları Yahudilerinin suikastından kurtarması olduğunu söylemiştir. Zira bundan sonra gelen âyetlerde Yahudilerin çirkin sıfatları zikredilmekte, Allah'a ve Paygamberlerine ihanet ettikleri bildirilmektedir. Resûlüllah'a, onların yaptıklan bu kötülüklere karşı onlara dokunmaması da emredilmektedir. Bu da göstermektedir ki âyette, mü’minlere ve Resûlüllah'a el uzatmak isteyenlerden maksat, Yahudilerdir.

' Âyet-i kerime’nin sonunda "İman edenler sadece Allah'a güvensinler." buyurlumkatadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey iman edenler, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten ve sizden aldığı ahdi bozmaktan kaçının. Aksi takdirde çare bulamayacağınız bir cezayı hak edersiniz. Mü’minler işlerini Allah'a bıraksınlar, onun kaza ve kaderine teslim olsunlar, onun zaferine ve yardımına güvensinler. Çünkü bu onların dinlerinin kemale ermesidir.

12

Şüphesiz ki Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Biz onlara, içlerinden on iki başkan göndermiştik. Allah onlara şöyle dedi: "Şüphesiz ben sisinle beraberim. Yemin olsun ki eğer namazı kılar, zekatı verirseniz, Peygamberlerime iman edip onlara yardım ederseniz ve Allah için güzel bir ödünç takdim ederseniz muhakkak ki kötülüklerini örterim ve sizi, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra içinizden kim inkâr ederse, şüphesiz doğru yoldan sapmış olur.

Şüphesiz ki Allah, İsrailoğullarından, Allah'a itaat etmelerine ve Peygamberine iman etmelerine dair kesin söz almıştı. Bunların, vermiş oldukları sözü yerine getireceklerine dair kefil olmaları için de içlerinden kendilerini takibedecek on iki vekil seçmişti. Allah onlara "Şüphesiz ki yardım ve desteğimle sizinle beraberim. Ey İsrailoğulları, yemin olsun ki eğer namazı dosdoğru kılar, zekatı layık olanlara verir, Peygamberlerime iman eder, onlara destek olursanız ve Allah rızası için Allah yolunda mallarınızı harcayarak Allah'a güzel bir ödünç verirseniz elbetteki ben kötülük ve günahlarınızı örtüp silerim. Ve sizleri kıyamet gününde, altından ırmaklar akan cennetlere bir lütuf olmak üzere koyarım. Bu söz vermenizden sonra kim Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ederse şüphesiz ki o, doğru yoldan sapmış ve hidâyetten ayrılmış olur." buyurmuştur.

Bu âyet-i kerime’de Allahü teâlâ Peygamberine ve mü’minlere, Yahudilerin ihanet ve sözlerinden dönme huylarını bildirmekte, bu huyların, Yahudilerin atalarından kalma miraslan olduğunu beyan etmekte ve Yahudileri, inatlarında ve sapıklıklarında ısrar etmelerinden dolayı kınamaktadır.

Resûlüllah'a ve mü’minlere: "Bu Yahudilerin size el uzatmaya girişmelerini ve ihanet etmeye kalkışmalarını garipsemeyin. Çünkü bu onların, atalarından devam edip gelen kötü ahlaklarıdır. Onlar bu halleriyle atalarının yaptıklarını devam ettirmektedirler." buyurulmaktadır.

Âyet-i kerime’de Allahü teâlânın, İsrail oğullarından söz aldığı zikredilmekte ancak neye dair söz aldığı açıklanmamaktadır.

Ebul Aliye'ye göre burada İsrailoğullarından, yapacaklarına dair söz alınan husus, sadece Allah'a kulluk etmeleri ve ondan başkasına tapmamaları sözü dur.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Başkan" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Katade'ye göre "Şahit" demektir. Yani Allahü teâlâ İsrailoğullarının on iki torunundan her birinden, yaptıklarına şahitlik etmek üzere birini şahit tayin etmiştir.

Rebi' b. Enes, Süddi ve Mücahid'e göre ise buradaki den maksat, on iki torundan seçilip zorbalar diyan Şam'a gönderilen on iki önderdir. Bunlar Şam diyanndaki zorbaların helak olup olmadıkları haberini öğrenip Hazret-i Mûsa'ya getireceklerdi. Çünkü Allahü teâlâ bu zorbaları helak edip onların yerlerini İsrailoğullarına miras bırakacağını ve İsrailoğullarını onların yerine yerleştireceğini bildirmişti. Bu sebeple de Hazret-i Mûsa, ileri gelen bu on iki kişiyi oraya göndermişti.

Bu hususta Süddi diyor ki: "Allahü teâlâ, İsrailoğullarına Kudüs topraklan can Eriha'ya gitmelerini emredince onlar yürüyüp oraya yakın bir yere ulaşmışlardı. Bunun üzerine Mûsa İsrailoğullarının on iki torununun her birinden bir öncü seçerek zorbaların bulunduğu yere göndermişti. Onlar gittikleri yerden o zorbaların haberini getireceklerdi. Bu on iki kişi ile "Ac" diye adlandırılan zorba bir kişi karşılaştı. O, on iki kişiyi yakalayıp koltuğunun altına (Kontrolüne) aldı. Başında bir kulaç odun bulunuyordu. Adamları alıp karısına götürdü. Ve ona: "Şunlara bak, bunlar bizimle savaşmak istiyorlarmış." dedi. Ve onları, karısının önüne attı. "Şimdi ben bunları ayağımın altında ezeyim mi?" dedi. Karısı: "Hayır. Onları bırak ki gördüklerini gidip kavimlerine haber versinler." dedi. "Ac" karısının dediğini yaptı. O iki önder oradan ayrılınca birbirlerine "Ey topluluk, eğer siz, İsrailoğullarına bu kavmin haberini bildirecek olursanız İsrailoğulları dinlerinden döner. Peygamberlerine karşı gelirler. Siz bu haberi gizleyin. Siz onu sadece Allah'ın Peygamberine bildirin ki böylece onlar, uygun gördüklerini yapsınlar." dediler. Bunlar, meseleyi gizleyeceklerine dair birbirlerine söz verdiler. Geri dönüp geldiler. Onlardan on kişi verdikleri bu sözü bozdular. Bunlar, babalarına, kardeşlerine, gördükleri o "Ac" adındaki zorbayı anlatıyorlardı. Sadece iki kişi meseleyi gizledi ve onu Hazret-i Mûsa ve Harun'a anlattılar. İşte Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de bu olaya işaret etmektedir. Mücahid bu iki kişinin Yûşa b. Nûn ve Kâlip b. Yûfenna olduklarını zikretmiştir.

Taberi bu hususta İbn-i İshak'ın şunlan söylediğini rivâyet etmiştir: Mûsa'ya İsrailoğullarıyla birlikte mukaddes topraklara (Kudüs'e) gitmesi emredilmişti ve Allahü teâlâ buyurmuştu ki: "Ben, orayı sizin yurdunuz, karargahınız ve konaklama yeriniz olarak yazdım. Ey Mûsa, sen çıkıp oraya git. Orada bulunan düşmanlara karşı cihad et. Çünkü ben onlara karş sana yardım edeceğim. Kavminden de her torundan bir kişi olmak üzere on iki kişi önder al. Onlar kavimlerine emredilenleri uygulasınlar ve onlara de ki: "Allah diyor ki: "Yemin olsun ki eğer sizler namazı kılar, zekatı verir, Peygamberlerime iman eder, onları destekler ve Allah için güzel bir ödünç verecek olursanız ben sizin kötülüklerinizi mutlaka örterim. Ve sizi altından ırmaklar akan cennete koyanm. Sizden kim de söz verdikten sonra bu emrettiklerimden neyi inkâr etmeye kalkışacak olursa şüphesiz ki o, doğru yoldan sapmıştır.

Bunun üzerine Mûsa onlardan on iki önder seçti. Bu önderlerden her biri temsil ettiği topluluğun vermiş olduğu ahdin gereğini yerine getirmeleri için bir kefildi. Mûsa bu toplulukların seçkinlerini ve vefakârlarını seçmişti. Bundan sonra Mûsa onlarla birlikte Allah'ın emriyle mukaddes topraklara doğru yürüdü.

Mısır'la Şam arasında bulunan "TÎH" çölüne vardılar. Orası ağaç ve gölgelik bulunmayan bir çöldü. Sıckatan daralmca Mûsa orada rabbine yalvardı. Allahü teâlâ da onları bulutlarla gölgelendirdi. Yine Mûsa, Allah'tan yiyecek istedi. Allah da onlara kudret helvası ve bıldırcın kuşu gönderdi. Allah Mûsa'ya emretti ki "İsrailoğullarına hibe ettiğim Ken'an topraklarına düşmandan haber getirmeleri için her torundan bir adam gönder." Mûsa bu torunların liderlerini gönderdi. Bu liderlerin isimleri Tevrat'ta zikredildiğine göre şunlardır:

Rubil torunundan Şamun b. Rekum, Şem'un'dan Safat b. Harba, Yehuda'dan Kâlib b. Yufenna, Kâz'dan Mihail b. Yusuf, Yusu'tan Yuşa b. Nun, Bünyamin'den Felat b. Zennun, Ribalondan Kerabil, Minşa'dan Haddi b. Susa, Dan torunundan Harnlail b. Hamel, Eşar'dan Sabur b. Melkili, Neftali'den Mahreb b. Veks, Yesahir'den Holaid b. Minked. Mûsa bunları gönderirken kendilerine "Güneş doğmadan önce yukarı çıkın, dağa tırmanın. Onların oturduktan arazi ve vadide ne bulunduğunu gözetleyip bakın. Onlar kuvvetli mi yoksa zayıf mı? Sayılan az mı çok mu? Oturdukları yer ağaçsız ve güneşli mi yoksa ağaçlık mı? O topraklarda bulunan meyvelerden bize getirin." dedi. Mûsa'nın istediği ilk meyve üzümdü.

Âyet-i kerime’de: "Yemin olsun ki eğer namazı kılar zekatı verirseniz Peygamberlerimize iman edip onlara yardım ederseniz ve Allah için güzel bir ödünç takdim ederseniz muhakkak ki kötülüklerinizi örterim." buyurulmaktadır.

Âyetin bu bölümündeki hitap, kendilerinden ahit alman İsrailoğullarınadır. Allahü teâlâ İsrailoğullarına burada zikredilen emirleri yerine getirmeleri halinde düşmanlarına karşı onlara mutlaka yardım edeceğini ve günahlarını affedeceğini bildirmiştir.

Rebi' b. Enes'e göre ise âyetin bu bölümünde hitap İsrailoğullarından öncelikle on iki öndere yapılmıştır. Allahü teâlâ bunlara zorbaların diyarına gitmelerini emrederken âyette zikredilen emirleri yerine getirmeleri halinde düşmanlarına arşı onlara yardım edeceğini ve günahlarını affedeceğini belirtmiştir. Ancak âyetin bu bölümünde zikredilen emirleri yerine getiren herkes Allah'a itaat etmiş olacağından Allah'ın yardımını kazanmış olur. Bu itibarla burada hitabın İsrailoğullarının hepsine olmayıp sadece on iki öndere olduğunu söylemek isabetli değildir.

Âyette geçen ve "Yardım edersiniz" diye tercüme edilen ifadesi Mücahid ve Süddi tarafından "Yardım etme" diye izah edilmiş Abdurrahman b. Zeyd tarafından da "îtaat etme ve yardım etme" diye tercüme edilmiş Ebû Ubeyde tarafından "Yardım etme, saygı gösterme, tazim etme ve destekleme" olarak tefsir edilmiş ve Ferra tarafından ise "Haksızlıktan alıkoyma" diye izah edilmiştir.

Taberi bu görüşlerden "Yardım etme" mânâsı verilen görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiş, buna delil olarak da demiştir ki "Şu âyette hem saygı gösterme anlamına gelen kelimesi hem de Kelimesinin kökünden türeye kelimesi zikredilmektedir. Bu da göstermektedir ki kelimesinin mânası, saygı gösterme dışında baş.

O da "Yardım etmek'tir ka bir mânâ ifade etmektedir. O da "Yardım etmek'tir. "Böylece ey insanlar siz de Allah ve Resulüne îman edesiniz. Allah'ın dinine yardımda bulunasınız. Ona ta'zim edesiniz ve onu layık olmadığı şeylerden sabah aksım tenzih edesiniz. Fetih seruse, 48/9

13

Verdikleri sözü bozdukları için onları lanetledik. Ve kalblerini katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirdiler. Uyarıldıkları şeylerden pay almayı unuttular. Ey Rasûlüm, pek azı müstesna onlardan devamlı hainlik göreceksin. Onları affet ve aldırma. Muhakkak ki Allah, iyilik yapanları sever.

Yahudilerin, Allah'a vermiş olduklan ahitlerini bozmuş olmaları sebebiyle biz onları kovduk ve rahmetimizden uzaklaştırdık. Kalblerinden merhamet duygularını çekip alarak katıl aştırdık. Artık öğütlerle yumuşamaz oldular. Bunlar, rablerinin kelamı olan Tevratı tahrif ettiler, bozdular. Allah'ın indirmediği şeyleri kendi elleriyle yazıp cahil insanlara "Bu, Allah katındandır." dediler. Allah'ın emir ve hükümlerinden kendilerine hatırlatılan kısımlan bıraktılar. Artık onlarla amel etmez oldular. Ey Rasûlüm, sen hâlâ bu Yahudilerin hıyanete ve sözlerinde durmamaya devam ettiklerini görürsün. Bunlardan pek az* müstesnadır. Sen bu Yahudileri affet, tuzaklarına aldırma. Şüphesiz ki Allah, kusurluyu affederek iyilikte bulunanlan sever.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Hazret-i Muhammed'e, Yahudileri tavsif ederek beyan etmiştir ki: "Ey Rasûlüm, sana ve sahabilerine el uzatarak isteyen, seninle kendileri arasında bulunan ahdi bozan bu Yahudilere hayret etme. Zira bunları yapmak, onların, atalarından süregelen bir âdetidir. Bu âdetlerden biri de şudur ki: "Bunlar, bağlı kalacaklarını bildirdikleri ahitlerini bozarlar. Zira ben onlardan Mûsa döneminde, bana itaat edeceklerine dair söz almıştım. Ve içlerinden seçtikleri on iki önderi, zorba düşmanlarının haberlerini öğrenmeleri için gözcü olarak göndermiştim. Ben onlara yardım edeceğimi vaad etmiştim. Firavunun o kavmini helak ettikten sonra onların yerlerini, yurtlarım ve mallarını, kendilerine miras olarak bırakacağımı bildirmiştim. Bütün bu mucizeleri kendilerine göstermeme rağmen, bağlı kalacaklarını bildirdikleri sözlerim bozdular. Ahitlerinden döndüler. Ben de bu yüzden onları lanetime uğrattım. İsrailoğullarının ileri gelenlerinin, kendilerine lütfettiğim bütün nimetlere rağmen, durumları bu iken artık onların rezillerinin yaptıklarını garipseme.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Kanlaştırdık" diye tercüme edilen kelimesi,

bazılarına göre "Katı kalblilik" anlamında yorumlanmış, diğer bazıları tarafından ise "Karışık ve bozuk kalblilik" diye izah edilmiştir. Taberi, âyetin önceki ifadelerine daha uygun olması hasebiyle

birinci görüşü tercih etmiştir.

Âyet-i kerime’de, Yahudilerin, kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirdikleri zikredilmektedir. Bu ifadeden maksat, Allahü teâlânın, Hazret-i Mûsa'ya gönderdiği Tevrat'ı değiştirip yerine kendi elleriyle başka şeyleri yazmaları ve cahillerine de, Allah'ın indirdiği Tevrat'ın, kendi yazdıktan olduğunu söylemeleridir. Evte, Hazret-i Mûsa'dan sonra Hazret-i Muhammed'e kadar devam eden Yahudilerin sıfatları bu olmuştur.

Katade bu âyet-i kerime’nin, Tevbe suresinin şu âyetiyle neshedildiğini söylemektedir: "Kitap ehlinden, Allah'a ve âhiret gününe iman etmeyenler, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayanlar ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın. Tevbe sûresi, 9/29

Taberi diyor ki: "Katade'nin bu söyledikleri mümkün olmayan şey değildir. Ancak, "Neshetme"nin mânâsı, kendinden önce bulunan hükme tamamen ters düşmüyorsa ve onları belli bir noktada bağdaştırmak mümkünse, sonra gelenin öncekim neshettiğini söylemek, ancak Allah'ın veya Resulünün bildirmesiyle mümkün olur.

Katade'nin zikrettiği Tevbe suresinin yirmi dokuzuncu âyetinin hükmü bu âyette Resûlüllah'a emredilen, Yahudileri affetmesine ve onlara aldırış etmemesine tamamen ters düşmemektedir. Çünkü Yahudiler zilleti kabul eder ve savaştan sonra cizye vermeye razı olurlarsa buna rağmen onların yaptikîan herhangi bir ihaneti veya ahitlerini bozma teşebbüslerini affetmek mümkündür. Yeter ki cizye vermeyerek savaşa girişmiş olmasınlar ve kendileri için gerekli olan hükümlere karşı diretmiş olmasınlar."

Bu izahlar da gösteriyor ki, Tevbe suresinin yirmi dokuzuncu âyetinin bu âyeti neshettiğine hüküm vermek vacib değildir. Zira bunları bağdaştırmak mümkündür.

14

"Biz Hristiyamz" diyenlerden de ahit almıştık. Onlar da uyarıldıkları şeylerden pay almayı unuttular. Bu yüzden onların aralarına, kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah onlara, ne yaptıklarını ilerde haber verecektir.

"Biz Hristiyamz." iddiasında bulunanlardan da bizzat itaat edeceklerine ve Peygamberlerimize uyacaklarına dair ahit almıştık. Onlar da sapık Yahudilerin yolunu tuttular, dinlerini değiştirdiler ve Allah'a vermiş oldukları sözlerini bozdular. Allah'ın, kendilerine hatırlatılan hükümlerinden pay almayı unuttular, onu tatbik etmediler. Bu Hristiyanîann aralarına, Allah'ın kitabını terkettikleri, farzlarını ihlal ettikleri ve cezalarını uygulamadıkları için düşmanlık ve kin saldık. Aralarındaki bu kin, kıyamet gününe kadar devam edecektir. Allah bunlara âhirette, dünyada işledikleri suçları bildirecek, Allah'a ve Resulüne karşı uydurmuş oldukları yalanlarından dolayı da cezalandıracaktır.

Âyet-i kerime’de, Hristiyanîann da Allah'a vermiş olduktan sözü bozmaları yüzünden Allah'ın, aralarına düşmanlık ve kin saldığı zikredilmektedir. Bu düşmanlık ve kinin, aralarına ne suretle salındığı hususunda iki görüş zikredilmiştir:

a- İbrahim en-Nehai'ye göre burada düşmanlık ve kinin aralarına sokulması; heva ve heveslerinin birbirleriyle çelişmesiyle ve görüş ayrılığına düşmeleriyle olmuştur Mesela Hazret-i İsa hakkında çeşitli ihtilaflara düşülmüştür.

b- Katade'ye göre ise, Hristiyanîann aralarına fiilen düşmanlık ve kin girmiştir. Bu yolla birbirlerine karşı savaşmışlardır.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir. Âyet-i kerime’de, aralarına düşmanlık ve kin sokuduğu beyan edilen insanlardan kimlerin kasdedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Süddi, İbn-i Zeyd, Mücahid, ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre bunlar Yahudi ve Hristi yani ardır. Bu iki güruh da kendilerine hatırlatılan hükümlerden öğüt almayı unuttukları için Allah bu Yahudilerle Hristiyanlan birbirlerine düşman kılmış ve aralarına kin sokmuştur.

b- Rebi' b. Enes'e göre ise bu âyette, aralarına düşmanlık ve kin sokulduğu beyan edilen insanlardan maksat, Hristiy ani ardır. Allahü teâlâ, Hristiyanların kendilerine hatırlatılan şeylerden pay almayı unutmaları sebebiyle aralarına düşmanlık ve kin sokmuştur. Nasturiler, Yakubilere karşı, Yakubiler Nasturilere karşı düşmanık besler hale gelmişledir.

Taberi, âyet-i kerime’nin baş tarafında Hristiyanlardan bahsedildiğinden bu ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Bu âyet-i kerime, Hristiyanlar arasında düşmanlık ve kinin, kıyamete kadar devam edeceğini kesin bir şekilde ifade etmekte ve hadiseler de âyetin belirttiği doğrultuda cereyan etmektedir. Hristiyanların birbirlerine düşman oldukları, birbirleriyle savaştıkları, birbirlerini İnkârcılıkla itham ettikleri, hatta birbirlerine lanet okudukları herkes tarafından bilinmektedir. Bazıları Katolik, bir kısmı Ortodoks diğer bir kısmı ise Protestandır. Bir mezhebin mensubu diğer bir mezhebin mensubuyla evlenmeyi dahi caiz görmemektedir. Birbirlerinin kiliselerine girmeye dahi müsaade etmemektedirler. îcad ettikleri güçlü silahlarla birbirlerini de hiç çekinmeden nasıl imha ettikleri bilinmektedir. İkinci dünya savaşında Almanya, İngiltere ve Fransa'nın nasıl harap edildikleri çok iyi bilinmektedir. Bunların hepsi Hristiyan değil midir?

15

Ey kitap ehli şüphesiz size kitaptan gizlediklerinizin bir çoğunu açıklayan ve bir çoğunu da açıklamayip geçiveren Peygamberimiz gelmiştir. Muhakkak "ki size, Allah tarafından bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.

Ey kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyan topluluğu, size Peygamberimiz Muhammed geldi. O, Rabbiniz tarafından size gönderilmiş olan Tevrat ve încil'in hükümlerinden, insanlardan gizlediğiniz, evli olduğu halde zina edenlerin recmedilmedikleri gibi bir çoğunu sizlere açıklar ve ortaya koyar. Ve kitaplarınızda bulunan fakat gizlediğiniz şeylerden bir çoğunu da açıklamayıp vazgeçer. Sizlere, Allah katından, hak yolunu aydınlatan ve Allah'a eş koşmayı ve sapıklığı ortadan kaldıran bir nur olarak Muhammed gelmiştir. Ve Allah'ın, içinde helal ve haramı açıkladığı, kendisiyle hak ve batılı ayırdettiği Kur'an gelmiştir.

*Âyette zikredilen Peygamberden maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) dir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in, kitap ehlinin gizlediği hükümlerden açıkladığı şeylerden biri de, evli olduğu halde zina eden erkek ve kadının recmedilmeleri hükmüdür.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Kim, recmetme hükmünü inkâr edecek olursa, o hiç farkında olmadan Kur'an'ı inkâr etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ, kitabında: "Ey kitap ehli, şüphesiz size, kitaptan gizlediklerinizin bir çoğunu açıklayan Peygamberimiz gelmiştir." buyurmaktadır. Kitap ehlinin gizlediği şeylerden biri de, recmetme hükmüdür.

İklime bu âyetin izahında şunları söylemiştir: "Yahudiler Resûlüllah'a gelmiş ve ondan, recmetme hükmünü sormuşlardır. Resûlüllah onlara "Daha bilgili olanınız hanginizdir?" diye sormuş, onlar da İbn-i Suriya'yı göstermişlerdir. Resûlüllah ona: "Bunların en bilgilisi sen misin?" demiş. O da: "Dilediğini sor." demiş. Resûlüllah da: "O halde onların en bilgilisi sensin." demiş, İbn-i Şuriya da: "Onlar öyle zannediyorlar." diye cevap vermiştir. Resûlüllah, İbn-i Suriya'yı, Mûsa'ya Tevrat'ı indiren, Tur dağını yukarı kaldıran Allah hakkı için doğru söylemeye davet etmiş, yine Resûlüllah onu kendilerinden alman ahitler haki için doğru söylemeye çağırmış ve demiştir ki: "Zina cezalarının hepsi Tevrat'ta var mıydı?" İbn-i Suriya da: "Bizim kadınlarımız güzeldir. Bizde bir zaman çok öldürme hadisesi olduydu. Biz bu sebeple zina cezasını hafifletmiştik. Zina edene yüz sopa vuruyor bir de başını traş ediyorduk. Biz onların baş traşlarını hayvan kırkmalarından farklı yapıyorduk." dedi. Resûlüllah da onlara, Recmedilme hükmünü verdi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Âyette zikredilen "Nur" dan maksat, Hazret-i Muhammed, "Apaçık kitap" tan maksat ise Kur'an-ı Kerim'dir. Zira Kur'an, ehl-i kitabın, aralarında ihtilaf ettikleri Tevhid inancım, helallan, haramları ve diğer dini hükümleri açıklığa kavuşturmuştur.

16

Allah, o kitapla, rızasına tabi olanları selamet yollarına eriştirir. Onları, izni ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir.

Allah bu apaçık Kur'an'la, rızasına uyanları kurtuluş yollarına iletir. Ve onları, inkârın ve Allah'a ortak koşmanın karanlıklarından çıkarır. Allah'ın izni ve başarılı kılmasıyla İslamın nuruna ve aydınlığa götürür. Ve onları, dosdoğru bir yol olan Allah'ın sağlara dini İslama iletir.

Âyette zikredilen, Allahü teâlânın razı olmasından neyin kasdedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:

Bazılarına göre, Allah'ın bir şeye razı olması demek, onu kabul etmesi ve övmesi dernektir. Allahü teâlânın bir mü’minden razı olması demek, onun imanını kabul etmesi ve onu, imanından dolayı övmesi demektir.

Diğer bir kısım âlimlere göre ise Allahü teâlânın razı olmasından maksat, gazap etmemesi demektir. Razı olma, Allahü teâlânın sıfatlarından biridir. Bu da övmek demek değildir. Çünkü övmek, sözde olan bir şeydir. Rıza ise sözle söylenen bir şey değildir.

Allahü teâlâ, bundan sonra gelen âyet-i kerime’de de, Hak yoldan sapan Hristiyanlan kınayarak buyuruyor ki: "

17

Şüphesiz ki: "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesihtir." diyenler kâfir olmuşlardır. Ey Rasûlüm, de ki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesihi, anasını ve bütün yeryüzündekileri helak etmek isterse ona kim engel olabilir? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti sadece Allah'a aittir. O, dilediğini yaratır. Allah, herşeye kadirdir.

Yemin olsun ki "Allah ancak Meryemoğlu İsa Mesihtir." diyenler kâfir olmuşlar ve Allah'a karşı iftirada bulunmuşlardır. Ey Rasûlüm, Allah'a karşı iftirada bulunan o Hristiyanlara de ki: "Eğer Allah, Meryemoğlu İsa'yı, annesini ve bütün yeryüzünde bulunanları yok etmeyi dilerse Allah'ın bu emrine karşı gelecek kim vardır? Eğer İsa, iddia ettiğiniz gibi Allah olsaydı, elbette ki Allah'ın yok etme emrine karşı gelirdi. Fakat o, diğer insanlar gibi bir insandır. Allah, devamlı diri olan, kullarını sevk ve idare eden, dirilten, öldüren, var eden, yok eden, galip gelen ve mağlup olmayan tek ilahtır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin mülkü ona aittir. Onlarda tasarruf yetkisi sadece Allah'a aittir. Yaratıklar üzerinde verdiği hükmü yerine getirir. Ona kimse karşı çıkamaz. Dilediği şeyi dilediği şekilde yaratır. İsa'yı babasız yaratması da böyledir. Allah, herşeye gücü yetendir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, doğru yoldan sapan Hristiyanlan kınamakta, Hazret-i Muhammed'e yapmış oldukları iftiralarda haksız olduklarını ortaya koyakta ve Hristiy ani arın, Meryemoğlu İsa Mesihin Allah olduğunu söyleyerek iftira yapmaya alışık olduklarını beyan etmektedir. Bu sebeple Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) in, bu iftiralara karşı üzülmemesini bildirmektedir.

Âyet-i kerime’de Hristi yani arın, Meryemoğlu İsa Mesihin Allah olduğunu iddia ederek gerçeği örtmeye çalıştıkları, böylece Allah'a karşı iftirada bulunarak kâfir oldukları bildirilmektedir. Devamında ise, Meryemoğlu İsa'nın, ilâh olmasının aklen mümkün olmadığı da bildirilmektedir. Çünkü Allahü teâlânın, Meryemoğlu Mesihi, annesi Meryem'i ve yeryüzünde bulunan bütün varlıkları helak etmeyi dilemesi halinde hiçbir kimsenin, Allah'a karşı koyamayacağı zikredilmektedir, şâyet Meryemoğlu İsa Mesih ilâh olsaydı Allah'ın kendisini helak etmesi halinde ona nasıl boyun eğmiş olabilirdi?

Âyet-i kerime’nin devamında, göklerin ve yerin ve o ikisinin arasında bulunan şeylerin mülkiyetinin sadece Allah'a ait olduğu, İsa'nın da Allah'ın yarattığı varlıklardan birisi olduğu, bu itibarla ona ilahlık atfetmenin iftiradan başka bir şey olmadığı zikrediliyor. Âyetin sonunda, gerçekten ibadete layık olan mabudun, herşeye kadir olan Allah olduğu, âciz yaratıkların ilâh olamayacağı beyan edilmektedir.

18

Yahudiler ve Hristiyanlar: "Biz, Allah'ın oğulları ve dostlarıyız." dediler. Onlara de ki: "O halde niçin günahlarınızdan dolayı size azap ediyor? Hayır, siz de Allah'ın yarattığı birer insansınız. Allah, dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkiyeti Allah'a aittir. Dönüş sadece onadır.

Ey Rasûlüm, Allah'a karşı yalan uyduranlara de ki: "Eğer bu iddianızda doğru iseniz o halde niçin Rabbiniz sizi, günahlarınız yüzünden cezalandırıyor? Halbuki seven kimse sevdiğinin kusurlarını bağışlar, onu cezai andırmaz. O halde iddialarınızın aksine sizler de diğer insanlar gibi, Allah'ın yarattığı varlıklarsınız. Allah, dilediğini, lütfunun gereği olarak affeder. Dilediğine de adaletimin gereği olarak ceza verir. Sizi affetmesi veya cezalandırması sizin özelliğinizden değildir. Göklerin ve yerin ve aralarındaki şeylerin mülkü ancak Allah'a aittir. Onları dilediği gibi sevk ve idare eder ve tasarrufta bulunur. Sonunda dönüş yine onadır. O, herkese işlediği amele göre muamele yapacaktır.

Âyet-i kerime, Yahudi ve Hristiyanların, şımararak İslam dinine girmekten kaçınmalarına ve bu şımarıklıklarına gerekçe olarak da kendilerinden uydurdukları bazı iftiraları ileri sürdüklerine dikkati çekmektedir. Yahudi ve Hristiyanlar, "Allah bizi seviyor, bize ayrı bir önem veriyor. Çünkü bizler onun oğulları olan Peygamberlerin çocuklarıyız." demişlerdir.

19

Ey kitap ehli, "Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi." demeyesiniz diye Peygamberlerin arasının kesildiği birdevirde size gerçekleri açıklayan Peygamberimiz geldi. İşte size, müjdeci ve uyarıcı geldi. Allah, herşeye kadîrdir.

Ey kitap ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar, Peygamberlerin gelişinin kesintiye uğradığı bir sırada size hakkı öğreten, doğru yolu açıklayan ve Allah'ın rızasını kazanmayı gösteren Peygamberimiz Muhammed geldi. Böylece "Bize, müjdeleyici ve uyarıcı bir Peygamber gelmedi." demeyesiniz. İşte size, Allah'a itaat edenleri bol sevaplarla müjdeleyen, ona karşı gelenleri de can yakıcı bir azaba uğatma ile uyaran Muhammed geldi. Allah herşeye kadirdir. Hiçbir şey onu, dilediğini yapmaktan alıkoyamaz.

Peygamber efendimizle ondan önce gelen Hazret-i İsa arasında ne kadar zaman geçtiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

a- Mamer'in Katade'den zikrettiğine göre bu süre beş yüz altmış senedir.

b- Said b. Ebi Urube'nin, Katade'den naklettiğine göre bu süre altı yüz senedir.

c- Başka bir kasım âlimlere göre, beş yüz kırk senedir.

d- Dehhak'tan nakledilen başka bir görüşe göre bu süre dört yüz otuz küsur senedir.

Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, "Altı yüz senedir." diyen görüştür.

Hazret-i İsa ile Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında başka Peygamber gelmemiştir. Bu hususta Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor;

"Ben insanların, Meryemoğlu İsa'ya en yakın olanıyım. Peygamberler amca oğullarıdırlar. Benimle onun arasında Peygamber gelmemiştir. Buhari, K. el-Enbiya, bab: 48

20

Mûsa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden Peygamberler çıkardı. Sizi hükümdarlar yaptı ve âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini sîze verdi.

Bir zaman Mûsa kavmine "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizde bulunan büyük nimetlerini hatırlayın. Hani bir zaman Allah, içinizden sizlere İbrahim, İsmail, İshak ve Yakub gibi Peygamberler göndermişti. Daha önceleri Firavun ve taraftarlarının köleleri olduğunuz halde sizleri şereflendirdi. Ve başkalarım sizin hizmetinize verdi. Ve sizi hükümdarlar yaptı. Ve zamanınızda, kainatta hiçbir kimseye verilmeyen, denizi yanp karşıya geçirme, taştan pınarlar fışkırtma ve gökten yemek indirme gibi nimetleri ve üstünlükleri verdi.

Âyet-i kerime’de, Hazret-i Mûsa, kavmine, peygamberler gönderildiğini ha-tirlatiyor. Bu peygamberlerden maksat, Hazret-i Mûsa'dan önce İsrailoğullarına gönderilen Peygamberlerdir. Bu peygamberlerden maksadın, Hazret-i Mûsa'nın, Tur dağında Allah ile konuşmaya giderken seçtiği yetmiş kişi olduğu da söylenmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Hükümdarlar" diye tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:

a- Katade'ye göre İsrailoğullarına, Hükümdarlar denilmesinin sebebi, insanların onlara hizmet etmeleridir. Zira, İsrailoğullarından önce herhangi bir ümmette insanların, kendilerine hizmet ettirme hadisesi yoktu.

b- Abdullah b. Amr b. el-Ass, Zeyd b. Eşlem, Hasan-ı Basri, Hakem, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre İsrailoğullarına, "Hükümdarlar" denilmesinin sebebi, onların mesken, hizmetçi ve eşlere sahip olmalarıdır. Zira zikredilen bu üç şeye sahib olanlara, "Kral" mânasına gelen "melik" denilmiştir.

c- Süddi'ye göre ise burada zikredilen kelimesinden maksat, "Sahip olanlar" demektir. İsrailoğulları ailelere ve bir ksım mallara sahip oldukları için onların bu sıfatı haiz oldukları zikredilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini size verdi." cümlesindeki muhatapların kimler oldukları hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Ebû Malik ve Said b. Cübeyr'e göre âyetin bu bölümünde zikredilen insanlardan maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetidir. Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed'in ümmetine verdiği meziyet ve üstünlükleri, âlemlerden herhangi bir kimseye vermediğini beyan etmiştir.

b- Mücahid ve Abdullah b. Abbas'a göre ise âyetin bu bölümünde zikredilen inanlardan maksat, İsrailoğullarıdir. Ancak âlimlerden hiçbir kimseye verilmediği halde sadece İsrailoğullarına verilen nimet ve meziyetlerin neler olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir:

Abdullah b. Abbas ve Mücahid'den nakledilen bir görüşe göre sadece İsrailoğullarına verilen bu nimetlerden maksat, kudret helvası, bıldırcın kuşu, kendisinden on iki pınar fışkıran taş ve Sina çölünde onları gölgelendiren buluttur.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu nimetlerden maksat, ev, hizmetçi ve eş'tir.

Taberi diyor ki: "Âyetin bu bölümünde, âlemlerden hiçbir kimseye verilmeyen nimetlerin, kendilerine verildiği beyan edilen insanlardan maksat, İsrailoğullarıdır. Zira âyetin başı, İsrailoğullarından bahsetmektedir. Âyetin devamının, İsrailoğullarının dışındaki insanlara hitabettiğine dair herhangi bir delil yoktur.

Eğer denilecek olursa ki: "Burada hitap İsrailoğullarına olamaz. Zira Muhammed ümmetine verilen nimet ve meziyetler, İsrailoğullarına verilenlerden daha üstündür." Cevaben denilir ki: "Bu âyette, İsrailoğullarına verilip diğer insanlara verilmediği beyan edilen nimet, aslında İsrailoğullarının dışında hiçbir ümmete verilmemiş demek değildir. Sadece kendilerinin zamanındaki insanlara verilmeyen nimetlerin onlara verildiği zikredilmektedir.

21

Ey kavmim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes yere girin. Geri dönmeyin. Yoksa hüsrana uğrarsınız."

Ey kavmim, Allah'ın size ikametgâh ve mesken olmasını vaad ettiği temiz ve mübarek olan o mukaddes yere yani Kudüs'e girin. Mağlup bir şekilde geri dönmeyin. Aksi takdirde zarara uğrayanlar olarak geri dönmüş olursunuz ve cihad farizasını ihlal ederek izzet ve şerefinizi kaybetmiş olursunuz.

*Bu âyette zikredilen mukaddes yer'den maksat,

a- Mücahid ve Abdullah b. Abbas'a göre, Tur dağı ve çevresidir. '

b- Kata'deye göre Şam topraklandır.

c- İbn-i Zeyd, Süddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe gere "Eriha" şehridir.

d- Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre burada zikredilen mukaddes yerden maksat, Şam, Filistin ve Ürdün'ün bir bölümüdür. "Mukaddes" kelimesinin mânâsı ise "Pâk ve mübarek" demektir.

Taberi, burada zikredilen mukaddes yerin, Fırat nehri ile Ariş kasabası arasında bir yer olduğu hususunda görüş birliği bulunmasına rağmen buranın bu iki sınır arasında tam olarak neresi olduğuna dair kesin bir delil bulunmadığından bu mukaddes yerin neresi olduğunu kesin olarak söylemenin doğru olmadığını zikretmiştir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Âyet-i kerime’de, Hazret-i Mûsa'nın kavmine "Geri dönmeyin yoksa hüsrana uğrarsınız." dediği zikredilmektedir. Buna göre bir insanı, ginnesi emredilen yere girmeyecek olursa hüsrana uğrar. Bu nasıl olur?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ, İsrailoğullarına, mukaddes topraklara girerek orada bulunan düşmanlarına karşı cihad etmelerini farz kılmıştır, İsrailoğulları bu emre uymadıktan takdirde iki yönden hücrana uğramış olacaklardır. Bunlardan biri kendilerine farz kılman cihaddan geri durmaları diğeri de, Allah'ın mukaddes topraklara girme emrine karşı gelmeleridir. Bu sebeple hüsrana uğramış olacaklardır.

22

Onlar da: "Ey Mûsa orada zorba bir kavim vardır. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa şüphesiz biz gireriz." dediler.

Mûsa kavmine, Allah'ın vermiş oludğu nimetleri hatırlatıp, girmelerini emrettiği Kudüs şehrine gitmelerini söyleyince, düşmanları karşısında korkan, sinen Yahudiler, Mua'ya şu cevabı vermişlerdi: "Ey Mûsa, O mudaddes topraklarda güçlü kuvvetli, zorba bir kavim var. Biz onlarla savaşmaya güç yetiremeyiz. Çünkü onlar, ezici bir güce sahib oldukları için bütün milletleri mağlup etmişlerdir. Eu zorba kavim o mukaddes topraklardan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Şâyet onlar oradan çıkarlarsa biz oraya gireriz."

Âyet-i kerime’de Hazret-i Mûsa'nın, kavmine, mukaddes topraklara girmelerini emretmesi üzerine kavminin, o topraklarda bulunan güçlü kuvvetli insanlardan korkarak Mûsa'nın emrine karşı geldikleri zikredilmektedir. Süddi bu hususta şunları anlatmaktadır: "Mûsa, kavmine Kudüs topraklarında bulunan Eriha'ya gitmelerini emretti. Onlar buraya yaklaşınca Mûsa, İsrailoğullarının on iki torununun herbirinden bir kişi seçilmek üzere on iki kişiyi öncüler olarak gönderdi. Bu adamlar zorba kavmin haberlerini toplayıp Mûsa'ya getirmek için gönderilmişlerdir. Bunlar, "Uc" diye adlandırılan bir zorba ile karşılaştılar. O, başında odun taşıdığı halde bu on iki kişiyi koltuğunun altına sıkıştırıp götürmüş, onları karısının önüne atmış ve."Bak şunlara, bunlar bize karşı savaşacaklaıni zannediyorlarmiş. Şimdi ben bunları ezeyim mi?" demiş karısı da "Hayır, bir şey yapma. Onlar gidip kavimlerine, gördüklerini anlatsınlar." diye cevap vermiştir.

Abdullah b. Abbas da demiştir ki: "Mûsa'ya, zorbaların şehrine girmesi emredilmişti. Mûsa yanmdakilerle birlikte yürüyüp şehrin yakınında bir yere ulaştı. Oranın adı "Eriha" idi. Mûsa, her torundan bir kişi seçerek on iki kişiyi, zorbalardan haber getirmek üzere öncüler olarak gönderdi. Onlar şehri girdiler. Zorbaların şekil ve manzaralarının çok büyük olduğunu gördüler. Onlardan bir kişinin bahçesine girdiler. Adam, bahçesinden meyve toplamak üzere girmişti. Meyve toplarken on iki kişiden her birinin izini takib ederek onları yakaladı ve kolunun yeninin içine koydu. Onları krala götürdü ve yeninin içinden onun önüne döktü. Kral onlara: "Bizim kim olduğumuzu gördünüz. Şimdi gidip bu durumu arkadaşlarınıza anlatın." dedi. Onlar da Mûsa'nın yanına dönüp gördükleri şeyleri ona anlattılar.

Âyet-i kerime’nin devamında; "Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz." buyurulmaktadır.

Burada İsrailoğullarının, girmeleri emredilen şehre, orada bulunan zorbalar yüzünden giremedikleri beyan edilmektedir. Bu hususta İbn-i İshak diyor ki: "Kâlib b. Yûfenna, Mûsa'ya karşı isyan eden halkı susturdu ve onlara dedi ki: "Biz bu emredilen yere çıkacağız, oraya sahib olacağız. Bizim, orada bulunanlara gücümüz yeter." Ancak Kâlib'le birlikte giden diğer öncüler: "Biz oraya ulaşamayız. Çünkü orada bulunan insanlar bizden daha cesaretli kimselerdir." dediler. Öncü olarak gönderilen o insanlar, İsrailoğullarına, zorba kavmin güçlü ve kuvvetli oldukları haberini yayarak dediler ki: "Orası, içinde bulunanları yiyip bitiriyor. Bir kısmı insanlar gördük, onların vücuttan çok büyüktü. Biz orada zorba oğlu zorbalar gördük. Biz onların gözünde çekirgeler gibiyiz."

Bunun üzerine İsrailoğuları korkudan titremeye başladılar. Yüksek sesle ağladılar. Gecelerini ağlama ile geçirdiler Mûsa ve Harun hakkında da şüpheye düşerek şöyle dediler. "Keşke biz Mısır'da ölmüş olsaydık. Keşke biz şu çölde ölsek de savaşa katılmasak. Böylece kadınlarımız, çocuklarımız ve mallarımız düşmanlar tarafından yağmalanmasaydı. Biz, Mısır topraklarında kalmış olsaydık bizim için daha hayırlı olurdu." hep birlikte Mısır'a dönelim" şeklinde konuşmaya başladılar. Yahudiler bu sözlerini, korktuklarından, sindiklerinden ve düşmanlarına karşı savaşmakta yılgın davrandıklarından söylemişler ve Hazret-i Mûsa'ya karşı sızlanmaya başlamışlardı. Bu, Yahudilerin içinde kökleşmiş bir huydur. Yahudiler: "O zorbalar, mukaddes topraklardan Çıkmadıkça biz oraya giremeyiz." demektedirler. Hiçbir insanın, savaşsız ve mücadelesiz, evinî ve vatanını başkalarına bırakıp gitmesi düşünülebilir mi? Bu hadiseyi bizlere anlatan Kur'an-ı Kerîm, başarılı savaş taktiklerini öğretmektedir. Kur'an, müslümanların savunmada değil devamlı taarruzda bulunmaları gerektiğini öğretmektedir. Çünkü taarruza geçmek cesaret ve kahramanlık işidir. Yahudiler ise bunun tam aksini yapmışlardır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi onlar yılgın, cesaretsiz ve korkak insanlardır. Ne yazık ki günümüzde Yahudiler Araplara karşı arslan kesilmektedirler. Çünkü müslümanlar Allah yolunda cihad etmeyibırakmişlar, dünya hayatının zevkine dalmışlardır. Cihadı terkeden her millet, zelil olmaya mahkumdur. Günümüzdeki Yuhadiler, kendilerine karşı duracak kimseyi bulamadıkları için adeta kedi gibi kabarmaktadırlar. Eğer gerçek arslanı karşılarında görseler kokup kaçacaklardır. Müslümanların bugünkü halini tasvir eden bir hadis-i şerifte Resûlüllah efendimiz buyuruyor ki: "Aç insanların yemek kabına üşüştükleri gibi yakında milletler sizin başınıza üşüşeceklerdir." Bir kişi: "O gün, bizim azlığımızdan mı böyle olacaktır?" diye sorunca Resûlüllah: "Bilakis o gün sizlerin sayısı çok olacka fakat sizler, sel üzerindeki çer çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden, sizden korkma duygusunu çekip alacak sizin kalbinize ise zafiyet salacaktır." cevabını verdi. Bir kişi: "Ey Allah'ın Resulü, zafiyet nedir?" diye sorunca Resûlüllah, "Dünyayı sevmek ve ölümden nefret etmektir." buyurdu. (Bkz. Ebû Davud K. el-Melahim bab. 5, Hadis no: 4297 / Ahmed b. Hanbel, Müsned C.5 S.278)

23

Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine iman nimetini verdiği kimselerden iki adam şöyle dedi: "O zorbaların üzerine kapıdan yürüyün. Oradan girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer mü’min iseniz, sadece Allah'a tevekkül edin."

Mûsa'nın kavminden, Allah'tan korkan, emir ve yasaklarını göz önünde bulunduran ve Allah'ın kendilerine itaat etme ve rızasını kazanma nimetini verdiği insanlardan iki adam şöyle dediler: "Siz bu zorba topluluğun üzerine, şehirlerinin kapısından yürüyün. Siz bunların üzerine kapılarından yürüdüğünüz takdirde şüphesiz ki galip geleceksiniz. Çünkü Allah sizinle beraberdir. Ve sizin yardımcınızdır. Eğer gerçekten Peygamberinize iman ediyor, size vermiş olduğu zafer haberine inanıyorsanız sadece Allah'a güvenin, onun zaferine itimad edin.

Bu âyette zikredilen iki salih kişi, Yûşa b. Nün diğeri ise Kâlib b. Yûfenna'dır. Hazret-i Mûsa'nın gönderdiği on iki kişilik öncü, zorbaları görüp geri dönünce Hazret-i Mûsa onlara, gördükleri güç ve kuvveti İsrailoğu İl arına söylememelerini emretmiştir, işte on iki kişiden sadece bu iki kişi, Hazret-i Mûsa'ya verdikleri sözü yerine getirmişler ve İsrail oğullarını, vaad edilen şehre kapısından girmeye teşvik etmişlerdir. Bu iki kişinin Yûşâ b. Nûn ve Kâlib yahut Kalub b. Yûfennâ oldukları, Mücahîd, Abdullah b. Abbas, Süddi, Katade, Rebi' b. Enes tarafından rivâyet edilmiştir.

Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyette zikredilen iki salih kişi, halkı zorba olan şehrin insanlarından müslüman olan iki kişidir. Onlar müslüman olduktan sonra İsrailoğullarıni, zorbalara karşı savaşmaya ve vaad edilen şehre ginneye teşvik etmişler ve onların morallerini yükseltmişlerdir.

Taberi bu iki kişinin, Yûşâ b. Nûn ve Kâlib b. Yûfennâ olduklarını söyleyen görüşün daha sahih olduğunu söylemiştir.

24

Kavmi ona: "Ey Mûsa, onlar orada oldukça biz ebediyyen oraya girmeyiz. Sen ve rabbin gidin ve savaşın. Biz burada oturacağız." dediler.

Yahudiler Mûsa'ya şu cevabi verdiler: "Ey Mûsa, o zorbalar o şehirde bulundukları müddetçe biz onların şehirlerine ve yerlerine kesinlikle girmeyeceğiz. O zorbalarla savaşmak için sen ve rabbin gidi savaşın. Bizler mutlaka burada oturacağız."

Yahudiler Hazret-i musa'ya böyle derken, Mikdat b. esved Resûlüllah'a, Yahudilerin bu söylediklerinin tam aksini söylemiş ve demiştir ki:

"Ey Allah'ın Resulü, biz sana, İsrailoğullarının Mûsa'ya: "Sen ve rabbin gidin ve savaşın. Biz burada oturacağız." şeklinde söylediklerini söylemeyiz Fakat biz deriz ki: "Sen devam et. Biz seninle beraberiz." Bunun üzerine sanki Resûlüllah'tan büyük bir sıkıntı gitmiştir. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 5, bab: 4

Taberi, Mikdat'ın bu sözlerini Resûlüllah'a, Hudeybiye sulhunun yapılmasından önceki sıkıntısı sırasında söylediğini rivâyet etmiştir.

25

Mûsa: "Ey Rabbim, ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu fasık kavmin arasını ayır." dedi.

Mûsa, Allah'a yönelerek şöyle dedi: "Ey Rabbim, ben, kendim ve kardeşim Harun dışında herhangi bir kimseyi senin emrine itaat etmeye sevkedemiyorum. ve onlara söz geçiremiyorum. Sen bizimle, imandan çıkıp inkâra ve isyana düşen bu fâsık topluluğun arasını âdil hükmünle ayır."

26

Allah Mûsa'ya şöyle dedi: "Kırk sene o mukaddes yer onlara haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. O fasik kavim için üzülme."

Allah, Mûsa'ya şöyle dedi: "O mukaddes topraklar İsrailoğullarına, korkaklıkları, Rablerinin emirlerini ve Peygamberlerinin nasihatim dinlemelerinin cezası olarak kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar bu müddet içinde yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Ey Mûsa, artık sen de, Allah'a itaatten ayrılan bu fasık kavme üzülme.

Bu âyet-i kerime’yi şu şekilde izah edenler de vardır. "Ey Mûsa, o mukaddes yer, zorbalara karşı savaşmayan bu insanlara ebediyyen haram kılınmıştır. Bu insanlar yeryüzünde kırk yıl şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Sen bu fasık kavmin haline üzülme."

Bu izaha göre âyette geçen "Kırk" kelimesi, daha sonra gelen "Şaşkın şaşkın dolaşırlar" fiilînin meful-ü bihidir.

Birinci izaha göre ise bu kelime "Haram kılınmıştır." kelimesiyle mensuptur.

Rebi' b. Enes, birinci izah şeklini zikretmiş, Katade, İkrime, Süddi ve Abdullah b. Abbas ise ikinci izah şeklini tercih etmişler ve Hazret-i Mûsa'ya isyan eden bu insanların hepsinin çölde öldüklerini, Kudüs topraklarına bunların çocuklarının, bir de Yûşâ b. Nûn ile Kâlib b. Yûfenna'nın girdiğini söylemişlerdir.

Bilindiği gibi Allahü teâlâ, İsrailoğullarına, Kudüs ve civarında yasaya Âmâlika ve Ken'an oğullarına karşı cihad edip mukaddes olan Kudüs topraklarına girmelerini emretmiş fakat Yahudiler, orada bulunan insanların zorba olduklarını, onlara karşı savaşamayacaklarını ileri sürerek Hazret-i Mûsa'ya: "Biz gelemiyoruz, sen ve rabbin gidip savaşın." demişlerdi. Bunun üzerine Allahü teâlâ onların mukaddes topraklara girmelerini kırk yıl yasaklamıştır. Yahudiler bu arada Sina çölünde dolaşıp durmuşlardır.

İsrailoğulları bu çöllerde dolaşıp dururlarken bile Allahü teâlâ, Rahman isminin gereği olarak onlara çeşitli nimetler vermiştir. Çölün sıcağında onlati bulut göl galeriyle korumuş, açlıklarını gökten yiyecek indirerek gidermiş, susuzluklarını, Mûsa'nın, âsâsım taşa vurarak su fışkırtın asıyla gidermiştir.

Hazret-i Mûsa ve Harun'un bu çölde vefat ettikleri ve bunlardan sonra İsrailoğullarına Peygamber olarak gönderilen Yûşâ b. Nûn'un, mukaddes topraklara girdiği rivâyet edilmektedir. Bu hususta daha başka çeşitli uzun Rivâyetler de mevcuttur.

27

Ey Rasûlüm, onlara, Âdem'in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku. Onların her ikisi de birer kurban kesmiş, birinin kurbanı kabul olunmuş diğerininki kabul olunmamıştı. Kurbanı kabul olunmayan, diğerine: "Mutlaka seni öldüreceğim." demişti. Kurbanı kabul olunan da şöyle denişti: "Allah ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder."

Ey Rasûlüm, sen bu Yahudilere, Âdem'in iki oğlu olan Habil ve Kabil'in kıssalarını bir gerçek olarak anlat ve onlara, zulüm ve hiyleriin neticesinin ne olduğunu öğret.. Bir zaman, Habil ve Kabil, Allah için birer kurban kesmişlerdi. Allah, Habil'in kurbanını kabul etmiş, Kabil'inkini kabul etmemişti. Bunun üzerine, Kabil, kurbanı kabul edilen kardeşi Habil'e "Seni mutlaka öldüreceğim," demişti. Habil ise ona şu cevabı vermişti. "Benim ne suçum var ki? Allah ancak takva sahiplerinin kurbanını kabul eder."

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Habil sürü sahibi Kabil ise ekin sahibi idi. Sürü sahibi olan Habil, koyunlarının en semiz ve en güzelim gönül hoşluğu ile kurban ederken, ekin sahibi Kabil, ekinlerinin en kötüsünü ve istemeyerek Allah için vermişti. Allah, sürü sahibi olan Habil'in kurbanını kabul etmiş, Kabil'inkini ise kabul etmemişti."

Müfessirler, Hazret-i Âdem'in iki oğlunun neden kurban kestikleri ve bunlardan birinin kurbanının ne sebepten kabul edildiği ve bu kurban kesenlerin, Hazret-i Âdem'in gerçek oğulları mı yoksa soyundan gelen torunları mı olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Bir kısım müfessirlere göre, Hazret-i Âdem'in iki oğlunun kurban kesmelerinin sebebi, Allah'ın onlara kurban kesmelerini emretmesidir. Onlardan birinin kurbanının kabul edilmesinin sebebi ise, mallarının en iyisini kurban etmesi, diğerinin kurbanının kabul edilmemesinin sebebi de mallarının en kötüsünü kurban etmesidir. Kurban sunan bu iki kimse, Hazret-i Âdem'in bizzat sulbünden gelen iki oğludur. Bunlardan kurbanı kabul edilenin adı Habil, kabul edilmeyenin adı ise Kabil'dir.

Kurbanı kabul edilen kişi, Hazret-i Âdem'in, hayvancılıkla uğraşan oğlu idi. Su kimse koyunlarının en iyisini ve sevimlisini kurban etmişti. Kurbanı kabul edilmeyen ise tarımla uğraşan oğlu idi. Bu kimse de ekinlerinin en kötüsünü kurban olarak sundu. O zamanda sadaka, zekat ve benzeri mali ibadetler olmadığından herkes, sahip olduğu malın belli bir miktarını kurban olarak sunardı. Ancak kimin kurbanının kabul edilip kiminkinin kabul edilmediği, gökten inen bir ateşin, kabul edilen kurbanı yakmasiyla belli oluyordu. Allahü teâlânın, Hazret-i Âdem'in oğullarına kurban sunmalarını emretmesinin sebebinin şu hadise olduğu söylenmiştir: Hazret-i Âdem'in çocukları, biri kız diğeri erkek olmak üzere devamlı olarak ikiz doğuyorlardı. Bir evvelki doğumdan olan erkek bir sonraki doğumdan olan kız ile bir sonraki doğumdan olan erkek de bir önceki doğumdan olan kız ile evlenirlerdi. Kabil, kendisinin ve ikiz kardeşinin, cennette iken annelerinin karnında bulunduklarını, diğerlerinin ise dünyada iken ana rahmine düştüklerini, bu sebeple diğerleriyle eşit olmadıklarını ileri sürmüş ve kendisiyle beraber doğan kızkardeşini Habil'e vermik istememiş bu sebeple aralarında ihtilaf çıkmıştır. Onlar bu ihtilafı babalan Hazret-i Âdem'e götürmüşler Hazret-i Âdem, cennette doğan oğlu Kabil'in haksız olduğunu söylemiş ve bu konuda her ikisinin de Allah'a birer kurban takdim etmelerini önermiştir. Kimin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını söylemiştir. Kişinin kurbanının kabul edilmesinin işareti ise, gökten inen bir ateşin, kurbanı kabul edilen kişinin kurbanını yakmasıydı. Habil ile Kabil, zikredildiği üzere, sahip oldukları şeylerden kurban sundular. Ve neticede gökten inen ateş, Habil'in kurban olarak sunduğu koyunu yaktı. Böylece Habil'in haklı olduğu ortaya çıktı.

28

Yemin olsun ki sen beni öldürmek için elini bana uzatsan da ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım. Şüphesiz ben, âlemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım."

Habil sözlerine devamla şöyle dedi: "Ey Kabil yemin olsun ki sen beni öldürmek için bana elini uzatsan da ben seni öldürmek için sana elimi uzatmayacağım. Çünkü ben, Allah'tan korkan biriyim. O, bütün yaratılanların sahibidir. Eğer sana saldıracak olsam o beni cezalandırır."

Abdullah b. Amr ve Abdullah b. Abbas'a göre burada öldürülmekle tehdit edilen kardeşin, diğerine bunları söylemesinin sebebi, Allah'ın izni olmadıkça bir insanın diğerinin kanını akıtmasının haram olduğunu bildirmek içindir.

Mücahid'e göre ise öldürülmekle tehdit edilenin bunlan söylemesinin sebebi, Allahü teâlânın o zamanda öldürülmek islenen kimsenin kendisini öldürmek isteyen kimseye karşı koymasını yasaklamasidır.

Taberi

birinci görüşün daha evla olduğunu söylemiş, Hazret-i Âdem'in oğullarından, öldürülmek isteninin diğerine "Yemin olsun ki sen beni öldürmek için elini uzatsan da ben seni öldürmek için elimi sana uzatmayacağım." demesinin sebebi, kardeş kanı akıtmanın haram olduğunu ifade etmesi içindir." demiştir. Öldürülenin, diğerine hiç karşılık vermediği zikredilmemiştir. Hatta uykuda iken suikastla öldürüldüğü de Rivâyet edilmiştir.

Tki müslümanın birbiriyle savaşması haramdır. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:

"İki müslüman, kılıçlarıyla karşı karşıya geldiğinde öldüren de öldürülen de ateştedir." Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, evet, bunların biri katildir. Fakat öldürülenin suçu nedir?" Buyurdu ki: "O da karşısındaki arkadaşını öldürmek istemiştir. İbn-i Mace, K. el-Fiten, bab: 11, Hadis no: 3964 / Nesâî, K. Tahrim ed-Dem, bab: 29 Diğer bir hadis-i şerifinde de buyuruyor ki:

"İki müslüman, birbirlerine silah çekerlerse her ikisi de cehennemin ke-nanndadır. Biri diğerim öldürecek olursa her ikisi de oraya girer. İbn-i Mâce, K. el-Fiten, bab: 11 Hadis no: 3965 / Nesâî, K. Tahrim ed-Dem, bab: 29

29

Çünkü ben, hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenip cehennem ehlinden olmanı istiyorum. İşte zalimlerin cezası budur."

Habil şöyle devam etti: "Şüphesiz ki ben, benim hatalarımın günahını da senin, beni öldürme günahını da senin yüklenmini ve böylece cehennemliklerden olmanı istiyorum. Allah'ın sınırlarını aşan her zalimin cezası cehennem ateşidir.

*Müfessirler bu âyet-i kerime’yi iki şekilde izah etmişlerdir:

Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud, Katade, Mücahid ve Dehhak'a göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ben, hem beni öldürmenin günahını hem de diğer günahlarını yüklenmeni ve böylece cehennemliklerden olmanı istiyorum."

Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ben senin, hem benim günahlarımı yüklenmeni hem de beni öldürmek suretiyle kazanacağın günahı yüklenmeni ve böylece cehennemliklerden olmanı istiyorur.

Taberi diyor ki: "Birinci izah şekli daha doğrudur. Zira hiçbir kimsenin başka birinin günahını yüklenmeyeceği nasslarla beyan edilmiştir. Bu sebeple öldürülenin günahlarının öldürene intikal edeceğini söylemek isabetli değildir.

Âyet-i kerime’nin sonunda: "Cehennemliklerden olmanı istiyorum. İşte zalimlerin cezası budur." buyurulmaktadır. Bu da göstermektedir ki Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem'i yeryüzüne indirdikten sonra ona emirler, yasaklar, vaadler ve tehditler içeren hükümler indirmiştir. Zira Hazret-i Âdem'in oğullarından, öldürülmek istenen, öldürmeye kalkışana, cehennemliklerden olacağını ve zalimlerin cezasına da bu olduğunu söylemiştir. Elbetteki o bunu, bildiği bir şeriatten söylemiştir.

Mücahid diyor ki: "Katilin, o günden kıyamete kadar ayaklarının biri diğer bacağına dolaştırılmış, yüzü, güneşe doğru döndürülmüştür. Yüzünü güneşin döndüğü yöne doğru döndürür. Yazlarda onun başında ateşten bir harman, kışlarda da kardan bir harman bulunmaktadır."

Bu hususta Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Hiçbir insan haksız yere öldürülmez ki onun kanından Âdem'in ilk oğluna bir pay gitmiş olmasın. Çünkü o, öldürme işini ilk işleyendir. Müslim, K- el-Kasame, bab: 27, Hadis no: 1677 /Buhari, K. el-Enbiya, bab: 1

30

Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyenin nefsi kendisini, kardeşini öldürmeye teşvik etti ve öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Kabil'in nefsi, kardeşi Habil'i öldürmeyi süsledi ve güzel gösterdi. Nihâyet Kabil, kardeşini öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Teşvik etti." diye tercüme edilen kelimesi, Mücahid tarafından "Kışkırtma" mânâsında, Katade tarafından ise. süslü gösterme anlamında izah edilmiştir.

Hazret-i Âdem'in oğullarından birinin, diğer kardeşini ne şekilde öldürdüğü ihtilaflıdır. Süddi, Ebû Mâlik, İbn-i Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bazı sahabilerden nakledildiğine göre Hazret-i Âdem'in katil oğlu, kardeşini uyurken yakalamış ve basını iki taşın arasına koyup ezerek öldürmüştür.

İbn-i Cüreyc ve Mücahid'e göre ise katil olan kardeş, diğerini nasıl öldüreceğini bilememiş, Şeytan ona bir kuş şeklinde gelmiş, başka bir kuşu kafasından yakalamış, onu iki taşın arasına koymuş ve ezerek öldürmüş böylece katile, kardeşini nasıl öldüreceğini göstermiştir.

Taberi diyor ki: "Tercih olunan görüş şudur: Kabil Habil'i öldürmüştür. Ancak öldürme şeklinin nasıl olduğu kesin olarak bildirilmemiştir. Öldürülen Habil,

birinci görüştekilerin zikrettikleri şekilde de öldürülmüş olabilir ikincilerin zikrettikleri şekilde de."

31

Kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için, Allah, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Bunu görünce: "Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten âcizmişîm ha?" dedi. Ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu.

Allah, Kabil'e kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Ve onu gören Kabil şöyle didi: "Yazıklar olsun baba, kardeşimin cesedini gömme hususunda bu karga kadar olmaktan âciz misim ha?" Ve Kabil kardeşini öldürerek Allah'a isyan etmesinden dolayı pişman oldu.

Müfessirler, Hazret-i Âdem'in oğullarından, kardeşini öldüren katilin, Öldürülmüş olan kardeşini ne yapacağı hususunda nasıl tereddütler geçirdiğine dair çeşitli göröşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas'a göre Kabil, kardeşi Habil'i öldürdükten sonra onu bir tulumun içine koyarak bir yıl omuzunda gezdirmiş. Nihâyet Allahü teâlâ iki karga göndermiş ve ona, kardeşini nasıl gömeceğini öğretmiştir.

b- Ebû Malik, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve diğer bir kısım sahabilerden Rivâyet edildiğine göre ise, katil olan kardeş, diğer kardeşini öldürdükten onra onu açık bir arazide bırakmış ve onu nail defnedeceğini bilememiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, kardeş olan iki karga göndermiş, onlar birbirleriyle dövüşmüşler, biri diğerini öldürmüş, yeri kazmış ve öldürdüğü kardeşini oraya gömmüştür. İşte bunu görmesi üzerine Âdem'in oğlu, "Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten âcizmişim ha?" dedi.

c- Atiyye'den nakledilen diğer bir görüşe göre, katil olan kardeş, diğer kardeşini öldürünce pişman olmuş ve öldürdüğü kardeşini bağrına basmış ve ondan ayrılmamıştır. Nihâyet ölü kokmuş, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar onun başına toplanmış ve onu yemek için cesedin terkedilmesini beklemeye başlamışlardır.

d- Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre katil olan kardeş, öldürdüğü kardeşini yüz sene sırtında gezdirmiş ve onu ne yapacağını bilememiştir. Cesedi bazan sırtında taşımış bazan da yere bıkamıştir. Nihâyet bir karganın, diğer bir kargayı yere gömdüğünü görmüş ve "Yazıklar olsun bana, şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten âciz misim ha?" demiştir.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Hazret-i Âdem'in iki oğlunu bir misal olarak zikretmiştir. Allahü teâlâ bu âyetle Resûlüllah'ın sahabilerini, Amr b. Ümeyye ed-Darimi'nin hataen öldürdüğü iki muahedeli kişinin diyeti hususunda yardım istemeye giden Resûlüllah'a suikast planlayan Nadr oğulları Yahudilerini affetmeye teşvik etmiş ve Yahudilerin atalarının karakterlerinin kötülüğünü bildirmiş ve Allah'ın kendilerine çeşitli nimetler vermesine rağmen Yahudilerin doğru yolda sebat etmediklerini beyan etmiştir.

Allahü teâlâ, Yahudileri, mü’minlere karşı düşmanlıkları yüzünden, Hazret-i Âdem'in katil olan oğluna benzetmiş, mü’minleri ise, vefakârlıkları ve hoşgörülü olmaları yönünden Hazret-i Âdem'in öldürülen oğluna benzetmiştir. Ayrıca mü’minlere, Hazret-i Âdem'in iki oğlundan, salih olana uymalarını, katil olanı örnek almamalarını bildirmiştir. Nitekim bu hususta Resûlüllah'ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir: "Allah size Âdem'in iki oğlunu örnek olarak zikretmiştir. Siz onlardan hayırlısını örnek alın, şerli olanını bırakın."

32

Bunun içindir ki İsrailoğullarına; "Kim, bir insanın canına kaymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." hükmünü farz kıldık. Andolsun ki onlara, Peygamberlerimiz apaçık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların bir çoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.

Âdem'in oğlu, kardeşini haksız yere öldürdüğü içindir ki biz, İsrailoğulları içla şu hükmü koyduk"; "Kim, mü’min bir insanı, başka bir insanı öldürüp kısası hak etmediği veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarıp öldürülme cezasını hak etmediği halde öldürürse, o kimse bunu yapmakla bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de haksız yere bir insanı öldürmeyip sağ bırakırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur, Andolsun ki insanlara Peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların bir çoğu yeryüzünde aşın gitmektedirler.

Âyet-i kerime’de, İsrailoğullarından "Bir kimsenin, haksız yere bir insanı öldürmesi halinde bütün insanları öldürmüş gibi olacağı bir insanı da ölümden kurtarması halinde bütün insanları ölümden kurtarmış gibi olacağı." hükmünün farz kılındığı zikredilmektedir.

Müfessirler, bir insanı öldürmekle bütün insanları öldürmüş gibi olma ve bir insanın yaşamasına sebep olmakla bütün insanların yaşamasına sebep olmuş gibi olma ifadelerinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:

a- Abdullah b. Abbas'a göre bu âyette öldürülmesi veya diriltilmesi zikredilen insanlardan maksat, bir Peygamber veya âdil olan bir Halifedir. Bu izaha göre âyetin, mânâsı şöyledir: "Kim bir Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi öldürecek olursa o kimse sanki bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de bir Peygamberi veya adaletli bir Halifeyi destekleyecek olursa o kimse bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur.

b- Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Resûlüllah'ın diğer bir kısim sahabilerinden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyette, öldürülmesi veya sağ bırakılması zikredilen insandan maksat, herhangi bir insandır. Bu izaha göre âyetin mânâsı şöyledir: "Kim, herhangi bir insanı haksız yere öldürecek olursa o kimse öldürülen şahıs nezdinde bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de bir insanı ölümden kurtarıp hayata kavuşturacak olursa o kimse, kurtarılan kişi nezdinde bütün insanlığı hayata kavuşturmuş gibidir.

c- Abdullah b. Abbas ve Mücahid'den nakledilen başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, "Kim, haksız yere Allah'ın öldürülmesini haram kıldığı bir kimseyi öldürecek olursa o kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi cehennem ateşine girer. Kim de bir insanı ölümden kurtaracak olursa bütün insanlığı ölümden kurtarmış gibi olur."

Bu hususta Mücahid'in şunları söylediği zikredilmektedir: "Kasıtlı olarak bir mü’mini öldürenin cezası (Nisa suresinin doksan ikinci âyetinde zikredildiği gibi) cehennemdir. Allah ona gazap etmiş ve lanetine uğratmıştır. Onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Bu da göstermektedir ki bu kimse bütün insanlığı da katletmiş olsaydı yine azabı bu olacaktı. Bundan fazla bir şey olmayacaktı. Bu sebeple haksız yere bir insanı öldüren kimse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur.

Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre, bir inşam öldüren veya yaşamasına sebep olan kimse âhirette göreceği ceza veya mükâfaat bakımından bütün insanları öldürmüş veya yaşamalarına sebep olmuş gibi muamele görecektir.

d- İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri'den nakledilen başka bir görüşe göre ise "Kim bir insanı öldürecek olursa o bütün insanları öldürmüş gibi olur." ifadesi, dünyevi cezayı uygulamayı beyan etmektedir. Yani bir insanı öldürene de bütün insanlığı öldürene de aynı ceza verilir ki o da ölüm cezasıdır." Kim de bir insanın yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." ifadesi de bu kişinin kazanacağı sevabı beyan etmektedir.

İbn-i Zeyd, bir insanın yaşamasına sebep olmaktan maksadın, Öldürülenin bizzat kendisinin can vermeden önce öldüreni affetmesi veya velisinin, öldüreni affetmesidir.

Mücahid'e göre bir insanın yaşamasına sebep olmaktan maksat, onu boğulmak, yanmak ve helak olmaktan kurtarması demektir.

Bu hususta Katade'nin şunları söylediği rivâyet edilmektedir: Allah'a yemin olsun ki Allah bir insanı haksız yere öldünnenin cezasını ve yaşamasına sebep olanın mükâfaatmı çok büyük olarak takdir etmiştir. Ey Âdemoğlu, gücün yeterse malınla ve affınla bir insanı hayata kavuştur. Kuvvet ancak Allah'ındır. Bizim bildiğimize göre bu kıbleye yönelen herhangi bir müslümanın kanını akıtmak helal değildir. Ancak üç kimsenin kanını akıtmak helaldir. O da müslüman olduktan sonra dinden çıkan kimse. Evlendikten sonra zina eden kimse. Ve kasıtlı olarak bir insanı öldüren kimse. Bunlardan dinden çıkan ve bir müslümanı öldüren kişi öldürülür. Zina eden kimse de recmedilerek öldürülür.

Rebi' diyor ki: "Ben Hasan-ı Basri'ye dedim ki: "Ey Ebû Said, "Kim bir insanın canına kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir insanı öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur." âyetinin hükmü İsrailoğullarına farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir midir?" Dedi ki: Kendisinden başka İlah olmayan Allah’a yemin ederim ki, İsrailoğullarına farz kılındığı gibi bizim için de geçerlidir. Allah katında İsrailoğullarının kanları bizim kanlarımızdan daha değerli değildir."

Taberi bu görüşlerden âyeti şu şekilde izah eden görüşün daha evla olduğunu söylemiştir: "Kim, mü’min bir insanı, öldürülmeyi hak etmesizin öldürecek olursa o kimse Allah tarafından kendisine verilecek ceza bakımından bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de Allah'ın haram kıldığı bir nefsi öldürmeyi haram görür de onu öldünneye teşebbüs etmeyecek olursa kendisinden kimseye zarar dokunmaması bakımından bütün insanları hayata kavuşturmuş gibi olur. Bu âyette ifade edilen "Yaşamasına sebep olmak"tan maksat yaşayan bir insanın canına kıymamaktır. Nitekim Hazret-i İbrahim ile tatışmaya girişen kişi de İbrahim'in "Benini Rabbim dirilten ve öldürendir." demesi üzerine: "Ben diriltir ve öldürürüm. Bakara sûresi, 2/258 demesi bu kabildendir. Burada, kâfir olan kişi "Ben de diriltirim." derken "Öldürmeye gücümün yettiği kimseyi öldürmem" demek istemiştir.

33

Allah ve Resulü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesa çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.

Allah'a ve Resulüne karşı savaş açarak haksız yere insanları öldürenlerin, şehir ve köylere baskın yaparak insanlar üzerine korku salanların ve yol keserek yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların cezası, insan öldürdükleri takdirde onların da öldürülmesi, insanları öldürüp mallarını da gaspettikleri takdirde cezalan, Öldürüldükten sonra asılmaları, sadece malları gaspedip insanları öldürmedikleri takdirde ise cezalan, sağ kollarıyla sol ayaklarının çaprazlama olarak kesilmesi, insanlar, öldürmeyip mallarını da-almadıkları halde sadece insanlara korku vermenin cezası ise sürgün edilip hapsedilmeleridir. Bu cezalar onlar için dünyada bir zillet ve rüsvaylıktir. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır ki o da cehennem ateşidir.

Müfisserler, bu âyet-i kerime’nin kimler hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah ile "Savaş yapmama" antlaşması yappan sonra da bu antlaşmaları bozup yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve ehl-i kitaptan olan bir topluluk hakkında nâzîl olmuştur. Allahü teâlâ, Peygamberine, bu insanlara ne ceza verileceğini beyan etmiştir.

b- İkrime ve Hasan-ı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, müşriklerden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Ancak burada zikredilen suçlan işleyen müsülmanlara da burada beyan edilen cezalar verilir.

c- Enes b. Malik, Said b. Cübeyr, Cerir b. Abdullah, Urve b. Zübeyr ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Ukl veya Ureyne kabilelerinden, önce müslüman olup sonra dinden dönen, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açarak Resûlüllah'ın çobanını öldürdükten sonra ganimet mallarını sürüp götüren bir kavim hakkında nazil olmuştur.

Bu hususta Enes b. Malik diyor ki:

"Ukl veya Ureyne kabilesinden bir topluluk Medine'ye geldiler. Resûlüllah onlara sağmal develerden faydalanmalamı emretti. Ve onları Medine'nin dışına çıkararak o develerin idrarlarım ve sütlerini içmelerim emretti. Onlar içtiler ve iyileştiler. Sonra da çobanı öldürerek develeri sürüp götürdüler. Sabahleyin haber Resûlüllah'a ulaştı. Resûlüllah arkalarından adam gönderdi. Güneş yükselmeden onlar yakalanıp getirildi. Resûlüllah emretti. Onların ellerini ve ayaklarını kestirdi. Gözlerine mil çektir. Onlar "Harre" denen yere atıldılar. Su istiyorlardı. Fakat kendilerine su verilmiyordu." (Hadisi Rivâyet eden Ebû Kılabe demiştir ki: Bunlar hırsızlık yapan, adam öldüren, iman ettikten sonra kâfir olan ve Allah'ın Resulüne karşı savaşan bir kavimdi. Buhari, K. el-Hudud, bab: 17

Diğer bir Rivâyette Enes bunların, Ukl kabilesinden olduklarını, suffe ehline katıldıklarını, Medine'nin havasını ağır bulduklarını ve bu yüzden Resûlüllah'a "Ey Allah'ın Resulü, sen bize süt bul." dediklerini, bunun üzerine Resûlüllah'ın onları develerin yanına gönderdiğini, onların da yukarıda zikredilen şeyleri yaptığını Rivâyet etmiştir. Bkz. Buhari, K.el-Hudud. bab: 16 Başka bir Rivâyetinde de bunların sayısının sekiz kişi olduğu zikredilmiştir. Bkz. Buhari, K. el-Cihad, bab: 152

Taberi bu görüşlerden son görüşün daha evla olduğunu, zira bu hususa dair Resûlüllah'ın sahabilerinden sıhhatli görüler Rivâyet edildiğini söylemiştir.

Müfessirler, Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesine tatbik ettiği bu cezanın neshedilip neshedilmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir.

a-

Bazılarına göre bu âyet-i kerime’de eşkıyanın cezası belirtilerek işkence etme, yasaklanmış ve böylece Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden olan kişileri cezalandırma şekli neshedilmiştir.

b-

Diğer

bazılarına göre ise Resûlüllah'ın Ureyne kabilesinden suç işleyen bu insanlara verdiği ceza geçerlidir. Benzeri suçlan işleyenlere aynı cezalar verilir. Bu âyet-i kerime ise sadece müslumanlara karşı savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran insanların cezasını belirtmektedir. Ureyne kabilesinden olan insanlar ise müslüman olduktan sonra dinden çıkmışlar, adam öldürmüşler, hırsızlık yapmışlar ve Allah'a ve Resulü'ne karşı savaşa girişmişlerdir. Elbette ki onların cezası, müslüman ve zımmi olarak eşkıyalık yapan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaran insanların cezasından farklı olacaktır.

c- Diğer bir kısım âlimlere göre de Resûlüllah'ın, Ureyne kabilesinden cinÂyet isteyen bu insanlara verdiği ceza, benzeri suçları işleyenler için geçerlidir. Zira Resûlüllah onlara bu âyette zikredilen, el ve ayaklarını çaprazlama kesme cezası vermiştir. Onların gözlerine mil çekmek istemiş fakat çekmeden önce bu âyet "nâzil olmuş ve Resûlüllah'ın bunu yapmasını yasaklamıştır. Bu itibarla Ureyne kabilesinden olan insanlara verilen ceza şekli, âyetin beyan ettiği cezaya uygun olduğundan mensim değildir.

Müfessirler bu âyette zikredilen cezaları hak eden ve kendilerine "Muharip" yanı "Eşkiya" diye isim verilen kimselerin nasıl kimseler oldukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Katade ve Ata el-Horasan i'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette cezalar; zikredilen "Eşkiya"dan maksat, yol kesen kimsedir.

b- Malik b. Enes'e göre, şehirde veya şehir dışında gasp yapan kimselerdir. Bu hususta Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, Malik b. Enes'e dedim ki: "Şehir içinde de eşkıyalık olur mu?" O da dedi ki: "Evet, bize göre eşkiya, şehir içinde olsun şehir dışında olsun, müsîumanlara silahla saldırandır."

Velid sözlerine devamla diyor ki: "Ben bunu Leys b. Said ve İbn-i Leyla'dan sordum. Dedim ki: "Şehir, kasaba ve köy evlerinde de eşkıyalık olur mu?" Onlar da dediler ki: "Eğer saldırganlar açıkça saldıracak olurlarsa veya geceleyin ışıkla gelecek olurlarsa bunlar eşkiyadır." Dedim ki: "Eğer adam öl-dürürlerse yahut adam öldürmeyip sadece mal gasp edecek olurlarsa yine eşkiya sayılırlar mı?" Dediler ki: "Evet, onlar eşkiyadır. Eğer onlar adam öldürecek olurlarsa onlar da öldürürler. Şâyet adam öldünnez sadece malları gaspedip götürecek olurlarsa onların elleri ve ayakları çaprazlama kesilir. Çünkü müslümanlara karşı şehir dışında ve yollarda savaşanın oluşturduğu tehlike, onlara karşı evleri ve mahrem bölgeleri içinde savaşanın meydana getirdiği tehlikeden daha az değildir. İmam Malik ve İmam Şafii, eşkiyanin hem şehirde hem de taşrada olabileceği görüşündedirler.

Bu hususta Velid diyor ki: "Bana Malik söyledi ki ona göre bir insanı hiyîe ile öldürmek eşkıyalıktır." Dedim ki "Hiyle ile öldürmek nasıl olur?" O da dedi ki: "Kişi bir adamı veya çocuğu aldatır, onu bir eve veya sahipsiz bir araziye götürür sonra onu öldürür ve matını alır. İşte bu şekilde öldürülen kimsenin velisi Halifedir. Anık o kimsenin soydan velisi katile kısas uygulatma yetkisini kaybeder. Bu katile Halife, âyette zikredilen cezalardan hak ettiğini uygular. İmam Şafii de bu görüştedir.

c- Ebû Hanife, arkadaşları ve İbn-i Hübeyre'ye göre ise eşkiya şehir dışında yol kesendir. Şehir içinde isyan eden ise eşkiya değildir. Ona eşkiya hükmü uygulanmaz.

d- Mücahid'e göre ise her zina yapan, hırsızlık eden, insan öldüren ve ekini ve nesli helak eden kimse, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran eşkiyadır.

Taberi bu görüşlerden ikinci görüşün daha evla olduğunu söylemiş, müslümanîann ve zımmilerin yollarını kesenlere de, onlara şehir içinde ve köylerinde saldıranlara da eşkiya denileceğini zikretmiştir. Zira mülümanlara karşı savaş açanlara eşkiya denileceği hususunda ittifak vardır. Bu savaş açma şehir içinde tie olabilir dışında da. Yollarda da olabilir köylerde de.

Âyet-i kerime’de geçen "Yeryüzünde fesat çıkarırlar." ifadesinden maksat, Allahü teâlânın yarattığı yeryüzünde mü’min kullarının veya zımmilerin yollarını keserek haksız yere ve düşmanca, onların mallarını alarak onların ırz ve namuslarına edepsizce saldırarak onlara karşı isyan ederler ve bozgunculuk yaparlar." demektir.

Âyet-i kerime’de, eşkıyalık yapmanın cezası olarak, öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi yada bulundukları yerden sürgün edilmeleri hükümleri zikredilmektedir.

Müfessirler, eşkiyanın işlediği suç türüne göre bu cezalardan birinin seçilip uygulanacağı ya da Halifenin, eşkıyalık yapana bu cezalardan herhangi birini vermekte serbest olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas, ibrahim en-Nehai, ebu Miclez, Hasan-ı Basri, Katade, Süddi, Ata el-Horasani, Said b. Cübeyr, Rebi' b. Enes, Muğrik el-Iclî ve Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'den nakledilen bir görüşe göre, eşkiyanın işlediği suçun tülüne göre, bu âyette zikredilen cezalardan biri seçilip uygulanır. Halifenin bu cezalardan herhangi birini seçip uygulama yetkisi yoktur. Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmektedir. "Bir adam müslümanlara karşı savaş açar da bir kimseyi öldürecek olursa tevbe etmeden yakalandığı takdirde o da öldürülür. Şâyet eşkiya savaş açar, hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa, tevbe etmeden yakalanması halinde asılır. Eğer savaş açan sadece mal gaspeder ve adam öldürmeyecek olursa, tevbe etmeden yakalaması halinde eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Şâyet savaş açan, sadece yol kesip korku salacak olursa sürgün edilir.

Ebû Miclez, Katade, Süddi, Atiyye el-Avfî ve Ata el-Horasani de, Abdullah b. Abbas'ın, suç ve cezaları sıraladığı şekilde sıralamışlardır.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre o, suç ve cezaları şöyle sıralamıştır. "Bir eşkiya baş kaldırır yol kesecek olur da sadece mal gaspedecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Şâyet o, hem mal gaspeder hem de adanı öldürecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Sonra da asılır. Şâyet sadece adam öldürecek olursa o da öldürülür. Eğer yol kesme dışında bir şey yapmayacak olursa sürgün edilir.

Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Said b. Cübeyr ise bu suçları ve cezaları şu şekilde sıralamıştır: Yol kesen eşkiya sadece mal gaspeder fakat adam öldürmeyecek olursa eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Eğer sadece adam öldürecek olursa asılır. Şâyet hem mal gaspeder hem de adam öldürecek olursa önce eli ve ayağı kesilir sonra öldürülür, daha sonra da asılır. Eğer teslim olmazsa, Halifenin ve müslümanların, yakalayıncaya kadar onu takib etmeleri ve yakalayıp kendisine Allah'ın hükmünü uygulamalan ya da onu kovalayıp İslam topraklarından çıkarmaları ve kâfir topraklarına sürmeleri gerekir.

Yol kesen eşkiyaya verilecek cezasının, işlediği suçun türüne göre verileceğini zikreden âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir: Allahü teâlâ katile kısas uygulamayı, hırsızlık yapanın elinin kesilmesini farz kılmış, Resûlüllah da müslümanların kanının ancak üç şeyden birini işlemesiyle helal olacağını beyan etmiştir. Bunlar da ya bir insanı öldürmektir ki bu takdirde katil de ödürülür. Yahut evli iken zina etmektir ki, zina eden recmedilir. Yahut da müsliiman olan bir kimsenin dinden çıkmasıdır ki bu kimse de öldürülür.

Resûlüllah, bir müslümanın kanının, zikredilen şeyler dışında helal olmadığını beyan ettiğine göre, müslümanların Halifesinin, yol kesen eşkiyaya, yel kesme dışında hiçbir şey yapmadığı takdirde öldürme cezasını uygulaması nasıl isabetli olabilir? Zira "Halife, yol kesen eşkiyaya karşı, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini uygulamakta serbesttir." demek, Halifenin, yol kesen eşkiyaya, yol kesme suçu dışında herhangi bir suç işlememesi durumunda da ölüm cezası verebileceğini veya onu asabileceğini yahut elini ve ayağını çaprazlama kesebileceğini ya da sürgün edebileceğini gerektirir ki bu da isabetli değildir.

b- Mücahid, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Abbas ve Said b. el-Müseyyeb'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise müslümanların Halifesi, yol kesen eşkiyaya, hangi suçu işlerse işlesin, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip tatbik etmekte serbesttir.

Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın şunu söylediğini rivâyet etmiştir: "Kim, müslüman bir topluluğa silah çeker ve yol kesip korku salacak olur da sonra yakalanacak olursa Halife ona şu cezaları uygulamakta şerbettir. Dilerse onu öldürür, dilerse asar, dilerse elini ve ayağını çaprazlama keser."

Bu görüşte olan âlimler, görüşlerine gerekçe olarak şunu zikretmişlerdir: "Bu âyetin ifadesinde geçtiği gibi, Kur'an-ı Kerim'de geçen "Veya", "Yahut" manalarına gelen kelimesi, Kur'an-ı Kerim'in her yerinde, asıl mânâsı olan "Veya" "Yahut" mânâlarında kullanılmıştır. Bu da, zikredilen şeylerden herhangi birini seçmenin serbest olduğunu ifade etmektedir. Mesela yeminin keffaretini belirten şu âyetteki harf-i atıftan bu türdendir. "Allah sizi, bile bile yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar. Bozulan yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak veya giydinnek yahut da bir köle azad etmektir. Maide sûresi, 5/89 Yine Hac için ihrama girmiş olan kimsenin başını traş etmesi halinde vereceği fidyenin seçenekli olduğunu ifade eden şu âyette de kelimesi bu mânâyı ifade etmiştir. "Sizden kim hasta olur veya başında bir rahatsızlık bulunursa tıraş edebilir ve bunun için oruç tutma veya sadaka vermek veya kurban kesmek suretiyle fidye verir. Bakara sûresi, 2/196

Yine Hac için ihrama girmiş olan kimsenin herhangi bir hayvanı avlaması halinde yerine getireceği keffaretin seçenekli şeyler olduğunu beyan eden şu âyetteki kelimesi de muhayyerlik ifade etmektedir. "Sizden kim, ihramlı iken, kasden bir av hayvanını öldürürse onun cezası, içinizden âdil iki kişinin vereceği hükme göre ehli hayvanlardan öldürdüğüne denk ve Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlıktır. Yahut kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır... Maide sûresi, 5/93 Madem ki Kur'an-ı Kerim'de zikredilen kelimesi, her yerde hükmün seçenekli olduğunu beyan etmektedir, eşkiyanın cezaları hakkında zikredilen kelimesi de bu türdendir. Binaenaleyh, Halifenin, yol kesen eşkiyanın suçunun çeşidine bakmaksızın, âyette zikredilen cezalardan herhangi birini seçip uygulama hakkı vardır.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün daha isabetli olduğunu söylemiştir. Bu da âyette zikredilen cezaların, eşkiyalık yapan kimsenin suçunun türüne göre uygulanacağını söyleyen görüştür. Bu görüşe göre yol kesen kişiye, herhangi bir mal almadan veya herhangi bir kişiyi öldürmeden ve bu halinden dolayı tevbe etmeden yakalanacak olursa sürgün edilir. Şâyet bir malı gaspedip ve Allah'ın haram kıldığı bir cana kıydıktan sonra yakalanacak olursa asılır. Bu görüşün daha isabetli olduğu bu görüşte olan âlimlerin zikrettikleri gerekçelerden anlaşılmaktadır. İkinci görüşte olanların, bu âyette zikredilen kelimesinin muhayyerlik mânâsında zikredildiğini ileri sürerek görüşlerine delil getimıeleri isabetli değildir. Zira kelimesi, arap dilinde bir çok mânâlara gelmektedir. Eğer sözü uzatmak sıkıcı olmasaydı onun çeşitli mânâlarım burada zikrederdik. Bu kelimenin bir çok mânâsını anlattığımız gibi bundan sonra da yeri geldikçe anlatacağız.

Bu âyette kelimesinin mânâsı, sıralamayı ifade etmektedir. Buradaki kelimesi, şu sözde zikredilen gibidir. "Şüphesiz ki mü’minlerin, kıyamet gününde, Allah katındaki mükâfaatları, Allah'ın, onları cennetine koyması veya onların derecelerini yüksek mevkiler ulaştırması yahut onları Peygamberler ve sıddıyklarla beraber bulundurmasıdır." Şüphesiz ki bu sözü söyleyen, her mümimin, bu sözde zikredilen mertebelerden birini seçmekte serbest olduğunu kasdetmemiş, bilakis mü’minlerin derecelerine göre bu mevkilerden birine ulaşacağını beyan etmiştir. Bu âyette zikredilen kelimesi de bu türdendir.

Bu hususta, senedi hakkında bazı şeyler söylenen şu hadis, bizim zikrettiğimiz bu görüşün doğru olduğunu ortaya koymaktadır. Yezid b. Ebi Habib diyor ki: "Abdülmelik b. Mervan, Enes b. Malik'e, bu âyetin mânâsının nasıl olduğunu öğrenmek için bir mektup yazdı. Enes de onun mektubuna cevaben şunu yazdı: "Bu âyet-i kerime, Ureyne kabulesinden olan o topluluk hakkında nazil olmuştur. Onlar, İslam dininden çıktılar. Çobanı öldürdüler, develeri sürüp götürdüler. Yol kesip korku saldılar ve Alla'ı haram kıldığı ırza tecüvüz ettiler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Cebrâil (a.S: ) dan, bu şekilde savaş açan eşkıyanın hükmünü sordu. O da dedi ki: "Kim, hırsızlık yapar ve yol kesip korku salacak olursa sen onun elini, hırsızlık yapmasının cezası olarak, ayağını da, terör estirip korku salmasının cezası olarak kes. Kim de sadece adam öldürecek olursa onu öldür. Kim de adam öldürür, yol kesip terör estirir ve haram kılınan namusa, helal görüp tecavüz ederse sen onu as."

Âyet-i kerime’de geçen, eşkıyanın el ve ayağının çaprazlama kesileceğini ifade eden cezadan maksat, eşkiyanın sağ eli ile sol ayağının kesilmesidir. Böylece eli ve ayağı çaprazlama kesilmiş olur.

Âyette zikredilen "Sürgün" den neyin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir:

a- Süddi, Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Dehhak, Hasan-ı Basri, Resi' b. Enes, Katade ve Said b. Cübeyr'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen sürgüriden maksat, eşkıyayı İslam diyarından sürüp kâfir diyarına kaçmaya mecbur etmektir. Bu görüşte olanlara göre eşkıya yakalanıncaya kadar takib edilir. Yakalanırsa suçuna göre öldürülür veya asılır yahut eli ve ayağı çaprazlama kesilir. Ona, İslam diyarı içinde bir yerden diğer yere sürgün cezası verilmez. Nitekim yukarıda zikredilen mektupta Enes b. Malik, Abdülmelik b. Mervan'a aynı şeyleri yazmıştır. İslam diyarı içinde sürgün cezasından bahsetmemiştir.

b- Said b. Cübeyr ve Ömer b. Abdülaziz'den Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Sürgün"den maksat, eşkiyalık yapan kimsenin, İslam ülkesinde bir yerden başka bir yere sürgün edilmesidir. Bu hususta Hibban b. Şüreyh'in katibi Sult şunları anlatmıştır: "Kadı Şüreyh'in oğlu Hibban, Emevi Halifesi Ömer b. Abdülaziz'e bir mektup yazarak ona şunları bildirmiştir: "Kıptilerden bir kısım insanların Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıkları ve yeryüzünde fesat çıkardıklarına dair deliller ortaya çıkmıştır. Allahü teâlâ da bu husuta buyurmuştur ki: "Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesidir..." Hibban âyetin: "Ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir." bölümünü zikretmemiştir. Mektubunda, Ömer b. Abdülaziz'e hitaben: "Eğer mü’minlerin emiri bu kimseler hakkında Allah'ın hükmünü tatbik etmek kanaatinde ise onu yazsın." demiştir. Ömer b. Abdülaziz Hibban'ın mektubunu okuyunca: "O, âyeti kesmiş." dedi. Sonra Hibban'a şu cevabı yazdı. "Mektubun bana ulaştı onu okuyup anladım. Sen, âyeti kesmişsin. Seni onlara benzetmek istemiyorum amma sanki sen, Yezid b. Ebi Müslim'in yazdığı veya Irak idarecisinin yazdığı mektup gibi bir mektup yazmışsın. Âyetin baş tarafım yazmış sonunu zikretmemişsin. Halbuki Allahü teâlâ ".. Ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir." buyurmaktadır. Şâyet yazdığın gibi onların böyle yaptıklarına dair delil mevcutsa sen onların boyunlarına demir tak ve onları "Şuğup" ve "Beda" denen yerlere sürgün et,"

c- Ebû Hanife ve arkadaşlarından nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zkredilen "Sürgün" den maksat, "Hapsetmek"tir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden evla olanı, "Sürgünden maksat, eşkiyalık yapanın bir şehirden başka bir şehre sürgün edilmesidir. Ve tevbe edip fısk ve isyanından vazgeçmesine kadar sürgün edildiği şehirde hapsedilmesidir." diyen görüştür. Zira kâfir diyarına kaçmak onun cezasını düşürmez. Keza bir beldeden diğer bir beldeye sürgün edip hapsetmek de, sürgün etmek sayılmaz. Çünkü kişi oradan dilediği yere gidebilir.

34

Ancak kendilerini yakalamanızdan evvel tevbe edenler olursa bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Yol kesiciler eşkiyalıktan vazgeçer, devlet idaresi de yakalanmalarından önce kendilerine eman verir, güven içinde olduklarını bildirirse, onlara eşkıyaya verilen cezalar uygulanmaz. Çünkü tevbeleri, onlardan dünyevi sorumluluğu kaldırır.

Müfessirler, bu âyette, yakalanmadan önce tevbe etmeleri halinde affedilecekleri bildirilen kişilerden kimlerin kasdedildiği ve tövbelerinden maksadın da ne olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- İkrime, Hasan-ı Basri, Mücahid, Dehhak, Abdullah b. Abbas, Katade ve Ata el-Horasani'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müşrikler, tevbelerinden maksat da müslüman olmalarıdır. Bunlara göre Allahü teâlâ bu âyette şunu beyan etmiştir: "Müslüman olmadan önce Allah'a ve Resulüne savaş açan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran müşrikler, müslümanlar tarafından yakalanmadan önce müslüman olıılarsa onlara, eşkıyaya uygulanan ceza uygulanmaz. Buna mukabil, bir müslüman diğer müslümanîara karşı veya müslümanlarla antlaşması bulunan diğer insanlara savaş açacak olursa ve bundan önceki âyetlerde zikredilen suçlardan birini işleyecek olur da müslümanları kendisini yakalamasından önce tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisine uygulanacak cezayı düşürmez. Sadece kendisiyle rabbi arasında geçerli olur. Mülümanların halifesi, Allah'ın bir kişi için farz kıldığı cezayı ona uygular ve insanların hakkım ondan alır.

b- Âmir eş-Şa'bi, Süddi ve Mekhul'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen insanlardan maksat, müslümanlardan, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran sonra da İslam dininden çıkıp mürted olan ve kaçıp Darül Harb'e (kâfirlerin ülkesine) sığınan kimsedir. Onu yakalamadan önce îevbe etmesinden maksat ise, eman istemesi, Halifenin de kendisine, önceki suçlarından dolayı cezalandırmayacağına dair eman vermesidir. İşte böyle olan bir kimseye, önceden işlediği suçlardan dolayı herhangi bir ceza uygulanmaz. Âyet-i kerime işte bu gibi eşkiyayı beyan etmektedir.

Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Ali b. Ebi Talib'in halifeliği döneminde Haris'e b. Bedr, müslümanlara karşı savaş açtı. Sonra Hazret-i Ali'nin oğlu Hasan'a gelerek, babası Ali tarafından kendisine eman vermesini istedi. Hasan onun bu talebini reddetti. Sonra o, Cafer-i Tayyar'ın oğluna gitti. O da reddetti. Daha sonra Said b. Kays el-Hemedani'ye gitti. O da eman verdi ve onu yanında tuttu. Harise ona dedi ki: "Sen bana, mü’minlerin emiri Ali b. Ebi Talib'den eman al." Bunun üzerine Ali, sabah namazını kılınca Said b. Kays onun yanına vardı ve ona: "Ey mü’minlerin emiri, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açanların cezası nedir?" diye sordu, ali de ona: "Öldürülmeleri veya asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi ya da yeryüzünde sürgün edilmeleridir." dedi. Sonra sözlerine şöyle devam etti: "Ancak kendilerini yakalamadan önce tevbe edenler müstesnadır." Bunun üzerine Said dedi ki: "Bu kişi Harise b. Bedir olsa da mı?" Ali de "Harise b. Bedir de olsa." dedi. Said: "İşte Harise b. Bedir. Bu, tevbe ederek ve iman ederek geldi." dedi. Bunun üzerine Ali de: "Olur." dedi. Said onu alıp Ali'ye getirdi. O, ali'ye biat etti. Ali de onun biatim kabul etti ve ona bir eman belgesi verdi.

c- Âmir eş-Şa'bi, İmam Malik, Leys b. Sa'd, Mûsa b. İshak el-Medeni ve Ata'dan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen insanlardan maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açan, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve yakalanmadan önce tevbe edip teslim olan her insandır. Halifenin kendisine eman verip vermemesi farketmez.

Bu hususta Âmir eş-Şa'bi diyor ki: "Murat kabilesinden bir adam, Hazret-i Osman'ın Halifeliği döneminde Küfe valisi olan Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin yanına geldi. Namazı kıldıktan sonra dedi ki: "Ey Ebû Mûsa, burası sana sığınma yeridir. Ben, Murat kabilesinden filan oğlu filanım. Ben, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmıştım. Şimdi ise beni yakalamalarından önce tevbe edip geldim." Bunun üzerine Ebû Mûsa ayağa kalktı ve dedi ki: "Bu, filan oğlu filandır. Bu, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmış ve yeryüzünde fesat çıkarmıştı. Şimdi ise yakalanmadan önce tevbe edip geldi. Kim bununla karşılaşırsa ona bir kötülük yapmasın." Âmir diyor ki: "Bu adam dilediği kadar kaldı. Sonra tekrar dağa çıktı. Allahü teâlâ da günahları yüzünden onu yakalattı ve öldürttü. Böylece cezasını buldu.

Velid b. Müslim diyor ki: "Ben, İmam Malik'e dedim ki: "Yol kesip korku salan, adam öldürüp mal gaspeden sonra da kaçıp Darül Harbe giden yahut İslam ülkesinde kendisini koruyup yakalanmayan daha sonra da tevbe edip teslim olan eşkiya hakkında görüşün nedir? " O da dedi ki: "Tevbesi kabul edilir." Ben de dedim ki: "O, işlediği suçlardan dolayı hesaba çekilmeyecek midir?" İmam Malik de dedi ki: "Hayır. Ancak kendisinde, gaspettiği malın aynısı ele geçirilecek oluşa o mal sahibine iade edilir. Veya eşkiyalık yaptığı sırada bir kişi öldürür de buna dair şahit bulunur veya kendisi itiraf edecek olur da öldürülenin velisi de ona kısas uygulanmasını isterse kısas uygulanır. Şâyet öldürülenin velisi böyle bir şey istemezse Halife ona herhangi bir ceza uygulamaz. Velid diyor ki: "Ben, İmam Malik'e sorduğum bu meseleyi Leys b. Sa'd'a da sordum. O da dedi ki: "Öldürülenin velisi kısas tatbiki istese dahi ona herhangi bir ceza verilmez." Velid sözlerine devamla diyor ki: "Leys dedi ki: "Bizim emirimiz olan Mûsa b. İshak el-Medeni de aynı şeyi anlattı ve dedi ki: "Esed kabilesinden Ali el-Esedi, müslümanlara karşı savaş açtı. Yol kesti adam öldürdü, mal gaspetti. idareciler de halk da onu yakalamaya çalıştı. Fakat o kendisini korudu yakalayamadılar. Nihâyet tevbe edip geldi, tevbesinin de şöyle olduğunu söyledi: "O, bir kişinin şu âyeti okuduğunu işitti: "Ey Rasûlüm, kullanma şöyle dediğimi söyle "Ey kendi aleyhlerine haddi aşan kullarım, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Zümer sûresi, 39/53 Onu durdurdu ve "Ey Allah'ın kulu onu bir kere daha oku." dedi. Adam onu bir kere daha okudu. Bunun üzerine Ali el-Esedi kılıcını kınına koydu. Tevbe ederek seher vaktinde Medine'ye geldi. Yıkandı ve Resûlüllah'ın mescidine gidip sabah namazını kıldı. Ebû Hureyre'nin arkadaşlarının arasına katılarak yanına oturdu. Sabah aydınlanınca insanlar onu tanıdılar ve üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Ali el-Esedi: "Sizin bana bir şey yapmaya hakkınız yoktur. Çünkü ben size, beni yakalamanızdan önce tevbe edip geldim." dedi. Ebû Hureyre dedi ki: "Doğru söyledi." Sonra Ebû Hureyre onun elinden tutup o sırada Haüfe olan Muaviye'nin Medine valisi Mervan b. Hakem'e götürdü ve ona dedi ki: "İşte bu, Ali el-Esedi'dir. Tevbe ederek geldi. Sizin buna bir şey yapmaya ve öldünneye hakkınız yoktur." Bunun üzerine Ali'ye hiçbir şey yapılmadı ve serbest bırakıldı. Ali, Allah yolunda cihad etmek üzere deniz savaşına katıldı. Rumlarla karşılaştılar. Onun gemisi, Rumların gemilerinden birine yaklaştı. Ali hücum ederek aralarına daldı. Onları püsküttü. Rumlar, diğer gemilerine doğru kaçmaya çalışırlarken, Ali el-Esedi'nin, içine daldığı Rum gemisi alabora oldu ve hep birlikte boğuldular.

d- Urve b. Ziibeyr'e göre ise bu âyette zikredilen "Tevbe edenler"den maksat, Allah'a ve Resulüne karşı savaş açtıktan ve yeryüzünde bozgunculuk çıkardıktan sonra kaçıp kâfirlerin ülkesine sığman kimselerdir. Bunların tevbelerinden maksat ise, yaptıklarından vazgeçip İslam topraklarına dönmeleridir. İşte bu durumda olan bir kimse, kaçmadan önce yaptığı eşkıyalığından dolayı hesaba çekilmez. Buna mukabil, eşkiya, suç ve cinÂyetlerini, İslam diyarında bulunarak ve ümmetin içinde yaşayarak işler de sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun tevbesi, kendisinden hiçbir cezayı ve hakkı düşürmez.

e- Ebû Amr'a göre bu âyette, tevbelerinin kabul edileceği beyan edilen eşkıyadan maksat, kendisini himaye edecek bir zümreye (bir örgüte) dayanarak eşkiyalık yapan kimsedir. Tevbesinden maksat ise, müslümanların, kendisini yakalamadan, himayecilerini terkederek teslim olmasıdır. Buna göre eğer eşkiya, kendisini koruyacak bir örgüte sığınmaksızm suç ve cinÂyetlerini İslam diyarında işler sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun bu tevbesi kendisinden ne bir cizyeyi ne de bir hakkı düşülür. O, bütün yaptıklarından sorumludur. Buna mukabil eğer eşkiya, kendisini müslümanların idarecisine karşı himaye eden bir örgüte sığınarak, gerek İslam diyarında bulunurken gerekse kâfirlerin diyarına kaçtıktan sonra bir suç veya cinÂyet işler"sonra da yakalanmadan tevbe edip teslim olursa onun bu tevbesi, eşkiyalık sırasında işlediği suç ve cinÂyetlerin cezasını düşürür. Ancak gaspettiği malların aynısı mevcut ise o, sahibine iade edilir.

f- İmam Şafii'ye göre ise eşkiyalık yapan kişi, yakalanmadan tevbe edecek olursa onun bu tevbesi, kendisinden kul hakkını düşürmez. Sadece Allah'ın koyduğu cezaları düşürür.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden tercihe şayan olanı şöyle diyen görüştür:

aa- Gerek kendi gücüyle gerekse bir topluluğa dayanarak müslümanlara karşı kendisini koruyabilen bir eşkiyanın, yakalanmadan önce tevbe etmesi onun dünyevi sorumluluğunu düşürür Böyle bir kişinin, eşkiyalık yaptığı sırada işlediği suç ve cinÂyetlerden dolayı cezalandırılması söz konusu değildir. Bu ceza ister bir kısas isterse had uygulanması şeklinde olsun. Sadece onun elinde bulunan, müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden gaspedilen mallar sahiplerine iade edilir. Zira bütün İslam âlimleri, devlet idaresine karşı kendisini koruyabilecek bir topluluğun, İslam dininden çıkarak Allah'a ve Resulüne karşı savaş açmaları ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları daha sonra da mağlup edilmeden tevbe edip teslim olmaları halinde işledikleri suç ve cinÂyetlerden dolayı sorumlu olmayacakları hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh tek başına devlet güçlerine karşı kendisini koruyabilecek eşkıyanın durumu da, cemaat halinde kendilerini koruyan mürtedlerin durumuna benzemektedir. Ona da aynı hükümler uygulanır.

bb- Şâyet eşkiya, gizlice hırsızlık yapan birisi ise yahut da, insanların bulunmadığı bir yerde silah çekip yol kesen, takip edildiğinde de kendisini korumaktan âciz olan bir kimse olursa, onun tevbe edip etmemesi, ceza ve sorumluluğunu düşürmez. Onlardan, mallarını gaspettiği kimselerin hakları alınır. İşlediği cinÂyetlerin cezası verilir. Tevbesi ise sadece kendisi ile Allah arasındadır. Böyle olan kimse, bütün âlimlerin, hükmünde görüş birliğine vardıkları şu kimseler gibidir: "Bir insan müslümanlarla barış içindeyken bir kısım suçlar işlese sonra da onlara karşı savaşa girip eşkıyalık yapsa, daha sonra da tevbe edip teslim olsa bu kimsenin, müslümanlara savaş açmadan önce işlediği suç ve cinÂyetlerin cezası düşmez. Bu kişi, yaptıklarından sorumludur. İşte kimsenin olmadığı yerde veya gizlice eşkıyalık yapan ve kendisini devlet kuvvetlerine karşı koruyacak bir gücü de bulunmayan eşkıyanın durumu da buna benzemektedir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu âyet-i kerime’yi anlamaya muvaffak olan kimse için açıktır ki, burada zikredilen eşkıyalara ait hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkıya için geçerlidir. Müslümanlara karşı savaşan müşrikler için geçerli değildir. Çünkü "Bu hükümler, müşrik olan eşkiya içindir.." denildiği takdirde, müşriklerin, müslümanlar tarafından mağlup edildikten veya ele geçirildikten sonra müslümânolmalan veya tevbe edip teslim olmaları halinde onların, müslüman olmadan ve tevbe etmeden önce işledikleri cinÂyet ve gaspettikleri mallardan sorumlu olmalarını icabettirir. Çünkü onlar, müslümanların kendilerini yakalamasından önce değil yakaladıktan sonra müslüman olmuşlardır. Âyet-i kerime ise yakalanmalarından önce tevbe edenlerin affedileceklerini beyan etmektedir. Halbuki bütün âlimler, müşriklerin İslama giırneleri halinde, müslüman olmadan önce işledikleri cinÂyet ve suçlardan sorumlu olmayacakları hakkında ittifak etmişlerdir. Velev ki bunlar yakalandıktan sonra müslüman olsunlar. Bu da gösteriyor ki, eşkiyaya ait hükümler, müslüman olan veya müslümanlarla antlaşmalı olan eşkiya içindir. Müslümanlarla savaş halinde olan müşrikler için geçerli değildir.

35

Ey iman edenler, Allah'tan korkun . Ona bir yol arayın ve onun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresîniz.

Ey iman edenler, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Onun rızasını kazanacak salih ameller işleyerek sizi ona yaklaştıracak bir yol arayın. Allah yolunda, düşmanlara karşı cihad edin ki kurtuluşa erip cennette ebedi olarak kalmayı hak edesiniz.

Burada aranılması emredilen yol, yakınlık demektir. Yani Allah'a yakın olmayı isteyin demektir. Âyette geçen ve "Yol" diye tercüme edilen "Vesile" kelimesi asîmda, "Kişiyi maksadına eriştirecek vasıta" demektir. Fakat bu âyette bu kelimenin "Yakınlık" mânâsına geldiği rivâyet edilmiştir. Ayrıca "Vesile" cennetin bu yüce makamının adıdır. Bu makam cennetle Peygamber efendimize verilecektir. Burası cennetin arş'a en yakın noktasıdır. Çeşitli hadislerde Allahü teâlâdan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e bu makamı vermesini dilememiz emredilmiştir. Buhari'nin, Cabir b. Abdullah'tan rivâyet ettiği bir hadiste Cabir diyor ki: "Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kim, ezanı işittiği zaman şu duayı okursa kıyamet gününde ona şefaatim erişir: "Ey bu mükemmel davetin ve kılınmasına başlanan namazın sahibi olan Allah’ım, sen, Muhammed'e vesile makamını ve fazileti ver. Ve onu, vaad ettiğin o övülen makama gönder. (Buhari, K. el-Ezan, b.S) İmam Ahmed b. Hanbel de Ebû Hureyre (radıyallahü anh)'dan şu hadisi Rivâyet eder. "Siz bana salavat getirdiğinizde, bana vesilenin verilmesini isteyin." Denildi ki: "Ya Resûlallah vesile nedir?" Peygamber efendimiz buyurdu ki: "O, cennetin en yüce derecesidir." Ona ancak tek bir adam erişecektir. Ümit ederim ki o adam ben olurum.

Ebû Vâil, Ata, Süddi, Katade, Mücahid, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Kesir bu görüştedirler. Bu hususta Katade diyor ki: "Bu âyetin mânâsı şudur: Allah'a itaat ederek ve onun rızasını kazanacak ameller işleyerek ona yakın olun." Ibn-i Zeyd de "Buradaki "Vesile'den maksat sevgidir, âyet-i kerime’de "Kendinizi Allah'a sevdirin" buyurulmaktadır." demiştir. Sonra da şu âyeti okumuştur: "Onların taptıkları da rablerine bir yol arar. İsra sûresi, 17/57

36

Bütün yeryüzündekiler ve bir o kadarı daha inkâr edenlerin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler yine onlar kabul olunmaz. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Şüphesiz ki Allah'ın rablığını inkâr eden, İsrailoğullarından, Allah'ın di-a buzağıya tapan, İsrailoğullarının haricindeki insanlardan putlara ve heykellere tapanlar, bu hallerinden vazgeçip tevbe etmeden önce ölürlerse yeryüzünde bulunan herşey ve bir o kadarı daha kendisinin olsa da kıyamet gününde, Allah'a isyan etme suçunu affettirme karşılığında fidye verecek olsa Allah ondan bu fidyeyi kabul etmeyecek ve onları kızgın cehennemin ateşine koyarlar;

"

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, Resûlüllah'ın hicret ettiği bölgede bulunan Yahudilere, putlara tapan diğer müşriklerden farksız olduklanm, zira hepsinin de cehennem azabına gireceklerini bildirmiştir.

Yahudiler Allah'a karşı yalan uydurarak ve kendilerini aldatarak "Bize Cehennem azabı sadece sayılı bir kaç gün isabet edecektir." diyorlardı. Allahü teâlâ bu âyeti ve bandan sonra gelen âyetleri göndererek Yahudilerin bu iddialarını yalanladı, onların ümitlerini kesti.

Âhirette hiçbir maddi varlığın kıymeti olmayacaktır. Kişi sadece bu dünyada işlemiş olduğu amellerine göre muameleye tabi tutulacaktır. Orada, bu dünyada bulunan herşey bir kimsenin olsa da o kimse bunları kendisini cehennemden kurtarmak için verse asla kabul edilmez. Orada kişiyi kurtaracak ve kendisini cennete götürecek olan tek şey, onun bu dünyadayken işlemiş olduğu salih amellerdir.

37

Cehennem ateşinden çıkmak isterler. Ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için devamlı bir azap vardır.

Bu dünyadaki amelleriyle ebedi cehennemi hak etmiş olan kâfirler, kıyamet gününde, içinde bulundukları o korkunç azaptan kurtulmak isteyecekler fakat onların artık bu azaptan kurtulmaları mümkün olmayacaktır.

Bu âyet-i kerime, kıyamet gününde kâfirlerin halini belirtmektedir. Mü’minlerin isyankârları ise günahları kadar yandıktan sonra cehennemden çıkarılacaklardır. Bu hususta İkrime diyor ki: "Nafi b. el-Ezrak, Abdullah b. Abbas'a dedi ki: "Ey gözü ve kalbi körü olan, sen bir kısım insanların, cehennem ateşine girmelerinden sonra onların tekrar çıkacaklarını sanıyorsun. Halbuki Aziz ve Celil olan Allah buyuruyor ki: "Onlar cehennemden çıkacak değillerdir." Abdullah b. Abbas da dedi ki: "Vay haline, bundan önceki âyeti oku. Bu âyet, kâfirler hakkındadır."

38

Hırsızlık yapan erkekle hırsızlık yapan kadının, yaptıklarının karşılığı; ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin. Allah, herşeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Herhangi bir erkek veya kadın hırsızlık yapacak olursa onların sağ ellerini kesin. Bu ceza, onların hırsızlıklarının karşığı ve Allah tarafından da bir cezalandırmadır. Bu bakımdan, Allah'ın koyduğu cezayı takbik ederken onlara acımayın. Zira Allah'ın emrettiği şeyler faydanıza yasakladığı şeyler ise zararınızadır. Allah, hırsızlık yapan erkek ve kadını cezalandırmada herşeye galiptir, verdiği hükmünde de hikmet sahibidir. Sizler bu hükümler hususunda ifrat ve tefrite kaçmayın.

Âyet-i kerime’de geçen "Eller" ifadesinden maksat, sağ ellerdir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud'un kıraatında ifade, "Sağ ellerini kesin" şeklindedir.

Kişinin ne kadar mal çalması halinde, âyette zikredilen hırsız ifadesinin içerisine gireceği hususunda dört görüş zikredilmiştir.

a- İmam Malik dahil, Medine halkından bir topluluk, üç veya daha fazla dirhem çalanın hırsız sayılacağını söylemişler ve görüşlerine delil olarak Abdullah b. Ömer'in rivâyet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir. Abdullah b. Ömer demiştir ki.

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hırsızın elini, değeri üç dirhem olan bir kalkanı çalmasından dolayı kesmiştir. Buhari, K. el-Hudud, bab: 13 / Müslim, K. el-Hudu, bab: 6, Hadis no: 1686

b- İmam Evzai, imam Şafii ve bunlara tabi olan diğer bazı âlimlere göre ise çeyrek dinar veya onun kadar bir şey çalan kimse âyette ifade edilen hırsız kavramına girer. Bunlar da görüşlerine delil olarak, Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği şu hadisi zikretmişlerdir. Hazret-i Âişe, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Hırsızın eli, çeyrek dinar veya daha fazlasını çaldığında kesilir. Buhari, K. el-Hudud, bab: 13 / Müslim, K. el-Hudud, bab: 2, Hadis no: 1684

c- Ebû Hanife ve arkadaşlarına göre ise on dirhem ve daha fazlasını çalan kimse, âyette zikredilen hırsız kavramına girer. Bunların delilleri ise şu hadistir.

Abdullah b. abbas demiştir ki:

"Resûlüllah bir adamın elini bir dinar veya on dirhem değerinde olan bir kaîkam çalması karşılığında kesti. Ebû Davud, K. el-Hudud, bab: 11, Hadis no: 4387

d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, değeri az olsun çok olsun herhangi bir şeyi çalana "Hırsız" elenir. Zira âyet-i kerime’de, hırsızlık yapanın, herhangi bir miktarı çalmış olması şart. koşulmamış, âyet mutlak bir ifade beyan etmiştir. Âyetin hükmünü belli bir miktar mal çalan hırsıza tahsis etmek için buna dair, kabul edilebilecek bir delilin bulunması gerekir. Bu hususta Resulüllah'tan nakledilen haberler, birbirleriyle çelişkili olduklarından, itibar edilecek haberler de-ğillerdir. Ayrıca hiçbir kimse tek bir dirhem çalanın Resûlüllah'a getirildiğini ve az bir şey çaldığından dolayı ona hırsızlık cezası uygulanmadığını Rivâyet etmemiştir.

Resûlüllah'tan, üç dirhem değerinde bir kalkanı çalanın kolunu kestiği rivâyet edilmiştir. Ona, daha az değerde bir şey çalan getirilmiş olsaydı onun kolunu da kesmesi mümkün olabilirdi.

Diğer yandan, Abdullah b. Zübeyr, tek bir dirhem çalanın da kolunu kesmiştir. Abdullah b. Abbas'in da "Bu âyet umum ifade eder. Yani herhangi bir miktar mal çalanın hırsız olduğunu ifade eder." dediği rivâyet edilmiştir.

Taberi diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş, âyetin mânâsının genel olmayıp, çeyrek dinar veya daha fazla değerdeki bir şeyi çalanı ifade ettiğini söyleyen görüştür. Zira bu hususta, Resûlüllah'tan, sahih olan bir haber Rivâyet edilmiştir. Biz bu meseleyi "Kitab es-Sirka" adlı eserimizde detaylı bir şekilde izah ettik. Burada tekrarlanmasına lüzum gönnedik.

39

Kim, zulmettikten sonra tevbe edip kendini düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak ki Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Bu hırsızlar, hırsızlık yaptıktan sonra tevbe eder ve amellerini düzeltirse şüphesiz ki Allah, hırsızlık cezası tatbik edildikten sonra onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah, çok affeden ve çok merhamet edendir.

Mücahid ve İbn-i Abbas diyorlar ki: "Burada hırsızın tevbesinden maksat, kendisine hırsızlık cezasının tatbik edilmesidir.

Abdullah b. Amr ise bu âyetin nüzul sebebi hakkında şunları söylemiştir: Bir kadın süs eşyası çaldı. Eşyaları çalınan insanlar Resûlüllah'a geldiler ve ona: "Ey Allah'ın Resulü, bu kadın bizim malımızı çaldı." dediler. Resûlüllah da: "'Sağ elini kesin." dedi. Bunun üzerine kadın: "Tevbe kabul edilir mi?" dedi. Resûlüllah da ona: "Sen bugün, günahların bakımından annenin seni doğurduğu gündeki gibisin." dedi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirdi.

Âyet-i kerime’de: "Allah onun tevbesini kabul eder." buyurulmaktadır. Bundan maksat, Allah onu, sevmediği günahlardan döndürür, sevdiği amellere yöneltir." demektir.

Âyet-i kerime’de: "Allah çok affeden ve çok merhamet edendir." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat ise: "Şüphesiz ki Allah, günah işlemekten vazgeçip itaate yönelenin günahlarım affeder. Kıyamet gününde o günahlarından dolayı kendisini cezalandırmaz ve onu, şahitler huzurunda rezil etmez ve ona merhametli davranır, "demektir.

Hırsızlık yapanın, tevbe etmesi halinde günahlarının bağışlanacağına dair Resûlüllah'tan şunlar Rivâyet edilmiştir: "Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: "Cübbe çalan bir hırsız Resûlüllah'a getirildi. Resûlüllah ona: "Bunu çaldığını sanmam." dedi. Hırsız: "Çaldım Ya Resûlallah." dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: "Onu götürün, kolunu kesin sonra dağlayın, sonra bana getirin." buyurdu. Kolu kesildikten sonra Resûlüllah'a getirildi. Resûlüllah ona: "Tevbe et." dedi. O da: "Allah'a tevbe ettim." dedi. Resûlüllah da ona: "Allah senin tevbeni kabul etsin." dedi. Darekutni, K. el-Hudud, bab: 71

Kz. Âişe (radıyallahü anhâ) da buyuruyor ki:

"Mekke'nin fethi sırasında Mahzumi kabilesinden bir kadın hırsızlık yaptı. Bu kadının hali Kureyş kabilesini üzüntüye boğdu." dediler ki: "Bu kadın hakkında Resûlüllah ile kim konuşabilir? Bu hususta Resûlüllah ile, onun sevdiği Üsarne b. Zeyd'den başka kim konuşmaya cesaret edebilir? Kadın Resûlüllah'a getirildi. Üsame b. Zeyd onun için Resûlüllah ile konuştu. Bunun üzerine Resûlüllah'ın rengi değişti ve şöyle buyurdu: "Allah'ın koymuş olduğu cezalardan birinin düşürülmesi hususunda mı şefaatçi oluyorsun?" Bunu duyan Üsame "Ey Allah'ın Resulü, Allah'tan affedilmemi dile." dedi. Akşam olunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) mescitte hutbeye çıktı ve Allah'a hamdedip onu layık olduğu şekilde övdükten sonra şöyle buyurdu: "Sizden öncekiler, içlerinden şerefli birisi hırsızlık yapınca onu serbest bırakıyor, zayıf birisi yapınca da onu cezai andın yorl ardı. Onlar işte bu sebepten helak oldular. Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki eğer Muhammed'in kızı Fatıma hırsızlık yapsaydı onun da elini keserdim." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözlerinden sonra hırsızlık yapan kadının elinin kesilmesini emretti ve kesildi. Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki: "Elinin kesilmesinden sonra bu kadın düzeldi, tevbe etti ve evlendi. Her zaman bana gelip gidiyordu.

İhtiyaçlarını Resûlüllah'a arzederdi. Müslim, K. el-Hudud, bab: 9, Hadis no: 1688 / Buhari, K. el-Enbiya bab: 54, K. el-Hudud, bab: 12

40

Göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a ait olduğunu, dilediğine azap edip dilediğini de bağışladığını bilmez misin? Allah, herşeye kadirdir.

Ey Rasûlüm, ateşin kendilerine sadece belli günlerde dokunacağını iddia eden ve Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını zanneden o insanlar bilmezler mi ki, gökleri ve yeri sevk ve idare eden, onları yaratan, evirip çeviren Allah'a, orada bulunanlardan herhangi birine bir şey dilemesi halinde, karşı gelecek kimse yoktur. Çünkü göklerin ve yerin mülkü ona aittir. Kullarından dilediğine, günahından dolayı azab eder, dilediğini ise tevbesinden dolayı affeder. Allah, herşeye kadirdir. Çünkü bütün varlıklar onun yaratığıdır ve onun mülküdür.

Bu âyet-i kerime her ne kadar Resûlüllah'a hitab etmekte ise de aslında Resûlüllah'ın Medine'sinde ve çevresinde yaşayan İsrailoğullarının çeşitli fırkalarına hitabetmektedir. Arapça'da bu tür hitaplar vardır.

41

Ey Peygamber, kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla "İman ettik." diyenlerden ve Yahudilerden, inkâra koşanlar seni üzmesin Onlar, çokça yalan dinlerler. Sana gelmeyen başka bir kavme çokça kulak verirler. Bunlar, kitabın kelimelerini asıl yerlerinden değiştirirler. (Kendilerine uyanlara) "Bu, (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse kaçının." derler. Allah bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse senin, o kimse için Allah'a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur. İşte onlar, Allah'ın, kainlerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap vardır.

Ey Peygamber, dilleriyle "İman ettik" dedikleri halde kalbleriyle seni yalanlayarak iman etmeyenlerden ve Yahudilerden kâfirliğe koşuşanlar sakın seni üzmesin. Onlar, hem Medine'de bulunan hahamlarından yalanlar dinlerler hem de senin yanına hiç gelmemiş olan Yahudilerin yalanlarını dinlerler. Bu Yahudiler, Allah'ın Tevrat'ta kendilerine indirdiği hükmü değiştirirler. Zina yapana verilen ve taşlanarak öldürme olan recm cezasını kaldırıp yerine, sopa vurma ve yüzünü kömürle siyaha boyama cezasına çevirdiler. Ey Rasûlüm, bunların âdileri şöyle derler: "Eğer Muhammed, zina yapan arkadaşınıza sopa vurma cezası verirse sözünü kabul edin. Şâyet recmedilmesine hükmederse ondan kaçının, fetvasını kabul etmeyin." Allah kimin sapmasını dilerse sen onu sapıklığından kurtaramazsın. Bu itibarla hak yola dönmedikleri için kendini üzme. Çünkü Allah onların kalblerini, kâfirlik ve Allah'a ortak koşma kirlerinden temizlemek istememiştir. Bunlar için dünyada zelil ve rüsvay olmak vardır. Âhiretie de bunlara, büyük bir azap olan cehennem azabı vardır.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin kimin hakkında nazil olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Süddi'den Rivâyet edilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Ensar'dan Ebû Lübabe b. Münzir ismindeki bir kişi hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah, Hendek savaşını yaptığında Kureyza oğlu Yahudileri düşmanla işbirliği yaparak Resûlüllah'a ihanet etmişler bunun üzerine Resûlüllah Kureyza oğlu Yahudilerini kuşatmıştır. İşte bu sırada Kureyza oğlu Yahudileri, ebu Lübabe'ye işaret ederek, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğinin nasıl bir netice vereceğini öğrenmek istemisler Ebû Lübabe de onlara, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğini kabul etmeleri halinde, eliyle boğazını işaret ederek öldürüleceklerini işaret etmiştir.

b- Âmir eş-Şa'bi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, müslümanların birinden, öldürdüğü bir kimsenin hükmünün ne olduğunu Resûlüllah'tan sormasını isteyen bir Yahudi hakkında nazil olmuştur.

Bu hususta Âmir diyor ki: "Yahudilerden bir adam, kendi dininden olan bir adamı öldürdü. Katil, müslümanlardan antlaşmalı olduğu kimselere: "Siz bunun cezasının ne olduğunu Muhammed'den sorun. Eğer o, diyet ödemeye dair hüküm verecek olursa onun önünde muhakeme oluruz. Şâyet o, Öldürülmeye hüküm verirse ona gitmeyiz." dedi.

c- Ebû Hureyre ve Bera b. Âzib'den Rivâyet edilen başka bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Abdullah b. Suriya ve benzeri Yahudiler hakkında nazil olmuştu. Bunlar, zina eden evli iki Yahudinin Resûlüllah'a götürülmesini istemişler, Resûlüllah'ın onlara sopa vurma ve yüzlerini karalama cezası vermesi halinde onun hükmünü kabul etmelerini, recmedilme cezası vermesi halinde ise kabul etmemelerini söylemişlerdir.

Bu hususta Ebû Hureyre diyor ki: "Yahudilerden bir erkekle bir kadın zina etti. Yahudiler birbirlerine: "Biz bu Peygambere gidelim çünkü o, cezaların hafıfletilmesiyle gönderilen bir Peygamberdir. Eğer o bize, recmedilmekten başka bir fetva verirse onu kabul ederiz. Allah katında onu delil olarak beyan ederiz ve deriz ki: "Bu, senin Peygamberlerinden bir Peygamberin fetvasidir," Resûlüllah, sahabileriyle birlikte mescitte otururken onun yanına geldiler ve ona: "Ey Ebul Kasım, zina eden bir erkekle bir kadın hakkında görüşün nedir?" dediler. Resûlüllah da tek bir kelime konuşmadan, onların Tevratı okudukları yer olan Beytül Midras'a gitti. Kapısında durdu ve dedi ki: "Sizi, Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah'a yemin ettiriyorum. Söyleyin bana, evli iken zina eden kimse hakkında Tevrat'ta nasıl bir hüküm buluyorsunuz?" Onlar da dediler ki: "Kömürle yüzlerini karartmak, her ikisini de merkebe (birbirlerine) ters bindirerek dolaştırmak ve onlara sopa vurmaktır." Ebû Hureyre diyor ki: "İçlerinden bir genç sustu. Resûlüllah onun sustuğunu görünce yemin ettirmede ona ısrar etti. Bunun üzerine o genç dedi ki: "Hay Allah’ım, madem ki sen (Ey Ebul Kasım) bize yemin ettirdin. (Şimdi ben doğrusunu söyleyeyim) "Biz, Tevrat'ta recmedilme cezasını buluyoruz." Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Allah'ın emrini ihmal etmenizin ilk sebebi neydi?" Genç de dedi ki: "Bizim Krallarımızdan birinin akrabası zina yaptı. Kral recmedilmesini erteledi. Sonra halktan birisi daha zina yaptı. Kral onu recmetmek istedi. Fakat zina yapanın akrabaları ona engel oldular ve dediler ki: "Sen getirip adamını recmetmedikçe bizim adamımız da recmedilmeyecektir." İşte o zaman yukarıda zikredilen ceza üzerinde anlaştılar." Resûlüllah da buyurdu ki: "Ben, Tevrat'ta bulunan ceza ile hükmediyorum?" Resûlüllah emretti ve iki Yahudi recmedildi. Ebû Davud, K. el-Hudud, bab: 26, Hadis no: 4450 / Not, Taberani'nin rivâyetinde de Ebû Hureyrc'nin, bu hadisi daha uzun ve kısmen farklıdır.

Bu hususta Bera b. Âzib de diyor ki:

"Resûlüllah'ın yanından yüzü kömürle karartılmış ve sopa vurulmuş bir Yahudi geçti. Resûlüllah Yahudileri çağırdı ve dedi ki: "Siz kitabınızda zina cezasını böyle mi buluyorsunuz?" Onlar da "Evet." dediler. Bunun üzerine Resûlüllah onların âlimlerinden birini çağırdı ve ona: "Seni, Mûsa'ya Tevrat'ı indiren Allah'a yemin ettiriyorum. Söyle bana siz kitabınızda zina edenin cezasını böyle mi görüyorsunuz?" O kimse: "Hayır, eğer sen bana bu yemini ettirmeyecek olsaydın söylemezdim. Onun cezasını Tevrat'ta recmedilme olarak buluyoruz. Fakat bizim ileri gelenlerimizde zina çoğaldıydı. Biz, ileri gelenlerimizi yakaladığımızda serbest bırakıyor zayıf olanlarımızı yakaladığımızda ise bu cezayı veriyorduk. Bu sebeple dedik ki: "Gelin bir ceza üzerinde ittifak edelim de onu hem ileri gelenlerimize hem de güçsüz olanlarımıza uygulayalım." İşte biz bu sebeple recmetme yerine kömürle yüz karartma ve sopa vurma cezasını koyduk." dedi. Bunu üzerine Resûlüllah: "Ey Allah’ım, onların öldürdükleri (yürürlükten kaldırdıkları) emrini ilk ihya eden benim." dedi. Sonra onların recmed il mel erini emretti ve recmedildiler." İşte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah, "Ey Peygamber, kalbleri inanmadığı halde ağızlarıyla 'İman ettik" diyenlerden ve Yahudilerden inkâra koşanlar seni üzmesin." âyetini indirdi. Yahudiler demişlerdi ki: "Siz Muhammed'e varın. Eğer o, zina edenlerin yüzlerinin karartılmasını ve sopa vurulmasını emrederse onu alın. Şâyet o size, recmedilmesini emrederse kaçının." Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onla, kâfirlerin ta kendileridir. Maide sûresi, 5/44, 45, 47 âyetini indirdi. Müslim, K. el-Hudud, bab: 28, Hadis no: 1700 / Buhari, K. el-Hudud, bab: 24

d- Abdullah b. Kesir ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, münafıklar hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden doğru olmaya daha evla olanı, bu âyetin, münafıklar hakkında nazil olduğunu söyleyen görüştür. Bu münafıklar, Abdullah b. Suriya gibileri de, Ebû Lübabe gibileri de ve bunların dışındakiler de olabilirler. Ancak bu münafıkların, Abdullah b. Suriya ve benzerleri oldukları hakkında Resûlüllah'ın iki sahabisi Ebû Hureyre ve Bera b. Âzib'den hadisler Rivâyet edilmiştir. Bu sebeple bu konuda Rivâyet edilenlerin en sağlamlan bu iki sahabinin rivâyet ettikleridir. Bu da göstermektedir ki, Abdullah b. Suriya, diliyle Resûlüllah'a iman ettiğini söyleyen, kalben ise iman etmeyenlerden biridir.

Âyet-i kerime’de: "Onlar çokça yalan dinlerler. Sana gelmeyen bir kavme çokça kulak verirler." buyurulmaktadır.

Burada zikredilen yalan dinleyenlerden kimlerin kastedildiği, dinledikleri yalanın ne olduğu hususunda çeşitli izahlar yapılmıştır.

a- Mücahid'e göre, yalan dinleyenler, müslüman gözüken Yahııdilerdir. Dinledikleri yalan ise hahamlarının "Evli oldukları halde zina edenlerin cezası recmedilme değil yüzünün karalanması ve sopa vurulmasıdır." şeklindeki sözleridir. Başka bir kavmi dinleyenler de münafık Yahudilerdir. Dinledikleri kavimden maksat ise, zina edenin ailesinden olan ve münafık Yahudileri Resûlüllah'a gönderirken şu şekilde telkinde bulunan Yahudilerdir. Onlar, münafık Yahudilere: "Eğer Muhammed size, evli olduğu halde zina edene yüz karartma ve sopa vurma cezası verirse onu kabul edin. Şâyet size recmetme cezası verirse onu kabulden kaçının." şeklinde telkinlerde bulunmuşlardır.

b- Cabir b. Abdullah'a göre ise, hahamların yalanlarını ve başka bir kavmin sözlerini dinleyen kimseler, Medine'de bulunan Yahudilerdir. Onlara telkinlerde bulunan kimselerden maksat ise Fedek'te yaşayan Yahudilerdir. Fedek Yahudileri Medine Yahudilerine: "Muhammed size şu hükmü verirse kabul edin, şunu verirse kabul etmeyin." demişlerdir.

c- Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre de hahamların yalanlarını ve Resûlüllah'a gelmeyen kavmin telkinlerini dinleyen insanlardan maksat, zina eden kadın veya erkeğin ailelerinin gönderdikleri heyettir.

Resûlüllah'a gitmediği halde telkinde bulunan kavimden maksat ise zina edenin ailesidir.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden doğru olanı, şöyle diyen İbn-i Zeyd'in görüşüdür. "Burada yalanlan dinleyenler de, başka bir kavme kulak verenler de aynı insanlardır. Bunlar, Fedek Yahudilerini dinlyen Medineli Yahudiler de olabilir, başkalarını dinleyen diğer insanlar da olabilir. Ancak şurası bir gerçektir ki evli olduğu halde zina eden bir kadının cezası hakkında Allah'ın hükmünün dışında uydurulan yalanlan dinlemek Yahudilerden bir topluluğun sıfatıdır. Onlar Resûlüllah'a gelmeden önce hem hahamlarının yalanlarını dinlemişler hem de fuhuş yapan kadının kavminin telkinlerini dinlemişler, Resûlüllah'ın cevabının ne olacağını öğrenip kadının ailesine bildirmek için onun hükmüne başvurmuşlardır. Eğer Resûlüllah, hahamlarının uydurdukları gibi ve zina eden kadının ailesinin telkinde bulunduğu gibi hüküm verecek olsaydı Yahudiler buna uyacaklardı. Vermezse uymayacaklardı.

Âyet-i kerime’de "Bunlar, kitabın kelimelerini asıl yerlerinden değiştirirler, (kendilerine uyanlara) Bu (değişik şekliyle) size verilirse alın, verilmezse kaçının." buyunılmaktadır.

Yani hahamların yalanlarını ve telkinlerini dinleyen Yahudiler, evli olduğu halde zina eden kadın ve erkeklerin recmed ilme cezalanın Allah, tam yerine koyduktan sonra değiştirirler. Onu sopa vurma cezası yaparlar. Bu Yahudiler, münafık olanlarına veya Fedek Yahudileri Medine Yahudilerine yahut zina edenin ailesi, gönderdiği temsilcisine derler ki: "Eğer Muhammed size, zina eden adamımız hakkında sopa vuıma ve yüzünü karalama cezası verirse onu alın, recmedilme cezası verirse onu bırakın."

Katade bu âyetin izahında demiştir ki: "Bu âyet, Nadr oğulları Yahudilerinin, öldürdüğü Kureyza oğullarından bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. Nadr oğulları Kureyza oğullarından birini öldürdükleri zaman, kendileri onlardan üstün sayıldığı için kendilerine kısas yapılmazdı. Bunlar, Kureyza oğullarına sadece diyet öderlerdi. Kureyza oğulları, Nadr oğullarından birisini öldürürse Nadr oğulları, kendilerini üstün sayarak kısasın dışında hiçbir şeye razı olmazlardı. Onlar bu şekilde devam ederken Resûlüllah Medine'ye geldi. Yahudiler bu meseleyi Resûlüllah'a sormaya karar verdiler. Bunun üzerine münafıklardan biri dedi ki: "Bu kişi kasıtlı bir şekilde öldürülmüştür. Siz bu meseleyi Muhammed'e götürürseniz korkarım ki o size kısas yapma hükmünü verir. Eğer Muhammed, sizin diyet vermenizi kabul ederse onun verdiği hükmü alın. Aksi takdirde ondan kaçının."

Âyet-i kerime’de: "Allah bir kimsenin fitneye düşmesini dilerse senin o kimse için Allah'a karşı yapacak hiçbir şeyin yoktur." buyıırulmaktadır.

Allahü teâlâ âyet-i kerime’nin bu bölümüyle, Yahudi ve münafıklardan inkâra koşuşanlara karşı üzülen Resûlüllah'ı teselli etmekte ve ona buyurmaktadır ki: "Sen onların, senin Peygamberliğini inkâr etmeye koşmalarına üzülme. Çünkü ben daha önce onlara gazap etmemle, onların sapıklıklarından bir daha dönmeyeceklerini kesinleştirdim. Senin, onların bu hallerine üzülmen, onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır."

Taberi diyor ki: "Burada zikredilen fitneden maksat, doğru yoldan sapmaktır."

Âyet-i kerime’nin sonunda "İşte onlar, Allah'ın, kalblerîni temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar için zillet âhirette de büyük bir azap vardır." buyu rulm aktadır.

Yani, işte kalbleri mühürlenin bu insanlar, Allah'ın, kalblerini inkâr kirlerinden, şirk pisliklerinden, İslamın temizliği ve imanın nezafeti ile temizlemek istemediği kimselerdir ki tevbe edip de kötü hallerinden vazgeçsinler. Bilakis Allah onların dünyada zelil ve âciz olmalarını dilemiştir. Âhirette de onlar için, içinde ebedi kalacakları cehennem azabı vardır.

İkrime âyetin bu bölümünde geçen ve "Zillet" diye tercüme edilen kelimesini, Bizans Rumlarının bir şehri olarak izah etmiş ve demiştir ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Bu fitneye düşen insanlar için dünyada "Hizy şehrini ele geçirme vardır." Onlar orayı önce fethedip sonra da esir düşeceklerdir.

42

Onlar, yalana çok kulak veren ve haramı çokça yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir. Onlardan yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Eğer aralarında hükmedersen, adaletle hükmet. .Şüphesiz ki Allah, adaletli davrananları sever.

Ey Rasûlüm, sana sıfatlarını belittiğim bu Yahudiler, batıl sözlere ve yalanlara çokça kulak verenlerdir. Yalanlarından bazıları da "Muhammed Peygamber değidir. O yalancıdır. Evli olarak zina edenin Tevrat'taki cezası sopa vurma ve onun yüzünü karalamadır." şeklindeki iftiralarıdır. Yine bu Yahudiler, Allah'a karşı yalan uydurmaları mukabilinde rüşvet yer ve batıl hükümler veriler. Şâyet sana gelmemiş olan, zina eden kadının ailesi sana gelir ve senin hakemliğini kabul edecek olursa sen dilersen, Allah'ın, zina eden kadın hakkında koymuş olduğu hükmü onlara ver. Dilersen aralarında nüküm verme. Şâyet sen, ehl-i kitaptan, hüküm vermen için başvuran kimseler arasında hüküm vermeyi tercih edecek olursan elbette ki onlar ne dinen ne de dünyevi bakımdan sana hiçbir zarar veremezler. Sen onlar hakkında hüküm vermemekte serbestsin. Eğer hüküm verecek olursan adaletle hüküm ver. O da Allah'ın, onların yaptıkları işlerin benzerleri için koyduğu hükümdür. Şüphesiz ki Allah, insanlar arasında adaletli hüküm vereni ve koyduğu hükümleri uygulayanları sever.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Haram" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı "Aç gözlülük ve doyma bilmemek"tir. Mecazi anlamda ise rüşvete bu isim verilmiştir. Çünkü rüşvet isteyen, aç gözlülüğü bakımından, doyma bilmeyenlere benzetilmiştir. kelimesinin bu âyette nasıl bir mânâ ifade ettiği hakkında ise çeşitli izahlar yapılmıştır.

a- Hasan-ı Basri, Katade, Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai, Süddi ve Enes b. Malik'ten nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen kelimesinden masa "Rüşvef'tir. İsrailoğullarının yöneticileri çokça batıl sözler dinlediklerinden ve rüşvet yediklerinden onlar bu âyette bu iki sıfatlarıyla zikredilmişlerdir.

b- Mücahid, Dehhak, Abdullah b. Abbas, İbn-i Zeyd ye Abdullah b. Ömer'e göre bu âyette zikredilen "Suht" kelimesinden maksat, "Hüküm vermede rüşvet alma"dır. Bu hususta Hazret-i Ömer'in oğlu Abdullah diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Suht'un beslediği her et için cehennem azabı daha evladır." Denildi ki: "Ey Allah'ın Reulü, suht nedir?" buyurdu ki: "Hüküm vermede rüşvet almak"tır. Bkz. Buhari, K. el-îcare, bab: 16

c- Hazret-i Ömer'den nakledilen başka bir Rivâyete göre "Suht" rüşvet ve fuhuş işleyen kadının aldığı ücrettir.

d- Hazret-i Ali'ye göre hacamat yapanın aldığı ücret, zina yapanın aldığı para, köpek satarak alınan para, dâvaya bakılması için veriler ücret, kâhine verilen bahşiş, erkek hayvanın döl için kullanılması halinde alınan para, hüküm verilirken ahnan rüşvet, içki parası ve leş satılarak elde edilen para "Suht" sayılır.

e- Ebû Hureyre'ye göre "Suht"tan maksat, zina edenin aldığı para, erkek hayvanın döl için kullanılması halinde alınan para, hacamat yapanın aldığı ücret ve köpek satarak alınan paradır.

f- Abdullah b. Hubeyre'ye göre "Suht" zina edenin aldığı para, hüküm vermede ahnan rüşvet ve cahiliye döneminde kâhinlere verilen bahşiştir.

g- Abdullah b. Mes'ud ise suht'u şöyle tarif etmiştir: "Bir adam bir kimseden ihtiyacının giderilmesini ister. O da onun ihtiyacım giderir. Sonra ihtiyacı gideren kişiye hediye verilir. O da onu kabul eder. İşte suht budur." Diğer bir Rivâyette şöyle demiştir: "Bir adam senden, bir haksızlığa karşı yardım ister sen de ona yardım edersin. Sonra da o adam sana bir şey hediye eder. Sen de onu kabul edersin. İşte suht budur. Abdullah b. Mes'ud'a göre hüküm vermede rüşvet alan kâfir olur. Bu hususta Mesruk diyor ki: "Ben, abdullah b. Mes'ud'dan: "Suht, hüküm vermede rüşvet alma mıdır?" diye sordum. O da dedi ki: "Hayır, suht o değildir. Çünkü Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen kâfirdir, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen zalimdir, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen fâsıktır. Suht ise şudur: "Bir kimse uğradığı haksızlığa karşı senden yardım ister. Sen de o kişiye yardım edersin. Sonra o kişi sana hediye verir. Sen de onu alırsın. İşte suht budur."

Âyet-i kerime’de "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya yüz çevir." buyurulmaktadır.

Müfessirler, âyetin bu bölümünü göz önünde bulundurarak bu âyetin, kimin hakkında nazil olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahid, Zühri, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Kesir'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, daha önce izahı yapılan, zina eden Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudiler, şereflileri zina ettiğinde ona zina etmenin Tevrat'taki asıl cezasını vermeyip onun yüzünü karalıyor ve ona sopa vuruyorlardı. Zayıf olanlarından biri zina yaptığında ise onu recmediyorlardı. Resûlüllah Medine'ye gelince ona, evli oldukları halde zina yapanların cezasının ne olduğunu sordular. Resûlüllah da onlara recmedilme olduğunu söyledi ve zina yapanların recmedilmesini emretti. Allahü teâlâ bu âyeti indirdi ve Resûlüllah'ı, ehl-i kitabın kendisine başvurmaları halinde aralarında hüküm verip vermemekte serbest bıraktı.

Bu mesele hakkında Abdullah b. Kesir diyor ki: "Yahudiler önceleri zina cezasını uygulamıyorlardı. Nihâyet içlerinden şerefli olan bir genç zina yaptı.

Onlar birbirlerine: "Bunun kabilesi, sizin onu recmetmenize müsaade etmez. Siz ona sopa vurun ve işkence edin." dediler. Ona sopa vurdular. Onu semerli bir eşeğe ters olarak bindirdiler ve dolaştırdılar. Yine onlardan, halktan zayıf birisi zina yaptı. Yahudiler: "Bunu recmedin." dediler. Sonra da: "Öncekini neden recmetrnediniz? Buna da öncekine yaptığınızı yapın." dediler. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicret edince Yahudiler: "Meselenin hükmünü ona sorun. Belki de mesele hakkında bir ruhsat bulursunuz." dediler. Allahü teâlâ da: "Eğer sana gelirlerse aralarında hüküm ver." âyetini indirdi.

b- Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bu âyet-i kerime Yahudilerden Nadr oğulları ile Kureyza oğulları arasında ihtilaf konusu olan bir diyetin Resûlüllah'a sorulması üzerine nazil olmuştur.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet ediliyor: Medine'de Yahudilerden Kureyza ve Nadr oğulları kabileleri bulunuyordu. Nadr oğulları kabilesi Kureyza oğulları kabilesinden daha şerefli kabul ediliyordu. Kureyza oğullarından biri Nadr oğullarından birisini öldürürse, öldüren katil de öldürülürdü. Fakat Nadr oğullarından birisi Kureyza oğullarından birisini öldürürse, katil öldürülmez diyet olarak yüz vesk (yaklaşık yirmi ton) hurma verilirdi. Resûlüllah Medine'ye geldikten sonra Nadr oğullarından bir adam, Kureyza oğullarından birisini öldürdü. Kureyza oğulları, "Katili bize verin onu öldürelim." dediler. Karşı taraf itiraz edince Kureyza oğulları "Bizimle sizin aranızda Allah'ın Peygamberi var ona başvuralım." dediler. Ve Resûlüllah'a geldiler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu ve Resûlüllah'in, onların arasında hüküm verirken adaletle hüküm vermesini (yani kısas hükmü vermesini) bildirdi." Nesâî, K. el-Kasame, bab: 8, Hadis no: 4736

Müfessirler, âyet-i kerime’de geçen "Sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir." hükmünün neshedilip neshedilrnediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- İbrahim en-Nehai, Şa'bi, Ata ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre bu hüküm neshed ilmem iştir. Bugün dahi geçerlidir. Buna göre Zımmilerin ve müslümanlarla antlaşmalı olan diğer gayr-i müslimlerin, müslüman idarecilerin hükümlerine başvurmaları halinde müslüman idareciler bunların meseleleri hakkında hüküm verip vermemekte serbesttirler.

Bu hususta İbrahim en-Nehai ve Şa'bi'nin şunları söyledikleri nakledilmiştir: "Eğer bir müşrik, muhakeme edilip hüküm verme hususunda sana başvuracak olursa sen dilersen onlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmedersin. Dilersen onların taleplerini reddedip yüzçevirirsin."

b- İkrime, Hasan-ı Basri, Mücahid, Katade, ömer b. Abdülaziz, Zühri ve Suudi'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyet-i kerime’nin bu bölümü mensuhtur. Zimmi olan gayr-i müslimler muhakeme olunmak üzere müslüman hakime başvurduklarında müslüman hakim onlar arasında hüküm vermeye mecburdur. Meselelerine bakıp bakmamakta serbest değildir. Âyetin bu bölümünü nesneden âyet ise daha sonra nazil olan şu âyettir: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer onlar yüz çevirirlerse bil ki Allah , bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Maide sûresi, 5/49

Hakem diyor ki: "Mücahid demiştir ki: "Maide suresinden sadece şu iki âyet neshedilmiştir. Neshedilen âyetlerden birincisi: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir." âyetidir. Bunu nesneden âyet de "Ararlarında Allah'ın indirdiği ihe hükmet, onların heva ve heveslerine uyma. Maide sûresi, 5/49 âyetidir.

Neshedilen âyetlerden ikincisi ise "Ey iman edenler, Allah'ın nişanelerine, mukaddes olan haranfaya, hediye edilen kurbanlara, gerdanlıklara ve rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Kabe'ye yönelenlere sakın saygısızlık etmeyin." Maide sûresi, 5/2 âyetidir. Bunu nesheden de: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Tevbe Sûresi, 9/5 âyetidir.

Zühri de: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet." âyeti hakkında sünnetin açıklamasının şöyle olduğunu söylüyor: "Gayr-i müslimler, haklarında ve miraslarında kendi dinlerine havale edilirler. Ancak onlar, kendi istekleriyle bir ceza hususunda bize başvuracak olurlarsa bu takdirde onlar arasında Allah'ın kitabiyi;: hüküm verilir."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, âyetin mensuh ol-madığım söyleyen ve gayr-i müslimlerin meseleleri hakkında müslüman hakime başvurmaları durumunda, hakimin, onların arasında hüküm verip vermemekte serbest olduğunu söyleyen görüştür. Zira hakimin bu durumda hüküm vermek mecburiyetinde olduğunu söyleyen görüş, bu âyetin, bu surenin kırk dokuzuncu âyetiyle neshedildiğini söylemektedir. Biz, "Kitabül Beyan an Usulül Ahkâm" adlı kitabımızda, bir neshin gerçekleşmesi için iki âyetin hükümlerinin birbirine tamamen zıt olması gerektiğini zikrettik. Burada birbirlerini nesnelliklerini söyledikleri âyetlerin birbirleriyle bağdaştırılmaları mümkün olduğundan bunların birbirlerini neshettiklerini söylemek isabetli değildir. Zira bu âyeti nesheden âyet olarak zikredilen: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, heva ve heveslerine uyma. Maide sûresi, 5/49 âyetini, "Eğer yüz çevirmeyi değil de onlar arasında hüküm vermeyi seçecek olursan, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet." şeklinde izah ederek iki âyeti birbiriyle bağdaştırmak mümkündür. Madem ki âyetlerden birinin diğerini neshettiği açıkça zikredilmem iştir, onlardan birinin ifade ettiği hüküm diğeri tarafından tamamen kaldırılmış değildir ve birinin diğerini neshettiğine dair Resûlüllah'tan sahih bir haber nakledilmemiştir müslümanların da bu hususta icma ettiklerine dair herhangi bir Rivâyet yoktur, o halde bu âyetlerden herbirini, diğeri ile bağdaşacak bir şekilde tefsir etmek ve birbirlerini neshetmediklerini söylemek daha isabetlidir.

43

Allah'ın hükmü, yanlarında bulunan Tevrat'ta yazılı olduğu halde, nasıl oluyor da senin hüküm vermeni istiyorlar? Sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar. Onlar, mü’min değillerdir.

Ey Rasûlüm, nasıl oluyor da bu Yahudiler, aralarında senin hüküm vermeni istiyorlar ve senin hakemliğine razı oluyorlar? Halbuki onların yanında, benim Mûsa'ya indirdiğim, onların da hak kitap olduğunu kabul ettikleri Tevrat bulunmaktadır. Onun içinde bulunan hükümler benim gönderdiğim hükümlerdir. Evli olarak zina edenin hükmü de onda mevcuttur. Onlar bunu bilmelerine rağmen onun hükmünü terkedip bana isyan etme cesaretini göstererek ondan yüz çevirirler. Daha doğrusu onlar, mü’min kimseler değillerdir. Zira Allah'ın hükmünden yüz çevirme, mü’minlerin sıfatlarından değildir.

Taberi diyor ki: "Her ne kadar bu âyet Resûlüllah'a hitabetmekte ise de aslında Yahudileri, yaptıkları çirkin davranışlarından dolayı kınamaktadır. Çünkü onlar hem Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğini reddediyor ve yalanlıyorlar hem de onu hakem tayin ediyorlar. Ayrıca fetva almak istedikleri konunun hükmü, hak kitap olduğuna iman ettikleri Tevrat'ta mevcut bulunmaktadır. Bu sebeple âyet,Yahudilerin davranışlarının samimiyetle bağdaşmadığını ve Yahudilerin gerçekten iman edenler olmadıklarını bildirmektedir.

44

Şüphesiz ki biz, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Rabbine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden onunla hükmederlerdi. Onlar, Tevrat'ın hak olduğuna şahit idiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir değere satmayın. Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kafirlerin ta kendileridir.

Şüphesiz ki biz Tevrat'ı indirdik. Onda insanları doğru yola ileten hidâyet ve karanlıkları aydınlatan nur vardır. Allah'a boyun eğen Peygamberler, kendilerine tabi olan Yahudilere Tevrat ile hükmederler, âlimleri de Allah'ın kitabını muhafaza etmekle görevlendirildikleri için Tevrat'la hükmederlerdi. Yahudi alimleri. Peygamberlerin. Allah'ın kitabıyla hükmettiklerine dair sahillerdir. Ey Yahudi alimleri, insanlardan korkmayın, benden koku. Çünkü fayda ve zarar verme ancak benim elimdedir. Âyetlerimle hükmetmeyi bırakıp karşılığında geçici ve az bir değeri almayın. Allah'ın göndermiş olduğu kitabın hükmüyle hükmetme yenler, kefillerin ta kendileridir.

Âyette, Allah'a teslim oldukları zikredilen Peygamberlerden maksat, evli oldukları halde zina eden iki Yahudi hakkında recmedilme cezasını veren ve Kureyza oğullarıyla Nadr oğullarının öldürülenlerinin diyetlerinin eşit olduğuna hüküm veren Hazret-i Muhammed'dir ve Hazret-i Muhammed'den önce geçen ve Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmeden diğer Peygamberlerdir.

Katade diyor ki: "Bize anlatıldığına göre bu âyet-i kerime indirilince Resûlüllah buyurmuştur ki: "Yahudiler hakkında da onların dışındaki, diğer dinlere sahip olan insanlar bakında da biz hüküm vereceğiz."

Zühri bu âyet-i kerime’nin, Resûlüllah'a evli oldukları halde zina eden iki Yahudinin cezasının ne olacağın: sormalanyla Resûlüllah'ın, onlara recmedilme cezası vermesi üzerine nazil olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Rablerine samimi olarak kulluk edenlerin ve âlimlerin de insanlara, Allah'ın indirdiği Tevrat'la hükmedecekleri" beyan edilmiştir.

Burada zikredilen ye "Rablerine samimi olarak kulluk edenler.." diye tercüme edilen "Rabbaniyyun" kelimesinden maksat, hikmetli davranan, insanları idarede, işlerini düzenlemede ve menfaatlerini korumada basiretli olan âlimler." demektir. Daha önce bunun izahı ve hakkındaki görüşler zikredilmiştir.

Burada geçen ve "Âlimler" diye tercüme edilen "Ahbar" kelimesi "Hibr" kelimesinin çoğuludur. Mânâsı ise "Bir şeyi sağlam bir şekilde bilen" demektir.

Süddi burada "Rabbaniyyun" ve "Ahbar" diye vasıflandırılan kişilerden maksadın "Suriya" ismindeki Yahudinin iki oğlu olduğunu söylemiştir.

Esbat, bu hususta Süddi'nin şunları söylediğini rivâyet etmiştir: "Yahudilerden iki kardeş vardı. Bunlara "Suriya'nın iki oğlu" denirdi. Bunlar, müslüman olmadıkları halde Resûlüllah'a tabi olmuşlardı. Bunlar, Resûlüllah'ın, kendilerinden, Tevrat hakkında bir şey sorduğunda ona,Tevrat'tan bildiklerini söyleyeceklerine dair ahit vermişlerdir. Bunlardan biri "Rabbani" diğeri ise "Hibr" idi. Bunlar, Resûlüllah'a, ondan bir şeyler öğrenmek için tabi olmuşlardı. Bir gün Resûlüllah onları çağırdı. Kendilerinden bazı şeyler sordu. Onlar da "İleri gelen kimselerin zina etmeleri halinde hükmün ne olduğunu, zayıf olanların zina etmeleri halinde de hükmün ne olduğunu ve diğer hükümlerin neler olduklarını anlamlar. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Şüphesiz biz, içinde hidâyet ve nur bulunan Tevrat'ı indirdik. Allah'a teslim olan Peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi." Yani, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Yahudilere Tevrat'ın hükmüyle hüküm verir." beyanını indirdi.

Yine Allahü teâlâ "Rablerine samimi olarak kulluk edenler ve âlimler de, Allah'ın kitabını korumakla görevlendirildiklerinden, yani Suriya'nın, Rabbani ve Hibr denen iki oğlu da, Yahudilere Allah'ın indirdiği Tevrat'la hükmederlerdi." ifadelerini indirdi.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu mesele hakkındaki doğru görüş burada zikredilen "Rabbani"nin ve "Ahbar"ın, alimlerin sıfatı olduğunu söyleyen görüştür. Bunlar, Suriya'nın iki oğlu da olabilir, başkaları da. Bunların bilinen Rabbani ve Ahbar olduklarına dair kesin bir delil yoktur. Nitekim, Dehhak, Ha-san-ı Basri, Katade ve Mücahid bunlardan maksadın Yahudilerin kurraları ve fıkıhcıları olduklarını söylemişler, İbn-i Zeyd ise, Rabbanilerin idareciler, Ahbar'ın da âlimler olduklarını söylemiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda, "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." buyurulmaktadır. Yani kim Yahudilerin, evli oldukları halde zina eden iki kişi hakkında merkebe ters bindimle ve yüzlerini karalama hükmünü verip recmedilmeleri hükmünü saklamaları, öldürülen bazı kişiler hakkında tam diyet ödettirirken diğer bazıları hakkında yarım diyet ödetmeleri, ileri gelenleri öldürüldüğünde, öldüreni kısasa tabi tuttuktan halde zayıflan öldürüldüğünde sadece diyet ödettinneleri gibi hükümler verir de Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyecek olursa işte onlar, hakkı gizleyen ve onu insanların gözünden kaçıran kimselerdir."

Müfessirler bu âyette zikredilen kâfirlerden kimlerin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Bera b. Âzib, Ebû Salih, Dehhak, Ebû Miclez, İkrime, Katade ve Ubeydullah b. Abdullah'dan nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen kâfirlerden maksat, Allah'ın kitabı Tevrat'ı tahrif edip değiştiren Yahudilerdir.

Bu hususta Bera b. Âzib demiştir ki:

"Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir. Maide sûresi, 5/45 "İşte onlar fâsıkların ta kendileridir. Maide sûresi, 5/47 âyetlerinin hepsi, kâfirler hakkında nazil olmuştur. Müslim, K. el-Hudud, bab: 29, Hadis no: 1700

Ebû Salih diyor ki: "Maide suresinin bu üç âyetinde ehl-i islam için bir şey yoktur. Bunlar, kâfirler hakkındadır.

İmran diyor ki: "Ebû Miclez'e, Hariciye mezhebinin ibadiye fırkasından bir kısım insanlar gelip Ebû Miclez'in yanında oturdular ve ona dediler ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, fâsıkların ta kendileridir." (İbadiye fırkasına mensup olanlar bu sözlerini söylerken, idarecilerin, Allah'ın indirdiği ile hükmetmediklerinden, kâfirler, zalimler ve fasıklar olduklarını söylemek istemişlerdir.) Ebû Miclez de dedi ki: "Bu idareciler bu yaptıklarını yapıyorlar ve yaptıklarının günah olduğunu da biliyorlar. Bu âyetler, Yahudi ve Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur."

İbadiye fırkasından olanlar dediler ki: "Vallahi sen de bizim bildiğimiz gibi biliyorsun. Fakat sen onlardan korkuyorsun." Ebû Miclez de dedi ki: "Siz buna bizden daha layıksınız. Biz, sizin bildiğiniz gibi bilmiyoruz. Sizler, biliyorsunuz fakat, bildiğiniz gibi hareket etmenize engel olan, sizin onlardan korkmanızdır."

Bu hususta Ebul Buhturi de şunları söylemiştir: "Bir adam Huzeyfe'den "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.. İşte onlar zalimlerin ta kendileridir. İşte onlar, fâsıkların ta kendileridir,.." âyetlerinin izahını sordu ve dedi ki: "Bu âyetlerin İsrailoğulları hakkında nazil olduklarını söylüyorlar ne dersin?" Huzeyfe de dedi ki: "Evet, size kardeş olan İsrailoğulları hakkında, her acı şey onların hakkında, her tatlı şey ise sizin hakkınızda. Hayır vallahi mesele böyle değil. Siz, İsrailoğullarının yolunu, bir takunyanın tasması kadar çok yakın bir mesafeden takibedeceksiniz."

Bera b. Âzib de Resûlüllah'ın, zina eden Yahudiler hakkında recm cezası vermesi üzerine bu âyetlerin indiğini ve bunların, Yahudiler hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

İbn-i Zeyd de demiştir ki: "Kim, kendi eliyle bir kitap yazar, Allah'ın kitabîni bırakarak o kitapla hüküm verir ve kendi yazdığı o kitabın da Allah katından olduğunu zannedecek olursa işte o zaman kâfir olur.

Ebuzzinad diyor ki: "Biz, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ud'un yanında bulunuyorduk. Bir adam, "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir." "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." âyetlerini okudu. Bunun üzerine Ubeydullah dedi ki: "Vallahi bir çok insan, bu âyetleri, haklarında inmedikleri mânâlarla yorumluyorlar. Bunlar, Yahudilerden iki kabile hakkında nazil olmuştur. Onlar da Kureyza ve Nadr oğullarıdır."

Ubeydullah, bu iki kabileden birinin, kendisini daha üstün sayarak öldürülenlere diyet takdir edildiğinde, kendi kabilesinden öldürülenlerin diyetini diğer kabileden öldürülenin iki katı kabul ederlerdi. Resûlüllah Medine'ye hicret edip diyetlerinin eşit olduğuna hüküm vereceği anlaşılınca onlar, içlerinden müslüman görünen bir münafıkı Resûlüllah'a gönderip durumu öğrenmek istemişler, daha önce yaptıkları gibi hüküm verirse kabul edeceklerini, eşit olduklarına hüküm verirse kabul etmeyeceklerini kararlaştırmışlardır. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, bundan önceki âyetleri, bunu ve bundan sonraki âyetleri o Yahudiler hakkında indirmiştir.

b- Âmir eş-Şa'bi'ye göre ise "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyeti müslümanları kasdetmektedir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir." âyeti, Yahudileri kasdetmektedir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, fasıkların ta kendileridir." âyeti Hristiyanlan kasdetmektedir. Yani, birinci âyet müslümanlar hakkında, ikinci âyet Yahudiler, üçüncü âyet de Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur.

c- Ata b. Ebi Rebah, Tavus ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir..." "İşte onlar, zalimlerin ta kendileridir.." "İşte onlar fasıkların ta kendileridir." âyetlerinde zikredilen kâfirlikten maksat, insanı dinden çıkaran kâfirliğin daha alt seviyesinde bir kâfirliktir. Zalimlik ve fasıklık da, bilinen zalimlik ve fasıklıklardan daha alt derecede zalimlik ve fasıklıklardır.

Bu hususta Said el-Mekki Tavus'un şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." âyetindeki kâfirlik, kişiyi elinden çıkaran kâfirlik değildir.

Tavus diyor ki: "Bir kişi, Abdullah b. Abbas'tan, "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler.." âyetlerini sordu ve dedi ki: "Bir kimse bunu yaparsa kâfir mi olur?" Abdullah b. Abbas da dedi ki: "Onun bunu yapması kâfirliktir. Fakat o kimse Allah'ı âhiret gününü, şunu ve şunu inkâr eden kimse gibi değildir.

d- İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Abdullah b. Mes'ud ve Süddi'ye göre ise bu âyetler, ehl-i kitap hakkında inmiştir. Fakat bunlar, bütün insanları kapsamaktadır. Müslümanlar için de geçerlidir, kâfirler için de geçerlidir.

Bu hususta Mansur, İbrahim en-Nehai'nin şunu söylediğini rivâyet etmiştir: "Bu âyetler İsrailoğııllan hakkında inmiştir, amma bu ümmet için de geçerlidir."

Avf da, Hasan-ı Basri'nin "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyeti hakkında şunu söylediğini rivâyet etmiştir. Bu âyet, Yahudiler hakkında nazil olmuştur ama onun hükmüne uymak bize farzdır.

Selem b. Küneyl diyor ki: "Alkame ve Mesruk, Abdullah b. Mes'ud'dan, rüşvetin hükmünü sordular o da dedi ki: "Rüşvet suht'tandır. (Yani bu surenin kırk ikinci âyetinde geçen ve "Haram" diye tercüme edilen "Suht'tandır) Onlar da dediler ki: "Bu, hüküm verme sırasında alınan rüşvet midir?" Abdullah b. Mes'ud da dedi ki: "Böyle bir halde rüşvet almak kâfirliktir. Çünkü Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir."

Süddi de bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Allahü teâlâ buyurmuştur ki "Kim benim indirdiğim ile hüküm vermez, onu kasıtlı olarak bırakır ve bile bile haksızlık yapacak olursa işte o kâfirlerdendir.

e- Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen diğer bir görüşe göre "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." âyetindeki "Kâfirler"den maksat,- Allah'ın indirdiğini inkâr ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenlerdir. Allah'ın indirdiğinin, Allah tarafından olduğunu kabul ederek onun dışındaki şeylerle hüküm verenler ise zalimler ve fasıklardır.

Taberi diyor ki: "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, kâfirlerin ta kendileridir." âyeti hakkındaki görüşlerden doğru olmaya daha layık olanı, bu âyetin ve bundan sonra gelen âyetlerin, kâfirler hakkında olduğunu söyleyen görüştür. Çünkü bu âyetten önce gelen âyetlerin de sonraki âyetlerin de ehl-i kitabın kâfirlerinden haber verdiğini söylemek daha evladır.

Eğer denilecek olursa ki: "Allahü teâlâ, ehl-i kitaptan bahsettikten sonra umumi bir ifade ile, indirdiği ile hükmetmeyen herkesin kâfir olduğunu bildirmiştir. Ser. bunun nasıl olur da, özellikle ehl-i kitabın kâfirlerine mahsus olduğunu söylersin?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ, indirdiği ile hükmetmeyenlerin kâfirliğini, indirdiği ile hükmetmemesiyle birlikte, onu inkâr edenler için ge-nelleşîirmiştir. Abdullah b. Abbas'ın da dediği gibi Allah'ın indirdiğini inkâr ederek onunla hükmetmeyen herkes de ehl-i kitabın kâfirleri gibi kâfirdir. Zira, Allah'ın indirdiğini bildiği halde onu inkâr eden kimse, Resûlüllah'ın Peygamberliğini bildiği halde onun Peygamberliğini inkâr eden kimse gibidir.

45

Biz, Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kıyas yapılır. Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir. Kim,Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Biz, Tevrat'ta Yahudilere şu hükümleri farz kılmıştık: Haksız yere bir insanı öldüren kimse kısas olarak öldürülür. Göz çıkaranın gözü çıkarılır. Burun kopaaranın bumu kopanlır. Kulak kesenin kulağı kesilir. Diş kıranın dişi kırılır. Yaralamalarda da kısas vardır. Bununla beraber kim hakkını bağışlarsa bağışladığı kadar günahları affedilir. Veya kim, hakettiği cezayı kabullenirse bu onun günahları için bir keffarettir. Allah'ın nizamı ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) e Yahudilerin hallerini bildirmekte, onlardan, önce Resûlüllah'ı kabul edip de sonra inkâr edenlerin inkârlarına karşı Resûlüllah'ı teselli etmekte ve Resûlüllah'a, Yahudilerin, eskiden beri süregelen, Rablerine ve Peygamberlerime karşı isyan etme cesaretinde oduklarını, Allahü teâlânın gönderdiği kitabı tahrif ve tebdil ederek kendilerini Allah'tan üstün tutma gibi bir hale düştüklerini bildirmekte ve buyurmaktadıi ki:

"Ey Rasûlüm, bu Yahudiler sana gelip hüküm vermen için seni hakem tayin ederek senin verdiğin hükme hiç razı olurlar mı? Çünkü onların elinde Tevrat bulunmaktadır. Onlar Tevrat'ın hak kitap olduğunu, benim kitabım olduğunu, Peygamberim Mûsa'ya vahyettiğim bir kitap olduğunu ikrar ediyorlar. Tevrat'ta ise, evli oldukları halde zina edenler hakkındaki recmedilme hükmüm ve haksız yere birini öldürenin kısas yapılması, haksız yere bim'nip gözünü çıkarının, gözünün çıkarılması, burun koparanın burnunun koparılması, diş kıranın dişinn kırılmasına ait hükümlerim, yaralarda da, yaralayanın aynen yaralanmasına dair hükümlerim vardır. İşte onların elinde bulunan Tevrat'ta bu hükümlerimin bulunmasına rağmen onlar bu hükümlere sırt çevirirler. Onlarla amel etmezler. Bu itibarla onların, senin vereceğin hükmü almamaları ve vereceğin karara kızacakları muhakkaktır."

Bu âyetin nüzul sebebi hakkında İbn-i Cüreyc demiştir ki: "Kureyza oğulları Resûlüllah'ın, gizlemiş oldukları recm cezası ile hüküm verdiğini görünce harekete geçmişler ve demişlerdir ki: "Ey Muhammed, bizimle kardeşlerimiz Nadr oğulları arasında da sen hüküm ver." Zira Resûlüllah'ın hicretinden önce aralarında, öldürülen bir kişinin kam söz konusu idi. Nadr oğulları kendilerini Kureyza oğullarından üsîün gördüklerinden Kureyza oğullarının diyetlerini kendi diyetlerinin yarısı olarak kabul ediyorlardı. O zamanda diyetin miktarı Nadr oğullarının öldürülenleri için yüz kırk vesk Bir vesk, yaklaşık olarak 200 kg.dır. miktarı hurma idi. Kurezya oğullarının diyeti ise yetmiş vesk idi. Resûlüllah da buyurdu ki: "Kureyza oğullarının kanı Nadr oğullarının kanma denktir." Bunun üzerine Nadr oğulları kızdılar ve dediler ki: "Recm hükmünü vermende sana itaat etmeyeceğiz. Biz, daha önce uyguladığımız cezayı tatbik edeceğiz." İşte bunun üzerine: "Onlar, cahiliye devrinin hükmünü mü istiyorlar Maide sûresi, 5/50 âyeti, bir de: "Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık." âyeti nazil oldu.

Abdullah b. Abbas bu âyetin izahında demiştir ki: "Bu âyetten de anlaşıldığı gibi Yahudilerin arasında meydana gelen cinÂyetler ve yaralamalar hususunda kısas yapmaktan başka bir hüküm yoktu. Allahü teâlâ Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in ümmetine bu cezayı hafifletti ve kısasın yanında diyet ödemeyi de geçerli saydı ve "Bu, rabbiniz tarafından size bir hafifletmedir ve bir merhamettir. Kim bu hususta tasaddukta bulunacak olursa bu onun için bir keffarettir." buyurdu.

Âyet-i kerime’de geçen ve: "Fakat kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir." şeklinde izah edilen cümlesi müfessirler tarafından iki şekilde izah edilmiştir:

a- Abdullah b. Amr, İbrahim en-Nehai, Cabir b. Zeyd, Hasan-ı Basri, Amir eş-Şa'bî ve Katade'ye göre bu âyette zikredilen "Kim" kelimesinden maksat, yaralananın, kendisi ve öldürülenin velisidir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Yaralanan kimsenin kendisi veya öldürülenin velisi, zikredilen cezalardan birini affedecek olursa onun affedeceği ceza kadar günahı affedilir."

Bu hususta Ebus-sefer diyor ki:

"Kureyş'ten bir adam Ensar'dan bir adamın dişini kırdı. Muaviye ona yardım etmeye çalıştı. O da dedi ki: "Ey mü’minlerin emiri, bu benim dişimi kırdı." Muaviye de dedi ki: "Biz seni razı edeceğiz." Fakat adam, cezayı uygulaması için Muaviye'ye diretti. Muaviye ona kesin söz verdi fakat razı edemedi. Bunun üzerine "Arkadaşına ne yaparsan yap." dedi. O sırada Ebudderda Muaviye'nin yanında bulunuyordu. Ebudderda dedi ki: "Ben, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim. Onun konuştuğunu bizzat kulaklarımla duydum ve kalbimle idrak ettim. O buyurdu ki: "Hehangi bir adam, vücudunun herhangi bir yerinden zarara uğratılacak olur da zarar vereni affedecek olursa Allah, affetmesiyle o kulun bir derecesini yükseltir ve bir hatasını da düşürür." Ensar'dan olan adam dedi ki: "Bunu Resûlüllah'tan bizzat işittin mi?" Ebudderda dedi ki: "Ben onu kendi kulaklarımla işittim ve kalbim onu idrak etti. "Ensardan olan adam dedi ki: "Ben bunun cezasını ondan düşülüyorum. Muaviye de ona dedi ki: "Zararı yok ben seni mahrum etmem." Ve ona mal verilmesini emretti. Tirmizi, K. ed-Diyat, bab: 5, HN, 1393 / Ahmed b. Hanbel, Müsned C.6 S.448

Ubade b. es-Samit diyor ki:

"Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Herhangi bir adam vücudunda bir yara alır sonra da aldığı yaranın cezasını bağışlayacak olursa Allah da onun bağışladığı kadar günahlarını örter." Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5 S.316, 329, 412

b- Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İbrahim en-Nehai'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Yaralananın kendisi ve öldürülenin velisi, ceza uygulaması hakkından vazgeçecek olursa onun bu vazgeçmesi suçu işleyen için bir keffarettir. Günahlarının affına vesiledir. Affedenin mükâfaatı ise Allah'a aittir."

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunu söylediği rivâyet edilmektedir: "Kim yaralanır da yaralayanı cezalandırma hakkından vazgeçecek olursa artık yaralayana bir şey yapılmaz. Ona kısas uygulanmaz. Ondan diyet alınamaz ve ona yara açılamaz. Zira yaralanan kimse onu bağışlamıştır. Onun bağışlaması, yaralayanın haksızlığının cezasını düşüren bir keffarettir."

Taberi diyor ki: "Bana göre bu iki görüşten doğru olmaya daha layık olanı, affedilmenin, yaralanan için keffaret olacağını söyleyen görüştür. Zira âyette açıkça, hakkını bağışlayan hak sahibinden bahsedilmektedir. "Onun günahları" ifadesindeki "Onun" zamirinin, daha önce zikredilen "Hakkından vazgeçen"e ait olması, açıkça zikredilmeyen affedilene ait olmasından daha uygundur. Diğer yandan herhangi bir sadaka, sadaka verenin günahının affına vesiledir. Sadaka alanın günahına değil. Burada da maksat, kısas hakkından vazgeçen yaralanan kişiye veya hakkından vazgeçen, öldürülenin velisine ait olmasıdır.

Taberi diyor ki: "Denecek olursa ki: "CinÂyet işleyene kısas tatbik etmek onun günahlarını affettirir. Çünkü Resûlüllah, ahilerinden biat alırken "Adam ödürmeyeceğinize. zina yapmayacağınıza, hırsızlık yapmayacağınıza dair bana biat edin. Sizden kim bunlardan birini yapacak olur da o cezalandırılacak olursa, cezalandırılması onun için bir keffarettir." şeklinde biat almış ve kendisine kısas uygulanan suçlunun affedilmiş olacağını beyan etmiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki, yaralananın kendisi veya öldürülenin velisi de suç işleyenin affedilmesi gibi değildir. Mağdurun cinÂyet işleyeni affetmesi, onun için bir keffaret sayılmaz. Aksi halde iftiraya manız kalan kişinin, kendisine zina iftirasında bulunanı affetmesi de iftiracı için bir keffaret olmasını ve sopa vurma cezasından kurtulmasını gerektirir. Halbuki biz, zina iftirasında bulunan kimse için böyle bir şeyin söylendiğini hiçbir ilim ehlinden duymadık. Şimdi biz deriz ki: "Zina iftirasında bulunanın, iftiraya uğrayan tarafından affedilmesi, iftiracı için bir keffaret sayilmachği gibi cinÂyet işleyenin de cinÂyete manız kalan tarafından affedilmesi cinÂyet işleyen için bir keffaret sayılmaz."

Eğer denilecek olursa ki: "Yaralanan kimse, yaralayana kısas yaptırma yerine ondan diyet alabilir mi?" Cevaben denilir ki: "Evet alabilir." Tekrar denilecek olursa ki: "Yaralanan kimse kısas yerine diyet almayı tercih eder sonra da o diyeti almaktan vazgeçecek olursa yaralayan kimse kıyamet gününde yaraladığı kimseye karşı sorumlu olur mu?" Cevaben denir ki: "Bize göre senin söylediğin durum imkânsızdır. Çünkü bize göre diyet almayı tercih etmiş olabilmesi için diyeti fiilen almış olması gerekir. Diyet almadan affetme işi, kısas yaptırmakta söz konusudur. Ancak mağdur diyeti aldıktan sonra tekrar suç işleyene hibe edebilir. Diğer yandan mağdurun, diyet almayı tercih ettikten sonra onu amîamktan vazgeçmesi caiz görülse dahi bu, suç işleyenin Allah katında affedildiğini ifade etmez. Zira Allahü teâlâ bir mü’mini katledene, tevbe etmemesi halinde büyük cezalar vereceğini bildirmiştir. Diyet, suç işleyenden iradesi dışında alınır. Bu da suç işleyenin kendi iradesiyle suçundan tevbe ettiğini ifade etmez. Halbuki tevbe, işlediği suçtan hür iradesiyle vazgeçme ve benzerini yapmamaya karar vermekle olur.

Yine denecek olursa ki: "Yaralanan diyeti tercih eder sonra da onu almaktan vazgeçecek olursa suçlu, kısas tatbikinde olduğu gibi bu durumda da affedilmiş olur." Buna cevaben deriz ki: "Kısasın suç işleyen için keffaret sayılması, Resûlüllah'ın bildirdiği gibi onun, cezalandırılmaya boyun eğerek tevbe etmesinden dolayıdır. Mağdurun diyet almayı tercih edip sonra da diyetten vazgeçmesi, suçlunun cezasmmin verildiğini ifade etmez ki Resûlüllah'ın: "Kim de suç işleyecek olur da bundan dolayı cezalandırılacak olursa bu onun için bir keffarettir." ifadesine dahil olabilsin.

Taberi diyor ki: "Âyetin, "Kim hakkından vazgeçerse bu onun günahlarının affına bir sebeptir." bölümünü "CinÂyete uğrayan herhangi bir mağdur suçluyu affedecek olursa bu, suçlu için bir keffarettir." şeklinde izah edenler, Zü-beyr'in oğlu Urve'nin hadisesindeki şekilde izah etmek istemişlerdir. Bu hususta Miicahid diyor ki: "İnsanlar Kâbenin rüknünü (köşesini) istilam (selamlama) ederken Zübeyr'in oğlu Urve, birinin gözüne çarptı ve ona dedi ki: "Ey arkadaş, ben, Zübeyr'in oğlu Urve'yim. Şâyet gözüne bir zarar verdiysem ben ondan sorumlu yum."

Eğer, yaralayan kimse, Urve'nin yaptığı gibi, kasıtsız olarak hatalı bir şekilde birini yaralayacak olur da bunu itiraf eder sonra da yaralanan kişi onu affederse artık yaralananın yaralayandan alacağı ne dünyevi bir hakkı vardır ne uhrevi. Zira böyle bir durumda yaralananın yaralayandan alacağı hak maldır, kısas değildir. Mal hakkını ise bağışlamıştır. Bu bağışlaması da yaralayan için bir keffarettir. Bu sebeple artık ona herhangi bir dünyevi veya uhrevi ceza uygulaması söz konusu değildir. Zira Allahü teâlâ kullarının kasıtsız olarak işledikleri fiillerinden dolayı onların günahkâr olmayacaklarını beyan etmiş ve buyurmuştur ki: "Yanlışlıkla yaptığınız şeylerden dolayı size bir günah yoktur." Ahzab sûresi, 33/5

Âyet-i kerime’nin sonunda "Kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir." buyurulmaktadır. Yani kim Allah'ın Tevrat'ta indirdiği "Kasıtlı olarak ve haksız yere birini öldürene kısas yapılır. Kasıtlı olarak haksız yere birinin gözünü çıkaranın gözü çıkarılır." şeklindeki hükümleriyle hüküm vernıez de bazılarına kısas uygular bazılarına uygulmaz veya bir kişi öldürür ve benzeri şeyleri yapacak olursa şüphesiz ki onlar, Allah'ın koyduğu hükmü aşan, onun yerine başka hükümleri koyan zalimlerdir.

46

O Peygamberlerin peşinden, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden Meryemoğlu İsa'yı gönderdik ve ona, içinde hidâyet ve nur olan, kendinden önceki Tevrat'ı tasdik eden ve Allah'tan korkanlar için bir hidâyet rehberi ve bir nasihat olan İncil'i verdik.

Ey Rasûlüm, senden önce, Allah'a boyun eğen Peygamberlerin arkasından da Meryemoğlu İsa'yı, kendinden önce indirilen Tevrat'ı doğrulayan bir Peygamber olarak gönçlerdik. İsa, Tevrat'ın İncil'le neshedilmeyen hükümlerinin kendi ümmeti için de geçerli olduğunu beyan eden bir Peygamberdir. Biz İsa'ya da "İncil" diye adlandırılan kitabı verdik. İncil'de o zamanki insanların bilmedikleri, Allah'ın hükümleri ve cahalet karanlıklarını aydınlatan nurlar vardı. İncil kendisinden önce inen Tevrat'ı doğrulayan, Allah'ın muttaki kulları için seçtiği hükümleri beyan eden ve bu muttaki kullan, Allah'ın sevmediği şeylerden sakındırıp sevdiği şeylere teşvik eden bir kitaptı.

47

İncil'e tabi olanlar, Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işle onlar, fasıkların ta kendileridir.

Biz, Yahudilere, Tevrat'la hükmetmelerini farz kıldığımız gibi İsa ve ona tabi olanlara da İncil'de Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmelerini emretmiştik. İncil'e tabi olanlar, Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." demiştik. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar, Allah'ın emir ve yasaklarına uymayan fasıkların ta kendileridir.

Bu surenin kırk dört. kırk beş ve kırk yedinci âyetlerinde, Allah'ın nizamıyla hükmetmeyenler, kâfirlik, zalimlik ve fasıklıkla sıfatlandınlmaktadırlar. İbn-i Zeyd, burada zikredilen "Fasıklar" İfadesini, "Yalancılar" şeklinde izah etmiştir.

İbn-i Vehb diyor ki: "İbn-i Zeyd dedi ki: "Kur'an'da bulunan her "Fasık" kelimesi, çok azı müstesna "Yalancı" manasınadır. Nitekim Allahü teâlâ: "Ey iman edenler, eğer bir fasık size bir haber getirirse onun doğruluk derecesini araştırın Hucurat sûresi, 49/6 buyurmuş ve buradaki fasıktan maksadın, yalancı mânâsını taşıdığını kasdetmiştir.

Bu âyetin baş tarafındaki kelimesi, Hicaz, Basra ve bazı Küfe kurraları tarafından harfi harekesiz olarak şeklinde okunmuştur. Küfe, âlimlerinin diğer bir kısmı tarafından ise harfinin esresiyîe şeklinde okunmuş, Taberi her iki kıraatin da meşhur olduğunu, mânâ bakımından da birbirlerine yakın olduklarını, bu itibarla okuyucunun her iki kıraatla da okumasının doğru olacağını söylemiştir.

Birinci kıraata güre âyetin bu bölümünün mânâsının: "Biz İncil'i verdiğimiz insanlara emrettik ki onlar, Allah'ın İncil'de indirdiği ile hükmetsinler." şeklinde olduğunu, ikinci kıraata göre ise: "Biz İncil'i İsa'ya verdik ki ona tabi olanlar, Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsinler." şeklinde olduğunu söylemiştir.

48

Ey Rasûlüm, sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları muhafaza altına alan Kur'an'ı hak olarak indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği üc hükmet. Onların heva ve heveslerine uyarak sana gelen haktan sapma. Herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat sizi ümmetlere ayırması verdiklceriyle sizi imtihan etmesi içindir. O halde iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilaf etmekte olduğunuz şeyi size bildirecektir.

Ey Rasûlüm, sana da, Allah katından geldiğinde şüphe olmayan ve hak bir kitap olan Kur’an’ı indirdik. O Kur'an geçmişte Allah'ın, Peygamberlerine indirmiş olduğu kitapları tasdik eder ve onları muhafaza altına alır. Ve onların nerelerinin sağlam kaldığını, nerelerinin değiştirildiğini size bildirir. O Kar'an'a mutabık düşen semavi kitaplar hak, düşmeyenler ise batıldır. Zira o batıllar, Yahudi ve Hristiyan din adamlarının tahrifleri sonucunda ortaya çıkmıştır. Ey Rasûlüm, sen ehl-i kitap ile müşrikler arasında Allah'ın sana indirdiği Kur'an'daki hükümlerle hükmet. Allah katından sana gelen hakkı bırakıp Yahudilerin ve müşriklerin seni davet ettikleri heva ve heveslerine uyma. Sizden her -ümmet için bir yol ve bir şeriat tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizin şeriatlarınızı tek bir şeriat kılarak sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah, size göndermiş olduğu şeriatları farklı yaptı ki sizleri imtihan etsin. İtaat edeni isyan edenden, emirlere uyanı onlara karşı çıkandan ayırdetsin. Sizler, rabbinizin rızasına yaklaştıracak işleri yapmakta yarışın. Ey insanlar, hepenizin dönüşü ancak Allah'adır. Sizlerin ihtilaf etmiş olduğunuz hususların gerçeğini size haber verecek ve adaletli hükmüyle sizi yargılayıp kararını verecektir. İşte o zaman kimin iyi kimin de kötü olduğu ortaya çıkacaktır.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Muhafaza altına alan" diye tercüme edilen kelimesinin lügat mânâsı "Koramak ve denetim altında bulundurmak"tır.

Bir adam bir şey: korur ve onu denetimi altında bulunduracak olursa o kişiye "Müheymin" denir. Bu izaha göre Allahü teâlâ Kur'an-ı Kerim'i, kendinden önce gönderilen İncil, Tevrat, Zebur gibi hak kitapları doğrulayan bir kitap olarak ve onları muhafaza eden, denetleyen onların hak kitap olduklarına şahit olan bir kitap olarak vasıflandırmıştır.

Taberi diyor ki: "Müfessirler, "Müheyminen" kelimesinin izahında zikredilen ve bu mânâyı ifade eden görüşleri zikretmişlerdir. Sözleri farklı olsa da söylemek istedikleri aynı şeydir. Onları bu husustaki görüşleri şunlardır:

a- Abdullah b. Abbas, Süddi ve Katade'ye göre "Müheyminen" kelimesinin mânâsı "Şahit plan" demektir. Yani, Kur'an-ı Kerim, kendisinden önce gelen, kitapların hak kitap olduklarına şahittir." demektir.

b- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve İkrime'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu kelimeden maksat, "Güvence" demektir. Yani, Kur'an-ı Kerim, kendinden önce gelen kitaplar için bir güvencedir.

c- İbn-i Zeyd'e göre "Müheyminen" kelimesinden maksat, "Doğrulanan" dernektir. Yani, Kur'an-ı Kerim diğer kitapları doğruladığı gibi diğer kitaplar da Kuraivi Kerim'in hak olduğunu doğrulamışlardır.

d- Mücahid'e göre ise burada zikredilen "Müheyminen" kelimesi Resûlüllah'ın sıfatıdır. Mânâsı "Emanet edilen ve güvenilen" demektir. Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Biz sana, hak bir kitap olarak Kur'an'ı indirdik. Kur'an kendisinden önce indirilen kitapları doğrulayan bir kitaptır. Ey Rasûlüm, sen de Kur'an kendisine emanet edilen bir Peygambersin."

Taberi bu son görüşün, âyetin metnine müsait olmaması dolayısıyla isabetli olmadığını söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyarak sana gelen haktan sapma." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksut şudur: "Ey Rasûlüm, sen ehl-i kitabın ve müşriklerin arasında, sana başvurdukları meseleler hakkında sana indirilen kitabı uygula. Evli olarak zina edeni recmet. Haksız yere birini öldüreni öldür. Haksız yere birinin gözünü çıkaranın gözünü çıkar. Burnunu kesenin burnunu kes. Zira ben sana Kur'an'ı, daha önce inen kitapları doğrulayan ve onları denetleyici bir kitap olarak indirdim. Sen sakın şu Yahudilerin heva ve heveslerine uyma. Onlar diyorlar ki: "Eğer Muhammed size, evli olduğu halde zina eden hakkında sopa vurma cezasını verirse ve şerefli bir kimseyi normal bir kimse öldürdüğünde onun da öldürüleceğine, şereflinin, normal bir kimseyi öldürmesi halinde ise kendisinin öldürülmeyeceğine dair hüküm verecek olursa onun hükümlerini alın, kabul edin. Eğer böyle hüküm vermezse ondan kaçının."

Ey Rasûlüm, işte böyle diyen Yahudilerin heva ve heveslerine uyarak "Allah tarafından sana indirilen hak kitaptan uzak kalma. O kitapla amel et, ona uy."

Âyet-i kerime’de geçen ve "Bir şeriat ve bir yol" diye tercüme edilen kelimelerinden birincisinin mânâsı "Belli bir yol" demektir. İkincisinin mânâsı ise "Açık seçik olan bir yol" demektir.

Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Katade ve Dehhak kelimesinin mânâsının "Devam eden bir sünnet" mânâsının da "Bir yol" demek olduğunu söylemişlerdir.

Müfesirler, âyetin bu bölümünde zikredilen "Herbiriniz" ifadesinden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Katade ve Hazret-i Ali'den Rivâyet edilen bir görüşe göre buradaki "Herbiriniz" ifadesinden maksat, çeşitli dinlerde olan ümmetlerdir. Yani Allah her dinde olan bir ümmet için belli bir şeriat ve belli bir yol kılmıştır. Tevrat'ın şeriatı başka, incil'in şeriatı başka, Kur'an'ın şeriatı daha başkadır. Allahü teâlâ bu şeriatlardan bazılarında helal kıldığını diğerlerinde haram kılmış olabilir. Aksini de yapabilir. Ta ki itaat edenleri itaat etmeyenlerden ayırdetsin ve tanıtsın. Ancak, tevhid inancı, Allahü teâlâ ve Peygamberlerle ilgili olan hükümler tektir. Şeriatları şeriata değişmez.

b- Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Herbiriniz" ifadesinden maksat, "Muhammed Ümmetidir." Bu görüşte olanlara göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Ey insanlar, sizden İslam dinine giren ve Muhammed'in hak Peygamber olduğunu ikrar eden herbiriniz için Muhammed'e indirdiğimiz bu Kur'an'ı bir şeriat ve bir yol kıldık.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı,

birinci görüştür. Çünkü âyetin devamında "Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı." buyurulmaktadır.

Muhammed ümmeti tek ümmet olduğuna göre, buradaki "Herbiriniz" ve "Sizler" ifadesinden maksat, geçmiş milletlerden, çeşitli şeriatlar üzere olan ümmetlerdir.

Âyet-i kerime’de "Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilaf etmekte olduğunuz şeyi size bildirecektir." buyurulmaktadır.

Taberi diyor ki: "Eğer denecek olursa ki "Rabbimiz bizlere, dönüp kendisine gitmeden önce, daha dünyadayken ihtilaf ettiğimiz şeyleri bildirmemiş midir?" Cevaben denilir ki: "O, ihtilaf ettiğimiz şeyleri bizlere dünyada iken Peygamberleri ve çeşitli vasıtalarıyla bildirmiş fakat mükâfaatlandırma ve cezalandırmayı, açıktan açığa yapmamıştır. Bu sebeple Allah'ın bildirdiklerini bazı insanlar doğrulamış bazıları da yalanlamışlardı. Allah'ın huzuruna döndüğümüzde ise Allah, ihtilaf ettiğimiz meselelerin gerçeğini bizlere, ceza ve mükâfaatlarını da vererek bildirecektir. Böylece kimin haklı kimin haksız olduğu kesin olarak ortaya çıkacak, artık kimse bu hususta şüphe edemeyecektir. İşte bu sebeple Allahü teâlâ, ihtilaf ettiğimiz meselelerin mahiyetini, âhirette bize bildireceğini özellikle zikretmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Kur'an-ı Kerim, Tevrat ve İncil'e şahhid ve önce gelen bütün kitaplara hakini durumdadır." Âyet-i kerime, Peygamberlerin şeriatlarının farklı olduğunu beyan etmektedir. Buradan dinlerin de farklı olduğu anlaşılmamalıdır. Allahü teâlânın birliği ve Peygamberlerin, Allah'ın elçileri olmaları gibi dindeki temel prensiple değişmez. Bu hususla Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki Allah katında din İslamdır." (3/19) Fakat Peygamberlere gelen tevhid dininin, teferruattaki hükümleri, kullara kolaylık olsun diye birbirinden farklı kılınmıştır. Zira insanlığın bazı dönemlerinde konan hükümler, başka dönemlerde onların faydasına olmayabilir. Bu sebeple, dönemler değiştikçe teferruattaki dini hükümler de değişmiştir. Ancak, İslam en son dindir. Bu dinin, teferruata ait hükümlerinin de artık değişmesi sozkonusu değildir.

49

Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısırımdan seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların bir çoğu fasıktırlar.

Ey Rasûlüm, sen o Yahudilerin arasında, Allah'ın sana kitabında indirdiği hükümlerle hüküm ver. Öldürülenleri ve fuhuş işleyenleri hakkında senin hakemliğine başvuran Yahudilerin heva ve heveslerine uyma. Onların, seni, Allah'ın sana indireceği hükümlerin bazılarından saptırıp heva ve heveslerine alet etmelerinden kaçın. Şâyet senin hakemliğine başvuran o Yahudiler, senin verdiğin hükmü reddedip onunla amel etmeyecek olurlarsa bil ki, onların böyle sapmaları Allah'ın onları, daha dünyada iken, işledikleri bazı günahlar yüzünden cezalandırmak istemesindendir. Şüphesi ki Yahudilerin çoğu, Allah'ın kitabıyla amel etmenin dışına çıkan ve ona itaatten ayrılıp isyana düşenlerdir.

*Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas'ın şöyle dediği rivâyet ediliyor: "Yahudilerden Ka'b b. Esed, ibn-i Salûba, Abdullah b. Suriya, Şa's b. Kays, aralarında şöyle konuştular: "Haydin gidelim Muhammed'e, belki dini hususunda onu yoldan çıkarırız." Kalkıp Resûlüllah'a geldiler ve ona şöyle dediler: "Biliyorsun ki bizler, Yahudilerin âlimleri, ileri gelenleri ve efendileriyiz. Eğer biz sana tabi olursak bil ki Yahudiler de bize tabi olur ve bize karşı gelmezler. Ancak şu anda kavmimizle aramızda bir anlaşmazlık var. Bu hususta seni aramızda hakem tayin edelim. Fakat sen bizim lehimize onların aleyhine hüküm ver. Böyle yaparsan sana iman eder ve seni tasdik ederiz."

Peygamber efendimiz, Yahudilerin bu tekliflerini reddetti ve bunun üzerine de bu âyet nazil oldu.

İbn-i Zeyd diyor ki: "Yahudilerin, Resûlüllah'ı, Allah'ın indirdiği hükümlerden saptırmaya çalışmaları "Bu mesele Tevrat'ta böyledir." şeklindeki sözleriyle olur. Yahudiler buna imkân bulamamışlardır. Zira Allahü teâlâ, Teevrat'ta ne olduğunu bildirmemiştir.

50

Onlar, cahiliye hükmünü mü istiyorlar? İncelikleri idrak eden bir kavim için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?

Ey Rasûlüm, senin hakemliğine başvurup sonra da senin adaletle verdiğin hükme razı olmayan bu Yahudiler, ellerinde Allah'ın kitabı Tevrat bulunduğu halde, putperestlerin ve müşriklerin hükümlerini mi istiyorlar? Ey Yahudiler, Allah'ın birliğini ve rabliğini kesin olarak bilen bir kavim için kimin hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel olabilir? Eğer sizler, gerçekten Allah'ı birleyen ve onun rabliğini ikrar eden insanlarsanız, bunu idrak etmelisiniz.

Abdullah b. Abbas'tan şu hadis-i şerif Rivâyet edilmektedir:

"Allah katında insanların en sevilmeyeni şu üç kimsedir: Harem bölgesi içinde zulüm ve haksızlık yapan, İslam döneminde cahiliye devri âdet ve hükümlerini araştırıp yaşatmaya çalışan, bir de bir kimsenin, haksız yere kanını dökmek için çalışandır." Buhari, K. ed-Diyat, bab; 9

51

Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlari dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz onlardan olur. Muhakkak ki Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez.

Ey mü’minler, Yahudi ve Hristiyanlara karşı samimi davranarak onlarla gizli gizli konuşup mü’minlerden saklayarak ve mü’minlere karşı onlara yardım ederek onları dostlar edinmeyin. Zira, mü’minlere karşı, Yahudiler Yahudilerin, Hristiyanlar da Hristiyanların dostlarıdır, Bu sebeple siz mü’minlerden kim onlun ciost edinecek olursa o da onların dininden ve güruhundan olur. Zira, kişi dost edindiği kimsenin, bizzat kendisini, dinini ve halini beğendiği için dost edinir. Bu itibarla o da dost edindiği kimsenin hükmüne tabidir. Şüphesiz ki Allah, dost edinilmeyecek kimseleri dost edinerek haksızlık yapan bir kavmi hidâyete erdirmez.

* Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin bütün mü’minlere, Yahudi ve Hristiyanlar. dosı edinmeyi yasaklamasıyla birlikte bu âyetin inmesine sebep olan kişilerin kimler olduğu hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.

a- Atiyye b. Said, İbn-i Şihab ez-Zühri ve Ubade b. Velid'den Rivâyet edilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Yahudilerle olan dostluğunu sona erdiren Ubade b. es-Samit ile onlarla olan dostluğunu sürdüren münafıkların lideri Abdullah b. Übey b: Selul hakkında nazil olmuştur.

Bu hususta Atiyye b. Said diyor ki: "Ensann Hazrec kabilesinden olan Ubade b. es-Samit Resûlüllah'a geldi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim, Yahudilerden çok sayıda dostlarım var. Artık ben, Yahudilerden dost edinmekten beri olduğumu Allah ve Resulüne bildiriyor ve Allah'ı ve Resulünü dost ediniyorum." Bunun üzerine orada bulunan Abdullah b. Übey de dedi ki: "Ben, bir takım felaketlerin geleceğinden korkan bir insanım. Dostlarımın dostluğunu bırakamam." Resûlüllah da Abdullah b. Übey'e dedi ki: "Ey Habbab'ın babası, Ubade b. es-Samit'e karşı cimrilik ettiğin Yahudilerin dostluğu, onun değil sadece senin olsun." Übey de dedi ki: "Kabulümdür." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti ve bundan sonra gelen âyeti indirdi.

Zühri diyor ki: "Bedir savaşında müşrikler mağlup olunca müslümanlar, Yahudilerden olan dostlarına: "Allah'ın, Bedir gününde yaptığı gibi sizi de bir gün felakete uğratmadan önce iman edin." dediler. Bunun üzerine Yahudilerden Malik o. Sayf şunları söyledi: "Sizi, savaş bilgisi olmayan Kureyş topluluğunu mağlup ermeniz şımarttı. Şâyet bizler size karşı birleşip karar verecek olursak sizin bize karşı savaşmanız mümkün olmaz. Savaşacak bir güç bulamazsınız."

Bunun üzerine Ubade b. es-Samit dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, benim, Yahudilerden olan dostlarım çetin insanlardı, silahlan çoktu, çevrelerine tesirleri büyüktü. Şimdi ise ben onları dost edinmekten beri olduğumu Allah'a ve Resulüne bildiriyorum. Benim artık Allah ve Resulünden başka hiçbir dostum yoktur." Abdullah b. Übey de dedi ki: "Fakat ben, Yahudilerin dostluğundan beri olmam. Ben, Yahudiler kendisi için gerekli olan bir adamım." Resûlüllah da buyurdu ki: "Ey Habbab'ın babası, Ubade b. es-Samit'e karşı cimrilik ettiğin Yahudilerin dostluğu onun değil sadece senin olsun." Abdullah b. Übey de dedi ki: "Ben ka-bul ediyorum." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bunu ve bundan sonra gelen âyetleri indirdi.

b- Süddi'ye göre ise bu âyet-i kerime, Uhut savaşında müşrikler tarafından mağlup edilen ve Yahudilere sığınmak isteyen bazı mü’minler hakkında nazil olmuştur.

Bu hususta Süddi diyor ki: "Uhut savaşının sonucu bir kısım insanlara ağır geldi. Onlar kâfirlerin, kendilerini istila etmesinden korkmaya başladılar. Bir adam arkadaşına: "Ben, "Dehlek" adındaki Yahudiye sığınacağım, ondan eman alacağım, onunla birlikte Yahudi olacağım. Çünkü ben, Yahudilerin bizi istila etmesinden korkuyorum." dedi. Başka bir adam da dedi ki: "Ben de Şam topraklarında bulunan filan Hristiyana sığınacağım. Ondan eman alacağım ve onunla birlikle Hristiyan olacağım." İşte Allahü teâlâ bu iki kimseye de yapmak istedikleri şeyleri yasaklayarak bu âyeti indirdi.

c- İkrime'ye göre ise bu âyet-i kerime, Ebû Lübabe b. Abdülmünzir'in, Yahudi Kureyza oğullarının, Sa'd b. Muaz'ın hakemliğini kabul etmeleri neticesinde onların kesileceğini bildirmesi üzerine nazil olmuştur.

Ikrime diyor ki: "Resûlüllah, Evs kabilesinden olan Ebû Lübabe b. Ab-dülminziri Hendek savaşında, Resûlüllah ile olan antlaşmalarım bozan Kureyza oğlu Yahudilerine gönderdi. Kureyza oğulları, Sa'd b. Muaz'ı hakem kabul ederek Resûlüllah'ın hakeme başvurma çağırışım kabul edince Ebû Lübabe boynunu göstermiş ve Yahudilere "Bu hakemliğin sonu kesilmekler." diye işarette bulunmuştur.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu âyetin nüzul sebebi hakkında doğru olan görüş şudur: Allahü teâlâ tüm mü’minlere, Yahudi ve Hristiyanlan, mü’minlere ve Peygambere karşı dost edinmeyi ve onlarla antlaşmalar yapmayı yasaklamıştır. Mü’minlerden erhangi bir kimsenin, Allah'ı, Resulünü ve mü’minleri bırakarak Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmesi halinde onun da Allah'a, Resulüne ve mü’minlere karşı olmakta Yahudi ve Hristiyanlardan biri olacağını, Allah ve Resulünden uzaklaşacağını beyan etmiştir. Bu âyet, Ubade b. es-Samit ve Abdullah b. Übey ile onların dost edindikleri Yahudiler hakkında da nazil olmuş olabilir. Ebuu Lübabe ile, hain, Kureyza oğlu Yahudileri hakkında da nazil olmuş olabilir. Süddi'nin zikrettiği Yahudi Dehlek'i ve Şamlı bir Hristiyanı dost edinmek isteyen iki kişi hakkında da nazil olmuş olabilir. Zikredilen bu görüşlerden herhangi birinin, iddiasının delil olacak derecede sahih olduğu tesbit edilemediğinden Âyeti umumi mânâda almak ve müfessirlerin hepsinin görüşlerini kapsar mahiyette olduğunu söylemek daha isabetli olur. Ancak âyetin, başına bazı felaketlerin gelmesinden korkarak Yahudi veya Hristiyanları dost edinen bir münafık hakkında nazil olduğu muhakkaktır. Zira bundan sonra gelen âyette "Kalblerinde hastalık bulunanların onlara doğru koştuğunu görürsün." buyurulmaktadır.

Âyet-i kerime’de: "Onlar birbirlerinin dostudurlar." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: Yahudiler mü’minlere karşı birbirlerinin dostudurlar ve yek vücutturlar. Hristiyanlar da, dinlerine ters olanlara karşı birbirlerinin dostudurlar ve yek vücutturlar. Bu itibarla mü’minlerden bir kısmını veya hepsini dost edinenler de onlardan olmuş ve mü’minlere cephe almış sayılırlar. O halde ey mü’minler, sizler birbirinizin dostu olun, bütün kâfirlere karşı yek vücut olun. Aksi takdirde mü’minlere karşı savaş açmış ve onların dostluğunu sona erdirmiş olursunuz.

Âyet-i kerime’de: "Sizden kim, onları dost edinirse şüphesiz onlardan olur." buyurulmaktadır. Yani kim, mü’minleri bırakır da Yahudileri ve Histiyanları dost edinecek olursa o da onlardan biri olur. Zira kim onları dost edinir, mü’minlere karşı onlara yardım ederse o da onların dininden, onların mezheplerine girenlerden olur. Çünkü bir kimsenin başka birini dost edinmesi, ancak dost edindiği kimsenin dinin ve ahvalini beğenmesiyle ve dost edindiği kimsenin karşı olduğu kimselere düşmanlık yapması, kızması ve nefret etmesiyle olur. Bu da o kişinin, dost edindiklerinden bir fert olduğunu ortaya koyar.

Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime’nin bu bölümü göstermektedir ki, herhangi bir kimse herhangi bir kavmin dinine girecek olursa o kimseye o kavminin dininin hükümleri uygulanır. Velev ki o kimse o dine İslam geldikten sonra girmiş olsun. Meselâ İslam geldikten sonra putperest birkimse Yahudilik dinine girse o kimseye ehî-i kitap hükmü uygulanır. Ancak, müslüman olduğu halde dinini bırakıp başka bir dine girecek olursa onun girdiği bu din kendisi için bildin kabul edilmez. O kimse ya tekrar İslam dinine döner yahut da ölüm cezasına çarptırılır.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Âyetin bu bölümünden anlaşılıyor ki: Şöyle diyenlerin görüşü fasittir: "İslam geldikten sonra Yahudilik veya Hristiyanlik dinine giren kimselere iki ehl-i kitabın hükmü uygulanmaz. İki ehl-i kitabîn hükmünün uygulanması için kişinin, devam edip gelen İsrailoğullarından biri olması veya İsrailoğullarının mensup oldukları Yahudilik ve Hristiyanlığa İslam gelmeden önce girmiş olması gerekir." Bu görüşün fasit olup daha önce zikredilen gömsün isabetli olduğu, Abdullah b. Abbas'ın şu sözlerinden de anlaşılmaktadır.

Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Tağlib oğullarının kestiklerini yiyin. Kadınlarıyla evlenin. Çünkü Allahü teâlâ kitabında buyurmuştur ki: "Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse şüphesiz onlardan olur." Tağlib oğulları sadece Hisiiyanlan dost edinmiş olsalardı bu dahi onların Hristiyan sayılmaları için yeterli olurdu. Tağlib oğuıları, önce müşrik iken sonra Hristiyan olan Araplardır. Hasan-ı Basri de Arap oldukları halde Hristiyan olanların kestiklerini yemede ve kadınlarıyla evlenmekte bir mahzur görmemiş ve âyet-i kerime’yi okumuştur.

Mü’minlerin kimleri dostlar edinmesinin icab ettiği hususunda şu âyet-i kerimeleri de hatırlamak lazımdır. "Ey iman edenler, benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dost edinmeyin. Siz onlra sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar size gelen hakkı inkâr etliler. Peygamberi ve sizi, rabbiniz olan Allah'a iman ettiği için yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz, benim yolumda cihad için ve rızamı talep için yurdunuzdan çıktıysanız onları dost edinmeyin. Onlara olan sevginizi gizlersiniz. Oysa ben sizin gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da çok iyi bilirim. İçinizden kim, benim ve sizin düşmanlarınızı dosl edinirse şüphesiz o, doğru yoldan sapmıştır." (60/1) Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeye çalışan müslumanların bu âyetleri çok iyi okumaları ve ona göre davranmaları gerekmektedir. Mü’minler bilmelidirler ki Yahudi ve Hristiyanlan hoşnut etmek ve onlarla gerçek anlamda dost olmak asla mümkün değildir. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de şöyle buyu ramaktadır: "Kendi dinlerine uymadıkça Yahudi ve llristiyanîar senden asla razı olmayacaklardır. De ki: "Hidâyet ancak Allah'ın hidâyetidir. Yemin olsun ki sana ilim geldikten sonra şâyet onların arzularına uyarsan, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Muhammed b. Şirin Hristiyanlara mabed yeri saunanın onları dost edinmek olduğunu kabul etmiş ve evini manastır yapmak üzere Hristiyanlara satmak isteyen bir kimseye: "Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeyin." âyetini okumuştur.

52

Kalblerinde hastalık bulunanların, onlara doğru koştuğunu görürün. "Bize kötülük isabet etmesinden korkarız." derler. Umulur ki Allah bir fetih ihsan eder veya katından bir emir gönderir de, içlerinde gizlediklerine pişman olurlar.

Ey Rasûlüm, Abdullah b. Übey gibi, kainlerinde şüphe ve münafıklık hastalığı bulunanların, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinmeye ve onlara yaranmaya koşuştuklarının görürsün. O koşuşanlar: "Başımıza bir bela gelir de onların yardımına muhtaç oluruz korkusuyla onları dost ediniyoruz." derler. Umulur ki Allah, düşmanlarına karşı mü’minlere zafer ihsan eder ve fetih nasib eder yahut katından bir emir gönderir de mü’minleri kâfirlerden üstün kılar. Böylece Yahudi ve Hrisliyanlan dost edinmeye koşuşan o münafıklar, kalblerinde gizledikleri sevgi ve dostluktan dolayı pişman olurlar.

Müfessirler, bu âyetle, kendilerinde hastalık bulunduğu beyan edilen kişilerden kimlerin kasdedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir;

a- Alıyye b. Said ve Ubade b. el-Velid'e göre burada, kalblerinde hastalık bulunduğu zikredilen kimselerden maksat, Abdullah b. Übey b. Selul'dür. Çünkü o, "Ben Yahudilerle olan dostluğumu bozmak istemiyorum. Başıma bir felaketin gelmesinden korkuyorum." demişti."

b- Mücahid, Katade ve Süddi'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette, kalblerinde hastalık bulunduğu beyan edilen kimselerden maksat, Yahudilere karşı samimi olan ve mü’minleri aldatan münafıklardır.

Mücahid diyor ki: "Bu âyet, Yahudilerle hoş geçinen, onlarla fısıldaşan ve çocuklarım onlara emzirten münafıklar hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime’nin, Yahudi ve Hristiyanları dost edinen, mü’minleri aldatan münafıklar hakkında nazil olduğunu söyleyen görüş isabetli görüştür. Bu münafık, Abdullah b. Übey b. Selul de olabilir, başka biri de olabilir.

Âyet-i kerime’de "Umulur ki Allah bir fetih ihsan eder veya katından bir emir gönderir de içlerinde gizlediklerine pişman olurlar." buyurulmaktadır.

Katade'ye göre burada zikredilen "Fetih"ten maksat, Allah'ın, vereceği hükümdür. Suudi'ye göre ise Mekke'nin fethidir.

Taberi diyor ki: "Fetih kelimesi Arapça'da "Hüküm vermek" mânâsına gelir. Nitekim bu âyet-i kerime’deki kelimesi "Hüküm ver" mânâsına gelmektedir. "Ey rabbimiz, kavmimizle bizim aramızda hak ile hükmünü ver. Sen hüküm verenlerin en hayırlısısın. A'raf sûresi, 7/89 Ancak buradaki fethin, Mekke'nin fethi mânâsına gelmesi de mümkündür. Zira Allahü teâlânin, iman ehli ile inkâr ehli arasında verdiği en büyük hükümlerden biri de Mekke'nin fethedilmesine (Sair verdiği hükümdür. Allahü teâlâ bu hükmüyle küfür ve nifak ehline, sözünü mutlaka yücelteceğine ve kâfirlerin tuzaklarını mutlaka etkisiz hale getireceğine dair hükmünü vermiştir.

Âyetin bu bölümünde zikredilen "Allah'ın, katından göndereceği bir emir"den maksat ise Süddi'ye göre ehl-i kitabın, boyun eğerek zillet içinde cizye vermelerine dair emirdir.

Taberi diyor ki: "Allah'ın, katından göndereceği emir cizye de olabilir başka bir şey de. Ancak her halükârda bu emrin, münafıkların hoşuna gitmeyen, mü’minleri kâfirlere karşı aziz kılacak olan bir emir olduğu muhakkaktır.

53

İman edenle, birbirlerine: "Sizinle beraber oduklarına dair Allah'a ağır yeminler edenler bunlar mıdır?" derler. Onların amelleri boşa gitmiştir ve hüsrana uğramışlardır.

İman edenler, münafıkların haline şaşarak "Bizimle beraber olacaklarına dair şunlar mı ağır yeminler ediyorlar?" derler. O münafıkların yaptıkları boşa gitmiştir. Karşılığında hiçbir şey alamayacaklardır. Onlar hüsrana uğramışlardır.

Taberi bu âyet-i kerime’nin başındaki fiilinin kıraatında üç görüş olduğunu söylemiştir:

a- Medineliler bu kelimenin başında (......) harfi olmaksızın (......) şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu âyet-i kerime ile bundan önceki âyet-i kerime birbirleriyle iç içedirler. Ve izahları şöyledir: "Allah bir fetih ihsan eder veya katından bir emir gönderir de münafıklar, içlerinde gizledikleri, Yahudi ve Hristiyanlan dost edinme hallerine pişman olurlar. Mü’minler de onların bu hallerine ve yalan yere yeminler ederek Allah'a karşı cür'etkâr davranmalarına hayret ederek derler ki: "Bunlar mı bizimle beraber olduklarına dair Allah'a bütün güçleriyle yemin ediyorlardı? Halbuki bunlar, bütün yeminlerinde yalancı imişler."

b- Bir kısım Basralılar ise hn kelimenin başında (......) harfi bulunarak sonunu da üstün olarak şeklinde okumuşlardır. Bu cümlenin bundan önce zikredilen (......) harfi ile üstün okunan cümlesine (......) harfi ile atfedildiğini söylemişlerdir. Bu kıraata göre iki âyetin birbirleriyle bağlantısı olan bölümlerinin mânâsı şöyledir: "Umulur ki Allah bir fetih ihsan eder veya katından bir emir gönderir de onunla mü’minleri, düşmanları olan kâfirlere galip getirir. Münafıklar da içlerinde gizledikleri, kâfirleri dost edinme hallerinden dolayı pişman olurlar. Yine umulur ki o zaman mü’minler, münafıklara: "Bizimle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yalan yere yemin edenler bunlar mıydı?" derler.

c- Küfe kurraları ise bu âyetin başına (......) harfi ile ve (......) fiilinin sonunu ötreli olarak şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu âyet müstakil bir âyettir.

Taberi diyor ki: "Bizim kıraatimiz bu son kıraat şekline göredir. Çünkü biz doğudaki insanların ellerinde bulunan Kur'an'ların yazısı şu şekildedir:

54

Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah onların yerine kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda ci-had eden, kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir. Herşeyi çok iyi bilendir.

Ey iman edenler, sizden kim, hak din olan İslamdan döner de Yahudi veya Hristiyan dinlerine yahut başka bir dine girer yahut da dinsiz olarak kalırsa bilsin ki Allah onun yerine, kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü ve mehametli, kâfirlere karşı ise sert ve şiddetli olan, Allah yolunda cihad eden, hak yolunda kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. Bunu yapmak Allah'ın bir lütfudur. Allah, o lütuf ve ihsanını dilediğine verir. Allah, lütfü bol olandır. Ona layık olanı çok iyi bilendir,

*

Taberi diyor ki: "Allahü teâlânın İslamdan çıkanlara yaptığı bu tehdidi, ezeli ilminde Resûlüllah'ın vefatından sonra, dinden çıkacaklarını bildiği kimselere aittir. İslam dinine girerek artık ondan çıkmayan ve onu tahrif etmeyen kimselere ait olan vaadi ise yine Allahü teâlânın ezeli ilminde bir kısım insanların Islama girdikten sonra onda dosdoğru devam edeceklerini bildiği kimselere aittir. Nitekim Resûlüllah'ın vefatından sonra bir çok Bedevi ve bazı şehirliler, dinlerinden çıkıp mürted olmuşlar, Allahü teâlâ da onların yerine, kararlı, sebatlı mü’minleri getirmiş, böylece mü’minlere vaadini yerine getirmiş, mürdedlere olan tehdidini de uygulamıştır.

Muhammed b. Ka'b el-Kurezi demiştir ki: "Ömer b. Abdülaziz Medine valisi iken onu yanına çağırmış ve demiştir ki: "Ey Ebû Hamza, bir âyet, dün gece beni uyutmadı." Muhammed b. Ka'b da: "Ey Emir, o âyet hangi âyettir?" dedi. Ömer b. Abdülaziz bu âyeti okudu. Muhammed b. Ka'b da "Allahü teâlâ bu âyette zikrettiği mü’minlerden, Kureyş idarecilerinden haktan dönenleri kastetmiştir." demiştir.

Taberi diyor ki: "Müfessirler, bu âyet-i kerime’de, dinden çıktıkları için yok edilecekleri zikredilen kimselerden ve onların yerine getirilecek kararlı mü’minlerden kimlerin kasdedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Dehhak ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette dinden çıkacakları bildirilen kişilerden maksat, Resûlüllah'ın vefatından sonra Hazret-i Ebubekir'in Hilafeti döneminde, zekat vermemekte direterek mürted olan kişilerdir. Onların yerine getirilecekleri beyan edilen kararlı mü’minlerden maksat ise, dinden çıkanlara karşı savaşan Hazret-i Ebubekir ve arkadaşlarıdır.

Bu hususta Katade diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indirdiğinde bir kısım insanların daha sonra dinden çıkıp mürted olacaklarını biliyordu. Allahü teâlâ, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ruhunu alınca Medine halkı, Mekke halkı ve Bahreyn halkı dışında Araplar'ın geneli dindin çıktılar ve dediler ki: "Namaz kılarız fakat zekat vermeyiz. Vallahi mallarımız gaspedilemez."

Bunlar hakkında Ebubekir konuştu. Ona denildi ki: "Eğer bunlar zekatın ne demek olduğunu anlamış olsalardı onu verirlerdi. Hatta daha fazla da verirlerdi." Ebubekir de dedi ki: "Hayır vallahi, Allah'ın "Namazı kılın zekatı verin. Bakara sûresi, 2/43 şeklinde birlikte zikrettiği şeylerin arasını ayırmam. Eğer onlar Allah'ın ve Resulünün farz kıldığı bir yuları dahi vermeye engel olurlarsa o yuları alıncaya kadar onlarla savaşırım." Bunun üzerine Allahü teâlâ, Ebubekirle birlikte, müslüman ordusunu gönderdi. Ebubekir onlara karşı Resûlüllah'ın savaştığı hususlar için savaştı. İslamdan çıkıp zekatı vermeyenleri, esir aldı, öldürdü ve ateşle yaktı. Nihâyet onlar, zekat vermeyi, zelil ve sindirilmiş olarak kabul ettiler. Bunun üzerine Ebubekir'e, Araplardan çeşitli heyetler geldi. Ebubekir de onları rüsvay eden bir planla, köklerini kazıyacak savaş arasında serbest bıraktı. Onlar, kendileri için daha kolay olduğundan rüsvay eden planı seçtiler. O da kendilerinden öldürülenlerin cehennemde olduklarını, mü’minlerden ölenlerin ise cennetlik olduklarını kabul etmeleri, müslümanlardan aldıkları malları geri vermeleri, müslümanların onlardan aldığı malların ise müslümanlara helal olduğunu kabul etmeleri planı idi.

b- Îyad el-Eş'ari'ye göre ise bu âyette, mürted olanların yerine gelecekleri beyan edilen istikrarlı mü’minlerden maksat, Ebû muşa el-Eş'ari'nin kavminden gelecek olan Eş'arilerdir.

Iyad el-Eş'ari diyor ki: "Bu âyet nazil olunca Resûlüllah kendisinde bulunan bir şeyle Ebû Mûsa el-Eş'ari'ye işaret etti ve dedi ki: "Mürted olanların yerine gelecek olanlar, bunun kavmidir."

c- Mücahid, Şehr b. Havşeb ve Muhammed b. Ka'b'e göre bu âyette mürted olanların yeride getirilecekleri beyan edelin insanlardan maksat Yemen halkıdır.

d- Süddi'ye göre ise bu âyette, mürted olanların yerine getirilecekleri beyan edilen kararlı mü’minlerden maksat, Resûlüllah'ın yardımcıları olan Ensardır.

Taberi diyor ki; "Bize göre bu görüşlerden, doğru olmaya daha layık olanı, hakkında Resûlüllah'tan hadis Rivâyet edilen görüştür. O da "Dinlerinden çıkan mürtedlerin yerine getirilecek kararlı mü’minlerden maksat. Yemen halkından Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin kavmidir." diyen görüştür. Şâyet bu hususta Resûlüllah'tan hadis zikredilmemiş olsaydı bu kararlı mü’minlerden maksadın Hazret-i Ebubekir ve arkadaşları olduğunu söylerdim. Çünkü Resûlüllah'ın döneminde müslüman iken vefatından sonra dinden çıkıp mürted olan insanlara karşı savaşanlar, Ebubekir ve arkadaşlarıdır.-"

Taberi, sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa kii "Yemen halkı, Hazret-i Ebubekir'le birlikte mürtecilere karşı savaştıysalar, sizin bu âyeti Yemen halkına yorumlamanız isabetlidir. Savaşmadıysalar, âyeti Yemen halkına nasıl yorumlarsınız?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ bu âyette, mürted olanları yok edip yerlerine daha hayırlı olan insanları getireceğini beyan etmiş, getireceği insanların, mutlaka o mürtedlerle savaşmış olacaklarını beyan etmemiştir. Bu itibarla Hazret-i Ebubekir döneminde Yemenliler'in, mürtecilere karşı savaşmamış olmaları, bu âyette zikredilen kararlı mü’minler olmamalarını icabettirmez. Nitekim Hazret-i Ömer döneminde, Yemenliler, müslümanlar için Bedevi Araplar'dan daha faydalı olmuşlardır.

55

Sizin dostunuz sadece Allah, onun Peygamberi ve namazı kılan ve Allah'a boyun eğerek zekatı veren mü’minlerdir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de mü’minlerin, Allah'ın Peygamberlerinden ve kendi dinlerinden olan mü’minlerden başka hiçbir dostları olmadığını belirterek Yahudi ve Hristiyanlar gibi din düşmanlarını dost edinenlerin, yanlış bir yol seçtiklerini, sonunda mutlaka pişman olacaklarım veya o dost edindikleriyle beraber olacaklarını bildirmektedir.

İshak b. Yesar ve Atiyye b. Sa'd bu âyet-i kerime’nin, Kaynuka Yahudileriyle olan dostluğunu ve antlaşmasını bozup ancak Allah Resulünü ve mü’minleri dost edindiğini bildiren Ubade b. es-Samit hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.

Âyet-i kerime’nin "Namazı kılarlar, rüku ederek (boyun eğerek) zekatı verirler." bölümünün kimin hakkında indiği huusıında iki görüş zikredilmiştir.

Bazılarına göre bu âyet, bütün mü’minler hakkındadır. Süddi, Ebû Cafer, Utbe b. Ebi Hakim ve Mücahid'e göre ise âyetin bu bölümü Hazret-i Ali hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hazret-i Ali namazda rüku ederken yanından geçen dilenci ondan bir şey istemiş Hazret-i Ali de onu yüzüğünü vermiştir. Bu sebeple "Rüku ederken zekatlarını verirler" şeklinde vasıflandırılmıştır.

56

Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, şüphesiz ki Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de de Yahudilerden ve diğer Allah düşmanlarından uzak olup, Allah'ı, Peygamberi ve mü’minleri dost edinenlerin, Allah'ın taraftarları olduklarını, bu itibarla sonunda mutlaka galip geleceklerini ve kâfirlerden korkutarak onlaın dostluğuna sığınılmamasi gerektiğini beyan ediyor. Kâfirlerden korkarak onlarla dostluk kuranlara, sonunda mü’minlerin galip geleceklerini, bu itibarla onların dostluklarını bırakmamalarını bildiriyor.

57

Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerle, kâfirlerden dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin. Eğer iman ediyorsanız Allah'tan korkun.

Ey iman edenler, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristi yani ardan ve putlara tapan müşriklerden, dininizle istihza edip onu eğlenceye alanları dostlar ve yardımcılar edinmeyin. Onlar size, dostluk ve samimiyet gösterseler dahi siz bunu yapmayın. Eğer âhirete ve orada Allah’ı'ın, sizi hesaba çekeceğine iman ediyorsanız Allah'tan korkun. Emirlerine karşı gelmeyin.

Âyet-i kerime’de, daha önce kendilerine kitap verildiği beyan edilen insanlardan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardir. Allahü teâlâ, mü’minlere bunları yardımcı edinmemelerini, onları kardeş saymamalarım ve onlarla dostluk antlaşmaları yapmamalarını emretmiştir. Çünkü ehl-i kitaptan olan bu insanlar, mü’minlere karşı dost gibi görünseler dahi onlara ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan geri durmazlar.

Yahudilerin, mü’minlerin dini ile istihza etmeleri şu şekilde olurdu. Onlardan biri, kâfir olduğu halde mü’minlere kendisinin de mü’min olduğunu söyler biraz zaman geçtikten sonra yine diliyle kâfir olduğunu açıklardı. Böylece din ile oynar ve onu alaya almak isterdi. Allahü teâlâ bu gibi münafık Yahudilerin kötü fiillerini beyan ederek diğer bir âyet-i kerime’de, şöyle buyurmuştur: "İman edenlerle karşılaştıkları zaman "İman ettik." derler. Şeytanlanyla başbaşa kalınca da "Şüphesiz biz, sizlerle beraberiz. Onlarla sadece alay ediyoruz." derler. Bakara sûresi, 2/14

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Rifaa b. Zeyd ile Süveyd b. el-Haris önce müslüman olduklarını açıkladılar, sonra münafık oldular. Müslümanlardan bir kısım insanlar, bunlara dostluk besliyorlardı. Allahü teâlâ bu iki kişi hakkında "Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenlerle kâfirlerin, dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin" âyetini indirdi.

Âyette zikredilen "Kâfirler"den maksat ise, putlara tapan müşriklerdir. Allahü teâlâ, mü’minlere, bu gibi kâfirleri dost edinmelerini de yasaklamıştır.

58

Namaza çağırıldığınız zaman onu alay ve eğlence konusu yaparlar. Bu, onların, akıllarını kullanmayan bi kavim olmalarındandır.

Ey mü’minler, sizin müezzininizin ezan okuyup sizi namaza davet ettiğinde, Yahudi, Hristiyan ve müşriklerden olan kâfirler, sizin bu davetinizi alaya alır, onu oyuncak yapmak isterler. Bu da, rablerini bilmemelerinden ve namaza çağırıyı kabul etmenin kendileri için ne kadar faydalı olduğunu idrak edememelerindendir. Yine bu davanışlan, namaza çağıran ezanla alay edenlerin cezasının neolacağmı düşünememelerindendir. Eğer bunun cezasını düşünecek olsalardı elbette böyle davranmazlardı.

*Süddi diyor ki: "Medinede Hristiyan olan bir adam vardı. Müezzinin ezan okurken "Eşhedü enne Muhammeden Resûlüllah" dediğini duyunca şöyle dedi: "Ateşte yanası yalancı" Bir gece bu Hristiyanm hizmetçisi, kendisi ve ailesi uyurken elinde bir ateşle içeri girdi. Ateşten bir parça düştü ve ev yanarak o kişi ve ailesi öldü.

59

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey kitap ehli, sadece Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin de çoğunuzun fa-sıklar olduğunuzdan dolayı mı bize kızıyorsunuz?

Ey Rasûlüm, dininizle alay edip onu eğlenceye alan kitap ehline de ki: "Siz, bizim sadece Allah'a, bize indirilen Kur'an'a, bizden önce indirilen ilahi kitaplara iman ettiğimiz için mi ve sizlerin çoğumızur. da Allah'a itaatten ayrılarak fasıklar olduğunuz için bizi sevmiyor ve bize kızıyorsunuz? Aslında sizin bize kızdığınız bu husus, bizim için bir kusur değil bir meziyettir. Bundan dolayı ayıplanmamız değil takdir edilmemiz gerekir.

Abdullah b. Abbas bu âyet-i kerime’nin bir kısım Yahudiler hakkında indiğini söylemiş ve demiştir ki: "İçlerinde Ebû Yasir b. Ahtab Rafi b. Ebi Rafı, Azur, Zeyd, Halid, Aza b. Âzâr ve Eşya'ın da bulunduğu bazı Yahudiler Resûlüllah'a geldiler ve ona Peygamberlerden kimlere iman ettiğini sordular. Resûlüllah da onlara dedi ki: "Ben, Allah'a, bize indirilene, ibrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlara indirilene, Mûsa'ya ve İsa'ya indirilenlere ve rableri tarafından bütün Peygamberlere verilenlere iman ediyorum. Biz, onların arasında bir ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olanlarız." Resûlüllah İsa'yı zikredince Yahudiler, onun Peygamberliğini inkâr ettiler ve dediler ki: "Biz, ona iman edene iman etmeyiz." İşte bunun üzerine: "De ki: Ey kitap ehli, sadece Allah’a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin de çoğunuzun fasıklar olduğunuzdan dolayı mı bize kızıyorsunuz?" âyeti nazil oldu.

60

De ki: "Allah tarafından bir cezaya çarptırılma bakımından size bunlardan daha kötüsünü haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki Allah onlara lanet etmiş ve gazabına uğratmış, o kimselerden, maymunlar, domuzlar ve tağuta tapanlar yapmıştır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır".

Ey Rasûlüm, sizden önce kendilerine kilap verilenlerden ve kâfirlerden, sizin dininizle alay eden ve onu eğlenceye alan kâfirlere de ki: "Bu sizlere, alaya aldığınız bizlerden, Allah katındaki cezası bakımından daha kütü olanları haber vereyim mi? Allah katında cezası daha kötü olan o insanlar, Allah'ın, lanetine uğratarak rahmetinden uzaklaştırdığı, kendilerine gazap ettiği, içlerinden bir kısmını, maymunlara, domuzlara dönüştürdüğü bir kısmını da tagutlara taptırdığı kimselerdi. İşte onlar dünyada da âhirette de sizin kızdığınız bizlerden, yerleri daha kötü olanlar ve yollan daha sapık olanlardır. Ey kâfirler, sizi er bizi, Allah'a iman etmemiz ve Allah'ın kitaplarını ve peygamberlerini tasdik etmemizden dolayı ayıplıyorsunuz. Aslında ayıplanacak olanlar, Allah'ın lanetine uğrattığı, gazap ettiği ve kendilerini maymunlara ve domuzlara çevirdiği ve tağutlara taptırdığı kimselerdir. Çünkü Allah tarafından cezalandırılma bakımından en fena durumda olanlar bunlardır. İşte bunlar, makamları en kötü, yolları da en sapık olanlardır. Sizler de böyle misiniz yoksa değil misiniz? Bir düşünün.

Görüldüğü gibi âyet-i kerime, Yahudilere işaret etmektedir. Onların çirkin davranışlarını ve güzel olmayan ahlaklarını zikrederek onlara şöyle demektedir. "Sizin alay ettiğiniz bu mü’minler mi daha kötüdür yoksa Allah'ın, lanetine ve gazabına uğrattığı, maymunlara ve domuzlara çevirdiği ve tağutlara kulluk ettirdiği kimseler mi?"

Taberi diyor ki: "Bir kısım insanların maymunlara dönüştürülmelerinin sebebini bu kitabımızın bundan önceki bölümünde kısmen zikrettik. Geriye kalan bölümü de yeri geldiğinde zikredeceğiz". İsrailoğullarından bir kısmının domuza çevrilmelerinin sebebi ise Amr b. Kesir b. Eflah tarafından şu şekilde anlatılmıştır: "İsrailoğullarının domuzlara dönüştürülmesi şöyle olmuştur: İsrailoğullarının kasabalarından birinde, onlardan bir kadın bulunuyordu. İsrailoğullarının kralı da o kasabada yaşıyordu. İsrailoğulları helak olmaya doğru sürükleniyorlardı. Ancak o kadın müslümanlığın temel esaslarından kalan hükümler üzere yaşıyordu. Onlara sımsıkı bağlıydı. O kadın, insanları Allah'a davet etti. Bunun üzerine çevresinde insanlar toplandı ve onun emrine itaat ettiler. Kadın onlara dedi ki: "Sizin, Allah'ın dini uğrunda cihad etmeniz ve kavminizi ona davet etmeniz gerekir. Haydi gidip bunu yapın. Ben de bu işe gidiyorum". Kadın davete çıktı. Bunun üzerine kral, adamlarıyla birlikte onun karşısına çıktı. Onun bütün adamlarını öldürdü. Kadın kaçıp onların elinden kurtuldu. Ve yine insanları Allah'a davet etmeye devam etti. İnsanlar tekrar onun etrafında toplanmaya başladı. Kadın yeteri kadar insan topladığı kanaatine varınca onlara da çıkıp cihad etmelerini ve dini tebliğ etmelerini emretti. Onlar da çıktılar. Kadın da onlarla beraber çıktı. Bu defa bu insanların hepsi öldürüldü. Kadın yine kaçıp kurtuldu; Yine insanları Allah'a davet etti. Birtakım insanlar çevresinde toplanıp onu dinleyince onlara da çıkıp cihad etmelerini ve dini tebliğ etmelerini emretti. Onlar da bu maksatla çıktılar. Kadın da onlarla birlikte çıktı. Bu insanların da hepsi öldürüldü. Kadın ise yine kaçıp kurtuldu. Fakat bu defa geri çekildi, ümitsizliğe kapıldı ve kendi kendine "Sübhanallah, eğer bu dinin dostu ve yardımcısı varsa elbette ki bundan sonra yardım eder." dedi. Geceyi üzüntülü olarak geçirdi. Kasaba halkı ise kasabanın çevresinde domuzlar olarak dolaşmaya başladılar. Çünkü Allah onları o gece domuza çevirmişi;. Kadın sabahleyin onların halini görünce dedi ki: "Bugün iyice anladım ki Allah, dinini aziz kıldı ve emrini yerine getirdi." İşte İsrailoğullarının domuzlara dönüştürülmesi bu kadın sebebiyle olmuştur.

Abdullah b. Mes'ud'dan rivâyet edildiğine göre" bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, maymun ve domuzlar hakkında "Acaba bu hayvanlar, bunların şekline giren Yahudilerin soyundan mı gelmedir?" diye soruldu. Resûlüllah şu cevabı verdi: "Allah'ın, lanetine uğratarak, başka yaratıklar şekline döndürdüğü her topluluk yok olup gitmiştir, soyları kalmamıştır. Bu maymun ve domuzlar, daha önce var olan soylarının devamıdır. Allah, Yahudilere gazabedince onları maymunlar ve domuzlar şekline çevirmişti. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. İ, S. 395, 397, 421 / Müslim K. el Kader b. 33 Hadis N. 2663.

61

Onlar sîze geldikleri zaman: "İmanettik." derler. Oysa yanınıza kâfir olarak girip, kâfir olarak çıkmışlardır. Allah onların, gizlediklerini çok iyi bilir.

Yahudilerin münafıkları size geldikleri zaman: "Dininizin ve Peygamberinizin getirdiğini tasdik ettik." derler. Halbuki onlar, yanınıza girdiklerinde de yanınızdan çıktıklarında da kâfirdirler. Fakat onlar, kâfirliklerini sizden gizlerler ve bunun, Allah'tan da gizli kalacağını zannederler. Bu onların cehaletindendir. Çünkü Allah, içlerinde gizledikleri kâfirliği çok iyi bilmektedir.

Katade bu âyetin izahında diyor ki: "Yahudilerden bazı insanlar, Resûlüllah'ın yanına geliyor ve ona, iman ettiklerini, getirdiklerine razı olduklarını söylüyorlardı. Halbuki onlar, sapıklıklarına ve İnkârcılıklarına sımsıkı bağlı idiler. Onlar, Resûlüllah'ın yanına girerken de böyle idiler, çıkarken de."

İbn-i Zeyd de diyor ki: "Ehl-i kitap olan Yahudilerden bir kısım insanlar şu âyette zikrediidiği gibi davranırlardı. "Kitap ehlinden bir cemaat şöyle dedi: "îman edenlere indirilenlere günün başlangıcında iman edin. Sonunda inkâr edin. Umulur ki dinlerinden dönerler. Âl-i İmran Sûresi, 3/72.

Evet, onlar ehl-i kitaptan olan kendi kâfirlerine ve şeytanlarına döndükleri zaman inkârlanyla birlikte dönerlerdi.

62

Onların çoğunun günaha, düşmanlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Bu yaptıkları ne kötü bir şeydir.

Ey Rasûlüm, o Yahudilerden çoğunun, günah işlemeye ve azgınlığa düşerek haddi aşmaya, rüşvet ve diğer haramları yemeye koşuştuklarını görürsün. Yemin olsun ki onların yaptıkları ne kötüdür.

Süddi, bu âyette zikredilen günahtan maksadın, İnkârcılık olduğunu söylemiş, âyet-i kerime’de, Yahudilerin, inkâra koştuklarının bildirilmek istendiğini ifade etmiştir.

ibn-i Zeyd ise, buradaki günahtan maksadın, İnkârcılık dahil her türlü günah olduğunu söylemiş, Allahü teâlâ'nın, Yahudilerin her çeşit günaha koşuştuklarını bildirdiğini ifade etmiştir.

Katade de demiştir ki: "İşte her gün sizin aranızda bulunan Yahudiler böyledir. Âyet, onların hallerini beyan etmektedir."

63

Rablerine hakkıyla kulluk edenler ve âlimler onları, yalan söylemek ve haram yemekten men etmeli değil miydiler? Bu işledikleri ne kötü bir şeydir.

Günah işlemeye, azgınlığa, hüküm verme karşılığında rüşvet almaya koşuşan bu Yahudilerin ileri gelenleri olan idarecileri ve âlim olan komutanları, bunları, yalan söylemekten, yalan yere şahitlik etmekten ve insanlar arasında verdikleri hükümler karşılığında rüşvet yemekten alıkoymalı değiller miydi? Yemin olsun ki, Yahudilerin idarecilerinin ve âlimlerinin yaptıkları bu şeyler, ne kötüdür.

Abdullah b. Abbas ve Dehhak diyorlar ki: "Kur'an-ı Kerim'de, âlimleri bu âyetten daha şiddetli bir şekilde kınayan ve korkutan başka bir âyet daha yoktur. Yahya b. Ma'mer diyor ki: "Tiz. Ali (radıyallahü anh) hutbe okudu. Allah'a hamil edip onu gereği gibi övdükten sonra şöyle dedi: "Ey. insanlar, sizden önceki insanlar günah imledikleri zaman dtn adamları ve âlimler onları bu günahlardan men etmedikleri için helak olmuşlardır. Unlar günah işlemeye devam edince, kendilerini, Allah'ın belaları yakalamıştır. Onların başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden evvel, iyiliği emredin, kötülüğe mani olun ve iyi bilin ki, iyiliği emredip kötülüğe mani olmak bir insanın ne rızkını keser, ne de ecelini yaklaştırır."

Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Eğer herhangi bir topluluk içinde günah işleyenler bulunur, o toplulukta günah işleyen kimseden daha güçlü ve engel olmaya daha muktedir kimseler de olur, buna rağmen o günahı isteyenlere mani olmazlarsa, Allah, o topluluğun hepsini azaba uğratır. İbn-i Mâce K. el-Fiten bab. 20 Hadis No. 9004 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4, S. 361, 364, 366.

64

Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır." dediler. Dediklerinden ötürü elleri bağlansın. Ve kendilerine lanet olsun. Aksine, Allah'ın (nimet veren) iki eli açıktır. Dilediği gibi sarfeder. Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. Biz onların arasına, kıyamete kadar düşmanlığı ve kini saldık. Ne zaman harp için bir ateş tutuştursalar Allah onu söndürür. Onlar, yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.

Yahudiler, Allah'a layık olmayan sıfatları isnad ederek "Allah bize karşı cimridir. Eli sıkıdır." demişlerdir. Onların elleri bağlansın. Hayır yapamaz olsunlar. Allah'a karşı bu yalan ve iftiralarından dolayı onlar, Allah'ın rahmetinden ve lütfundan uzaklaştırılmışlardır. Onların iddia ettikleri gibi Allah cimri değil, bilakis lütfü bol olandır. Dilediği gibi rızıklandırır. Ey Rasûlüm, Rabbin tarafından sana indirilen Kur'an, gizli taraflarını sana bildirdiğimiz bu Yahudilerden çoğunun ancak inkârda azgınlıklarını artırır. Onlar, Allah'ı, layık olmadığı sıfatlarla sıfatlandırmaları yanında, senin Peygamberliğini de inkâra kalkışırlar. Böylece azgınlıklarını daha da artırmış olurlar. Biz, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanların arasına, kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin salmışızdır. Onlar, savaşmak için her birleştiklerinde Allah onları mağlup eder. Bölük pörçük yapar. Onlar, yeryüzünde Allah'a isyan ederek, onun âyetlerini ve Peygamberlerini yalanlayarak bozgunculuk çıkarırlar. Allah ise, kendi mülkünde, kendisine isyan ederek bozgunculuk çıkaranları sevmez.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, Yahudilerin, Rablerine karşı nasıl cür'etkâr olduklarını, Rablerini layık olmayan sıfatlarla sıfatlandırdıklarını beyan etmekte, bu davranışlarından dolayı onları kınamakta ve inkârlanyla Peygamberi Hazret-i Muhammed'e tanıtmaktadır.

Yahudiler, ötedenberi cehaletleri ve devam eden şımarıklıkları sebebiyle kendilerinden ayrılmayan, Allah'ın, kendilerine verdiği bol nimetlerine ve büyük günahlarını bağışlamasına rağmen, nankörlük eden bir kavimdir.

Allahü teâlâ bu âyetiyle, Peygamberi Hazret-i Muhammed'in, hak Peygamber olduğunu, kendi tarafından gönderildiğini ispatlamıştır. Zira, Resûlüllah'ın, bu âyetlerle bildirdiği haberler, Yahudilerin sadece ruhban ve hahamlarının bildikleri haberlerdi. Bu haberleri sadece okur yazarlığı olmayan ve ehl-i kitaptan herhangi bir âlim olmayan Araplar değil, âlim olmayan Yahudiler de bilmiyorlardı. Allah bu haberleri. Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bildirdi ki, Resûlüllah'ın, Yahudiler nezdinde hak Peygamber olduğu kesinleşsin ve onu inkâr hususunda hiçbir mazeretleri kalmasın.

Âyet-i kerime’de "Yahudiler 'Allah'ın eli sıkıdır.' dediler." buyunılmaktadır. Bu ifadeden maksat, "Allah bize karşı nimetlerini kısıtlamıştır. Lütfü geniş değildir." demektir. Burada zikredilen "Allah'ın eli"nden maksat, Allah'ın nimetleri ve verdiği ihsanlardır. Âyet-i kerime’de "Verilen ihsan" yerine "El" kelimesi kullanılmıştır. Zira insanlar, ihsanlarım ve iyiliklerini çoğu zaman elleriyle yaptıklarından bu ihsan ve iyiliklerin yerine onları yapan organ olarak "El" kelimesi kullanılmıştır. Bir insanın cömertliğinden bahsederken "Eli bol", cimriliğinden bahsederken de "Eli sıkı" şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Nimet ve ihsanın yerine "El" kelimesinin kullanıldığı, Arapçanın şiirlerinde, darb-ı mesellerinde sayılamayacak kadar çoktur. Allahü teâlâ, Kur'an'ı Arap diliyle indirdiğinden Kur'an'da Arapçaya ait olan ifadeleri de zikretmiştir ki, Kur'an akıllara yaklaşmış olsun ve anlaşılsın. Yani, Allahü teâlâ bu ifadeleriyle demek istemiştir ki: "Yahudiler dediler ki 'Allah bize karşı cimri, o bizden Hitfunu esirgiyor. O, bize karşı âdeta eli boynuna bağlı olduğundan herhangi bir şey vermeyen, kimse gibidir.'

Allahü teâlâ, Yahudilerin bu iftiralarından münezzeh olduğunu, nimetlerinin boi ve kuşatıcı olduğunu beyan ederek yine aynı mecazi üslupla buyurmuştur ki: "Bilakis Allah'ın iki eli de açıktır. O, dilediği gibi rızıklandırır. Bazısına bol rizık verirken, bazılarının rızkını kısar. Yani Allah, geniş lütuf sahibidir. O, ihsanında âdeta iki eli açık gibidir."

Abdullah b. Abbas, Mücühid, Katade ve Dehhak bu âyette zikredilen, "Allah'ın eli"nden maksadın, Allah'ın lütfü ve ihsanı olduğunu söylemişler Yahudilerin, "Allah'ın eli sıkıdır." şeklindeki sözleriyle "Allah cimridir, cömert değildir." demek istediklerini beyan etmişlerdir. Ancak Taberi'nin de vasıflandırdığı gibi tartışmacı insanlar bu âyette zikredilen "Allah'ın eli"nden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür:

a-

Bazılarına göre buradaki "El" kelimesinden maksat "Nimet" demektir. Çünkü Araplar "Falanın benim üzerimde eli vardır." dediklerinde "Onun bana iyiliği ve ihsanı vardır." demek isterler.

h-

Bazılarına göre burada zikredilen "El" kelimesinden maksat, "Kuvvet" demektir. Nitekim bu âyette zikredilen "Eller" kelimesi de "Kuvvet" anlamındadır. "Ey Rasûlüm, kuvvetli (el sahipleri) kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u hatırla. Sâd sûresi, 38/45 âyetindeki "El" kelimesi buna misaldir.

c-

Diğer

bazılarına göre burada zikredilen "El" kelimesinden maksat, "Mülk" demektir. Yahudiler, "Allah'ın eli sıkıdır." derken "Allah'ın bize karşı mülkü ve hazineleri kapalıdır." demek istemişlerdir. Nitekim Araplar: "Filan kadının nikah akdi filan adamın elindedir." derken, "O kadın onun mülküntledir." demek isterler.

d-

Başka bir kısım âlimlere göre ise bu âyette zikredilen "El" kelimesi, Allahü teâlâ'nın sıfatlarından bir sıfattır. Ancak o, Âdemoğlunun organları gibi bir organ değildir. "El" kelimesinin, Allahü teâlâ'nın sıfatlarından bir sıfat olduğu şunlardan anlaşılmaktadır:

aa- Allahü teâlâ: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?" Sad Sûresi, 38/75. buyurarak Âdem'i elleriyle yarattığını ve bunun Âdem'e mahsus bir durum olduğunu beyan etmiştir. Şâyet, "El" kelimesi "Kudret ve kuvvet" mânâsına olsaydı Hazret-i Âdem için böyle bir meziyeti zikretmeye gerek olmazdı. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın kudretiyle yaratılmıştır. Bütün yaratıkları Allahü teâlâ yarattığı halde Hazret-i Âdem'i bizzat eliyle yaratmasının Âdem için bir şeref ve üstünlük olduğunu bildirmiştir. Bu da göstermektedir ki Allahü teâlâ'nın eli, kuvveti, nimeti ve mülkünün dışında bir şeydir.

bb- Şâyet "El" kelimesinden maksat, "Nimet" dernek olsaydı âyetin devamında "Allah'ın iki eli açıktır." denmez "Eli açıktır." denirdi. Çünkü Allah'ın nimeti iki tane değil, kendisinin de beyan ettiği gibi saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Bu hususta buyurulmaktadır ki: "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz. İbrahim Sûresi, 14/34. Eğer buna itiraz edilerek denilecek olursa ki "Buradaki iki el'den maksat, iki nimet, iki nimetten maksat da "Nimet" demektir." Cevaben denilir ki: "Nimet kelimesi müfred olarak kullanıldığında Arapçanın üslubu gereği "Nimetler" mânâsına gelebilir. Nitekim "Asra yemin olsun ki insan ziyandadır. Asr sûresi, 103/1,2 âyetindeki insan kelimesi, "İnsanlar" demektir. Fakat teşriiye olarak kullanılan bir kelime Arapçada hiçbir zaman çoğul mânâsına gelmemektedir.

cc- "El kelimesinin Allah'ın sıfatı olduğuna dair Resûlüllah'tan birçok haberler varkl olmuş, âlimler ve miifessirler de böyle izah etmişlerdir.

Âyet-i kerime’deki "Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârım artıracaktır." buyurulmaktadır. Yani "Ey Rasûlüm, biz bu Yahudilerin, insanlardan gizledikleri ve ancak âlim ve hahamlarının bildikleri hükümleri sana bildirince ve onların: "Muhammed'in Peygamber olduğuna dair bize ne bir müjdeci, ne de bir uyarıcı geldi." şeklindeki bahanelerini ortadan kaldırıp senin Peygamberliğinin hak olduğunu ispatlayan meseleleri şana beyan edince bunlar, Yahudilerin, senin Peygamberliğini inkâr hususundaki aşırılıklarım ve Allah'ın büyüklüğünü inkârlarını iyice artırdılar. Onlar, Allah'ı cimrilikle vasıflandırır oldular."

Allahü teâlâ âyet-i kerime’nin bu bölümüyle Resûlüllah'a, Yahudilerin Rablerinin emirlerine karşı inatçı ve isyankâr insanlar olduklarını ve hakka boyun eğmediklerini, Resûlüllah'ın hak Peygamber olduğunu bildikleri halde sırf inatçılıklarından dolayı onu kabul etmediklerini bildinnekte ve böylece Resûlüllah'ı, Yahudilerin çirkin davranışları karşısında teselli etmekledir.

Âyet-i kerime’de: "Biz onların arasına kıyamete kadar düşmanlığı ve kini soktuk." buyurulmaktadır. Burada, aralarına düşmanlık ve kinin sokulduğu insanlardan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardır. Bunlar bu surenin elli birinci âyetinde zikredildiğinden, burada isimleri tekrarlanmamış, "Onlar" şeklinde zamir olarak zikredilmiştir.

Allahü teâlâ, âyet-i kerime’nin bu bölümüyle Yahudilerle Hristiyanlar arasında kıyamete kadar düşmanlık ve kinin sokulduğunu beyan etmektedir.

Âyet-i kerime’de: "Ne zaman harp için bir ateş tutuştursalar Allah onu söndürür." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Onlar müslümanlara karşı her işbirliği yaptıklarında Allah onları bölük pörçük eder. Onların amelleri ve niyetleri bozuk olduğundan Allah onların savaş planlarını bozar."

Reb'i b. Enes bu âyet-i kerime’yi, İsra Sûresi'nde zikredilen Yahudiler hakkındaki âyetlerle irtibatlandırarak izah etmiş ve demiştir ki: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Biz, kitapta İsrailoğullarına "Şüphesiz ki yeryüzünde iki defa bozgunculuk çıkaracaksınız ve aşın bir şekilde azginlaşacaksınız." diye yazdık. Birinci bozgunculuğunuzun cezalandırma vakti geldiğinde, güçlü kuvvetli kullarımızı üzerinize saldık. Ülkenizin her yerini didik didik ettiler. Bu, mutlaka yerine gelen bir vaad idi." "Sonra sizi, üzerinize saldıranlara galip getirdik. Size mallar ve oğullar verdik, sayınızı çoğalttık. İsra sûresi, 103/1,2

Reb'i b. Enes sözlerine devamla diyor ki: "İsrailoğulları birinci bozgunculuklarını yapmışlardı. Allah onların üzerine düşmanlar gönderdi. Düşmanları onların ülkelerini talan ettiler. Kadınlarının ırzına geçtiler, çocuklarını köle yaptılar. Mescid-i Aksa'yı yıktılar. Böylece zamanın akışını değiştirdiler. Sonra Allah onlara Peygamber gönderdi. İsrailoğullarının durumu öncekinden daha güzel oldu. Ne var ki onlar daha sonra Peygamberleri öldürerek ikinci bozgunculuğu yaptılar. Zekeriyya'nın oğlu Yahya'yı öldürdüler. Bunun üzerine Allah onlara Buhtunnasr'ı musallat etti. O da İsrailoğulianndan öldürdüklerini öldürdü, esir aldıklarını esir aldı, Mescid-i Aksa'yı tahrip etti. Evet, ikinci bozgunculukları sonunda Buhtunnasr onlara musallat oldu. Allahü teâlâ bu hususta şöyle buyurmaktadır. "..Yeryüzünde çıkardığınız ikinci bozgunculuğun cezalandırma vakti gelince, sizi, yüreklerinizden keder dökülür hale getirsinler, daha önce girdikleri gibi Mescid-i Aksa'ya girsinler ve ellerine geçirdikleri yeri yıksınlar diye düşmanlarınızı üzerinize salıvereceğiz. Belki Rabbiniz size merhamet eder. Eğer bozgunculuğa dönerseniz biz de cezalandırmaya döneriz. îsra Sûresi, 17/7, 8.

Allahü teâlâ, İsrailoğullarının yeryüzünde çıkardıkları ikinci bozgunculuktan ve onun cezasını çekmelerinden sonra onlara Üzeyir'i gönderdi. O, Tevrat'ı bilen, onu ezberleyen, onu yazıp Yahudiler için kitap haline getiren biriydi. Üzeyir de yaşadığı dönemde Tevrat'ı onlara tatbik etti. Onlar zamanla Tevrat'ı unuttular. Üzeyir öldü. Bazı olaylar cereyan etti. Onlar Allah'a verdikleri ahdi unuttular. Allah'ı cimrilikle itham ederek "Allah'ın eli sıkıdır." dediler. Üzeyir için: "O, Allah'ın oğluydu." dediler. Halbuki onlar daha önce Hristiyanların, Hazret-i İsa'ya "Allah'ın oğlu" demelerini ayıplıyorlardı. Daha önce karşı çıktıklarını kendileri yapar oldular. Hristiyanlan kâfirlikle itham ettikleri şeyleri kendileri yaptılar. İşte o zaman Allahü teâlâ, İsrailoğullarının, düşmanlarına bir daha galip gelemeyeceklerini bildirdi ve buyurdu ki: "Ne zaman harp için bir ateş tutuştursalar, Allah onu söndürür. Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez."

Evet, Allah, İsrailoğullarına Mecusileri musallat etti. Onlar, Mecusilerin tehditlerini enselerinde hissederek yaşadılar. Onlar o zamanlarda "Keşke biz kitabımızda yazılı olan o Peygambere kavuşsak, belki Allalvonunla bizi Mecusilerin elinden, işkencelerinden kurtarır." diyorlardı.

Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i gönderdi. Onun adı İncil'de "Ahmet" olarak geçiyordu. Yahudilere, gelmesini bekledikleri Peygamber gelince onu inkâr ettiler. Allah'ın laneti kâfirlerin üzerine olsun. Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar.

Âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında Abdullah b. Abbas diyor ki: ."Şa's b. Kays adında bir Yahudi, Resûlüllah'a dedi ki: "Şüphesiz ki senin Rabbin cimridir, kimseye bir harcamada bulunmuyor." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ve Yahudilerin, Allah'a isnad ettikleri iftirada yalancı olduklarını ortaya koydu. Zira Allahü teâlâ kullarına, istedikleri nimeti bolca verir. Nitekim başka bir âyet-i kerime’de: "Allah, istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zalim, çok nankördür. İbrahim Sûresi, 14/34. buyurmuştur.

Allahü teâlâ'nın nimetlerinin sayılamayacak kadar çok olduğu muhakkaktır. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de Allahü teâlâ'nın geniş lütfü hakkında şöyle buyuruyor: "Allahü teâlâ buyuruyor ki:

Ey Kulum, sen Allah yolunda harca ki, ben de sana vereyim." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine devamla şöyle buyuruyor: "Allah'ın eli (hazinesi) doludur. Ondan vermesiyle eksilmez. O hazineler gece ve gündüz akar. Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri ne kadar nimetler verdiğini söyleyebilir misiniz? Bütün bu verdikleri onun hazinesinden bir şey eksiltmemiştir. Çünkü onun arşı (hudutsuz nimet deryası) üzerinde kurulmuştur. Terazi onun elindedir. Kefeyi bazan indirir, bazan kaldırır. (Yani böylece insanların, bazısına çok, bazısına az verir. Bir topluluğu yükseltir, diğerini alçaltır. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 11, bab: 2 / Müslim, K. ez-Zeknt, b. 36, Hadis No. 993.

Allahü teâlâ'ya: "Senin Rabbin cimridir, kimseye bir harcamada bulunmuyor." diyerek iftirada bulunan Yahudiler ise cimrilikleriyîe tanınmış, hatta Kur'an-ı Kerim'de bu manevi hastalıkları dile getirilerek şöyle buyurulmuştur: "Yoksa onların, mülkte bir payı mı vardır? Eğer böyle olsaydı insanlara zerre kadar dahi bir şey vermezlerdi. Nisa Sûresi, 4/53.

Âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e verdiği nimetler ve meziyetlerin, mü’minlerin imanlarını takviye edip amellerini artırdığı gibi, bunu kıskanan kâfirlerin de azgınlıklarını ve inkârlarını artırdığını beyan etmektedir. Nitekim başka bir âyette de: "Biz Kur'an'ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Bu Kur'an zalimlerin ise ancak zararını (hüsranını) artırır. îsra Sûresi, 17/82. buyurmuştur.

Âyet-i kerime, Yahudilerin, kıyamet gününe kadar birbirlerine karşı düşmanlık ve kin besleyeceklerini bu itibarla tartışma ve cedelleşmenin son bulmayacağını, görünüşte birleşmiş olsalar da aslında kalblerinin birbirinden nefret ettiğini de bildirmektedir. Bu hususa bir başka âyette de buna işaretle buyuruluyor ki: "Onlar sizinle toplu halde ancak surlarla çevrilmiş müstahkem yerlerden veya duvarların arkasından savaşabilirler. Onların kendi aralarındaki çekişmeleri pek çetindir. Sen onları birlik beraberlik içinde sanırsın. Halbuki onların kalbleri darmadağınıktır. Çünkü onlar, akıllarını kullanmayan bir kavimdir. Hasr Sûresi, 59/14.

Ayrıca âyet-i kerime, bunların her hile ve desiseye başvurdukları ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e karşı savaş hazırlığına giriştiklerinde Allah'ın, onların tuzaklarını kendilerine çevirdiğini ve savaş için yaktıkları ateşlerini söndüreceğini bizlere haber vermektedir.

Âyet-i kerime son olarak Yahudilerin genel karakterlerini mü’minlere bildirerek buyuruyor ki: "Onların işi, devamlı olarak yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktır. Allah ise bozgunculuk çıkaranları sevmez."

Bu âyet-i kerime’de geçen "Allah'ın nimet veren elleri açıktır." ifadesi mecazi mânâ taşır. Bundan, Allah'ın, kullarına bolca nimetler verdiği kastedilmektedir. Elin açıklığı cömertlik mânâsına gelmektedir. Yoksa Allah'a el isnadı mümkün değildir.

65

Eğer kitap ehli iman edip Allah'tan korksaydılar, elbette günahlarını örter ve onları naim cennetlerine koyardık.

Şâyet ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlur, Allah'a hakkıyla iman etmiş olsalar, Peygamberi Muhammed'i tasdik edip ona indirilenlerin hak olduğuna inansalar, Allah'ın yasakladıklarından kaçınıp emirlerini tutacak olsalar, biz onların günahlarını siler, kusurlarım örter, onları rüsvay etmeyiz ve onları, âhirette, bolca nimetlerle yaşadıkları cennetlere koyarız.

Bu hususta diğer bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve Peygamberine iman edin ki Allah da size merhametinden iki misli versin. Kendisiyle aydınlık içinde yürüyeceğiniz bir nur bahşetsin ve sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir, Hadid Sûresi, 57/28.

66

Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rableri tarafından kendilerine indirileni tatbik etseydiler, üstlerinden ve ayaklarının altından rızıklandırıldıkları nimetleri yerlerdi. Onlardan bir kısmı mutedil bir ümmettir. Bir çoklarının yaptıkları da ne kötü bir şeydir.

Eğer, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, Tevrat ve İncil'in ve Rableri tarafından Muhammed'e indirilen Kur'an'ın hükümleriyle amel etmiş olsalardı elbette ki Allah, onlara bol nimetler verirdi ve onlar, üstlerindeki göklerden gelen bolca yağmurların, altlarında bulunan yeryüzünün çeşitli bitki ve mahsullerine hayat vermesi neticesinde bu nimetlerden bol bol yerlerdi. Bunlardan bir topluluk vardır ki orta yolu tutar. Dini hususta ne aşın gider, ne de eksik bırakır. Adaletli davranır. Fakaî Yahudi ve Hristiyanlardan çoğunun yapmış oldukları amelleri pek fenadır. Hristiyanlar, İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu iddia etler ve Muhammed'i yalanlarlar. Yahudiler ise hem İsa'nın hem de Muhammed'in Peygamberliğini yalanlarlar.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Ehl-i kitap nasıl olur da Tevrat'ı, İncil'i ve Muhammed'e indirilen Kur'an'ı tatbik etmiş olabilirler? Çünkü bu kitaplar yer yer birbirlerine muhalif hükümler ihtiva etmektedirler ve birbirlerini neshetmektedirler." Cevaben denilir ki: "Her ne kadar kitaplar bazı hükümlerinde birbirlerine muhalif olmuş ve birbirlerini neshetmişlerse de zaman içinde değişmeyen temel hükümlerde müttefiktirler. Mesela, Allah'ın Peygamberlerine iman etme, onların, Allah'ın katından gönderildiklerini tasdik etme bu temel hükümlerdendir. İnsanların Tevrat'ı, İncil'i ve Hazret-i Muhammed'e gönderilen Kur'an'ı tatbik etmelerinden maksat, onlarda bulunan hükümlerden hepsinin hak olduğuna inanmaktır. Onların, üzerinde ittifak ettikleri temel esasları tasdik etmektir. Ve her ümmetin kendisine indirilen kitaptaki özel hükümlerle, neshedilmeden önce amel etmesidir.

Âyet-i kerime’de ehl-i kitaptan bazılarının mutedil bir ümmet oldukları zikredilmektedir. Bu kimselerden maksat, onların içinden müslüman olanlardır. Zira onlar Hazret-i İsa hakkında itidali muhafaza etmişler, onun, Allah'ın Peygamberi olduğunu ve Allah'ın Meryem'e ilka ettiği ruhu olduğuna inanmışlar ve aşın giderek onun, Allah'ın oğlu olduğunu veya iffetsiz bir kadının çocuğu olduğunu söyl emem işlerd ir.

Âyet-i kerime’nin sonundu: "Bir çoklarının yaptıkları da ne kötü şeydir." buyurulmaktadır. Bunlardan maksat, ehl-i kitabın, Hazret-i Muhammed'e iman etmeyenleridir. Ehl-i kitaptan Hristiyan olanlardan bazıları Hazret-i Muhammed'i yalanlayıp Hazret-i İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmişler, Yahudiler ise Hazret-i Muhammed'i yalanladıkları gibi Hazret-i İsa'yı da yalanlamışlardır. Böylece yaptıkları şey çirkin bir iş olmuştur.

67

Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın Peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Şüphesiz ki Allah, kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.

Ey, insanlara Peygamber olarak gönderdiğim elçi, Rabbin tarafından sana indirilen Kur'an'ı insanlara tebliğ et. Şâyet bunu yapmazsan Peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah'ın sana gönderdiği şeylerden bir kısmını da gizlersen Peygamberliğini tebliğ etmemiş olur ve büyük bir günaha girmiş olursun. Allah seni insanların şerrinden koruyacaktır. O halele Allah'tan başka kimseden korkma ve şunu da bil ki Allah, kâfir topluluğu hidâyete erdirmez.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ehl-i kitap hakkında indirdiği hükümleri onlara tebliğ etmesini ve bunu onlara tebliğ ederken onlardan çekinmemesini emretmiştir. Allahü teâlâ ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlarm kıssalarını bu surenin başından bu tarafa zikretmiş, onların sakat taraflarım, dinleri hususunda kötü niyetli olduklarını, Rablerine karşı cür'etkâr olduklarını, Peygamberlerini sindirmeye çalıştıklarını, Allah'ın, kendilerine gönderdiği kitabı değiştirdiklerini, yediklerinin ve içtiklerinin murdar şeyler olduğunu zikretmiş, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de onların bu hallerini kendilerine söylemekten çekinmemesini, onların sayılarının çokluğunun kendisine herhangi bir zarar veremeyeceğini bildirmiştir. Allah yolunda hiçbir kimsenin korkmamasını, zira Allah'ın, bütün yaratıklara karşı kendisine yeteceğini ve onu savunacağını bildirmiştir. Resûlüllah'ın, tebliğ etmesi emredilen şeylerden herhangi birinde kusur etmesi halinde kendisine indirilen hiçbir şeyi tebliğ etmemiş derecede günahkâr sayılacağını beyan etmiştir.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allahü teâlâ buyurmak istemiştir ki: "Ey Rasûlüm, eğer sen, Rabbin tarafından sana indirilen bir âyeti gizleyecek olursan Peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun."

Müfessirler bu âyet-i kerime indikten sonra Resûlüllah'ın artık insanlardan çekinmez olduğunu, hatta yanında muhafız bulundurmaktan dahi vaz geçtiğini zikretmişlerdir.

Katade diyor ki: "Bu âyet-i kerime indirilince Allahü teâlâ, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, insanlara karşı kendisinin ona yeteceğini, onu insanlardan koruyacağını bildirdi ve ona, kendisine indirilenleri insanlara tebliğ etmesini emretti. Resûlüllah'a denilmişti ki: "Sen bir kapıcı edinsen nasıl olur?" Resûlüllah da: "Vallahi ben insanlarla beraber bulunduğum müddetçe ökçemi onlara göstereceğim." buyurdu.

Said b. Cübeyr diyor ki: "Bu âyet-i kerime inince Resûlüllah buyurdu ki: "Artık beni korumayın. Çünkü Rabbim beni korumuştur."

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki:

"Bu âyet-i kerime gelmeden önce Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sahabe tarafından korunuyordu. Bu âyet gelip de: "Allah seni insanlardan korur." buyurulunca Resûlüllah başını o anda içinde bulunduğu çadırdan dışarı çıkararak: "Ey insanlar, yanımdan dağılın. Artık Allah beni koruyor." dedi Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 5, Bab: 3, Hadis No: 3046.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir:

a-

Bazılarına göre bu âyet-i kerime, bir Bedevinin Resûlüllah'ı öldünnek istemesi üzerine Allahü teâlâ'nın, onun şerrini Resûlüllah'tan bertaraf etmesi sebebiyle nazil olmuştur.

Bu hususta Muhammed b. Ka'b el-Kurezi demiştir ki: "Resûlüllah bir yerde konakladığında sahabileri onun için gölgelendirici bir ağacın altını seçerlerdi. Resûlüllah da onun altında gölgelenirdi. Resûlüllah böyle bir durumda iken ona bir Bedevi geldi. Kılıcını çekti ve dedi ki: "Şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?" Resûlüllah da: "Allah" dedi. Bunun üzerine Bedevinin eli titreci i, kılıç elinden düştü. Kafasını ağaca çarptı. Öyle ki beyni dağılıp çevreye, yayüdi. İşle bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti indirdi.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu âyetin nüzul sebebi, Resûlüllah'ın Kureyş'ten çekinmesi idi. Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime’yi indirince sırtüstü yattı ve sonra buyurdu ki: "Dileyen beni yalnız bıraksın." Bu sözü iki veya üç defa söyledi.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) diyor ki:

"Kim sana "Hazret-i Muhammed kendisine indirilenlerden bir şeyi gizledi." diyecek olursa şüphesiz ki o yalan söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ: "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan Allah'ın Peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun." buyurmuştur. Buhari, K. Tefsir el-Kur'nıı, Sûre: 5, Biıh: 7

68

Ey Rasûlüm, de ki: Ey kitap ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirileni tatbik etmedikçe hiçbir dayanağınız olmaz. Şüphesiz ki Rabbinden sana indirilenler, onların çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır. O halde kâfir bir topluluğa üzülme.

Ey Rasûlüm, ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyantara de ki: "Sizin elinizde Mûsa'nın getirdiği Tevrat'tan ve İsa'nın getirdiği İncil'den bir şey yok ki sizler, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından Muhammed vasıtasıyla size indirilen Kur'an'ı hep birlikte tatbik edesiniz. Onlarda zikredilen Muhammed'e iman edesiniz. Onların hepsinin Allah katından inen kitaplar olduğunu ikrar edesiniz.

Onlardan herhangi birini yalanlamayasmız. Ve Allah'ın Peygamberleri arasında ayırım yapmayasmız. Yemin olsun ki sana Rabbin tarafından indirilen Kur'an, bu Yahudi ve Hristiyanların çoğunun azgınlığını ve senin Peygamberliğini inkârlarını artırır. O halde Ey Rasûlüm, Yahudi ve Hristiyan kâfirlerinin seni inkâr etmelerine karşı üzülme. Çünkü bu, onların, Peygamberlerine karşı süregelen âdetleridir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, hicret ettiği Medine'nin çevresinde bulunan Yahudi ve Hristiyanlara Allah'ın gönderdiği Tevrat ve İncil'den herhangi bir şeyin, ellerinde kalmadığını, bu itibarla Yahudi ve Hristiyanların hak din üzere olmadıklarını, bu sebeple Resûlüllah'ı yalanlamaya kalkıştıklarını tebliğ etmesini emretmiştir. Şâyet ehl-i kitap olan Yahudilerin elinde gerçek Tevrat ve Hristiyanların elinde de gerçek İncil bulunmuş olsaydı onlar birbirlerini tasdik ederler ve Hazret-i Muhammed'e de iman ederlerdi. Böylece hak olan bütün kitaptan tatbik etmiş olurlardı.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resıılulkıh'a, Rafı b. Harise, Selam b. Miskin., Malik b. Sayf ve Rafı' b. Harmele geldiler ve dediler ki: "Ey Muhammed, sen, İbrahim'in dini ve inancı üzere olduğunu, bizim elimizde bulunan Tevrat'a iman ettiğini ve Tevrat'ın, Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğuna şahitlik ettiğini sanmıyor musun?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Evet öyle, fakat sizler sonradan bir şeyler icadettiniz. Tevrat'ta bulunan sizden ahit alma meselesini inkâr ettiniz ve Tevrat'tan insanlara açıklamanız emredilen şeyleri gizlediniz. Ben, sizin, kendiliğinizden uydurduğunuz bu şeylerden beriyim." Onlar da dediler ki: "Biz elimizde bulunanları kabul ediyoruz. Hak ve hidâyet üzereyiz. Sana iman etmiyoruz ve sana tabi olmuyoruz." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "Ey. kitap ehli, sizde bir şey yok ki, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbiniz tarafından size indirileni tatbik edip onunla amel edesiniz." âyetini indirdi.

69

Şüphesiz iman edenler, Yahudiler, Sabiiler ve Hristiyanlardan kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder vesalih amel işlerse, onlar için bir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.

Allah'ı ve Resulü'nü tasdik eden müslümanlar, Mûsa'ya tabi olan Yahudiler, Sabiiler ve İsa'ya tabi olan Hristiyanlardan kim Allah'a ve âhiret gününe iman eder ve salih amel işlerse onlar için, kıyametin dehşetinden bir korku yoktur. Dünyada bıraktıkları şeylerden dolayı da üzülmezler. Zira âhirette bol mükâfatlara erişeceklerdir.

Âyet-i kerime, bu sayılan fırkalardan herbirinin Allah'a ve âhiret gününe iman etmeleri, salih ameller işlemeleri ve kendi zamanlarında bulunan Peygamberleri tasdik etmeleri halinde cennete gireceklerini beyan etmektedir.

Fakat Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) geldikten sonra bu fırkaların hepsi Hazret-i Muhammed'in Peygamberliğini kabul edip ona uymak mecburiyetindedirler. Aksi takdirde cehennemin yakıtı olacaklardır. Zira Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Kim, İslam'dan başka bir din ararsa o din ondan asla kabul edilmeyecektir. O kimse âhirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır. Ai-i İmran sûresi, 3/85.

70

Yemin olsun ki İsrailoğullarından ahit aldık ve onlara Peygamberler gönderdik. Ne zaman bir Peygamber onlara, nefislerinin hoşlanmadığı şeyi getirdiyse onların bir kısmını yalanladılar ve bir kısmını da öldürdüler.

Yemin olsun ki biz, İsrailoğullarından, samimi davranacaklarına, Allah'ı ve Peygamberini dinleyip onlara itaat edeceklerine, emirlerine uyup yasaklarından kaçınacaklarına dair ahit almış ve onlara Peygamberler göndermiş ve onlar vasıtasıyla bize itaat edenlere bol mükafatlar vereceğimizi, isyan edenleri de ağır şekilde cezalandıracağımızı bildirmiştik. Fakat Peygamberler ne zaman onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir şey getirdilerse onlar Allah'a verdikleri ahdi bozarak ve ona karşı gelerek, Peygamberlerden bir kısmını yalanladılar bir kısmını da öldürdüler.

71

Onlar bir fitne kopmayacağını sandılar. Kör ve sağır oldular. Sonra Allah tevbeleririni kabul etti. Yeniden onların bir çoğu kör ve sağır oldular. Allah onların yaptıklarını çok iyi görendir.

Kendilerinden ahit aldığımız ve kendilerine Peygamber gönderdiğimiz İsrailoğulları, Allah tarafından imtihan edilmeyeceklerini, yaptıklarından dolayı Allah tarafından cezalandırılıp başlarına bir bela gelmeyeceğini zannettiler ve böylece gerçeği göremeyen körler ve hakkı işitmeyen sağırlar oldular. Daha önce verdikleri ahdi unuttular. Sonra yaptıklarından vaz geçip tevbe edince Allah yine de tevbelerini kabul etti. Bunlardan çoğu tekrar hakkı göremeyen ve işitemeyenler oldular. Allah, bunların yaptıklarını çok iyi görendir. Kıyamet gününde kendilerini ona göre hesaba çekecektir.

Allahü teâlâ bundan sonra gelen âyetlerde, İsrailoğullarının, Hristiyan olanlarının içine düştükleri fitnelerden bir kısmını beyan etmektedir. Bu da Hazret-i İsa'yı ilâh edinmeleri ve Allahü teâlâ'nın üç ilahtan biri olduğunu iddia etmeleridir.

72

Şüphesiz: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'tir." diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih onlara: "Ey İsrailoğulları, hem benim hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Kim Allah'a ortak koşarsa şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Ve onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur." demişti.

Şüphesiz ki: "Allah, Meryemoğlu İsa Mesih'tir." diyenler kâfir olmuşlardır. Hristiyanların Yakubi fırkası bunu iddia eden kâfirlerdendir. Halbuki Meryemoğlu İsa Mesih onlara şöyle demişti: "Ey İsrailoğulları, benim de sizin de Rabbiniz olan, beni de sizi de yaratan, her varlığı önünde boyun eğdirmiş olan Allah'a kulluk edin. Zira kim, Allah'a başka bir şeyi ortak koşarsa Allah ona âhirette cennete girmeyi haram kılmıştır. Onun varıp sığınacağı yer de cehennem ateşidir. Ayrıca zalimlerin, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak bir şefaatçileri de yoktur."

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, İsrailoğullarının, içine düştükleri fitnelerden birini bize bildirmekte ve beyan etmektedir ki: İsrailoğullarının Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceklerine ve Allah'tan başka herhangi bir şeyi Rab edinmeyeceklerine, onun yarattığı ve Peygamber olarak gönderdiği İsa'nın emirlerine itaat edeceklerine dair verdikleri ahdi bozmuşlar, Allah'ın yaratığı olan İsa'nın, Allah olduğunu iddia etmişlerdir. Nitekim Hristiyanlardan Yakubi fırkasının inancı bu doğrultudadır. Onlar, Allah'ın kulu, soyu belii, anası belli bir insan olan Hazret-i İsa'ya ilahlık isnad etmişlerdir. Halbuki İsa onları, Allah'ın bir olduğuna inanmaya, ona ibadet etmeye, ona itaat etmeye davet etmiş, Allah'ın kendisinin de onların da Rableri olduğunu söylemiş, onların, Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmalarını yasaklamıştır. Fakat onlar Allah hakkındaki aşırı cehaletlerinden dolayı ona babalık isnad etme fitnesine düşmüşlerdir. Halbuki Allah'a ne baba olmak yaraşır ne de oğul.

Görüldüğü gibi İslam inancına göre Hristiyanlar kâfirdirler. Çünkü İslam'dan başka bir dini kabul eden herkes kâfirdir.

73

Şüphesiz ki: "Allah, üç ilahın üçüncüdür." diyenler kâfir olmuşlardır. Oysa tek bir ilahtan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer söylediklerinden vaz geçmezlerse şüphesiz onlardan, inkâr edenlere can yakıcı bir azap isabet edecektir.

Şüphesiz, "Allah üç ilahın üçüncüdür." diyen Hristiyanlar da kâfir olmuşlardır. Çünkü ilâh tek bir ilahtır. Gerçekte kulluk edilecek ilâh yalnızca O'dur. Şâyet onlar söylemiş oldukları bu yalan ve iftiralardan vaz geçmezlerse şüphesiz ki "Allah, Meryemoğlıı İsa Mesih'tir.", "Allah, üç ilahın üçüncüdür." diyerek kâfir olanları can yakıcı bir azap yakalayacaktır.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile İsrailoğullarının, Hristiyan olan başka bir fırkasının, içine düştükleri fitneyi açıklamaktadır. Bu fırka, Allah'a ortak: koşarak, "O. üç ilahın üçüncüdür." demişlerdir. Bu görüş, Hristiyanların, Yakubiler, Melkaniler ve Nasturiler diye üç fırkaya ayrılmalarından önceki görüşleridir. Onlar, kadim olan ilahın, bir cevher ve üç unsurdan oluştuğunu iddia etmişlerdir. Üç unsurdan biri, başka birinden doğmayan, fakat çocuk sahibi olan "ba-ba"dır. Diğeri babadan meydana gelen, fakat çocuk sahibi olmayan "oğul"dur. Üçüncü ise baba ile oğul arasında vasıta olan "eş"tir. Allahü teâlâ bu gibi iftiralarda bulunan Hristiyanlan yalanlamış, Allah'ın tek bir ilâh olduğunu, ondan başka herhangi bir hak mabud bulunmadığını beyan etmiştir.

74

Hâla Allah'a tevbe edip ondan af dilemiyorlar mı? Halbuki Allah çok affeden ve çok merhamet edendir.

"Meryemoğlıı İsa Mesih Allah'tır." diyen ve "Allah üç ilahın üçüncüdür." diyen iki fırka, bu söylediklerinden hâlâ vaz geçip Allah'a tevbe etmiyorlar mı? Ondan günahlarının bağışlanmasını istemiyorlar mı? Halbuki Allah, yaratıklarından tevbe edenin günahını bağışlayan, tevbelerini kabul etmede çokça merhamet edendir. Onları cezalandırmaktan vaz geçip sevgisine kavuşturandır.

Bu âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın lütuf ve rahmetinin çok büyük olduğunu göstermektedir. Zira Hristiyanların bu büyük iftira ve yalanlarına rağmen Allah onları tevbe etmeye, affedilmeye çağırmakta ve kendisinin, affeden ve merhamet eden olduğunu bildirmektedir.

75

Meryemoğlu İsa Mesih de ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip geçmiştir. Onun annesi dosdoğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra bak nasıl yüz çeviriyorlar?

Meryemoğlıı İsa Mesih ancak diğer Peygamberler gibi bir Peygamberdir. Diğer Peygamberlerin bir anneden doğdukları gibi, o da bir anneden doğmuştur. O, Meryem'in oğludur. Bir anneden doğmak ise yaratan Allah için değil, yaratılan insan için söz konusudur. Fakat Allah, onun vasıtasıyla birtakım mucizeler göstermiştir. Bundan önce de birçok Peygamberler gelip geçmiş, Alalı onlar vasıtasıyla da nice mucizeler göstermiştir. İsa'nın annesi Meryem ise, Allah'ın lanetine uğrayan Yahudiler gibi bir fahişe değil, salına ve takva sahibi dosdoğru bir kadındı. İsa nasıl bir ilâh olabilir ki, kendisi de annesi de diğer insanlar gibi hayatlarını devam ettirebilmek için yeyip içerlerdi. O halde yeyip içen ve diğer beşeri ihtiyaçlarım gidermek zorunda olan böyle bir varlığın ilâh kabul edilmesi şaşkınlık ve sapıklık değil de nedir? Ey Rasûlüm, Yahudi ve Hristiyanlardan kâfir olan bu insanların, Allah'ın Peygamberleri hakkındaki iddia ve iftiralarının batıl olduklarına dair delillerimizi nasıl açıkladığımıza bir bak. Bir de bütün bu delillerimize rağmen yine de onların hak yoldan saptıklarına bir bak.

Onların bu şaşkın ve sapık hallerini Allahü teâlâ başka bir âyet-i kerime’de şöyle beyan ediyor: "..Bu kavme ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyor Nisa Sûresi, 4/78.

76

Ey Rasûlüm, de ki: "Allah'ı bırakıp da size hiçbir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz? Allah, her şeyi çok iyi işiten, çok iyi bilendir.

Ey Rasûlüm, İsa Mesih'in, rableri olduğunu zanneden bu kâfirlere de ki: "Her şeye gücü yeten Allah'ı bırakıyor da size herhangi bir fayda sağlamayan ve sizden herhangi bir zaran uzaklaştiramayan varlıklara mı tapıyorsunuz? Allah, kullarının sözünü çok iyi işiten ve hallerini çok iyi bilendir."

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi, Hazret-i İsa'nın Allah olduğunu veya üç ilahtan biri olduğunu iddia eden Hristiyanlara karşı Hazret-i Muhammed'e bir delil olarak göndermiş, her şeyi yaratan, nziklandiran, hayat veren ve öldüren Allah'ı bırakıp da herhangi bir zarar veya fayda sağlayamayan Hazret-i İsa'ya ilâh olarak tapanların, sapıklık içinde olduklarını bildirmiştir. Zira Rab olan kimse, her şeye kadir olan ve yarattıklarına dilediğini yapabilendir. Bu sıfatlardan yoksun olanın Rab kabul edilmesi, sapıklığın ta kendisidir.

77

De ki: "Ey kitap ehli, hakkın dışına çıkarak dininizde aşırı gitmeyin. Daha önce sapmış, bir çoklarını da saptırmış ve böylece doğru yolu kaybetmiş bir kavmin heva ve heveslerine uymayın."

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey kitap ehli olan Hristiyanlar, hakkın dışına çıkarak dininizde aşın gitmeyin. İsa'nın Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu söylemeyin. Sizden önce hak yoldan sapmış olan ve İsa'nın gayr-i meşru bir çocuk olduğunu söyleyen, annesini de iffetsizlikle suçlayan Yahudilerin heva ve heveslerine uymayın.' Onlar insanlardan bir çoğunu saptırıp inkâra sürüklemişler, kendileri de İsa'yı ve Muhammed'i yalanlayarak doğru yoldan sapmışlardır.

Allahü teâlâ bundan sonra gelen âyetlerde Yahudilerin uğradıkları zillet, lanet ve helaki zikretmekte ve buyurmaktadır ki:

78

İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler. Bu onların isyan etmeleri ve aşırı gitmelerinden di.

Allah, İsrailoğullarından kâfir olanları, Zebur'da Davud'un, İncil'de de İsa'nın lisanıyla lanetledi. Bu da Allah'ın emirlerine karşı isyan etmelerinden ve haddi aşmalarındandi.

Âyet-i kerime’de, İsrailoğullarının, Hazret-i Davud ve Hazret-i İsa'nın lisanıyla lanetlendikleri zikredilmektedir.

Müfessirler bu lanetlenmenin nasıl olduğu hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

a- Abdullah b. Abbas bu lanetlenmeyi şöyle izah etmiştir: "İsrailoğulları her dil ile lanetlenmişlerdir. Hazret-i Mûsa'nın döneminde Tevrat'ta lanetlenmiş, Hazret-i Davud'un dtöneminde de Zebur'da lanetlenmişler, Hazret-i İsa'nın döneminde İncil'de lanetlenmişler, Hazret-i Muhammed'in döneminde ise Kur'an'da lanetlenmişlerdir. Lanetlenmelerinin sebebi ise, kötülük yapanların, kötülük yapmamalarına dair uyarılmalarından sonra, o kötülük yapanlarla ticari muamelelerinde içli dışlı olmalarıdır. İşîe Allahü teâlâ onları bu yüzden birbirlerine düşürmüş ve onları' lanetine uğratmıştır..

b- Mücahid, Katade ve Ebû Malik ise bu lanetlenmeyi şöyle izah etmişlerdir: "İsrailoğulları Hazret-i Davud'un lisanıyla lanetlenerek şeklen maymuna dönüştürülmüşler, Hazret-i İsa'nın lisanıyla lanetlenerek de domuza dönüştürülmüşlerdir."

c- İbn-i Cüreyc ise bu lanetlenmenin ve neticesinin şöyle olduğunu nakletmiştir: "Hazret-i Davud, İsrailoğullarının evlerinde bulunan bazı kimselerin yanından geçmiş, onlara, "Evde kim var?" diye sormuş, onlar da: "Domuzlar var." demişlerdir. Hazret-i Davud da: "Ey Allah'ım sen bunlan domuz yap." demiş onlar da domuza dönüşmüşlerdir.

Hazret-i İsa da İsrailoğullarının aleyhine bedduada bulunarak: "Ey Allah'ım, sen bana ve anneme karşı iftirada bulunanları zelil ve adi maymunlar kıl." demiştir.

d- Abdullah b. Mes'ud ve Ebû Ubeyde'den Rivâyet edilen şu hadis-i şeriflerde ise, İsrailoğullarının lanete uğratılmalarının sebebinin "Kötülükten men ettikleri kimselerle içli dışlı olmaları" hadisesi olduğu beyan edilmektedir.

Abdullah b. Mes'ud bu hususta diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsrailoğulları isyana dalınca, âlimleri onları bu hallerinden vazgeçmeye çağırdılar. Fakat onlar vazgeçmediler. Buna rağmen âlimleri, onların meclislerine gidip oturdular. Onlarla yeyip içtiler. Allahü teâlâ İsrailoğullarmi birbirlerine düşürdü. Onları, işledikleri günahları ve aşın gitmeleri yüzünden Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle lanetledi."

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"Resûlüllah bunlan söylerken sırtını bir yere dayamıştı. Doğrulup oturdu ve dedi ki: "Hayır, ruhum kudret elinde olana yemin ederim ki, böyle yapan günahkârları, yaptıklarından alıkoyup hakka boyun eğdirmedikçe azaptan kurtulmuş olamazsınız. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 5, Hadis No: 3047.

Ebû Ubeyde de Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor:

"İsrailoğullarından bir kusur meydana geldiğinde, kişi, din kardeşinin günah işlediğini görüyor ve ona o günahı işlememesini söylüyordu. Ancak ertesi gün, onda gördüğü bu günah işleme hali, kendisinin, onunla birlikte yeyip içmesine ve onunla içli dışlı olmasına mani olmuyordu. Bunun üzerine Allah onları birbirlerine düşürdü. İşte bunlar hakkında Kur'an'ın şu âyetleri indi. "İsrailoğullarından kâfir olanlar, Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler. Bu onların isyan etmeleri ve aşın gitmelerindendi."

Ebû Ubeyde devamla diyor ki; "Resûlüllah bundan sonra gelen âyetleri şu âyete kadar okudu: "Eğer onlar, Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı kâfirleri dost edinmezlerdi. Fakat onların bir çoğu yoldan çıkan kimselerdir. Maide Sûresi, 5/81 Resûlüllah bunları söylerken bir yere yaslanmış vaziyetteydi. Doğrulup oturdu ve dedi ki: "Hayır, zalime el çektirip onu hakka boyun eğdirmedikçe cezalandırılmaktan kurtulamasınız Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hadis No: 3048

79

Onlar, yaptıkları kötülüklerden de birbirlerini men etmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi.

Bu âyet-i kerime, İsrailoğullarının yapmış oldukları kötülüklerden birbirlerini men etmemeleri neticesinde Allah'ın lanetine uğradıklarını bildinnekte, böyle olanların aynı akıbete uğrayacaklarına işaret etmektedir. İyiliği emredip kötülüğe mani olmanın bizim de en önemli vazifelerimizden biri olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bir çok hadis-i şerif Rivâyet edilmektedir: Peygamber efendimiz buyuruyor ki:

"İsrailoğulları isyana düşünce âlimleri onları bu isyandan men ettiler. Fakat onlar vazgeçmeyip isyanlarına devam ettiler. Buna rağmen âlimleri onlarla münasebetlerini keşmeyip, oturdukları yerde onlarla oturup kalktılar, onlarla ye-yip içtiler. Bu sebeple Allah onların kalblerini birbirinden nefret ettirdi. Davud ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle onlara lanet etti. Bu, onların, günah işlemelerinden ve haddi aşmalarındandı." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözü söylerken yaslanarak oturuyordu. Sonra doğruldu ve şöyte buyurdu: "Hayır, nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizler de günah işleyenleri hakka boyun eğdirmedikçe bu cezaya çarptırılacaksınız Timizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 5, Hadis No: 3047.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyuruyor: "İsrailoğulkınnda bozulma başladığında onlardan bir adam kendi dininden olan kardeşini günah işlerken görünce, onu sakındırıp men ediyordu. Fakat ertesi gün bu kişiyi, daha önce gördüğü günah işleme hali, günah işleyenle ye-yip içmekten, oturup kalkmaktan ve içli dışlı olmaktan alıkoymuyordu. Allahü teâlâ onların bu halleri sebebiyle kalblerini birbirinden nefret ettirdi. Ve haklarında şü âyetler indi: "İsrailoğullarından kâfir olanlar Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler. Bu onların, isyan etmeleri ve aşın gitmelerindendi. Onlar yaptıkları kötülüklerden de birbirlerini men etmiyorlardı. Yaptıkları şey ne kötü idi. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 6, Hadis No: 3048 / İbn-i Mâce, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4006.

Resûlüllah efendimiz sözlerine devamla buyurdu ki:

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emredip kötülüğe mani olur, zalimi yaptığından vazgeçilir ve onu hakka boyun eğdirirsiniz, veya Allah sizin kalblerinizi birbirinden nefret etririr de birbirinize düşersiniz ve İsrailoğullarına lanet ettiği gibi sizi de lanetine uğratır. Ebû Davud, K- el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4336, 4337.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz yine bu hususta buyuruyor ki:

"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz, ya da Allah pek yakında katından size bir azap gönderir de, o azabı kaldırması için Allah'a yalvarırsınız, fakat duanız kabul edilmez. Tirmizi, K. el-Fiten, Bab: 9, Hadis No: 2169 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.5, S. 388

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

Başınıza Allah'ın azabı gelip de o azabın kaldırılması için dua ettiğiniz halde duanızın kabul edilmeyeceği an gelmeden önce mutlaka iyiliği emredin, kötülüğe mani olun. İbn-i Mace, K- el-Fiten, Bab: 2O, Hadis No: 4004...

Ayrıca şu hadis-i şerifte de buyurulmaktadır ki: İçinizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle (değiştirsin.) Şâyet buna da gücü yetmezse kalbiyle (değiştirsin.) Bu da imanın en zayıf halidir. Müslim, K. el-tmun, Bab: 78, Hadis No: 49 / Ebû Davud, K. es-Stılah, Bab: 24S, Hadis No: K. el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4340 Tirmizi, K. el-Fiten, Bab: 11, Hadis No: 2172/İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4013.

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

Şüphesiz ki Allah, bazı kişilerin işledikleri günahlar yüzünden bütün insanları cezalandırmaz. Ancak bütün insanlar aralarında kötülüğün yayıldığım görür de ona mani olmaya güçleri yettiği halde, o kötülüğe mani olmazlarsa, o zaman bir kısmınızın işlediği günah yüzünden hepinizi cezalandırır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 4, S. 192 / Muvatta, K. el-Kelam, Bab: 23.

Diğer bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

"Yeryüzünde bir günah işlenir de bir kimse onu görüp karşı çıkarsa, o kimse orada bulunmamış gibidir. (Yani o günahın işlenmesinden dolayı hesaba çekilmez.) Şâyet orada bulunmadığı halde işlenen günaha rıza gösterirse, o günahın işlendiği yerde bulunmuş gibidir. (Yani o günahın işlenmesinden dolayı hesaba çekilir. Ebû Davud, K. el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4345.

Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır:

"İnsanlar özür beyan edemeyecek hale düşmedikçe, veya mazur görülmeyecekleri hale gelmedikçe helak olmayacaklardır. Ebû Davud, K. el-Melahim, Bah: 17, Hadis No: 4347 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.4. S. 260; C5, S. 293. Yani insanlar bilerek ve çokça günah işleyecekler, böylece özür beyan edemeyecek duruma düşeceklerdir.

Ebû Said el-Hudri diyor ki:

"Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) hutbe okurken şöyle buyurdu: "Dikkat edin, insanlardan çekinmek, sakın bir kişinin hak bildiği şeyi söylemesine engel olmasın. İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4007 /Tirmizi, K. el-Fiten, Bab: 26, H. No: 2191.

"Cihadın en üstünü zalim idareci huzurunda hakkı söylemektir. Ebû Davud, K. el-Melahim, Bab: 17, Hadis No: 4344/Tirmizi, K. el-Fiten, Bab: 13, H.No: 2174. Bir diğer hadis-i şerifinde de Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır:

"Sizden bir kimse sakın kendisini küçük görmesin." Bunun üzerine dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizden bir kimse kendisini nasıl küçük görür?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'ın, tebliğ edilmesi icabeden bir emrini görür de orada susarsa, Allah da ona kıyamet gününde "Senin şöyle şöyle konuşmana engel neydi?" diye sorar. O da: "İnsanların korkusuydu." der. Bunun üzerine Allahü teâlâ "İnsanlardan değii, benden korkman gerekirdi." buyurur. İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4008 / Ahmed b. Hanbel, Müsnetl, C.3, S.47, 73, 91. İşte insanın kendisini küçük düşürmesi budur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bir gün şöyle soruldu:

"Ey Allah'ın Resulü, biz müslümanlar iyiliği emretme ve kötülüğe mani olmayı ne zaman terkederiz?" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu cevabı verdi: "Sizden evvelki ümmetlerde görülenler, sizde de görüldüğü zaman." Dedik ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizden önceki ümmetlerde neler görülmüştü?" Buyurdu ki: "Görülen şeyler, mülkün küçüklerinizde olması, fuhuşun büyüklerinizde görülmesi, ilmin de rezillerinizde bulunmasıdır. İbn-i Mace, K. el-Fiten, Bab: 20, Hadis No: 4015/Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, S.187.

80

Onlardan bir çoklarının, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendilerine takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir. Onlar ebedi olarak azap içinde kalacaklardır.

Ey Rasûlüm, Yahudilerden bir çoğunun putlara tapan müşrikleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için takdim ettiği bu hal ne çirkin bir durumdur.' Allah, kâfirleri dost edinmeleri sebebiyle onlara gazap etmiştir.

Onlar kıyamet gününde de cehennem azabında ebetti olarak kalacaklardır.

81

Eğer onlar Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu yoldan çıkan kimselerdir.

Eğer İsrailoğulları Allah'a, Peygamberi Muhammed'e ve Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu Allah'a itaatten ayrılan, helali haram sayan fasıklardır.

Mücahid bu âyet-i kerime’nin, münafıklar hakkında nazil olduğunu söylemiştir.

82

Ey Rasûlüm, şüphesiz insanlardan iman edenlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve yine iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak "Biz Hristiyanız." diyenleri bulursun. Bu da onların arasında papazların ve rahiplerin bulunmasından ve büyüklük taslamamalarındandır.

Ey Rasûlüm, şüphesiz ki insanlardan mü’minlere en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve Allah'tan başka şeylere tapan müşrikleri bulursun. Çünkü bunların inkârları inatçılıklarından kaynaklanmaktadır. Ve yine insanlardan mü’minlere en yakın olarak böbürlenmeyen Hristiyanları bulursun. Çünkü onların içinde papazlar ve rahipler vardır. Bir de onlar hakka karşı büyüklük taslamazlar. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Bazı âlimlere göre bu ve bundan sonra gelen âyetler Habeşistan'dan Resûlüllah'a gelip, müslüman olan Habeşliler hakkında nazil olmuştur.

b-

Diğer

bazılarına göre bu âyet-i kerime, Habeşistan Kralı Necaşi ve onunla birlikte müslüman olan kişiler hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Necaşi Resûlüllah'a bir heyet gönderdi. Resûlüllah onlara Kur'an okudu. Onlar da müslüman oldular. Allah o müslüman olan kişiler hakkında bu âyeti indirdi. Onlar gidip bu durumu Necati'ye anlattılar, o da müslüman oldu ve müslüman olarak öldü. Necati'nin ölüm haberi gelince Resûlüllah buyurdu ki: "Kardeşiniz Necaşi öldü. Onun cenaze namazım kılınr" Resûlüllah, Necaşi Habeşistan'da iken cenaze namazını Medine'de kıldırdı. Abdullah b. Abbas da bu âyetin izahında diyor ki: "Resûlüllah Mekke'de iken müşriklerin, sahabilerine bir şey yapacaklarından korkuyordu. Bu sebeple Cafer b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes'ud ve Osman b. Mez'umun da içinde bulunduğu bir topluluğu Habeşistan Kralı Necaşi'ye gönderdi. Müslümanların Habeşistan'a gittikleri haberi müşriklere ulaşınca, onlar da Amr b. el-Ass'ın içinde bulunduğu bir heyeti Necaşi'ye gönderdiler. Müşriklerin heyeti müslümanlardan önce Habeşistan'a vardı ve Necaşiye dediler ki: "İçimizden bir adam çıktı. Kureyşlilerin akıllanın ve düşüncelerini küçümsüyor. Kendisinin Peygamber olduğunu iddia ediyor. O sana, kavmini, senin aleyhine ifsad etmek için bir heyet gönderdi. Biz sana gelip bunu bildirmeyi düşündük." Necaşi dedi ki: "Onlar bana geldiklerinde ne söyleyeceklerine bakarım." Resûlüllah'ın gönderdiği heyet Habeşistan'a ulaştı. Necaşi'nin kapısına vardılar ve dediler ki: "Allah'ın dostlarının içeri girmesine izin verir misin?" Necaşi de dedi ki: "İzin verin girsinler. Allah'ın dostlarına kapımız açıktır." Heyet içeri girince Necaşi'ye selam verdiler. Kureyş'in gönderdiği heyet, "Ey Kral bizim sana doğru söylediğimizi gördün mü? Bunlar seni, selamlandığın şekilde selamlamadılar." dediler. Necaşi müslümanlara: "Sizin, beni, benim selamlanmam ile selamlamamanızın sebebi nedir?" diye sordu. Onlar da: "Biz seni cennet ehlinin ve meleklerin selamı ile selamladık." dediler. Necaşi onlara: "Adamınız İsa ve annesi hakkında ne diyor?" diye sordu. Onlar da: "O, İsa hakkında diyor ki: "O, Allah'ın kuludur. Allah'ın Meryem'e ulaştırdığı bir sözüdür. Ve Allah'tan bir ruhtur." Meryem hakkında da diyor ki: "O. bakire ve sevimli bir kadındır. Kendisini Rabbine adayan bir kadındır," Bunun üzerine Necaşi yerden bir çöp aldı ve dedi ki: "İsa ve annesi, sizin arkadaşınızın bu söylediklerinden şu kadar farklı bir şey söylememişlerdir." Müşrikler Necaşi'nin bu sözünden hoşlanmadılar. Yüzleri değişti. Necaşi müslümanlara: "Size indirilen âyetlerden herhangi bir şey biliyor musunuz?'" diye sordu. Onlar da "Evet." dediler. Necaşi: "Okuyun." dedi. Onlar da okudular. Orada papazlar, ruhbanlar ve diğer Hristiyanlar bulunuyorlardı. Onlar müsliimanların okudukları her şeyi anladılar. Gerçeği anlamalarından dolayı gözlerinden yaşlar döküldü. Allahü teâlâ işte bunlar hakkında buyurdu ki: "Bu da (yani müslümanlara yakınlık göstermeleri) onların arasında papazların ve rahiplerin bulunmasından ve büyüklük taslamamalarındandır."

Bu hususta Süddi de diyor ki: "Necaşi Resûlüllah'a Habeşistan'dan on iki adam gönderdi. Onların yedisi papaz, beşi ruhban idi. Onlar Resûlüllah'ı görüp, ona bazı şeyler soracaklardı. Resûlüllah ile karşılaşınca Resûlüllah onlara, Allahü teâlâ'nın indirdiği bazı âyetleri okudu. Onlar ağladılar ve iman ettiler. İşte bu âyet ve bundan sonra gelen âyet onlar hakkında nazil oldu. Onlar dönüp Necaşi'ye gittiler. Necaşi onlarla birlikte hicret etmiş Resûlüllah'a geliyordu. Yolda öldü. Resûlüllah ve müslümanlar gıyaben onun cenaze namazını kıldılar. Ve onun için Allah'tan af dilediler.

c- Katade'ye göre ise bu âyet-i kerime, Resûlüllah Peygamber olarak gönderilmeden önce Hazret-i İsa'nın şeriatı üzere amel eden, Resûlüllah'a Peygamberlik gelince de onun hak Peygamber olduğunu anlayan ve ona iman eden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "-Bize göre bu hususta doğru olan görüş şudur: Âyet-i kerime, Hristiyan olduklarını söyleyen, Allah'a ve Resulü'ne karşı sevgi beslemede insanların en yakını olan kişileri zikretmiş, fakat bunların isimlerini bize açıklamamıştır. Bunlar Necaşi ve arkadaşları da olabilir, Hazret-i İsa'nın şeriatı üzere yaşayıp, İslam geldikten sonra müslüman olan bir kısım insanlarda olabilir.

Müfessirler âyette zikredilen papaz ve ruhbanlardan kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

Abdullah b. Abbas'a göre bunlardan maksat, Hazret-i İsa'nın davetine icabet edip Hristiyanlığı kabul eden ve onun şeriatı üzere yaşayan denizcilerdir.

Ebû Salih ve Said b. Cübeyr'e göre ise bunlar, Habeş Kralı Necaşi'nin Resûlüllah'a gönderdiği heyettir. Bu heyette bulunan kişilerin sayısının elli ile yetmiş küsur olduğu Rivâyet edilmektedir. Resûlüllah'ın, kendilerine Yasin Su-resi'ni okurken hakkı idrak ederek ağladıkları Rivâyet edilmektedir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş şudur: Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de bâzı Hristiyanların, mü’minlere ve Resûlüllah'a sevgi besleme hususunda diğer kâfirlerden daha yakın olduklarını bildirmiştir. Hristiyanların böyle olmalarının sebebi ise, içlerinde kendilerini ibadete veren, manastırlara ve kiliselere çekilerek ruhbanlık yapan âbidleri, kitaplarını anlayan bilginleri ve onları okuyan kurraları vardır. Bu sebeple onlar hakkı anlayınca kibirlenmezler. Bu sebeple de mü’minlerden uzak durmazlar. Zira onlar Allah yolunda samimidirler. Halbuki Yahudiler böyle değildirler. Onlar Peygamberleri öldürmeyi, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak Allah'a isyan etmeyi ve indirdiği kitapları tahrif etmeyi âdet haline getiren insanlardır. Günümüzde bazı cahiller, bu âyet-i kerime’nin, bugünkü Hristiyanları övdüğünü ve onların, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemede Yahudiler kadar şiddetli olmadıklarını, bu sebeple de onların, bizim kardeşlerimiz gibi olduklarını zannetmekte ve delil olarak da bu âyet-i kerime’yi göstererek: "Kur'an-ı Kerim Yahudileri kınarken, Hrisliyanları övüyor." demektedirler. Böyle düşünenlerin tahminleri yanlış, sözleri batıldır. Böyle düşünmeleri, daha önceki ve daha sonraki âyetler arasındaki irtibatı kuramamalarındandır. Zira Kur'an-ı Kerim biz müslümanları uyararak hem Yahudi hem de Hristiyanlan dost edinmekten kaçınmamızı emretmekte ve kendi dinlerine dönmedikçe bizi sevmeyeceklerini bildirmektedir.

Bu hususta Maide Sûresinin elli birinci âyetinde şöyle buyunılmaktadır: "Ey iman edenler, Yahudi ve Hristiyanlan dostlar edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kîm onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur." Bakara Sûresi'nin yüz yirminci âyetinde ise şöyle buyurulmaktadır: "Kendi dînlerine uymadıkça Yahudi ve Hristiyanlar senden asla razı olmayacaklardır." "îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak 'Biz Hristiyaruz' diyenleri bulursun." buyuran bu Maide Sûresi'nin seksen ikinci âyeti ise, daha önce de belirtildiği gibi, evvela Hristiyan olup, sonra da hakka boyun eğerek müslüman olan Habeşistanlılar veya diğerleri hakkında nazil olmuştur. Nitekim bundan sonra gelen âyet-i kerime de bu hususa işaret etmektedir. etmeyiz'?

83

Bak. Âyet 84.

84

Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz, iman ettik. Bizi de şahitlerle yaz. Allah'a ve bize gelen hakka nasıl iman etmeyelim? Halbuki biz Rabbimizin bizi salih bir toplulukla birlikte cennete koymasını çok arzu ediyoruz." derler.

Müslümanlara sevgi bakımından en yakın olan Hristiyanlar, Peygambere indirilen âyetleri işittikleri zaman, işittiklerinin hak olduğunu anladıklarından dolayı gözleri yaşlarla dolar ve şöyle derler: "Ey Rabbimiz, Peygamberin Muhammed'e indirdiğin Kur'an'ı tasdik ettik. Sen bizleri, Kur'an'ın hak olduğuna şahitlik edenlerle beraber eyle, sevap ve mükâfaatlandırmada onların derecelerine ulaştır. Allah'ın birliğine ve mukaddes kitabında bize gelen hakka nasıl iman etmeyelim? Halbuki bizler, Rabbimizin bizi, salih topluluklarla beraber naim cennetlerine koymasını ve kıyamette bizleri onların derecelerine erdirmesini candan isteriz."

Süddi, Abdullah b. Zübeyr, Urve b. Zübeyr ve Zübri bu âyet-i kerime’nin, Habeşistan Kralı Necaşi'nin gönderdiği heyet hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bunlar, kendilerine Kur'an okununca, onun hak olduğunu anlamışlar, gözleri yaşlarla dolmuş ve iman ettiklerini bildirmişlerdir. Ayrıca Allahü teâlâ'dan, kendilerini şahitlerle birlikte yazmasını niyaz etmişlerdir.

Burada zikredilen şahitlerden maksat, Abdullah b. Abbas'a göre, Muhammed ümmetidir. "Şahitler" denilmesinin sebebi ise onların kıyamet gününde Kur'an'dan öğrendiklerine göre. Peygamberlerin, ümmetlerine, Allah'ın emirlerini tebliğ ettiklerine dair şahitlik yapacak olmalarındandır.

Bu husus başka bir âyetle de şöyle beyan edilmektedir; "Böylece biz sizin, insanlara karşı şahitler olmanız, Peygamberin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tutan bir ümmet kıldık. Bakara Sûresi, 2/143.

Âyette zikredilen "salih topluluk"tan maksat, Allah'a iman eden, ona itaat eden, bu sayede cennete girmeyi hak eden insanlardır.

85

Böylece dediklerinden dolayı Allah onları, altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükâfaatlandırmıştır. Orada ebedi olarak kalacaklardır. İşte iyilik yapanların mükâfaatı budur.

Onların iman etmeleri, hakkı kabul etmeleri ve bunlun söylemeleri sebebiyle Allah onları, altlarından ırmaklar akan cennetlerle mükâfaatlandırmıştır. Onlar orada devamlı olarak kalacaklardır. Oradan hiç çıkmayacaklardır. Başka bir yere de nakledilmeyeceklerdir. İşte iyilikte bulunanların mükâfaatı budur. İyilikte bulunanın iyilikte bulunması ise Allah'ı kesin bir şekilde birlembek, hiçbir şeyi ona ortak koşmamak, Peygamberleri ve onların, Allah katından getirdikleri kitapları tasdik etmek, farzlarını eda edip yasaklarından kaçınmaktır. İşte altından ırmaklar akan cennetleri hak etme, böyle bir iyiliğin karşılığıdır.

86

İnkâr edenlere ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar, cehennemliklerin ta kendileridir.

Allah'ın birliğini ve Muhammed'in Peygamberliğini inkâr edenlere ve kitaplarda gönderdiğimiz âyetleri yalanlayanlara gelince; işte onlar, ateşi çok şiddetli olan cehennemin sakinleridirler.

87

Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram saymayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.

Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı et, süt vb. şeyleri yeme ve kadınlara yaklaşma gibi hoşunuza giden temiz şeyleri, papaz ve ruhbanların yaptıkları gibi kendinize haram kılmayın. Onlar kadınlan, temiz yiyecekleri ve içecekleri kendilerine haram kılmışlardır. Bunların bazıları kendilerini manastırlara hapsetmiş, bazıları ela yeryüzünde dolaşıp durmuşlardır. Helal ve haram hususunda Rabbinizin sizin için çizdiği hududu aşmayın. Şüphesiz ki Allah haddi aşanları sevmez.

Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında müfessirler iki görüş zikretmişlerdir.

a- Ebû Malik, İkrime, İbrahim en-Nehai, Ebû Kılabe, Katade, Süddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre, bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi şudur: Osman b. Mez'un, Abdullah b. Amr, Ali b. Ebi Talib gibi bir kısım sahabiler, muttaki bir davranış olduğu kanaatiyle, Allah'ın helal kıldığı bazı şeyleri kendilerine yasaklamışlardır. Mesela kadınlara yaklaşmamak, temiz ve lezzetli olan bazı yiyecek ve içecekleri yeyip içmemek gibi davranışlarda bulunmuşlardır. Hatta bazıları, tenasül organını kesip şehvani arzulardan tamamen uzak olmayı düşünmüşlerdir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş, mü’minlere, Allah'ın helal kıldığı şeyleri kendilerine yasaklamamalarını emretmiştir.

Bu hususta Ebû Kılabe diyor ki: "Resûlüllah'ın sahabilerinden bazıları dünyayı bırakmayı, kadınları terketmeyi ve ruhbanlasın ayı arzulamalardı. Bunun üzerine Resûlüllah ayağa kalktı, onlar hakkında çok sert konuştu ve dedi ki: "Sizden öncekiler kendilerine dini zorlaştırarak helak oldular. Onlar dini kendilerine zorlaştırdılar. Allah da zorlaştırdıkları şekliyle dinlerini onlara meşru kıldı. Bugünkü manastır ve kiliselerde bulunan insanlar onların kalıntılarıdır. Siz, Allah'a kulluk edin, hiçbir şeyi ona ortak koşmayın. Hac ve Umre yapın. Dürüst olun ki size de dürüst davranılsın." Ebû Kılabe diyor ki: "İşte bu âyet böyle kimseler hakkında nazil olmuştur."

Katade de bu âyetin nüzul sebebi hakkında diyor ki: "Bize anlatıldığına göre; Resûlüllah'ın sahabilerinden bazıları, kadınlara yaklaşmaktan ve et yemekten kendilerini uzaklaştırdılar. Manastırlar oluşturmak istediler. Bunların haberi Resûlüllah'a ulaşınca, Resûlüllah buyurdu ki: "Benim dinimde kadınlara yaklaşmayı ve et yemeyi terketme, manastırlar edinme diye bir şey yoktur." Katade diyor ki: "Yine bize bildirildiğine göre, Resûlüllah'ın döneminde üç kişi şunları yapmaya karar vermişlerdi: Biri demişti ki: "Ben geceleyin uyku uyumayacağım, devamlı ibadet edeceğim." Diğeri de demişti ki: "Ben de kadınlara yaklaşmayacağım." Bunun üzerine Resûlüllah bunları yanına çağırttı ve buyurdu ki: "Şöyle şöyle yapacağınız bana bildirildi. Bu doğru mu?" Onlar da: "Evet ey Allah'ın Resulü, biz bunları yapmakla hayırdan başka bir şey istemedik." dediler. Resûlüllah da buyurdu ki: "Fakat ben geceleri hem namaz kılıyorum, hem de uyuyorum. Bazı günler oruç tutuyorum, bazı günler tutmuyorum. Kadınlara da yaklaşıyorum. Kim benim sünnetimden yüzçevirirse, o benden değildir."

Bu hususta Abdullah b. Abbas da diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Resûlüllah'ın bazı sahabilerine işaret etmektedir. Onlar demişlerdi ki: "Biz cinsel organlarımızı keselim. Dünyanın şehvani arzularım terkedelim ve rahiplerin yaptıkları gibi yeryüzünde gezip, seyahat edelim." Bunların haberi Resûlüllah'a ulaştı. Resûlüllah onları yanına çağırdı ve bu söylenenleri kendilerine sordu. Onlar da: "Evet öyle." dediler. Resûlüllah da buyurdu ki: "Fakat ben, oruç tutuyorum. Oruca ara da veriyorum. Namaz da kılıyorum. Uyku da uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Kim benim sünnetimi alırsa o bendendir. Kim de benim sünnetimi almazsa, o benden değildir." Abdullah b. Abbas, Osman b. Mez'un'un bu sahabilerden biri olduğunu zikretmektedir.

İkıime diyor ki: "Resûlüllah'ın sahabilerinden Osman b. Mez'un, Ali b. Ebi Talib, Abdullah b. Mes'ud, Mikdat b. el-Esved ve Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim inzivaya çekildiler. Kendilerini evlerine hapsettiler, kadınlardan uzak durdular. Yün giymeye başladılar. Güzel olan yiyecek ve giyecekleri kendilerine haram kıldılar. Sadece İsrailoğullarmdan, dünyayı gezip dolaşanların yediklerini yediler, giydiklerini giydiler. Kendilerini iğdiş yapmak istediler. Geceleri devamlı olarak namazla geçireceklerine, gündüzleri de devamlı oruç tutacaklarına dair ittifak ettiler. Bu âyet işte bunlar hakkında nazil oldu. Bunun üzerine Resûlüllah adam gönderip onları yanına çağırttı ve buyurdu ki: "Nefsinizin üzerinizde hakkı var. Gözünüzün üzerinizde hakkı var. Oruç da tutun, ara da verin. Namaz da kılın, uyku da uyuyun. Bizim sünnetimizi terkeden bizden değildir." Bunun üzerine o sahabiler dediler ki: "Ey Allah'ım, biz teslim olduk ve indirdiğine uyduk."

b- İbn-i Zeyd'e göre ise bu âyet-i kerime Abdullah b. Revaha, hanımı ve misafiri hakkında nazil olmuştur.

Abdullah b. Revaha bir kişiyi misafir etmiş, fakat bir işi çıkmış ve akşam yemeğinde bulunamamış. Eve dönünce ailesine: "Sen misafire akşam yemeği vermedin mi?" diye sormuş, hanımı da ona: "Yemek az idi. Senin gelmeni bekledim." diye cevap vermiştir. Bunun üzerine Abdullah "Sen benim için misafirime yemek vermedin ha? Senin yemeğini tatmak bana haram olsun." demiştir. Hanımı da: "Eğer sen onu tatmazsan, onu tatmak bana da haram olsun." demiş. Misafir de: "Sizler onu tatmazsanız, onu tatmak bana da haram olsun." demiştir. Abdullah b. Revaha bu durumu görünce hanımına: "Getir yemeği haydi besmele çekip yeyin." demiş. Yemeği yedikten sonra gidip durumu Resûlüllah'a anlatmıştır. Resûlüllah da ona: "İyi yapmışsın." demiştir. İşte bu ve bundan sonra gelen âyet onlar hakkında nazil olmuştur.

c- İkrime'nin Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine göre ise, bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi şudur:

Bir adam Resûlüllah'a gelmiş ve ona demiş ki:

"Ey Allah'ın Resulü, ben et yediğim zaman kadınlara karşı isteğim artıyor, şehvani isteklerim beni kaplıyor. Bu sebeple ben et yemeyi kendime haram kıldım." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram saymayın." âyetini indirmiştir Tirmizi, K. Tefsir el-Kııran, Sûre: 5, Bab: 12;Hadis No: 3054.

Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki; bu âyet-i kerime, kişinin Allah'ın kendisine helal kıldığı şeyleri haram saymasının yasak olduğunu bildirmekte, bu yolla takvaya erişmek isteyenlerin yanlış bir yolda olduklarını beyan etmektedir. Bu hususta Peygamber efendimizden şu hadisler de nakledilmektedir: Enes b. Malik'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir:

"Ashaptan üç kişi Resûlüllah'in zevcelerinin evlerine gelerek onun, gizlice yaptığı ibadetleri öğrenmek istemişlerdi. Durum (Resûlüllah'ın evinde gizlice yaptığı ibadetler) kendilerine bildirilince, Resûlüllah'ın yaptığı ibadetleri azımsarcasına şöyle dediler: "Durum böyle amma, Resûlüllah nerde biz nerde. Çünkü onun geçmişte ve gelecekte işlemesi muhtemel bütün günahları affedilmiştir." Sonra içlerinden biri: "Ben, geceleri devamlı namaz kılacağım." dedi. Diğeri: "Ben devamlı oruç tutacağım ve bozmayacağım." dedi. Üçüncü ise: "Ben de kadınlardan ayrı yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim." dedi. O anda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi ve onlara: "Şöyle şöyle konuşanlar sizler misiniz? Allah'a yemin olsun ki ben sizin Allah'tan en çok çekineniniz ve ondan en çok korkanınızım. Fakat ben bazan oruç tutarım, bazan da yerim. (Geceleri) bazan namaz kılarım, bazan da uyurum. Kadınlarla da evlenirim. (İşte benim sünnetim budur.) Kim benim sünnetimden yüz çevirirse o benden değildir. Buhari, K. en-Nikah, Bab: 1 /Müslim, K. en-Nikah, Bab: 5, Hadis No: 1401 /Nesei, K. en-Nikah, Bab: 4 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.2, S. 158.

Ebi Vakkas diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Osman b. Mez'un'un, kadınlardan uzak durma kararını reddetmeyip, ona bu hususta izin verseydi, bizler de mutlaka kendimizi iğdiş eder, erkekliğimizi yok ederdik. Müslim, K. en-Nikah, Bab: 6. Hadis No: 1402 / Nesai, K. en-Nikah, bab: 4.

Âyet-i kerime’de geçen "Haddi aşmayın" ifadesi, Süddi tarafından, "Osman b. Mez'ıın gibi, cinsel organlarınızı kesmeye kalkarak, Allah'ın koyduğu sınırı aşmayın." demektir. İkrime'ye göre bu ifadeden maksat şudur: "Kadınları, bir kısım yiyecek ve içecekleri ve uykuyu kendinize haram kılmaya girişerek Allah'ın sizin için koyduğu sınırları aşmayın." demektir.

Hasan-i Basri'ye göre ise bu ifade geneldir. Allahü teâlâ, bununla helalar aşılarak, haramlara düşmeyi yasaklamıştır.

Taberi, âyetin genel ifadesine uygun olması hasebiyle ve âyetin genel ifadesini tahsis eden özel bir delilin bulunmaması dolayısıyla Hasan-ı Basri'nin izah şeklini tercih etmiş, âyetin mânâsının "Gerek haramlar, gerekse helaller hususunda Allah'ın koyduğu sınırları aşmayın." şeklinde olduğunu söylemiştir. Âyetin nüzul sebebinin, Osman b: Mez'un ve benzeri sahabilerin davranışları olması âyetin genel hükmünü kayıtlamaz. Bu âyet her helalin ve haramın sınırlarını aşanları kapsamaktadır.

88

Allah'ın size verdiği miktardan helal ve temiz olarak yeyin. İman ettiğiniz Allah'tan korkun.

Ey iman edenler, Allah'ın size rızık olarak verdiği ve size helal kıldığı yemeklerden yeyin. Birliğine iman ettiğiniz ve Rabliğini tasdik ettiğiniz Allah'tan korkun. Onun, helal ve haramlar hususunda koyduğu sınırları aşmayın. Haram kıldıklarını helal, helal kıldıklarım ela haram saymayın. İman ettiğiniz Rabbinize karşı gelmekten kaçının. Aksi takdirde onun gazabına veya azabına uğratılmış olursunuz.

Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktachr; "Ey iman edenler, size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yeyin. Şâyet sadece Allah'a ibadet ediyorsanız ona şükredin. Bakam Sûresi, 2/172.

89

Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat bile bile yaptığınız yeminlerinizden sizi sorumlu tutar. Bu, (bozulan) yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından, on yoksulu yedirmek veya giydirmek, yahut da bir köle azad etmektir. Bunları bulamayan kimse için de üç gün oruç tutmaktır. Yapıp da bozduğunuz yeminlerinizin keffareti işte budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki şükredesiniz.

Allah sizleri, "Hayır vallahi, evet billahi" gibi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden dolayı hesaba çekmez. Fakat sizleri, bir şeyi yapıp yapmayacağınıza dair bilerek yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutar. Bozduğunuz yeminlerinizin keffareti, ya ailenize yedirdiğiniz şeylerin ortalamasından yedirmek suretiyle on fakiri doyurmak veya giydirmek ya da Allah rızası için bir köle azad etmektir. Yedirecek yemek, giydirecek elbise veya azad edecek köle bulamayanın keffareti ise üç gün oruç tutmaktır. İşte yaptığınız yeminleri bozmanızın keffareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin, bozmayın. Bozduğunuz takdirde keffaretini yerine getirin. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar ki şükredesiniz.

Resûlüllah'ın sahabileri, bir kısım helal şeyleri, yemin etmek suretiyle kendilerine haram kılmışlardır. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime ile, yeminler ederek helal şeyleri kendilerine haram kılmalarım yasaklamıştır.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Ey iman edenler, Allah'ın size hela) kıldığı temiz şeyleri haram saymayın." âyet-i kerimesi, kendilerine kadınlara yaklaşmayı ve et yemeyi yasaklayan kimseler hakkında nazil olunca bunlar dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, bunları yapmayacağımıza dair yaptığımız yeminler ne olacak?" Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Allah sizi, kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerinizden sorumlu tutmaz." âyetini indirdi.

Taberi diyor ki: "Biz daha önce hangi yeminlerin kasıtsız (Yemi-i lağiv), hangilerinin kasıtlı yeminler olduğnu ve hangi yeminlerin bozulup, hangi yeminlerin bozulmayacağı hususunu bu kitabımızda Bakara Sûresi'nin iki yüz yirmi beşinci âyetinin izahında zikrettik, bu sebeple burada tekrarlanmasına lüzum görmedik."

Mücahid, kasıtlı olarak yapılan yeminlerden maksadın, bilerek yapılan yeminler olduğunu, Hasan-ı Basri ise bunlardan maksadın, günah işlemek maksadıyla yapılan yeminler olduğunu, bu sebeple bozularak yerine keffaret ödenmesi gerektiğini söylemiştir.

Âyet-i kerime’de: "Bu yeminin keffareti." buyurulmaktadır. Burada zikredilen bu yeminden, yemi-i Lağiv mi, yoksa kasıtlı olarak yapılan yeminin mi kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir,

a- Hasan-ı Basri, Şa'bi, Ebû Malik, İbrahim en-Nehai, Hazret-i Âişe, Yahya b. Said, Ali b. Ebi Talha ve Süddi'ye göre burada zikredilen "Bu yemin"den maksat, kasıtlı olarak yapılan yemindir. Bunun bozulması halinde âyette zikredilen keffaretler yerine getirilecektir. Bunlara göre yemin-i lağiv'den maksat, kişinin, bir şeyin doğru olduğunu sanarak yemin etmesidir. Halbuki o şey zannettiği gibi doğru değildir. Kişi böyle bir yeminden dolayı sorumlu olmaz. Onu bozmasından dolayı keffaret gerekmez. Kasıtlı olarak yapılan yeminden maksat ise kişini bildiği bir şey üzerine kasıtlı olarak yemin etmesidir. İşte bu yeminleri bozması halinde onun, âyette zikredilen keffareti eri yerine getirmesi gerekir. Ayrıca kasıtlı olarak yaptığı bu yemin bir günah işlemek için ise, onu bozması ve keffaret ödemesi gereklidir. Yemini sürdüremez.

Ebû Malik diyor ki: "Yeminler üç türlüdür. Bozulduklarında keffaret verilmesi gereken yeminler, bozulduklarında keffaret verilmesi icabetmeyen yeminler, bir de yemin edenin hiçbir şekliyle sorumlu olmayacağı yeminlerdir. Keffaret icabeden yeminler, kişinin bir şeyi yapmayacağına dair yaptığı yeminlerdir. Böyle bir iş yapılacak olursa işte o durumda keffaret gerekir. Keffaret icabetmeyen yeminler ise kişinin kasıtlı bir şekilde yalan yere yaptığı yeminlerdir. Bu yeminler için keffaret icabetmez. Kişinin sorumlu olmadığı yeminler ise bir şeyin, yemin ettiği gibi olduğu kanaati ile yemin etmesi, daha sonra da o şeyin yemin ettiği gibi olmadığının anlamış olduğu yeminlerdir. İşte buna "Yemin-i Lağıv" denir ve bunun için de herhangi bir keffaret söz konusu değildir.

b- Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin "Bu yeminin keffareti" ifadesinde geçen "Bu yemin"den maksat, "Yemin- Lağiv"dir (Bozulması gerekli olan yemindir). Bunların izahına göre Yemin-i Lağivden maksat, caiz olmayan bir hususun yapılmasına dair edilen yemindir. Bu gibi yeminlerin bozulmaları ve yerine getirilmemden gerektiğinden bunlara iağiv yeminler (İptal edilen yeminler) ismi verilmiştir. Kişi böyle bir yemini yaptığı takdirde onu bozmakla ve âyette zikredilen keffareti yerine getirmekle mükelleftir. İşte böyle bir yemini yapan kimse yeminini bozar ve keffareti de yerine getirirse sorumluluktan kurtulmuş olur, hesaba çekilmez. Bu görüşte olan âlimlere göre kasıtlı olarak yapılan yeminden maksat ise caiz olmayan bir şeyin yapılmasına dair edilen ve bozulmayan yeminlerdir. Bu gibi yeminleri yapanlar, caiz olmayan şeyleri yaptıklarından dolayı sorumlu olurlar ve hesaba çekilirler.

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, yemin-i Lağivden maksadın, günah işleme maksadıyla yapılmayan yeminler olduğunu, kasıtlı olarak yapılan yeminlerden maksadın ise günah işlemek amacıyla yapılan yeminler olduğunu söylemiş ve âyetin mânâsının şu şekilde olduğunu söylemiştir: "Ey insanlar, Allah sizleri boş sözlerinizden ve kendisine karşı gelmeyi kastetmeyen, günah işlemeyi hedef almayan yeminlerinizden dolayı hesaba çekmez. Fakat o sizi, günah işlemeyi kastederek yaptığınız ve kendinize gerekli kıldığınız yeminlerinizden dolayı hesaba çekecektir. Hesaba çekileceğiniz bu yeminlerin icabettiği günahları sizden silecek ve affettirecek vasıta, sizlerin, zikredilen keffaretleri yerine getirmenizdir.

Âyeti kerime’de geçen ve "Ailenize yedirdiğinizin ortalamasından" diye tercüme edilen ifadeden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir.

a- Esved b. Yezid, Abddullah b. Ömer, Ubeyde es-Selmani, Muhammed b. Sirin, Hasan-ı Basri, Dehhak, Şüreyh, Hazret-i Ali, Ebû Rezin, Hişam b. Muhammed ve benzeri âlimlere göre burada zikredilen "Ailenize yedirdiğinizin ortalaması'ndan maksat, yemin edenin, memleketinin halkının yediklerinin çeşitlerinin ortalamasıdır. Buna göre yemin eden kimse bulunduğu beldenin halkının yediklerinin ortalamasından on fakiri doyurarak yeminlerinin keffaretini ödemiş olur. Bu görüşte olan âlimler zamanlarında ve memleketlerinde mevcut olan yemekleri gözönünde bulundurarak, yemin edenin, on fakiri, zikrettikleri belli yemeklerle doyurması gerektiğini beyan etmişlerdir. Mesela Esved b. Yezid, yenen şeylerin ortalamasının ekmek, hurma, zeytinyağı ve terayağı olduğunu söylemiş, bunların en iyisinin ise et olduğunu zikretmiştir. Hazret-i Ömerin'in oğlu Abdullah ise yenen şeylerin ortalamasının, ekmekle hurma, ekmekle tereyağı, ekmekle zeytinyağı olduğunu, yiyeceklerin en iyisinin ise ekmekle et olduğunu, başka bir Rivâyette Abdullah, yiyeceklerin ortalamasının, ekmek, et, ekmek tereyağı, ekmek peynir, ekmek ve sirke olduğunu söylemiştir.

Hasan-ı Basri ise yiyeceklerin ortalamasının ekmek, et veya ekmek ve tereyağı yahut ekmek ve süt olduğunu söylemiştir.

Şüreyh ise yiyeceklerin ortalamasının ekmek ve zeytinyağı olduğunu, sirkenin ise güzel bir yiyecek olduğunu söylemiştir.

Hazret-i Ali bu âyette zikredilen "Ailenize yedirdiğinizin ortalaması"ndan maksadın, sahalı akşam olmak üzere iki vakit yemek olduğunu, bir vakit yemeğin de ekmek, zeytinyağı veya ekmek tereyağı yahut sirke ve zeytinyağı olduğunu söylemiştir.

Hasan-ı Basri ise bu âyette zikredilen "yiyeceklerin ortalaması" olan keffaretten maksadın, bir vakit yemek yedirmek olduğunu, bunun da ekmek ve et, bu olmadığı takdirde ekmek tereyağı ve süt, bunlar da olmadığı takdirde ekmek sirke ve zeytinyağı olduğunu, yedirilecek kimselerin doyuncaya kadar yedirilmeleri gerektiğini söylemiştir.

Taberi diyor ki: "Yedirilen şeyin ortalamasından maksadın, belde halkının yiyeceklerinin çeşidinin ortalaması olduğunu söyleyen âlimler her bir fakire verilecek gıda maddelerinin miktarı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

aa- Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, İbrahim en-Nehai, Said b. Cübeyr, Şa'bi, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Ebû Malike göre, yemin eden kimse fakire yemek yedirmeyip gıda maddesi vermek istediğinde on fakirden herbirine bağdaydan yarım sa', diğer hububattan ise bir sa' ölçüsünde gıda maddesi verir. Bir sa dört mikkl'e eşinir. Bir sa', yaklaşık 2.917 kg. veya 3.333 kg.'dır.

bb- Zeyd b. Sabit, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer, Kasım, Salim, Süleyman b. Yesar ve Atadan nakledilen diğer bir görüşe göre yemini bozan kimse keffaret olarak on fakirden her birine bir müdd (çeyrek sa') ölçüsünde gıda maddesi verir.

cc- Hasan-ı Basriye göre her fakire bir müdd buğday bir müdd de hurma verilir.

b- Hazret-i Ali ve Muhammed b. Ka'b el-Kureziden nakledilen diğer bir görüşe göre yemin eden kimse keffaret olarak on fakirden her birini sabah akşam yedi rir.

c- Abdullah b. Abbas, Âmir eş-Şa'bi, Said b. Cübeyr ve Dehhaktan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Ailenize yedirdiklerinizin ortalaması"ndan maksat, keffaret verenin, kendi ailesine yedirdiği az veya çok yemeklerin oitalamasidır. Eğer yeminine keffaret veren kimse, ailesini doyurabilen kimselerden ise on fakiri tam doyurur. Şâyet bu kimse fakirliğinden dolayı ailesini doyuramıyorsa on fakire de ailesine yedirdiği miktarda yemek verir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediği rivâyet edilmiştir. "Eğer sen, aileni yedirip doyurabil en kimselerden isen fakirleri de doyur. Şâyet değilsen aileni yedirdiğin kadar yedir."

Said b. Cübeyr de demiştir ki: "Daha önce yeminlere keffaret verirken, büyük insanlara, küçük yaştakilere yedinnediklerini yedirirlerdi. Hürlere de, kölelere yedirmediklerini yedirirlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi ve kendilerine keffaret verilen fakirlerin eşit tutulmalarını, onlara keffaret verenin ailesine yedirdiklerinin ortalamasını yedirmesini emretti.

Taberi diyor ki: "Bu görümlerden tercihe şayan olan görüş: "Ailenize yedirdiğinizin ortalamasından yedirmektir." ifadesini: "Yemininden dolayı keffaret veren kimse, kendi ailesine yedirdiği yemeklerin cinsine göre değil azlık ve çokluğuna göre ortalamışım yedirsin." şeklinde izah eden görüştür. Çünkü Resûlüllah bütün keffaretlerde bu şekilde hüküm vermiştir. Mesela ihramlı iken başını tıraş etmek zorunda kalan kimseye, altı fakire üç sa' gıda maddesi vermesini emretmiştir.

Ka'b b. Ucre diyor ki:

"Hudeybiye'de Resûlüllah gelip benim yanımda durdu. Benim başımdan bitler dökülüyordu. Dedi ki: "Haşeratlarm seni rahatsız ediyor mu?" Dedim ki: "Evet." Dedi ki: "Başını tıraş et. Buna mukabil üç gün oruç tut veya altı kişiye bir "Ferak Bir ferak, üç sa' miktarına eşittir. ölçüsünde sadaka ver. Veya gücünün yettiği bir kurbanı kes." Buhari, K. el-Muhsar, b. 6 / Müslim, K. el-Hac, Bab: 82, Hadis No: 1201

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ramazan ayında hanımıyla cinsi münasebette bulunan kimse için ise altmış fakire on beş sa' miktarında yiyecek vermesini emretmiştir. Yani burada keffaret verenin durumu fakir olduğundan her fakire yarım sa' vermesi yerine çeyrek sa' vermesi emredilmiştir.

Bu hususta Ebû Hureyre diyor ki: "Bir adam Ramazan günü orucunu bozdu. Resûlüllah'a geldi. Resûlüllah ona bir köle azadetmesini veya peşpeşe iki ay oruç tutmasını yahut altmış fakiri yedirmesini emretti. Adam: "Bende altmış fakiri yedirecek bir şey yok." dedi. Resûlüllah ona "Otur bekle." dedi. Bu arada Resûlüllah'a içinde on beş sa' miktarında hurma bulunan bir sepet getirildi. Resûlüllah buyurdu, ki: "Bunu al ve tasadduk et." Adam dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu hurmalara benden daha muhtaç kimse yoktur." Bunun üzerine Resûlüllah güldü öyle ki, dişleri göründü ve ona dedi ki: "Bunu götür ye. Bkz. Ebû Davud, K. es-Savm, Bab: 37, Hadis No: 2392, 2393.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Resûlüllah'ın herhangi bir keffaret hakkında ekmek ve katığa dair hüküm verdiği veya sabah akşam yemek yedirmeye dair hüküm verdiği bilinmemektedir. Bu da göstermektedir ki keffaret, Resûlüllah'ın hüküm verdiği şekliyle fakirlere belli miktarlarda gıda maddeleri, vermekle olur. Onları sabah veya akşam ekmek ve katık ile doyurma şeklinde değildir.

Buna göre âyetin bu bölümünün izahı şöyledir: "Kasıtlı olarak yaptığınız yeminlerin keffareti, ailenize yedirdiğiniz gıda maddelerinin ortalamasından on fakiri yedirmektir. Zenginin ailesine yedirdiğinin ortalaması iki müdd, yani yarım sa' miktarıdır. Resûlüllah'ın, fakirleri doyurma keffaretinde hükmettiği en yüksek miktar işte budur. Fakirin ailesine yedirdiğinin ortalaması ise bir müdd'dür. Yani çeyrek sa' dır. Resûlüllah'ın, fakirleri yedirme keffaretinde hüküm verdiği en az miktar da budur.

Âyet-i kerime’de, yeminini bozan kimsenin on fakiri giydirmekle de keffaretini yerine getirebileceği zikredilmiştir. Müfessirler burada zikredilen giysinin nasıl bir giysi olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Mücahid, Hasan-ı Basri, Tavus, Mansur, Ata, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Abbas ve Ebû Malik'ten nakledilen bir görüşe göre burada, keffaret olarak giydirilmesi emredilen elbiseden maksat, tek bir parça elbisedir. Yeminini bozan kimse on fakirden her birine birer parça elbise giydirerek keffaretini ödemiş olur. Bu elbise bir gömlek veya belden yukan yahut belden aşağı giyilen bir elbise olabilir.

b- Said b. el-Müseyyeb, Hasan-i Basri, Muhammed b. Sirin, Ebû Mûsa el Eş'ari ve Dehhakîan nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen elbiseden maksat, iki parça elbisedir. Yeminini bozan kimse on fakirden her birine iki parça elbise giydirerek keffaretini yerine getirmiş olur.

Said b. el-Miiseyyeb, bu iki elbisenin, bir cübbe bir de sarık olabileceğini söylemiştir.

c- İbrahim en-Nehai ve Muğireye göre ise burada zikredilen elbiseden maksat, kişinin vücudunun tamamım kaplayan çarşaf, cübbe ve benzeri elbiselerdir. Bunlara göre sadece bir gömlek veya çamaşır yahut başörtüsü, burada zikredilen "Elbise" ifadesini kapsamaktadır.

d- Abdullah b. Ömere göre ise bu âyette zikredilen "Elbise"den maksat, belden yukarı ve belden aşağı giyilen iki parçadır.

Mücahid, Hasan-i Basri ve Hakemden nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin bu bölümünde mutlak olarak zikredilen elbise, giyilen herhangi bir elbisedir. Mücahid demiştir ki: "Yeminin keffaretinde, şortun dışında her türlü elbise yeterlidir."

Hasan-i Basri de demiştir ki: "Yeminin keffaretinde bir sank dahi yeterlidir."

Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden doğru olmaya daha yakın olanı ve âyetin mânâsına daha uygun olanı şöyle diyen görüştür: Burada on fakire giydirilecek elbiseden maksat, kendisine giysi denilecek bir ve daha fazla elbisedir. Zira, kendisine "Elbise" denmeyen bir giysinin, bu âyetin kapsamına girmediği herkes tarafından ittifakla kabul edilmektedir. Kendisine "Elbise" denen bir şeyin ve daha fazlasının, âyetin kapsamına girdiği muhakkaktır.

Âyet-i kerime’de, yemin eden kimsenin yeminin bozması halinde keffaret olarak, bir köleyi azadetmesinin de yemini için keffaret olacağı beyan edilmektedir. Yeminin keffareti olarak azadedilecek kölenin nasıl bir köle olacağı hususunda Taberi özetle şunları söylüyor: "Eğer denilecek olursa ki: "Burada zikredilen köleden bütün köleler mi kastedilmekledir yoksa bazı vasıflan haiz olan köleler mi?" Cevaben denilir ki: "Burada zikredilen köleden maksat, sıhhatli olan her köledir. Küçük olsun büyük olsun, müslüman olsun kâfir olsun fark yoktur. Buna mukabil bütün âlimler kotürüm olan, kör olan, dilsiz olan, elleri kesik veya çolak olan, deli olan ve benzeri sakatlıkları bulunan kölelerin azadedilmelerinin keffaret için yeterli olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak bir kısım âlimler yeni doğan çocuğa köle denilmeyip "Neşeme" dendiğinden, çocuk kendi kendine hareket ederek dönme durumuna gelmeden önce yemin keffareti için azadedilen köle kavramına girmeyeceğini bu duruma geldikten sonra işe bu kavrama gireceğini söylemişlerse de bu görüş isabetli değildir. Çünkü köle kavramı âyet-i kerime’de genel olarak zikredilmiştir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Âyet-i kerime’de yeminini bozan kimsenin keffaret olarak on fakiri yedirmesi veya giydirmesi ya da bir köle azadetmesi zikredilmiştir. Yeminin keffaretini ödeyen kimse bu üç şıktan herhangi birini seçmekte serbesttir. Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ömer'in, hali vakti yerinde olan kimselere bu üç şıktan köle azadetme şıkkını tavsiye etmeleri sadece hükmün mustehap olma durumunu ifade eder. Binaenaleyh zengin olan kimse köle azadetmeyip on fakiri yedirse veya giydirse yeminin keffaretini ödemiş olur. Çünkü hiç bir âlimden "Zengin olan kimse ancak bir köle azadederek yemininin keffaretini yerine getirmiş olur." şeklinde bir söz nakledilmemiştir. Aksine, kölenin dışındaki şıkiann yapılmasıyla kefffarelin yerine getirileceği hususunda ittifak etmişlerdir.

Âyet-i kerime’de "Bunları bulamayan kimse için keffaret, üç gün oruç tutmaktır." buyurulmaktadır. Bu ifadelerden maksat şudur: "Yemininden dolayı keffaret vermesi gerekli olan kimse on fakiri doyuracak yiyecek ve giydirecek elbise yahut azadedecek bir köle bulamayacak olursa o kimsenin üç gün oruç tutması gerekir.

Müfessirler yemininden dolayı keffaret ödemekle yükümlü olan kimsenin, maddi durumu ne kadar düşük olduğunda oruç tutabileceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Şafıiye göre yeminini bozan kimsenin, keffaret ödeme anında kendisinin ve ailesinin sadece bir günlük ve bir gecelik yiyeceği bulunur ise bu kimse gücü yetmeyendir. Ve yeminine keffaret olarak üç. gün oruç tutar. Şâyet yeminini bozan kimsenin keffaretini (ideme anında kendisinin ve ailesinin bir günlük ve bir gecelik yiyeceği ile birlikte on fakiri yedirebilecek veya giydirebilecek maddi imkânı da varsa yeminini bozan kimsenin ya on fakiri yedirmesi veya giydirmesi gerekir. Bunun oruç tutması, keffaretini yerine getirme sayılmaz.

Said b. Cübeyr üç. dirhemi bulunanın, Hasan-ı Basri iki dirhemi bulunanın keffaret olarak oruç tutamayacağını, bunlarla fakirleri yedireceğini söylemişlerdir.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise iki yüz dirhemi bulunanın dahi gücü yetmeyen sayılacağını, on fakiri yedirme veya giydirme yerine üç gün oruç tutarak keffaretini ödeyebileceğini söylemişlerdir.

c- Son devrin bazı fıkıhcıları ise geçimini sağlamak için sadece sermayesi bulunan, geçimini sağlayacak sermayesinden fazla olarak fakirleri yedirecek veya giydirecek gücü bulunmayan kimselerin, yeminlerine keffaret olarak oruç tutabileceklerini ancak geçimlerini sağlayabilecek sermayelerinden fazla olarak on fakiri yedirecek veya giydirecek kadar maddi imkânları bulunanların oruç tutamayacaklarını söylemişlerdir.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: Gücü yetmeyenlerden maksat, yeminini bozduğu günde kendisinin ve ailesinin, bir günlük ve bir gecelik yiyeceğinden başka herhangi bir şeyi bulunmayan kimsedir. Böyle bir kimsenin, bozduğu yeminine keffaret olarak üç gün oruç tutması yeterlidir. Buna mukabil yeminin bozduğu anda, kendisinin ve ailesinin bir günlük ve bir gecelik yiyeceğinden fazla olarak on fakiri yedirecek veya giydirecek kadar bir imkânı varsa yahuta da azadedeceği bir köle varsa böyle bir kimsenin oruç tutması, keffareti için geçerli değildir. Zira iflas eden kimsenin malları borçlularına dağıtıldıktan sonra ona sadece kendisinin ve ailesinin bir günlük ve bir gecelik yiyeceği bırakılır. Keffaret konusunda da gücü yetmeyenin ölçüsü de budur.

Müfessirler burada zikredilen orucun, peşpeşe tutulması icabeden bir' oruç mu yoksa ara verilerek tutulabilecek bir oruç mu olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Mücahid, Rebi' b. Esnes, Übey b. Ka'b, İbrahim en-Nehai, Abdullah b. Mes'ud, Süfyan es-Sevri, Katade ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre yemin keffareti olarak tutulan üç günlük orucun ara vermeden peşpeşe tutulan oruçlardan olduğunu söylemişlerdir. Zira Übey b. Ka'b ve Abdullah b. Mes'udun kıraatlarına göre âyetin bu bölümü şeklinde okunmuştur.. Mânâsı da: "Peşpeşe üç gün oruç tutmak gerekir." demektir.

b- Malike göre ise burada zikredilen üç günlük orucun peşpeşe tutulması daha iyi iken ayrı ayrı tutulmaları da caizdir.

Taberi diyor ki: "Bize göre tercih edilen görüş, bu son görüştür. Zira Allahü teâlâ mutlak şekilde üç gün oruç tutulmasını zikretmiştir. Bunların peşpeşe veya aralıklı olarak tutulacaklarına dair bir kayıt ve şart zikretmemiştir. Bu sebeple Âyeti mutlak bir şekilde almak daha isabetlidir.

Übey b. Ka'b ve Abdullah b. Mes'udun kıraatlarına gelince bu kıraatlar elimizde bulunan mushafların hilafına olan kıraatedir. Mushaf'ımızda olmayan kıraatları delil göstererek bunun, Allah'ın kelamından olduğunu söylememiz caiz değildir. Bununla birlikte ben, yemin keffaretinde tutulan üç gün orucun, âlimlerin ihtilaflarından kurtulmak için peşpeşe tutulmasını tercih ediyorum."

90

Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları, sadece Şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Allahü teâlâ bundan önceki âyetlerde, insanlara helal kıldığı temiz şeyleri, bir kısım insanların, kendilerine haram kılmalarının caiz olmadığını beyan ettikten sonra bu âyet-i kerime’de de insanlara haram kıldığı şeyleri beyan etmekte ve buyurmaktadır ki: "Ey, Allah'ı ve Peygamberini tasdik eden mü’minler, şimdiye kadar içtiğiniz içkiler, oynadığınız kumarlar, önünde kurbanlar kestiğiniz dikili taşlar ve kendileriyle şans aradığınız fal okları Şeytanın yaptığı amellerden murdar olan, günaha vesile olan ve Allah'ın gazabını celbeden amellerdir. Siz, içki içmekten kumar oynamaktan, dikili taşların önünde putlara kurban kesmekten ve fal oklanyîa şans tayin etmekten kaçının ki rabbiniz katında kurtuluşa ermiş olasınız.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Pisliktir" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas tarafından "Allah'ı gazaplandiran" mânâsına, İbn-i Zeyd tarafından "Kötü şey" mânâsına yorumlanmıştır.

Âyet-i kerime’de görüldüğü gibi içki ve kumar haram kılınmıştır putlar yapıp taşlar dikerek önünde kurbanlar kesmek ve oklar çekerek falcılık yapmak yasaklanmış ve bunların, şeytanın işinden birer pislik oldukları ifade edilmiştir. Haram kılman bu şeylerin izahları kısaca şöyle yapılabilir:

a- İÇKİ: Bu konuda Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeritlerinde şöyle buyuruyor:

"Sarhoşluk veren her şey içkidir. Ve sarhoşluk veren her şey de haramdır. Kim dünyada içki içer de tevbe etmeden ve içkiyi bırakmadan ölürse âhirette cennet şarabını içmekten mahrum kalacaktır. Müslim, K. el-Eşribe, Bak 73, Hadis No: 2003 / Ebû Davud, K. el-Eşribe, Bab: 5, Hadis No: 3679.

Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki: İçki üç aşamada kesin olarak haram kılındı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineye hicret ettiğinde Medineliler içki içiyor ve kumar parası yiyorlardı. Bunlar hakkında Resûlüllah'a soru sordular bunun üzerine Allahü teâlâ: "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günahlar vardır. İnsanlar için bazı dünyevi faydalan da vardır." Bakara sûresi, 2/219 âyet-i kerimesini indirdi. Bunun üzerine insanlar: "Allah bize içkiyi haram kılmadı. Sadece onda büyük günahlar ve insanlar için bazı menfaatlar olduğunu beyan etti." dediler. Ve içkiyi içmeye devam ettiler. Bir gün muhacirlerden bir kişi akşam namazında arkadaşlarına iman olup namaz kıldırırken âyetleri yanlış okudu ve bunun üzerine de Allahü teâlâ birincisinden daha sert bir hüküm getiren şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Nisa Sûresi, 4/43. Bundan sonra da insanlar yine içki içmeye devam ettiler. Nihâyet içkiyi tamamen yasaklayan ve daha sen bir hüküm getiren: "Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Artık bundan vaz geçmez misiniz? Maide Sûresi, 5/91. âyet-i kerimesi gelince de insanlar "Ey rabbimiz, artık vaz geçtik." dediler. Sonra da Resûlüllah'a "Ey Allah'ın Resulü, daha önce Allah yolunda cihad ederken öldürülmüş veya yatağında ölmüş müslümanlar içki içiyor ve kumardan kazandıklarını yiyorlardı. Allahü teâlâ bunların, şeytanın işinden birer pislik olduklarını beyan etti. Şimdi onların hali ne olacaktır'?" diye sordular. Bunun üzerine şu âyet-i kerime indi. "İman edip iyi amel işleyenler Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri sonra Allah'tan sakındıktan, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever." Maide Sûresi, 5/93. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) de şöyle buyurdu: "Eğer içki on-larm zamanında haram kılınmış olsaydı sizin terkettiğiniz gibi elbette ki onlar da terkederlerdi. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 351, 352. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz içkinin içilmesi haram olduğu gibi onunla ilgili her türlü muamelenin de haram olduğunu beyan ederek buyurmuştur ki:

"İçki on cihetten lanetlenmiştir. İçkinin bizzat kendisi, onu içen, sunan, satan, satın alan, imal eden, imal ettiren, taşıyan, taşıttıran ve ondan ekle edilen kazancı yiyen. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 25, 71 / İbn-i Mace, K. el-Eşribe, Bab: 6, Hadis No: 3380.

Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Bu âyet-i kerime, Nisa suresinin içki ile ilgili olan kırk üçüncü âyetini ve Bakara suresinin iki yüz on dokuzuncu âyetini neshetmiştir." Ebû Davud, K. el-Egribe, Bab: 1, Hadis No: 3672.

b- KUMAR: Her türlü şans oyunu kumardır ve bu kumarın da her çeşidi yasaktır. Hatta tavla oyunu hakkında Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Kim tavla oynarsa ellerini domuzun etine ve kanına bulamış gibidir" Müslim, K. eş-Şiir, Bab: 10, Hadis No: 2260 / Ebû Davud, K. el-Edeb, Bab: 56, 64, Hadis No: 4939 / İbn-i Mace, K. ol-Edeb, Bab: 43, Hadis No: 3763.

c- DİKİLİ TAŞLAR: Abdullah b. Abbas, Mücahid, Ata, Said b. Cübeyr ve Hiisan-ı Basriye göre buradaki dikili taşlardan maksat, önünde kurban kesilen dikili taşlardır.

d- FAL OKLARI: Bu hususta Maide suresinin üçüncü âyetinin izahına bakınız .

91

Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?

Ey iman edenler, Allah sizleri islam kardeşliği ile birleştirdiği halde şeytan, kumar ve içki vasıtasıyla sizin aranıza ancak düşmanlık sokmayı, kin tohumlan ekmeyi, böylece sizi birbirinize düşürmeyi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymayı ister. Artık Allah'ın size haram kıldığı şeylerden vaz geçin. Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir:

a-

Bazılarına göre bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi, Hazret-i Ömer'in, içkinin haram kılınmasına dair Allahü teâlâya dua etmesidir. Bu hususta Ebû Meysere diyor ki:

"Ömer b. el-Hattab Allah'a şöyle dua etti: "Ey Allah’ım sen içki hakkında bizi şifaya kavuşturan bir açıklama yap." Bunun üzerine Bakara suresinin "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar de ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için faydalan da vardır. Bakanı Sûresi, 2/219. 16fi Nisa Sûresi, 4/43. âyet-i nezil oldu. Ömer çağırıldı ve bu âyet ona okundu. Yine Ömer: "Ey Allah’ım sen içki hakkında bizi şifaya kavuşturan bir açıklama yap." diye dua etti. Bunun üzerine Nisa suresinin: "Ey iman edenler sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Nisa sûresi 4/43 Âyeti nazil oldu. Yine Ömer çağırıldı ve bu âyet kendisine okundu, sonra Ömer tekrar: "Ey Allah’ım sen içki hakkında bizi şifaya kavuşturan bir açıklama yap Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an. s. 5, Bab: 7, Hadis No: 3049. diye dua etti. Bu sefer Maide suresinin: "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" âyeti nazil oldu. Yine ömer çağırıldı ve ona bu âyet okundu. Ömer de dedi ki: "Vaz geçtik, vaz geçtik.

b- Muhammed b. Kays'a göre ise bu âyet-i kerime bir kısım Medineli kişiler hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah Medine'ye gelince içki içen ve kumar oynayan bazı insanlar onun yanına gelmişler ve ona bunların hükmünün ne olduğunu solmuşlardır. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Ey Rasûlüm, sana içki ve kumardan soruyorlar. De ki: "Onlarda büyük günah vardır. İnsanlar için faydalan da vardır. Ancak günahları faydalarından çok büyüktür. Bakara Sûresi, 2/219. âyetini indirdi. Bunun üzerine o insanlar dediler ki: "Bunlar, haklarında ruhsat gelen şeylerdir. Biz, kumardan kazandığımız malı yiyelim içkiyi de içelim. Allah’tan da affedilmemizi dileyelim. "Nihâyet bir adam akşam namazını kılarken Kâfirim suresini şu şekilde okumaya başladı. "Ey Rasûlüm, de ki: "Ey kâfirler, ben sizin taptıklarınıza ibadet ederim. Siz ise benim ibadet ettiğime tapacak değilsiniz." Bu kişi âyeti doğru okuyamadığı gibi ne okuduğunu da bilmiyordu. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ, "Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın. Nisa Sûresi, 4/43. âyetini indirdi. Bundan sonra insanlar yine içki içmeye devam ediyorlardı. Namaz vakti yaklaşınca ne okuduklarım bilmeleri için içki içmeyi bırakıyorlardı. Böylece devam ederlerken Allahü teâlâ, bunu ve bundan önceki âyeti indirdi. Ve "Artık bunlardan vaz geçmezmisiniz?" buyurdu. Onlar da "Vaz geçtik ey rabbimiz." dediler.

c- Sa'd b. Ebi Vakkas da bu âyet-i kerime’nin kendisi hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Sa'd b. Ebi Vakkas demiştir ki:

"Ensardan bir kişi yemek yaptı bizi davet etti. Biz, hafifçe sarhoş oluncaya "kadar içki içtik. Ensardan olan insanlarla Kureyşliler birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Ensar, "Biz sizden daha üstünüz." dediler. Kureyşliler de "Hayır biz sizden daha üstünüz." dediler (Sa'd b. Ebi Vakkas, Kureyştendir.)" Bunun üzerine Ensardan bir kişi Devenin çene kemiğini aldı ve onunla Sa'd b. Ebi Vakkas'ın bunuma vurdu ve burnunu yardı. Bundan sonra Sa'dın bumu yarık kaldı. İşte bunun üzerine: "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz." "Şüphesiz ki şeytan, kumar ve içki ile aranıza düşmanlık ve kin sokmayı, sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan men etmeyi ister. Artık bunlardan vaz geçmez misiniz?" âyetleri nazil oldu. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1, S. 186 /Müslim, K. el-Fadail es-Sahabe, B: 43, H. N.1748.

d- Abdullah b. Abbas ise bu âyet-i kerime’nin Ensardan iki kabile hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Onlar içki içmişler, sarhoş olunca da birbirleriyle şakalaşmışlar ve dalaşmalardır. Ayılınca da yüzlerinde ve sakallarımla bulunan izleri görmüşler. Her biri kendi kendine şöyle demiştir: "Benim kardeşim bana bunu yaptı ha? Şâyet o bana karşı şefkatli ve merhametli olsaydı bana bunu yapmazdı." Bu insanlar birbirlerine karşı kalplerinde kin taşımayan insanlar iken bu olaydan sonra birbirlerine karşı kin beslemeye başladılar. İşte bunun üzerine bu ve bundan önceki âyet nazil oldu.

e- Katadeye göre ise bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi, içki değil kumardır. Çünkü kin ve düşmanlık, kumar oynama sebebiyle insanların arasında ortaya çıkmış, Allahü teâlâ da onlara hem kuman hem de içkiyi yasaklamıştır. Bu hususta Katade diyor ki: "Cahaliye devrinde kişi ailesini ve malını kumara verirdi. Bundan sonra elinde bulunanları kaybettiği için mahrum bir şekilde oturur başkasının elinde bulunan mallara bakar dururdu. Bu da insanlar arasında düşmanlığı, kini doğururdu. Allahü teâlâ bu sebeple kuman ve çkiyi yasakladı.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş şunu söylemektir: Allahü teâlâ bu âyetlerde bazı şeylerin necis olduğunu zikretmiş ve onlardan kaçınmamızı emretmiştir.

Müfessirler ise bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bunların nüzul sebebi Hazret-i Ömer'in duası da olabilir Sa'd b. Ebi Vakasın içine düştüğü hadise de olabilir. Kumar oynama sebebiyle kişinin malını kaybetmesi de olabilir. Elimizde buna dair kesin bir delil yoktur. Ancak şurası bir gerçektir ki bu âyetlerin hükümleri bütün mükellefleri bağlamaktadır. Mükelleflerin bunların nüzul sebeplerini bilmemeleri onlar için bir özür sebebi sayılmaz. Binaenaleyh âyeti öğrenen her mükellefin içki, kumar, dikilen taşlar ve fal oklarından kaçınması farzdır.

Bu âyet-i kerime nazil olunca sahabiler: Ey rabbimiz vaz geçtik. Artık yapmayacağız." dediler ve ellerinde bulunan içkileri döktüler.

92

Allah'a da itaat edin Peygambere de itaat edin. Karşı gelmekten sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki Peygamberimize düşen sadece apaçık iebliğdir.

İçki kumar ve yasaklanan diğer şeylerden kaçınarak Allah'ın emirlerine itaat edin ve Peygamberinin emirlerine uyun. Allah'ın emrine karşı gelmekten sakının. Aksi takdirde onun cezasını hak etmiş olursunuz. Eğer emirlerinden yüz çevirir yasaklananları işlerseniz bilin ki Peygamberimize düşen sadece açık' bir şekilde tebliğdir. Hesaba çekip cezalandırma ise Allah'a aittir.

Görüldüğü gibi bu âyet-i kerime, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını ihlal edenleri tehdit etmekte, yasakları çiğneyenlerin cezalandırılacaklarına dikkati çekmektedir.

93

İman edip iyi amel işleyenler Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devanı ettikleri sonra Allah'tan sakındıkları, imandan ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoklar. Allah iyilikte bulunanları sever.

Sizden iman edip salih emel işleyen kimseler için, haram kılınmadan önce içki içmesinde veya kumar kazancı yemesinde bir günah yoktur. Yeter ki sizler Allah'ın size haram kıldığı şeylerden kaçınmakta ondan korkun. Onun sizi denetlediğini bilin. Allah ve Resulünü, emir ve yasaklarında tasdik edin. Allah'a ve Resulüne itaat edin. Ve her ikisini de razı edecek ameller işleyin. Sonra da Altoh'tan korkmaya ve imanınızda kararlı olmaya devam edin. Allah'ın gönderdiği emir ve yasaklan değiştermeyin. Sonra da farz kılınmayan nafile ibadetler yaparak Allah'tan korkun ve sizi cezalandırmasından çekinin. Zira Allah, nafile ibadetler yaparak kendisinden korkanları sever.

Âyet-i kerime’de üç defa mü’minlerin Allah taeladan korkmaları emrediliyor.

Taberi diyor ki: "Burada emredilen birinci korkma, mü’minlerin, Allah'ın emirlerini kabul etmeleri ve onunla amel etmeleriyle olur. İkinci korkmaları Allah'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmada kararlı olmalarıyla gerçekleşir. Üçüncü korkmaları ise mü’minlerin, farzların dışında bir kısım nafile ibadetleri yerine getirmekle olacağına dair delil nedir? Cevaben denilir ki: "Âyet-i kerime’de zikredilen birinci korkma, Allah'ın emir ve yasaklarını kabul etmelerini, ikinci korkma ise bu emir ve yasaklara uymada kararlı olmalarını ifade etmektedir. Böylece Allah'ın farz kıldığı şeyleri yapmaya devam edeceklerini bildirmektedir. Son korkma ise, nafile ibadetleri yaparak Allah'ın kendilerini cezalandırmasından kaçınmalarını ifade etmektedir. Bu son korkmayı da farz olan amellerin eda edilmesi anlamında almak lüzumsuz bir tekrar olur. Bu sebeple nafile ibadetler yaparak korkma şeklinde izah edilmesi daha evladır.

Müfessirler, buâyet-i kerime’nin nüzul sebebi olarak şunu zikretmişlerdir: İçki, kumar yasaklanınca, bunlar yasaklanmadan önce bunları işleyen ve ölüp âhirete irtihal eden kimselerin durumlarının ne olacağı hususunda sorular sorulmuş, bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve âyetler nazil olmadan önce içki içmiş olanların günahkâr olmadıklarını beyan etmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "İçkinin haram olduğunu bildiren Cıyet nazil olunca sahabiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, içkinin haram olduğunu beyan eden âyet nazil olmadan önce içki içen ve ölen kimselerin hali ne olacaktır?" İşte bunun üzerine "İman edip iyi amel işleyenlerin, Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah, iyilikte bulunanları sever, "âyeti nazil oldu." Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 10, Hadis No: 3052.

Enes b. Malik diyor ki: "Ben içki kadehini Ebû Talhaya, Ebû Ubeyde b. el-Cerraha, Muaz b. Cebel'e, Şüryh b. Beyda'ya ve Ebû Dücaneye sunarken -Ki onlar içtikleri hurma şarabından sarhoş olmuşlar ve başlan önlerine eğilmişti - bir kimsenin dışarıdan şöyle seslendiğini işittik. "Dikkat edin içki haram kılındı. "Bunun üzerine bizim yanımıza herhangi bir kimse girmeden ve bizden de herhangi bir kimse dışarı çıkmadan şarapları döktük, testileri kırdık. Bir kısmımız abdesî aklı bir kısmımız yıkandı. Ümmü Süleymin kokularından süründük. Sonra çıkıp Resûlüllah'ın mescidine gittik. Bir de ne görelim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar (putlar) ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz." Maide Sûresi, 5/90 âyetini ve ondan sonra gelen âyeti okuyor. Bunun üzerine bir adam dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bizden, içki içtiği halde ölenin yeri ne olacaktır?" Bunun üzerine de Allahü teâlâ: "İman edip iyi amel işleyenler..." âyetini indirdi. Maide Sûresi, 5/90

Bera b. Âzib diyor ki:

"Resûlüllah'ın sahabilerinden bazıları, içki haram kılınmadan önce ölmüşlerdir. İçki haram kılınınca bir kısım insanlar dediler ki: "Bizim arkadaşlarımız ne olacak? Onlar içki içerken ölüp gittiler." İşte bunun üzerine "İman edip iyi amel işleyenler, Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları, yine Allah'tan korktukları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha önce yediklerden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah, iyilikte bulunanları sever." Sûresi nazil oldu. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 9, Hadis No: 3051.

Abdullah b. Mes'ud diyor ki:

"İman edip iyi amel işleyenler..." âyeti nazil olunca Resûlüllah bana buyurun ki: "Sen de bunlardan mısın? Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 11, Hadis No: 3053.

94

Ey iman edenler, şüphesiz ki Allah sizi, elinizin ve oklarınızın ulaşacağı bir kısım avlar ile imtihan eder ki, kimin, görmediği halde kendisin'den korktuğunu ortaya çıkarsın, kim bundan sonra haddi aşarsa onun için can yakıcı bir azap vardır.

Ey iman edenler, Hac ve Umre için ihrama girdiğiniz sırada Allah sizi, küçüklüğünden ve zayıflığından dolayı kolayca elde edebileceğiniz av hayvanlarıyla imtihan eder ki, gözüyle görmediği halde Allah'a iman edip ondan korkanları ortaya çıkarsın. Kim, ihramlı iken avlanmayı helal görerek Allah'ın adarsa onun için can yakıcı bir azap vardır.

Âyet-i kerime’de zikredilen, "Elin ulaşacağı av"dan maksat, yaban eşeği, yaban sığırı, geyik vb. hayvanlardır.

Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Hac veya Umre için ihrama giren kişinin elinin erişeceği av hayvanlarından maksat, gücü zayıf olan hayvanlardır. Allahü teâlâ, bu gibi hayvanlarla ihramlı olan kişileri imtihan eder. Zira onlar, diledikleri takdirde bu gibi hayvanları hemen yakalayabilirler. İşte Allahü teâlâ, ihramlıların bu gibi hayvanları avlamalarını yasaklamıştır.

95

Ey iman edenler, (Hac'da) ihramlı iken av hayvanı öldürmeyin. Sizden kim, ihramlı iken bir av hayvanını öldürürse onun cezası, içinizden âdil iki kişinin vereceği hükme göre, ehli hayvanlardan, öldürdüğüne denk ve Kabeye ulaşacak bir kurbanlıktır. Yahut onun kıymeti kadarıyla, kefaret olarak yoksulları doyurmak veya kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır. Ceza, işlediği suçun karşılığını tatması içindir. Allah, geçmişte yapılanları affetmiştir. Kim tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır. Allah hor şeye galiptir layık olana cezasını verendir.

Ey iman edenler, Hac ve Umre için ihrama giren bir kimse, ihramlı iken kasıtlı olarak bir av hayvanını öldürürse, dindarlıklarına güvenilen adaletli iki kişinin vereceği hükme göre öldürülen hayvanın değerinde ehli bir hayvanı. Kabe'de kesip dağıtması gerekir. Yahut da avlanan ihramlı kimsenin, avladığı hay vattın değeri kadar yiyecek maddeleri alıp fakirlere dağıtın asıdır. Yahut da ihram yasağını ihlal tden bu kimsenin avladığı hayvanın değeri takdir edildikten sonra her fakire vereceği belli bir ölçek buğday karşılığında bir gün oruç tutulmasıdır.

Bu fıyot-i kerime, karada yaşayan av hayvanlarının, Hac ve Umre için ihrama girmiş insanlar tarafından avlanmasının haram olduğunu bildirmektedir. Burada zikredilen av hayvanlarından maksat, âlimlerin çoğunluğuna göre eli yenilsin veya Yenilmesin bütün kara hayvanlarıdır. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın istisna ettiği şu beş cins hayvan buna dahil değildir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki:

"Beş cins zararlı hayvan vardır ki bunlar, ihramlı iken de ihramsız iken de öldürülürler. Bunlar, karga, delice kuşu, akrep, fare ve saldırgan (kuduz) köpektir." Buhari, K. es-Sayd, bab: 7 / Müslim, K. el-Hac, Rab: 71, 74, Hadis No: 1198, 1199.

Müfessirler, âyet-i kerime’de zikredilen "Av hayvanım kasıtlı bir şekilde öldürmek"ten neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Mücahid, İbn-i Cüreyc, Hasan-i Basri ve İbn-i Zeyde göre buradaki av hayvanın: kasıtlı bir şekilde öldürmekten maksat, kişinin, ihramlı olduğunu unutarak av hayvanını kasıtlı bir şekilde öldünnesidir. İşte ihramlı olduğunu unuttuğu bir sırada, av hayvanını kasıtlı olarak öldürene, âyette zikredilen ceza mahiyetindeki keffaretleri yerine getirmesi gerekir. Diğer yandan kişi ihramlı olduğunu bildiği halde av hayvanını öldürecek olursa bunun suçu, keffaret ödemekle affedilmekten daha ağırdır. Bu sebeple onun işi Allah'a kalmıştır.

Bu hususta Mücahid diyor ki: "Âyette zikredilen, av hayvanını kasıtlı olarak öldürmekten maksat, kişinin ihramlı olduğunu unutarak, av hayvanını kasıtlı bir şekilde öldürmesi veya başka bir şey yapmak isterken hataen onu öldünnesidir. Buna mukabil kim ihramlı olduğunu hatırlayarak ve av hayvanını öldürmenin dışında herhangi bir şey de kastetmeyerek kasıtlı bir şekilde av hayvanım öldürecek olursa bu kişi ihramdan çıkmış olur. Buna keffaret ödeme ruhsatı yoktur. Keffaret ancak ihramlı olduğunu unutarak öldürene veya, başka bir şey yapmak isterken onu öldürene gerekir.

İbn-i Zeyd de diyor ki: "Burada av hayvanını kasıtlı olarak öldürmekten maksat, ihrama girmiş olan kimsenin, ihramlı olduğunu unutarak av hayvanını kasıtlı bir şekilde öldürmesi veya ihramlı avlanmanın haram olduğunu bilmemesidir. İşte böyle olanların, âyette zikredilen keffaretleri yerine getirmelerine hüküm verilir. Buna mukabil Allah'ın, ihramlı iken avlanmayı yasaklamasından sonra ihramlı olduğunu hatırlayarak ve bu durumda av hayvanının öldürülmesinin haram olduğunu bile bile onun öldürenin durumu, Allah'ın vereceği cezaya bırakılmıştır.

b- Ata, Zühri, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Tavus'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Av hayvanını kasıtlı bir şekilde öldürmek"ten maksat, ihramlınm, ihramlı olduğunu bile bile, av hayvanını kasıtlı bir şekilde öldürmesidir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan söz, şunu söylemektir. "Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime ile, ihrama giren herkesin, ihramda bulunduğu müddetçe, kara av hayvanlarım öldürmeyi kastederek öldürmesini haram kılmıştır. Öldürmeyi kastetmesini, ihramlı olduğunu unutma haline veya başka bir şey yaparken onu öldürmüş olma haline tahsis etmemiş bilakis onu, kasıtlı öldürene umumi bir şekilde yasak kılmıştır. Ve bunu yapana belli keffaretleri yerine getirmesini emretmiştir. Durum böyle iken âyetten, Resûlüllah’ın hadislerinden, ümmetin icmamdan ve diğer herhangi bir yönden açık bir delil bulunmadıkça âyetin zahirini bırakıp onu batini tevillerle yorumlamak caiz değildir. Madem ki mesele böyledir, ihrumlı olan kimse av hayvanını isler ihramlı olduğunu hatırlayarak kasıtlı bir şekilde öldürsün ister ihramlı olduğunu unutmuş vaziyette av hayvanini kasıtlı bir şekilde öldürsün isterse başka bir şeyi kastettiği halde onu öldürmüş olsun, bütün bu durumlarda onun, rabbimizin beyan ettiği keffaretlerden birini ödemesi gerekir. Bunlar da müslümanlardan, dinine güvenilir iki âdil kimsenin vereceği hükme göre, öldürülen av hayvanının, ehli olan hayvanlardan karşılığım harem bölgesinde kurban etmektir. Veya onun değeri kadar gıda maddesini fakirlere dağıtmaktır yahut her fakire verilecek gıda maddesi yerine bir gün oruç tutmaktır. Nitekim Ata ve Zühri, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bir av hayvanını hatalı olarak öldüren ihramlı kişinin cezasının ne olduğunu "Latifül Kavi Fi Ahkam iş Şerai'" adlı kitabımızda, burada izaha ihtiyaç bırakmayacak derecede açıkladık. Burası bu meseleyi açıklama yeri değildir. Çünkü bu kitabımızda Kur’an’ın tevillerini açıklamayı hedef aldık. Kur'anda da av hayvanını hata ile öldürmeye dair bir açıklama yoktur ki onun hükmünü de burada zikredelim.

Müfessirler, ihramlı iken av hayvanını öldüren kimseye, ehli hayvanlardan o av hayvanının dengini kurban etmesine nasıl hüküm verileceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Süddi, Ata, Abdullah b. Abbas, Hazret-i Ömer, Dehhak ve Mücahide göre dinine güvenilen adaletli iki kimse, ihramlının öldürdüğü av hayvanına, ehli hayvanlardan en çok benzeyenini araştırırlar ve ihramlıya, o hayvanı elde edip harem bölgesinde kurban etmesine hüküm verirler. Bunlara göre öldürülen av hayvaninin değerine bakılmaksızın onun şeklinde olan ehli hayvanlardan biri kurban edilir. Av hayvanının değerinin, ondan fazla veya eksik olması, durumu değiştirmez. Ancak bunlar hangi ehli hayvanların hangi av hayvanlarına daha çok benzediği hususunda zaman zaman farklı örnekler zikretmişlerdir.

Bu hususta Süddi demiştir ki: "Öldürülen av hayvanı ile onun ehli hayvanlardan benzerleri şöyle tesbit edilir. Eğer ihramlukişi, bir deve kuşu veya yaban, eşeği öldürecek olursa onun bir deve kurban etmesi gerekir. Eğer bir yaban ineği veya geyiği yahut koyunu öldürecek olursa onun bir inek kurban etmesi gerekir. Eğer bir ceylan yavrusu veya tavşan öldürecek olursa onun bir koyun . kurban etmesi gerekir. Eğer bir keler veya Bukalemun yahut tarla faresi öldürecek olursa onun bir kuzu kurban etmesi gerekir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Eğer ihramlı olan bir kimse, ceylan ve benzeri bir hayvanı öldürecek olursa o kimsenin, Mekke'de bir koyun kurban etmesi gerekir. Şâyet bunu bulamazsa altı lakiri doyurur. Buna da gücü yetmezse üç gün oruç tutar. Eğer ihramlı kişi geyik veya benzeri bir hayvanı öldürecek olursa bir inek kurban etmesi gerekir. Eğer deve kuşu veya yaban eşeği ve benzeri herhangi bir hayvanı öldürecek olursa o kimsenin bir deve kurban etmesi gerekir.

İbn-i Cüreyc diyor ki: "Ben Ata'ya dedim ki: "Ne dersin ben bir av hayvanı ökîürsem, onun bir gözünün kör olduğunu veya topal olduğunu yahut herhangi bir organının eksik olduğunu görecek olsam, onun aynını mı benzerini mi ödeyeceğim?" O dedi ki: "İstersen evet." dedim ki: "Sen bunu daha fazla tercih etmiyor musun?" O da "Evet." dedi ve devamla dedi ki: "Eğer sen ceylan yavrusunu öldürecek olursan karşılığında koyun yavrusu kurban edersin. Yaban sığın yavrusu öldürürsen ehli bir sığır yavrusunu kurban edersin."

Süleyman el-Bâhilî diyor ki: "Ben Dehhak b. Müzahimin şunları söylediğini işittim. "Av hayvanlarından yaban eşeği, deve kuşu gibi boynuzsuz olanları öldüren ihramlının onlar gibi boynuzu olmayan bir deve kurban etmesi gerekir. Kara av hayvanlarından dağ keçisi veya geyik gibi boynuzlu olanlarını öldürenin bir sığır kurban etmesi, ceylan gibilerini öldürenin bir koyun kurban etmesi, tavşan öldürenin, iki yaşında bir koyun, tarla faresi ve benzerini öldürenin küçük bir kuzu kurban etmesi, çekirge ve benzerini öldürenin de bir avuç yiyecek vermesi, karada yaşayan kuşları öldürenin, biçilen değerini tasadduk etmesi gerekir.

Kabise b. Cabir diyor ki: "Ben, ihramlı iken bir geyik öldürdüm. Ömer'in yanına gittim ve ona bunun hükmünü sordum. O da beni Abdurrahman b. Avf'a gönderdi. Ben de dedim ki: "Ey mü’minlerin emin, bu mesele, Abdurrahman'a gidip ona soracak kadar büyük bir mesele değil." bunun üzerine elindeki sopayla bana bir tane vurdu öyle ki, onun önünden kaçtım. Sonra dedi ki: "İhramlı iken av hayvanını öldürdün sonra da fetvayı küçümsüyorsun." Abdurrahman geldi, ikisi birlikte bir koyun kurban etme hükmünü verdiler.

b- İbrahim en-Nehaiden nakledilen diğer bir görüşe göre, ihramlının öldürdüğü av hayvanının keffareti şöyle ödenir. "Müslümanlardan dinine güvenilir iki adil kimse, öldürülen av'a para ile değer biçerler ve ihramlının, ehli hayvanlardan o değerde bir hayvan alıp harem bölgesinde kurban etmesini emrederler.

Taberi diyor ki: "öldürülen av hayvanının, ehli hayvanlardan dengini tesbit etmesi hususundaki bu iki görüşten, Hazret-i Ömer ve Abdullah b. Abbas'ın da ka-îîldîğı

birinci görüş daha evladır. Zira bunlar, ihramlınin öldürdüğü hayvanın en yok benzeri olan ehli bir hayvanı kurban etmesi gerektiğini söylemişlerdir ki âyeti kerime de aynı şeyi ifade buyurmuştur. Buna mukabil öldürülen av hayvanının değerinin ödenmesini söyleyen ikinci görüş, âyetin zahirine muhaliftir. Çünkü av hayvanının değeri, âyette zikredildiği üzere av hayvanının ehli hayvanlardan benzeri değil nakit paradır.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki "Her ne kadar takdir edilen dirhemler, öldürülen av hayvanının benzeri değilse de bu dirhemlerle ehli bir hayvan alınır da Kabe'de kurban edilecek olursa o takdirde ih-ramîı kişi, öldürülen av hayvanının benzerini kurban etmiş olur ve âyetin zahiri emrini yerine getirmiş olur." Cevaben denilir ki: "Her zaman av hayvanının değeri, aynen onun benzeri, ehli bir hayvan almaya denk olmaz. Mesela öldürülen av hayvanı büyük ve sağlam bir hayvan olur da onun değeri ile de ancak küçük veya sakat bir ehli hayvan alınacak olursa sence ihramlı kişi ne yapmalıdır? O, avladığı av hayvanına benzemeyen ve onun misli olmayan bu ehli hayvanı kurban edecek raidir?" Eğer diyecek olursan ki "İhramlı kişi, ancak öldürdüğü hayvanın benzeri olan bir hayvanı satın alıp kurban edebilir." Bu sözünle önceki sözünden vaz geçmiş olursun. Çünkü av hayvanının değeri ile ehli bir hayvanın alınamayacağını söyleyen senin görüşündeki insanlar, alınacak ehli hayvanın, kurban edilecek bir hayvan olmasını şart koşmuşlardır. Halbuki avlanan hayvan, küçük veya sakat olabilir. Bu takdirde de ona biçilen değerle benzeri bir ehli hayvan alınır da kurban edilecek olursa, kurban olmayacak hayvan kurban edilmiş olur. Böylece alınacak ehli hayvanın kurban edilecek vasıfta olma şartı bozulmuş olur.

Eğer diyecek olursan ki: "İhramlı kişi, öldürdüğü av hayvanının değeri ile, mutlaka kurban olacak bir ehli hayvan alır." Bu takdirde de söylediğin söz, Kur’an’ın zahirine ters düşmüş olur. Zira Allahü teâlâ, ihramlının, kasıtlı olarak öldürdüğü av hayvanının karşılığında onun benzeri ehli bir hayvanı kurban etmesini emrediyor. Sen ise, benzerinin kurban olmayacak vasıfta olması halinde kurban edilemeyeceğini söylüyorsun. Senin bu sözün, âyetin zahirine ters düşmektedir.

Âyet-i kerime’de: "İçinizden âdil iki kişinin vereceği hükmü göre ceza kurbanı tespit edilir" buyunılmaktadır. Burada zikredilen "İki âdil kimse"den maksat, dindar, faziletli, âlim ve fakih olan iki kimsedir. Bu iki âdil kimse, öldürülen av hayvanım, ehli hayvanlardan benzeri ile mukayese etmeye giriştiklerinde şu usulü takibederler: Öldürülen hayvanı inceler ve vasıflarını öğrenirler. Eğer ihramlı olan kimse küçük bir geyik öldürmüşse ona yaş ve vücut bakımından benzeyen bir koyun yavrusunu kurban etmesini, büyük bir geyik öldürmüşse büyük bir koyun kurban etmesini, yaban eşeği öldürmüşse, onun büyüklüğüne veya küçüklüğüne göre büyük veya küçük bir sığır kurban etmesini emrederler. Kısaca, avlanan hayvana, ehli hayvanlardan en çok benzeyenini tesbit ederler ve ihramlıya onu kurban etmesini emrederler. Bu hususta iki görüş zikredilmiştir.

a-

Birinci görüş bizim zikrettiğimiz görüştür. Şu âlimlerin de bu görüşte oldukları zikredilmiştir: Ömer b. el-Hattab, Abdurrahman b. Avf ile birlikte, bir geyik öldürene bir koyun kurban etmesini, etini tasadduk edip derisini de su kabı olarak kullanmasını emretmişlerdir.

Bu hususta Kabise b. Cabir diyor ki: "Biz, yolculukta iken sabah namazını kıldıktan sonra bineklerimizden uzaklaşır gezerdik. Aramızda konuşurduk. Yine bir sabah böyle yaparken aniden bir geyik gördük. İçimizden biri ona bir taş attı. Taş tam kulağının arkasına isabet etti ve hayvanı öldürdü. Biz onun bu hareketini ayıpladık ve "Büyük bir kusur işledin." dedik. Mekke'ye varınca onunla birlikte Ömer'in yanına gittik. O adam meseleyi Ömer'e anlattı. Ömer'in yanında yüzü gümüş gibi parlayan bir adam vardı. (O kişi Abdurrahman b. Avf idi) Ömer ona yöneldi ve onunla konuştu. Sonra da soru soran adama yöneldi ve dedi ki: "Sen o hayvanı kasıtlı olarak mı öldürdün? Yoksa hataen mi?" Adam dedi ki: "Ben ona taş atmak istedim fakat onu öldürmek istememiştim." Ömer dedi ki: "Senin onu kasıtla hata arasında öldürdüğüne kaniyim. Git bir koyun kes. Onun etini tasadduk et, derisini de su kabı yap." Bundan sonra Ömer'in yanından ayrıldık Ben, arkadaşıma dedim ki: "Ey adam, Allah'ın koyduğu sınırlar büyük bir şeydir. Mü’minlerin emiri sana nasıl fetva vereceğini bilemedi. Bu sebeple arkadaşına şortlu. Sen git deveni kes. "Adam da bunu yaptı, ben o anda . Maide suresinin: "İçinizden adil iki kişi hüküm versin." âyetini hatırlamıyordum. Benim sözüm Ömer'e ulaşmış. Bir de ne görelim, Ömer sopasıyla yanımızda. Ömer elindeki sopayla arkadaşıma vurdu ve dedi ki: "Hem Harem bölgesinde hayvanı öldürüyorsun hem de aleyhinde verilen hükmü hafif buluyorsun ha?" ömer daha sonra bana yöneldi. Ben de dedim ki: "Ey mü’minlerin emiri bana yapman haram olan bir şeyi (beni dövmeni) bugün sana helal görmüyorum." Ömer de dedi ki: "Ey Cabirin oğlu Kabise, ben seni küçük yaşta bir genç, ufku geniş, düzgün konuşan bir kimse olarak görüyorum. Bir gençte dokuz tane güzel ahlak olur bir tane de kötü ahhk. Kötü olan ahlak, diğer güzel ahlakları if-sad eder. Sen, gençlerin düştükleri halalardan kaçın."

Katade diyor ki: "Bize anlatıldı ki, bir adam av hayvanını avlamış Ömer b. Hattab'ın oğlu Abdullah'a gelmiş ve bunun hükmünü sormuştur. Bu sırada Abdullah'ın yanında Safva'nın oğlu Abdullah bulunuyormuş. Ömer'in oğlu Abdullah, Sufva'nın oğluna: "Ya ben konuşayım sen beni tasdik et ya da sen konuş ben seni tasdik edeyim." demiştir. Bunun üzerine Ömer'in oğlu fetvayı vermiş Safva'nın oğlu da onu doğrulamıştır. Böylece av hayvanı hakkında iki kişi olarak hüküm vermişlerdir.

Muhammed b. Sirin diyor ki: "Bir adam ihrama girmiş, devesinin üzerinde giderken bir tepeye sığınan geyiği görmüş ve demiş ki: "Bakalım bu tepeye ben mi önce varacağım yoksa bu geyik mi?" Devesini koştururken geyiklerden biri onun devesinin ayaklarının altına düşmüş ve deve onu öldürmüştür. Adam Ömer'e gelmiş ve meseleyi anlatmış Ömer de Abdurrahmanla birlikte onun beyaz bir keçi kurban etmesine hüküm vermişlerdir.

b- İbrahim en-Nehai ve Kufeli fıkıh âlimlerine göre ise, müslümanlardan âdil olan iki kimse, öldürülen av hayvanına bakarlar ve ona para ile değer biçerler. Sonra onu öldürene, biçtikleri değerle, ehli hayvanlardan kurbanlıklar satın alıp harem bölgesinde kesmesini emrederler.

Âyet-i kerime’de, ihramlı iken av hayvanını öldürenin keffarelinin yoksulları doyurmak ta olacağı zikredilmektedir.

Müfessirler bu âyette zikredilen, ihramlı iken av hayvanını öldürenin, ceza olarak yerine getireceği keffaretlerin âyette zikredilen sıralamaya göre mi yoksa bunlardan herhangi birini yapmakta avlananın serbest mi olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir;

a- Abdullah b. Abbas, Ata, Mücahid, Âmir, İbrahim en-Nehai, Hammad, Süddi ve Hasan-ı Basri'den nakledilen bir görüşe göre, ihramlı iken av hayvanını öldüren kinişe, avlanmanın cezası olarak yerine getireceği keffarette, âyette zikredilen sıralamaya uymaya mecburdur. Yani ihramlı iken kasıtlı olarak av hayvanini öldüren kimse önce o hayvanın ehli hayvanlardan bir benzerini harem bölgesinde kurban etmekle yükümlüdür. Bunun dışında keffaretler ondan sorumluluğu düşürmez. Şâyet buna gücü yetmezse av hayvanının değeri ölçüsünde, fakirlere gıda maddesi verir. Buna da gücü yetmezse gıda maddelerinin kıymeti ölçüsünde oruç tutar.

Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın, bu âyeti okuduktan sonra şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "İhramlı olan kimse av hayvanlarından bîrini öldürdüğünde onun, bu hayvanların bir benzerini kurban etmesine hüküm verilir. Mesela bir ceylan veya benzerini öklürmüşse onun, Mekke'de kurban etmek üzere bir koyun kesmesi gerekir. Eğer buna gücü yetmezse altı fakiri doyurur Buna da gücü yetmezse üç gün oruç tutar. Şâyet ihramlı kimse bir geyik veya benzeri bir hayvanı öldürecek olursa onun, bir sığır kurban etmesi gerekir. Eğer buna gücü yetmezse yirmi fakiri doyurur. Buna da gücü yetmezse yirmi gün oruç tutar. Şâyet ihramlı kişi bir deve kuşu veya yaban eşeği yahut bunların benzen bir hayvanı öldürecek olursa onun bir deve kurban etmesi gerekir. Bunu bulamazsa otuz fakiri doyurur. Bunu da bulamazsa otuz gün oruç tutar. Fakat fakirlere verilecek gıda maddesine gelince, her bir fakire bir müdd miktarı gıda maddesi verir. Bu da onları doyurur.

Abdullah b. Abbas'ın, ihramlı iken av hayvanini öldüren kimsenin, Öldürdüğü hayvanın karşılığında kurban edeceği bir hayvanı kurban etmemeye gücünün yetmemesi halinde fakirleri doyurmakla yükümlü olmayacağını söylediği rivâyet edilmektedir. Zira öldürdüğü hayvanın değeri kadar, fakirlere gıda maddesi verecek güçte olan insan, öldürdüğü hayvanın benzerini de alıp kurban edebilir. Bu da göstermektedir ki bu âyette, fakirleri doyurma keffareti, sadece tutulacak oruç günlerinin sayısını tesbit etmek için zikredilmiştir. Yani ihramlı iken av hayvanını öldüren kimse, evvela, öldürdüğü hayvanın benzeri ehli bir hayvani kurban etmekle yükümlüdür. Şâyet buna gücü yetmezse av hayvanına değer biçilir ve bu değerin fakirlere dağıtılacağı farz edilir ve her fakire dağıtılacağı farz edilen miktar karşılığında bir gün oruç tutulur. Böylece fakirleri doyurma şıkkı alternatif olmaktan çıkar.

b- Ata, İkrime, Mücahid, Dehhak, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, ihramlı olan kimsenin, kasıtlı olarak bir av hayvanını öldürmesi halinde, âyette zikredilen üç keffaret şıkkından birini seçmesi caizdir. Dilerse öldürdüğü av hayvanının benzeri bir ehli hayvanı kurban eder, dilerse liv hayvanının değeri ölçüsünde fakirleri doyurur. Dilerse öldürdüğü av hayvanının benzeri bir ehli hayvanı kurban eder, dilerse av hayvanının değeri ölçüsünde fakirleri doyurur. Dilerse her fakiri doyurma karşılığında bir gün olmak üzere oruç tutar. Zira ceza olarak yerine getirilmesi emredilen bu üç keffaret şeklinde de "Veya" mânâsına gelin kelimesi zikredilmiştir. Bu da mükellefin, zikredilen şıklardan birini seçmekte serbest olduğunu ifade eder. Buna mukabil, Kur'andaki "Buna gücü yetmezse şunu yapsın." şeklindeki ifadeler mükellefin, âyetle zikredilen sıralamaya uyma mecburiyetinde olduğunu ifade ederler. Ancak ihramlının bu âyette zikredilen keffareti erden herhangi birini yerine getirmekte serbest olduğunu söyleyen bu âlimler, ihramlı kimsenin, av hayvanının karşılığında ehli bir hayvanı kurban etme şıkkından vaz geçip de fakirleri doyurma veya oruç tutma şıklarını tercih etmesi halinde fakirlere vereceği miktarın veya tutulacak orucun neye göre takdir edileceği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir..

a-

Bazılarına göre, ihramlınm bu şıklardan birini tercih etmesi halinde av hayvanının dengi olan ehli hayvana gıda maddeleriyle değer biçilir. Sonra da avlanan ihramlı kişi, gıda maddelerinden herbir müdd' ün karşılığında bir gün oruç tutar. Ata bu görüştedir.

b-

Diğer

bazılarına göre ise, ihramlı iken av hayvanını öldüren kimse, fakirleri doyurma veya oruç tutma şıklarından birini tercih ettiği takdirde bizzat ölçtürülen av hayvanına gıda maddeleriyle değer biçer. Eğer fakirleri doyurmak isterse o gıda maddelerini fakirlere verir. Oruç tutmayı tercih edecek olursa oruç tutar. Katade bu görüştedir. Ancak ne kadar gıda maddesine karşılık bir gün oruç tutmanın gerekli olacağı hususunda âlimler, farklı görüşler zikretmişlerdir.

Bunların

bazılarına göre ihramlı iken av avlayan kişi, gıda maddelerinden her müdd karşılığında bir gün oruç tutar.

Diğer

bazılarına göre ise her yarım sa' (İki müdd) ölçüsü karşılığında bir gün onıç tutar.

Bunlardan bir başka kısmına göre ise her sa' karşılığında bir gün oruç tutar.

c- İhramlı iken av hayvanını öldüren kimsenin, âyette zikredilen keffaretlerde sıralamayı takibetme mecburiyetinde olduğunu söyleyen âlimlerden bir kısmı demişlerdir ki: "İhramlı iken kasıtlı olarak av hayvanını öldüren kimsenin, fakirleri doyurma şeklindeki keffaret şıkkını seçmesinin bir mânâsı yoktur. Zira fakirleri doyurabilecek güçte olan kimse, öldürdüğü hayvanın dengi ehli bir hayvanı kurban etmeye de gücü yetmiş olur. Bu durumda da birinci şık olarak, ehli bir hayvanı kurban etmek zorundadır. Ehli bir hayvanı kurban etmeye gücü yetmeyen kimsenin, fakirleri doyurmaya da gücü yetmeyeceğinden böyle bir kimsenin, onıç tutma şıkkını tercih etmekten başka bir yolu yoktur. Allahü teâlânın, fakirleri doyurma şıkkını zikretmesinin hikmeti ise sadece tutulacak oruç günlerinin sayısını, duyurulacağı farz edilen fakirlerin sayısına göre tesbit etmek içindir. Yoksa gerçekten fakirleri doyulmak için değildir.

Taberi diyor ki: "Âyette zikredilen "Öldürülene denk kurbanlık" ifadesinin izahında beyan edilen görüşlerden tercihe şayan olan görüş şudur: İhramlı iken kasıtlı olarak bir av hayvanını öldüren kimse, kurban kesme şıkkını tercih ettiği takdirde av hayvanının, ehli hayvanlardan benzeri olan bir hayvanı kurban etmekle yükümlüdür. Av hayvanına değer biçerek o değerde bir hayvanı alıp kesmek söz konusu değildir. Zira hayvanın değeri onun misli değil kıymetidir. Halbuki Allahü teâlâ, av hayvaninin mislinin yani benzerinin kurban edilmesini emretmiştir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "İhramlının, âyette zikredilen üç keffarette sıralamayı mı takibetmek zorunda olduğu yoksa onlardan herhangi birini seçmekte serbest mi olduğu görüşlerinden de, serbest olduğunu söyleyen görüş tercihe şayandır. Bu itibarla ihramlı iken av hayvanını kaşıtıl bir şekilde öldüren kimse dilerse ehli hayvanlardan, onun bir benzerini haremde kurban eder dilerse onun değeri kadar fakirlere infakta bulunur. Dilerse infakta bulunacağı miktarlar ölçüsünde oruç tutar. Zira başka bir âyette ihramlı iken başını tıraş eden kimsenin, keffaret olarak dilerse oruç tutacağı veya sadaka vereceği yahut da kurban kesebileceği zikredilmiştir. Bu âyette de ihramlı iken bir av hayvanını avlayanın keffareti zikredilmiştir. Bunun keffareti'de başını tıraş edenin keffareti gibi seçeneklidir. Kişi dilediği şıkkı seçebilir.

Müfessirler, ihramlının, fakirleri doyurma şıkkını tercih etmesi halinde av hayvanını değerlendirirken hangi yerdeki değerinin esas olacağı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- İbrahim en-Nehai, Hammad, Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre av hayvanına öldürüldüğü yerde değer biçilir ve bu değer esas alınarak gıda maddeleri satın alınır ve fakirlere dağıtılır.

b- Âmir eş-Şa'biden nakledilen diğer bir görüşe göre ise öldürülen av hayvanına, keffaretinin ödeneceği yerdeki değerine göre kıymet takdir edilir.

Bu hususta Âmir demiştir ki: "Bir ihramlı kişi Horasan'dan geçerken bir hayvanı avlayacak olur da onun keffaretini Mekke veya Mina'da ödeyecek olursa onun değeri, ödeneceği yere göre tesbit edilir ve fakirlere dağıtılır.

Taberi diyor ki: "Bize göre doğru olan görüş şudur: Av hayvanını öldüren ihramlî kişi onun, ehli hayvanlardan benzerini kurban etmeyi tercih ettiği takdirde onun için av hayvanının, yaratılışı ve cinsindeki kuvveti bakımından, ehli hayvanlardan en çok benzeyenini kurban etmesi onun için kâfidir. Şâyet ihramlı, fakirleri doyurma şıkkını tercih edecek olursa, av hayvanına. Öldürüldüğü yerdeki değerine göre değer biçer. Dilerse onu oradaki fakirlere infak eder dilerse Mekke'de infak eder, dilerse başka bir yerde infak eder. Zira Allahü teâlâ, ihramlınm avlanması halinde kurban kesme veya fakirleri doyurma yahut da oruç tutma gibi üç keffaret şeklinden birini yerine getirmesini emretmiş, bunlardan, sadece kesilecek kurbanın Kabe'ye ulaştırılarak kesilmesini şart koşmuş, diğer iki keffaret şeklinin herhangi bir yerde yerine getirileceğine dair bir şart koşmamıştır. Bu sebeple fakirleri dilediği yerde doyurur, orucu dilediği yerde tutar. Ancak kurbanı canlı olarak Kabe'ye ulaştırması ve orada kesip fakirlere dağıtması gereklidir. Buna mukabil, avlanmanın cezası olarak kesilecek bu kurbanın, kesilmesi için belli bir gün tayin edilmemiştir. Avlanan kişi onu her zaman kesebilir. Bayramdan önce de kesebilir sonra da.

Fakirleri doyurma veya oruç tutma keffaretlerini yerine getiren kimse ise dilediği yerde ve dilediği zaman bunları yerine getirebilir. Ata da bu meseleyi böyle izah etmiştir.

Âyet-i kerime’de "Veya kıymeti ölçüsünde oruç tutmaktır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: İhramlı olduğu halde kasıtlı bir şekilde av hayvanını öldüren kimsenin, yerine getireceği keffaretlerden biri de öldürdüğü av hayvanının değerinin miktarında oruç tutmasıdır.

Taberi diyor ki: "Av hayvanının değerine göre oruç günlerinin sayısının tesbiti şu şekilde yapılır: Öldürülen av hayvanı, öldürüldüğü yerde sağ kabul edilerek gıda maddeleriyle değer biçilir. Sonra onu öldüren ihramlı kişinin bu gıda maddelerinden her müdd'ünün karşılığında bir gün oruç tutmasına hüküm verilir. Çünkü Resûlüllah, Ramazan ayında, gündüzün kasıtlı bir şekilde hanımıyla cinsi münasebette bulunan kimseye keffaret olarak her bir müdd'ün karşılığında bir gün oruç tutmasına hüküm vermiştir. Av hayvanını öldürenin tutacağı oruç günlerinin sayısı da müdd ile tesbit edilir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: Niçin ihramlı olduğu halde av avlayanın keffaretinde, oruç günlerini tesbit ederken müdd ölçeğini esas aldın da Sa' ölçeğini esas almadın?" Halbuki Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ihramlı iken başı bitlenen Ka'b b. Ucreye, başım tıraş ederek her bir sar karşılığında bir gün oruç tutmasına dair hüküm vermiştir. İhramlı iken avlanmanın kefîaretini. ihramlı iken tıraş olana kıyaslamak, Ramazanda oruç yiyene kıyaslamaktan daha evladır." Cevaben denilir ki: "Kıyas demek, ihtilaflı olan fer'i meseleleri, üzerinde ittifak edilen ve fer'i meselelerin de benzeri olan asıl meselelere benzetmektir. Sözlerine itibar edilen âlimlerin hepsi, ihramlı iken avlanmanın keffareti olarak tutulacak bir günlük orucun, fakirlere yedirilecek bir sa' ölçeğine tekabül etmeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da göstermektedir, ki ihramlı iken avlananın tutacağı keffaret orucunun günlerinin tesbiti, ihramlı iken başını tıraş edenin tutacağı orucun günlerini tesbite kıyas edilemez. O halde Ramazan ayında, gündüzün hanımıyla cinsi münasebette bulunan kimsenin tutacağı orucun günlerinin tesbit şekline kıyaslamaktan başka bir yol kalmamıştır. Nitekim Ata, Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr, avlanan ihramlının. her müdd karşılığında bir gün oruç tutacağım söylemişlerdir.

Âyet-i kerime’de: "Allah, geçmişte yapılanları affetrniştir. Kim tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır." buyunılmaktadır.

Müfessirler, bu âyette zikredilen "Geçmişte yapılanların affedilmesinden "Yasağı ihlal etmek"ten ve "Allah'ın cezalandırmasından nelerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Ata, Mücahid ve Said b. Cübeyrden nakledilen bir görüşe göre "Allah, geçmişte yapılanları affetmiştir." ifadesinden maksat, "Allah, islam gelmeden önce, cahiliye döneminde, ihramlı iken av hayvanları öldürmenin cezasını affetmistir." demektir. "Kim tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır;" ifadesinden maksat ise: "Kim, islam geldikten sonra tekrar ihramlı olduğu halde av hayvanlarını avlamaya dönecek olursa Allah onu hem dünyada keffaretle yükümlü kılarak cezalandırır hem da âhirette cezalandıracaktır." demektir.

Bunlara göre ihramlı olan kimse tekrar tekrar ihram yasağını ihlal ederek avlanacak olursa her defasında da keffaret ödemekle cezalandırılır. Ancak tekrarından dolayı kazandığı günah, kendisiyle rabbi arasındaki bir meseledir.

b- Said b. Cübeyr ve Ata'dan nakledilen diğer bir görüşe göre ise "Allah, geçmişte yapılanları affetmiştir." ifadesinden maksat, "Allah sizlerin cahiliye döneminde ihramlı iken yaptığınız avlanmalarınızın cezasını affetmiştir." demektir. Kim tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır." ifadesinden maksat ise "Kim, islam geldikten sonra tekrar ihramlı iken avlanma yasağını ih-ial edecek olursa Allah onu, keffaret ödemkle yükümlü kılarak dünyada iken cezalandırır." demektir.

c- Abdullah b. Abbas, Kadı Şüreyh, İbrahim en-Nehai, Said b. Cübeyr, Mücahid ve Hasan-i Basriden nakledilen diğer bir görüşe göre "Allah, geçmişte yapılanları affetmiştir." ifadesinden maksat, "Allah, ihramlı iken avlanmayı ilk defa yapanı affetmiştir." demektir. "Kim tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır." ifadesinden maksat ise "Kim ihramlı olduğu halde ikinci kez avlanmayı yapacak olursa artık onu cezalandıracak olan Allah’tır. Onun için dünyada yerine getireceği keffaret diye bir şey söz konusu değildir." demektir.

d- İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre ise "Allah, geçmişte yapılanları affetmişîir." ifadesinden maksat, "Allah, avlanması haram kılınmadan önce, ihramlı iken avlananın avlanmasını affetmişiir." demektir. "Kim de tekrar bu yasağı ihlal ederse Allah onu cezalandırır." ifadesinden maksat ise "Kim de Allah'ın, ihramlı iken avlanmayı haram kılmasından sonra, avlanmanın haram olduğunu bilerek, ihramlı olduğunu hatırlayarak, av hayvanını öldürmeyi kastederek, ihramlı iken avlanacak olursa işte bunu cezalandıracak olan ancak Allah'tır. Bunun günahlarını affetmek üzere dünyada yerine getireceği herhangi bir keffareti yoktur" demektir.

c- Diğer bir kısım âlimlere göre de bu âyet-i kerime, belli bir insanı beyan etmektedir. O kimse ihramlı iken bir kere hayvan avlamış Allah da onu bağışlamıştır. Tekrar avlanmış Allah da gökten bir ateş göndererek onu yakmıştır.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu konuda evla olan söz, âyetin bu bölümüne şu şekilde manâ veren sözdür: "İslam gelip ihramlı kişinin avlanmasını yasakladıktan sonra kim ilk defa kasıtlı olarak bu yasağı ihlal edecek olursa, dünyada iken keffaret ödemesi halinde Allah onu affeder. Fakat kim de ikinci bir defa tekrar ihramlı iken avlanma yasağını ihlal edecek olursa, keffaret ödemekle yükümlü olmasıyla birlikte Allah ondan intikam alacaktır."

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer bir kişi zannedecek olursa ki, keffaret ödemek cezayı düşülür. Bu itibarla ihramlı iken birinci avlanmasından sonra tekrar avlananın keffaret ödemesi söz konusu olursa onun âhiretteki cezası düşer." Bu kimse yanlış bir zanda bulunmuş olur. Zira Allahü teâlânın, kendisine isyan etmenin cezalarını dilediği gibi farklı yapma yetkisi vardır. Bazı isyanların cezalarını artırırken diğerlerini azaltabilir. Nitekim bekâr olarak zina edenle evli olarak zina edenin cezalarını, çeyrek dinar çalanla daha az miktardaki bir şeyi çalanın cezalarını farklı kılmıştır. İhramlı iken kasıtlı olarak ilk defa avlananın cezasını ikinci defa avlanandan farklı kılmıştır. Birinci defa avlanana ceza olarak ya avladığı hayvanın benzeri olan ehli bir hayvanı kurban etmesini veya onun değeri kadar gıda maddeleriyle fakirleri doyurmasını yahut gıda maddeleri nüktarinca oruç tutmasını beyan buyurmuştur. Bu yasağı tekrar ihlal edene ise bu keffaretlere ilaveten ayrı bir ceza vereceğini beyan etmiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda geçen ve "Allah her şeye galiptir, layık olana cezasını verendir." şeklinde tercüme edilen cümlesindeki kelimesinin mânâsı "Allah, hakimiyetine dokunulamayan, hiçbir güç tarafından mağlûp edilemeyen, cezalandırmak istediğinde kendisine karşı linemeyen ilahtır. Çünkü kainat onun yaratığıdır. Emir verme de ona aittir, izzet ve dokunulmazlık ta ona mahsustur." demektir. kelimesinin mânâsı ise "İntikam sahibidir. Yani kendisine karşı geleni cezalandırır." demektir.

96

Size de yolculara da yiyecek olmak üzere, deniz avı ve onu yemek helal kılındı. Kara avı ise ihramlı olduğunuz müddetçe size haram kılınmıştır. Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun.

Ey iman edenler, denizde avlanmak ve ondan çıkan av hayvanını yemek, mukim olanlarınız için bir geçimlik, misafirleriniz için de azık olmak üzere sizlere helal kılındı. Karada yaşayan hayvanların avlanması ise, Hac veya Umre için ihramlı bulunduğunuz sürece sizlere haram kılınmıştır. Huzurunda toplanacağınız Allah'ın sizi cezalandırmasından korkun. Çünkü o sizi, amellerinize göre hesaba çekecektir.

Âyet-i kerime’de, deniz avlarının helal olduğu beyan edilmiştir. Ayrıca ifadesi zikredilmiştir. Bu ifade müfessirler tarafından başlıca iki şekilde izah edilmiştir.

a- Bazı âlimlere göre ifadesinden maksat, denizden avlanan hayvanların yenmesi demektir. Mealde bu görüş tercih edilmiştir. Buna göre âyetin bu bölümünün mânâsı şöyledir: "Sizin için çeşitli maksatlarla denizden avlanmak helal kılındığı gibi, denizden avladığınız hayvanları yemek te sizin için helal kılınmıştır." Taberi bu izah tarzını zikretmiştir.

b- Taberinin de zikrettiği diğer bir görüşe göre âyette geçen ifadesinin mânâsı "Denizin yemeği" demektir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Denizin av hayvanları sizin için helal olduğu gibi onun yemeği de sizin için helal kılınmıştır." Müfessirler, burada zikredilen "Deniz avi"ndan ve "Denizin yemeği"nden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Denizin avından maksat, Hazret-i Ömer, Abdullah b. Abbas, Ebû Seleme ve Hazret-i Ebubebekir'e göre "Denizden avlanan şey"dir.

Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Süddi ve Said b. el- Müseyyebe göre ise "Denizden çıkarılan taze avlar"dır.

Mücühide göre ise "Denizden avlanan balıklar" dır.

"Denizin yemeği"den maksat ise, Hazret-i Ebubekir, Ömer b. el-Hattab, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Ömer ve Ebû Eyyube göre denizde ölüpte ölü olarak kıyıya vuran deniz hayvanlarıdır.

Bu hususta Ebû Hureyre diyor ki: "Ben, Bahreyn'de bulunuyordum. Bahreynliler bana, kıyıya vuran ölü balıkların hükmünü sordular. Ben de onlara, o balıkları yemelerine dair fetva verdim. Ömer b. el Hattabın yanına gelince meseleyi ona anlattım. O da bana dedi ki: "Onlara nasıl fetva verdin?" Dedim ki: "Yeyin diye fetva verdim." Dedi ki: "Bunun dışında bir fetva vermiş olsaydın sana sopa atardım. Çünkü Allahü teâlâ kitabında buyurmuştur ki: "Deniz avı sizin için helal kılınmıştır. Denizin yemeği ise sizin için de yiyecektir yolcular için de." Burada zikredilen denizin avından maksat, oradan avlanılanlardır. Denizin yemeğinden maksat ise ölü olarak kıyıya vuranlardır."

Nafı diyor ki: "Ebû Hureyrenin oğlu Abdurrahman, Abdullah b. Ömerin yanına geldi ve ona dedi ki: "Deniz kıyıya çokça ölü balık çıkarmış." Abdullah da Abdurrahman'a bu balıklan yemesini yasakladı ve dedi ki: " "Ey Nafı Kur’an’ı getir." Ben Kur’an’ı ona getirdim. O da: "Denizin av hayvanları size helal kılındı. Onun yemeği de sizin için de yolcular içinde bir geçimliktir." âyetini okudu. Ben de dedim ki: "Denizin yemeği kıyıya vuranlar mıdır?" Abdullah da dedi ki: "Abdurrahman'a yetiş ve ona, denizden kıyıya vuranları yemesini söyle."

Hazret-i Ebubekir ve İkrime'den nakledilen bir görüşe göre de denizin yemeğinden maksat, denizele bulunan her şeydir.

Abdullah b. Abbas, İkrime, Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Katade, Mücahid, Süddi, Said b. el-Müseyyeb ve Cabir b. Zeyd'e göre ise denizin yemeğinden maksat, denizden çıkarıldıktan sonra tuzlanıp bekletilen balıktır.

Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "İnsanlar deniz kenarında yaşayan kimselere giderler onlara: "Bize yemek verin." derler. Yemek isterken de "Tazesinden istiyoruz." derlerse onlar, ağlarını atıp av yaparlar. Şâyet, "Yemeklerinizden bize yedirin." derlerse onlar, tuzladıklan balıkları yedirirler.

İbrahim en-Nehai ve Abdullah b. Abbas'dan nakledilen başka bir görüşe göre denizin yemeğinden maksat, hem ölü olarak kıyıya vuran balıklar hem de tuzlanarak bekletilen balıklardır.

Taberi diyor ki: "Bize göre denizin yemeği hakkındaki görüşlerden doğru olmaya en evla olanı, denizin yemeğinden maksadın, denizin dışarı attığı veya deniz çekilerek sahilde ölü bulunan balıklardır. Zira âyetin başında, denizden avlanmalarının helal olduğu zikredilmiş ondan sonra da denizin yemeğinin helal olduğu beyan buyurulmuştur. Bundan da anlaşılmaktadır ki denizin yemeği, denizden avlanmayan şeylerdir. Bunlar da kıyıya vuran balıklardır.

Denizin yemeğini "Denizden çıkarıldıktan sonra tuzlanıp bekletilen balıktır." şeklinde izah etmek isabetli değildir. Zira bu da denizden avlanılanlardandır. Ve âyetin: "Deniz avı" ifadesine dahildir. Denizin yemeğini de denizin avının içerdiği şeylerden biri olarak izalı etmek, âyette tekrar olduğunu söylemek olur ki bu, ilahi kelamın üslubuna uygun düşmez. Ayrıca bu hususla Resûlüllahtan, bazı âlimler tarafından mevkuf olduğu söylenen şu hadis Rivâyet edilmiştir: "Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) in, bu âyeti okurken şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Denizin yemeği, onun, ölü olarak dışım attığıdır. İşte onun yemeği budur." Ebû Seleme bu hadisin Ebû Hureyreye mevkuf olduğunu (Yani rivâyetin Ebû Hureyre'de kalıp Resûlüllah’a dayandırılmadığını) söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Size ve yolculara yiyecek (geçimlik) olmak üzere" buyurulmaktadır". Bu ifadeden maksat, denizin avı ve yemeği, içinizden mukim olanlar için de geçimliktir. Onu yer ve ondan faydalanırlar. Yolcu olanlar için de geçimliktir. Onlar da îuzladıkları balıkları azık olarak taşırlar." demektir.

Hasan-i Basri burudaki yolculardan maksadın, ihrama girmiş olan yolcular olduğunu söylemiştir.

Mücahid ise buradaki "Sizden" ifadesinden maksadın, köylüler, yolcular" dan maksadın da şehirliler olduğunu söylemiştir.

Taberi, Mücahidin bu görüşünün isabetli olmadığını zira, "Yolcu" ifadesine köylü ve şehirli her türlü yolcunun girdiğini söylemiştir.

Âyet-i kerime’de: "Kara avı ise, ihramlı olduğunuz sürece size haram kılınmıştır. " huyurulmaktadır. Müfessirler, ihrama girmiş olan kimseye, kara av hayvanlarının hangi yönleriyle haram olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hazret-i Ali, Abdullah b. Ömer ve Said b. Cübeyrden nakledilen bir görüşe göre, ihrama giren kimseye kara av hayvanı her yönüyle haramdır. Böyle bir kimse kara av hayvanını avlayamaz, başkası tarafından avlananın etinden yiyemez, onu öldüremez, satamaz, satın alamaz, yakalayamaz ve onu mal edinemez.

Bu hususta Nevfel diyor ki: "Osman b. Affan hac yapıyordu. Ali de onunla birlikte hac yapıyordu. Osman'a, ihramlı olmayan bir kimsenin avladığı hayvanın eti getirildi. Osman ondan yedi. Fakat Ali yemedi. Osman dedi ki: "Vallahi biz onu avlamadık, onun avlanmasını emretmedik, avlanması için kimseye de göstermedik." Bunun üzerine Ali: "Kara avı ise. ihramlı olduğunuz müddetçe size haram kılınmıştır." âyetini okudu.

b- Hazret-i Ömer, Ebû Hureyre, Kâ'bul Ahbar, Abdullah b. Ömer, Osman b. Affan Zübeyr b. El-Avvam, Abdullah b. Abbas ve diğer bir kısım âlimlere göre ise ihramlı olan kimse, ihramlı iken avladığı veya kestiği veya ihramlı olduğu halde kendisi için avlanan av hayvanlarının etlerinden yiyemez. Buna mukabil ihrama girmeden önce avladığı veya kesliği hayvandan yahut ihramlı olmayan bir kimse için avlanan hayvanlardan yemesinin bir mahzuru yoktur. Yine ihramlının ihrama girmeden önce mülkünde bulunan av hayvanlarından yemesinde bir mahzur yoktur. Keza ihramlmın, av hayvanını sadece yakalaması haram değildir.

Bu hususta Said b. el-Müseyyeb, Ebû Hureyreden şunları işittiğini söylemiştir.

Ebû Hureyre Bahreyn'den geliymuş, "Rebze" denen yere varınca Irak halkından olan ihramlı bir kafile ile karşılaşmış. Kafile Ebû Hııreyre'ye, Rebze halkında bulduklan av hayvanının etinin hükmünü sormuşlar. Ebû Hureyre de o ihramlı kafileye o eti yemelerini emretmiş." Ebû Hureyre demiştir ki: "Sonra ben onlara verdiğim emirde şüpheye düştüm. Medineye gelince bunu Ömer b. el-Hattaba anlattım. Ömer de dedi ki: "Sen onlara neyi emretmiştin?" Ben de dedim ki: "Onu yemelerini emretmiştim." Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab dedi ki: "Şâyet sen bunun dışında bir şey emretmiş olsaydın sana şunu yapardım." Bunu söylerken tehditte bulunuyordu. Muvatta,K. el-hac, bab: 24,Hadis No: 80

Ebû Seleme diyor ki: "Osman b. Affan ihramlı iken "Arc" denen yerde konakladı. Arc'ın sahibi ona bağırtlak kuşu hediye etti. Osman arkadaşlarına dedi ki: "Siz onu yeyin. O, benim adıma avlandığı için ben yemiyorum." Onlar da o kuşların etini yediler. Fakat Osman yemedi.

Ata b. Yesar diyor ki:

"Ka'bul Ahbar bir kervanla birlikte Şam'dan geliyordu. Onlar yolda iken av hayvanı eti elde ettiler. Ka'b onlara eti yemelerine dair fetva verdi. Kervan Medine'de Ömer b. el-Hattab'ın yanına ulaşınca meseleyi ona anlattılar. Ömer de onlara: "Buna dair size kim fetva verdi?" dedi. Onlar da "Ka'b verdi." dediler.

Ömer de dedi ki: "Siz hacdan dönünceye kadar ben bunu size emir tayin ettim." Mııvalla, K. el-Hac, Bab: 24,1 indis No: 82

Urve b. Zübeyr diyor ki: Zübeyr b. el-Avvam ihramlı iken av hayvanlarının etini azık olarak alırdı."

Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Herhangi bir şey, sen ihrama girmeden avlanacak veya kesilecek olursa o senin için helaldir. Herhangi bir şey de sen ihramlı iken avlanacak veya kesilecek olursa o da senin için haramdır."

c- Ebû Selem'e ve diğer bir kısım âlimlere göre ise ihramlı olan kimseye av hayvanını sadece avlaması haramdır, ihramlının av hayvanını ona malik olan bir kimseden alıp kesmesi, kendisi için avlamadıkça, kendi malı olduktan sonra onu yemesi, onu satması ve onu satın alması caizdir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş, şunu söylemektir. "Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime’de ihramlı olan kimseye kara av hayvanlarını avlama mânâsını içeren her türlü şeyi haram kıldığını beyan etmiştir. Avlama manâsını ifade eden şeylerden herhangi biri hususunda özellikle haram olduğunu beyan etmemiştir. Bu sebeple ihramlı olan kimseye avlanma mânâsına gelen her şey haramdır. Ona av hayvanını satması, satın alması, avlaması, öldürmesi ve buna benzeyen avlanma mânâsına dahil olan her şey haramdır. Ancak ihramlı kişi av hayvanının ihramlı olmayan bir kimse tarafından yine ihramlı olmayan bir kimse için kesildiğini anlayacak olursa işte onun bu takdirde ondan yemesi helaldir. Zira bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) den sabit olan şu hadis Rivâyet edilmiştir. Şöyle ki, Abdurrahman b. Osman et-Teymi diyor ki:

"Biz, Talha b. Ubeydullah ile birlikte ihramlı idik. Talha'ya bir kuş hediye edildi. Talha uyuyordu. Bizden bazılarımız ondan yedi, bazılarımız ise çekindi, Talha uyanınca onu yiyenlerin görüşüne katıldı ve dedi ki: "Biz, Resûlüllahla beraber onu yemiştik. Müslim, K. el-Hac, Rab: 65, Hadis No: 1197.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Sen Sa'b b. Cessameden Rivâyet edilen şu hadis hakkında ne dersin?

Sa'b b. Cessame demiştir ki:

"Resûlüllah, "Ebva" veya "Veddan" denen yerde iken kendisi Resûlüllah’a bir yaban eşeği hediye etmiş Resûlüllah da onu geri iade etmiştir. Resûlüllah, Sa'bın yüzündeki hali görünce buyurmuştur ki: "Biz onu başka bir sebepten değil ancak ihramlı olduğumuz için iade ettik Buhari, K. es-Sayd, Bab: 6/Müslim, K. el-Hac, Bab: 50, Hadis No: 1193. Yine sen, Âişeden, "Resûlüllah’a, ihramlı iken kurutulmuş geyik eti hediye edildi, Resûlüllah da onu geri iade etti." şeklinde Rivâyet edilen hadis hakkında ve benzeri haberler hakkında ne dersin?" Cevaben denilir ki: "Bu mânâda Rivâyet edilen haberlerden herhangi birinde Resûlüllah’a hediye edilen av hayvanlarının, ihramlı olmayan bir kimse tarafından, yine ihramlı olmayan bir kimse için kesildiğine, buna rağmen o hayvanların, Resûlüllah taralından geri iade edildiğine dair herhangi bir beyan yoktur. Bu haberlerde sadece Resûlüllah’a, av hayvanlarının etlerinin hediye edildiği, Resûlüllah’ın da onları geri çevirdiği zikredilmektedir. Olabilir ki Resûlüllah’ın bunları reddetme sebebi o av hayvanlarını kesen veya avlayan kimsenin, Resûlüllah ihramlı iken onu Resûlüllah için kesmiş veya avlamış olmasıdır. Nitekim Cabir b. Abdullah'ın Resûlüllahtan rivâyet ettiği şu hadis, izah edilen bu mânâyı ifade etmektedir.

Cabir b. Abdullah demiştir ki:

"Ben, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu işittim. "Kara av hayvanları sizin için (ihramlı için) helaldir. Sizler bizzat onu avlamadıkça veya onlar özellikle sizin için avlanmadıkça. Ebû Davud, K. el-Menasik, Bab: 41, Hadis No: 1851 /Tirmizi, K. el-Hac, Hadis No: 875 / Nesei, K. el-Hac, Hadis No: 2830.

Madem ki bu iki hadis te sahihtir bunların her ikisiyle de amel etmek ve her ikisini de sahih bir şekilde izah etmek gerekir. Bu da şu şekilde olur. Resûlüllah’ın, kendisine hediye edilen av hayvanlarını kabul etmemesi o hayvanın, kendisi için avlanmasındandır. Onun, av hayvanının yenilmesine izin vermesi ise av hayvanının ihramlı kişi tarafından avlanmamış olmasından ve yine ihramlı bir kimse için avlanmamış olmasındandır.

Müfessirler bu âyette zikredilen "Kara av hayvanından" hangi hayvanların kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Ebû Miclez, Ata ve Said b. Cübeyre göre kara av hayvanlarından maksat, yalnızca karada yaşayan veya hem karada hem de suda yaşayan hayvanlardır. Deniz av hayvanlarından maksat ise sadece suda yaşayan hayvanlardır. Bunlara göre kaplumbağa, yengeç kurbağa kara av hayvanlarından sayılır. Bunları öldüren ihramlı kişinin, keffaret ödemesi gerekir.

b- Ata b. Ebi Rebahtan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen kara av hayvanlarından maksat, denizden çok karada yaşayan hayvanlardır.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun." buyurulmaktadır.

Allahü teâlâ âyetin bu bölümünde insanlara buyurmaktadır ki: "Ey insanlar, Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmak suretiyle ondan korkun. Bundan önceki âyetlerde size yasakladığı içki içme, kumar oynama, taşlar dikme, fal oklan çekme, ihramlı iken kara av hayvanlarını avlama gibi size haram kıldığı şeylerden uzaklasın. Zira sizin dönüşünüz Allah'adır. O size, yaptıklarınızın karşılısını verecektir."

97

Allah, Beytül Haram olan Kabe'yi, hürmet gösterilen ay'ı, Kabe'ye hediye edilen kurbanı, işaret olarak takılan gerdanlıkları, insanlan ayakta tutan bir vesile yaptı. Bu Allah'ın, göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşaîtığmı bilmeniz içindir.

Allah Kabe'yi* insanları ayakta tutan bir fizik kaynağı, nizam ve intizama sokan bir merkez, insanoğlunu güven ve huzura kavuşturan bir dayanak yapmış böylece zayıfları güçlülerin şerrinden, mazlumları zalimlerin, zulmünden, iyilik yapanları, kötülük yapanların kötülüklerinden korumuştur. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarından ibaret olan haram aylan, Kabe'ye hediye edilen kurbanları, Hac mevsiminde insanların veya kurbanlık hayvanların boynuna takılan gerdanlıkları da bir güven vesilesi, bir rızık kaynağı kıldı. Bu, Allah'ın, göklerde ve yerde olanları bildiğini ve sizin için faydalı olan hükümler koyduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığım bilmeniz içindir.

Âyet-i kerime’de zikredilen Kabe'den maksat, bütün harem bölgesidir. Kabe'nin lügat mânâsı "Dörtgen" demektir. Ona bu ismin verilmesi, dörtgen olgundandır.

Âyette zikredilen "Beytül Haram"dan maksat, Kabe'dir. Beytül Haram'ın lügat mânâsı, kendisinde bir kısım şeylerin yapılmasının haram kılındığı ev demektir. Kabe'ye bu adın verilmesinin sebebi ise, oranın avlarının avlanmasının, otlarının biçilmesinin, ağaçlarının kesilmesinin haram olmasındandır.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, Kabe'nin, haram ayının, Kabe'ye sevkedilen kurbanların ve hac yapan kimselerin, gerek kendilerinin gerekse hayvanlarının boyunlarına taktıkları gerdanlıkları, insanlar için, ayakta tutan bir vasıta kıldığını zikretmiştir. Bundan maksat şudur, İslam gelmeden önce bir çok insanların, Özellikle Arapkir'in sevk ve idare eden ciddi idarecileri olmadığından Allahü teâlâ, Kabe'yi, haram ay'ı, hacca götürülen kurbanları ve boyunlara takılan gerdanlıkları insanlar için, özellikle Araplar için bir manevi otorite ve bir güven vasıtası kılmıştır. Öyleki kişi Kabe'de babasının katilini dahi görse ona dokunmazdı. Kâbeye sevkedilen kurbanlıklara kimse bir şey yapmazdı. Haram ayında kimseye dokunulmazdı.

Bu âyetin izahında İbn-i Zeyil diyor ki: "Diğer insanların, kendilerini birbirlerine karşı koruyacak, onları savunacak Kralları vardı. Arapkir'in ise kendilerini savunacak ve onları birbirlerinin haksızlığından koruyacak Kralları yoktu. Bu sebeple Allahü teâlâ, Beytül Haram olan Kabe'yi oraya sevkedilen kurbanlıkları ve hacıların taktıkları gerdanlıkları da bu gibi sıfatları haiz kıldı. Öyle ki kişi kardeşini veya amcasının oğlunu öldüren kimseyle karşılaşıyor ve ona dokunmuyordu.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ, bu zikredilen şeyleri, cahiliye döneminde Araplar'ı düzelten vasıtalar kıldığı gibi İslam geldikten sonra da müslümanların hac yapma yerleri ve namazlarında yönelme yönleri kılmıştır. Böylece Kabe müslümanlar için kutsallığını korumuştur."

Müfessirler, Kabe'nin, insanlar için ayakta tutan bir vesile oluşundan neyin kastedildiği hususunda farklı şeyler söylemişlerse de hepsinin izahı, Kabe'nin, insanların işlerini düzenleyen bir vasıta kılındığı hususunda birleşmektedirler.

98

Bilin ki Allah, azabı çok şiddetli olandır ve Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Ey insanlar, bilin ki göklerde ve yerde olanları bilen, yaptığınız bütün amelleri tesbit ettiren ve o amellere göre sizi hesaba çekecek olan rabbiniz, kendisine karşı gelenlere karşı pek şiddetlidir. Fakat kendisine itaat edenlere ve günah işledikten sonra tevbe ederek kendisine yönelenlere karşı ise çok affeden ve çok merhamet edendir.

99

Peygamberin üzerine düşen ancak tebliğ etmektir. Allah, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.

Bu âyet-i kerime, Allahü teâlâ tarafından kullara gönderilmiş bir ihtar mahiyetindedir. Ve izahı şöyledir: "Ey insanlar, size göndermiş olduğumuz Peygambere düşen görev, Allah'ın emir ve yasaklarını size tebliğ etmek, Allah'a karşı gelenin cezalandırılacağını bildirmek ve Allah katında bahane edilecek bir şey bırakmamaktır. Sonra cezalandırma Allah'a aittir. Çünkü o, gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilir. Kimin itaat edipkimin isyan ettiği ona gizli değildir.

100

Ey Rasûlüm, de ki: "Pis olan şeyin çokluğu hoşuna gite de pis ile temiz bir değildir. Ey akıl sahipleri Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

Ey Rasûlüm, de ki: "Az olun helal ve faydalı şeyler, sizin için, çok olan murdar ve haram şeylerden daha hayırlıdır. Zira hiçbir zaman, murdar bir şey temiz bir şeye eşit olamaz. Yani salih bir kul günahkâr bir kula, itaatkar bir kul günahkâr bir kula, itaatkâr bir kul da isyankâr bir kula eşit değildir. İsyankâr ve sapıkların çok oluşları hoşuna gitse bile böyledir. İsyankârların çokluğu sizi aldatmasın. Çünkü onlar, sonunda mutlaka hüsrana uğrayıp yok olacaklardır. Ey akıl sahipleri, Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz, arzularınıza kavuşasınız. Sakın murdarların çokluğunu size hoş gösteren şeytanın vesveselerine kapılmayın."

Süddi demiştir ki: "Burada zikredilen "Pis olan şey"den maksat, müşrikler, "Temiz olan şey"den maksat da mü’minlerdir."

Bu âyet-i kerime her ne kadar Resûlüllah’a hitnbetmekte ise de asıl muhatap, Resûlüllah’a tabi olan bir kısım insanlardır. Nitekim âyetin sonundaki "Ey akıl sahipleri." ifadesi de bunu göstermektedir.

101

Ey iman edenler, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın. Eğer onları Kur'an indirilirken sorarsanız size açıklanır. Allah, sorduklarınızdan dolayı sizi affetmiştir. Allah, çok bağışlayan ve çok yumuşak davranandır.

Ey iman edenler, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri Allah'ın Resulünden sormayın. Eğer bu şeyleri, Peygambere vahiy indiği sırada soracak olursanız Allah onların hükmünü size açıklar. Geçmişteki faydasız sorularınızdan dolayı Allah sizi affetmiştir. Allah tevbe edenlerin günahlarım çokça affeden ve günahkârların cezasını hemen vermeyerek yumuşak davranandır.

Allahü teâlâ bu âyet-i celile ile kullarına, davranış ve konuşma âdabım öğretmekte, kendileri için faydalı olmayan şeylerin arkasına düşmelerini yasaklamaktadır. Zira sorulan hususların cevaplan ortaya çıkınca ya kendilerine ağır gelen bir hüküm gelecek veya hoşlarına gitmeyen bir durum ortaya çıkacaktır.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Enes b. Malik, Katade, Süddi ve Ebû Hureyre'den nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllahtan, babalarının kimler olduğunu veya kaybolan develerinin nereye gittiğini soracak kadar Resûlüllahtan çokça soru soran sahabiler hakkında nazil olmuştur ve onların, bu tür huylarından vazgeçmelerini emretmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bir kısım insanlar Resûlüllahı alaya alarak ondan çokça sorular soruyorlardı. Bir kimse geliyor ve "Babam kimdir?" diye soruyor. Bir başkası geliyor "Devem kayboldu nerededir?" diyordu. İşte Allahü teâlâ bu gibi kimseler hakkında bu âyeti indirdi. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Bab: 12.

Enes b. Malik diyor ki:

"Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öyle bir hutbe okudu ki ben onun benzeri hiçbir hutbe işitmemiştim. Hutbede şunları söylemişti; "Eğer benini bildiğimi sizler de bilseniz elbette ki az güler çok ağlardınız." Bunun üzerine sahabiler yüzlerini kapatarak hüngür hüngür ağlamaya bağladılar. İçlerinden birisi, "Benim babanı kim?" diye sordu. Resûlüllah da: "Falan adam." dedi. Ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, bab: 12

Enes b. Malik başka bir Rivâyette de diyor ki:

"İnsanlar Resûlüllahtan çokça sorular sordular. Sorularında çok ileri gittiler. Nihâyet bir gün Resûlüllah minbere çıktı ve buyurdu ki: "Sizler bana neyi sorarsanız ben onu size mutlaka açıklayacağım. "Ben de sağa sola baktım bir de ne göreyim, herkes elbisesini başına çekmiş ağlıyor. Bu arada, kendisiyle tartışıldığında babasından başkasına isnad edilen (yani asıl babasının bir başka adam olduğu söylenen) bir adam harekete geçti ve "Ey Allah'ın peygamberi, benim babam kimdir?" diye sordu. Resûlüllah da "Senin baban Huzafedir." dedi. Sonra Ömer harekete geçti ve dedi ki: "Biz, Allah'ın rabbimiz, islam'ın dinimiz, Muhammed'in Peygamberimiz olduğuna razı olmuşuzdur. Biz, fitnelerin şerrinden Allah'a sığınırız." Resûlüllah da buyurdu ki: "Hayır ve şerri müşahade etme bakımından bugün ki gibi hiçbir gün görmemiştim. Öyleki cennet ve cehennem bana tasvir edildi. Ben onları duvarın yanında (yüzünde) gördüm." Hadisi Rivâyet eden Katade diyor ki: "Bu hadis-i şerif bu âyetin izahında zikredilmiştir. Buhari, K. el-Fiten, Bab: 15.

İbn-i Şihab ez-Zühri de diyor ki:

"Ubeydullah b. Abdullah'ın bana anlattığına göre Resûlüllahtan, babasının kim olduğunu soran Abdullah b. Huzafeye annesi demiştir ki: "Ey oğlum, ben senden daha isyankâr kimse duymadım. Sen, annenin, cahiliye dönemi kadınlarından bir kısım kadınların işledikleri çirkin işi işlediğine mi kanaat getirdin de anneni insanların huzurunda rezil ediyorsun?" Abdullah da dedi ki: "Vallahi eğer Resûlüllah bana babamın siyah bir köle olduğunu söylemiş olsaydı ben onu baba edinip peşine takılırdım. Müslim, K. el-Fadail, bab: 136, Hadis No: 2359.

b- Ali b. Abdüla'la, Ebû Hureyre, Ebû Ümame el-Bahili, Abdullah b. Abbas ve Mücühid'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi, hac farz kılındıktan sonra bir kişinin, haccın her yıl mı yoksa ömründe bir kere mi farz olduğu hususunda Resûlüllah’a sorması üzerine bu âyet nazil olmuş ve Resûlüllahtan çokça sorular sorarak neticesinde bir kısım emir ve yasakların gelmesine vesile olmak yasaklanmıştır.

Bu hususta Hazret-i Ali (radıyallahü anh) diyor ki:

"Oraya gitmeye gücü yeten herkese, Allah için Kabe'yi ziyaret edip hac yapmak farzdır. Âl-i İmran Sûresi, 3/37. âyeti nazil olunca bazıları "Ey Allah'ın Resulü, her yıl mı farzdır?" diye sordular. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) cevap vermedi. Tekrar "Her yıl mı farzdır?" diye sordular. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Hayır değildir." "Evet." diyecek olsaydım elbette ki her yıl hac yapmak farz olacaktı. (Farz olunca da bunu yapamayacaktınız.) dedi ve bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hadis No: 3055 / İbn-i Mace, K. el-Menasık, Bab: 2, Hadis No: 2884, 2885.

c- Mücahidin Abdullah b. Abbas'dan rivâyet ettiğine göre ise bir kısım insanların Resûlüllahtan, bu âyetten sonra gelen âyette zikredilen "Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm gibi bir kısım hayvanların durumlarını sormaları üzerine nazil olmuştur.

Taberi diyor ki: "Bu hususta söylenen sözlerin doğru olmaya ilaha layık olanı şöyle diyenin sözüdür." Bu âyet-i kerime, Resûlüllahtan soru soranların çokça soru sonnalan üzerine nazil olmuştur. Mesela, Abdullah b. Huzafe'nin, babasının kim olduğunu sorması, başka bir sahabinin her yıl mı farz olduğunu sorması ve benzeri somlar bu kabildendir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Böyle söyleyen görüşün tercih edilmesinin sebebi, bu görüş hakkında sahabilerden, tabiinden ve bütün müfessirlerden çokça Rivâyetler zikredilmesidir.

Mücahidin Abdullah b. Abbastan rivâyet ettiği üçüncü bir görüşe gelince bu görüş her ne kadar doğru olmaktan uzak olmayan bir görüş ise de sahabi ve tabiinden nakledilen Rivâyetlere muhalif olan bir görüştür. Bununla birlikte Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm gibi hayvanların durumlarını sormanın da Resûlüllah’a çokça sorulan sorulardan olması muhtemeldir. Âyet-i kerime’nin, bütün bu soruları soranları uyardığını söylemek daha isabetli olur.

Âyet-i kerime’de "Eğer onları Kur'an indirilirken sorarsanız size açıklanır." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey çokça soru soran insanlar, eğer sizler o sorularınızı Kur'an'ın, onların hükümlerini açıklamasından sonra Peygamberime soracak olursanız o size kitabımın açıklamasını ve dolayısiyle sizin somlarınızın cevabını size açıklamış olur. Böylece önceden sorduğunuz bir kısım sorularla kendinize farz olmayan şeylerin farz kılınmasına, haram kılınmayan şeylerin haram kılınmasına vasıta olmazsınız."

Bu hususta Ebû Sa'lebe el-Huşeni diyor ki: "Şüphesiz ki Allah, bir kısım hükümleri farz kılmıştır. Siz onları zayi etmeyin. Bir kısım şeyleri yasaklamıştır, onları işlemeyin. Hudutlar koymuştur, onları aşmayın. Allah bazı şeyleri de bilerek bahse konu etmemiştir, siz bu hususları deşelemeyin.

Ubeyd b. Umeyr de demiştir ki: "Allah bazı şeyleri helal, bazı şeyleri de haram kılmıştır. Helal kıldığı şeyleri helal görün, haram kıldığı şeylerden de kaçının. Allah, bazı şeyleri de serbest bırakmıştır. Onları ne helal, ne de haram kılmıştır. İşte bu, Allah'ın size karşı olan bir affıdır." Ubeyd bu sözlerden sonra "Ey iman edenler, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın." âyetini okumuştur.

102

Sizden önce de bir kavim bunları sormuştu da sınıra onları inkâr etmişti.

Sizden önce geçen Salih'in kavmi, Allah'ın Peygamberi olan Salih'ten sizin sormanız gibi bir mucize getirmesini istemişlerdi. Allah onlara mucize olarak deveyi gönderince de onu kesip İnkârcılığa düşmüşlerdi. İsa'nın adamları da gökten kendilerine yemek indirilmesini istemişlerdi. Kendilerine yemek indirildikten sonra da inkâra düşmüşlerdi. Siz Muhammed ümmeti de bu kavimlerin durumuna düşmeyin, neticesi hoşunuza gitmeyecek somlar sormayın.

103

Allah, Bahire, Saibc, Vasile ve Ham diye bir şey yapmamıştır. Fakat kâfirler Allah'a yalan iftira etmektedirler. Çokları da akıllarını kullanmazlar.

Bu âyet-i kerime, cahitiye dönemine ait bazı âdetlerin din haline getirildiğini, bunların, Allah'ın emriymiş gibi gösterildiklerini, fakat Allah'a karşı iftirada bulunmaktan başka bir şey olmadıklarını bizlere bildirmekte, dinde olmayan şeyleri dine sokmanın yasak olduğuna işaret etmektedir. Bu eahiliye anlayışına göre Allah'ın, kullarına helal kıldığı bazı hayvanlar birtakım özel durumlarından dolayı haram sayılmışlardır. Onların etlerinden, sütlerinden, yünlerinden ve çalıştırılmalarından faydalandırılmazlardı.

Allah'ın, kullarına helal kıldığı hayvanları ilk defa insanlara haram kılan kişinin, Amr b. Âmir b. Luhayy b. Kam'a b. Hındif el-Huzai olduğu, bu sebeple cehennemde bağırsaklarını sürükleyerek dolaşacağı Rivâyet edilmektedir.

Ebû Hureyre bu hususta Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmektedir:

"Ben, Amr b. Âmir b. Luhayy el-Huzai'nin, cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklediğini gördüm. O, saibeleri ilk saibe yapandır. Buhari, K. el-Menakıb, Bab: 10.

Ebû Salih es-Semman da, Ebû Hureyre'nin, Resûlüllah'tan şunları işittiğini söylemiştir: Resûlüllah, Eksem b. Cevn el-Huzai'ye şöyle buyurmuştur: "Ey Eksem, ben, Amr b. Luhayy b. Kam'a b. Hındif'in, cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklediğini gördüm. Ben senden daha fazla ona benzeyenini görmedim." Bunun üzerine Eksem dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, onun bana benzemesinin, bana zarar vereceğinden korkuyorum." Resûlüllah da buyurdu ki: Hayır korkma. Çünkü sen mü’minsin, o ise kâfirdi. O, İsmail'in dinini değiştiren ilk kişiydi. Putları dikti, hayvanları Bahire, Saibe, Vasile ve Ham yaptı. Bkz. Siret-i İbn-i Hişam, c-1, S-76, el-Bâbi, el-Halebi baskısı.

Zeyd b. Eşlem de Resûlüllah'ın, Saibe yapılan hayvanları. Amr b. Lu-hayy'ın yaptığını, Bahire yapılan hayvanları ise Müdlic oğullarından bir kimsenin yaptığını beyan ettiğini rivâyet etmiştir.

Bu âyette zikredilen ve Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm diye adlandırılan hayvanlardan hangi hayvanların kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

BAHİRE: "Kulağı yarılan deve" demektir. Bu hususta Ebul Ahvas, babasının şunları söylediğini rivâyet etmiştir:

"Ben, Resûlüllah'ın yanına vardım. Elbiselerim dağınık bir haldeydi. Resûlüllah buyurdu ki: "Senin malın var mı?" Dedim ki: "Evet." Dedi ki: "Neyin var?" Dedim ki: "At, deve, köle ve koyundan her türlüsü var." Dedi ki- "Aziz ve Celil olan Allah sana mal verdiği zaman, o mal senin üzerinde görülsün. Senin kavminin develeri yavrularını, kulakları sağlam olarak doğuruyorlar, sen usturayı alıp onların kulaklarını kesiyorsun. "Bunlar Bahirelerdir." diyorsun. Derilerini yarıyorsun. "Bunlar Sarimlerdir." diyorsun. Ve onları kendine ve ailene haram kılıyorsun, değil mi?" Dedim ki: "Evet." Resûlüllah da buyurdu ki: "Aziz ve Celil olan Allah'ın verdiği her şey sana helaldir. Allah'ın bileği daha güçlü ve onun usturası daha keskindir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 3, S. 473.

Müfessirler, hangi develerin Bahir eyapıldığı hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

Ebû Hureyre'den nakledilen bir Rivâyete göre Bahire, peşpeşe on iki dişi yavru yapan ve bu sebeple tamamen serbest bırakılan SAİBE'nin on ikinci dölünden sonra doğurduğu dişi yavrudur. Bu yavrunun kulağı yarılır ve annesi gibi serbest bırakılırdı. Sırtına binilmez, yünü kırkılmaz ve sütü içilmezdi. Onun sütünü sadece misafirler içerdi.

Mesruk'tan rivâyet edilen diğer bir görüşe göre Bahire, beş veya yedi kere doğuran dişi devedir. Bu devenin kulağını yararlar ve "Bu Bahire'dir" derlerdi.

Ebul Ahvas'a göre Bahire, beş defa doğurduktan sonra kulağı yarılıp serbest bırakılan devedir.

Mücahid'e göre ise Bahire, yünü, binilmesi, sütü ve eti kadınlara haram, erkeklere ise helal kılınan, öldükten sonra ise hem erkek hem de kadınlar tarafından eti yenen devedir.

Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhak'a göre ise Bahire, devenin, beşinci defasında doğurduğu dişi yavrudur. Bu yavrunun kulaklarını yararlar, tüylerini kırkmazlar ve sütünü tatmazlardı.

Süddi'ye göre ise Bahire, beşinci yavrusunu dişi doğuran devedir. Bu devenin kulağını yarar, tüylerini kırkar ve onu "Batha" denen yerde serbest bırakırlardı. Artık bu deve diyet olarak verilmez, sütü sağılmaz, tüyü kırkılmaz ve sırtına binilmezdi.

SAİBE: "Serbest bırakılan hayvan" demektir. İslam geldikten sonra müslümanların, kölelerini azad ederek onları serbest bırakmaları ve onlardan faydalanmaktan vazgeçmeleri gibi, cahiliye döneminde insanlar, bir kısım hayvanlarını serbest bırakıyor ve ondan faydalanmayı kendilerine haram kılıyorlardı. İşte bu tür hayvanlara SAİBE deniyordu. Ancak müfessirler hangi hayvanların Saibe yapıldığı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

Ebû Hureyre'den nakledilen bir görüşe göre Saibe, peşpeşe on iki defa dişi yavru doğuran devedir. Böyle develer serbest bırakılıyordu. Onların sırtına binilmiyor, tüyleri kırkılmıyor, sütleri içilmiyordu. Bunların sütünü ancak misafirler içiyordu.

Mesruk'a göre ise Saibe, insanların salıverdikleri bazı mallardır. Şa'bi'ye göre de, insanların, putlarına kurban edilmek üzere salıverdikleri deve ve koyunlardır.

Mücahid'e göre Saibe, cahiliye insanları tarafından yünü, binilmesi, eti ve sütü kadınlara yasaklanıp, sadece erkeklere tahsis edilen koyunlardır. Bu koyunların, yedinciye katlar doğurdukları yavruları da kendileri gibi sayılırdı. Yedinci defasında tek bir erkek yavru veya dişi yavru yahut iki erkek yavru doğurursa o yavruyu keserler ve onu sadece erkekler yerdi. Şâyet Saibe, yedinci defa doğurmasında, biri erkek diğeri dişi olmak üzere ikiz yavrularsa erkek yavruyu da dişinin hatırı için kesmezler ve dişinin adına da "Kardeşinin yardımına koşan" anlamına gelen "Vasile" adı verirlerdi. İkiz yavruların ikisi de dişi olursa ikisi de sağ bırakılırdı.

Abdullah b. Abbas, Katade, Süddi, Said b. el-Müseyyeb, Dehhak ve İbn-i Zeyd'e göre ise Saibe, sahibi tarafından serbest bırakılan, putlar için kurban edilen hayvanlardır.

VASİLE: "Yardıma koşan hayvan" demektir. Ebû Hureyre'den nakledilen bir Rivâyete göre Vasile'den maksat, arka arkaya beş kere doğurmasında on adet ikiz dişi yavru doğuran koyundur. Böyle bir koyuna "İstenene ulaşfı." anlamına gelen "Vasile" adını verirlerdi. Bu koyunun bundan sonra doğurduğu yavruları erkeklere helal sayılırdı. Kadınlara helal sayılmazdı. Ancak bu yavrulardan herhangi biri kendiliğinden ölürse erkekler de kadınlar da ondan yerlerdi.

Mesruk'a göre Vasile, devenin, biri dişi diğeri erkek olmak üzere doğurduğu ikizlerden dişi olanına verilen isimdir. Çünkü develer, dişi yavruladıklarında o yavruları yalnız erkekler yerdi. Kadınlar yemezdi. Eğer deve, biri dişi diğeri erkek olmak üzere ikiz yavrularsa dişi yavruya "Kardeşinin yardımına koşan" anlamına gelen "Vasile" adını verir, her iki yavruyu da yemezlerdi. Bunlardan erkek ölünce onu sadece erkekler yerdi.

Mücahid, Abdullah b. Abbas. Katade, Dehhak ve Süddi'ye göre "Vasile", "Saibe" diye isimlendirilerek serbest bırakılan koyunun, yedinci doğumunda biri erkek, diğeri dişi olmak üzere doğurduğu ikizlerden, dişinin adıdır. Zira böyle bir koyunun yedinci doğumundan sonra doğurduğu tek erkek veya dişi yavru yahut ikiz erkek yavrular, erkekler tarafından yenir, kadınlara ise yedirilmezdi. Yedinci doğumunda ikizlerden biri erkek diğeri dişi olursa, diğerinin hatırı için erkeği de kesmediklerinden dişiye "Vasile" yani "İmdada koşan" diye isim verirlerdi.

Said b. el-Müseyyeb'e göre ise "Vasile" bir devenin birinci defa dişi doğurmasından sonra ikinci defa da dişi olarak doğurduğu yavnısudur. Bu ikinci dişiye "Arayı açmayan" anlamına da gelen "Vasile" ismi verilirdi. Zira ikinci dişi yavru, birinci yavrunun peşinden doğmuş, aralarına erkek yavru girmemiştir. Müşrikler böyle bir hayvanı, tağutlarına kurban ederlerdi.

İbn-i Zeyd'e göre Vasile, peşpeşe yedi defa dişi yavru doğuran koyundur. Böyle olan koyuna "Vasile" derlerdi. Ve etini yemezlerdi.

HAM: "Kendisini koruyan hayvan" demektir. Ebû Hureyre'den nakledilen bir görüşe göre "Hâm" peşpeşe on defa dişi yavru babası olan erkek devedir. Böyle bir devenin sırtı korunur, ona binilmez ve yünü kırkılmazdı. Bu deve diğer develer arasında damızlık erkek deve olarak bırakılır ve bu işin dışında bu deveden başka türlü faydalanılmazdı.

Mesruk'a göre "Hûm" kazandığı yavrusunun da bir yavrusu olan erkek devedir. Böyle bir deveye "Bu, üzerine düşeni yaptı." derlerdi ve onun sırlından faydalanmazlardı.

Şa'bi'ye göre "Hânı", yavrusunun yavrusu, dişi develeri dölleyen erkek devedir.

Mücahide göre "Hâin", Bahire dlan devenin, dişi develeri döllendiren erkek yavrusudur.

Abdullah b. Abbas, Katade ve Suudi'ye göre Ham, on defa döl veren erkek devedir.

Yukarıda izahı yapılan bu hayvanlar hakkında İbn-i Şihab ez-Zühri. Said b. el-Müseyyeb'in, şunları söylediğini rivâyet etmiştir:

Bahire, sütü putlar için terkedilen hayvandır. Bu gibi bir deveyi kimse sağmazdı. Saibe, yine putlar için başı boş bırakılan hayvandır. Bu gibi lıayvanlara herhangi bir şey yüklenmezdi. Ebû Hureyre, Resukıilah'ın, "Ben, Amr b. Âmir el-Huzai'nin cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklediğini gördüm. O. develeri başıboş bırakma âdetini ilk icad edendi." buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

Vasile ise ilk yavrusunu da ikinci yavrusunu da dişi olarak doğuran devedir. Müşrikler böyle olan develeri de tağutları için serbest bırakıyorlardı. Bu gi-bi develer iki dişi yavruyu peşpeşe doğurup aralarında erkek yavru doğurmadığından bunlara "Vasile" deniyordu.

Hâm da. döllendirmeye belli bir sayıda katılan ve bu sayıları tamamlayan devedir. Bu gibi develeri de iağutlar için serbest bırakıyorlar, onu binilmekten azade tutuyorlar ve onun sırtına herhangi bir şey yüklemiyor, buna da "Hâm Buhari K. Tefsir el-Kıır'nn, Sûre: 5, Bal* 13.

Taberi diyor ki: "Burada zikredilen hayvanların nasıl hayvanlar oldukları hakkında, belirttiğimiz gibi çeşitli haberler Rivâyet edilmiştir. Bunların ne olduklarını bilmenin herhangi bir zararı yoktur. Yeter ki meselenin aslını kavrayacak kadar bilgimiz olsun. Bu bilgi de mevcuttur ve o da şudur: Bir kısım insanlar şeytanın adımlarına uyarak, Allah'ın kendilerine haram kılmadığı bazı hayvanları kendilerine haram kılmışlardır. Bu sebeple Allah onları kınamış, bu hayvanların aslında helal olduklarını, sadece Allah'ın ve Resulünün haram kıldıklarının haram olacağını beyan etmiştir.

Âyet-i kerime’nin sonunda "Fakat kâfirler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Çokları da akıllarını kullanmazlar." buyurulmaktadır.

Muhammed b. Ebû Mûsa'ya göre burada zikredilen, Allah'a karşı yalan uyduran kâfirlerden maksat, ehli kitap olan Yahudilerdir. Akıllarını kullanmayan çok kimselerden maksat ise putperestlerdir.

Şa'bi'ye göre ise Allah'a karşı yalan iftira eden kâfirlerden maksat, kâfirlerin önderleridir. Akıllarını kullanmayan çok kimselerden maksat ise o önderlere uyan tabilerdir.

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: Bu âyette zikredilen "Allah'a karşı yalan iftirasında bulunan kâfirler"den maksat. Amr b. Luhayy gibi, Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma âdetini icadeden müşriklerdir. Bunlar, Allah'ın hak olan dinini değiştirmişler, Allah'ın haram kılmadığı şeylerin Allah tarafından haram kılındığını ileri sürerek, bile bile Allah'a karşı iftirada bulunmuşlardır. Bunlar bir kısım hayvanları. Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm diye vasıflandırmışlar, insanlara haram olduklarını ileri sürmüşlerdir. İşte Allahü teâlâ bu gibi insanların iddialarını yalanlamış, kendisinin, Bahire, Saibc. Vasile ve Hâm diye herhangi bir şey yapmadığını beyan etmiştir.

Âyette zikredilen "Çokları da akıllarını kullanmazlar." ifadesindeki insanlardan maksat ise Allah'ın helal kıldığı hayvanları belli sıfatlarla vasıflandırdıkktan sonra insanlara haram kılan müşriklerin ileri gelenlerine, akıllarını kullanmadan uyan kimselerdir. Allahü teâlâ bunları, akıllarını kullanmamakla va-sıflandırnııştır. Çünkü bunlar bir kısım hayvanları kendi arzularıyla haram kılıp, Allah'ın haram kıldığını söyleyen kimselerin Allah'a karşı iftirada bulunduklarını, söyledikleri sözlerinde yalancı olduklarını düşünüp anlamamışlar, bilakis onların söyledikleri sözlerin hak, kendilerinin de sadık kimseler olduklarını zannetmişlerdir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bizim bu izah tarzımız, Şa'bi'den Rivâyet edilen ikinci izah tarzına uygundur. Âyette geven kâfirlerden maksadın, ehl-i kitap olduğunu söyleyen görüş isabetli değildir. Zira âyetin başında müşrikler kınanmaktadır. Âyetin sonunun da müşrikler hakkında olduğunu söylemek, ifadenin baş tarafına daha uygundur. Ayrıca âyetin son bölümünde zikredilen insanların, âyetin başında zikredilen insanlardan farklı kimseler olduklarına dair herhangi bir delil yoktur.

104

"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve Peygambere gelin." dendiği zaman: "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter." derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalarda mı?

Allah'ın helal kıldığı hayvanları, Bahire, Saibe, Vasile ve Hâm gibi isimlerle isimlendirerek insanlara haram olduğunu ileri süren müşriklere "Siz bu batıl sözleri bırakın da Allah'ın indirdiği âyetlere ve Allah'ın Peygamberine gelin ki, söylediğiniz sözlerin, haram kıldığınız şeylerin doğrusu ortaya çıksın.'" dendiği zaman, o müşrikler şu cevabı verirler: "Daha önce atalarımızın yapmış olduğu şeyleri yapmamız ve onlara uymamız bizim için yeterlidir. Biz onları önderler edinmişizdir. Onlar neyi helal saymışlarsa, biz de onu helal sayarız." Ey Rasûlüm, bunu söyleyenlerin atalan, bir kısım hayvanları haram kılmanın Allah'a karşı bir iftira olduğunu bilmemiş olsalarda mı yine onlara tabi olacaklardır?" Atalan doğru yolu bulamamış olsalar da yine onlara tabi mi olacaklar? Böyle yaptıkları takdirde yalancılara ve sapıklara uymuş olacaklardır.

105

Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O zaman yaptıklarınızı size haber verecektir.

Ey iman edenler, siz kendinizi düzeltip bizzat kendinizi Allah'ın cezalandırmasından kurtarmaya çalışın. Sizler doğru yolda olup insanlara dini tebliğ edip, onlara doğru yolu gösterme vazifenizi yerine getirdiğiniz müddetçe sapıklığa düşenlerin sapmalarından sizler sorumlu değilsiniz. Onlar kendilerinden sorumludurlar. Âhirette hepinizin döneceği yer, Allah'ın huzurudur. Allah orada, yaptıklarınızı size haber verecektir.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, mü’min kullarının, bizzat kendilerini düzeltmelerini, güçlerinin yettiği kadarıyla hayır işlemeye gayret göstermelerini emretmekte, mü’minin, Allah'ın kendisine yüklediği vazifeyi yerine getirmesi şartıyla başkalarının yaptıklarından sorumlu olmayacağını bildirmektedir.

Başkalarının hak yoldan sapması ve günah işlemesi, günah işlemeyen kimselere şahsen suç olarak yüklenemez. Suç ve ceza şahsidir. Herkes işlediği suçun cezasını bizzat kendisi çekecektir. Fakat burada önemli olan bir nokta vardır ki, o da şudur: Kişi başkasının işlediği suç fiilinden dolayı cezalandırılmayacak, amma o kişinin o suçu işlemesine engel olma görevini yerine getirmediğinden dolayı hesaba çekilecektir. Hatta günahkârların işledikleri suçlardan dolayı gelecek olan umumi heladan da kurtulamayacaktır. Çünkü bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de şöyle buyunılmaktadır: "Fitneden sakının. Çünkü o, içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz. Bilin ki Allah'ın cezası çok şiddetli olandır. Enfal .Sûresi, S/25. Rıı fiydin izahın: ı bakınız

Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin izahında farklı görüşler zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Ömer, Ebû Mazin ve Cübeyr b. Nüfeyr'den Rivâyet edilen bir görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir. Ey iman edenler, sizler iyiliği emredip kötülüğü nehyettiğiniz zaman, sizin emir ve nehiylerinizin kabul edilmemesi durumunda siz kendinizi düzeltmeye bakın. Siz doğru yokla olduğunuz sürece emr-i bilmaruf ve nehy-i Anilmünkeri kabul etmeyerek sapanların sapması size herhangi bir zarar vermez.

Görüldüğü gibi bu görüşte olanlara göre bir müslüman, insanlara Allah'ın emrettiğini emreder, yasakladığını nehyederse, insanlar da bu emir ve nehiyleri kabul etmezlerse, artık o müslümanlardan, başkalarının sorumlulukları düşer ve o kimse kendisini düzeltmekle yükümlüdür.

Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun- Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyeti Abdullah b. Mes'ud'a okundu. O da dedi ki: "Şu an bu âyetin zamanı değildir. İnsanlar Allah'ın emir ve yasaklarını sizden kabul ettikleri müddetle siz onları söyleyin. Eğer insanlar emir ve yasakları kabul etmezlerse, işte o zaman siz başkalarını bırakıp kendinize bakın."

Ebû-l Âliye de bu âyetin izahında diyor ki: "Biz Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturuyorduk. İki kişinin arasında olağan bir hadise meydana geldi. Bunlar ayağa kalkıp birbirlerine hücum ettiler. Bunun üzerine Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturanlardan biri dedi ki: "Ben kalkıp bunlara iyiliği emredip, kötülükten nehyelmiyeyim mi?" Onun yanında bulunan bir başkası da dedi ki: "Sen kendine bak. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size zarar vermez." Abdullah b. Mes'ud bunu işitince dedi ki: "Sus,"bu âyetin hükmünün tatbik edileceği zaman henüz gelmemiştir. Zira Kur'an indiği zaman onun bir kısım âyetlerinin ifade ettikleri hükümlerin zamanı Kur'an inmeden önce geçmişti. Diğer bir kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı da Resûlüllah'ın dönemiydi. Başka bir kısım âyetlerin hükümlerinin zamanı ise Resûlüllah'tan bir müddet sonraki zaman idi. Kur'an'ın âyetlerinden diğer bir bölümünün hükümlerinin zamanı ise bugünden sonrasıdır. Başka bir bölümünün hükümlerinin zamanı ise, kıyametin kopma zamanıdır. Kur'an'ın âyetlerinin bir bölümünün hükümlerinin zamanı da kıyamet günündeki hesap ve ceza zamanıdır. Kalbleriniz ve arzularınız bir olduğu, tefrikaya düşmediğiniz ve birbirinize musallat olmadığınız sürece iyilikleri emredin, kötülükleri yasaklayın. Kalblerinizin ve arzularınızın zıtlaştığı, tefrikaya düştüğünüz ve birbirinize musallat olduğunuz zamanda ise kişi sadece kendisini korumakla yükümlüdür. İşte o zaman bu âyetin hükmünün tatbik edildiği zamandır."

Süfyan diyor ki: "Abdullah b. Ömer'e denildi ki: "Sen bu fitne günlerinde olursan, herhangi bir şeye kanşmasan, iyilikleri emredip, kötülükleri nehyetsen nasıl olur? Zira Allahü teâlâ buyurmuştur ki: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size bir zarar vermez." Bunun üzerine Abdullah b. Ömer dedi ki; "Bu âyet benim ve arkadaşlarım için değildir. Zira Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Hazır olan hazır bulunmayana tebliğ etsin. Bizler hazır bulunanlarız. Hazır bulunmayanlar ise sizlersiniz. Bu âyetin hükmünün zamanı ise bizden sonra gelecek olan ve söyledikleri kabul edilmeyecek olan insanların yaşadıkları zamandır."

Cübeyr b. Nüfeyr de diyor ki: "Ben, Resûlüllah'ın sahabilerinin oluşturdukları bir halkanın içinde bulundum. Ben orada bulunanların en küçüğü idim. Onlar aralarında iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme meselesini müzakere ediyorlardı. Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ kitabında: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız, başkasının sapması size zarar vermez." buyurmuyor mu?" Onlar bana döndüler ve hep bir ağızdan: "Sen, Kur'an'dan bilmediğin ve yorumunun ne olduğunu anlamadığın bir âyeti Kur'an'dan koparmaya çalışma." dediler. Ben "Keşke bunu söylemeseydim." diye pişman oldum. Sonra onlar konuşmalarına devam ettiler. Kalkıp gitme zamanları gelince dediler ki: "Sen yaşı küçük bir çocuksun. Sen. mânâsını bilmediğin bir âyeti Kur'an'ın içinden çekip ayırdın. Belki de son bu âyetin hükmünün uygulanacağı zamana erişirsin. Sen, itaat edilen bir cimrilik, kendisine uyulan birheva ve heves ve herkesin kendi görüşünü beğenmesini görürsen, işte o zaman sen sadece kendine bak. Sen doğru yolda olduğun sürece sapanın sapması sana zarar vermez."

Ebû Ümeyye eş-Şa'bani diyor ki: "Ben, Ebû Sa'lebe el-Huşeni'ye gittim ve ona dedim ki: "Sen bu âyeti nasıl anlıyorsun'?" O da dedi ki: "Hangi Âyeti?" Ben de dedim ki: "Allahü teâlâ'nın, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yokla olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini." Ebû Salebe de dedi ki: "Vallahi sen bu âyetin mânâsını bilene sordun. Ben onu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sormuştum. O da buyurmuştu ki: "Bilakis iyiliği emredin, kötülüğü men edin. Sen, kendine tabi olunan bir cimrilik ve kendisine uyulan bir heva ve heves, tercih edilen dünya, herkesin kendi görüşünü beğenmesini gördüğün zaman, sadece kendi öz nefsine bak. İnsanların umumunu bırak. Zira sizin önünüzde bazı günler var ki, o günlerde sabretmek, elde ateş tutmak gibi olacaktır. O günlerde iyi amel işleyene, sizlerden aynı ameli işleyen elli kişiye verilecek olan mükâfaat verilecektir Tirmizi, K. Tevsir el-Kur’an, Sûre: 5. Hadis No: 3058

b- Abdullah b. Abbas ve Hasaıvı Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman edenler, sizler Allah'a itaat ettiğiniz sürece sapanların sapması ve neticede helak olması size zarar vermez."

Bu izaha göre Allahü teâlâ. bu âyet-i kerime’de kullarına, kendisine, emir ve yasaklarında, helal ve haramlarında itaat etmelerini emretmiş ve onlara, başkalarının sapmasının, itaat edenlere zarar vermeyeceğini bildirmiştir.

Mürre b. Rebia diyor ki: "Hasan-ı Basri, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini okudu ve dedi ki: "Bu âyetten dolayı Allah'a hamdolsun. Zira geçmişte ve gelecekte hiçbir mü’min bulunmamıştır ki onun yanımla mü’minin yaptığı amelden hoşlanmayan bir münafık bulunmuş olmasın."

c- Said b. el-Müseyyeb, Hazret-i Ebubekir ve Huzeyi'e'den nakledilen başka bir görüşe göre bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Allah'a itaat edin. Sizler iyiliği emredip kötülüğe mani olarak doğru yol üzere olursanız sapan kimsenin sapması size zarar vermez."

Bunlara göre mü’minler, insanlar dinlese de dinlemese de iyiliği emredip kötülüğe mani olmak mecburiyetindedirler. Bu yükümlülüklerini yerine getirmelerinden sonra sapanların sapmasından sorumlu değillerdir.

Bu hususta Kays b. Ebi Hazım diyor ki: "Ebubekir es-Sıddıyk dedi ki:

"Ey insanlar; sizler, "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız başkasının sapması size zarar vermez." âyetini okuyorsunuz. Ben de Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Şüphesiz ki insanlar zalimi görürler de ona el çektinnezlerse, Allah'ın onları umumi bir ceza ile cezalandırması yakındır. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hadis No: 3057.

d- Said b. Cübeyr'den nakledilen diğer bir görüşe göre, bu âyetin mânâsı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız ehl-i kitabın yoldan sapıp, kâfir olması size zarar vermez."

e- İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre, bu âyetin izahı şöyledir: "Ey iman edenler, siz kendinizi koruyun. Siz doğru yolda olursanız hak dinden sapanlar size zarar vermez."

İbn-i Zeyd diyor ki: "Bir insan İslam'a girince, diğer insanlar ona: "Sen atalarını küçük düşürdün. Onları sapık gördün ve şöyle şöyle yaptın. Halbuki senin, atalarını desteklemen ve şöyle yapman gerekirdi." derlerdi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ. bu âyeti indirdi ve hak dinden sapmış olanların, mü’minlere zarar veremeyeceklerini bildirdi.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu âyetin izahında belirtilen görüşlerden daha evla ve daha doğru olanı, Ebubekir es-Sıddıyk'tan rivâyet edilen izahtır. O da âyetin mânâsının şöyle olduğunu zikreden izah şeklidir: "Ey iman edenler, Allah'a itaatten ayrılmayın. Emir ve yasaklarını tutun. Böylece kendi yükümlülüğünüzü yerine getirin. Sizler Allah'ın size farz kıldığı iyiliği emretme, kötülüğe mani olma vazifesini yerine getirmenizden sonra, artık sapanların sapmalarından sorumlu olmazsınız."

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur: Allahü teâlâ, mü’minlere, adaleti ayakta tutmalarını, iyilikte ve takvada yardımlaşmalarını emretmiştir. Kötülüğe mani olarak zalime zulmünden el çektirmek, adaleti ayakta tutmaktır. İyiliği emretmek de iyilikte ve takvada yardımlaşmaktır. Diğer yandan Resûlüllah'tan, iyiliğin emredilmesi ve kötülüğün nehyedilmesi hakkında birbirini destekleyen birçok haberler Rivâyet edilmiştir. Şâyet insanların iyiliği emretmeyi ve kötülüğe mimi olmayı terketmeye hakları olsaydı insanların bunları yerine getirmelerini emretmenin bir anlamı olmazdı. İnsanlar ancak aciz oldukları durumlarda iyiliği emretme ve kötülüğe mani olma yükümlülüğünden kurtulmuş olabilirler. Bu takdirde fiilen yaptırma ve engel olmaktan sorumlu olmazlar, ancak kalben buğuz etmekten sorumlu olurlar.

106

Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm belirtisi geldiği zaman vasiyet ederken sizden iki adaletli kişiyi veya yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun. Eğer kendilerinden şüpheleniyorsanız onları namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.

Bu âyet-i kerime, vasiyet yapılırken şahit tutulmasını emretmektedir. Şahitlerin adaletli ve müslümanlardan olması şart koşulmakta, ancak yolculuk halinde ölümle karşılaşan kişinin, gayr-i müslimleri de vasiyeti için şahit tutabileceğini beyan etmektedir. Gayr-i müslimlerin şahitlikleri sadece zikredilen şartlarda geçerlidir. Aksi takdirde müslüman şahit bulunması zorunludur.

Taberi bu âyette geçen şahitlikten maksadın, hazır bulunmak ve yemin etmek olduğunu izah etmiş ve âyet-i kerimeye şu şekilde mânâ vermiştir: "Ey iman edenler, sizden birinize ölüm belirtisi geldiği zaman vasiyet etlerken aranızda hazır bulunanların yemin etmeleri, siz müslümanlardan âdil iki kimsenin yemin etmesi şeklinde olur. Veya yolcu iken ölüm felaketi sizi yakalarsa müslümanların dışında iki kimsenin yemin etmesi şeklinde olur. Eğer vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilecek kimselerden şüpheleniyorsanız, bu kimseleri namaz kılındıktan sonra tutun ve onlar, "Akrabamız bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler.

Âyet-i kerime’de geçen "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizden" ifadesinden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:

a- Said b. Cübeyr, Yahya b. Ya'mur, Âbide es-Selmani, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'e göre buradaki "Sizden" ifadesinden maksat, "Siz müslümanlardan." demektir. Bunlara göre müslümanların bulunması halinde, müslüman olmayanların, vasiyete şahit tutulmaları veya vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilmeleri caiz değildir. Çünkü Allahü teâlâ "Sizden adaletli iki kişiyi şahit tutun." buyurmuştur.

b- İkrime ve Âbide es-Selmani'den nakledilen diğer bir görüşe göre, burada zikredilen "Sizden" ifadesinden maksat, "Vasiyet eden sizlerin akrabalarınızdan" demektir. Bunlara göre vasiyet eden kimse, vasiyetine şahitlik etmek için veya vasiyetini yerine getirmeleri için ilk önce kendi akrabalarından iki kimseyi şahit tutmak veya vazifelendirmek durumundadır. Akrabalarından kimseyi bulamazsa bu takdirde yabancıları şahit tutar veya vekil yapar.

Taberi

birinci görüşü tercih etmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, âyetin başında: "Ey iman edenler." buyurarak, bütün mü’minlere hitabetmiş ve mü’minlerden iki kişinin vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilmelerini emretmiştir. Âyetin bu genel ifadesini, herhangi bir delil olmaksızın terk edip onu sadece vasiyet edenin akrabalarına yorumlamak isabetli değildir. Çünkü âyetlerin genel ifadelerini delilsiz bir şekilde özel hale getirmek caiz değildir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Sizden iki adaletli kişiyi şahit tutun." şeklinde tercüme edilen cümlesindeki "Sizden adaletli iki kimse"den, vasiyete şahit tutulacak iki kimse mi, yoksa vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilecek iki vekil mi kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir:

a-

Bazılarına göre, âyetin bu bölümünde zikredilen adaletli iki kimseden maksat, "İki şahit"tir. Vasiyet eden kimse, mirasçıların vasiyet hakkında ihtilaf etmeleri halinde vasiyetin nasıl olduğuna şahitlik etmeleri için böyle iki kimseyi şahit tutar, bu şahitlere de gerektiğinde (âyette belirtildiği gibi) yemin ettirilerek şahitlik yaptırılır.

b- Diğer bir kısım âlimlere göre ise, âyetin bu bölümünde zikredilen adaletli iki kimseden maksat, vasiyet edenin vasiyetini yerine getirmek üzere vazifelendirdiği iki kimsedir. İşte bunlar, vasiyeti yerine getirirlerken, mirasçılar tarafından itiraza uğrarlarsa namazdan sonra yemin ettirilirler.

Taberi bu son görüşü tercih etmiş, bu Âyette zikredilen iki kişiden maksadın, vasilerin yani vasiyeti yerine getirmekle vazifelendirilen kimselerin kastedildiğini söylemiş, bu görüşü tercih edişine gerekçe olarak da özetle şunu zikretmiştir: Âyet-i kerime’de bu iki kimseye yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Şâyet bunlardan maksat şahitler olsaydı onlara yemin ettirilmesi söz konusu olmazdı. Zira İslam hukukunun hiçbir sahasında şahitlere yemin ettirilmesi diye bir şey yoktur. Bundan da anlaşılmaktadır ki, buradaki iki kişiden niaksal, vekillerdir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Sen, bu âyette zikredilen iki kimseyi "Şahitler" değil de "Vekiller" diye izah ettin. Gerekçe olarak da şahitlere yemin ettirmenin söz konusu olmadığını zikrettin. Ancak senin bu izahına göre âyetin devamından anlaşıldığı gibi davacılara yemin ettirilir. Yani, bu iki kimsenin yalan yere yemin ettikleri tesbit edilcek olursa, bunlara karşı çıkan mirasçılardan iki kimseye, bunların yalancı olduklarına ve kendilerinin doğru söylediklerine dair yemin ettirilir. Böylece davacılara yemin ettirilmiş olur. Sen Allah'ın kitabının neresinde, davacılara yemin ettirileceğine dair bir hüküm bulabilirsin?" Cevaben denilir ki: "İslam hukukunda bazan davacılar dâvâlı durumuna düşerler. Böylece onların yemin etmeleri gerekir. Mesela bir kişi, başka birinde alacağı olduğunu iddia eder de o kimse de borçlu olduğunu itiraf eder, fakat borcunu ödediğini ileri sürerse bu defa ona, borcunu ödediğine dair yemin ettirilir. Bu âyette de, vasiyeti yerine getirenlerin haksızlık yaptıklarını gören mirasçılar, aslında dâvâlı olan, vasiyeti yeme getirenlerin haksızlık yaptıklarını ileri sürünce dâvâcı durumuna geçmişler ve onlara yemin ettirilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen "Yolculukta iseniz ve başınıza ölüm musibeti gelmişse sizin dışınızdan iki kişiyi şahit tutun." cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat;

a- Said b. el-Müseyyeb, İbrahim en-Nehai, Said b. Cübeyr, Ebû Miclez Yahya b. Ya'mur, Kadı Şüreyh, Meslem, Âbide es-Selmani, Mücahid, Abdullah b. Abbas, Ebû İshak, Said b. Ebi Mûsa el-Eş'ari, İbn-i Zeyd ve Zeyd b. Eslem'e göre "Sizin dışınızdan iki kişi, müsliiman olmayan iki kimse" demektir. Bunlara göre vasiyet eden kimse yolculukta bulunur ya da yanında müslüman kimse bulunmazsa, müsliiman olmayanlardan iki kimseyi vasiyetine şahit tutabilir veya vasiyetini yerine getirmeleri için vazifelendirebilir. Bunlara göre müslüman olmayan insanların şahitliği sadece yolculukta vasiyet yapılırken ve müslüman kimse yoksa caizdir. Bu hüküm de bu âyetten çıkarılmaktadır.

Âmir eş-Şa'bi, Kadı Şüreyh'in bu âyet hakkında şunlan söylediğini rivâyet etmiştir: "Bir insan yabancı bir yerde bulunur, vasiyetine şahitlik edecek iki müslüman da bulunmayacak olursa, o kimse Yahudi veya Hristiyan yahut me-cusilerden iki kimseyi şahit tutar. Bu iki kimsenin şahitliği geçerlidir. Ancak iki müslüman gelir de bu iki gayr-i müslim şahidin aksine şahitlik edecek olursa, ben iki müslümanm şahitliğini kabul eder, diğerlerininkini iptal ederim."

İbrahim en-Nehai de diyor ki: "Hişam b. Hubeyre, Mesleme'ye, müşriklerin, müslümanların aleyhine şahitlik edip edemeyeceklerini beyan etmesi için bir mektup yazdı. Mesleme de mektuba cevaben yazdı ki, müşriklerin müslümanlara karşı şahitliği caiz değildir. Ancak vasiyette caizdir. Vasiyette de vasiyet edenin yolcu olması halinde caizdir.

Şa'bi diyor ki: "Müslüman bir adam "Dekuka" donen yerde ölüm hastalığına yakalandı. Müslümanlardan vasiyetine şahitlik edecek iki kimse bulamadı. Ehl-i kitaptan iki kişiyi şahit tuttu. Bunlar Kufe'ye gelip Vali Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin yanına vardılar, meseleyi ona anlattılar. Ölenin terekesini ve vasiyetnamesini yanlarında getirmişlerdi. Ebû Mûsa el-Eş'ari de dedi ki: "Bu mesele Resûlüllah'ın döneminde olduktan sonra bir daha olmamıştı. Ebû Mûsa onlara yemin ettirdi. Ve şahitliklerini geçerli saydı."

Zeyd b. Eşlem de demiştir ki: "Bu âyet-i kerime, yanında herhangi bir müslüman bulunmadığı halde vefat eden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu mesele İslam'ın ilk dönemlerinde olmuştu. O zaman ortam savaş ortamıydı. İnsanlar kâfir idi. Resûlüllah ve sahabileri Medine'de bulunuyorlardı. İnsanlar o dönemde birbirlerine vasiyet yoluyla mirasçı oluyorlardı. Daha sonra vasiyet neshedildi. Mirasta paylan belirten hükümler geldi. Müslümanlar da onlarla amel eder oldular.

b- Hasan-ı Basri, Zühri, İkrime ve Âbide es-Selmani'den nakledilen diğer bir görüşe göre âyetin "Sizin dışınızda iki kişi şahit tutun." cümlesindeki "Sizin dışınızdaki iki kişi"den maksat, "Siz vasiyet edenlerin akrabaları dışında iki kimse." demektir.

Bu görüşte olanlara göre kâfirlerin, müslümanlar aleyhine şahitlikleri hiçbir zaman geçerli değildi. Bu hususta İbn-i Şihab ez-Zühri demiştir ki: "Sünnete göre kâfirin şahitliği, ne mukim iken caiz olur ne de yolcu iken. Şahitlik ancak müslümanlara aittir."

Taberi bu görüşlerden

birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, buradaki "Sizin dışınızdan iki kimse"den maksadın, müslüman olmayan kimseler olduğunu, bunların da Yahudi veya Hristiyan, yahut Mecusi veya puta tapan ya da herhangi bir dine mensup olan kimseler olabileceklerini söylemiş ve âyeti genel bir şekilde izah etmenin daha uygun olacağını beyan etmiştir. Yani "Sizden olmayan iki kimse" ifadesindeki iki kimseyi sadece vasiyet edenin akrabaları olmayan iki kimseye tahsis etme yerine bütün müslümanlardan olmayan iki kimse olduğunu söylemek, âyeti genel mânâda izah etmektir ve daha evladır.

Âyet-i kerime’de vasiyet eden kimsenin müslümanlardan veya Müslüman olmayanlardan iki kimseyi vasiyetine şahit tutması emredilirken. ifadede "Veya" mânasına gelen (......) kelimesi zikredilmiştir. Bu kelime bazan iki şeyden birisini seçmeyi ifade ederken, bazan da iki şeyin sırasıyla yapılabileceğini, yani önce birincisinin yapılmasının gerekli olduğunu, o bulunmadığı takdirde ikincisinin yapılabileceğini ifade etmektedir. Bu sebeple müfessirler buradaki kelimesinin seçenek mi yoksa sıralama mı ifade ettiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Yahya b. Ya'mur, Said b. el-Müseyyeb, Kadı Şüreyh, Süddi, Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas'a göre âyette, müslüman olan şahitler veya vekillerle, müslüman olmayan şahit veya vekiller arasında zikredilen kelimesi sıralama ifade etmektedir. Bunlara göre vasiyet eden kimse, vasiyetine şahitlik etmek veya vasiyetini yerine getirmek üzere önce iki müslüman kimseyi arayıp vazifelendirmek mecburiyetindedir. Şâyet müslüman bulunmazsa ya da yolcu ise bu takdirde gayr-i müslimleri vasiyete şahit tutabilir. Veya vasiyetini yerine getirmeye vekil tayin edebilir.

Daha önce de zikredildiği gibi bu hususta Kadı Şüreyh şöyle demiştir: "Eğer vasiyet eden kimse yabancı bir yerde bulunur da vasiyetine şahit tutacak iki müslüman bulunmazsa bu kimse Yahudi veya Hristiyan yahut Mecusilerden şahit tutar. Bu halde onların şahitlikleri de caizdir."

Süddi de demiştir ki: "Müslüman olmayanların şahit tutulmaları şu kimse için söz konusudur: Kişi yolcu iken ölüm gelir, onu yakalar. Yanında da müslümanlardan herhangi bir kimse bulunmazsa, işte bu kimse Yahudi veya Hristiyan yahut Mecusilerden iki kişi çağırır ve vasiyetini onlara yapar.

b- Diğer bir kısım âlimler de bu âyette zikredilen kelimesinin seçenek ifade ettiğini söylemişlerdir. Bunlara göre vasiyet eden kimse güvendiği herkese malını emanet edebilir. O kişinin müslüman veya kâfir olması önemli değildir. Âyet-i kerime’de "Eğer kendilerinden şüphe ediyorsanız, o iki kimseyi namazdan sonra tutun ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz." diye yemin etsinler." buyurulmaktadır. Bu ifadeye göre vasiyet eden kimse mü’minlerden iki kimseye, onları bulamazsa mü’min olmayanlardan iki kimseye, vasiyetini beyan eder. Onları şahit tutar ve onlara, vasiyetini yerine getirmelerini bildirecek olursa ve bu kimse şüphe edilecek kimse olursa, bunlar hapsedilir ve belli bir namazdan sonra, söylediklerine dair yemin ederler.

Müfessirler burada zikredilen namazdan hangi namazın kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Sa'bi. Said b. Cübeyr. İbrahim en-Nehai ve Katade'ye göre buradaki "Namaz"dan maksat, ikindi namazıdır. Çünkü Ebû Mûsa el-Eş'ari, gayri müslim olan iki vekili ikindi namazından sonra yemin ettirmiştir. Bu şahitler de ihanet etmediklerine, yalan söylemediklerine, vasiyeti değiştirmediklerine, vasiyetten bir şey gizlemediklerine, kişinin vasiyetinin ve terekesinin, beyan ettikleri şeyler olduğuna dair yemin etmişler, Ebû Mûsa da bunların şahitliklerini kabul etmiştir.

b- Süddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki, kendisinden sonra yemin ettirilecek namazdan maksat, yemin eden kimselerin dinlerindeki namazdır, Yeminin tesirli olabilmesi için, kendi dinlerine göre namaz kıldıktan sonra yemin ettirilirler.

Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Ben sanki şu anda Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin evinde, yanına gelen iki gayr-i müsîimi görüyor gibiyim. Ebû Mûsa vasiyet mektubunu açtı, ölünün ailesi vasiyeti reddettdi. Bu iki kişiyi hainlikle itham ettiler. Ebû Mûsa bunları ikindiden sonra yemin ettirmek istedi. Ben de ona dedim ki: "Bunlar ikindi namazını önemsemezler. Sen bunları, kendi dinlerindeki namazdan sonra yemin ettir. Bu iki adam kendi dinlerine göre kıldıkları namazdan sonra ayağa kaldırılırlar ve "Akraba bile olsa yeminimizi hiçbir değere değişmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Yoksa şüphesiz ki günahkârlardan oluruz. Bu adam bunu vasiyet etmiştir. İşte terekesi de budur." diye yemin ettirildiler.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu görüşlerden tercihe şayan olanı, buradaki namazdan maksat, ikindi namazıdır. Zira namaz anlamına gelen kelimesi harfi ilavesiyle birlikte zikredilmiş ve belli bir namaz olduğu belirtilmiştir. Buradaki namaz bütün namazlar olmadığına, belli bir namaz olduğuna göre bundan maksat, müslümanların namazıdır. Resûlüllah da "Ac-lan" kabilesinden olan iki kimseye ikindi namazından sonra "lanetleşme" yemini ettirmiştir. Bu da göstermektedir ki, müslümanların namazında yemin ettirme vakti olarak seçilen namaz, ikindi namazıdır. Ayrıca ikindi namazı güneşin batma ânına yakın olması hasebiyle kâfilerin de kutsal gördükleri bir vakitte kılınmaktadır. Bu vakit esas alındığında doğru yemin etmeye etkili olur.

107

Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları ortaya çıkarsa, bu ikisinin haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden, şahitliğe daha layık olan iki kişi, öncekilerin yerine geçer ve "Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk." diye yemin ederler.

Eğer, kendilerine vasiyeti yerine getimie vazifesi verilen iki vasinin, yalan söylemeyeceklerine dair yemin ettikleri halde, yine de yalan yere yemin ederek günah işledikleri ortaya çıkacak olursa, bu iki vasinin, haksızlığa uğratmaya çalıştıkları kişilerden iki kişi, bunların yerine yemin ederler ve derler ki: "Şüphesiz bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur. Biz, hakkı çiğnemedik. Eğer çiğnemiş olsaydık zalimlerden olurduk."

Görüldüğü gibi, bundan önceki âyet-i kerime’de, vasiyet edilirken iki müslümanın hazır bulundurulması, iki müslüman bulunmazsa onların yerine iki gayr-i müslimin hazır bulundurulması ve bu iki kimseye vasiyet hakkında yemin ettirilmesi emredilmiştir. Bu âyet-i kerime’de de yemin eden iki kimsenin yalan yere yemin ettiklerinin ortaya çıkması halinde, ölünün terekesinde hak sahibi olanlardan iki kimseye, yemin eden şahitlerin yalan söylediklerine dair yemin ettirileceği beyan edilmiştir. Böylece yemin etme durumu iki şahitten alınıp terekede hak sahibi olanlara verilmiştir.

Müfessirler, şahitlere niçin yemin ettirildiği ve sonra da yeminin yer değiştirmesinin sebebi hakkında iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdullah b. Abbas ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre şahitlere yemin ettirilmesinin, sonra da mirasçılara yemin ettirilmesinin sebebi, şahitlerin beyanlarından şüphe edilmesidir. Bu şüphe de, vasiyet edenin, malını İslam'da caiz olmayan bir yere vasiyet ettiğine dair şahitlik etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Şâyet iki müslüman bulunmadığı için vasiyete şahit tutulan iki gayr-i müslim, vasiyet eden kişinin, Allahü teâlâ'nın beyan ettiği hükümlere muhalif bir şekilde vasiyette bulunduğuna dair yemin edecek olurlarsa, işte o zaman ölünün velilerinden iki kimse, Allah'a yemin ederler ve derler ki: "Bizim adamımız böyle bir vasiyet yapmazdı. Bu iki şahit yalancıdırlar. Bizim şahitliğimiz onlarınkinden daha doğrudur."

b- Yahya b. Ya'mur'a göre ise, önce şahitlere, daha sonra da mirasçılara yemin ettirmenin sebebi, şahitlerin, vasiyet eden kimsenin kendilerine, malından bir kısmını verdiğini iddia etmeleridir. Bu durumda vasiyet edenin velileri, şahitlerin iddialan hususunda şüpheye düşecek olurlarsa kendileri, şahitlerin yalancı olduklarına dair yemin ederler.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş şudur: "Şahitlerin yemin etmeye mecbur edilmelerinin sebebi, mirasçıların, onları, vasiyet malından bir kısmına ihanet etmekle suçlamalarıdır. Şahitler, mirasçıların bu ithamlarını bertaraf etmek için, mirastan herhangi bir mal saklamadıklarına dair yemin ederler. Mirasçıların yemin etmelerinin sebebi ise iki ihtimalden dolayı olabilir:

a- Şahitlere yaptıkları ithamın doğruluğunu ortaya koyacak yeni bir delilin meydana çıkmasıdır. O da başka bir kişinin, bu şahitlerin her ikisi veya biri aleyhine şahitlik etmesidir. İşte bu takdirde mirasçı olan kimse, iddiasının doğru olduğuna dair, o kimsenin şahitliği ile birlikte yemin eder. Böylece mirasçının iddiası geçerli olur.

b- Şahitler, mirasçıların ithamlarının tümünü veya bir bölümünü ikrar eder, vasiyet edilen maldan bir bölümünün kendilerinde bulunduğunu söyler. Fakat bu malın kendilerine verildiğini veya satıldığını iddia edecek olurlarsa ve buna dair de şahitleri bulunmazsa işte bu takdirde mirasçılar yemin ederek şahitlerin elinde bulunan o malların terekeye ait olduğunu söyler ve ona sahip olurlar.

Görüldüğü gibi Taberi'ye göre vasiyet hususunda şahitlere yemin ettirilmesinin sebebi, yalan söylemekle itham edilmelerinden veya yapılan vasiyeti saptırmalarından dolayı değil, vasiyet edilen malın bir kısmına ihanet etmekle suçlanmalarındandır. Zira İslam'ın hükümlerinde hiçbir şahide, şahitliğinde itham edilmesinden dolayı yemin ettirildiği görülmemiştir. Bu hususta ne Resûlüllah'tan sahih bir haber, ne de ümmetin bir icmaı vardır. Bu itibarla şahitlerin, vasiyet edenin kendilerine mal verdiğini iddia ettikleri için yemin ettirildiklerini söylemek isabetli değildir. Zira İslam alimleri, terekeden bir şeyin kendisine vasiyet edildiğini iddia eden kimsenin, yemin etmesi halinde büe terekeden herhangi bir şeye sahip olamayacağı, ancak buna dair bir şahidi bulunursa sözünün geçerli olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Bu da göstermektedir ki, vasiyette hazır bulunanların, bir kısım malların kendilerine vasiyet edildiğine dair yemin etmelerinin hiçbir tesiri yoktur. Bu itibarla bu âyette: "Bu iddiada bulunan şahitlere yemin ettirileceği beyan edilmiştir." iddiası isabetli değildir.

Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Şahitlere yemin ettirmenin asıl sebebinin, onların ihanetle suçlanmaları olduğu, mirasçılara yemin ettirilmesinin asıl sebebinin de, şahitlere yönelttikleri ithamın doğruluğuna dair yeni bazı delillerin ortaya çıkması meselesi olduğu, Resûlüllah'tan nakledilen bir kısım hadis-i şeriflerden de anlaşılmaktadır.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Temim ed-Dâri bu âyet hakkında şöyle dedi: "Vasiyet şahitliği hususunda benimle Adiy b. Beda dışındaki insanlar suçsuzdur. Temim ile Adiy, müslüman olmadan önce Hristiyan idiler. Ticaret için Şam'a gider gelirlerdi. Yine bir gün ticaret için Şam'a vardıklarında, Selim kabilesine mensup ve Haşimoğullarının azâdlı kölesi olan "Büdeyl b. Ebi Meryem" adlı bir kişi de ticaret için onların yanına geldi. O kişinin yanında bir de gümüş kap bulunuyordu. O gümüş kabi Kral'a satmak istiyordu. Elindeki en önemli ticaret malı da buydu. Sehm kabilesine mensup olan adam, yani Büdeyl hastalandı. Adiy ve Temim'e, geride bırakacağı mirasını ailesine vermelerini vasiyet etti ve öldü.

Temim diyor ki: "Biz o gümüş kabı alıp, bin dirheme saltık ve arkadaşım Adiy ile parasını aramızda bölüştük. Geri dönüp ailesinin yanına gelince de elimizde kalan terekesini ailesine verdik. Eşyalar arasında gümüş kabı bulamadılar ve bize sordular. Biz de Büdeyl'in, verdiğimiz mallar dışında bize bir şey bırakmadığını ve bize bunlardan başka bir şey teslim etmediğini söyledik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye göç ettikten sonra müslüman oldum ve bu yaptığımın günah olduğunu anladım. Ölen kişinin ailesine gidip durumu anlattım. Onlara beşyüz dirhem verdim. Arkadaşım Adiy'de de bir o kadarı bulunduğunu haber verdim. Bunun üzerine ölen kişinin ailesi Adiy'i alıp Resûlüllah'in huzuruna getirdiler. Resûlüllah onlardan şahit istedi. Bulamadılar. Bunun üzerine Resûlüllah onlara, kendi dinlerince katiyyet ifade eder bir şekilde Adiy'e yemin ettirmelerini emretti. Adiy de yemin etti. İşte bunun üzerine bu âyet, bundan önceki ve sonraki âyetler nazil oldu. Sonra Amr b. el-Ass ve Sehm kabilesinden başka bir kişi, gümüş kabın varlığına dair yemin ettiler. Bunun üzerine Adiy'den beşyüz dirhem zorla alındı. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 5, Hatfis No: 3059.

Diğer bir Rivâyette Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Sehm oğullarından bir adam, Temim ed-Dari ve Adiy b. Beda ile yola çıktılar. Sehm oğullarından olan kimse müsliimanların bulunmadığı bir yerde vefat etti. Temim ile Adiy, vefat eden kişinin malını getirdiler. Mirasçıları, terekeden altın yaldızlı gümüş bir kabın eksik olduğunu gördüler. Resûlüllah onlara yemin ettirdi. Sonra o kap Mekke'de bulundu. Kap kendilerinde bulunan insanlar: "Biz bunu Temim ile Adiy'den satın aldık." dediler. Bunun üzerine ölen kişinin velilerinden iki kişi: "Allah'a yemin olsun ki, bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha doğrudur. Bu kap, vefat etlen adamımızındır." diye yemin ettiler. İşte bunlar hakkında bundan önceki âyet nazil oldu. Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Suru: 5, Hadis No: 3060

Taberi diyor ki: "Zikrettiğimiz bu haberlerden anlaşılıyor ki, Allahü teâlâ'nın burada iki şahidi yemin etmekle mükellef kılması, mirasçıların, bu şahitleri, vasiyet edenin, kendilerine verdiği mala ihanet ettiklerine dair suçlamalarıdır. Zira böyle bir durumda dâvâlı olan kimse ancak yemin ederek kendisini kurtarmış olur.

Yeminin, şahitlerden sonra mirasçılara intikal etmesi ise, şahitlerin yalancı oldukları onaya çıkıp, terekeden mal aldıkları belli olunca mirasçıların, malın, iddia ettikleri gibi şahitlere ait olduğunu reddetmelerindendir. Böylece "İddia edene şahit, inkâr edene de yemin gerekir." kuralı burada da geçerli sayılmıştır.

Kadı Şüreyh, Katade ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, onlar âyet-i kerime’nin "Eğer ikisinin, günahı gerektiren bir şey yaptıkları oitaya çıkarsa, bu ikisinin, haksızlığa uğratmak istedikleri hak sahiplerinden, şahitliğe daha layık olan iki kişi öncekilerin yerine geçer." bölümünü şu şekilde izah etmişlerdir: "İlk şahitlik yapan iki kimsenin, günahı gerektiren bir şey yaptı klan ortaya çıkarsa, bunların yerine, müslümanlardan iki kimse veya öncekilerden daha âdil olan iki kimse şahitlik eder."

Bu hususta Kadı Şüreyh demiştir ki: "Eğer bir kişi yabancı bir yerde bulunur da vasiyetine şahit tutacak müslüman bir kimse bulamayacak olursa, o kimse, Yahudi veya Hristiyan yahut ateşperestleri vasiyetine şahit tutabilir. Bunların şahitlikleri geçerlidir. Ancak başka iki müslüman gelir de bunların yaptığı şahitliğin aksine bir şahitlik yapacak olursa, ben Müslümanların şahitliğini kabul eder, öncekilerin şahitliğini ise reddederim."

Taberi bu görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir.

108

Bu, şahitliklerini gerektiği gibi yapmaları, yahut yeminlerinden sonra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmaları için en iyi yoldur. Allah'tan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir topluluğu bidÂyete erdirmez.

Vasiyeti yerine getirenler hakkında beyan edilen bu hüküm en uygunudur. Zira bu hükme uyıılduğu takdirde, vasiyete sabit tutulanlar, hakkı söyleyip, doğru şahitlik etme zorunda kalacaklar ve ihanette bulunmayacaklardır. Keza bu şahitler, yeminlerinin kabul edilmeyerek yemin etme haklarının mirasçılara geçmesinden ve yalancılıklarının ortaya çıkarak, rezil olmalarından korkacaklardır. O halde yemin ederken Allah'tan korkun. Size gönderilen hükümelri dinleyip, onlarla amel edin ve bilin ki Allah, yoldan çıkan bir topluluğu hidâyete erdirmez.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- İbrahim en Nehai ve Abdullah b. Abbas'a göre bu âyet-i kerime mensuhtur.

b- Çoğunluğa göre ise âyet-i kerime mensuh değildir. Taberi de âyetin hükmünün İslam'ın genel kurallarına uygun olması hasebiyle mensuh olmadığı görüşünü tercih etmiştir.

Taberi bu hususta özelle şunları zikrediyor: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamber olarak gönderildiği günden bu güne kadar, müsliimanların yaşadıkları Allah'ın nizamında dâvâcı ile dâvâlı arasındaki dâvayı ispat şeklinin şöyle olduğu bilinmektedir: Eğer bir insanın aleyhine herhangi bir maldan dolayı dâva açılacak olursa, dâvâcı dâvasını ispatlamak zorundadır. Dâvâcı bunu ispat edemezse, dâvâlı ancak haklı olduğuna yemin ederek kendisini kurtarmış olur. Buna mukabil dâvâlı elinde bulunan malın aslında davacıya ait olduğunu itiraf eder ve davacıdan satın aldığını iddia edecek olursa, bu takdirde malı satın aldığını ispatlamak zorundadır. Aksi takdirde mal sahibi yemin ederek malını geri alır.

Görüldüğü gibi, bu son durumda dâvâcı, dâvâlı durumuna düşer. Böylece dâvayı ispat etme yükümlülüğü de ondan düşer. Dâvâcı durumuna geçen dâvâlıya intikal eder. Yemin etme yükümlülüğü de, davacı iken dâvâlı durumuna düşen mal sahibi olan davacıya geçer.

Bu Âyet-i kerime’de de aynen bu genel kaideler zikredilmektedir. Bu itibarla âyetin mensuh olduğunu söylemek caiz değildir. Şöyle ki, kendilerine vasiyeti yerine getirme vazifesi yüklenen vekiller, ellerinde bulunan malları mirasçılara teslim ederken, mirasçılar malların eksik olduğunu iddia ederlerse bu vekiller dâvâlı durumuna düşerler. Bu itibarla onlara yemin ettirilir. Şâyet bu vekiller, mirasçıların iddia ettikleri eksik malları, vasiyet edenden satın aldıklarını iddia edecek olurlarsa, bu takdirde mirasçılar dâvâlı durumuna düştüklerinden, yemin etme yükümlülüğü onlara geçer. Nitekim daha önce, Abdullah b. Abbas'ın, Resûlüllah'tan rivâyet ettiği, gümüş kap meselesini anlatan hadis-i şerifte de Resûlüllah, genel kaidelerde zikredilen bu kaideyi tatbik etmiştir. Önce, gümüş kabı almadıklarını iddia eden vekillere yemin ettirmiş, daha sonra gümüş kabın, vekillerde olduğu veya onlar tarafından satıldığı anlaşılıpda vekillerin, bunu vasiyet edenden satın aldıklarını iddia etmeleri üzerine de bu defa kabın, vasiyet edenin malı olduğuna dair mirasçılara yemin ettirmiş ve bu yeminle kabın bedelini mirasçılara iade ettirmiştir.

109

Allah, Peygamberleri bir araya topladığı gün "Ümmetiniz tarafından davetinize ne cevap verildi?" der. Onlar da "Hiçbir bildiğimiz yoktur, şüphesiz ki gaybları bilen ancak sensin." derler.

Âhiret gününden sakının. O gün Allah, Peygamberlerini bir araya toplayacak ve onlara: "Ümmetleriniz size ne cevap verdi?" diye soracaktır. Onlar ise, edeple cevap vererek: "Senin her şeyi kuşatan bilgin karşısında bizim herhangi bir bilgimiz yokdur. Şüphesiz ki sen, gaybı çok iyi bilensin, gizli ve açık hiçbir şey senden saklı kalamaz." derler.

Âyet-i kerime’de, âhirette Peygamberlere: "Ümmetleriniz size ne cevap verdi?" diye sorulduğunda onların: "Bizim herhangi bir bilgimiz yoktur." diyecekleri beyan edilmiştir.

Peygamberlerin, ümmetlerinin ne yaptıklarını bildikleri halde: "Bizim bir bilgmiz yoktur." demelerinin sebebi hakkında müfessirler çeşitli izahlarda bulunmuşlardır:

a- Süddi, Hasan-ı Basri ve Mücahid'e göre, Peygamberlerin: "Ümmetlerimizin ne cevap verdiğini bilmiyoruz." demelerinin sebebi; kıyamet gününün dehşetinden dolayı dikkatlerinin dağılmasından ve kendilerini toparlayamamalarındandır. Yoksa onların, ümmetlerinin, bildikleri hallerini inkâr etmelerinden değildir.

b- Mücahid'e göre ise burada Peygamberler: "Ümmetlerimizin ne yaptığı hakkında bilgimiz yoktur." derken: "Bizim, senin bize öğrettiğinin dışında herhangi bir bilgimiz yoktur?" demek istemişlerdir.

c- Abdullah b. Abbas'a göre ise; Peygamberler: "Ümmetlerimizin yaptıklarına dair herhangi bi bilgimiz yoktur." derken: "Bizim, senin bizden daha iyi bildiğinin dışında bir bilgimiz yoktur." demek istemişlerdir.

d- İbn-i Cüreyc'e göre bu âyetin izahı şöyledir: "Peygamberlere: "Sizden sonra ümmetleriniz ne bidatler yaptılar?" diye sorulacak. Peygamberler de o hususla: "Bizim herhangi bir bilgimiz yoktur?" diyeceklerdir.

Taberi bu görüşlerden, Abdullah b. Abbas'tan nakledilen üçüncü görüşün daha evla olduğunu söylemiş, Peygamberlerin burada: "Senin bizden daha iyi bildiğinin dışında bizim herhangi bir bilgimiz yoktur." diyeceklerini beyan etmiştir.

110

O gün Allah şöyle der: "Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken ve kemale ermiş iken insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. İznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yapıyor ve ona üflüyordun. O da iznimle kuş oluyordu. Anadan doğma kor olanı ve alaca hastalığına yakalanmkiş olan kimseyi iznimle iyileştirmiştin. Ölüleri iznimle kabirden çıkarıp diriltiyordun. İsrailoğullarına apaçık delillerle geldiğin ve onlardan inkâr edenlerin "Bu apaçık bir sihirdir," dedikleri zaman seni onlardan korumuştum.

Allah, Peygamberleri bir araya toplayıp onlara, ümmetlerinin ne yaptıklarını soracağı o kıyamet gününde Meryemoğlu İsa'ya şöyle diyecektir: "Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani bir zaman seni Ruhul Kudüs olan Cebrâil vasıtasıyla güçlendirmiş ve seni desteklemiştim. Sen insanlara, daha beşikte bir bebek iken ve kemale erdikten sonra da konuşuyordun. Yine hatırla; sana okuma yazmayı, her şeyin inceliği olan hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Yine bir zaman sen, benim öğretmem ve iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şeyler yapıyor, ona üflüyordan da, o da benim emrim ve iznimle kuş oluyordu. Ölüleri kabirlerinden çıkarıyor ve diriltiyordun. Yine hatırla, ben seni, İrailoğullarından kurtardım. Sen onlara, Peygamberliğini gösteren kesin delilleri getirince onlar seni öldürmeye kalkışmışlardı. Onların içinde kâfir olanlar, senin getirdiğin mucizeler için: "Bu apaçık bir sihirdir. Bunları yapan bir Peygamber değil, bir sihirbazdır." demişlerdi. Âyet-i kerime, Hazret-i İsa'nın, beşikte iken insanlarla konuştuğunu ve kemale enlikten sonra da konuşacağını bildirmektedir. Hazret-i İsa genç yaşında iken göğe çekilmiştir. Bu sebeple âyet, Hazret-i İsa'nın, tekrar yeryüzüne inerek yaşlanıncaya kadar yaşayacağına işaret etmektedir. Âyet-i kerime ayrıca Hrisliyanların: "İsa asılmıştır." şeklindeki iddialarını da yalanlamaktadır. Müfessirler, Allahü teâlâ'nın, Hazret-i İsa'ya hitahederek verdiği nimetleri zikretmesinin, Hazret-i İsa'yı göğe kaldırdıktan sonra mı olduğu yoksa âhirette mi olacağı hususunda ayrı görüşler beyan etmişlerdir. Biz, bir önceki âyetle ilgi kurarak bu hitabın âhirette olacağını söyleyen görüşü tercih ettik.

111

Hatırla, hani Havarilere: "Bana ve Peygamberime iman edin." diye bildirmiştim. Onlar da: "İman ettik. Şahit ol ki biz müslümanız." demişlerdi.

Ey İsa; yine hatırla bir zaman, yardımcıların olan Havarilere: "Beni ve Peygamberim İsa'yı tasdik edin." diye bildirmiştim. Onlar da "Ey rabbimiz, bize emrettiğini tasdik ettik. Bizim, boyun eğerek müslüman olduğumuza sen şahit ol." demişlerdi.

* Âyet-i kerime’de geçen ve "Bildirmiştim." diye tercüme edilen ve "Vahiy" kökünden türemiş olan (......) "Vahyettim." ifadesinden maksat, Süddi'ye göre "Kalblerine sokmuştum." demektir. Diğer bir kısım alimlere göre ise "ilham ettim." demektir.

112

Hani Havariler: "Ey Meryemoğlu İsa, Rabbinin gökten bize bir sofra indirmeye gücü yeter mi?" demişlerdi. O da: "Eğer iman ediyorsanız Allah'tan korkun." demişti.

Ey İsa, yine üzerine olan şu nimetimi hatırla. Hani bir zaman yardımcıların olan Havariler sana: "Ey Meryemoğlu İsa, Rabbin bizlere gökten çeşitli yemeklerle donatılmış bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi. Sen de onlara: "Eğer Allah'ın kudretini tasdik ed eni erd ensen iz böyle bir soruyu sormaktan korkun. Çünkü Allah hiçbir şeyden âciz değildir. İstediğinizi gönderdiği takdirde bu sizin için bir imtihan olabilir. Bu itibarla rızık hususunda Allah'a tevekkül edin."

Bir kısım âlimlere göre bu soruyu soran Havariler, aslında Allah'ın kudretinden şüphe etmiyorlardı. Fakat onlar bu ifadeleriyle, Hazret-i İsa'nın, Allahü teâlâ'dan yemek indirmesini isteyip istemeyeceğini öğrenmek istiyorlardı.

Hazret-i Âişe (radıyallahü anhâ) ve Said b. Cübeyr'in bu görüşte oldukları Rivâyet edilmektedir. İbn-i Ebi Müleyke, Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet etmiştir: "Havariler, Allah'ın, gökten sofra indirebileceğinden şüphe etmemişlerdir. Fakat onlar demek istemişlerdir ki: "Ey Isa, sen Rabbinden bunu dileyebilir misin?"

Âyeti bu şekilde izah edenler, ifadesini şeklinde, ifadesini de şeklinde okumuşlardır. Bu kıtaata göre âyetin bu bölümünün mânâsı: "Sen Rabbinden dileyebilir misin?" demektir.

Abdullah b. Abbas ve Süddi'ye göre ise bu âyette zikredilen Havariler, gerçekten dinleri hakkında şüpheye düşen, Hazret-i İsa'nın hak Peygamber olup olmadiğini anlamak için ondan mucize isteyen ve "Rabbin gökten bir sofra indirebilir mi?" şeklinde sorular soran kimselerdir. Abdullah b. Abbas bu hususta demiştir ki: "İsa (aleyhisselam) İsrailoğullarına: "Sizler Allah için otuz gün oruç tutup da sonra da ondan bir şey dileyecek olursanız, o size dilediğinizi verir. Çünkü çalışanın ücretini onu çalıştıran verir." demiştir. Onlar da otuz gün oruç tuttuktan sonra: "Ey hayırlar muallimi, bize dedin ki: "Çalışanın ücretini onu çalıştıran verir." Bize otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Biz onu yaptık. Biz, herhangi bir kimseye otuz gün çalışacak olsaydık o bizi, işi bitirir bitirmez yedirip doyururdu. Şimdi senin Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" dediler. İsa da dedi ki: "Eğer hakkıyla iman edenlerdenseniz bu gibi somları sormaktan dolayı Allah'tan korkun." Onlar da dediler ki: "Ondan yemeyi, kalblerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz."

Süddi diyor ki: "Hazret-i İsa'nın istemesi üzerine, Allah onlara etin haricinde, içinde her türlü yemek bulunan bir sofra indirdi. Onlar da ondan yediler."

Taberi, kendilerine yemek indirilmesini isteyen Havarilerin, dinlerinde ve Hazret-i İsa'nın hak Peygamber olduğu hususunda şüpheye düştükleri için gökten yemek indirilmesini istediklerini söyleyen görüşün daha evla olduğunu zikretmiştir.

113

Bunun üzerine dediler ki: "Ondan yemeyi, kalblerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve o sofraya şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz."

Bunun üzerine Havariler şöyle dediler. "Biz her şeyden önce muhtaç insanlarız. O sofradan yemek istiyoruz. Ayrıca gökten rızık indiğini görünce kalblerimiz huzura kavuşacaktır. Bir de bize tebliğ ettiğin Peygamberliğinde doğru olduğun hususundaki imanımız artacak ve bu sofranın, Allah katından Peygamberliğini gösteren bir mucize olduğuna dair insanlar karşısında şahitler olacağız. Bu sofrayı işte bunlar için istiyoruz."

Hazret-i İsa'dan, gökten yemek indirilmesini isteyen Havarilere Hazret-i İsa'nın: "Eğer Allah'a iman ediyorsanız, bu gibi somları sormaktan dolayı Allah'tan korkun." demesi üzerine Havariler de Hazret-i İsa'ya şu cevabı vermişlerdir: "Biz o sofradan yemek istiyoruz. Böylece Allah'ın her şeye kadir olduğunu yakınen öğrenmek istiyoruz. Allah'ın, dilediği her şeyi yapmaya kadir olduğuna, birliğinin kesin olduğuna dair kalblerimizin sükun ve istikrara kavuşmasını istiyoruz. Ayrıca senin, Allah'ın gönderdiği bir Peygamber olduğuna dair bize söylediğin sözlerde doğru söylediğini öğrenmek istiyoruz ve Allah'ın birliğine ve kudretine bir delil ve mucize olmak üzere, göndereceği sofrayı görüp, şahitlik edenlerden olmak istiyoruz."

114

Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Ey Rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir ki bize, bizden öncekilere ve bizden sonrakilere bir bayram olsun ve senden bir mucize olsun. Bizi rızıklandir. Sen, rızık verenlerin en hayırlisısın."

Meryemoğlu İsa şöyle dedi: "Ey Rabbimiz olan Allah'ım, gökten bize bir sofra indir de bizler ve bizden sonra gelenler o sofranın indiği günü bayram edinelim. Ve o günde sana ibadette bulunalım. Ayrıca o sofra senden, benim Peygamberliğimi gösteren bir mucize olsun. Sen bizi rızıklandır. Çünkü sen, rızıklandıranların en hayırlısısm."

Müfessirler: "Gökten bize bir sofra indir ki bize, bizden öncekilere ve bizden sonrakilere bir bayram olsun." cümlesindeki "Bayram olsun." ifadesinden neyin kastedildiği hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır.

Süddi, Katade ve İbn-i Cüreyc'e göre bu ifadeden maksat, "Biz, yemeğin indiği o günü bayram edinelim. Bizler de bizden sonra gelecek olan insanlar da o günü kutsal bir gün edinsinler." demektir.

Abdullah b. Abbas'a göre ise bu ifadeden maksat, "Biz, inen o sofradan hep birlikte yeyip bayram etmiş olalım." demektir.

Diğer bir kısım âlimlere göre de bu ifadeden maksat, "O yemek bizim için Allah tarafınan bir hatırlatma ve bir delil olsun." demektir.

Taberi bu izahlardan birinci izah şeklinin tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Yani, inen o sofra bizim için bir bayram olsun." ifadesiden maksat: "Biz, sofranın indiği o günü bayram edinelim ve insanların, bayram günlerinde Rablerine ibadet ettikleri gibi bizler de o günlerde namaz kılalım ve sana ibadet edelim." demektir. Taberi bu görüşü tercih etmesinin sebebinin "Bayram" kelimesinin Arapça'da bilinen mânâsının "Bayram yapma" demek olduğunu söylemiştir.

Allah'ın kelamını mümkün olduğunca en açık şekline göre yorumlamak esastır. Bu itibarla "Bayram"ı, "Bayram yapma" mânâsına almak daha evladır.

Müfessirler, bu âyette indirilmesi istenen sofranın fiilen indirilmiş olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir:

a- Abdurrahman, Atiyye, Abdullah b. Abbas, Vehb b. Münebbih, Mücahid, İshak b. Abdullah, Ammar b. Yasir, Katade, Meysere ve Za'zan gibi müfessirlere göre Allahü teâlâ istenen bu sofrayı gökten indirmiş, İsrailoğulları da ondan yemişlerdir. Ancak indirilen sofrada ne türlü yiyeceklerin bulunduğu hususunda bu âlimler de kendi aralarında çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

aa- Abdurrahman es-Selemî, Aliyye, Abdullah b. Abbas, Mücahid, İshak b. Abdullah ve Ammar b. Yasir'den nakledilen bir görüşe göre indirilen bu sofrada balık ve ekmek bulunuyordu. İsrailoğulları bu sofradan yeyip doyuyorlardı. Fakat onlar daha sonraları bir takım günahlar işlediler. Bu yüzden de Allahü teâlâ sofrayı indirmez oldu.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Meryemoğlu İsa'ya ve Havarilere gökten sofra indirilmiştir. Sofrada ekmek ve balık bulunuyordu. Onlar nerede konaklıyorlarsa sofra oraya geliyor ve onlar ondan diledikleri gibi yiyorlardı.

Bu hususta İsrailoğullarından biri diyor ki: "Ben Ammar b. Yasir'in-yanında namaz kıldım. O, namazı bitirince dedi ki: "Sen, İsrailoğullarına inen sofranın ne olduğunu biliyor musun?" Ben de dedim ki: "Hayır" O da dedi ki: "İsrailoğulları, Meryemoğlu İsa'dan, yiyecekleri ve tükenmeyecek olan bir sofra indirilmesini dilemesini istediler. Onlara denildi ki: "Sizler, indirilen sofradan bir şey saklamadıkça veya bir şeyine ihanet etmedikçe veya bir şeyini kaldırıp saklamadıkça o sizin için devamlı bulunacaktır. Şâyet bunlardan birini yapacak olursanız ben sizlere, âlemlerden hiçbir kimseye yapmadığım bir şekilde azap ederim." Sofranın indirildiği birinci gün tamamlanmadan İsrailoğulları ondan bazı şeyleri sakladılar. Kaldırıp belli yerlere koydular. Hainlik ettiler. Bunun üzerine de Allah onları, âlemlerden herhangi bir kimseyi cezalandırmadığı bir şekilde cezalandırdı. Ey Arap topluluğu, sizler de develerin ve koyunların arkasını bırakmayan kimselersiniz. Allah sizlere kendinizden Peygamber gönderdi. Siz onun soyunu biliyorsunuz. Allah sizlere Peygamberinizin lisanıyla bildirdi ki, sizler Araplara galip geleceksiniz. Allah sizlere, altın ve gümüşü biriktirip yığmanızı yasakladı. Allah sizlere, can yakıcı bir azapla azabedecekıir."

Ammar b. Yasir, İsrailoğullarına inen sofra hakkında Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Gökten inen sofra ekmek ve et idi. İsrailoğullarına, ihanet etmemeleri, ertesi gün için bir şey saklamamaları emredildi. Fakat onlar ihanet ettiler, sakladılar. Ertesi gün için sofradan yemek ayırdılar. Bu sebeple de Allah onları maymunlara ve domuzlara çevirdi,"

bb- Ammar b. Yasir ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre İsrailoğullarına gökten inen sofrada cennet meyveleri bulunuyordu. İsrailoğullarına, bunlardan herhangi bir şeyi saklamamaları emredildi. Fakat onlar bunlardan sakladılar, ihanet ettiler. Allah da onları maymunlara ve domuzlara çevirdi.

cc- Za'zan ve Meysereye göre ise İsrailoğullarına gökten indirilen sofrada etin dışında her türlü yemek mevcuttu.

b- Mücahid ve Hasan-i Basri'den nakledilen diğer bir görüşe göre Hazret-i İsa'nın, Allah teâladan, İsrailoğullarına gökten bir sofra indiımesini istemesine rağmen gökten herhangi bir sofra inmemiştir. Bu hususta Mücahid demiştir ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi, sadece bir darb-ı Mesel olarak indirmiş ve insanların, Peygamberlerinden kendilerine verilmeyen bir takım şeyleri istemelerini yasaklamıştır.

Hasan-ı Basri de demiştir ki: "Sofra indirildikten sonra sizden kim kâfir olursa ben ona, âlemlerden hiçbir kimseye yapmadığım bir azabı yaparım." denilmesi üzerine İsrailoğulları "Bizim böyle bir sofraya ihtiyacımız yoktur" demişler, bu sebeple de onlara herhangi bir sofra indirilmemiştir.

Taberi diyor ki: "Sofranın fiilen indirilip indirilmediği hususundaki iki görüşten, tercihe şayan olan görüş, sofranın indirildiğini söyleyen görüştür. Zira buna dair Resulüllahtan, sahabilerden ve onlardan sonra gelen müfessirlerden haberler zikredilmiştir. Buna ilaveten Allahü teâlâ, bundan sonra gelen âyette "Ben o sofrayı size indireceğim" buyurmuştur. Allahü teâlânm, verdiği vaadden dönmesi imkansızdır. Bu itibarla sofranın indirildiği muhakkaktır.

Sofranın üzerinde bulunan yiyecekler hakkındaki görüşler hususunda doğru olan söz, sofranın üzerinde yiyeceklerin bulunduğunu söyleyen sözdür. Bu yiyeceklerin, balık, ekmek olması da mümkündür, cennet meyveleri olması da mümkündür. Bu yemeğin ne olduğunu bilmemek bize herhangi bir zarar vermez.

115

Allah: "Ben o sofrayı size indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim inkâr ederse, âlemlerden hiç kimseye yapmadığım bir azapla onu azaplandınrım" dedi.

Ey Havaliler, ben o sofrayı size indiriyorum ve size yediriyorıım. Bu sofrayı indirmemden sonra sizden kim, Peygamberim İsa'nın Peygamberliğini inkâr eder, emir ve yasaklarımda bana karşı gelecek olursa ben onu öyle bir cezalandırırım ki, zamanındaki varlıklardan hiç birini o şekilde cezalandırmış olmam.

Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ yemeği indirmiş, İsrailoğulları da yemek indikten sonra inkâra düşmüşler, Allahü teâlâ da onları, maymun ve domuzlara çevirmekle cezalandırmıştır. Bunların, ahiretteki cezaları da dehşetli olacaktır."

Bu hususta Abdullah b. Artır demiştir ki: "Kıyamet gününde insanların en şiddetli azap görecek olanları üç sınıf insandır. Bunlar, münafıklar, kendilerine sofra inen İsrailoğullarından inkâra düşenler, bir de Firavun ailesidir."

Süddi ise, kendilerine sofra inenlere verilen azabın, kainatta hiçbir suçluya verilmeyen bir azap olduğunu söylemiştir.

Yukarıda da zikredildiği gibi Abdullah b. Abbas'tan da bu sofra ile ilgili olarak şunlar nakledilmiştir: "İsa, İsrailoğullarına dedi ki "Allah için otuz gün oruç tutup sonra ondan bir şeyler dilemeyi, onun da size dilediğinizi vermesini ister misiniz? Çünkü işçinin ücreti çalıştırana aittir."

Bunun üzerine İsrailoğulları, İsanın söylediğini yaptılar ve sonra şöyle dediler: "Ey lıaym öğreten muallim, bize "İşçinin ücreti çalıştırana aittir." dedin ve bize otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Biz de bunu yaptık. "Biz, herhangi bir kimseye otuz gün çalışsak, işi bitirdiğimizde bizi yedirip içirirdi. Rabbin bize gökten yemekle donatılmış bir sofra indirebilir mi?" İsa da "Eğer iman ediyorsanız Allah’tan korkun." dedi. Onlar da âyet-i kerime’de beyan edildiği gibi o sofrayı niçin istediklerini izah ettiler. Bunun üzerine Hazret-i İsa, Allahü teâlâdan, sofranın indirilmesini istedi. Allahü teâlâ da sofrayı indireceğini, sofranın inişinden sonra da nankörlük edenler olursa onları en şiddetli azaba çarptıracağını belirtti. Bundan sonra Melekler gökten, üzerinde yedi balık ve yedi ekmek bulunan bir sofra indirip İsrailoğullarının önüne koydular. Onlar da sofradan yeyip hepsi doydular.

116

Yine bir zaman Allah şöyle demişti: "Ey meryemoğlu İsa, sen insanlara: "Allah’ı bırakıp ta beni ve annemi iki ildlı edin." dedin? İsa dedi ki: "Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan şeyleri söylemek bana yakışmaz. Eğer böyle söylemişsem sen onu. bilirsin. Sen benim içimdikleri bilirsin. Ben ise senin gizlediklerini bilmem. Şüphesiz ki sen, gayblan çok iyi bilensin.

Allah, Peygamberleri bir araya toplayacağı kıyamet gününde veya İsayı göğe kaldırdığı zamanda ona, "Ey Meryemoğlu İsa, insanlara sen mi dedin ki: "Allah'ın dışında beni ve annemi, kendisine ibadet edilen iki ilâh edinin?" İsa d: ı ona dedi ki: "Ey rabbim ben, böyle bir şeyi yapmak veya konuşmaktan beriyim. Seni bundan tenzih ederim. Benim, hakkım olmayan böyle bir şeyi söylemeye ne haddim var? Çünkü ben de annem de senin yarattığın kullarız. Kulların nasıl olur da rablık iddiasında bulunabilirler? Şâyet ben böyle bir şey söylemiş olsaydım sen onu bilirdin. Çünkü senden hiçbir şey gizli değildir. Sen benim kalbimde gizlediğim şeyleri dahi bilirsin. Açıkça söylediğim şeyleri nasıl bilmezsin? Ben, senin bana bildirmediğin şeyleribilmem. Şüphesiz ki sen, senin dışında kimsenin bilemeyeceği gizli şeyleri bilensin.

Miifessirler, Allahü teâlânın, Hazret-i İsaya kendisini ve annesini Hristiyanların ilâh edinmelerini kendisinin mi söylediği hususunu ne zaman sorulduğu hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Süddiye göre Allahü teâlâ, Hazret-i İsaya bu soruyu onu göğe kaldırdığı zaman sormuştur. Zira İsa göğe çekildikten sonra Hristiyanlar, onun ve annesinin hakkında bir kısım batıl iddialarda bulunmuşlar ve bu iddiaları kendilerine İsanın telkin ettiğini söylemişlerdir. Allahü teâlâ da İsayı göğe kaldırdığında bunları İsaya sormuştur.

b- İbn-i Cüreyc ve Katadeye göre ise Allahü teâlâ bu soruyu İsaya kıyamet gününde, Hristiyanları teşhir etmek için soracaktır. Bu sorunun kıyamet gününde sorulacağı, bundan sonra gelen yüz on dokuzuncu âyetten de anlaşılmaktadır. O âyette şöyle buyurulmaktadır: "Allah şöyle dedi: "Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda vereceği gündür."

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Süddinin zikrettiği

birinci görüştür. O da, Allahü teâlânın İsaya bu somya göğe kaldırdığı zaman sorduğunu söyleyen görüştür. Allahü teâlâ burada, geçmişte cereyan alen bir hadisenin haberini bizlere bildirmiştir.

Bu görüşün tercih edilmesinin iki sebebi vardır.

a- Cümlenin başında (......) kelimesi bulunmaktadır. Bu kelimenin Arapçada her ne kadar delil bulunduğunda gelecek zaman için kullanıldığı vaki ise de aslında geçmiş zaman için kullanılır. Allahü teâlânın kelamını mümkün olduğu sürece, en çok kullanıldığı şekilde izah etmek daha uygundur. Bu itibarla Allahü teâlânın bu soruyu Hazret-i İsaya, geçmişte sorduğunu söylemek daha isabetlidir.

b- Allahü teâlânın, bu soruyu İsaya kıyamette soracağı söylenildiği takdirde Hazret-i İsanın, müşrik olarak ölenlerin affedilip affedilmeyecekleri hususunda şüphe ettiği zannedilmiş olur. Zira bundan sonra gelen yüz on sekizinci âyette Hazret-i İsanın şöyle dediği zikredilmektedir. "Eğer onlara azap edersen şüphesiz onlar senin kullarındır. Şâyet bağışlarsan muhakkak ki sen her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin."

Hazret-i İsanın ve diğer herhangi bir Peygamberin böyle bir şüpheye düşmeyecekleri kesin olduğuna göre Allahü teâlânın bu soruyu Hazret-i İsaya, geçmişte göğe kaldırdığı zaman sormuş olduğunu söylemek daha isabetlidir.

Taberi diyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Allahü teâlâ, İsa'nın, Hristiyanlara, kendisini ve annesini ilâh edinmelerini söylemediğini bildiği halde niçin İsa'ya bunu sormuştur?" Cevaben denilir ki: "Bu husus iki şekilde izah edilebilir.

a- Hazret-i İsayı bu gibi şeylerden sakındırmak ve bu şeylerin çok tehlikeli şeyler olduğunu bildirmektir.

b- Hazret-i İsaya, kavminden ayrıldıktan sonra, onların, verdikleri sözü bozduklarını, dinlerini değiştirdiklerini bildirmektir.

117

Ben onlara sadece, bana emrettiklerini söyledim. "Benim ve sizin rabbiniz olan Allah’a ibadet edin." dedim. Aralarında olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni vefat ettirdiğin zaman, onları sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Hazret-i İsanm insanlara: "Allah’ı bırakın da beni ve annemi iki ilâh edinin" diyen sen misin? sorusuna karşı nasıl bir cevap verdiğim zikretmiştir.

Tavus, Hazret-i İsa'nın verdiği bu cevabı ona Allahü teâlânın öğrettiğini beyan etmiştir.

Abdullah b. Ahhas bu âyetin izahında şunları söylemiştir:

"Bir gün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hutbe okudu ve şöyle buyurdu: "Ey insanlar şüphesiz ki siz, Allah'ın huzurunda yalınayak, çırılçıplak ve sünnetsiz olarak toplanacaksınız." sonra şu âyet-i kerime’yi okudu: "Onları ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteeceğiz. Bu bizim bir vaadimizdir. Şüphesiz biz vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz. Enbiya sûresi, 21/104 Daha sonra şöyle buyurdu: "İyi bilin ki kıyamet gününde, yaratılanların ilk elbise giydirileni İbrahim olacaktır. Yine iyi bilin ki ümmetimden bir kısım insanlar getirilecek ve onlar sol tarafa doğru götürüleceklerdir. Ben: "Ey rabbim, bunlar benim ashabım." diyeceğim. Bana "Sen bunların senden sonra ne yaptıklarını bilmiyorsun." denilecektir. Ben de şu salih kulun söylediği sözü söyleyeceğim. "Aralarında bulunduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni vefat ettirdiğin zaman onları sen gözlüyordıın." Bana şöyle denecektir: "Sen onlardan ayrıldıktan sonra dinden döndüler ve mürted olarak devam ettilet. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 5, bab: 14

118

Eğer onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Şâyet bağışlarsan muhakkak ki sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.

Ey rabbim, eğer sen beni ve annemi ilâh edinenleri, bu inançları üzerinde öldürür de onlara ahi ret te azap edecek olursan kimsenin sana karşı gelmesi mümkün değildir. Çünkü onlar senin kullarındır. Senin iradene boyun eğmek mecburiyetindedirler. Şâyet sen, ölmelerinden önce onlara hidâyet nasibeder ve günahlarını da bağışlayacak olursan şüphesiz ki sana karşı gelecek kimse yoktur. Zira sen, dilediğini cezalandırmada her şeye galipsin. Kimse sana karşı duramaz. Yaratıklarından kimin hidâyete kavuşup tevbe etmeye layık olduğunu bilen ve hikmet sahibi olansın.

Süddi bu âyeti şöyle izah etmiştir: "Eğer onları Hristiyanlıkta bırakıp âhirette de cezalandıracak olursan onlar senin kullarındır. Şâyet onları Hristiyanlıktan çıkarıp İslama iletecek olursan şüphesiz ki sen, her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin." Süddi demiştir ki: "Bu söz, İsanın dünyada iken söylediği bir sözdür."

Bu âyet-i kerime, bütün işlerin Allah'ın iradesiyle olacağını, çünkü onun, dilediğini yapabileceğini ve yaptıklarından dolayı onu hiç kimsenin hesaba çe-kemeyeceğini beyan etmekte, Hazret-i İsanın da Hristiyanların iftiralarından uzak olduğunu bildirmektedir.

Ebû Zer el-Gifari bu âyetin izahında şunları söylemiştir:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir gece namaz kıldı ve namazda devamlı olarak bu âyet-i kerime’yi okudu. Öyle ki rükuda da secdede de bu âyeti okuyordu.. Sabah olunca dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, devamlı olarak bu âyeti okudun. Hatta rükuda da secdede de bunu okudun." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, rabbim tealadan ümmetim için şefataçi olmayı diledim o da bunu bana verdi. Ümmetimden, Allah ortak koşmayanlar inşaallah bu şefaate nail olacaklardır. Ahmed b. Hanhel, Müsned, c. 5, s. 149

119

Allah şöyle dedi: "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlar için altlarından akar cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Kıraat âlimleri bu âyette zikredilen kelimesini iki şekilde okumuşlardır:

a- Bazı Hicaz ve Medine Kurcaları ile bütün Irak kurcalan kelimesini öt re okumuşlardır. Bu kıraati esas alan müfessirler, Allahü teâlânın bu sözleri kıyamet gününde söyleyeceğini beyan etmişlerdir. Süddi bu görüşte olan âlimlerdendir. Ona göre Allahü teâlâ Hazret-i İsayi göğe kaldırınca ona Hristiyanların, kendisini ve annesini iki ilâh edinmelerini kendisinin mi söylediğini sormuş Hazret-i İsa da böyle bir şey söylemediğini dünyada iken beyan etmiştir. Allahü teâlâ bu doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceğini ve onların cennetlere konulacaklarını âhirette kendisine söyleyecektir.

b- Bazı Hicaz ve medine kurraları ise kelimesini üstün olarak okumuşlardır. Taberi de bu kıraati tercih etmiştir. Bu kıraata göre Allahü teâlâ bu sözleri âhirette söyleyecek değildir. Dünyada söylemiştir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir: "Allah, kendisini tenzih ettiğini söyleyen İsaya demiştir ki: "Senin dünyada iken söylediğin bu söz, doğru söyleyenlerin doğru sözlerinin kendisine fayda vereceği kıyamet gününde faydalı olacak bir sözdür. Yani senin bu sözün doğru bir sözdür. Bu söz sana âhirette faydalı olacaktır. Zira ahi ret gününde doğru söyleyenlerin sözleri kendileri için faydalı olmaktadır. İşte o günde doğru söyleyenler için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah, kendi verdikleri söze bağlı kalarak emirlerini tutup yasaklarından kaçınan bu doğru söyleyenlerden razı olmuş, bunlar da, kendilerine vaad ettiği şeyleri âhirette veren rablerinden razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş dabudur.

120

Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların mülkü Allah’a aittir. O, her şeye kadirdir.

Ey Hristiyanlar, göklerin ve yerin ve onlarda bulunanların mülkiyeti ve idaresi, sizin zannettiğiniz gibi, ilâh edindiğiniz İsa'ya, annesine veya göklerde ve yerde bulunan herhangi bir yaratığa ait değil yalnızca Allah’a aittir. Zira gökler, yer ve onlarda bulunan varlıklar, Allah'ın yarattıklarının bir bölümüdür. İsa ve annesi de bu yaratılanların içinde bulunan ve bunların içinde hareket eden varlıklardır. Bu da göstermektedir ki onların ikisi de içinde yaşadıkları dünyaya sahip olan Allah'ın yaratıklarıdır. Allah her şeye kadirdir, bütün kainatı yoktan var ettiği gibi tekrar yok etmeye de kadirdir. İsa ve annesini de yok etmeye kadirdir. O halde nasıl olur da o iki aciz yaratık ilâh olabilir?

Allahü teâlâ bu âyet-i kelimesiyle. İsa'yı ve annesini ilâh edinen Hristiyanları ve bütün yaratıklarını, deliller beyan ederek uyarmakta, düşünmelerini, öğüt almalarım ve idrak etmelerini istemektedir.

Abdullah b. Amr, Kur’an’ın en son inen suresinin Maicle süresi olduğunu söylemiş Abdullah b. Abbas ise en son inen surenin Nasr sûresi olduğunu söylemiştir Bkz. Tirmizi K. Tefsir el-Kur'an Sûre 5 Hadis No: 3063

Göklerin, yerin ve orada bulunan varlıkların mülkiyeti sadece Allah'a aittir. Allah onlarda dilediği gibi tasarrufta bulunur. Hristiyanların zannettikleri gibi İsanın bunlarda herhangi bir tasarruf hakkı yoktur. Allah her şeye gücü yetendir, hiçbir şey onu âciz bırakamaz.

0 ﴿