EN'AM SÛRESİEn'am sûresi yüz altmış beş âyettir ve 20.23.91.93.114.141.151.152 ve 153. âyetleri Medinede diğerleri Mekkede nazil olmuştur. Bu sûre-i Celile de diğer Mekki surelerde olduğu gibi inanç konusunu işliyor. Göklerde ve yerde ilahlık ve kulluk meselesini ele alıyor. Bütün insanları, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehadeî etmeye davet ediyor. Onlara hak olan rablarını tanıtarak ondan başkasına ibadet etmemelerini, yalnızca ona ibadet edip sadece ondan yardım dilemelerini emir ve tavsiye ediyor. Sûre-i Celile, ortada Allah'ın birliğine dair yiğınlarca delil bulunduğu halde ona şirk koşanları, çevrelerinde bulunan bu delillerle yüz yüze getirerek başlıyor. İnsanları, hem bütün varlıklar âlemini kaplayan hem de kendi varlıklarını kuşatan delillerle karşı karşıya getiriyor. Ve Allah'ın varlık ve birliğini müessir bir şekilde ifade eden şu âyetlerle gerçekleri dile getiriyor: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Öyle iken kafirler hâlâ rablerine başkalarını eşit sayıyorlar." "Sizi çamurdan yaratan sonra size bir ecel tardir eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de onun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz." "Göklerde ve yerde Allah sadece O'dur. O sizin gizlinizi ve açığınızı da ve ne kazandığınızı da bilir." Bu âyetlerle başlayan sûre-i celilede devamla, her şey Allah’ın varlık ve birliğini ikrar ettiği halde bu delillerle doğru yolu bulamayan kafirlerin bu inkâr ve inatlarını neden sürdürdüklerine ve sonlarının nasıl olduğunu temasla buyuruluyorki: "Böyle iken onlara rablerinin âyetlerinden bir âyet gelince hemen ondan yüz çevirirler." "Hak kendilerine gelince hemen onu yalanladılar. Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir." "Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından dolayı helak ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil var ettik." Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibinin, bütün rmıhlukatı rızıklandıranın fakat kendisinin böyle bir şeye ihtiyacı olmayanın, fayda ve zarar verme kudretine sahib olanın ve kullan üzerinde kahredici bir gücü bulunanın da yine Allah olduğu gerçeği de şöyle beyan ediliyor: "De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" de ki: "Allah’ındır." o, merhamet etmeyi üzerine almıştır. Muhakkak ki o sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Hüsrana düşenler, inanmayanlardır." "Gece ve gündüzde barınan her şey ona aittir. O, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir." "Ey Rasûlüm, de ki: "Gökleri ve yeri yaratan, rızıklandıran fakat rızka ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineyim? Ve de ki: "Şüphesiz ben, müslümanlarm ilki olmakla emrolundum." Asla ortak koşanlardan olmam." "O, kulları üstünde kahredici güce sahiptir. Ve o, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır." Sûre-i celilede bundan sonra Allahü teâlâ, Resûlüllah’ın tebliğde bulunduğu insanların, kendisini yalanlamalarından dolayı duyduğu üzüntüyü gideriyor ve onu sevindiriyor. Geçmiş Peygamberleri örnek göstererek üzül memesini beyan ediyor: "Ey Rasûlüm, onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar fakat o zalimler Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar." "Senden önce de nice Peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelinceye kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah’ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, Peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi." İlahlığın gerçeğini beyan etmek, insanlara hak olan rablarını tanıtmak ve onları, sahte ilahların kulluğundan kurtarıp sadece Allah’a kulluk ettirmek gibi dinin temel esaslarını beyan ve tebliğ eden sûre-i celile, bu kadar muhteşem deliller getirdikten sonra, akıllara en ikna edici delil ve gerçekleri beyan ettikten sonra şu âyet-i kerimelerle sona eriyor. "De ki: "Allah her şeyin rabbi iken ondan başka bir rab mı ariyayım? Herkesin kazandığı günah ancak kendi aleyhinedir. Hiçbir kimse başkasının günahını taşımaz. Sonra dönüşünüz yine rabbinizedir. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir." "Verdiği şeylerde sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün Halifeleri kılan ve sizi derece bakımından birbirinizden üstün yapan O'dur. Şüphesiz ki rabbin, azabı sür'atü olandır. O, çok affeden ve çok merhamet edendir." Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle, 1Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur. Böyleyken kâfirler hâlâ rablerine başkalarını denk tutuyorlar, *Bu âyet-i kerime, kafirlerin, yaratıcıları olan Allah'ın dışındaki varlıklara tapmalarını kınamakta ve bunların hallerinin şaşılacak bir hal olduğunu bildirmektedir. Yüce mevla insanların, düşünüp ibret almaları için veciz ve beliğ bir şe-kilde bu âyet-i kerime’yi göndermiştir. Evet ,bütün kainatı yokken var eden sadece O'dur. Yarattığı bu kâinattaki göklerin ve yerin içine, insanların, hayattayken ihtiyaçlarını karşılayacak nimetleri koymuş, böylece yağmurları gökten indirmiş, kulların hizmetine âmâde olan güneş ve ay gibi gezegenleri orada yörüngelerine koymuş, yerden, yarattıklarının gıdalarını bitirmiş, sularını var etmiştir. Bütün bunları yapana, herhangi bir âciz yaratık denk tutulabilir mi? Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî demiştir ki: "Tevrâtın girişi, En'am suresinin girişi gibidir. Âyet-i kerime’de kafirlerin bir takım putları, rableri olan Allah’a denk tuttukları zikredilmektedir. Burada zikredilen kafirlerden maksat İbn-i Ebza'ya göre, ehl-i kitaptır. Katade Süddi ve İbn-i Zeyde göre ise putlara tapan müşriklerdir. Taberiye göre de âyet-i kerime, kâfirlerin tümünü ifade etmektedir. 2Sîzi çamurdan yaratan, sonra size bir ecel takdir eden O'dur. Tayin edilen bir ecel de onun katındadır. Sonra bir de şüphe ediyorsunuz. Sizin atımız olan Âdemi çamurdun yaratan, sonra ölümünüz için size belli bir vakit tayin eden O'dur. Ayrıca dirilip kabirlerinizden kalkmanız için tayin edilen bir zaman da onun katındadır. Sonra yine de öldükten sonra, Allah'ın sizi dirilteceğine dair kudretinden şüphe ediyorsunuz ha? *Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, bir ecel takdir ettiği, tayin edilen bir ecelin de Allah'ın katında bulunduğu zikredilmiştir. Müfessirler, takdir edilen ve tayin edilen bu ecellerden nelerin kastedildiği hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır. a- Hasan-i Basri, Katade ve Dehhak'a göre takdir edilen ecelden maksat, kulun yaratılmasıyla ölmesi arasındaki eceldir. Tayin edilen ecelden maksat ise kulun ölümünden sonra dirilmesine kadar devam eden süredir. b- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade, Hasan-ı Basri, İkrime ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre Allah'ın takdir ettiği ecelden maksat, dünya hayatında yaşanan eceldir. Katındaki tayin ettiği ecelden maksat ise kıyamet günündeki zamandır. c- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre takdir edilen ecelden maksat uykudur. Zira, kişi uyurken ondan ruh çıkar, uyanınca tekrar ona döner. Tayin edilen ecelden maksat ise, insanın ölümüdür. d- İbn-i Vehb'e göre ise takdir edilen ecelden maksat insanların Âdem'in sulbünden çıkarılıp kendilerinden, iman edeceklerine dair ahit alınmasıdır. Tayin edilen ecelden maksat ise, dünya hayatıdır. Taberi diyor ki, Bana göre doğru olan görüş takdir edilen ecelden maksat dünya hayati, tayin edilen ecelden maksat ise âhiretteki zamandır" diyen görüştür. Bu âyet-i kerime, dünyada yaşayan her canlının belli bir eceli yanında, dünyanın da belli bir eceli bulunduğunu, zamanı gelince onun da sona ereceğini biklinnekte ve sadece Allah'ın sonsuz olduğuna işaret etmektedir. 3Göklerde ve yerde Allah, sadece O'dur. O, sizin, gizlinizi de açığınızı da bilir. Ve ne kazandığınızı da bilir. Ey insanlar, göklerde ve yerde Allah, sadece O'dur. O, sizin, içinizde sakladığınız gizlilikleri de, açığa vurduğunuz söz ve işlerinizi de bilir. Dünya hayatında neler elde ettiğinizi de bilir. Âyet-i kerime, Övülmeye ve ihlasla ibadet edilmeye layık olan Allah'ın, bu sayılan sıfatlara sahip olduğunu, bu itibarla herhangi bir menfaat veya zarar vermekten âciz olan şeylerin ilâh olamayacaklarını bildirmektedir. 4Onlara, rablerinin âyetlerinden hiçbir âyet gelmesin ki, ondan yüzçevirmiş olmasınlar. Allahü teâlâ, inatçı ve yalancı olan müşriklerin durumunu bizlere bildirerek buyuruyor ki: "Bunlara Allah'ın birliğini ve Peygamberin doğruluğunu gösteren herhangi bir delil veya mucize geldiğinde ondan yüzçevirirler. Kendilerini ilgilendimuyomıuş gibi hiç aldırış etmezler. Müşriklerin huyu böyledir. 5Hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Alaya aldıkları şeyin haberi yakında kendilerine gelecektir. Peygamberliği Hak olan Muhammed kendilerine gelince onu yalanladılar. Alay ettikleri Âyetlerin ve Peygamberlerimizin, gerçekten tarafımızdan gönderilmiş olduklarını bildiren haberler yakında kendilerine gelecektir. Bu âyet-i kerime, alay etmelerinden dolayı kâfirleri tehdit etmektedir. Nitekim kafirler Bedir savaşında bu tehditlerin bir kısmının ne olduğunu görmüşlerdir. 6Kendilerinden önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları, günahlarından dolayı helak ettik ve kendilerinden sonra başka bir nesil var ettik. Hakkı yalanlayan bu kâfirler, kendilerinden önce nice ümmetleri helak ettiğimizi hiç görmezler mi? Biz o ümmetlere yeryüzünde mal evlat, makam, mevki, bolluk ve nüfus çokluğu bakımından size vermediğimiz büyük imkanlar verdik. Onlara gökten bol yağmurlar indirdik. Altlarından ırmaklar akıttık. Fakat onlar, rablerinin nimetlerine karşı nankörlük edip Peygamberlerine karşı gelince, biz onları, işledikleri günahları sebebiyle helak ettik, ve onlardan sonra yerlerine başka nesiller var ettik. Sizler bunlardan ibret alın. Onların başına gelenlerin sizin de başınıza geleceğini düşünün. Çünkü Allah katında, sizin onlara bir üstünlüğünüz yoktur. 7Ey Rasûlüm, sana, kağıtta yazılı bir kitap indirmiş olsak da onu elleriyle tutsalardı yine de o kafirler: "Muhakkak ki bu apaçık bir sihirdir" derlerdi. Ey Rasûlüm, şâyet biz, tarafımızdan sana gelen vahyi kağıt üzerinde yazılı bir şekilde göndermiş olsaydık, onlar da o yazıyı bizzat elleriyle tutup görmüş olsalardı yine o kâfirler: "Bu kitap apaçık bir sihirdir, bununla bizim gözlerimizi büyüledin" derlerdi. 8"Ona bir melek indirilseydi ya." dediler. Eğer bir Melek indirmiş olsaydık iş bitmiş olurdu. Sonra onlara hiç mühlet verilmezdi. O kâfirler, "Peygamberlere gökten bir Melek indirilse de onun, Allah tarafından bize gönderilmiş bir Peygamber olduğunu doğrulamış olsaydı ya." derler. Şâyet biz Melek gönderirsek sonra da onlar bu Meleğe inanmayıp onu da yalanlarlarsa görecekleri azap ertelenmez, hemen geliverir. Böylece iş bitmiş olur. Ve onlara asla mühlet verilmezdi. 9Eğer Peygamberi Melekten yapsaydık, onu, erkek kişi suretinde kılardık. Onları yine de düştükleri şüpheye düşürürdük. Eğer onların istedikleri gibi biz, insanlara, meleklerden bir Peygamber gönderseydik, insanların ondan vahiy alabilmeleri ve onunla muhatap olabilmeleri için o meleği de bir erkek adam suretinde gönderirdik. Çünkü insanların yapısı, Meleği kendi suretinde görmeye müsait değildir. Durum böyle olsaydı onlar yine de "Acaba bu Melek mi yoksa insan mı?" diye şüpheye düşerlerdi. Kitabı tahrif eder aslının ne olduğunu bilmez hale gelirlerdi. 10Şüphesiz ki senden önceki Peygamberler ile de alay edilmişti. Onlarla alay edenleri, alay konusu ettikleri şey, çepeçevre kuşatıverdi. Bu âyet-i kerime, kâfir ve müşriklerin, Hazret-i Peygamberi yalanlamalarına karşı onu teselli etmekte ve Allahü teâlâ "Onların alaylarına üzülme. Çünkü senden önceki ümmetlere gönderilen peygamberler de ümmetleri tarafından alaya alınmışlardır. Bu, kâfirlerin, süregelen âdetleridir" buyunnaktadır. 11De ki: "Yeryüzünde dolaşın. Sonra da, yalanlayanların akıbetleri nasıl olmuş bir görün. Ey Rasûlüm, putları bana denk tutan, seni yalanlayan ve getirdiğini inkâr eden o müşriklere de ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın, Peygamberlerini yalanlayan, onlara karşı inatçılık yapan geçmiş ümmetlerin akıbetlerinin ne olduğuna bir bakın. Onlar daha dünyadayken, çeşitli azaplara uğratılmışlardır. Aynı şeylerin sizlerin de başına gelmesinden sakının." 12De ki: "Göklerde ve yerde olanlar kimindir?" De ki: "Allah'ın-dır." O, merhamet etmeyi üzerine yazmıştır. Muhakkak ki o, sizi, kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacaktır. Kendilerini ziyana sokanlar iman etmezler. Ey Rasûlüm, putlan rablerine denk tutan o müşriklere de ki; "Göklerde ve yerde bulunanların mülkiyeti ve hükümranlığı kime aittir?" Her şeyden aciz olan bu putlara mı yoksa, her şeye kadir olan Allah’a mı? Ey Rasûlüm, de ki: ... Oralarda bulunanların mülkiyeti, her şeye boyun eğdiren, otoritesiyle her şeyi kahretme gücünde olan Allah’a aittir. Kendilerine dahi herhangi bir menfaat ve zarar veremeyecek olan aciz putlara ait değildir. Ancak Allah, dünyada iken kullarına merhametli davranmayı üzerine yazdığı için, Allah’a ortak koşan o müşrikleri derhal cezalandırmaz. Ortak koşmalarından vaz geçip iman etmeleri için mühlet verir. Yemin olsun ki, Allah sizleri, kendisinde şüphe olmayan kıyamet gününde bir araya toplayacak ve herkese, yaptığı amelinin karşılığını verecektir. Putları, rablerine denk tutarak kendilerini zarara uğratanları da kıyamet gününde bir araya toplayacak, onlar, kendi kendilerini aldattıkları için Allah'ı birlemezler. Onun vaad ve cezalanın tasdik etmezler ve Muhammedin Peygamberliğini ikrar etmezler. Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın üzerine merhametli olmayı yazdığı zikredilmektedir. Bu husus zikredilerek Allahü teâlâya kulluk etmekten yüz çevirenler, tevbe etmeye teşvik edilmekte ve yaptıkları kötülüklerden vaz geçmeleri istenmektedir. Allahü teâlânın. merhametli olmayı üzerine yazdığı hususunda: Ebû Hureyre'nin Resûlüllahtan şunu Rivâyet ettiği zikredilmektedir. Ebû Hureyre'nin Resûlüllahtan şunu Rivâyet ettiği zikredilmektedir. "Allahü teâlâ mahlukatı var edince Arşın üzerinde kendi katında bulunan kitabına şunu yazmıştır. Şüphesiz ki merhametim gazabıma galip gelmiştir Buhârî, K. et-Tevhid, b. 15, 22, 55/Müslim k. et-Taberi b. 14, 16, H.N. 2751/Tirmizî, K. et-Davât b. 100 HN. 3541 Selman-i Farisi de Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu söylemiştir: Şüphesiz ki Allah, gökleri ve yeri yarattığı gün, yüz tane rahmet yaratmıştır. Her rahmeti, gökle yerin arasını kaplayacak kadardır. Bu rahmetlerinden yalnız bir tanesini yeryüzüne yerleştirmiştir. İşte o rahmetiyle anne çocuğuna merhamet eder. Vahşi hayvanlar ve kuşlar, birbirlerine merhamet ederler. Kıyamet günü olduğunda da o rahmetleri yle bu rahmetini birleştirecektir. Müslim K. et-Tevbe b. 21 HN. 2753 Yine Ebû Hüreyre Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Şüphesiz ki, Allah'ın yüz rahmeti vardır. Onlardan bir rahmetini cinlerin, insanların hayvanların ve haşeratın arasına indirmiştir. Onunla birbirlerine şefkat gösterirler, merhametli davranırlar. Ve yine onunla vahşi hayvanlar yavrularına merhamet ederler. Allah, doksan dokuz rahmetini ise geride bırakmıştır. Onlarla kullarına kıyamet gününde merhamet edecektir. Müslim, k. et-Tevbe b. 19 HN. 2752 Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, göklerin ve yerin mülkünün kendisine ait olduğunu, yarattıklarına karşı merhametli davranmayı kendi üzerine yazdığını ve bütün yükümlüleri kıyamet gününde mutlaka bir araya toplayacağını, iman etmeyen kimselerin, kendilerini ziyana sokan kimseler olduklarını bildirmektedir. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifinde, Allahü teâlânın merhameti hususunda şöyle buyurmaktadır: "Allahü teâlâ mahlukati var edince arşın üzerinde kendi katında bulunan kitabına şunu yazmıştır. "Şüphesiz ki merhametim gazabıma galip gelir. Buhari, K. et-Tevhid, bab: 15, 22, 28, 55/Müslim, K. et-Tevbe, bab: 14,16, Hadis No: 2751, Tirmizî, K. ed-Dâvât, bab: 100, Hadis No: 3541 13Gece ve gündüzde barınan herşey ona aittir. O, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. *Bu âyet-i kerime’de Allahü teâlâ, gece ve gündüzde var olan herşeyin kendisine ait olduğunu, bu itibarla kafirlerin ve imansızların, kendilerinin de Allah'ın yaratıkları olduklarını ve kendisine itaat edip boyun eğmeleri gerekirken isyan ettiklerini, böylece nankörlükte zirveye ulaştıklarını bildirmekte ve bu-yurmaktadır ki: "Putları Allah’a denk tutan kimseler, Allah’a iman etmemekte ve onu bilmemektedirler. 14Ey Rasûlüm, "Gökleri ve yeri yaratan, rızıklandıran fakat rızka ihtiyacı olmayan Allah’tan başkasını mı dost edineyim?" de. Ve "Şüphesiz ben, Müslümanların ilki olmakla emrolundum." de. Asla ortak koşanlardan olma. Ey Rasûlüm, sen o müşriklere de ki: "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'ın dışında herhangi bir mahluku mu rab edinip te ondan yardım istiyeyim? Afet ve felaketlere karşı ona sığınayım? Beni yedirip içermesini ondan mı istiyeyim? Halbuki bütün yaratılanları rızıklandıran Allah’tır. Onun ise hiçbir kimsenin rızıklandınnasma ihtiyacı yoktur. Yine de ki: "Rabbim bana, zamanımdaki insanların ilk müslüman olanı, ibadette kendisine ilk boyun eğeni olmamı emretti ve buyurdu ki: "Sakın Allah’a ortak koşan müşriklerden olma." 15De ki: "Şüphesiz ki ben, rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım. De ki: "Eğer putlara taparak rabbime isyan edersem o dehşetli kıyamet gününün azabından korkanın. 16O gün kim azaptan uzaklaştırılırsa şüphesiz ki Allah, ona merhamet etmiştir. İşte apaçık kurtuluş budur. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet gününde, yaptıklarınızın karşdığı ise mutlaka eksiksiz verilecektir. Kim, cehennem ateşinden uzaklaştırılıp cennete konursa şüphesiz ki o, kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı ise, aldatıcı menfaatimi başka bir şey değildir. Âl-i İmran sûresi, Âyet: 185 17Allah, sana bir zarar isabet ettirecek olsa, o zararı ondan başka hiçbir kimse kaldıramaz. Sana bir hayır isabet ettirecek olursa, o, herşeye kadirdir. Ey Rasûlüm, eğer Allah, dünyadayken sana bir sıkıntı, hayatında bir darlık gösterirse, onu senden kim kaldıracak? Onu senden kaldıracak olan yine ancak Allah’tır. Şâyet sana bir iyilik, bir hayır ve bir bolluk isabet ederse bil ki o da Allah tarafındandır. Çünkü Allah, her şeye gücü yetendir. Sana fayda ve zarar verecek olan o uydurma ilâhlar değil, mutlak kudret sahibi olan Allah’tır. O halde sen Allah'ı nasıl birlemeyeceksin? Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) her namazın sonunda şöyle dua ederdi. "Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O birdir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Mülk sadece onundur. Hamd ona mahsustur. O, herşeye kadirdir. Ey Allah’ım, senin verdiğine mani olacak yoktur. Vermediğini verebilecek te yoktur. Kimsenin varlığı, sen dilemedikçe kendisine fayda vermez. Buhari, K. el-İ'tisam bab: 3, K. el-Kıuler, bab: 12 K. el-Da'vûl, bab: 18/Milslim, K. es-Sa-lah, bab: 194, 205, 206, Hadis No: 471, 477, 478. 18O, kulların üstünde kahredici güce sahiptir. Ve o, hüküm ve hikmet sahibidir. Herşeyden haberdardır. Allah, zalim ve Tağutlan kahreden, kullan üzerinde mutlak ezici bir güce sahib olan, bütün işlerinde hikmet sahibi olan ve herşeyden haberdar olandır. 19De ki: "Şahitlik yönünden hangi şey daha yücedir?" De ki: "Allah’tır. O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kuran sizi ve haberi kendilerine ulaşanları uyarmam için bana vahyolunmuştur. Allah ile beraber başka ilâhlar bulunduğuna siz mi şahitlik ediyorsunuz? De ki: "Ben şahitlik etmiyorum. "De ki: "O ancak bir olan Allah’tır. Şüphesiz ki ben, sizin ortak koştuklarınızdan beriyim." Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Şahitliği daha güçlü ve büyük olan kimdir? "De ki: "O, Allah’tır. O, benimle sizin aranızda, benim Hak Peygamber olduğuma şahittir. O, kimin haklı kimin haksız olduğunu çok iyi bilir. Rabbim bana bu Kur’an’ı, sizi ve kendilerine tebliğ ulaşan kimseleri, Allah'ın azabı ve cezalandırmasıyla uyarmam için vahyetti. Ey müşrikler, sizler mi Allahla beraber diğer tapınılan ilahların var olduğuna şahitlik ediyorsunuz?ı Onlara de ki: "Ben böyle bir şahitlikte bulunmam, bilakis bunu reddederim." Yine de ki: "Allah, tek olan bir ilahtır. Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben, sizin, Allah’a ortak koşarak kendilerine taptığınız şeylerden beriyim. Allah’tan başka hiçbir ilâh tanımam Bkz. Fizilalil Kuran, c. 5, s. 127 Bu Âyet-i kerime’yi: "De ki "Şahitlik bakımından hangi şey şahittir" şeklinde tercüme edenler de vardır. Ancak biz, Allah lafzından sonra bir "Hüve" zamirinin takdir edilmesinin uygun olacağını söyleyen görüşü tercih ederek âyeti, "De ki: şahitlik yönünden hangi şey daha daha yücedir? "De ki "Allah'tır. O, benimle sizin aranızda şahittir." şeklinde izah etmeyi tercih ettik. 20Kendilerine kitap verdiklerimiz, Peygamberi, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Onlar, nefislerini hüsrana uğratanlardır. Onlar iman etmezler. Kendilerine Tevrat ve İncili verdiğimiz kitap ehli, Muhammedi, kendi kitaplarında sıfatları belirtildiği için, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini helak edip Cehenneme sürükleyenler yok mu? İşte onlar, Muhammedin Peygamberliğini kabul ile ona iman etmeyenlerdir. *Rivâyet edildiğine göre, Müslüman olan Yahudi asıllı insanlar demişlerdir ki: "Allah’a yemin olsun ki, bizim Muhammedi tanımamız oğlumuzu tanımamızdan daha sağlamdır. Çünkü Muhammedin bütün sıfatlarını Tevratta okuduk." 21Allah’a karşı yalan uyduran veya onun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki zalimler kurtuluşa eremezler. Allah'ın ortağı olduğunu veya eşi ve çocuğu bulunduğunu iddia ederek ona karşı iftirada bulunanlardan veya Allah'ın peygamberinin doğruluğunu gösteren mucizelerini ve âyetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki Allah’a karşı iftirada bulunan bu zalimler asla kurtuluşa eremezler. 22Kıyamet gününde hepsini toplarız. Ve sonra o ortak koşanlara "Allah’a ortak olduklarını sandığınız şeyler nerede?" deriz. Allah'a iftirada bulunan ve onun âyetlerini yalanlayan müşrikler, ne bu dünyada kurtuluşa erecekler ne de âhirette kendilerini bir araya getirdiğimiz gün kurtuluşa ereceklerdir. Allah'a iftirada bulunan ve onun âyetlerini yalanlayan müşrikler ne bu dünyada kurtuluşa erecekler ne de âhirette kendilerini bir araya getirdiğimiz gün kurtuluşa ereceklerdir. Biz o müşriklerin hepsini kıyamet gününde bir araya toplar sonra onlara "Allah'a ortak koştuğunuz putlarınız, ilahlarınız, uydurma rableriniz nerede?" diye sorarız. 23Sonra, içinde bulundukları zor durumdan dolayı: "Rabbimiz olan Allah’a yemin olsun ki biz ona ortak koşanlardan değildik" demekten başka çareleri kalmaz. Müşriklere, "Var olduklarını sandığınız ve Allah’a ortak koştuğunuz putlarınız nerede?" diye sorulduğunda onlar, imtihandan geçirildikleri için yalan söyleyerek "Ey rabbimiz, sana yemin olsun ki, bizler, şarta ortak koşanlardan değildik" diyeceklerdir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Zor durumdan dolayı" diye tercüme edilen ifadesinin manası, Katade Abdullah b. Abbas ve Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre "Sözleri" demektir. Yani, imtihana çekilen müşriklerin cevapları "Rabbimiz olan Allah’a yemin olsun ki biz ona, ortak koşanlardan değildik" demekten başka bir çareleri kalmaz" şeklindedir. Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadenin mânâsı, "Onların mazeretleri" demektir. Taberi, birinci izah tarzını tercih etmiştir. 24Bak, kendi kendilerini nasıl yalanladılar. Ve uydurdukları putlar, kendilerinden nasıl kaybolup gitti. Ey Rasûlüm, bak, putları ve diğer şeyleri rablerine denk tutan bu müşrikler, Allah'ın huzuruna çıktıklarında söyleyecekleri: "Rabbimiz olan Allah’a yemin olsun ki biz, Allah’a ortak koşanlardan değildik." şeklindeki sözleriyle kendilerini nasıl yalanlayacaklarıdır. Onlar, bu iftiralarından ve Allah’a ortak koşmalarından dolayı cezalandırılınca da uydurdukları putları kendilerinden uzaklaşarak kaybolup gidecek ve onlar, yapayalnız kalacaklardır. 25Onlardan seni dinleyen de vardır. Biz onların kalblerinc, anlamalarına engel olan perdeler gerdik. Ve kulaklarına ağırlık verdik. Onlar, bütün delilleri görseler bile onlara iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler. Ve inkâr edenler: "Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir." derler. Ey Rasûlüm, kavminden, putlara taparak onları Allah’a denk tutanlardan bazıları, senin yanına gelip senden Kur’an’ı ve senin davetini dinlerler. Fakat onlar, senin ne söylediğini anlamazlar. Sadece sesini ve okumanı işitirler. Çünkü Allah, onların kalblerini perdelemiş ve kulaklarına, işitmelerine engel olan bir ağırlık koymuştur. Hatta onlar, Allah'ın birliğini ve senin peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bir alâmet ve mucizeyi görseler dahi yine onlara iman etmezler. Senin yanına geldiklerinde hakta da batılda da seninle tartışırlar. Senden duydukları ikna edici âyetlere: "Bu ancak, öncekilerin masallarıdır, başka birşey değildir." derler. 26Onlar (insanları) ondan (Kur'andan) alikoyarlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar. Böylece ancak kendilerini helak ederler. Fakat bunun farkında değildirler. Onlar, insanları Kur'ana boyun eğmekten, hakka uymaktan ve Peygamberi tasdik etmekten alikoyarlar. Kendileri de onlardan uzaklaşırlar. Böylece hem kendileri faydalanmaz hem de diğer insanların faydalanmalarına engel olurlar. Bu halleriyle ancak kendilerini helake sürüklemiş olurlar. Fakat bunun farkında değildirler. Âyet-i kerime’de: "Onlar, ondan alikoyarlar" buyurulmaktadır. Muhammed b. el-Hanefiyye, Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre bu ifadenin manası şöyledir: "Allah’ım Âyetlerini yalanlayan müşrikler, insanları, Muhammede tabi olmaktan ve onun Peygamberliğini kabul etmekten alikoyarlar. Kendileri de o peygamberlerden uzak dururlar. Böylece hem insanları saptırmış hem de kendileri sapmış olurlar. Katade Mücahid ve İbn-i Zeyd'e göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "O müşrikler, insanları, Kur'an'ı dinlemekten alikoyarlar. Kendileri de ondan uzak dururlar." Abdullah b. Abbas, Kasım b. Muhaymire ve Habib b. Ebi Sabit'e göre ise bu ifadenin mânâsı şöyledir: "O müşrikler, hem insanların Muhammede eziyet etmelerine engel olurlar hem de kendileri ondan uzak dururlar." Bu görüşte olanlara göre bu âyet-i kerime, Ebû Talip hakkında nazil olmuştur. O, hem Resûlüllahı, müşriklerin eziyetlerine karşı savunuyor hem de ona iman etmekten uzak duruyordu. Taberi diyor ki: Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, bu ifadeyi şu şekilde izah eden görüştür: "Müşrikler, insanları, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e tabi olmaktan alikoyarlar. Kendileri de ondan uzak dururlar." Taberinin, bu görüşü tercih etmesinin sebebi, bundan önceki âyetlerin, genel olarak, müşriklerden ve onların, Peygamberi yalanlamalarından bahsetmiş olmasıdır. Âyetin genel ifadesini, belli bir kişiye tahsis etmek isabetli değildir. 27Ateşin üzerinde durduruldukları zamanı: "Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık da Mü’minlerden olsaydık" dediklerini bir görsen. Ey Rasûlüm, sen, kafirlerin, kıyamet gününde, cehennem ateşi üzerinde durdurulup oradaki dehşet verici halleri gördükleri zaman: "Keşke dünyaya tekrar döndürüîsek te yaptıklarımızdan vazgeçerek rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve Mü’minlerden olsak dediklerini bir görsen. 28Hayır, daha önce gizledikleri onlara göründü. Tekrar dünyaya döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar, yalancıdırlar. Hayır, onlar dünyaya dönmeyeceklerdir. Dünyadayken gizlemiş oldukları kötü amelleri, artık ortaya çıkmıştır. Tekrar dünyaya döndürülseler bile, kendilerine yasaklanan şeyleri yine yapacaklardır. Şüphesiz ki onlar: "Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, rabbimizin âyetlerini yalanlamasaydık ta Mü’minlerden olsaydık." sözlerinde yalancıdırlar. 29Onlar: "Hayat ancak dünya hayatıdır, biz tekrar diriltilecek değiliz." dediler. Putları Allah’a denk tutan bu kâfirler, "Dünya hayatından başka bir hayat yoktur. Biz tekrar diriltilmeyeceğiz" derler. Bu sebeple âhirette kendilerini azaba sürükleyecek inkâr ve isyanları işlemekten çekinmezler. Çünkü onlar, iyi amellerinden dolayı sevap, kötü amellerinden dolayı da günah kazandıklarına inanmazlar. 30Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman onları bir görsen, Rableri onlara şöyle der: "Bu gerçek değil midir?" Onlar da: "Evet, rabbimize yemin olsun ki gerçektir." derler. Rableri de onlara: "Öyleyse inkârınız sebebiyle tadın azabı" der. Ey Rasûlüm, onların, rableri huzurunda hesap vermek için durdurulduklarını bir görsen, o zaman rableri onlara: "Dünyadayken inkâr ettiğiniz tekrar dirilme" bir gerçek değilmiymiş?" diyecek. Onlar da: "Evet, rabbimize yemin olsun ki bu bir gerçekmiş" diyeceklerdir. Bunun üzerine rableri de onlara: "Dünyadaki inkâr ve yalanlamalarınız sebebiyle tadın bu azabı" diyecektir. 31Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana uğramışlardır Kıyamet günü ansızın gelince onlar, günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak şöyle derler: "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!" Bakın yüklendikleri günah ne kötüdür. İnkârı imana tercih ederek, öldükten sonra dirilmeyi, cenneti, cehennemi ve Allah'ın huzurunda hesaba çekilmeyi yalanlayanlar, hüsrana uğramışlardır. Allah'ın, ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaracağı o kıyamet günü onlara ansızın gelince onlar, daha önce yaptıklarından dolayı pişmanlıklarını belirterek "Dünyada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize." diyeceklerdir. Onlar, günahlarını bizzat yükleneceklerdir. Yüklendikleri bu günah ne kötüdür. Âyet-i kerime’de geçen ve "Günahlar" diye tercüme edilen kelimesi hakkında Taberi diyor ki: "Bundan maksat, işlenen günahlardır. Bir kısım insanlar buradaki kelimesinin "sırtlarında taşıyacakları yükler" anlamına geldiğini söylemişlerdir. Fakat ben bu kelimenin bu mânâya geldiğine dair ne bir delil gördüm. Ne de Arapçasına güvenilen birinden bir açıklama duydum. Kâfirlerin kıyamet gününde sırtlarına yüklenecekleri bildirilen şeylerden maksat, günah olan amelleridir. Bu hususta Süddi demiştir ki: "Hiçbir zalim insan yoktur ki o ölüp kabrine konulduktan sonra onun yanına çirkin yüzlü, siyah renkli, pis kokulu, kirli elbiseli bir adam gelmiş olmasın. Ölen zalim kimse, kabirde yanına giren o kişiyi görünce, "Yüzün ne de çirkinmiş!" diyecek, o da "Senin amelin böyleydi!" diyecek. Zalim: "Kokun ne pişmiş" diyecek o da "Senin amelin böyle pis idi" diyecek, zalim: "Senin elbisen ne kadar kirli" diyecek o da: "Senin amelin böyle kirli idi." diyecek. Zalim: "Sen kimsin?" diyecek. O da: "Ben senin amelinim" diyecektir. O, ölen zalim kişiyle birlikte kabirde kalacak, kıyamet gününde zalim kimse diriltilince de ameli ona diyecek ki: "Dünyada iken zevk ve şehvani arzular vasıtasıyla ben seni taşıyordum. Bu gün de sen beni taşıyacaksın." Böylece ameli o kişinin sırtına biner, onu sürer ve cehennem ateşine sokar, işte Allahü teâlânın "Onlar, günahlarını sırtlarına yüklenirler." ifadesinden maksat budur. 32Dünya hayatı oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir, Ahiret yurdu ise Allah’tan korkanlar için daha hayırlıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız? Ey insanlar, dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Kısa bir süre içinde gelip geçer. Sakın kendinizi ona kaptırmayın. Çünkü ona al-dananlar, sonunda pişman olurlar. Âhiret yurdu ise Allah’tan korkup o hayata hazırlık yapanlar için daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Bu âyet-i kerime: "Hayat ancak dünya hayatıdır. Biz tekrar diriltilecek değiliz" diyen kâfirlere cevap vermekte ve bu dünya hayatının geçiciliğine dikkati çekmektedir. Başka bir âyet-i kerime’de de dünya hayatı şöyle tasvir edilmektedir: "Bilin ki dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme vesilesi, mal ve evlatların çoğalmasından ibarettir. Bu bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar. Bir de bakarsın ki sapsan kesilmiş. Daha sonra çerçöp haline gelir. Ahirette ise şiddetli bir azap, Allah'ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimlikten başka birşey değildir. Hadid sûresi, âyet: 20 33Ey Rasûlüm, onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar. Fakat o zalimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Ey Rasûlüm, senin hakkında "Şüphesiz ki o bir yalancıdır." şeklindeki sözlerinin seni üzdüğünü çok iyi biliyoruz. Aslında onların maksadı, seni yalanlamak değildir. Çünkü onlar, senin doğru söylediğini biliyorlar. Fakat o zalimler, Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar. Onların asıl maksadı, hakka karşı inatçı olmak ve onu yalanlamaktır. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'i kâfirlerin iftira ve yalanlarına karşı teselli etmekte ve onların bu çirkin iftiralarına aldırmamasını tavsiye buyurmaktadır. Aslında o kâfirler, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yalan söylemediğini biliyor ve fakat getirdiği İslam dinine karşı çıkarak, onu karalıyor ve her türlü iftirada bulunuyorlardı. Müfessirlerin bir kısmı, bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: Bazı müşrikler Resûlüllah’ın hak Peygamber olduğunu bildikleri halde sadece inat ederek onu yalanlıyorlardı. Ona "Şair" "Kahin" "Mecnun" gibi sıfatlar atfediyorlardı. Böylece kalbleriyle, hak peygamber olduğunu kabul eden bu müşrikler, dilleriyle Allah'ın bir delili olan Hazret-i Muhammedi yalanlıyorlardı. İşte âyet-i kerime, müşriklerin bu halini beyan etmektedir. Bu hususta Ebû Salih diyor ki: "Bir gün Cebrâil (aleyhisselam) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldi. Resûlüllah üzgün bir halde oturuyordu. Cebrâil ona dedi ki: "Seni üzen nedir?" Resûlüllah da dedi ki: "Şunlar beni yalanladılar" Cebrâil de ona dedi ki: "Onlar seni yalanlamıyorlar. Senin doğru söylediğini biliyorlar. Fakat zalim olan insanlar, Allah'ın âyetlerini inkâr ederler." Süddi de diyor ki: "Bedir savaşının yapıldığı günde, Ahnes b. Şerik, Zehra oğullarının yanına gitti ve onlara dedi ki: Ey Zehra oğulları, şüphesiz ki Muhammed, bacınızın oğludur. Onu savunmaya sizler daha layıksınız. Şâyet o peygamber ise ona karşı bugün niçin savaşıyorsunuz? Eğer yalancı ise kızkardeşinizin oğlunu savunmaya sizler daha layıksınız. Burada bekleyin. Ben, Ebul Hakem ile görüşeyim. Eğer Muhammed galip gelirse sağ salim geri dönersiniz. Mağlup olursa, kavminiz size bir şey yapmaz." İşte o gün Ahnes'e "sinsi" mânâsına gelen bu isim verildi. Onun asıl ismi "Übey" idi. Ahnesle Ebû Cehil karşılaştılar. Ahnes Ebû Cehille başbaşa kaldı ve ona dedi ki: Ey Ebul Hakem, söyle bana, Muhammed, doğru mu söylüyor yoksa o bir yalancı mı? Burada senden ve benden başka, sözümüzü işiterek, Kureyş'ten herhangi bir kimse bulunmamaktadır" Ebû Cehil dedi ki: Vay haline! Vallahi Muhammed doğru söylüyor. O asla yalan söylemedi. Fakat o sancaktarlığı, hacılara su vermeyi ve Peygamberliği, Kureyşin Kusayoğulları götürecek olursa diğer Kureyşlilere ne kalacaktır? Süddi diyor ki "İşte bu âyet, Ebû Cehil hakkında nazil olmuştur. Diğerir kısım müfessirler ise bu âyeti şöyle izah etmişlerdir: "Aslında müşrikler Resûlüllahi değil onun getirdiği âyetleri yalanlıyorlardı. Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'dan, Ebû Cehilin, Peygamber efendimize şöyle söylediği rivâyet edilir. "Ey Rasûlüm, biz senin, akrabalık hukukunu gözeten ve doğru söyleyen bir kimse olduğunu biliyoruz. Biz seni yalanlamıyoruz fakat biz senin getirdiğin şeyleri yalanlıyoruz." Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. el-Müstedrek, Hâkim, k. et-Tefsir Sûre el-En'am c. 2, s. 315. 34Muhakkak ki senden önce nice Peygamberler yalanlanmıştı. Kendilerine yardımımız gelene kadar yalanlanmaya ve eziyet olunmaya sabrettiler. Allah'ın sözlerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz ki sana, Peygamberlerin haberlerinden bir kısmı geldi. Ey Mulıammed, bu kâfirlerin, seni yalanlamaları ve onlardan görmüş olduğun eziyetler seni üzmesin. Çünkü bu muameleler ilk defa sana yapılmış değildir. Senden önceki Peygamberler de yalanlanmışlardır. Onlar, ümmetlerinin kendilerini yalanlamalarına karşı sabırlı olmuş, metanet göstermişler ve bu yolda çeşitli eziyetler görmüşler, buna rağmen, kendilerine zaferimiz ulaşıncaya kadar davalarını, ısrarla devam ettirmekten geri durmamışlardır. Allah'ın, Peygamberlerine vaadetmiş olduğu zaferi değiştirecek hiçbir kimse de yoktur. Allah'ın zaferi sana da ulaşacaktır. Önceki Peygamberlerin, ümmetleriyle olan kıssaları sana gelmiştir. Sen bunları bilmektesin. Kâfirler azaba uğratılmış, mü’minler ise kurtarılmışlardır. 35Eğer onların yüzçevirmeleri sana ağır geliyorsa ve onlara bir âyet getirmek için yere bir tünel kazmaya veya göğe bir merdiven kurmaya gücün yetiyorsa yap. Allah dileseydi onları, hidâyette birleştirirdi. O halde sakın cahillerden olma. Ey Rasûlüm, kâfirlerin senden yüz çevirmeleri, sana göndermiş olduğum şeyleri tasdik etmekten kaçınmaları, sana ağır geliyor, onların bu davranışları karşısında sabredemiyorsan ve onlara, kendilerini ikna edebilecek bir delil getirmek için yere bir tünel kazmaya veya göğe bir merdiven dayamaya gücün yetiyorsa bunu yap. Halbuki bunu yapamazsın. O halde, kâfirlerin böyle davranmaları sana ağır gelmesin. Eğer Allah dileseydi onların hepsini hidâyette birleştirirdi. O halde sen, sakın cahillerden olma. Bu âyet-i kerime, kaderi inkâr eden, her şeyi kulun yaptığıı iddia eden insanlara bir cevaptır. Zira, bu âyette, hidâyete erme ve imana kavuşma sebeplerinin, tamamen kullara verilmediği beyan edilmektedir. 36Daveti ancak dinleyenler kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltir. Sonra ona döndürülürler. Ey Rasûlüm, şu inatçı kâfirlerin senden ve senin, Tevhid inancına davetinden yüzçevirmeleri sakın senin ağırına gitmesin. Çünkü senin yaptığın daveti ancak, Allah'ın, kulaklarını Hakkı işitmeye açtığı ve doğru yola tabi olmayı kendilerine kolaylaştırdığı kimseler dinleyip kabul ederler. Kafirler ise âdeta ölülere benzerler. Senin davetini kabul etmekten uzaktırlar. Allah onları diriltecek ve hepsi hesap vermek için huzuruna sevkedileceklerdir. Herkes yaptığının ne olduğunu görecektir. 37O kâfirler: "Ona rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?" dediler. De ki: "Şüphesiz ki Allah, bir mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bunu bilmezler. O gün Mekke kâfirleri: "Muhammede rabbi tarafından bir alâmet, bir mucize indirilseydi ya." dediler. Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Allah, bir alâmet indirmeye elbette ki kadirdir. Fakat onların çoğu, alameti indirmenin neticesinin nereye varacağını bilmezler. Şâyet bunu bilmiş olsalardı onu istemezlerdi. Allahü teâlâ, Furkan suresinin yedi ve sekizinci âyetlerinde, bu kâfirlerin, Allah’tan, alâmet olarak ne idirmesini istediklerini beyan ederek buyurdu ki: "Kâfirler şöyle dediler: "Bu ne biçim Peygamber ki, yemek yiyor, çarşılarda geziyor." Kendisine bir Melek indirilip te onunla birlikte uyarıcı olsaydı ya " Yahut kendisine bir hazine indirilse veya bir bahçesi olsa da ondan yese ya! Furkan sûresi, Âyet: 7, 38Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı varlık ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasınlar. Biz, kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar hesap için rablerinin huzurunda toplanacaklardır. Ey insanlar, yeryüzünde hareket eden, küçük büyük, hiçbir canlı varlık, iki kanadıyla havada uçan hiçbir kuş yoktur ki onlar da sizin gibi birert opluluk olmasınlar. Biz, bunlardan herhangi birini levh-i Mahfuzda tesbit etme hususunda herhangi bir eksiklik bırakmadık. Bütün varlıklar yok olduktan sonra tekrar rablerinin huzurunda bir araya toplanacaklardır. Evet, bütün varlıkların rabbi olan yüce mevla, bütün canlı varlıkların yaptıklarını tesbit etmekte, hatta onların hareketlerini ve davranışlarını levh-i Mahfuzda zapt altına almaktadır. Hesaba çekme yurdu olan âhirette bunları bir araya toplayıp, dünyada yaptıklarının karşılığını verecektir. Âyet-i kerime’de zikredilen ve sonra onlar "Rablerinin huzurunda toplanacaklardır" diye tercüme edilen cümlesi, Abdullah b. Abbas ve Dehhak tarafından "Sonra onlar, öldürülüp, rableri huzurunda bir araya getirileceklerdir." şeklinde izah edilmiş, diğer bazı âlimler tarafından ise "Onlar, kıyamet gününde diriltilip rableri huzurunda bir araya getirileceklerdir."şeklinde izah edilmiştir. Bu hususta Ebû Hüreyre diyor ki: "Allah, kıyamet gününde hayvanları, kuşları ve bütün yaratıkları bir araya toplayacaktır. O gün Allah'ın adaleti öyle bir dereceye ulaşacaktır ki, boynuzsuz hayvanların hakkını boynuzlu olanlardan alacak ve buyuracaktır ki: "Hepiniz toprak olun." İşte bu sebeple kafir olan insan "Keşke ben de toprak olsaydım" diyecektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz buyuruyor ki: "Sizler, kıyamet gününde hakları, mutlaka sahiplerine vereceksiniz. Öy-leki boynuzsuz koyunun, kendisini boynuzlayan boynuzlu koyundan hakkı alınacaktır. Ahmed b. Hanhel, Müsned, c. 2, s. 235, 301 "Nefsim, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, kıyamet gününde herşey birbirinden şikâyetçi olacaktır. Öyleki, iki koyun dahi birbirlerini boynuzlamaktan şikâyet edeceklerdir. Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 2, s. 390, c. 3, s. 29 "Ebû Zer diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), birbirleriyle boynuzlaşan iki koyun gördü ve bana "Ey Eba Zer, bunların niçin boynuzlaştıklarını biliyor musun?" dedi, "Hayır" dedim. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Fakat Allah biliyor ve aralarında hüküm verecektir."buyurdu Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 5, s. 162 Hayvanlar için bunu yapan rabbimiz, biz insanların amellerini hiç zayi edip onları muhafaza altına almayı ihmal eder mi? Bizi, âhirette cezalandırma veya mükafatlandırmayı terkeder mi? "Halbuki o, biz insanları, diğer hayvanlara vermediği akıl, anlayış ve idrak özellikleriyle yaratmıştır. Bu hususta Hud suresinin altıncı âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde hiçbir canlı varlık yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Allah, her canlının, hayatta iken yerleştiği, ölümden sonra da konulacağı yeri bilir. Hepsi apaçık bir kitapta kayıtlıdır." 39Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklarda kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu saptırır. Kimi de dilerse onu doğru yola koyar. Âyetlerimizi yalanlayanlar, cehalet ve anlayışsızlık bakımından, karanlıklar içinde kalmış olan sağır ve dilsize benzerler. Hem sağır hem dilsiz hem de karanlıklar içinde kalan böyle bir insan, doğru yolu nasıl bulabilir? Allah, kimi imandan saptırmayı dilerse onu saptırır. Kimi de hidâyete ulaştırmayı dilerse onu, doğru yol olan İslama sevkeder. O, yarattıkları üzerinde mutlak tasarruf sahibidir. 40De ki: "Söyleyin bana, Allah'ın azabı size erişse veya kıyamet vakti size gelse Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Eğer sözünde doğru kimselerseniz cevap verin. Ey Rasûlüm, o müşriklere de ki: "Söyleyin bana, şâyet size Allah'ın azabı gelecek veya hesap vermek için dirilip kabirlerinizden kalkacağınız kıyamet günü gelip çatacak olsa, bu felaketlerin, üzerinizden kaldırılması için Allah’tan başkasının yardımını mı dilersiniz? Eğer sizler, ilahlarınızın fayda veya zarar vermeye kadir oldukları iddianızda doğru iseniz cevap verin bana. 41Hayır, (sıkıntı zamanınızda) sadece Allah’a yalvarırsınız. O dilerse yalvardığınız şeyi giderir. Siz de koştuğunuz ortakları unutursunuz. Hayır, Allah’tan başkalarına değil, bu sıkıntılı anlarda bilakis Allah’a yalvarırsınız. O da sizden sıkıntıyı gidermeyi dilerse duanızı kabul edip onu sizden kaldırır. Çünkü o her şeye kadir olandır. Ve herşeyin sahibidir. Bu durumda sizler artık, Allah’a ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz. 42Şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de Peygamberler gönderdik. Yalvarmaları için onları sıkıntı ve zararlara uğrattık. Ey Rasûlüm, şüphesiz ki senden önceki ümmetlere de Peygamberler gönderdik. Onlara da emir ve yasaklar koyduk. Onlar, Peygamberlerimizi yalanlayıp emir ve yasaklarımıza karşı geldiler. Biz de onları, sıkıntı, fakirlik, hastalık ve zararlara uğratarak imtihan ettik. Belki yaptıklarından vaz geçip bana yalvarırlar ve sadece bana kulluk ederler diye. 43Onlara azabımız geldiği zaman yalvarmalı değillermiydi? Fakat kalbleri katılaştı ve Şeytan, yaptıklarını kendilerine güzel gösterdi. Onlara azabımız geldiği zaman, onu kendilerinden kaldırmamız için rablerine yalvarmalı ve ona boyun eğerek itaat etmeli değil miydiler? Fakat tam aksine onların kalbleri katılaştı. Allah'ın cezalandırmasını küçümseyerek ve azabını hafife alarak Peygamberleri yalanlamaya devam ettiler. Şeytan, Allah'ın sevmediği, onların yaptıkları bu işleri kendilerine süslü gösterdi. 44Kendilerine hatırlatılanları unuttuklarında onlara herşeyin kapısını açtık. Nihâyet kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. Peygamberlerimiz vasıtasıyla kendilerine hatırlatılan emirlerimizle amel etmeyi unutunca biz önce herşeyin kapısını onlara açtık, fakirlik yerine bol geçim, hastalıklar yerine sağlam beden ve sıkıntılar yerine rahatlık verdik. Nihâyet, kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevke dalınca onları azabımızla ansızın yakalayıverdik. Onlar da ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler. Yaptıklarına pişman oldular. Ukbe b. Âmir diyor ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kulun günah işlemesine rağmen Allah'ın, dünya nimetlerinden o kulun sevdiği şeyleri ona verdiğini gördüğün zaman, bil ki bu, Allah tarafından onun için bir oyalamadır" buyurdu ve sonra bu âyeti okudu Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 145 45Böylece zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun. Rablerinin emrine karşı gelen, kendilerine gönderilen Peygamberlere karşı gelen ve yalanlayan ve böylece zalim olan topluluklara, Allah'ın azabı gelince kökleri kesildi. Ve yok olup gittiler. Sımanın kâfirleri yok eden ve kendisine itaat edenleri onların şerrinden kurtaran Allah’a hamdolsun. 46Ey Rasûlüm, de ki: "Söyleyin bana, eğer Allah, kulağınızı, gözlerinizi alırsa ve kalblerinizi mühürlerse, Allah’tan başka onu size getirecek ilâh kimdir? Bak, âyetleri nasıl açıklıyoruz? Sonra onlar, nasıl yüzçeviriyorlar? Bu âyet-i kerime, Peygamber efendimize, kâfirlere karşı nasıl ikna edici deliller ileri sürmesi gerektiğini öğretmekte, bu İnkârcıların putlaştırdıklan diğer şeylerin, herhangi bir iş yapmaktan âciz olduklarını beyan etmekte, bunlara tapanların, akıllarım kullandıkları takdirde, kendilerine çeşitli duyu organlarını bahşeden rablerine derhal teslim olmaları gerektiğini anlatmaktadır. 47De ki: "Söyleyin bana, eğer size Allah tarafından ansızın veya açıkça bir azap gelirse, zalim bir kavimden başkası mı helak olur? Ey Rasûlüm, şu yalanlayanlara de ki: "Söyleyin bana, eğer size Allah’ın bir azabı ve cezası ansızın veya göz göre göre açıkça gelecek olsa, zalim olan topluluk dışında kim helak olacaktır? Evet, zalimler helak olacak, Mü’minler ise güven içinde olacaklardır. Nitekim Allahü teâlâ diğer bir âyette şöyle buyurmaktadır: "İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte emniyet içinde olma, onların hakkıdır. Onlar doğru yoldadır. En'am sûresi, âyet: 82 48Biz Peygamberleri ancak müjdeleyenler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Onlar, üzülmezler de. Biz Peygamberleri ancak, Allah'ın mü’min kullarını hayırlı şeylerle müjdeleyenler ve kâfirleri de, Allah'ın cezalandırmasiyla uyarıcılar olarak göndeririz. Kim, Peygamberlerimize iman eder ve dünyada salih ameller işleyerek kendini düzeltirse, onlar için gelecekten bir korku yoktur, geçmiş amellerinden dolayı da bir üzüntü yoktur. 49Âyetlerimizi yalanlayanlara ise, doğru yoldan çıkmaları sebebiyle azap dokunacaktır. Evet, ilahi kanun böyledir. Gönderilen Peygamberleri ve onlara indirilen kitaplalan yalanlayan her ümmet, çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Nuh, Âd ve Semud kavimleri bunlara misaldir. 50Ey Rasûlüm, de ki: "Size, "Allah'ın hazineleri benim yanimdadir" demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Ve size, "Ben bir Meleğim" de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana tâbi oluyorum. De ki: "Kör ile gören bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz? Ey Rasûlüm, de ki: "Ben size "Allah'ın hazineleri benim elimdedir. Onlarda dilediğim gibi tasarruf ederim.," demiyorum. Gaybı bildiğimi de söylemi yorum. Çünkü gaybı bilmek ancak Allah’a aittir. Ben gaybdan ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilirim. Ben sizlere bir Melek olduğumu da iddia etmiyorum. Çünkü ben de sizin gibi bir insanım. Ancak bana Allah katından vahiy geliyor. Ben sadece bana vahyolunana tabi oluyorum. Ondan asla ayrılmam." Ey Rasûlüm, yine de ki: "Hiç, hakkı görmeyen kör ile hakkı görüp ona uyan kimse bir olur mu? Size açıkladığım bu husustan hiç düşünmez misiniz? Düşünün ki söylediklerimin doğru olduğunu anlayasınız. Allahü teâlâ, Ra'd suresinin dokuzuncu âyetinde aynı konuya işaret ederek buyuruyor ki: "Ey Peygamber, rabbin tarafından sana indirilenin gerçek olduğunu bilenle, doğruyu görmeyen kör bir olur mu? Bunu ancak akıl sahipleri idrak ederler." 51Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar. Ey Rasûlüm, sen bu Kur'an'la, Allah’ın vaad ve tehdidine iman eden, bu itibarla rablerinin huzurunda toplanarak hesap vereceklerinden korkanları uyar. Onların, Allah’tan başka ne kendilerine yardım edecek dostlan ne de kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak bir şefaatçileri vardır. İşte bunları Kur’an’la uyar ki Allah’tan korksunlar. Rablerine itaat edip ona karşı gelmekten sakınsınlar. 52Sırf Allah'ın rızasını dileyerek, sabah akşam rablerine dua edenleri huzurundan kovma. Onların hesabından sen sorumlu değilsin.. Onlar da senin hesabından sorumlu değiller ki, onları kovasın da zalimlerden olasın. Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin, bir kısım güçsüz, mustaz'af müslümanlar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Müşrikler, Resûlüllah’a: "Sen bunları yanından kovarsan sana gider geliriz, meclisinde bulunuruz" demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Abdullah b. Mes'ud diyor ki: Kureyş'in ileri gelenleri Resûlüllah’ın yanına uğradılar. Onun yanında, Habbab b. Eret, Süheyb-i Rumi, Bilal-i Habeşi, Ammar b. Yâsir ve benzeri mustaz'aflar bulunuyordu. Bu ileri gelen Kureyşliler dediler ki "Ey Muhammed, kavmini bırakıp ta bunlarla birlikte olmaya mı razı oldun?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Habbab b. Eret'de bu âyetin izahında diyor ki: "Akra b. Habis et-Temimî ve Uyeyne b. Hısn el-Fezari, Resûlüllah’a geldiler. Onun, Bilal, Süheyb, Ammar ve Habbab gibi, mü’minlerin mustaz'aflarının yanında oturduğunu gördüler. Bunları küçümsediler ve Resûlüllah’a dediler ki: Biz, senin bize, Arapların üstünlüğümüzü görecekleri belli bir toplantı yeri yapmanı istiyoruz. Zira sana Arapların heyetleri geliyorlar. Biz, Arapların, bizleri bu kölelerle beraber görmelerinden utanınz. Biz, senin yanına gelince sen bunları yanından kaldır. Biz, işimizi bitirdikten sonra, sen dilersen bunlarla birlikte otur." Resûlüllah onlara "Evet" dedi. Onlar da "Sen bu hususta bize bir yazı yaz" dediler. Resûlüllah da yazı yazacak bir kağıt ile Hazret-i Ali'yi çağırdı. Biz bir kenarda otururken Cebrâil (aleyhisselam) işte bu âyeti ve bundan sonra gelen iki âyeti indirdi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kağıdı elinden attı. Sonra bizi çağırdı. Biz onun yanına vardık. O şöyle diyordu: "Selam olsun size, Rabbiniz, merhamet etmeyi üzerine yazmıştır." Bundan sonra biz, Resûlüllah ile birlikte oturuyorduk. Resûlüllah kalkmak istidediğinde kalkıp gidiyor ve bizi orada bırakıyordu. Bunun üzerine de: "Ey Rasûlüm, rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam ona ibadet edenlerle birlikte dur, sabret sakın dünya hayatının ziynetine kapılıp gözünü onlardan ayırma... âyeti nazil oldu Kehf sûresi, 18/28 Bundan sonra artık Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizimle birlikte oturuyordu. Onun kalkma zamanı gelince biz kalkıyorduk ve onu bırakıyorduk ki o da kalksın." İkrime de diyor ki: "Utbe b. Rebia, Şeybe b. Rebia, Mut'im b. Adiy, Haris b. Nevfel, Kureze b. Abd, Amr b. Nevfel, Abd-i Menaf oğullarından, kâfirlerin ileri gelenleriyle birlikte Ebû Talibe geldiler ve dediler ki: "Ey Ebû Talib, eğer kardeşinin oğlu, yanından kölelerimizi ve işçilerimizi kovarsa, bu bizim için daha hoş olur. Bizim ona itaat etmemize ona tabi olmamıza ve onu tasdik etmemize daha fazla yardımcı olur" Bunun üzerine Ebû Talip, Resûlüllah'a geldi ve konuşulanları ona anlattı. Ömer b. el-Hattab da dedi ki: "Sen bunu yapsan da baksak ne istiyorlar. Sözlerinde ne kadar durabilecekler." Bunun üzerine Allahü teâlâ "Ey Muhammed. rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an’la uyar. Onlar için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Gerekir ki Allah’tan korkarlar." "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek sabah akşam, rablerine dua edenleri huzurundan kovma, onların hesabından sen sorumlu değilsin. Onlar da senin hesabından sorumlu değillerdir ki, onları kovasın da zalimlerden olasın. "Neticede Allah, aramızdan bunlara mı lütufta bulundu." desinler diye onları birbirleriyle böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" âyetlerini indirdi. İkrime diyor ki: Orada bulunanlar Bilal, Ammar b. Yasir, Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, Useyd'in kölesi Subeyh gibi kimselerdi. Abdullah b. Mes'ud, Mikdat b. Amr, Mes'ud b. Kari, Vâkıd b. Abdullah el-Hanzeli, Amr b. Abd-i Amr, Zuşşimaleyn, Mersed b. Ebû Mersed, Ebû Mersed ve benzeri, antlaşma ile Kureyş'in yanında yaşayan kimseler de bulunuyordu. İşte Kureyş'in ileri gelen kâfirleri, efendileri ve andîaşma yapanları hakkında "Biz onları birbirleriyle böyle imtihan ederiz ki onlar "Allah içimizden bunlara mı lütufta bulundu? desinler, âyeti nazil oldu. Âyet nazil olunca Ömer geldi. Söylediklerinden dolayı özür diledi. Bunun üzerine de "Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman onlara şöyle de "Selam olsun size, sizden bilmeyerek bir kötülük işleyip te sonra tevbe edip nefsini ıslah eden kimseye, "Rabbiniz merhamet etmeyi üzerine almıştır. Çünkü o, çok affeden ve çok merhamet edendir" âyeti nazil oldu. Âyet-i kerime’de "Sırf Allah'ın rızasını dileyerek, sabah akşam, rablerine dua edenleri huzurundan kovma... buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyette, mü'minlerin, sırf Allah rızası için yapmış oldukları duadan neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a) Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hasan-ı Basri, Katade, Abdullah b. Ömer, Abdurrahman b. Ebi Amre ve İbrahim en-Nehaî ve Amir eş-Şa'biye göre buradaki dua'dan maksat, beş vakit namazdır. Müşrikler, namazlarını kılan mü’minlerin kovulmalarını istemişler, bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur. b) Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre buradaki duadan maksat, namaz kılmaktır. Ancak müşrikler, namaz kılan bu müslümanların, Resûlüllah’ın meclisinden kovulmalarını değil, namazda arka safta durdurulmalarını istemişlerdir. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. c) İbrahim en-Nehai ve Mensur'a göre ise burada zikredilen duadan maksat, mü’minlerin, Allah’ı zikretmeleridir. d) Ebû Cafer'e göre ise, Kur'an öğrenmeleri ve onu okumalarıdır. e) Dehhak'a göre ise rablerine ibadet etmeleridir. Taberi, âyet-i kerime’nin genel ifadesinin, bütün bu görüşleri kapsar mahiyette olduğunu söylemiştir. Zira Allah'a dua etmek olduğunu söylemiştir. Zira allah'a dua etek bazan lisanen olur ki bu da ona dua etme ve onu zikretmeyi ihtiva etmektedir. Bazan da vücudun diğer azalarıyla olur ki, bu da, farz namazları ifa etme ve diğer nafile ibadetleri de kapsamaktadır. Bu konuda başka bir âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor: "Ey Rasûlüm, rablerinin rızasını dileyerek sabah akşam ona ibadet edenlerle birlikte kendini tut. Sabret. Sakın dünya hayatının aldatıcı ziynetine kapılıp gözünü ashabından ayırma. Kötülük yapacağını bildiğimiz için, kalbini, bizi anmaktan uzaklaştırdığımız, arzularının kölesi olmuş, işi gücü haddi aşmak olan kimseye sakın uyma, Kehf sûresi, âyet: 28 53Neticede, "Allah aramızda bunlara mı lütufta bulundu?" desinler diye onları birbirleriyle böyle imtihan ettik. Allah, şükredenleri daha iyi bilen değil midir? İşte biz, insanların bir kısmını zenginleştirip diğerlerini fakiri eştirerek, bir kısmını güçlendirip diğerlerini zayıf bırakarak, bazılarım aziz kılıp, diğerlerini zelil düşürerek, bazılarını hidâyete erdirip diğerlerini sapıklığa düşürerek birbirleriyle imtihan ederiz ki, kimin ne olduğu belli olsun ve Allah'ın, sapıtıp Hakka karşı gözlerini kör ettiği kişiler, fakir, zayıf fakat Hidâyete enniş olanlara: "Aramızdan Allah bunlara mı lütufda bulundu?" desinler. Böylece onları tanımış olasınız. 54Âyetlerimize iman edenler, sana geldikleri zaman onlara şöyle de: "Selam olsun size. Sizden, bilmeyerek bir kötülük işleyip te sonra tevbe edip nefsini ıslah eden kimseye, rabbiniz merhamet etmeyi üzerine almıştır. Çünkü o çok affeden ve çok merhamet edendir." Ey Rasûlüm, sana, âyetlerimize iman edip, delillerimizi kabul edenler gelir de daha önce işlemiş oldukları günahları hususunda senin yol göstermeni isterlerse sakın onları ümitsizliğe düşürme. Ve onlara de ki: "Allah'ın selamı sizin üzerinize olsun. Rabbiniz, yarattıklarına karşı merhametli davranmayı kendisine yazmıştır. Sizden kim günah işler sonra da günahından tevbe edip amellerini düzeltirse şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri affeden ve kullarına merhametli davranandır. 55Suçluların tuttuğu yol açığa çıksın diye, âyetleri işte böyle genişçe açıklarız. Ey Rasûlüm, putlara tapan müşrikler hakkındaki delillerimizi buraya kadar açıkladığımız gibi, bundan sonra da, İnkârcıların inkâr ettikleri her hak hususundaki delillerimizi açıklayacağız. Böylece suçluların gittiği yol açıkça ortaya çıkmış olsun. 56Ey Rasûlüm, de ki: "Ben sizin, Allah’tan başka taptıklarınıza ibadet etmekten men olundum" Ve de ki: "Sizin, heva ve heveslerinize uyacak değilim. Aksi takdirde sapıklığa düşmüş olurum. Ve hidâyete erenlerden olmamış olurum." Ey Rasûlüm, seni, kendi bâtıl dinlerine uymaya davet eden müşrik ve putperestlere ki: "Ben sizin, Allah’tan başka ilâh olduklarını iddia ettiğiniz şeylere tapmaktan men olundum. Yine de ki: "Ben bu hususta sizin davetinize asla uymayacağım. "Aksi takdirde sizin gibi sapıklar olur ve hidâyete erişemeyenlerden olurum." 57De ki: "Ben, rabbimden gönderilen apaçık bir delile dayanmaktayim." Siz ise onu yalanladınız. Acele istediğiniz şey de benim elimde değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O,nakkı haber verir. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır. Ey Rasûlüm, de ki: "Ben, rabbimden gönderilen açık bir delile dayanmaktayım. Siz ise rabbimi ve onun tarafından gönderilen hakkı yalanladınız. Sizin, "Eğer sözünde doğru isen hemen Allah'ın azabını getir" diye acele olarak istediğiniz azap benim elimde değildir. Benim buna gücüm yetmez. Hüküm Allah’ındır. Dilerse azabı acele gönderir, dilerse onu erteler. O, hakkı haber verir. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır. Allahü teâlâ, Ankebut Sûresinin elli üç ve elli dördüncü âyetlerinde, kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den kendilerini korkuttuğu azabı hemen getirmesini istemelerini ve bu azabın hemen gelmemesinin hikmet ve sebeplerini beyan ederek buyuruyor ki: "Onlar senden, azabın acele indirilmesini istiyorlar. Eğer tayin edilen bir ecel olmasaydı azap onlara gelmişti. Şüphesiz ki azap onlara, hiç haberleri olmadan, ansızın geliverecektir." "Senden azabın bir an önce inmesini istiyorlar. Eğer tayin edilen bir ecel olmasaydı azap onlara gelmişti. Şüphesiz ki azap onlara, hiç haberleri olmadan, ansızın geliverecektir." "Senden azabın bir an önce inmesini istiyorlar. Halbuki cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır." 58De ki: "Eğer acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, sizinle benim aramızdaki iş bitmiş olurdu." Allah, zalimleri daha iyi bilir. Ey Rasûlüm, de ki: "Sizin, acele gelmesini istediğiniz azap benim elimde olsaydı onu hemen getirirdim. Ve aramızda mesele kalmazdı. Fakat o, Allah'ın elindedir. O, zalimleri çok iyi bilmektedir. Azap edilme zamanı gelince azabını onlara gönderecektir. 59Gaybin anahtarları Allah'ın kahndadır. Onları ancak o bilir. O, karada ve denizde olanları bilir. Düşen hiçbir yaprak dahi yoktur ki, Allah onu bilmesin. Yerin karanlıklarında olan her tane, kuru ve yaş, her şey, mutlaka apaçık bir kitapta kayıtlıdır. Yaratıkların bilmediği gayb bilgileri, Allah'ın katındadır. Gaybı bilmek, Allah'ın, kendisine mahsus kıldığı konulardandır. Bunu ondan başka kimse bilemez. Allah, karada ve denizde olan her şeyi bilir. Hiçbir şey ona gizli değildir. Hiç bir yaprak yoktur ki düşsün de Allah onu bilmiş olmasın. Yeryüzünün karanlıklarında hiçbir tane, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki levh-i Mahfuzda yazılmış ve tesbit edilmiş olmasın. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz buyuruyor ki: "Gaybın anahtarları şu âyette zikredilen beş husustur. (Bunları Allah’tan başka kimse bilemez). "Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgi ancak Allah katındadır. Yağmuru o indirir. Rahimlerde olanı o bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiçbir kimse nerede öleceğini de bilmez. Şüphesiz ki Allah, herşeyi çok iyi bilendir, herşeyden haberdardır. Lokman sûresi, Âyet: 34 Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 6, bab: 1, Sûre 31 bab: 2 60Geceleyin sizi öldürür gibi uyutan, gündüzün ne elde ettiğinizi bilen O'dur. Sonra tayin edilen vâdenin tamamlanması için sizi gündüzün diriltir gibi uyandırır. Sonra dönüşünüz yine onadır. Nihâyet o, yaptıklarınızı size haber verecektir. *Bu Âyet-i kerime, Allah'ın, insanları öldürdükten sonra onları tekrâr diriltmeye kadir olduğunu inkâr eden kâfirlere bir cevap mahiyetindedir. Çünkü insanlar uyurken onların bedenlerinden ruhlarını alıp, uyandıklarında tekrar iade eden Allah, onların eceli geldiğinde bedenlerinden canlarını alıp onları tamamen öldürdükten sonra tekrar diriltip canlarını iade edeceğine kadir olduğunu göstermektedir. 61O, kulları üzerinde kahredici güce sahiptir. Size koruyucu Melekler gönderir. Nihâyet sizden birine ölürn geldiği zaman elçilerimiz onun canını alırlar. Ve hiçbir eksiklik yapmazlar. Allah, yarattığı kullan üzerinde mutlak bir güce sahiptir. Kudretiyle onlara galiptir. Müşriklerin putları gibi zelil ve âciz değildir. Allah, sizlerin üzerine gece gündüz sizi katibeden, yaptığınız amelleri tesbit edip muhafaza eden Melekler gönderir. Sizden birinin eceli geldiği zaman da ruhları almakla mükellef olan Meleklerimiz onların canlanın alarak öldürür ve vazifelerinde kusur etmezler. Allahü teâlâ, yaratmış olduğu kullanın başıboş bırakmayıp herbirinin yaptığı amelleri tesbit eden Melekler vazifelemlirmiştir. Muhtelif âyetler bu Meleklerden bahsetmektedir. Onlardan bazılarında şöyle buyurulmaktadır: "İnsanı önünden ve arkasından takibeden ve Allah'ın emriyle onu koruyan Melekler vardir... Ra'd sûresi, âyet: 11 "Onun (İnsanın) sağında ve solunda oturan iki alıcı Melek, yaptıklarım kaydetmektedir. Kaf sûresi, âyet: 17 Abdullah b. Abbas diyor ki: "Ölüm meleğinin, diğer meleklerden çeşitli yardımcıları vardır." 62Sonra Hak olan Mevtaları Allah’a döndürülürler. Doğrusu, hüküm yalnız onundur. O, hesap görenlerin en süratlisidir. Bütün yaratıklar öldürüldükten sonra, kıyamet gününde tekrar diriltilip Allah'ın huzuruna sevkedilecekler, Allah da onları adaletiyle en hızlı bir şekilde hesaba çekecektir. 63De ki: Eğer bizi bu sıkıntıdan kurtarırsan, yemin olsun ki bizler mutlaka şükredenler olacağız." diye rabbinize boyun eğerek gizli ve aşikâr yalvarırken, sizi, kara ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? Allahü teâlâ bu âyet-i celilede, yeryüzünün veya denizin korkunç karanlık yerlerine düşen insanların, herşeyden ümidi kesilip ancak Allah’a döndüklerini beyan etmekte, benzeri diğer âyetlerde de, Allah'ın, kendilerini bu sıkıntılardan kurtarmasından sonra da yine eski azgınlıklarına döndüklerini açıklamaktadır. Bu âyetlerde buyurulmaktadır ki: "Denizde herhangi bir tehlikeye maruz kaldığınızda, Allah’tan başka, yardımını istediğiniz bütün putlar hatırınızdan silinir gider. Allah sizi tehlikeden kurtarıp karaya çıkarınca da yüzcevilirsiniz. Zaten insanoğlu nankördür. İsra sûresi, âyet: 67 "Sizi karada ve denizde yürüten Allah’tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri tatlı bir rüzgarla muntazam götürürken ve yolcular da neşeli iken bir fırtına çıkarak onlara her taraftan dalgalar gelip çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca dini sadece Allah’a tahsis ederler. Ve ona şöyle dua ederler: "Yemin olsun ki sen bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden oluruz." Allah onları kurtarınca da hemen yeryüzünde haksız yere azgınlık ederler. "Ey insanlar, azgınlığınız ancak kendinizedir. İstediğiniz şey, dünya hayatının geçimiğidir. Sonra dönüşünüz bizedir. Yaptıklarınızı size haber vereceğim. Yunus sûresi, âyet: 22, 23 64Ey Rasûlüm, de ki: "Sizi ondan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır. Sonra da siz ona ortak koşarsınız." Ey Rasûlüm, de ki: "Sizi kara ve denizin karanlıklarından kurtaran, sizden sıkıntıları gidermeye kadir olan sadece Allah’tır. Bu itibarla sizi her türlü şiddet ve dehşetten kurtaran odur, ona ortak koştuğunuz putlarınız değil. Sonra yinede sizler, birtakım yaratıkları Allah’a ortak koşarsınız. 65De ki: "Üstünüzden yahut ayaklarınızın altından size azap göndermeye veya sizi parçalara bölüp bir kismızın kötülüğünü diğer bir kısmıniza tattırmaya kadir olan O'dur. Bak, âyetleri iyice anlasınlar diye nasıl açıklıyoruz? Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Allah’a ortak koşmanız ve onun nimetlerine karşı nankörlük etmeniz sebebiyle üzerinize taş yağdırma veya yağmur yağdırarak tufan meydana getirme azabı gibi, yahut ayaklarınızın altından yeri ya-np sizi oraya geçirme veya zelzele meydana getirip bulunduğunuz yerleri başınıza yıkma azabı gibi ya da sizi birbirinize düşürüp çeşitli fırka ve hiziplere ayırarak bazınızı diğerine musallat edip sizi birbirinize öldürtme azabı gibi azapları size vermeye kadir olan Allah’tır. Ey Rasûlüm, bak biz, Allah'ın âyet ve delillerini anlayıp düşünmeleri için âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz. Allahü teâlâ, diğer âyet-i kerimelerde de, gökten insanların üzerine gelebilecek azaba dikkati çekerek buyuruyor ki: "Gökte olanların, Allah'ın emriyle sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin misiniz? O vakit bir de bakarsınız ki yeryüzü şiddetle sarsılıp çalkalanıyor." "Gökte olanların, Allah'ın emriyle, başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? O vakit uyarmanın ne olduğunu bileceksiniz. Mülk sûresi, âyet: 16, 17 Müfessirler, Allahü teâlânın bu âyet-i kerime’de, insanların, üstlerinden ve ayaklarının altından gönderebileceğini beyan ettiği azaplardan ne gibi azaplar kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Ebû Malik, Said b. Cübeyr ve Süddi'den nakledilen bir görüşe göre üstten gönderileceği bildirilen azaptan maksat, taş yağdırma veya yağmur yağdırarak tufan meydana getirme azaplarıdır. Ayakların altından gönderileceği beyan edilen azaptan maksat ise yerin yarılarak insanların, o yerin içine geçirilmeleridir. Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğerir görüşe göre, burada üstten gönderilebileceği beyan edilen azaptan maksat, kötü idarecilerdir. Ayakların altından gönderilecek azaptan maksat ise, kötü hizmetçilerdir. Taberi, bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, zira, âyetin mânâsına bu görüşün daha uygun olduğunu söylemiştir. Âyet-i kerime’de, "Sizi parçalara bölüp bir kısminizin kötülüğünü diğer bir kısmınıza tattırmaya kadir olan da O'dur" buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat, insanların heva ve hevesleri yüzünden fırkalara ayrılmaları ve birbirlerini öldürmeleridir. Müfessirler, bu âyette zikredilen bu gibi insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a) Bir kısım müfessirlere göre bu âyette, heva ve heveslerine kapılarak bölünecekleri ve birbirlerini öldürecekleri beyan edilen insanlardan maksat, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ümmetinden olan müslümanlardır. Müslümanlar, heva ve heveslerine kapıldıkları zaman bölük pörçük olacaklar ve birbirlerini öldürmeye girişeceklerdir. Bu hususta Habbab b. Eret, diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldı. Onu uzattı. Dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen, daha önce kılmadığın şekilde bir namaz kıldın" Resûlüllah buyurdu ki. "Evet, bu, ümit ve korku namazı idi. Ben bu namazda rabbimden üç şey istedim. O, ikisini bana verdi. Birini ise vermedi. Ben ondan ümmetimi kıtlıkla helak etmemesini istedim. O, onu bana verdi. Yine ben ondan ümmetime, kendilerinin dışından düşmanlar musallat etmemesini istedim. Bana onu da verdi. Ben ondan ümmetimin birbirlerine azaplarını tattırmamalarını istedim. İşte bunu bana vermedi. Tirmizi, K. el-Fiten bab: 14, HN. 2175 Cabir b. Abdullah diyor ki: Âyetin, "Üstünüzden bir azap göndermeye kadir olan O'dur." bölümü inince Resûlüllah dedi ki: "Ben senin himayene sığınırım" Âyetin "Veya ayaklarınızın altından bir azap gönderir" bölümü inince de Resûlüllah yine dedi ki: "Ben senin himayene sığınının" Âyetin "Ve sizi parçalara bölüp de birbirinize düşürür" bölümü indiğinde ise buyurdu ki: Bu daha ehvendir. Buhari, K. Tefsir el-Kıır'iın Küre 6, bab: 2 Şeddad b. Evs diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki, Aziz ve Celil olan Allah, benim için yeryüzünü toplayıp bir araya getirdi. Öyle ki ben, onun doğusunu ve batısını gördüm. Şüphesiz ki, benim ümmetimin iktidarı, benim için toplanmış olan yerlere kadar ulaşacaktır. Bana, beyaz ve kırmızı iki hazine verildi. Ben, Aziz ve Celil olan rabbimden, ümmetimi, herkesi kuşatan bir kıtlık yılıyla helak etmemesini hepsini helak edecek bir düşmanı onlara musallat etmemesini ve onları bölük pörçük yaparak birbirlerine düşünnemesini istedim. O da dedi ki: "Ey Rasûlüm, ben, bir hüküm verdiğim zaman benim hükmüm geri çevirilmez. Ben sana ümmetini kuşatıcı bir kıtlık yılıyla helak etmeyeceğimi, onlara, kendilerinin haricinden, hepsini helak edecek bir düşmanı musallat kılmayacağımı bir vaad olarak verdim ki böylece onların bir kısmı diğerlerini helak etsin. Onların bazıları diğerlerini öldürsün ve bir kısmı diğerlerini esir alsın." Şeddat diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben, ümmetim için herhangi bir şeyden korkmuyorum, sadece saptırıcı önderlerden korkuyorum. Ümmetimin boynuna bir kere kılıç konunca artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ahmed b. Hanbel c. 4, s. 123/Müslim, K. el-Fiten, b. 19 H.N. 2889 b) Diğerbir kısım müfessirlere göre ise, bu âyette, bölük pörçük olacakları ve birbirlerine düşecekleri beyan edilen insanların bir kısmından maksat müşrikler,-diğerlerinden maksat ise müslümanlardır. Hasan-ı Basriye göre üstlerinden ve ayaklarının altlarından azap gönderilecek insanlardan maksat, müşriklerdir. Ayrılığa düşürülecek ve birbirlerini öldürecek kimselerden maksat ise müslümanlardır. Taberi diyor ki: "Bize göre bu konuda doğru olan görüş şudur: Allah, teala, bu âyet-i kerime ile, puta tapan müşrikleri tehdit etmekte ve onlara hitabetmektedir. Çünkü bu âyet-i kerime, müşriklerden bahseden iki âyetin arasında bulunmaktadır. Ancak, müşriklerle birlikte onların bu haline düşen, Allah’a ve Resulüne karşı gelen ve Allah'ın âyetlerini yalanlayan diğer bütün insanlar için de geçerlidir." Taberi, sözlerine devamla diyor ki: "Resûlüllah'tan rivâyet edilen, Allah'tan üç şey istemesi, onların ikisinin kendisine verilip birisinin verilmediği beyan edilen haberlere gelince, deriz ki: "Bu âyet, müşrikleri ve onlara benzeyenleri tehdit eder mahiyette inince Resûlüllah rabbinden, ümmetini, isyana düşerek bu gibi azaplara layık olan insanlardan kılmamasını dilemiş olabilir. Allahü teâlâ da, Resûlüllah’ın duası ile ümmetine bu azaplardan, iki büyüğünü hak edecekleri günahları işletmeyeceğini ve onları bu günahlardan koruyacağını vaadetmiş fakat diğer iki azabı hak edecekleri günahları işlemekten korumayacağını bildirmiştir. Bu âyette zikredilen bütün tehditlerin bu ümmete yapıldığını söyleyen alimlerin görüşüne gelince onlar, bu ümmetten bir kısım insanların, geçmiş ümmetlerin işledikleri günahları işleyerek ve İnkârcılığa düşerek Allah'ın gazabına uğrayacaklarını ve böylece geçmiş ümmetlerin başına gelen, gökten taş yağdırma, yeri yarıp içine geçirme gibi azaplara düşeceklerini söylemek istemişlerdir. Nitekim Ebul Âliye ve onun görüşünde olan insanlar, bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir. Ebul Âliye demiştir ki: "Bu âyette zikredilen tehditler dört tanedir. Onların hepsi azaptır. Onlardan iki tanesi, Resûlüllah’ın vefatından yirmi beş sene sonra gerçekleşmiştir. Mü’minler, bölük pörçük olmuşlar ve birbirlerine acılarını tattırmışlardır. Bu azaplardan ikisi kalmıştır. Bunlar da mutlaka gerçekleşecektir. Yani, yere geçirilme ve başka yaratıklara çevirilme azapları henüz gerçekleşmemiştir. Taberi diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Bu ümmetin sonunda yere geçme, diğer hayvanların şekline döndürülme ve taşlanma hadiseleri vardır Tirmizi, K. el-Fiten bab: 21, HN: 2185 Şüphesiz ki bu hadiseler, geçmiş ümmetlerden görülen hadiselerdir. Übey b. Kâ'b'den de, Ebul Âliyeden nakledilen bu görüşleri zikrettiği rivâyet edilmiştir. 66Kavmin, hak olduğu halde Kur’an’ı yalanladı. De ki: "Ben, sizin üzerinize vekil değilim." Kur’an’ın hak olduğunda hiçbir şüphe olmadığı halde, senin kavminden olan Mekkeli kafirler onu yalanladılar. Ey Rasûlüm, sen onlara de ki: "Ben sizin vekiliniz, denetleyiciniz değilim. Ben ancak tebliğ edenim." 67Her haberin neticelenip kararlaşacağı bir vakit vardır. Yakında bileceksiniz. Her haberin doğru veya yanlışlığının ortaya çıkacağı bir zaman vardır. Zamanı gelince Kur’an’ın vermiş olduğu haberlerin de ne olduğunu anlayacaksın: ' Bu âyet-i kerime, Kur'an'a ve onun verdiği haberlere inanmayan kâfirleri tehdit etmektedir. 68Âyetlerimiz aleyhinde konuşmaya dalanları gördüğün zaman, başka bir söze geçmelerine kadar onlardan yüzçevir. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalim kavimle beraber oturma. Bu âyet-i kerime, Müslümanlardan herhangi bir kimsenin, Allah'ın âyetlerini alaya alanları gördüğü zaman onlardan uzak durmasını, şâyet ona Şeytan bunu unutturursa hatırlar hatırlamaz hemen o zalimlerden ayrılmasını emretmektedir. Unutması halinde ise ona bir sorumluluk yoktur. Zira Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifinde: "Şüphesiz ki Allah, ümmetimden hata etmenin, unutmanın ve kendisine zorla yaptırılan işin sorumluluğunu kaldırmıştır." buyurmaktadır. İbn-i Mâce, k. el-Talâk bab: 16, Hadis No: 2045 Bu hususta diğerir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah, size Kur'anda "Allah'ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe o kâfirlerle oturmayın. Aksi halde siz de onlar gibi olursunuz" diye hüküm indirdi. Muhakkak ki Allah, münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. Nisa sureyi, âyet: 140 69Allah’tan korkanlara, o zalimlerin hesabından sorumluluk yoktur. Fakat bu bir hatırlatmadır. Gerekir ki sakınırlar. Allah’tan korkanlar, Allah'ın âyetlerine dil uzatanlarla oturap kalkmadıkları ve onlardan uzak kaldıkları müddetçe, o zalimlerin günahlarından bunlara bir sorumluluk yoktur. Fakat "Onlardan uzak durun" emrimiz. Allah’tan korkanlara îmadır. Gerekir ki sakınırlar. 70Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak. Kişi, kazandığı amel yüzünden helake uğramasın diye Kur'an'la öğüt ver. O gün onun Allah’tan başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. Her türlü fidyeyi verse de ondan kabul edilmez. İşte onlar, yaptıkları amel yüzünden kendilerini helake teslim eden kimselerdir. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır. Âyet-i Celile, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, dinlerini oyun ve eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatına kaptıran kâfirlerden yüz çevirmesini, onların bu hallerinden tedirgin olmamasını, zira sonunda mutlak azaba uğrayacaklarını bildirmektedir. Yine âyet-i Celile, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, kazandıkları ameller yüzünden helake uğramasınlar diye insanlara, Kur'an'la öğüt vermesini emrediyor. Zari yat suresinin elli beşinci âyetinde buyuruluyor ki: "Sen hatırlat. Çünkü hatırlatma mutlaka mü’minlere fayda verir." 71Ey Rasûlüm, de ki: " Allah'ı bırakarak bize bir fayda ve bir zarar vermeyen şeylere mi tapalım da, Allah bizi hidâyete erdirdikten sonra geriye döndürülmüş olalım? Şeytanın, yeryüzünde alçalttığı, şaşkınlık içerisinde kalan arkadaşlarının kendisini doğru yola davet ederek "Bize gel" dedikleri kimse gibi mi olalım?" de ki: "Şüphesiz hidâyet ancak Allah'ın hidâyetidir. Biz, âlemlerin rabbi olan Allah’a boyun eğmekle emrolunduk." Ey Rasûlüm, de ki: "Zarar ve fayda vermek ancak kendisine ait olan Allah’a ibadeti bırakıp ta, bizlere herhangi bir zarar veya menfaat vermeye gücü yekmeyen taş ve ağaç ve benzeri şeylergibi putlara mı ibadet edelim? Allah bizi doğru yola kavuşturduktan sonra Lslamı bırakıp kâfir mi olalım? Bu takdirde bizler, şeytanın aldatmasına kapılmış ve Şeytan tarafından saptırılıp yeryüzünde şaşkına çevirilmiş bir insana benzeriz ki onun, kendisini doğru yola davet eden bir kısım arkadaşları vardır. Onlar ona "Bırak şeytanın yolunu gel bizimle beraber hak yol üzere ol." derler. Fakat bu şaşkın, arkadaşlarının davetini reddedip şeytanın davetine uyar. Ey Rasûlüm, de ki: "Doğru yol, sizin, bizi davet ettiğiniz putlara tapma yolu değil, Allah'ın bize bildirdiği hak yoldur." Bizler, âlemlerin rabbi olan Allah’a boyun eğmekle ve sadece ona ibadet etmekle emrolunduk. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet-i kerime, putları ve onlara davet edenlere Allah’a davet edenleri tasvir eden bir âyettir. Allah’ı inkâr eden kimse, yolunu kaybeden bir şaşkına benzetilmektedir. Bu şaşkın kimseyi bir taraftan kötüler, uçuruma götüren bir yola davet ediyor. Daha önceki arkadaşları ise doğru yola çağırıyorlar. Bu kimse, kendisini uçuruma davet edene uyarsa helak olup gidecektir. Doğru yola çağırana uyarsa sağ salim menziline varacaktır. Süddî diyor ki: "Müşrikler, Müslümanlara "Muhammedin dinini bırakın bize uyun" demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. 72"Namazı kılın ve Allah’tan korkun" diye emrolunduk. Huzurunda toplanacağınız odur. Allah bize namaz kılmamızı ve daima kendisinden korkmamızı emretmiştir. Kıyamet gününde hepimiz, yaptıklarımızın hesabını vermek üzere onun huzurunda toplanacağız. 73Gökleri ve yeri, yerli yerince yaratan O'dur. Bir şeye "ol" dediği gün hemen oluverir. Onun sözü Haktır. "Sur"a üfürüldüğü günde mülk ancak onundur. O, gizliyi ve açığı bilendir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. Gökleri ve yeri yerli yerince yaratan Allah’tır. O, onları boş yere yaratmamıştır. O, bir şeyin olmasını istediği zaman ona sadece "Ol" der. O şeyin olması için bu emir kâfidir. O şey hemen oluverir. Kıyamet gününde onun yanında hiçbir kimse söz sahibi değildir. O, kullarının yaptıkları gizli ve açık hereyi bütün teferruatıyla beraber bilmektedir. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Hükmetme yetkisi sadece ona aittir ve her şeyin en güzelini ve münasip olanını o yapar. Diğer bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Biz göğü ve yeri ve aralarında bulunanları boşu boşuna yaratmadık Sâd sûresi, âyet: 27 Âyet-i kerime’de geçen "Sur"un, kıyamet gününde İsrâfîlin üfleyeceği ve keyfiyetini bilmediğimiz bir âlet olduğu söylenmektedir. Ebû Said el-Hudrî diyor ki: "Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ben nasıl rahat yaşayabilirim" Sur sahibi (İsrâfîl) Sur'u ağzına almış, alnını yere eğmiş, kulağını Allah'ın emrine vermiş ve Sur'a üflemek için üfleme emrini beklemektedir. Tirmizî.K. Tefsir el-Kıır an, Sûre 34, Hadis No: 3243 74Ey Rasûlüm, onlara İbrahimin kıssasını hatırlat. Bir zaman İbrahim, babası Azer'e: "Futaları ilâhlar mı ediniyorsun?" Doğrusu ben seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içerisinde görüyorum" demişti. Ey Rasûlüm, sen putları hakkında seninle tartışan kavmine, yine putları hakkında kavmiyle tartışan dostum İbrahimin kıssasını anlat: Bir zaman İbrahim, babası Azer'e, putlara ibadet etmelerini kınayarak: "Seni yaratan, düzgün bir şekle koyan ve rızıklandırani bırakıp ta putları mı ilâh ediniyor ve onlara tapıyorsun? Doğrusu ben seni de, seninle beraber putlara tapan milletini de doğru yoldan ayrılıp apaçık sapıklığa düşenler olarak görüyorum" demişti. *Müfessirler, bu âyette zikredilen kelimesinin, bir isim mi yoksa bir şeyin sıfatı mı, isim ise kimin ismi olduğu hususunda farklı görüşler zikretmiştir. a) Süddi, Muhammed b. İshak ve Said b. Abdiilaziz'den nakledilen bir görüşe göre "Azer" Hazret-i İbrahimin babasının adıdır. O, Irak'ta yaşamaktaydı. b) Mücahid ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre, Azer, Hazret-i İbrahim'in babasının adı değil bir putun adıdır. Zirak onun babasının adı "Tarih"tir. c) Diğer bir kısım âlimlere göre "Âzer" "Sövme ve ayıplama" ile ilgili bir sözdür. Mânâsı "Sakat, topal" demektir. Bunlara göre, Hazret-i İbrahim, babasını, sakat ve çarpık inançta olmakla vasıflandırmıştır. Taberi diyor ki: Bu görüşlerden doğru olanı, Azer'in, İbrahim'in babası olduğunu söyleyen görüştür. Zira Kur'an-ı Kerim bunun bu şekilde zikretmişilim adamları da bu mânâya geldiğini söylemişlerdir. Eğer denilecek olursa ki: Nesep ilmiyle meşgul olan alimler, İbrahim'in babasının adının "Tarih" olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda onun babasının adının "Azer" olduğu nasıl söylenebilir?" Cevaben denilir ki: "Zamanımızın insanlarında olduğu gibi İbrahimin babasının da iki ismi olması mümkündür. Bunlardan birinin adı, diğerinin de lakabı olması muhtemeldir. 75Yakinen iman edenlerden olsun diye İbrahimce göklerin ve yerin mülkünü öylece gösteriyorduk. İbrahim'e din hususunda gerçekleri gösterdiğimiz gibi, ona göklerin ve yerin ve onlarda bsulunan ay, güneş, yıldız ve ağaçlar gibi Allah'ın mülkünün büyüklüğünü gösteren yaratıkları da gösterdik ki yakı nen iman edenlerden olsun. Âyet-i kerime’de geçen ve "Göklerin ve yerin mülkü" diye tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir: a) Abdullah b. Abbas ve Katade'den nakledilen bir görüşe göre bu ifadeden maksat, "göklerin ve yerin nasıl yaratılmış olduklarını ona gösterdik." demektir. b) İkrime'ye göre bu ifadeden maksat, "Göklerin ve yerin mülkünü ona gösterdik" demektir. c) Mücahid, Süddi, Said b. Cübeyr ve Selman-ı Farisî'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat, "Biz İbrahime, gökleri gösterdik" demektir. Bu hususta Mücahid demiştir ki: "İbrahime, Arşa varıncaya kadar yedi gök gösterilmiş, o da onlara bakmıştır. Yine ona yedi kat yer gösterilmiş, o da onlara bakmıştır. Süddi de demiştir ki: "İbrahim, büyük bir kayanın üzerine çıkarılmış, gökler ona açılmış o da Allah'ın göklerdeki mülküne bakmış hatta Cennetteki yerini dahi görmüştür. Yine ona yeryüzünün perdeleri açılmış, o, yerin en dibini görmüştür. d) Dehhak, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre bu ifadeden maksat: "Biz, İbrahime yıldızlan, ayı ve güneşi gösterdik" demektir. Bu hususta Katade diyor ki: "İbrahim (aleyhisselam) zorbalardan bir zorbanın yüzünden saklandı. Allah ona rızkını parmaklarında vermişti. Parmaklarından birini emdiğinde onda rızkını buluyordu. İbrahim dışarı çıkınca Allah ona, göklerin ve yerin mülkünü gösterdi. Bunlar da, güneş, ay ve yıldızlardı. Yine ona yerin mülkünü gösterdi. Bunlar da dağlar, ağaçlar ve denizlerdi." Taberi diyor ki: Bu görüşlerden doğru olmaya daha yakın olanı, bu ifadeden maksadın, göklerin ve yerin mülkiyetinin gösterilmesi olduğunu söyleyen görüştür. Yani, Allahü teâlâ, Hazret-i İbrahim'e, göklerde ve yerde yarattığı güneşi, ayı, yıldızlan, ağaçları hayvanlım ve saltanatının azametini ifade eden diğer yaratıkları gösterdi. Böylece ona, hadiselerin dış yüzünü gösterdiği gibi, iç âlemlerini de öğretti." Âyet-i kerime’de "Yakinen iman edenlerden olsun diye" buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Biz İbrahime, göklerin ve yerin mülkünü gösterdik ki o, Allah’ı belirleyenlerden ve kavuşturulduğu hidâyetin gerçeğini bilenlerden, kavminin, putlara tapmalarının bir sapıklık olduğunu idrak edenlerden olsun." 76Kendisini gece bürüyünce bir yıldız gördü ve "İşte benim rabbim budur?" dedi. Yıldız kaybolunca da "Ben, kaybolup gidenleri sevmem" dedi. İbrahimi gece büriiyüp karanlık olunca, ortaya çıkan bir yıldız gördü. Allah'tan başkasına ibadet etmenin bâtıl olduğuna dair bir delil göstermek için kavmine "Bakın işte benim rabbim bu." dedi. Sonra yıldız kaybolunca da "Ben, kaybolup gidenleri sevmem." dedi. Müfessirler, bu âyette zikredilen, Hazret-i İbrahimin yıldızlara "Rabbim" demesini ne maksatla söylemiş olduğu hususunda üç görüş zikretmişlerdir. a) Abdullah b. Abbas ve Muhammed b. İshak'tan rivâyet edilen bir görüşe göre Hazret-i İbrahim, Nemrut'un, erkek çocukları öldürmesi sebebiyle bir mağarada saklanıp büyüdükten sonra dışarı çıkınca, yıldızı, ayı, güneşi, rabbi zannederek gerçekten onlara tapmış fakat onların geçici olduklarını görünce, ilâh olmaya layık olmadıklarını anlamış ve hakiki mabud olan Allah'ı idrak etmiş ve ona iman ettiğini beyan etmiştir. Bu hususta İbn-i İshak'tan uzunca bir kıssa nakledilmiştir. b) Diğer bir kısım âlimler ise yukarıda Abdullah b. Abbas'tan nakledilen birinci görüşü reddetmişler bir peygamberin böyle bir duruma düşmeyeceğini aksi halde müşriklerle eşit duruma düşeceğini, Allahü teâlânın, böyle bir insanı Peygamber yapmasının ise mümkün olmayacağını söylemişlerdir. Bunlar: Özetle şunları söylemişlerdir... Hazret-i İbrahimin burada yıldıza "İşte benim rabbim budur" demesi, yıldızın gerçekten rab olduğunu kabul etliğinden değil, putlara tapan kavmine delil getirmek istemesindendir. Zira ay ve güneş dahil bütün gezegenler, kavminin tapmış olduğu putlardan daha parlak, daha güzel ve daha faydalı şeylerdir. Fakat buna rağmen tapilmaya layık değillerdir. Çünkü kalıcı değil bir süre sonra gözden kaybolup giden şeylerdir. Hazret-i İbrahim, kavmine demek istemiştir ki: "O halde bunlardan daha basit şeyler olan putların, tapılmaya layık olduklarını nasıl düşünebilirsiniz? c) Diğer bir kısım âlimlere göre ise, Hazret-i İbrahim, yıldıza "İşte benim rabbim budur" derken "Benim rabbim bu mudur?" demek istemiş ve kavminin, gelip geçici varlıkları putlar edinmelerini kınamış ve onlara karşı çıkmıştır. Taberi, "bundan sonra gelen âyette zikredilen: "Eğer rabbim beni doğru yola sevketmeseydi, yemin olsun ki, sapık kavimden olurdum" dedi." ifadesini delil göstererek birinci görüşün tercih edileceğini ima etmiştir. 77Ay'ı doğarken görünce: "Benim rabbim budur" dedi. O da kaybolunca: "Eğer rabbim beni doğru yola sevketmeseydi yemin olsun ki sapık kavimden olurdum." dedi. * Hazret-i İbrahim, yıldızdan sonra daha büyük ve parlak olan ay'ı görünce kavmine hitaben "Benim rabbim bu" yani, benim rabbimin bu olduğuna mı ihtimal veriyorsunuz? dedi. Ve sözlerine devamla "Eğer rabbim bana, onun ilahlığını anlayacak bir idrak kabiliyeti vermemiş olsaydı yemin olsun ki ben de sapıklardan biri gibi olurdum" dedi ve bu gibi batıp kaybolan şeylerin tanrı olamayacağını kavmine göstermek istedi. 78Güneşi doğarken görünce: "Benim rabbim budur, bu daha büyüktür" dedi. O da kaybolunca dedi ki: "Ey kavmim, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım." Diğer gezegenlerden daha büyük ve daha parlak olan güneş de kaybolup gidince Hazret-i İbrahim, bunun da ilâh olamayacağına işaretle kavmine "Sizin, taptığınız bu gibi şeylerden ben uzağım. Bilin ki bunlar ilâh olamaz." diyerek onları bir kere daha uyanniş oldu. 79Şüphesiz ki ben, hakka eğilerek yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim. Artık ben yüzümü, devamlı var olan, sonu olmayan ve gökleri ve yeri yoktan var edene çevirdim. Batılı bırakıp Hakka yöneldim. Ey müşrikler, ben artık sizin dininize giren müşriklerden değilim. Bu âyet-i Celilede, Allahü teâlâ bize bildiriyor ki: Hazret-i İbrahim gerçeği görünce hakkı söylemekten geri durmadı. Batıla saplanmış olan müşrik kavmine karşı çıkmaktan asla çekinmedi. Allah yolunda, kınayanın kınamasına asla aldırış etmedi. Bütün kavminin karşı çıkmasına rağmen doğruyu söyleyip onda ısrar etmeyi terketmetti. Onlara "Ey kavmim, beni de sizi de yaratmış olan Allah’a kullukta, sizin ilâh ve putlarınızı asla ona ortak kocamam. Ben ibadetimde yüzümü, gökleri ve yeri yaratan, evveli ve sonu olmayan, öldüren ve dirilten Allah’a yönelttim. Gelip geçici olan, zarar veya menfaat vermeye gücü yetmeyen âciz varlıklara değil." dedi. 80Kavmi onunla tartışmaya başladı. O da: "Beni doğru yola eriştirdiği halde Allah hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Ona ortak koştuklarınızdan korkmuyorum. Ancak rabbimin dilediği şey müstesna. Rabbim, ilmiyle herşeyi kuşatmıştır. Düşünmez misiniz?'* dedi. Kavmi, İbrahimle, Allah'ın birliği hususunda tartışmaya girişti. İbrahim onlara: "Siz benimle Allah'ın birliği hususunda tartışmaya mı girişiyorsunuz? Halbuki Allah beni, onun bir olduğunu bilmeme muvaffak kıldı ve bana hakkı gösterdi. Ben, sizin, Allah’a ortak koştuğunuz şeylerin bana herhangi bir zarar vereceklerinden korkmam. Ancak rabbimin, bir şeyin olmasını dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hiçbir şey ondan gizli değildir. Zarar ve menfaat vermeye gücü yetmeyen ve çeşitli şeylerden yapılmış olan bir kısım putlara tapmanızın yanlış olduğunu hiç düşünüp ibret almaz mısınız? 81Hakkında hiçbir delil indirmediği halde siz, Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben, sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Eğer bilirseniz söyleyin. Bu iki topluluktan hangisi emniyet içinde olmaya daha layıktır? Ben, sizin, Allah’a ortak koştuğunuz, zarar ve menfaat vermeye gücü yetmeyen ilahlarınızdan nasıl korkarım? Sizler, sizi yaratıp rızıklandıran Allah’a, elinizde hiçbir delil bulunmadığı halde ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. Siz ve biz, bu iki gruptan Allah'ın azabından kurtularak güven içinde olmaya hangimiz daha layıkız? Tek olan Allah’a ibadet eden mi yoksa kendiliğinden rabler icadederek onlara tapanlar mı? Eğer bunu biliyorsanız söyleyin bana. 82İman edenler ve imanlarını zulümle karıştırmayanlar. İşte emniyet içinde olma olanların hakkıdır. Onlar, doğru yoldadır. Allah'a iman edip ibadeti sadece ona yapanlar, iman ve ibadetlerine şirk karıştırmayanlar var ya. İşte güven içinde olma bunlara mahsustur. Doğru yolu tutanlar da bunlardır. Âyet-i kerime’de, iman edenlerin ve imanlarına zulüm karıştırmayanların güven içinde olacakları ve hidâyete erişmiş kimseler olacakları zikredilmiştir. Müfessirler, burada, imana karıştırılmaması istenen zulümden ne kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a) Abdullah b. Mes'ud, Alkame, İbrahim en-Nehai, Ebubekir, Selman-ı Farisî, Huzeyfe, Abdullah b. Abbas, Übey b. Ka'b, Ebû Meysere, Katade, Mücahid, Süddi İbn-i Zeyd ve İbn-i İshaktan nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen zulümden maksat, Allah'a ortak koşmaktır. Bunların izahına göre, âyetin mânâsı şöyledir: "Allah'a iman edip ibadeti sadece ona yapanlar, iman ve ibadetlerine şirk karıştırmayanlar var ya, işte güven içinde olma bunlara mahsustur. Doğru yolu tutanlar da bunlardır." Bu hususta Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "İman edip imanlarını zulümle kanştırmayanlar..." âyeti gelince Resûlüllah’ın sahabileri üzülmüşler, güçlerine gitmiş ve Resûlüllah’a şunu sormuşlardır. "Ey Allah'ın Resulü, bizden, kendisine zulmetmeyen kim var ki?" Resûlüllah: Bu, Allah’a ortak koşmak manasınadır. Lokman'ın, oğluna nasihatta bulunurken "Yavrum, hiçbir şeyi Allah’a ortak koşma. Şüphesiz ki Allah’a ortak koşmak büyük bir zulümdür. Buhari, K. el-Enbiya, bab: 41/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 424 dediğini duymadınız mı? Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 359 Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem), iman ettikten hemen sonra ölen bir sahabe için de bu âyeti okumuş ve bu sahabe için: "İmanına zulmü karıştırmadan ölen kimse" demiştir. Hadiseyi nakleden Ahmed b. Hanbel, Cerir b. Abdullahın şöyle dediğini rivâyet eder: "Birgün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile yola çıktık. Medineden ayrılınca bir bineklinin hızla bize doğru geldiğini gördük. Resûlüllah buyurdu ki: "Bu adam bize geliyor galiba." Adam gelip bize yetişti selam verdi. Selamını aldık. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona "Nereden geliyorsun?" diye sordu. Adam: "Ailem, çocuklarım ve kabilemden geliyorum" dedi. Resûlüllah, "Nereye gitmek istiyorsun?" diye sorunca adam: "Resûlüllah’a gitmek istiyorum" dedi. Resûlüllah da "Tam isabet ettin." buyurdu. Adam: "Ey Allah'ın Resulü iman nedir?" bana öğret dedi. "Resûlüllah: "İman, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammedin, Allah'ın Resulü olduğuna şehadet getirmen, namazı kılman, zekatı vermen, Ramazanda oruç tutman ve Hac yapmandır" buyurdu. Adam da "Kabul ettim" diye cevap verdi. Sonra Devesinin ön ayağı, yerde açılmış olan bir fare deliğine girdi. Deve düştü ve adam da kafasının üzerine düşerek öldü. Resûlüllah: "Adamı bana getirin" buyurdu. Ammar b. Yâsir ve Huzeyfe b. Yeman hemen koşarak adamı kaldırıp "oturttular ve "Ey Allah'ın Resulü adam ölmüş" dediler. Resûlüllah ise yüzünü bunlardan çevirerek buyurdu ki: "Bu iki adamdan yüz çevirdiğimi görmediniz mi? Çünkü ben, iki meleğin, bu kişinin ağzına cennet meyvelerinden birşeyler koyduklarını gördüm. Anladım ki adam aç olarak öldü." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sonra şöyle devam etti. "Allah'a yemin olsun ki işte bu adam, Allahü teâlânın, haklarında: "İman edenler ve imamlarını zulümle karıştırmayanlar, işte emniyet içinde olma onların hakkıdır. Onlar doğru yoldadır" buyurduğu kimselerdendir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 359 b) Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu âyette zikredilen zulümden, maksat Allah'ın yasakladığı herhangi bir şeyi yapma veya yapmasını emrettiği herhangi bir şeyi terketmeden dolayı ortaya çıkan herhangi bir zulümdür. Ancak bu âyet-i kerime’den bütün insanlar değil selef-i salihinden belli kimseler kastedilmiştir. Yani bu âyetin hitabettiği özel kimselerin herhangi bir zulüm yapmamaları halinde, güven içinde olabilecekleri ve hidâyete erişmiş olacakları beyan edilmiştir. Âyetin hitabettiği özel kimselerden maksat ise, İbrahim (aleyhisselam)'dir. Âyet ona hitabetmiştir. İkrimeye göre ise Medine'ye hicret eden muhacirlerdir.' Âyet bütün mü’minlere değil sadece onlara hitabetmiştir. Taberi, Resûlüllahtan nakledilen sahih haberlere dayanarak birinci görüşü tercih etmiştir. 83Bu, İbrahime, kavmine karşı verdiğimiz delillerimizdir. Biz, dilediğimizin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyi iyi bilendir. İşte bu, "Haklarında hiçbir delil indirmediği halde, siz Allah'a ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?" âyeti, İbrahime, kavmini susturup bahanelerine yer bırakmaması için verdiğimiz bir delildir. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. İbrahimi de kavmimin üzerinde derecelerle yükselttik. Dünya ve âhirette onlardan üstün kıldık. Şüphesiz ki rabbin, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir, yarattıklarını çok iyi bilendir. 84Biz İbrahime, İshakı ve Yakubı bahşettik ve hepsini doğru yola sevkettik. Daha önce Nuh'u ve soyundan olan Davudu, Süleymanı, Eyyubu, Yusufu, Mûsayı ve Harunu da doğru yola sevketmiştik. İşte biz, iyilikte bulunanları böyle mükafatlandırırız. Biz İbrahime, şerefli kıldığımız ve kendilerine Peygamberlik verdiğimiz bir soy bahşettik. İbrahimin oğlu İshak ve İshak'ın oğlu Yakup bunlardandır. Daha önce Nuhu doğru yola ilettiğimiz gibi bunları da doğru yola ilettik. Nuhun soyundan olan Davudu, Süleymanı, Eyyubu, Yusufu, Mûsayı ve Harunu da doğru yola ilettik. Biz bunları, itaatlerinden dolayı iyilikle mükafaallandırdığımız gibi her iyilikte bulunanı da yine iyilikle mükafaatlandırınz. Allahü teâlâ bu âyet-i celilede Hazret-i İbrahim ve eşi Sare, yaşlanıp çocuk sahibi olmaktan ümitlerini kestikleri bir zamanda onlara oğul ve torunlar verdiğini, böylece lütufta bulunduğunu bildirmektedir. Nitekim başka bir âyet-i Celilede de şöyle buyurulmaktadır. "İbrahimin hanımı "Vay başıma gelen, ben bir koca kan iken çocuk mu doğuracağım'? İşte kocam, o da ihtiyar. Cidden bu, hayret verici bir şeydir." dedi. Melekler hanıma "Allah'ın işine şaşıyor musun? Ey ev halkı, Allah'ın rahmeti ve bereketi üzerinizdedir. Şüphesiz ki o, övgüye çok layıktır, izzet ve şeref sahibidir." dediler Hud sûresi, âyet: 72, 73. 85Zekeriya, Yahya, İsa ve İlyası da hidâyete erdirdik. Hepsi de salih kullarımızdandı. Nuh Peygamberin soyundan olan bunları da hidâyete erdirdik. Bunların hepsi de salih kullarımızdandır. *Hazret-i İsanın, Nuh'un soyundan olduğunun zikredilmesi, annesi bakımındandır. Çünkü onun annesi Hazret-i Nuh'un soyundandır. 86İsmail, Elyesa, Yunus ve Lût'u da hidâyete erdirdik. Hepsini de âlemlerden üstün kıldık. Bunları da hidâyete erdirdik. Ve hepsini, zamanlarındaki âlemlerden üstün kıldık. 87Babalarından, nesillerinden ve kardeşlerinden bazılarını da üstün kıldık. Onları seçtik ve doğru yola ilettik. Biz, bunların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden size haber veremediğimiz bir kısım insanları da üstün kıldık. Onları, gönderdiğimiz dini tebliğ etmeleri için seçtik ve kendisinde eğrilik bulunmayan dosdoğru olan İslam dinine ilettik. 88İşte bu, Allah'ın doğru yoludur. Kullarından dilediğini o doğru yola iletir. Eğer onlar, Allah’a ortak koşsalardı yaptıkları bütün amelleri boşa giderdi. Peygamberleri ulaştırdığımız bu hidâyet, Allah'ın, kullarından dilediğine bahşettiği bir lütuf ve basandır. Şâyet bu Peygamberler de Allah ile birlikte başka şeylere taparak ona ortak koşsalardı, elbette ki onların da yaptıkları ameller boşa çıkmış olurdu. Çünkü Allah, kendisine ortak koşularak yapılan hiçbir ameli kabul etmez. Bu âyet-i kerime, Allah’a ortak koşmanın korkunç bir şey olduğunu, yüce mertebelerine rağmen, Peygamberler dahi böyle bir hale düşecek olsalar onların da amellerinin boşa gideceğini, Peygamber olmayan normal insanların ise böyle bir hale düştüklerinde hiçbir zaman kurtuluş yolu bulamayacaklarını bildirmektedir. Âyet-i kerime, Peygamberlerin, Allah'a ortak koşmalarını bir faraziye olarak zikretmiştir. Yoksa günahlardan korunmuş olan Peygamberlerin böyle bir hale düşmeleri mümkün değildir. 89Kendilerine kitap, hüküm ve hikmet ve Peygamberlik verdiklerimiz işte bunlardır. Eğer o kâfirler, bu verdiklerimizi inkâr ederlerse bilsinler ki, bunları inkâr etmeyecek bir kavmi, o verdiklerimize vekil kılmışızdır. İşte Peygamber olarak gönderdiğimiz bunlara, ilahi kitapları, bu kitapları anlayıp onlardan hüküm çıkarma kabiliyetini ve Peygamberliği verdik. Senin kavminden olan bu müşrikler, verilen bu şeyleri inkâr ederlerse biz, bunları, inkâr etmeyecek bir topluluğa emanet etmişizdir. Âyet-i kerime’de: "Eğer o kâfirler, bu verdiğimiz kitapların ve Kur'ânın âyetlerini inkâr edecek olursa bilsinler ki biz onları, inkâr etmeyen bir kavme emanet etmişizdir" buyurulmaktadır. Müfessirler, bu âyette, Allah'ın âyetlerini inkâr edebilecekleri zikredilenlerden kimlerin kastedildiği ve âyetlerin, kendilerine emanet edildiği kimselerden de kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir: a) Katade, Dehhak, Suddi, İbn-i Cüreyc ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre bu âyette, Allah'ın âyetlerini inkâr edebilecekleri bildirilen kimselerden maksat, Mekkeli Kureyş müşrikleridir. Âyetlerin kendilerine emanet edildiği beyan edilen kimselerden maksat ise Medineli Ensar'dır. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: Medine halkı, Resûlüllah kendilerine hicret etmeden önce, orayı yurt edinmişler ve imanı kalblerine yerleştirmişlerdi. Allahü teâlâ, bunlara âyetleri indirince Mekke halkı, âyetleri inkâra giriştiler. Allahü teâlâ da buyurdu ki: "Eğer şunlar, âyetleri inkâr ediyorlarsa bilsinler ki, biz o âyetleri, inkâr etmeyen bir topluluğa emanet etmişizdir, b) Ebû Reca'ya göre ise, âyetleri inkâr edecek kimselerden maksat, Mekke halkı, âyetler kendilerine emanet edilenlerden maksat ise meleklerdir. c) Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre, âyetleri inkâr edecek kimselerden maksat Küreydiler, bu âyetler kendilerine emanet edilenlerden maksat ise, bundan önceki âyette zikredilen on sekiz Peygamberdir. Taberi bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü bu âyetten önceki âyetler de, bundan sonraki âyet de Peygamberler hakkındadır. Bu âyetin de Peygamberler hakkında olduğunu söylemek, âyetleri birbirleriyle irtibatlandırma bakımından daha uygundur. 90İşte bunlar, Allah'ın, hidâyete erdirdiği kimselerdir. Sen de onların doğru yoluna uy. Ve de ki: "Sizden bu tebliğe karşılık bir ücret istemiyorum. O Kur'an, âlemler için sadece bir hatırlatmadır, bir öğüttür." İşte Allah'ın, hidâyete kavuşturduğu kimseler bu Peygamberler ve onların atalarından, soylarından ve kardeşlerinden seçilmiş olan kimselerdir. Ey Rasûlüm, sen de bunların yolundan git. Ve bunları kendine örnek al. ve kavminin müşriklerine de ki: "Kur’an’ı sizlere tebliğ etmeme karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Bu Kur'an, sizler de dahil, bütün âlemler için bir nasihattir, bir hatırlatictdır. Düşünüp ibret alasınız ve kötülüklerden el çekesiniz diye. 91O kâfirler: "Allah, hiçbir insana bir şey indirmedi." diyerek Allah’ı hakkıyla takdir etmediler. Ey Rasûlüm, de ki: "Mûsanın, insanlar için bir nur ve hidâyet rehberi olarak getirdiği Tevratı kim indirdi? Siz onu, parça parça kağıtlar haline getirip bir kısmını açıklıyor, çoklarını da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilmediğiniz şeyler size öğretilmiştir. De ki: "O kitabı Allah indirdi." Sonra bırak onları daldıkları sapıklıkta oyalanadursunlar. O kâfirler, Allah’ı hakkıyla yüceltmediler. Onlar: "Allah herhangi bir kitap veya vahiy gibi birşey indirmedi." dediler. Ey Rasûlüm, sen onlara de ki: "Mûsanın getirdiği, sapıklık karanlıklarını aydınlatan ve insanlara hakkı gösteren o Tevrati kim indirdi? "Ey Yahudi topluluğu siz o Tevratı ayrı ayrı sahifeler haline getirip o şekilde insanlara gösteriyorsunuz ve ondan, Muhammedin Peygamberliğini gösteren birçok şeyleri gizliyorsunuz. Ey Yahudiler şimdi ise size Kuranda sizlerin ve alalarınızın bilmediği şeyler öğretilmektedir. Taberi âyetin bu bölümündeki hitabın Müslümanlara yapıldığını beyan ederek buraya şöyle mânâ vermektedir: "Ey Müslümanlar, size de, sizin ve önceki atalarınızın bilmediği, geçmiş ümmetlere ait haberler öğretildi." Ey Rasûlüm, o müşriklere de ki: "Mûsaya Tevratı Allah indirdi." Sonra da onları, içine daldıkları bâtılda bırak. Alay etsinler, eğlenip dursunlar. Bu âyet-i kerime, müşrikleri tehdit etmektedir. Âyetin nüzul sebebi hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. a) Said b. Cübeyr ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime, Yahudi Malik b. Sayf hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Yahudilerden Malik b. Sayf isimli bir adam gelip Resûlüllah ile tartışmaya girişti. Resûlüllah da ona: "Seni, Mûsaya Tevratı indiren Allah’a yemin ettiriyorum. Söyle, sen Tevratta "Şüphesiz ki Allah, şişman din adamına buğuz eder." hükmünü görmedin mi?" Malik, şişman bir din adamıydı. Resûlüllah'ın bu sonısu üzerine kızdı ve dedi ki: "Allah’a yemin olsun ki, Allah, hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir." Arkadaşları ona "Vay haline, Mûsaya da mı indirmemiştir?" dediler. Malik tekrar: "Allah’a yemin olsun ki Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir... dedi. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "O kâfirler, "Allah, hiçbir insana bir şey indirmedi." diyerek Allah'ı, hakkıyla takdir etmediler. De ki: "Mûsanın insanlar için bir nur ve hidâyet rehberi olarak getirdiği Tevrati kim indirdi, âyet-i kerimesini indirdi. b) Süddiye göre ise bu âyet-i kerime "Finhas" isimli bir Yahudi hakkında nazil olmuştur. O, "Allah, Muhammede bir şey indirmedi" demiş ve bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur. e) Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi, Katade ve Abdullah b. Abbasa göre ise bu âyet-i kerime, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den Hazret-i Mûsaya inen mucizelerin benzerini isteyen bir Yahudi topluluğu hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî diyor ki: Yahudilerden bir kısım insanlar Resûlüllah’a geldi. Resûlüllah bir elbiseye bürünmüş vaziyette oturuyordu. Dediler ki: "Ey Ebul Kasım, Mûsanın, Allah tarafından alıp getirdiği levhalar gibi sen de gökten bize bir kitap getirmez misin?" Bunun üzerine Allahü teâlâ: "Kitap ehli, gökten kendilerine bir kitap indirmeni islerler. Onlar Mûsa'dan bundan daha büyüğünü istemişlerdi Nisa sûresi, 4/153 âyetini indirdi. Yahudilerden bir adam, dizlerinin üzerine oturdu ve dedi ki: "Allah ne sana, ne Mûsaya ne İsaya ne de herhangi bir kimseye bir şey indirmiştir." dedi. Bunun üzerine Allahü teâlâ: "O kâfirler" Allah hiçbir insana bir şey indirmedi" diyerek Allah'ı hakkıyla takdir etmediler..." âyetini indirdi. d) Mücahid ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet, Kureyş müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Allahü teâlâ bu âyetle Kureyş müşriklerinin "Allah, hiçbir beşere bir şey indinnemiştir." sözlerini bizlere bildirmiştir. Taberi, bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira, bundan önceki âyetler, müşrikler hakkındadır. Bu âyetin de onlardan bahseder olması daha münasiptir. Yahudilerin ise zikri geçmemiştir. Ayrıca Yahudilerin, "Allah herhangi bir beşere hiçbir kitap indirmemiştir" şeklinde bir inançları da yoktur. Çünkü onlar, Hazret-i İbrahime sabitelerin, Davuda Zebur'un ve Mûsaya, da Tevrat'ın indiğine iman etmektedirler. Abdullah b. Abbas ve Mücahide göre bu âyet, Kureyşli müşrikler hakkında nazil olmuştur. Taberi bu görüşü tercih etmiştir. Diğer bazı âlimlere göre ise bu âyet, Yahudilerden bir grup hakkında nazil olmuştur. İbn-i Kesir de, âyetin Mekkede nazil olması sebebiyle Kureyşliler hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. 92Bu Kur'an, kendinden önceki kitapları tasdik eden, Ümmül Kura (Mekke) ve çevresindeki bütün insanlığı uyarman için indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Âhiret gününe iman edenler bu Kur'ana da iman ederler ve onlar namazlarına devam ederler. Ey Rasûlüm, bu Kur'an, sana indirdiğimiz bir kitaptır. Bu, hayır ve bereketle dolu gmübarek bir kitaptır. Kendinden önce indirilen kitapları tasdik etmektedir. Biz bu kitabı sana, bir de Mekke halkını ve çevresinde bulunan kafirleri uyarasın diye indirdik. Âhirete iman edenler, sana indirdiğimiz bu Kur'ana da iman ederler. Onlar, namazlarına devam ederler. 93Allah’a yalan uyduran, veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde "Bana vahyolundu" diyen ve: "Allah'ın indirdiği kilap gibi bir kifap ta ben indireceğim" diye iddia edenden daha zalim kim olabilir? O zalimlerin halini, ölüm şiddeti içindeyken bir görsen. Melekler onlara ellerini uzatırlar ve "Ruhunuzu teslim edin. Bugün Allah’a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve onun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız." derler. Allah’a karşı yalan uydurandan veya kendisine hiçbir şey indirilmediği halde "Bana vahiy geliyor" diyen, "Müseylimetül Kezzab, Esvedül Ansî gibi Peygamberlik iddia eden kâfirlerden ve "Ben de Allah'ın indirdiği gibi kilap indiririm, Allah’ın kelamı gibi konuşabilirim" diyen müşriklerden daha zalim kim olabilir? Sen, zalimleri ölüm sarhoşluğu içinde, Melekler kendilerine azap etmek için ellerini uzatmış halde "Verin canınızı, bugün, Allah’a karşı bâtıl şeyler söylemeniz ve âyetlerine karşı böbürlenmeniz sebebiyle alçaltıcı bir azapla cezalandırılacaksınız." dedikleri zaman onların halini bir görsen. Kâfirler can çekilirlerken, melekler onları, azapla, ceza ile, boyunlarına geçirilen halkalarla, zincirlerle, alevlerle, kaynar sularla ve Allah'ın gazabı ile müjdelerler. Bunun üzerine kafirlerin canlan bedenlerine yayılır, çıkmak istemez. Melekler onları, canlanın çıkarıp teslim etmeleri için döverler, ve şöyle derler: "Çıkarın canlarınızı." Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Ya Meleklerin, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken halleri nice olacak. Muhammini sûresi, Âyet: 27 Bu âyet-i kerime. Peygamberlik bakımından Resûlüllah’a benzediklerini iddia etmiş olan Abdullah b. Said b. Ebi Sarh, Müseylimetül Kezzab ve Esvedü'l Ansi gibi bir kısım yalancılara inanan Arap müşriklerinin beyinsiz ve cahil kimseler olduklarını beyan etmektedir. Müfessirler bu âyetin, yukarıda zikredilen kişilerden hangisi hakkında nazil olduğu hususu hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a) İkrimeye göre âyetin "Allah’a yalan uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde "Bana vahyolundu" diyen..." bölümü, Müseylimetül Kezzab hakkında nazil olmuştur. Bu kişi, vezinli ifadelerle konuşuyor ve gaipten haberler vererek Peygamber olduğunu iddia ediyordu. Âyetin, "Allah'ın indirdiği gibi bir kitap ta ben indireceğim" diye iddia eden..." bölümü ise Abdullah b. Said b. Ebi Sarh hakkında nazil olmuştur. Bu, kişi müslümandi. Resûlüllah’ın vahiy katiplerindendi. Fakat daha sonra dinden çıkıp Mekke müşriklerine katıldı. Daha sonra ise Resûlüllah Mekkeyi fethetmeden önce "Merr" denen yerde iken tekrar müslüman oldu. b) Süddiye göre ise bu âyet-i kerime’nin tamamı Abdullah b. Said b. Ebi Sarh hakkında nazil olmuştur. Katadeye göre ise bu âyet-i kerime sadece Müseylimetül Kezzab hakkında nazil olmuştur. Abdullah b. Abbas, Resûlüllah'ın şöyle dediğinin kendisine anlatıldığını söylemiştir. "Ben uykuda iken iki elime altından iki bileziğin verildiğini gördüm. Bunlardan korktum ve hoş karşılamadım, bana izin verildi. Ben onlara üfledim. İkisi de uçup gittiler. Ben o iki bileziği, "Ortaya çıkacak iki yalancı" olarak yo-rumladım" Hadisi Rivâyet edenlerden Ubeydullah diyor ki: "Bunlardan biri, Feyruzun, Yemende öldürdüğü Esvedül Ansi'dir. Diğeri ise Müseylime'dir Buhari K. et-Tabir bab: 40 Diğer bir Rivâyette hadisin sonu şöyledir: "Bana, o iki bileziğe üflemem vahyedildi. Ben de onlara üfledim. Onların ikisi de uçup gittiler. Ben onları, aralarında bulunduğum iki yalancıya yorumladım. Onlar da, San'a şehrinin yöneticisi ve Yemamenin idarecileridir Buhari K. et-Tabir bab: 40 Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime, umumi bir şekilde, Allah’a karşı yalan uyduranları, kendisine bir şey vahyedilmediği halde "Bana vahyedildi" diyenleri ve "Ben de Allah gibi kitap indiririm" diyenleri zikretmiştir. Bu itibarla, âyetin, yukarıda zikredilen bütün kişileri ve onlardan sonra gelip te aynı iddiada bulunan diğer kimseleri kapsadığım söylemenin âyetin umumi ifadesine daha uygun olacağını beyan etmiştir. Âyet-i kerime’de, zalimler ölüm sarhoşluğu ve sıkıntısı içindeyken meleklerin onlara ellerini uzatacakları zikredilmiştir. Meleklerin ellerini uzatmalarından maksat, Abdullah b. Abbas ve Süddiye göre zalimleri dövmeleridir. Zira melekler, kafirlerin canlanın alırken onların yüzlerine ve arkalarına vuracakları başka bir âyette de zikredilmiştir. Dehhak ve Abdullah b. Abbasa göre ise, meleklerin ellerini uzatmalarından maksat, ölüm sarhoşluğunda olan zalimlere azap etmeleridir. Bir kısım Kûfeli âlimlere göre ise onların canlarını istemeleri içindir. 94Şüphesiz ki bugün, ilk yarattığımız gibi teker teker huzurumuza geldiniz. Verdiğimiz herşeyi ardınızda bıraktınız. İçinizden, ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi sizinle beraber görmüyoruz. Muhakkak ki onlarla aranızdaki irtibat kesildi. Ortaklar olduklarını sandığınız şeyler sizi bırakıp kayboldular. Allah, kıyamet gününde bu müşriklere diyecek ki: "Siz bugün sizi ilk yarattığı mızdaki gibi huzurumuza teker teker geldiniz. Şu anda, sizinle birlikte, dünyada kendileriyle iftihar ettiğiniz hiçbir şey yoktur. Dünyada size vermiş olduğumuz mal, mevki ve şeref gibi herşeyi arkanızda bırakıp geldiniz. Sizlerin, rabbinizin huzurunda kendinize şefaatçi olacağını sandığınız şeyleri, artık sizinle görmüyoruz. Aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve Allah’a ortak koştuğunuz şeyler kaybolup gitmişlerdir. 95Şüphesiz ki Allah, taneleri ve çekirdekleri yarandır. O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkaran odur. İşte Allah budur. O halde nasıl çeviriliyorsunuz? Şüphesiz ki Allah, taneleri yararak onlardan ekinleri, çekirdekleri yararak ta onlardan ağaçları çıkarandır. O halde ey insanlar, hiçbir zarar ve menfaat vermeyen putlara değil, bunları yaratan Allah’a ibadet edin. O, ölü olan taneden diri olan başağı, Ölü olan çekirdekten diri olan ağacı, ölü olan meniden diri olan insanı çıkarır. Yine o, diri olan başaktan ölü olan taneyi, diri olan ağaçtan ölü olan çekirdeği ve diri olan insandan ölü olan meniyi çıkarandır. İşte bütün bunları ve benzerlerini yapan Allah’tır. O halde haktan nasıl çeviriliyorsunuz? Ekinleri, bitkileri ve bütün canlıları yaratan Allah’ı bırakıp, hiçbir şey yapamayan yaratıklara tapıyorsunuz. 96Karanlığı yarıp tanyerini ağartan, geceyi dinlenme zamanı yapan, güneşi ve ay'ı bir hesaba göre hareket ettiren O'dur. İşte bu, herşeye galip olan ve herşeyi bilen Allah'ın takdiridir. Gecenin karanlığını yarıp sabahın aydınlığını getiren, geceyi dinlenme vakti yapan, güneşi ve ay'ı belli bir hesap çerçevesinde hareket ettiren ve insanların hesaplarına vasıta kılan Allah’tır. Bütün bunlar, herşeye galip olan, yarattıklarının menfaatlerini çok iyi bilen Allah'ın takdiriyledir. 97Kara ve denizin karanlıklarında yolunuzu bulaşınız diye sizin için yıldızlan yaratan O’dur. Muhakkak ki biz, bilen bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık. Karanın ve denizin karanlıklarında, kendileriyle yolunuzu bulaşınız diye yıldızlan sizin için yaratan O’dur. Şüphesiz ki biz âyetlerimizi, hakkı tanıyan bâtıldan kaçman bir topluluk için açıklanz. Allahü teâlâ diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyuruyor: "Biz, dünya semasını, lamba gibi parlayan yıldızlarla donattık. Onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık... Mülk sûresi, Âyet: 5 98Sizi bir tek candan yaratan O’dur. Sizin için karar kılınan ve emanet olarak kalınan yerler vardır. Anlayan bir kavim için, âyetleri geniş bir şekilde açıkladık. Sizi, tek bir can olan Âdemin sulbünden meydana getiren Allah’tır. Sizin için, ana rahmi, yeryüzü, kabir ve âhiret gibi karar kılacağınız yerler olduğu gibi, atalarınızın sulbü ve geçici dünya gibi emanet olarak kalacağınız yerler de vardır. Şüphesiz ki biz, âyetlerimizi ve delillerimizi, bunları anlayıp ibret alan birtopluhık için geniş bir şekilde açıkladık. Müfessirler, âyet-i kerime’de geçen ve "karar kılınan yer" diye tercüme edilen kelimesiyle, "Emanet olarak kalınan yer." diye tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a) Abdullah b. Mes'ud, İbrahim en-Nehai ve Muksem'e göre, "Karar kılınan yer"den maksat, annelerin rahimleridir. "Emanet olarak kalınan yer"den maksat ise kabirdir. Allah, insanları, annelerinin rahminde karar kıldırmış, kabirlerinde de diril inceye kadar, emanet olarak bekletmiştir. b) Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre "Karar kılınan yer"den maksat, annelerin karınlan, yeryüzü ve yerin içi"dir. "Emanet olarak kalınan yer"den maksat ise babaların sulbleridir. Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Abdullah b. Mes'ud'dan nakledilen diğer bir görüşe göre "Karar kılman yer"den maksat, yeryüzü ve dünyadır. "Emanet edilen yer"den maksat ise, Allah'ın huzurudur, âhirettir. d) Yine Abdullah b. Abbas, İkrime, Mücaid Ata İbrahim en-Nehai, Süddî, Katade, Dehhak ve İbn-i Zeydden nakledilen diğer bir görüşe göre, karar kılman yerden maksat, ana rahmi, emanet olarak kılınan yer"den maksat ise babaların sulbüdür. e) Hasan-ı Basriye göre ise, karar kılınan yer"den maksat, kabir, emanet olarak kalınan yer'den maksat ise dünyadır. Çünkü dünyada bulunan kimse, kabirde bulunan kardeşine kavuşmak üzere dünyada emanet olarak durmaktadır. Taberi diyor ki "Bu hususta doğru olan söz, şunu söylemektir: "Allahü teâlâ bu âyette, insanları tek bir nefisten yarattığını ve onların, karar kılman ve emanet olarak kalınan yerlerde kaldıklarını, genel bir şekilde zikretmiştir. İnsanların bir kısmı, ana rahminde karar kılmakta, diğerleri babalarının sulbünde emanet olarak durmaktadırlar. Diğer bir kısmı, yeryüzünde veya yerin içinde karar kılmış halde, başka bir kısım insanlar ise, babalarının sulbünde emanet olarak bulunmaktadırlar. Bir kısım insanlar da, kabirde karar kılmış halde, bazıları da yeryüzünde emanet olarak bulunmaktadırlar. Bu itibarla, her karar kılınan yer ve emanet olarak kalınan yer, âyetin genel ifadesinde dahildir. 99Gökten suyu indiren O'dur. Biz o su ile herşey için gerekli bitkiyi çıkardık. Ondan da yeşillik meydana getirdik, yeşillikten ise, birbiri üzerine yığılmış taneler çıkarırız. Hurmanın tomurcuğundan, sarkıp yere yaklaşan salkımlar çıkarırız. Ayrıca o su ile birbirine benzeyen ve benzemeyen, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri meydana getiririz. Herbirinin meyve verdiği zaman meyvesine ve onun olgunlaşmasına ibretle bakın. Şüphesiz ki bunlarda, iman eden bir kavim için birçok deliller vardır. Gökten su indiren Allah’tır. Biz o su ile, insanların, hayvanların ve bütün canlıların beslendikleri bitkileri çıkardık. Yeşil sebzeler ve ekinler bitirdik. O yeşilliklerden, birbiri üzerine yığılmış taneler çıkarırız. Hurma ağacının tomurcuğundan da, sarkıp yere yaklaşan hurma salkımları çıkarırız. O su ile üzüm bahçeleri, yaprakları ve görünüşleri bakımından birbirine benzeyen fakat meyve ve tat bakımından birbirine benzemeyen zeytin ve nar ağaçları çıkardık. Bu ağaçlar meyve verdikleri zaman meyvelerine ve meyvelerinin nasıl olgunlaştığına bir bakın. Şüphesiz ki, suyun gökten indirilmesinde ve onunla çeşitli bitkilerin çıkarılmasında, Allah'ın birliğini ve kudretini tasdik eden bir topluluk için büyük deliller vardır. 100Cinleri Allah yarattığı halde, kâfirler onları Allah’a ortak koştular. Ve hiçbir bilgiye dayanmadan Allah’a oğullar ve kızlar isnad ettiler. Allah, onların uydurdukları sıfatlardan münezzehtir, yücedir. Kâfirler, Cinleri Allah’a ortak koştular. Halbuki o Cinleri Allah yaratmıştır. Yine kâfirler, hiçbir bilgiye dayanmaksızın, Allah'ın yüceliğini takdir edemeyerek ona oğullar ve kızlar isnad ettiler. Allah, bu cahillerin yakıştırdığı sıfatlardan beridir, uzaktır. (Saffat Sûresinin Yüz kırk dokuz ve Yüz ellinci âyetlerinin izahına bakınız.) 101O, gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde yoktan var edendir. Onun eşi yokken çocuğu nasıl olabilir? Üstelik herşeyi yaratan da O'dur. O, herşeyi çok iyi bilendir. Allah, gökleri ve yeri, daha önceden benzerleri yokken var edendir. Onun eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olur? Herşeyi o yaratmıştır. Ve o, herşeyi çok iyi bilendir. O halde nasıl olur da onun yarattıkları arasında, kendisine bir eş bulunur da o eşten çocuğu meydana gelir? 102İşte rabbiniz olan Allah budur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Herşeyin yaratıcısıdır. O halde ona itaat edin. O, herşeye vekildir. Ey Allah’ı bırakıp ta putlara tapanlar, cinleri Allah’a ortak koşanlar, ve ona çocuk isnad eden kafirler. İyi bilin ki, sizin rabbiniz Allah’tır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Herşeyin yaratıcısı odur. O halde kendilerine ve sizlere hiçbir zarar veya menfaat vermeyen putları bırakıp ta sadece Allah’a kulluk edin. Allah, yarattığı herşeyin denetleyicisi ve koruyucusudur. 103Gözler onu görmez. O ise bütün gözleri görür. O, herşeyin inceliklerini bilendir, her şeyden haberdardır. Gözler onu kapsayumaz, o ise bütün gözleri kuşatır. O, kullarına lütufta bulunandır. Onların hak ve menfaatlerini çok iyi bilendir. Müfessirler, âyette zikredilen "Gözler Allah’ı görmez, Allah ise bütün gözleri görür" ifadesinden neyin kastedildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. a) Abdullah b. Abbas, Katade, Atiyye el-Avfı vb. âlimlerden Rivâyet edilen bir görüşe göre bu ifadenin manası şudur: "Hiçbir göz, Allah’ı kuşatamaz. Allah ise bütün gözleri kuşatır." Bunlara göre, kıyamet gününde, şu âyette belirtildiği gibi rablerine bakacaklar fakat onların gözleri, büyüklüğünden dolayı rablerini kuşatamayacaktir. Mü'minlerin, kıyamet gününde rablerini göreceklerini beyan eden âyetler ise şunlardır. "O gün öyle yüzler vardır ki pırıl pınl parlarlar. Rablerine bakarlar. Kıyamet sûresi, 75/22, 23 Bu görüşte olan âlimlere göre, âyette zikredilen ve "Görme" olarak tercüme edilen fiili, "Görmek" mânâsına değil "Kuşatmak" manasınadır. Zira bu fiil, Kur'an-ı Kerimin çeşitli yerlerinde "Görme" dışındaki mânâlarda da kullanılmıştır. Mesela: Nihâyet boğulma Firavunu yakalayınca o, "Gerçekten İsrailoğullarının inandığından başka ilâh olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım" dedi. Yunus sûresi, 10/90 âyetinde zikredilen fiilinin mânâsı, "görmek" değil "yakalamak" demektir. Zira, boğulma işinin, bir kimseyi gördüğünü söylemek mümkün değildir. Yine "İki topluluk birbirini görünce "İşte yakalandık" dediler. Şuara sûresi, 26/61 âyetindeki kelimesinin mânâsı "Gönnek" değil "yakalanmak" demektir. Bunlar da göstermektedir ki, bir şey diğer bir şeye ulaşır fakat onu göremeyebilir. Birinci âyette durum böyledir. Yine bir şey diğer bir şeyi görebilir. Fakat ona ulaşamaz. Bundan da anlaşılıyor ki "Gözler Allah’ı idrak edemez" ifadesindeki fiilinin mânâsı "Görmek" değildir, "İhata etmek ve kuşatmak" demektir. Evet, mü’minler ve cennetlikler, rablerini gözleriyle görecekler fakat gözleri onu kuşatamayacaktir. Zira, Allahü teâlâyı herhangi bir şey tarafından kuşatılmakla vasıflandırmak caiz değildir. Allahü teâlâyı "Görülmek"le vasıflandırırken görmenin kendisini kuşatamayacağı ile de vasıflandırmak, onu "Bilinmekle" vasıflandırırken, bilmenin kendisini kuşatamaması ile vasıflandırmak gibidir. İlmimizle Allah’ı kuşatamıyacağımızı söylememiz, onu bilemeyeceğimiz anlamına gelmediği gibi, onu gönyemizle kuşat anlayacağımızı söylememiz de onu hiç göremeyeceğimiz anlamına gelmez. Nitekim yaratıklar, birtakım eşyayı bilirler fakat bilgileri o eşyayı tam kuşatamayabilir. İşte Allahü teâlâyı görmek te böyle. Mü’min kullan onu görürler, fakat görmeleri onu tam olarak ihata edemez. Bu görüşte olan âlimler demişlerdir ki: Eğer denecek, olursa ki "Bu âyette geçen cümlesini "Gözler, Allah’ı kuşatamaz" yerine "Gözler Allah’ı göremez" şeklinde izah etmeye neden karşı çıktınız?" Cevaben deriz ki: "Aziz ve celil olan Allah, kitabının kıyamet suresinde bir kısım yüzlerin kerndisine bakacağını beyan buyurmuş Bkz. Kıyamet sûresi, 75/22, 23 Resûlüllah da ümmetine kıyamet gününde rablerini, ay'ın ondördünde görülmesi gibi, bulutsuz bir günde güneşin görülmesi gibi görüleceğini haber vermiştir. Madem ki, Allahü teâlâ, kitabının bir yerinde, bir kısım yüzlerin kendisine bakacağını beyan etmiş, Resûlüllah da bunu sahih haberlerle haber vermiştir, o halde Allahü teâlânın, kıyamette, mü’minler tarafından görüleceğini söylemek te kaçınılmazdır. Zira, Allahü teâlânın kitabı, birbirini doğrulamakta ve desteklemektedir. Allahü teâlânın, bir kısım yüzlerin kendisine bakacağını beyan ettiği haberiyle, gözlerin kendisini idrak edemeyeceğini beyan ettiği haberlerinden herhangi birinin diğerini neshettiğini söylemek caiz değildir. Zira verilen haberlerde nesih caiz değildir. Bu da göstermektedir ki "Gözler Allah’ı idrak edemez" haberi ile "Yüzler rablerine bakarlar" haberi farklı şeylerdir. Yani, cennetlikler kıyamet gününde gözleriyle rablerine bakacaklar fakat onu tam ihata edemeyeceklerdir. Bu iki âyetin bu şekilde izah edilmesi her iki âyeti de doğru bir şekilde anlamaktır. Her iki haberi de tasdik etmektir. Her iki surede gelen âyetlere de boyun eğmektir. b) Süddi ve Hazret-i Âişeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen cümlesindeki fiilinin mânâsı "Görmek" demektir. Cümlenin mânâsı ise "Gözler Allah’ı göremez" demektir. Bu hususta Süddi demiştir ki "Bu cümlenin mânâsı" Allah’ı, yarattıklarından herhangi birisi göremez." demektir. Mesruk diyor ki: Ben, Âişe'ye (radıyallahü anhâ) dedim ki "Ey anneciğim, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) rabbini gördü mü?" Âişe de dedi ki: "Söylediğin sözden dolayı tüylerim ürperdi. Sen şu üç şeyden haberdar değil misin? Onları sana kim söylerse yalan söylemiş olur. Kim sana "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) rabbini gördü" derse şüphesiz ki o, yalan söylemiş olur" Sonra Âişe "Gözler onu görmez o ise bütün gözleri görür. O her şeyin inceliklerini bilendir, her şeyden haberdardır" âyetini ve "Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder.. Şura sûresi, 42/51 âyetlerini okudu ve dedi ki: "Kim sana, yarın ne olacağını bildiğini söylerse şüphesiz ki o, yalan söylemiş olur." Sonra, "Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını bilmez" Lokman sûresi, 31/34 âyetini okudu ve dedi ki: "Kim sana, "Peygamber bir şeyi gizledi" derse şüphesiz ki o, yalan söylemiş olur" Sonra: "Ey Peygamber, rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, Allah'ın peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun Maide sûresi, 5/67 âyetini okudu ve sözlerine devam ederek dedi ki: "Fakat Muhammed, Cebrâil (aleyhisselam)'ı iki defa asıl şeklinde görmüştür. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an sures 53, bab: 1 Görüldüğü gibi Hazret-i Âişe, Allahü teâlânın, Resûlüllah tarafından dünyada iken- görülmediğini ifade etmek istemiştir. Ancak bir kısım âlimler Allahü teâlânın, dünyada, görülemeyeceği gibi, âhirette de görülmeyeceğini iddia etmişler ve izah etmekte olduğumuz âyeti buna delil -göstermişlerdir ve demişlerdir ki: "Bu âyetteki kelimesinin mânâsı, "Gözle görmek" demektir. Allahü teâlâ, kendisinin gözle görülemeyeceğini beyan etmiştir. Bu da hem dünya hem de âhiret için geçerlidir. Bu görüşü savunan insanlar kıyamet suresinde bazı yüzlerin rablerine bakacaklarını beyan eden âyeti te'vil etmişler, bu âyetten maksadın, "Bir kısım yüzler, rablerinin rahmetini ve sevabını beklerler." demek olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan bazıları Resûlüllahdan, âhirette mü’minlerin, rablerini göreceklerine dair Rivâyet edilen sahih haberleri, bir kısım te'villerle te'yid etmişler, diğer bazıları ise bu haberlerin varid olduklarını inkâr etmişler, bu haberlerin, Resûlüllah’ın söylediği söz olamayacağını savunmuşlar ve Allah'ın görülemeyeceği hususunda akıllarını hakem tayin etmişlerdir. Bunlar, akıllarının, Allahü teâlânın gözle görülmesini imkânsız gördüğünü zannetmişler, bu hususta çeşitli yaldızlı sözler söylemişler, kendilerine delil bulmak için uzun uzadıya izahlarda bulunmuşlardır. Bunların iddialarının doğru olduğunu ispatlayan ve en büyük delilleri olduğunu iddia ettikleri sözlerden biri de şudur. "İnsanların gözü, kendisine yapışık olan bir şeyi değil, görebileceği kadar uzaklıkta bulunan bir şeyi görebilir. Gözden uzak olan şey ile gözün arasında ise bir boşluk ve bir mesafe vardır. Şâyet gözlerin âhirette Allah’ı dünyadaki eşyayı gördüğü gibi görecekleri söylenirse Allahü teâlâ için bir sınır tayin edilmiş olur. Allahü teâlâyı böyle bir sıfatla sı-fatlayan ise onu, cisimlerin sıfatlarıyla sifatlamış olur. Allahü teâlâ ise, yaratıklarına benzemekten münezzehtir. Diğer yandan, kulakların sesleri, koku alma duyusunun, kokulan idrak ettikleri gibi gözlerin de renkleri görmeleri muhakkaktır. Nasıl ki sesleri almayan bir duyu organı, kokuları koklamayan koku alma organı bulunacağına hüküm vermek fasit ise, renkleri görmeyen bir görme organı bulunacağına hüküm vernıek te fasittir. Allahü teâlâyı, herhangi bir renkle vasıflandırmak caiz olmayacağına göre, onugörülebilir olmakla vasıflandırmak ta caiz delildir. c) Diğer bir kısım âlimler de cümlesindeki fiilinin mânâsının "Görmek" olduğunu, âyeti kerime’de, Allahü teâlânini görülmeyeceği beyan edildiğini, ancak bu görülmemenin, dünyada söz konusu olduğunu, âhirette ise, Allahü teâlânın mü’minler tarafından görüleceğini, zira başka bir âyette: "O gün, öyle yüzler vardır ki pırıl pınl parlarlar. Rablerine bakarlar. Kıyamet sûresi, 75/22, 23 buyurulduğunu, Allahü teâlânın bildirdiği haberlerde tezat olmasının mümkün olmadığını, bu itibarla, izah edilen âyetteki "Görülmeme"nin sadece dünyaya mahsus olan bir görülmeme olduğunu söylemişlerdir. Bunlardan bazıları demişlerdir ki: "Bu âyette zikredilen fiili her ne kadar bazı yerlerde "Görmek" mânâsına gelmiyorsa da burada "Görmek" mânâsında kullanılmıştır. Çünkü bu fiilin mânâlarından biri de "Görmek"tir. Kişi, gördüğü şeyi aynı zamanda idrak ta etmiş olur. Buradaki, "Görme" mânâsına gelen "İdrak etme" her zaman olacak bir idrak etme değil sadece dünyaya has olan bir idrak etmedir. Yani dünyada gözler Allah’ı göremezler. Allah ise o gözleri hem dünyada hem de âhirette görür" demektir. Bu görüşte olan âlimlerden diğer bir kısmı da burada zikredilen ve "Görme" mhanâsına gelen "İdrak etme"nin, hususi bir görme ve idrak etmeyi ifade ettiğini söylemişler ancak bu hususiliğin çeşitli ihtimallere göre olacağını zikretmişlerdir. Mesela: Âyetin mânâsının, "Allah’ı, zalimlerin gözü dünyada da görmez âhirette de görmez. Mü’minlerin ve velilerin gözleri ise onu görür." şeklinde olması caizdir. Keza âyetin mhanâsmın: "Gözler Allah’ı tam olarak kuşatıcı bir şekilde görmezler. Fakat genel olarak görürler" şeklinde olması da caizdir. Yine âyetin mânâsının: "Gözler Allah’ı dünyada görmezler. Âhirette ise görürler" şeklinde olması da caizdir. Yine âyetin mânâsının: "Gözler Allah’ı, Allah'ın onları gördüğü gibi göremezler. Zira yaratılanların gözü zayıftır. Allah'ın, görme gücü verdiği kadarıyla verirler. Allahü teâlânın ise görmesi herşeyi açık seçik olarak görmesi şeklindedir. Bunlar demişlerdir ki: "Gözler Allah’ı göremez" ifadesinin özel bir göremezlik şekli olduğu ve Allah'ın dostlarının kıyamet gününde kendisini görmelerinin kesin olduğu muhakkaktır. Ancak bu özel görmezliğin yukarıda zikredilen dört ihtimalden hangi çeşit görmezlik olduğu bizce belli değildir. d) Diğer bir kısım âlimler ise cümlesindeki fiilin mânâsının "Görme" olduğunu, âyetin mânâsının ise "Gözler Allah’ı göremez" demek olduğunu ve buradaki görmeme'nin umumi anlamda her zaman görmeme olduğunu söylemişler ve demişlerdir ki "Hiçbir göz Allah’ı ne dünyada iken ne de âhirette iken görebilecektir. Ancak Allah, kıyamet gününde dostları için beş duyu organı dışında altıncı bir duyu organı yaratacak ve onlar, bu duyu organlarıyla rablerini göreceklerdir. Bunlar, görüşlerine delil olarak şunu zikretmişlerdir: Allahü teâlâ bu âyette genel bir ifade ile, gözlerin kendisini görmeyeceğini beyan etmiştir. Buradaki görmemenin, özel bir görmeme olduğuna dair herhangi bir delil yoktur. Bu itibarla bu görmeme, her zaman ve her yer için geçerlidir. Diğer yandan başka bir âyetinde, bir kısım yüzlerin kıyamet gününde rablerine bakacaklarını beyan etmiştir. Allahü teâlânın haberleri arasında tezat olmayacağına göre ve her iki haber de sahih olduğuna göre bunları birbirleriyle dağdaştırmak izah ettiğimiz şekilde olur. Bu görüşte olun âlimler, aklî delil olarak ta şunları söylemişlerdir: "Bizim âhirette Allah’ı bu gözlerimizle kuvvetlendirilerek görmemiz caiz olsa dünyada iken zayıf halleriyle de kısmen de olsa görmemiz icabeder. Çünkü herhangi bir fonksiyon için yaratılan bir organ, tamamen yok olmadıkça o fonksiyonunu az da olsa icra eder. Bu itibarla gözün, yaratıcısını herhangi bir haliyle veya herhangi bir zamanda görmesi mümkün kabul edilecek olursa bu gözün, dünyada iken zayıf olduğu halde de yaratıcısını görmesi gerekir. Gözlerimiz dünyada, yaratıcılarını görmediklerine bunların bu halleriyle âhirette de görmeleri mümkün değildir. Allahü teâlâ da âhirette, yüzlerin, rablerine bakacaklarını bildirmiştir. O halde âhirette Allahü teâlâ, özel bir duyu organı yaratacak biz de onunla kendisini göreceğiz. Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta doğru olan görüş, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sağlam bir şekilde nakledilen haberlerin beyan ettikleri görüştür. Resûlüllah, kıyamet gününde mü’minlerin, rablerini ayın on dördünde onu gördükleri ve bulutsuz bir zamanda güneşi gördükleri gibi göreceklerini beyan etmiştir. Evet, mümminler rablerini görecekler, fakat kafirlerin görmelerine engel olunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ bu hususta bir âyet-i kerimesinde: "Hayır, hayır o gün yalanlayanların önüne rablerine karşı perde çekilmiştir Multafifin sureyi: 83/15 buyurmuştur. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Kıyamet gününde Allahü teâlânın, gözle görüleceğini inkâr edenlere gelince bunlar, delil olarak şunu zikretmişlerdir. "Gözler ancak görülebilecek kadar uzak bir mesafede olanı görebilirler. Kendilerine yapışık olanı göremezler. Bu da gözle, görülen şeyin arasında bir boşluğun ve bir mesafenin bulunmasını icabettirir. Allahü teâlânın bu şekilde görüleceğini söylemek te caiz değildir. Zira, bu takdirde Allahü teâlâya bir sınır ve nihÂyet biçilmiş olur ki bu da caiz değildir. O halde Allah’ı gözle görmek te mümkün değildir. Taberi, bunlara cevap olarak özetle şunu söylemekte ve demektedir ki: "Allahü teâlânın herhangi bir sıfatı yaratıklarının sıfatına benzetilemez. Nasıl ki, Allahü teâlânın, her şeyi sevk ve idare etmesi, yaratıklarının sevk ve idare etmelerine benzemiyorsa, yaratanın görülmesi de diğer yaratıkların görülmelerine benzemez. Allah'ın dışındaki sevk ve idare eden yaratıklar ya sevk ve idare ettiklerinin yanında bulunurlar veya uzağında bulunurlar. Allahü teâlâ ise, sevk ve idare ettiklerinin ne yanındadır ne de onlardan belli bir mesafede uzaklıkta bulunmaktadır. Yaratıkların görülmesi, görenden belli bir mesafede uzak olmalarını icabettirirken Allahü teâlânın görülmesi için böyle bir durum söz konusu değildir. Taberi, bu meseleyi izah etmek için şunları söylemektedir: "Sizler, yaratıcınız dışında sevk ve idare etme sıfatına sahib olan bir yaratık biliyor musunuz ki, o size ne temas eder bir vaziyette bulunsun ne de uzak olsun?" Şâyet onlar böyle birisini bildiklerini iddia ederlerse onu açıklamaları istenir. Buna da imkanları yoktur. Şâyet, "Böyle birisinin bulunduğunu bilmiyoruz, derlerse onlara denilir ki "Sizler, yaratıcınızı, size dokunmayan ve uzakta da bulunmayan bir zat olarak bilmiyor musunuz? Halbuki o, sevk ve idare etme ve işleri icra etme sıfatlarına sahiptir. İşte Allahü teâlânın görülmesi böyledir. Onun, görene temas eder halde olması veya uzakta bulunması söz konusu değildir. Çünkü o, diğer görülen şeylere benzetilemez. Mutezile fırkası, bu âyet-i kerimeye dayanarak, Allahü teâlânın, dünyada görülemediği gibi âhirette de hiç görülemeyeceğini söylemiştir. Onların bu sözü yanlıştır. Gerek lügat bakımından gerekse Şer'i yönden, âyetin batıl bir te'vilidir. Allahü teâlânın âhirette görüleceği, sahih Hadis kitaplarında mevcut olan sağlam Nass'lar ile bildirilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: "Şüphesiz ki sizler, ay'ı on dördünde gördüğünüz gibi kıyamet gününde rabbinîzi göreceksiniz Buhari, K. el-Mevakıt, bab: İd, bab: 26, K. el-Ezan, bab: 129, K. et-Tefsir, .Sûre 50, bab: 2, K. er-Rikak, bab: 52, K. et-Tevhid bab: 24/Ebû Dâvud, K. es-Sünne, bab: 19, Hadis No: 4729 Tirmizî, K. el-Cennet, bab: 16, Hadis No: 2551 104Şüphesiz size, rabbinizden, hakikati gösteren deliller gelmiştir. Kim onları görürse kendi lehinedir. Kim de onlara karşı kör olursa kendi aleyhinedir. Ben, sizin üzerinize bekçi değilim. Şüphesiz ki sizlere, rabbiniz tarafından, hidâyeti sapıklıktan, imanı inkârdan ayırdeden ve sizlere hakkı gösteren apaçık deliller gelmiştir. Kim bunları görür ve bunlarla doğru yolu bulursa, hayin kendi lehinedir. Kim de bunların ifade ettiği şeylere karşı kör olur da bunları tasdik etmezse onun kötülüğü de kendisine aittir. Ben, sizin üzerinize bir denetleyici değilim ki yaptığınız amelleri hesap edeyim. Ben ancak tebliğ edenim. 105Kâfirler: "Onu başkalarından öğrendin." desinler ve bilen bir kavme açıklayalım diye âyetleri geniş olarak işte böyle izah ederiz. Müfessirler ve kıraat âlimleri bu âyette geçen ve "Başkalarından öğrendin" diye tercüme edilen kelimesini farklı şekillerde okumuşlar ve okunan kıraat şekline göre de farklı mânâlar vermişlerdir. a) Medine ve Küfe kurraları ile Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi ve Dehhakın bu kelimeyi Kur'anda tesbit edilmiş olan şekliyle şeklinde okudukları ve bunun mhanâsının, "Okudun ve öğrendin" demek olduğunu söyledikleri Rivâyet edilmiştir. Taberi de bu kıraati ve bu izah tarzını tercih etmiştir. Çünkü şu âyette de belirtildiği gibi, müşrikler, Resûlüllahı, Kur’an’ı başkasından okuyup öğrenmekle itham ediyorlardı. "Şüphesiz ki biz, kafirlerin, "Bu Kuranı Muhammede bir adam öğretiyor" dediklerini çok iyi biliyoruz. Kuranı Muhammede öğrettiğini iddia ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Kur'an ise açık, fasih Arapça'dır. Nahl sûresi, 16/103 b) Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Mücahid, Dehhak ve bir kısım Basra Kurraları bu kelimeyi şeklinde okumuşlar, mânâsının da "Tartıştın, birbirinize okudunuz..." demek olduğunu söylemişlerdir. Yani, Kureyş müşrikleri, Resûlüllahı, ehl-i kitapla tartışarak ve onlarla karşılıklı olarak birbirlerine okuyarak öğrenmekle itham etmişlerdir. c) Katadeden nakledilen başka bir görüşe göre bu kelime, şeklinde okunmuş manası ise "Sana okundu bildirildi" demektir. d) Hasan-ı Basri ye Abdullah b. Mes'uddan nakledilen bir diğer görüşe göre bu kelime şeklinde okunmuştur. Mânâsı ise "Silinip gitmiştir, zamanı geçmiştir" demektir. Yani, müşrikler Resûlüllah’a "Senin bu okuduğun Kur’an’ın zamanı geçmiştir" demişlerdir. Bu âyeti "Biz bu âyetleri sana: "Sen bunu, başkalarından okuyup öğrendin" demesinler diye..." şeklinde izah edenler de vardır. 106Rabbin tarafından sana vahyolunana tabi ol. Ondan başka ilâh yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüzçevir. Ey Rasûlüm, rabbinin sana vahyettiği emirlerine uy. Müşriklerin seni davet ettikleri putları bırak. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Hakkıyla kulluk edilmeye ancak o layıktır. Allah’a ortak koşanlarla tartışmayı bırak, onlardan yüzce vir. 107Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bekçi yapmadık. Sen onlara vekil de değilsin. Eğer Allah dileseydi onları da hidâyete kavuştururdu. Onlarda Allah’a ortak koşmazlardı. Ey Rasûlüm, biz seni, onların üzerine, yaptıkları amelleri denetleyen bir bekçi yapmadık. Sen onların vekilleri de değilsin ki onları müdafaa edesin. 108Kâfirlerin, Allah’tan başka taptıklarına sövmeyin ki onlar da aşın giderek bilgisizce Allah’a sövmesinler. Her ümmete, yaptığı işi böylece süslü gösterdik. Sonra onların varacakları yer, rablerinin huzurudur. Rableri onlara yaptıklarını haber verecektir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Müşrikler "Ey Muhammed, ya bizim ilahlarımıza hakaret etmekten vazgeçersin veya biz de senin rabbini alaya alırız." dediler ve bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu." Katade diyor ki: "Bu âyet-i Celilenin asıl nüzul sebebi, Müslümanların, kâfirlerin putlarına sövmeleri, kâfirlerin de haddi aşarak cahillikle Allahü teâlâya sövmeleridir. Bu âyet-i kerime, herhangi bir menfaatin, büyük bir zarara yol açtığı takdirde terkedilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bir Hadis-i Şerifte Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Kişinin, anne ve babasına sövmesi, büyük günahlardandır." Sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü, kişi nasıl olur da anne ve babasına söver?" diye sorunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişi başkasının babasına söver, sövdüğü adam da onun babasına söver. Ve başkasının annesine söver o da onun annesine sö-ver. Müslim, K. el-îman, bab: 146, Hadis No: 90/Tirmizi, K. el-Birr, bab: 4, Hadis No: 1902 Ahmed b. Hanbel, Müsned c. 2, s. 164, 195, s. 214, 216. Bu âyetin izahında Süddinin şunları söylediği rivâyet edilmiştir: Ebû Talibin ölümü esnasında Kureyşliler demişlerdir ki: "Haydin bu adamın yanına gidelim. Kardeşinin oğlunun bize sataşmasını yasaklamasını isteyelim. Çünkü bizler, onun ölümünden sonra yeğenini öldürmekten utanırız. Çünkü Araplar diyeceklerdir ki: Onu öldürmelerine Ebû Talip engel oluyordu. O ölünce yeğenini öldürdüler." Ebû Süfyan Ebû Cehil, Nadr b. Haris, Ümeyye b. Halef, Übey b. Halef, Ukbe b. Ebi Muayf, Amr b. el-Ass ve Esved bir araya gelip "Muttalip" isimli birini Ebû Talibe gönderdiler. Kendisini ziyaret için ondan izin istidiler. Adam Ebû Talibin yanına vardı ve ona "Bunlar kavminin ileri gelenleridir. Senin nin yanına gelmek istiyorlar" dedi. Ebû Talib izin verdi . İçeri girdiler ve ona dediler ki: "Ey Ebû Talib, sen bizim büyüğümüz ve efendimizsin. Muhammed, bize de ilahlarımıza da eziyet etti. Onu çağırıp bizim ilahlarımıza sataşmaktan' vaz geçmesini, bizim de onu, ilâhı ile başbaşa bırakmamızı emretmeni istiyoruz." Bunun üzerine Ebû Talib Resûlüllahı çağırdı. Resûlüllah geldi. Ebû Talib ona: "Bunlar senin kavmin ve amcalarının oğullarıdır." dedi. Resûlüllah: "Ne istiyorsunuz?" dedi. Onlar da: "Senin, bizi ve ilahlarımızı bırakmanı, bizim de seni ve ilahını bırakmamızı istiyoruz" dediler. Ebû Talib, Resûlüllah’a "Kavmin sana insaflı davrandı. Onların bu tekliflerini kabul et" dedi. Resûlüllah da buyurdu ki: "Söyleyin bana, eğer ben, bu teklifinizi kabul edeceğime dair size söz verecek olsam sizler de, söylediğiniz takdirde Araplara hakim olacağınız ve Arap olmayanları da haraç alarak boyun eğdireceğiniz bir sözü söyleyeceğinize dair bana söz verir misiniz?" Ebû Cehil dedi ki: "Baban hakkı için evet söyleriz ve onun on mislini de söyleriz. O söz nedir?" Resûlüllah da dedi ki: "Lailahe illallah" deyin" müşrikler bunu kabul etmediler. Yüzlerini astılar. Ebû Talib de dedi ki: "Ey yeğenim, onun dışında başka bir söz söyle. Çünkü kavmin bu sözden tedirgin oldu" Resûlüllah da dedi ki: "Ey amca, onlar güneşi getirip sağ elime koysalar, yine de ben bunun dışında bir söz söylemem." Resûlüllah bunu söyleyerek müşriklerin beklentilerinden vazgeçip ümide kapılmamalarını istedi. Fakat onlar öfkelendiler, ve dediler ki "Ya ilahlarımıza sövmekten vaz geçersin veya biz de sana ve sana emir gönderene söveriz.." İşte bu âyet bunu izah etmektedir. 109Kendilerine bir mucize gelirse, ona mutlaka iman edeceklerine dair en ağır yemınleriyle Allah’a yemin ettiler. De ki: "Mucizeler ancak Allah katındadır." Onlara mucizeler geldiğinde dahi iman etmeyeceklerini siz nereden bileceksiniz? Âyet-i kerime’deki "Nereden bileceksiniz?., ifadesindeki muhatabın kim olduğu hakkında farklı izahlar yapılmıştır. Mücahide göre burada kendilerine hitabedilen kimseler müşriklerdir ve cümle burada sona ermektedir. Bundan sonra gelen cümle müstakil bir cümledir. Mü’minlere durumu haber vermektedir. Bu izaha göre âyetin bu kısmının mânâsı şöyledir: "Ey müşrikler, Allah'ın mucizeleri size geldiğinde iman edeceğinizi nereden biliyorsunuz?" "Ey mü’minler, o mucizeler onlara gelse de onlar iman etmeyeceklerdir." Diğer bir kısım âlimler ise buradaki muhatapların mü’minler olduğunu söylemişlerdir. Zira müşrikler, kendilerine bir mucize geldiği takdirde iman edeceklerine dair yemin edince mü’minler Resûlüllah’a demişlerdir ki: "Ey Allah’ın Resulü, sen rabbinden bir mucize iste de müşrikler iman etsinler," Bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti kerime’yi indirmiş ve mü’minlere buyurmuştur ki: "Ey mü’minler, o müşriklere, bu istedikleri mucizeler geldiğinde onların iman edeceklerini nereden biliyorsunuz?" âyet-i bu şekilde izah eden alimler cümlesinin başındaki bir pekiştirme edatı olduğunun ve olumsuzluk ifade etmediğini "Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan neydi Araf sûresi 7/12 âyetindeki gibi olduğunu söylemişlerdir. Başka bir kısım âlimler ise buradaki hitabın mü’minlere yapıldığını ancak şüphesiz ki" ifadesinden maksadın "Belki de" mânâsında olduğunu söylemişlerdir. Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve âyetin mânâsının şöyle olduğunu söylemistir: "Ey mü’minler ne biliyorsunuz? Belki de bu müşriklere mucizeler geldiğinde bunlar iman etmeyecekler böylece derhal cezalandırılacaklar, ertelenmeyeceklerdir." Taberi, İbn-i Kâ'b'ın şöyle dediğini rivâyet ediyor: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), birgün Kureyşlilerle konuşuyordu, Onlar dediler ki: "Ey Muhammed, sen bizlere, Mûsanın âsâsı bulunduğunu, onu taşa vurarak on iki göze fışkırttığını haber veriyorsun. Yine sen, İsanın, ölüleri dirilttiğini, Semud kavmine mucize olarak bir Deve verildiğini söylüyorsun. O halde sen de bize bazı mucizeler getir ki biz de seni tasdik edelim" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Size ne getirmemi istersiniz? diye sorunca Kureyşliler: "Safa tepesini altın yapmanı istiyoruz" dediler. Resûlüllah onlara: "Şâyet bunu yaparsam beni tasdik eder misiniz?" diye sorunca dediler ki: "Evet, Allah’a yemin olsun ki eğer bunu yaparsan hepimiz sana tabi oluruz." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kalkıp dua etmeye başladı. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselam geldi ve Resûlüllah’a şöyle dedi: "Dileğin yerine getirilecek. İstersen Safa tepesi altın olacak. Fakat bir mucize gönderilir de buna rağmen iman etmezlerse biz onları mutlaka azaba uğratırız. İstersen bırak onları da tevbe edip imana gelenler tevbe etmiş olsunlar." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bunun üzerine dedi ki: "O halde tevbe edenler tevbe etsin." İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu Taberi, c. 7, s. 210/İbn-i Kesir, c, 2, s. 164 110Biz onların kalblerini ve gözlerini ters çevriririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi şimdi de iman etmezler. Onları azgınlıkları içerisinde bırakırız, bocalayıp dururlar. Biz o müşriklerin kalblerini imandan, gözlerini hakkı görmekten çeviririz de, daha önce Allah’a ve Resulüne iman etmedikleri gibi mucizeyi gördükten sonra da iman etmezler. Biz onları, azgınlıkları içerisinde bırakırız, bocalayıp dururlar. Ne hakka ulaşırlar ne de doğruyu görürler. 111Eğer biz onlara, Melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi karşılarında toplasaydık, Allah dilemedikçe yine de iman edecek değillerdi, fakat onların çoğu, bu hususta cehalet içindedirler. Şâyet biz o müşriklere, gözleriyle görecekleri Melekleri indirseydik ve ölüleri diriltip te onlar da senin Peygamberliğinin doğruluğunu ispat için kendileriyle konuşmuş olsalardı ve herşeyi onların karşısına toplayacak olsaydık yine de Allah dilemedikçe iman edecek değillerdi. Fakat onların çoğu, herşeyin, Allah'ın elinde olduğu hususunda cehalet içindedirler. îmanın, kendi ellerinde olduğunu zannederler. Diledikleri zaman iman edeceklerini, dilediklerinde de imandan çıkabilme hürriyetine sahip olduklarını sanırlar. Halbuki durum böyle değildir. Ve Allah dilemedikçe onlar imana erişemezler. Kafirler, iman etmek için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den çeşitli mucizeler göstermesini istemişlerdir. Şu âyet-i kerimeler bu hususları beyan etmektedir: "Kafirler şöyle derler: "Bizim için yerden, suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz" "Veya içinde üzüm ve hurma bulunan bir bahçen olsun, ortasından şarıl şanl ırmaklar akıt. Yahut zannettiğin gibi, göğü başımıza parça parça düşür veya Allah’ı ve Melekleri karşımıza getir." "Yahut altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın. Allah’tan, Peygamber olduğunu yazan, okuyabildiğimiz bir kitap getirmedikçe göğe çıktığına da inanmayız.., İsta sûresi, âyet: 90-93 Görüldüğü gibi, açıklaması yapılan bu âyette, kâfirlerin bu işlekleri yerine getirilse bile, Allah dilemedikçe yine de iman etmeyecekleri bildirilmektedir. 112Sana yaptığımız gibi her Peygamber için de insan ve cin şeytanlarından düşmanlar yaratmıştık. Bunlar birbirlerine, aldatmak için süslü sözler fısıldarlar. Eğer rabbin dilemiş olsaydı, bunu yapamazlardı. Onları iftiraları ile başbaşa bırak. Ey Rasûlüm,. kavminin müşriklerinden olan şu düşmanlarla seni imtihan ettiğimiz gibi senden önce gelen Peygamberleri de imtihan etmiş, onlara eziyet veren insan ve cin şeytanlarını onlara düşman yapmıştık. Bu şeytanların bir kısmı, süsledikleri batıl sözleri diğerlerine fısıldarlar ki bunları işitenler Allah’ın yolundan sapsınlar. Eğer rabbin dileyecek olsaydı elbette ki bunların, Peygamberlere karşı olan kötülük ve eziyetlerini bertaraf ederdi ve bunu yapamazlardı. Bırak onları, iftiralanyla başbaşa kalsınlar. Onlara tahammül et. Çünkü onların cezalandırılması bana aittir. Müfessirler, bu âyette zikredilen "İnsan, ve Cin şeytanlarından" neyin kast edildiğini hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Süddi ve İkrimeye göre, insanların şeytanlarından maksat, şeytanlardan, insanlara musallat olan ve onlarla beraber bulunan şeytanlardır. Cinlerin şeytanlarından maksat da, cinlere musallat olan ve onlarla beraber bulunan şeytanlardır. Görüldüğü gibi bunlara göre şeytanlar, İblisin çocuklarıdır. İnsanların ve cinlerin herhangi bir türü, şeytan değildir. Âyet-i kerime’de, insanlara musallat olan şeytanlarla Cinlere musallat olan şeytanların, birbirlerine bir kısım yaldızlı sözleri fısıldadıkları ve Peygamberlere her iki sınıfın da düşman kılındıkları bildirilmiştir. Taberi bu izah şeklini anlamanın herhangi bir yolunun bulunmadığını söylemiştir. Çünkü İblis ve onun bütün çocukları, sadece Peygamberlerine değil Âdemoğullarının hepsine düşmandırlar. Allahü teâlâ bu âyette, özellikle Peygamberlere düşman olan şeytanları zikrettiğine göre buradaki şeytanlardan maksadın, sadece İblisin soyundan olan şeytanlar olmadıkları anlaşılmaktadır. Bu da göstermektedir ki, buradaki, insanların şeytanlarından maksat, insanların azgınları, cinlerin şeytanlarından maksat da cinlerin azgınlarıdır. Nitekim bu hususta Ebû Zer el-Ğifarî'nin şöyle dediği rivâyet edilir: "Ben, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldim. Resûlüllah mescitte bulunuyordu. Ben de oturdum. Bana: "Ey Eba Zer, namaz kıldın mı?" buyurdu. "Hayır" dedim. "Kalk namazı kıl" dedi. Kalktım namaz kıldım sonra oturdum. Resûlüllah: "Ey Eba Zer, insanların ve Cinlerin şeytanlarından Allah’a sığın." dedi. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, insanların da Şeytanı var mı?" Resûlüllah "Evet" buyurdu. Nesâî, K. el-İstiaze, bab: 48/Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 5, s. 178, 265 113Bir de âhirete iman etmeyenlerin kalbleri, o süslü söze meyletsin, ondan hoşlansın ve işleyecekleri suçu işlesinler diye böyle yaparlar. Bu insan ve Cin şeytanlarından bazdan, diğerlerine bâtıl sözleri süslü bir şekilde fısıldarlar ki. Peygamberlere tabi olan mü’minleri aldatıp yoldan çıkarsınlar, âhirete iman etmeyenlerin kalbleri de o sözlere meyletsin, o sözler hoşuna gitsin ve kötü amelleri işlemeye devam etsinler. 114Size kitabı genişçe açıklanmış olarak indirmişken, Allatılan başka hakem mi ariyayım? Kendilerine kitap verdiklerimiz, o Kur’an’ın, gerçekten rabbin tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma. Ey Rasûlüm, bu müşriklere de ki: "Allah’tan başka daha adeletli bir hakem mi ariyayım? Halbuki o size, hükümleri açıklayan Kur'ant gönderdi. Kendilerine Tevrat ve İncili verdiğimiz kitap ehli, Kur'an'in, rabbin tarafından indirilen bir gerçek olduğunu bilirler. O halde sen, sana anlattığımız şeyler hususunda şüphe edenlerden olma. 115Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamam oldu. Onun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O, herşeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Rabbinin sözü olan Kur'an âyetleri, vermiş olduğu haberlerin doğruluğu ve getirmiş olduğu hükümlerin adaletli olması bakımından tam kemale ermiştir. Rabbinin, kitabında bildirmiş olduğu sözlerini değiştirecek hiçbir güç yoktur. O, kullarının sözlerini çok iyi işiten ve hallerini çok iyi bilendir. 116Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "Zan'a uyarlar ve sadece tahmin yürütürler. Bu âyet-i kerime, yeryüzünde yaşayan insanların çoğunluğunun görüşünün hakkı temsil etmediğini, çünkü bunların birtakım hayal ve kuruntulara dayandığını, bu itibarla çoğunluğun, doğru olmayan görüşüne uyuldtığu takdirde, insanları Allah'ın yolundan saptıracaklarını bizlere öğretmekte, azınlık tarafından benimsenmiş olsa da, gerçeğe uymak gerektiğini bildirmektedir. O halde "Çoğunluk böyle düşünüyor öyleyse bu doğrudur" mantığı geçersizdir. 117Şüphesiz ki rabbin, yolundan kimin saptığını çok iyi bilir. O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir. Ey Rasûlüm, senin, putian Allah’a denk tutan bu müşriklere uymanı yasaklayan rabbin, doğru yolundan kimlerin saptıklarını senden de diğer bütün yaratıklardan da çok iyi bilir. Doğru yolda olanları da herkesten daha iyi bilir. O halde ey Resulüm, sana emrettiklerime uy ve yasakladıklarımdan kaçın. Sana karşı çıkanlara aldırma. Zira ben, yarattıklarımı çok iyi bilmekteyim. 118Eğer, Allah'ın âyetlerine iman ediyorsanız, Allah'ın adı zikredilerek kesilen hayvanlardan yeyin. Ey Mü’minler, eğer gerçekten, Allah'ın âyetleri olan Kur'ana iman ediyorsanız, üzerine Allah'ın ismi anılarak sizin tarafınızdan veya ehl-i kitap tarafından kesilen hayvanlardan yeyin. Putperestlerin kestiklerini yemeyin. 119Size ne oluyor da, üzerine Allah'ın adı zikredilerek kesilenlerden yemiyorsunuz? Halbuki o sîze, mecbur kalmanızın dışında haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır. Doğrusu, birçokları heveslerine uyarak, hiçbir ilme dayanmaksızın, insanları doğru yoldan saptırırlar. Muhakkak ki rabbin, haddi tecavüz edenleri çok iyi bilir. Ey insanlar size ne oluyor da üzerine Allah'ın ismi zikredilerek kesilen hayvanların etinden yemiyorsunuz? Halbuki Allah sizlere haram kılmış olduğu şeyleri genişçe açıklamıştır. Zaruret halinde bulunursanız haram olan şeylerden zaruret miktarınca yemeniz caizdir. Birçokları hiçbir bilgiye dayanmadan sırf heva ve heveslerine uyarak insanları doğru yoklan saptırırlar. Leşlerin ve üzerine Allah'ın adı anılmayarak kesilen hayvanların etlerinin helal olduğunu söylerler. Şüphesiz ki rabbin, haddi aşanları çok iyi bilir. Ve onları ona güre cezalandıracaktır. 120Günahın açığını da gizlisini de terkedin. Şüphesiz ki günah kazananlar, yaptıklarından dolayı cezalandırılacaklardır. Ey insanlar, gizli olsun açık olsun, Allah’a karşı günah işlemekten kaçının Çünkü Allah'ın yasak kılmış olduğu günahları işleyenler, kıyamet gününde bunun cezasını göreceklerdir. Müfessirler, burada zikredilen, günahın açığından hangi günahların ve gizlisinden hangi günahların kastedildiği hususunda farklı izahlarda bulunmuşlardır. a) Said b. Cübeyre göre burada ifade edilen, açık günahlardan maksat, Allahü teâlânin, evlenmelerini Nisa suresinin yirmi ikinci ve yirmi üçüncü âyetlerinde haram kıldığı kadınlarla evlenmektir. Gizli olan günahlardan maksat ise zina etmektir. b) Süddi, Dehhak ve Mücahide göre ise açık günahtan maksat, cahil iye döneminde fuhuş yapmak için bayrak asıp açıkça ilan eden kadınlarla zina etmektir. Gizli günahtan maksat ise, bir kısım kadınları dost edinerek gizlice zina etmektir. c) İbn-i Zeyd'e göre ise, açık günahtan maksat, Kabeyi tavaf ederken, soyunmak ve avret mahallini örtecek bir şey giymemektir. Gizli günahtan maksat ise zina etmektir. Taberi, âyetin umumi ifadesinin bütün bu görüşleri kapsadığı gibi açık ve gizli yapılan diğer bütün günahları da kapsadığını söylemiştir. 121Kesilirken üzerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak, Allah'ın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki Şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara uyarsanız muhakkak ki Allah’a ortak koşanlardan olursunuz. Ey iman edenler, kendiliğinden ölmesi sebebiyle veya sizin yahut ehli kitabın kesmesi sebebiyle, kesilirken üzerine Allah'ın ismi anılmayan veya müşrikler onları putları için kestiklerinden üzerlerine Allah'ın ismi anılmayan hayvanlardan yemeyin. Üzerine Allah'ın ismi anılmayarak kesilen hayvanlardan yemek, Allah’a itaatten ayrılmaktır, fasıklıktır. Şüphesiz ki bir kısım şeytanlar, kendi dostlarına vesveseliler verirler ki, o dostları sizinle, Allah'ın ismi anılmayarak kesilen hayvanların yenebileceği hususunda tanışsınlar. "Kendi kestiğinizi yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?" şeklinde konuşsunlar. Eğer sizler, şeytanlara ve dostlarına itaat edecek olursanız şüphesiz ki sizler, müşrikler olursunuz. Müfessirler, kesilirken üzerlerinde Allah'ın ismi anılmayan hayvanların yenmelerini yasaklayan bu âyetle neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a) Ata'ya göre bu âyet-i kerime Arapların putları için kestikleri hayvanların yenilmelerinin yasak olduğunu bildirmektedir. b) Abdullah b. Abbas'a göre ise bu âyet, kesilmeden ölen hayvanların yenmelerinin yasak olduğunu bildirmektedir. c) Muhammed b. Sîrîn ve Abdullah b. Yezid el-Hitmî'ye göre bu âyet-i kerime kasıtlı olsun kasıtsız olsun, kesilirken üzerine Allah'ın ismi anılmayan bütün hayvanların yenilemeyeceklerini bildi mı iştir. Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, putlar için kesilen hayvanları kendiliğinden ölen hayvanları ve kestiği yenmeyen bir kimse tarafından kesilen hayvanları kastetmiş ve bunların yenilmeyeceklerini beyan etmiştir. Müslüman bir kimsenin, unutarak, besmele çekmeksizin kesmiş olduğu hayvanın etinin yenilemeyeceğini söyleyenlerin görüşüne gelince, bu görüş şaz bir görüş olduğundan ve güvenilir kimselerin bu şekilde kesilen hayvanların helal olduklarına dair olan ittifaklarına ters düştüğünden, itibar edilmeyen bir görüştür. Âyet-i kerime’de, üzerine Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvanın veya leşin yenilmesinin fasıkiık olduğu zikredilmektedir. Abdullah b. Abbasa göre buradaki faşıklıktan maksat, günahkar olmaktır. Diğer bir kısım âlimlere göre ise dinden çıkıp kafir olmaktır. Âyet-i kerime’de: "Şüphesiz ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için, dostlarına fısıldarlar... buyurulmaktadır. Müfessirler burada zikredilen şeytanlardan ve şeytanların vesvese verdiği dostlarından kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşlerikretmişlerdir: a) lkrimeye göre, burada zikredilen şeytanlardan maksat, insanlardır. Bunlar da Farslar ve onların dininde olan ateşperestlerdir. Şeytanların dostlarından maksat ise Kureyş müşrikleridir. Farslar Kureş müşriklerine mektup yazarak Resûlüllahla şöyle tartışmalarını istemişlerdir. "Siz Allah'ın emrine uyduğunuzu zannediyorsunuz. Bununla birlikte Allah'ın altın bıçakla kesip öldürdüğünü yemiyor, kendi kestiğinizi yiyorsunuz. "İşte burada şeytanlık yapanlar Farslardır. Onların dostları ise kendileriyle antlaşmalı olan Kureyş müşrikleridir. Onlara söylenen yaldızlı sözler ise, "Allah'ın kestiğini yemiyor, kendi kestiğinizi yiyorsunuz." şeklindeki sözleridir. b) İkrime, Abdullah b. Abbas, Hadremi, Dehhak, Mücahid, Katade ve Süddiden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette zikredilen şeytanlardan maksat, İblisin soyundan gelen gerçek şeytanlardır. Şeytanların dostlarından maksat ise onların vesveselerine uyan Kureyş müşrikleridir. Bu hususta İkrime diyor ki: "Müşriklerden bazı insanlar Resûlüllah’a geldiler ve ona dediler ki: "Söyler misin bize, ölen bir koyunu kim öldürmüştür? Resûlüllah da dedi ki: "Allah öldürmüştür. "Müşrikler de dediler ki: "Sen, kendi öldürdüğü ve arkadaşlarının öldürdüğünü helal, Allah'ın öldürdüğünü ise haram sayıyorsun ha?" İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bir kısım insanlar Resûlüllah’a geldiler ve dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz kendi öldürdüğümüzü yiyor, Allah'ın öldürdüğünü ise yemiyoruz." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bundan öncekini ve bu âyeti indirdi Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 6, UN. 3069 Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, burada zikredilen şeytanlardan maksat, gerçek şeytanlar, onların dostlarından maksat ise Yahudilerdir. Yahudiler, Resûlüllah’a gelerek "Kendi öldürdüğümüzü yiyor, Allah'ın öldürdüğünü ise yemiyoruz, bu nasıl oluyor?" demişler, bunun üzerine de bu âyet nazil olmuştur. Taberi diyor ki: "Doğru olan görüş burada şunu söylemektir: "Allahü teâlâ* burada, leşin yenileceği hususunda mü’minlerle tartışmaları için, bazı şeytanların, kendi dostlarına vesvese verdiklerini bildirmiştir. Bu şeytanlar, bir kısım azgın insanlar olabilir, ki bunlar, insanlardan dost edindiklerine leşin yenileceği hususunda tartışmalar için onlara vesvese verirler. Bu şeytanlar, gerçek şeytanlar da olabilirler ki bunlar da, insanlardan olan dostlarına bu gibi vesveseleri verirler. Her iki cinsten olan şeytanların birbirleriyle yardımlaşmış olmaları da muhtemeldir. Nitekim bu hususta başka bir âyette şöyle buyurulmaktadır: "Sana yaptığımız gibi her peygamber için de insan ve cin şeytanlarından düşmanlar yaratmıştık En'am 6/112 Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime’nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikredilmiştir: Hasan-ı Basri ve İkrimeye göre bu âyet-i kerime mensuhtur Ehl-i Kitabın kestiğinin yenileceğini belirten âyet bunu neshetmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre ise bu âyet-i kerime mensuh değildir, muhkemdir. Ehl-i kitabın kestiklerinin yenilmesi, başka bir âyette zikredilmiş, o âyet ise bunu neshetmemiştir. Taberi sözlerine devamla diyor ki, "Doğru okın görüş, bu âyetin mensuh olmadığını söyleyen görüştür. Zira, ehl-i kitabın kestiğinin yenileceğini beyan eden âyetle bu âyet arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. Çünkü Allahü teâlâ bu âyetle bizlere, leş'in ve pullar için kesilenlerin yenilemeyeceklerini bildirmiştir. Ehl-i kitap ise, kendilerine kitap verilen kimselerdir. Onlar bu kitapların hükümleriyle amel ederler. Müslümanlar hayvanları kendi dinlerine göre kestikleri gibi onlar da kendi dinlerine göre keserler. Kestikleri hayvanların üzerine besmele çekip çekmemeleri önemli değildir. Ancak, hayvanı kesen kimse, kestiği hayvanın üzerine besmele çekmeyi. Allah'ın sıfatlarının bulunmadığı kanaatıyla veya Allah’tan başka bir şeye taptığından dolayı terkedecek olursa. İşte böyle bir kimsenin kestiğini yemek haramdır. Böyle bir kimse besmele çekse bile kestiği yenmez. Üzerine Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların etlerinin yenip yenmeyeceğine dair geniş bilgi için, Maide suresinin üçüncü âyetinin izahına bakınız 122Ölü iken (hidâyetle) diriltip kendisine insanlar arasında yürüyecek bir nur verdiğimiz bir kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi midir? İşte kâfirlere, yaptıkları böyle süslü gösterildi. İnkâr içinde bulunduğundan, ölü gibi olduğu halde, kendisine iman nasip ederek dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında onunla yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, kâfirlikte devam ettiği için, inkârın karanlıkları içerisinde kalım, ondan çıkıp hidâyete eremeyen kimse gibi midin? Elbette ki bunlar eşit değildirler. Kafirlere, yapmış oldukları ameller süslü gösterilmiştir. Bu âyet-i kerime’nin nüzul sebebi hakkında çeşitli Rivâyetler vardır. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet, Hazret-i Hamza ile Ebû Cehili anlatmaktadır. Zira birgiin Ebû Cehil, Resûlüllah’ın üzerine Deve işkembesi atmış bu durum Hazret-i Hamzaya bildirilmiş, henüz Müslüman olmayan Hamza avdan döndüğü bir sırada imiş ve elinde ok ve yayı bulunuyormuş. Hamza Ebû Cehile gidip onu elindeki yayla dövmeye başlamış. Ebû Cehil ise ona yalvararak demiştir ki: "Ey Ebû Ya'Iâ, Muhammedin, bizi geri zekalı olarak görmesini, ilahlarımıza sövmesini, atalarımıza karşı çıkmasını görmüyor musun? Hamza da şu cevabı vermişti: "Sizden daha beyinsiz kim var? Allah'ı bırakıp tanrı diye taşlara tapıyorsunuz. Ben şehadet ederim ki Allah tan başka ilâh yoktur. Onun hiçbir ortağı yoktur. Muhammed de onun kulu ve Peygamberidir." Mukatil, bu âyetin Resûlüllah ile Ebû Cehil hakkında indiğini, İkrime de âyetin, Ammar b. Yâsir ile Ebû Cehil hakkında indiğini, Dehhak ise, Hazret-i Ömer ile Ebû Cehil hakkında indiğini söylemişlerdir. Aslında âvetin hükmü geneldir. Her Mü’min ve kâfiri kapsamaktadır. 123Böylece biz, her ülkenin ileri gelenlerini oranın suçluları yaptık ki orada tuzaklar kursunlar. Halbuki onlar sadece kendi aleyhlerine tuzak kurarlar. Fakat bunun farkında değildirler. Biz, kafirlere, yaptıklarını süslü gösterdiğimiz gibi, her şehrin ileri gelenlerini de oranın, Allah’a ortak koşan ve isyan eden suçluları kıldık. Böylece insanları aldatsınlar, bâtıl sözleriyle ve tutarsız davranışlarıyla onları kandırmış olsunlar. Halbuki onlar, ancak kendilerini aldatmış olurlar. Çünkü Allah onları kontrol altında bulundurmaktadır. Onlar ise bunu hissetmezler. Allah'ın, kendileri için nasıl bir yakıcı azap hazırladığını nereden hissedecekler? Nisaburî, "Garâibül Kuran" adlı tefsirinde, Zeccacm. memleketin ileri gelenlerinin suçlular olması durumunu şöyle izah ettiğini anlatıyor: "İleri gelenler suçludur. Çünkü ihanet etmeye, tuzak kurmaya, asılsız şeyleri insanlar arasında yaymaya, diğer insanlardan daha fazla güç yetirebilirler. Bir de kişinin malının çokluğu veya mevkiinin yüksekliği, onun azmasına ve bunları muhafaza için her çareye başvurmasına, hatta, aldatma, ihanet etme, yalan söyleme, aleyhte konuşma, laf taşıma, yalan yere yemin etme gibi bir kısım ahlaksızlıkları işlemesine sebep olur. Dolayısıyle ülkesinin azgınlarından olur. Bu hususta Allahü teâlâ, îsra suresinin onaltıncı âyetinde şöyle buyuruyor: "Biz, bir ülkeyi yok etmeyi dilediğimizde oranın zevk düşkünlerine hakka uymalarını emrederiz. Fakat onlar, dinlemeyip yoldan çıkarlar. Artık o ülke yok olmayı hak eder biz de o ülkeyi tamamen helak ederiz." 124Onlara bir âyet geldiği zaman: "Allah'ın Peygamberlerine verilenin aynısı bize de verilmedikçe iman etmeyiz" derler. Allah, Peygamberliğini nereye vereceğini daha iyi bilir. Suçlu olanlara, yaptıkları hiylelerinden dolayı, Allah katından bir zillet ve şiddetli bir azap erişecektir. O müşriklere, Allah tarafından, Muhammedin Peygamberliğinin doğru olduğunu gösteren bir delil geldiği zaman onlar: "Allah'ın Peygamberlerine verilen mucizeler bize de verilmedikçe onun Peygamberliğine asla iman etmeyiz" derler. Kimin Peygamberliğe layık olduğunu Allah daha iyi bilir ve Peygamberliğini ona verir. Peygambere iman etmeyen suçlulara ise, İslama ve Müslümanlara karşı tuzak kurmaları sebebiyle Allah katında bir zillet ve şiddetli bir azap vardır. 125Allah, kimi hidâyete erdirmek isterse onun gönlünü İslama açar. Kimi de saptırmak isterse sanki göğe yükseliyormuş gibi gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. İşte böylece Allah, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır. Allah, kimi doğru yola kavuşturmayı dilerse, gönlünü İslama açar, kalbini onunla nurlandınr. Ve ufkunu onunla genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse gönlünü dar ve sıkıntılı kılar. Oraya iman nuru girmez, öğütler ulaşamaz. Böyle bir insan, çektiği sıkıntı bakımından sanki göğe yukarı tırmanan birisidir. İşte böylece Allahü teâlâ, iman etmeyenlerin üzerine azap yağdırır. Şeytanı onlara musallat kılar, ve murdarlıklara ve belalara uğratır. Âyet-i kerime’de, hidâyete eriştirilen kimsenin göğsünün ve gönlünün İslama açılacağı zikredilmektedir. Sahabe-i Kiram bu âyetin mânâsını, Peygamber Efendimizden sorarak: "Ey Allah'ın Resulü, hidâyete eren kişinin göğsü nasıl açılır?" demişler, Resûlüllah da onlara şu cevabı vermiştir. "İslam bir nur olarak onların gönlüne konur, onların gönlü de bu nur ile açılır, huzura kavuşur. Sahabiler: "Böyle olanı belirtecek bir alâmet var mıdır Ey Allah'ın Resulü?" diye sormuşlar. Resûlüllah da: "Ebedî yurda yönelmek, aldatan yurttan kaçınmak ve ölüm gelmeden önce ona hazırlanmaktır" buyurmuştur." Âyet-i kerime’de, Allah'ın Allah'ın saptırdığı kişinin, hırçın, ufku dar biri olacağı, âdeta göğe tırmanır bir halde olacağı beyan edilmektedir. Âyet-i kerime’nin sonunda "Rics" kelimesi geçmektedir. Abdullah b. Abbas bunun mânâsının "Şeytan" olduğunu söylemekte, Mücahit "Kendisinde herhangi bir hayır bulunmayan şey" olduğunu bildirmekte, Abdurrahman b. Zeyd ise bundan maksadın, azap olduğunu söylemektedir. Taberi ise bu son görüşü tercih etmiştir. Taberiye göre buradaki "Rics" kelimesinden maksat, "Necis" demektir. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu hadis-i şerifinde "Rics"i, Necis manasında kullanmıştır. Resûlüllah buyurmuştur ki; "Sizden biriniz tuvalete girdiğinde şunu söylemekten üşenmesin: "Ey Allah’ım, murdar olan, necis olan, pis olan ve pislikten, o kovulmuş şeytanın şerrinden sana sığınırım." 126İşte rabbinin doğru yolu budur. Şüphesiz biz, hatırlayıp ibret alan bir kavim için âyetleri geniş bir şekilde açıkladık. Rabbinin, kullan için seçtiği din işte budur. Dosdoğrudur. Bunda hiçbir eğrilik yoktur. Biz, âyet ve delillerimizi, düşünüp ibret alan bir topluluk için açıkladık. Âyet-i kerime’de: "Hatırlayıp ibret alan bir kavim" zikredilmektedir. Çünkü Hakkı bâtıldan, gerçeği gerçek olmayandan ayıracak olanlar bu kavimden olanlardır. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: "Bu Kur'an, Allah'ın sağlam bir ipidir, hikmet dolu bir zikirdir. Ve dosdoğru bir yoldur. Tirmizî, K. el-Fadail el-Kur'an, bab: 14, Hadis No: 2906/Darimî, K. el-Fadail, el-Kur'an bab: 1 127Rablerinin katında onlara güven yurdu olan Cennet vardır. Yaptıkları iyi amelden dolayı, Allah onların dostudur. Allah'ın âyetlerini düşünen, onlardan ibret alan, onların ifade ettikleri mânâların inceliklerine inen o topluluk için, rableri katında. Selamet yurdu olan Cennet vardır. Allah, yapmış oldukları amellerden dolayı onların dostudur. 128Allah onların hepsini bir araya topladığı gün, cinlere: "Ey Cin topluluğu, insanların çoğunu yoldan çıkardınız." der. İnsanlardan, Cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz, biz birbirimizden faydalandık. Nihâyet bize tayin ettiğin vademize ulaştık." Allah da: "Sizin durağınız Cehennemdir. Orada Allah'ın dilemesi müstesna, ebedî olarak kalacaksınız." der. Şüphesiz rabbin, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyi çok iyi bilendir. Allah, kıyamet gününde müşrikleri, dostları olan Cin şeytanlarıyla bir araya topladığı zaman onlara: "Ey Cin topluluğu, şüphesiz ki insanlardan birçoğunu saptırdınız." diyecektir. Cinlerin, insanlardan olan dostlun ise şöyle derler: "Ey rabbimiz, dünyada biz birbirimizden faydalandık ve senin, ölümümüz için tayin ettiğin vakte ulaştık. "Allah da onlara: "Sizin vanp kalacağınız yer Cehennem ateşidir, orada ebedi olarak kalacaksınız. Allah'ın dilemiş olduğu süre hariç. O da kabirlerinizden çırıp Cehennem ateşine varacağınız zamandır." der. Şüphesiz ki rabbin, yaratıklarının işlerini zevk ve idare etmekte hüküm ve hikmet sahibidir ve onları çok iyi bilmektedir. Âyet-i kerime’de geçen "Birbirimizden faydalandık." ifadesinden maksat, Şeytanların, insanlara şehvani şeyleri süslü göstermeleri ve haramları yaldızlamalarıdır. Şeytanların insanlardan faydalanmaları ise, insanların kendilerine itaat etmeleri, sözlerini dinlemeleri ve şeytanların, insanları sevk ve idare edenler haline gelmeleridir. 129İşte biz böylece, kazandıkları günahlardım dolayı zalimlerin bir kısmını, diğer bir kısmının başına dikeriz. İnsanların zarara uğrayanlarını, kemlilerini aldatan Cin taifesiyle dostlar kıldığımız gibi, zalimleri de zulüm ve azgınlıklarının cezası olarak birbirlerine musallat ederiz. Onları birbirleriyle helak eder ve onları birbirine düşürerek intikam alırız. Diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor: "Kim, rahman olan Al-Uthf anmaktan yüzçevîrirse, biz ona. bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan her zaman onunla beraberdir. Zuhruf sûresi, Âyet: 36 130"Ey Cin ve insan topluluğu, içinizden size âyetlerimi okuyan ve sizi, bugününüze kavuşacağınız hususunda uyaran Peygamberler gelmedi mi? Onlar: "Kendi aleyhimize şahidiz" derler. Dünya hayatı onları aldattı ve kendi aleyhlerine, kâfir olduklarına dair şahitlik ettiler. Allahü teâlâ, kıyamet gününde cin ve insanların kafirlerini bir araya toplayarak onları kınamak için şöyle buyuracaktır: "Ey Cin ve insan topluluğu, size içinizden, âyetlerimi anlatan ve sizi bugünle karşılaşacağınız hususunda uyaran Peygamberler gelmedi mi? Yaptıklarınızın yanlış olduğuna dair sizi uyarmadı mı? Aynı şekilde devam ettiğiniz takdirde azabımla karşılaşacağınızı sizlere bildirmediler mi de hiç düşünüp ibret almadınız? Bu iki topluluktan kâfirler şu cevabı vereceklerdir: "Evet, Peygamberlerinin bize gelip senin emir ve yasaklanın tebliğ ettiklerini itiraf ediyor ve kendi aleyhinize şahitlik yapıyoruz" Evet, bunları dünya hayatının süsleri aldatmıştır. Bunlar, kendi aleyhlerine, kâfir olduklarına dair şahitlik etmiş olacaklar ve suçlanın itiraf edeceklerdir. Müfessirler, cinlere bizzat kendilerinden Peygamberler gönderilip gönderilmediği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a) Dehhaka göre, insanlara, insanlardan Peygamberler gönderildiği gibi Cinlere de cinlerden Peygamberler gönderilmiştir. Çünkü bu âyet-i kerime’de "Ey cin ve insan topluluğu, içinizden size, âyetlerimi okuyan ve sizi, bu gününüze kavuşacağınız hususunda uyaran, Peygamberler gelmedi mi?" buyurulmuş, onlar da geldiğini itiraf etmişlerdir. b) İbn-i Cüreyce göre ise cinlere cinlerden peygamberler gönderilmemişti. Çünkü Allahü teâlâ, cin taifesinden hiçbir peygamber göndermemiştir. Ancak cinilere, insanlara gönderilen peygamberler tarafından vazifelendirilen uyarıcılar gitmiştir. Bunlar Kuranı işittikten sonra gidip kavimlerini uyarmışlardır. Bu Âyette cinlerden de Peygamberler gönderildiği zannına kapılmak mümkün ise de aslında onlardan peygamber gönderilmemiş, cin ve insan taifelerinin birbirlerinden, her iki topluluğa da Peygamber gönderilmiş, bu sebeple cin ve insan birlikte zikredilmiştir. 131Bu böyledir. Çünkü rabbin bir ülkeyi, halkı gaflette iken haksız yere helak edici değildir. Bu iş böyledir. Biz, Peygamberler gönderdik. Bu Peygamberler vasıtasıyla cinleri ve insanları uyardık. Çünkü senin rabbin, halkı uyarılmamış olan gaflet içindeki bir ülkeyi haksız yere helak etmez. Âyette geçen "Rabbin bir ülkeyi haksız yere helak edici değildir" ifadesi iki şekilde izah edilmiştir. Birinci izah şöyledir "Rabbin kendisine ortak koşarak zulme düşen bir ülkeyi derhal helak etmez. Onlara peygamberler gönderir ve kendilerini uyarır. Eğer vazgeçmezlerse ondan sonra onları helak eder. Ta ki onlar, "Biz herhangi bir müjdeleyen ve uyaran gelmedi." demesinler. Bu izaha göre haksızlık yapma, ülkenin sıfatı olmaktadır. İkinci izah şekli de şöyledir: "Rabbin, bir ülkeyi, peygamberler, mucizeler ve ibretler gönderip uyarmadan önce o ülke halkını suçsuz olarak helak etmez. Zira Allah, kullarına aslu zulmetmez." Bu izaha göre haksızlık yapma, Rabbin sıfatıdır. Taberani birinci izah tarzının âyet-i kerime’nin üslubuna daha uygun olduğunu ve bu itibarla da tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Bu hususta diğer âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz. İsra sûresi, âyet: 15 Hiçbir ümmet yoktur ki içinde bir uyarıcı bulunmuş olmasın. Fatır sûresi, Âyet: 24 132Herkesin, yaptığı işlerden dolayı dereceleri vardır. Rabbin, onların yaptıklarından habersiz değildir. Her amel edenin yaptığı hayır veya şer işlerine göre dereceleri vardır. Rabbin, bunların yaptıklarından gafil değildir. Ve herkesi ameline göre mükafaatlandırsın veya cezalandırsın diye amellerini tesbit ettirmektedir. 133Rabbin hiçbir şeye muhtaç değildir. Merhamet sahihidir. Sizi, başka bir kavmin soyundan yetirdiği gibi, dilerse sizi de yok edip, sizden sonra yerinize dilediğini getirir. Ey Rasûlüm, rabbin. yarattıklarına asla muhtaç değildir. Aksine o. yarattıklarına lütul'ta bulunmaktadır, merhamet sahibidir. Eğer rabbmizin emirlerine karşı gelirseniz, sizden evvelki toplulukları yok edip yerlerine onların suyundan sizi getirdiği gibi, sizi de yok edip yerlerinize dilciliğini getirir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, mutlak kudret sahibi olduğunu, yarattıklarının kendisine muhtaç olduklarını ve dilediği zaman, yasamakta olan toplulukları helak edip yerlerine yem topluluklar getirebileceğini beyan ediyor. Ve kullarının, başıboş olmadıkları hususunda kendilerini uyarıyor. Bu hususta başka âyetlerde de şöyle huyuruluyor. "İşte sizler, Allah yolunda mallarınızı harcamaya davet ediliyorsunuz. Amma içinizden kimisi cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, kendine cimrilik etmiş olur. Allah, hiçbir şeye muhtaç değildir, amma sizler muhtaçsınız. Eğer haktan yuzçevirirseniz, Allah, yerinize başka bir kavim getirir de sonra onlar sizin gibi olmazlar. Muhammed sûresi, Âyet: 38 Ey insanlar, sizler. Allah’a muhtaçsınız, Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Övülmeye layıktır." "Eğer dilerse sizi yok eder de yerinize yeni varlıklar gelirir. Fatır sûresi, Âyet: 15,16 134Size vaadedilen şeyler mutlaka gelecektir. Ve siz, Allah’ı âciz bırakamazsınız. Şüphesiz ki âhirette size geleceği vaadedilen ceza veya mükafatlar mutlaka gerçekleşecektir. Sizler bu hususta Allah’ı âciz bırakamazsınız. Çünkü sizler, onun hakimiyeti altındasınız. O, sizleri, ölüp çürümenizden sonra bile aynen diriltecektir. Ve yaptıklarınıza göre hesaba çekecektir. 135Ey Rasûlüm, de ki: "Ey kavmim, gücünüzün yettiğini yapın. Muhakkak ki ben de yapacağım. Yakında o yurdun akıbetinin kimin olacağını bileceksiniz." Şüphesiz ki zalimler kurtuluşa eremezler. Ey Rasûlüm, kâfirlere de ki: "Siz kendi yolunuzda gücünüzün yettiğini yapın. Ben de rabbimin bana emrettiğini yapıyorum. Ahiret yurdunda güzel akıbetin kimin olacağım, azabı gözünüzle görünce bilmiş olacaksınız. Şu da bir gerçektir ki, zalimler kurtuluşa eremezler. 136Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan ona pay ayırdılar ve kendi tutarsız zanlarına göre: "Bu Allah’ındır. Şu da ortak koştuklarımızındır." dediler. Ortakları için ayırdıkları, Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları, ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü. Allah’a ortak koşanlar, Allah'ın yarattığı ekinlerden, hayvanlardan, Allah için belli paylar ayırdılar ve tutarsız zanlarına göre: "Şu pay Allah’a aittir, bu da Allah’a ortak koştuğumuz şeylere aittir." dediler. Ortak koştuklarının paylarına düşen şeyleri muhafaza ettiler, ondan herhangi bir şeyi Allah'ın payına karıştırmadılar. Allah'ın payına ayırdıkhın şeyler, ortak koştukları şeylerin paylarına karışınca da aldırış etmediler. Ve "Allah'ın buna ihtiyacı yok." dediler. Vermiş oldukları hüküm ve karar ne kötüdür. Rivâyet olunduğuna göre, müşrikleri elde ettikleri tarım ürünlerinden ve yetiştirdikleri hayvanlardan bir miktar Allah için bir miktar da diğer ilahlarına ayırırlardı. Allah için ayırdıklarını misafirleree fakirlere, diğer ilahları itin ayırdıklarını da, o ilahların bakımına, onların huzurunda yapılacak âyine, kesilecek kurbana ve hizmetçilere harcarlardı. Eğer, Allah için ayırdıkları ürün ve hayvanlar çoğalır ve gelişirse, onları değiştirerek ilahlarına verir fakat ilahlarına ayırdıkları çoğalır ve iyi gelişirse onları değiştirmez ilahlarına bırakırlardı. İbn-i Zeyd demiştir ki: "Müşrikler, Allah’a ayırdıkları hayvanları kestiklerinde, onların üzerine putların isimlerini anmadan yemezlerdi. Putları için kestiklerini ise Allah'ın ismini anmaksızın yerlerdi." İşte âyet-i kerime, onların bu anlamsız ve çirkin işlerine işaret etmektedir. 137Yine ortak koştukları şeyler, müşriklerden çoğuna, çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdi ki, müşriklerin helak olmalarına ve dinlerinde şüpheye düşmelerine sebep olsunlar. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Ey Rasûlüm, onları iftiraları ile başbaşa bırak. Allah’a ortak koşulan put ve şeytanlar, kendilerine tapanlara, ekin ve mallarının bir kısmını Allah’a bir kısmını da ortak koştuklarına ayırmalarını süslü gösterdikleri gibi yine bu şeytanlar ve putlar, müşriklerden çoğuna, yaşamalarını şerefsizlik saydıkların kızlarım, diri diri toprağa gömerek öldürmelerini ve fakirlik korkusuyla çocuklarım katletmelerini süslü göstermiştir. Böyle yapıyorlardı ki kendilerine tapan bu şaşkın insanlar helak olsunlar ve dinlerinde şüpheye düşüp doğru yoldan sapsınlar. Eğer Allah diteseydi, Allah’a ortak koşanlar bunları yapamazlar, çocuklarını öldüremezlerdi. Fakat Allah onları serbest bıraktı onlar da şeytana uydular ve bunları yaptılar. Ey Rasûlüm, sen onları, yaptıkları iftiralarla başbaşa bırak. Müşrikler, bir taraftan, kızlarının kaçırılıp cariye yapılacaklarından korkarak ve bu sebeple şereflerini korumak amacıyla kız çocuklarının doğmasını istemiyorlar, şâyet kızları doğarsa- onları diri diri toprağa gömdükleri oluyordu. Bu hususta Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: "Onlardan biri kız çocuğu ile müjdelendiği zaman içi öfkeyle dolar, yüzü simsiyah kesilir." "Kız çocuğunun kendisine müjdelenmesinden utanarak halktan gizlenmeye çalışır ve şöyle düşünür: Kız çocuğunu zillet ve ar pahasına korusun mu yoksa diri diri toprağa gömüp öldürsün mü? Dikkat edin, verdikleri hüküm ne kötüdür. Nahl sûresi, 5yel: 53,59 Diğer taraftan da ellerine fırsat geçtiğinde başkalarının kızlarına ve namuslarına saldırmaktan geri durmuyorlardı. İslâm nizamı gelince bu cahiliye âdetine son verdi. Masum olarak öldürülen bu yavruların hesabının sorulacağını beyan etti. "Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman. Tekvir sûresi, âyet: 8,9 "Herkes önceden hazırlayıp gönderdiğini görecektir. Tekvir sûresi, âyet: 14 Evet, bu cinÂyetlerin hesabı âhirette mutlaka sorulacaktır. 138Müşrikler, bâtıl zanlarıyla: "Şu hayvanlarla ekinler yasaktır. Onları sadece bizim istediklerimiz yiyecektir. Şu hayvanların da sırtları binmeye ve yüklemeye haram kılınmıştır." dediler. Ayrıca bir kısım hayvanları da (keserken) Allah’a iftira ederek Allah'ın adını onların üzerine zikretmezler. Allah onları, yaptıkları iftira sebebiyle cezalandıracaktır. Bu cahil müşrikler, tutarsız zankınyla şöyle dediler. "Şunlar, haram olan hayvanlar ve ekinlerdir. Onlardan, ancak bizim istediğimiz kişiler yiyebilir." Yine bunlar: "Şunlar da bir kısım hayvanlardır ki, sırtlarına binilmek yasak kılınmıştır," derlerdi. Yine Allah’a iftira ederek bir kısım hayvanları da kestiklerinde üzerlerine Allah'ın ismini anmıyorlardı. Putlarının ismini anıyorlardı. Veya o hayvanların üzerine binerek Hacca girmiyorlardı yahut Allah’a karşı yalan uydurarak tunları sağdıklarında veya üzerlerine bindiklerinde, Allah'ın adını anmıyorlardı. Allah onları, kendisine karşı uydurmuş oldukları yalanlar sebebiyle cezalandıracaktır. Müşrikler, "Şunlar, haram olan hayvan ve ekinlerdir", derken putlarına ayrıldıkları malları veya "Bahire..." gibi hayvanları kastediyor. "Onlardan ancak bizim istediğimiz kişiler yiyebilir" derken de putlarını ve onların hizmetçilerini kastediyorlardı. Yine müşrikler, "Şunlar da bir kısım hayvanlardır ki sırtlarına binilmek yasak kılınmıştır." diyorlardı ve bu hayvanları da, Bahîre, Sâibe, Vasile, ve Hâm diye isimlendiriyorlardı. Bu hususta daha geniş bilgi, maide suresinin yüzüçüncü âyetinde verilmiştir. Oraya bakılabilir. Üzerlerine Allah'ın adının anılmadığı hayvanlardan maksat ise, üzerlerine bbindiğinde Allah'ın adı asla anılmayan ve kendilerine binilerek Hacca gidilmeyen hayvanlardır. 139O müşrikler: "Şu hayvanların karınlarındaki şeyler sadece erkeklerimize ait olup hanımlarımıza haram kılınmıştır." dediler. Bununla beraber o ülü doğarsa o zaman hepsi onda ortaktır. Allah onların bu yanlış vasıflandırmalarının eczasını verecektir. Çünkü o, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyi çok iyi bilendir. O müşrikler, belirli hayvanları kastederek "Bu hayvanların karnında bulunan yavru ve sütler, erkeklerimize aittir, hanımlarımıza haram kılınmıştır." derler. Şâyet onların kamında bulunanlar ölü doğar ya da hayvanlar ölürse, kadın erkek onların hepsi ölen bu hayvanı yemede ortak olurlardı. Allah bunları, kendisine karşı yalan uydurup, helali haram, haramı helal olarak vasıflandırmalarına karşılık cezalandıracaktır. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyi çok iyi bilendir. Allahü teâlâ, müşriklerin bu huylarına. Nahl zuresinin yüz on altıncı âyetinde işaretle buyuruyor ki: "Dilinizin alıştığı yalanlarla "Bu helaldir, bu haramdır." demeyin, Aksi halde bu sözlerinizle Allah’a yalan isnad etmiş olursunuz. Şüphesiz ki Allah’a yalan isnad edenler hiçbir zaman kurtuluşa eremezler." , Müşrikler, belli hayvanların karınlarında bulunanların, sadece erkeklere ait olduğunu söylemişlerdir. Bu hayvanlardan maksat, "Bahire" ve "Sâibe" gibi hayvanlardır. Bunların karınlarında bulunan şeylerden maksat ise, Abdullah b. Abbas, Katade ve Âmir eş-Şa'biye göre bu hayvanların sütleridir. Müşrikler, bu hayvanların sütlerini sadece erkeklerine yediriyor, kadınlarına haram olduğunu iddia ediyorlardı. Bu hayvanlar ölünce de, erkek katlın, hepsi birden onların etinden yiyorlardı. Süddiye göre ise bu hayvanların karınlarında bulunandan maksat, hayvanların karnında bulunan yavrularıdır. Bu yavrular, canlı olarak doğarsa onlar sadece erkeklere ait olur, kadınlara yasak saydırdı. Ölü olarak doğunca da kadın erkek hep birlikte onu yerlerdi. Taberi, âyetin umumi olan ifadesinin hayvanların hem sütlerine hem de yavrularına şamil olduğunu, bunu sadece birine tahsis etmenin isabetli olmadığını söylemiştir. Âyette gecen ve "Hanımlar" diye tercüme edilen kelimesinden maksat, Mücahide göre "Kadınlar" demektir. İbn-i Zeyd'e göre "Kızlar" demektir. Taberi, bu kelimenin Arapcada "Kadınlar" mânâsına geldiğini, kızların da bu ifadeye dahil olduğunu söylemiştir. 140Hiçbir bilgiye dayanmadan beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’a iftira ederek, onun, kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar, muhakkak ki hüsrandadırlar. Bunlar, doğru yoldan sapmışlardır. Hidâyete erenler de değillerdir. Bu âyet-i Celile, "Bahire" diye adlandırılan hayvanların etlerinin yenilmesini haram sayan "Saibe" diye adlandırılan hayvanlın başıboş salıveren ve kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar hakkında nazil olmuştur. Katade diyor ki: "Âyet-i Celilede zikredilen bu işler, cahiliye insanlarının davranışlarındandı. Onlar, kaçırılır veya fakirliğe sebep olurlar korkusuyla kızlarını öldürürler buna mukabil köpeklerini beslerlerdi." Abdullah b. Abbasın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Arapların, İslamdan önce ne kadar cahil olduklarını öğrenmek istersen, En'am suresinin yüz otuzuncu âyetinden sonrasını oku. Buhari, K. el-Menakib, kıb: 12 Evet. bu müşrikler, bu davranışlarıyla, dünyada çocuklarını öldürmek ve helal olan mallarım kendilerine haram kılmak suretiyle zarara uğramışlar, âhirette de: "Bunları Allah yapıyor." diyerek yapmış olduktan iftiralardan dolayi cehennem azabına sürüklenip hüsrana uğramışlardır. Nitekim diğer Âyet-i kerimelerde de şöyle buyurulmaktadır: "... Şüphesiz ki Allah’a yalan isnad edenler, hiç bir zaman kurtuluşa eremezler..." "Bu, dünyada az bir geçimdir. Ahirette onlara can yakıcı bir azap 141Çardaklı ve çardaksız baylan, hurma ağaçlarını, çeşitli meyveleri olan bitkileri, zeytin ve narları, birbirine benzeyen ve benzemeyen özelliklerde yaratan O'dur. Bunların herbiri mahsul verdiği zaman mahsullerinden yeyin. Hasat zamanı da hakkını verin. İsraf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez. Sizler için çardaklı ve çardaksız bağlan ve kavun karpuz gibi yeryüzüne yayılmış, elma armut gibi yerden yükselmiş meyve ağaçlarını ve bahçeleri yoktan var eden, hurma ağacını, çeşitli meyve ve taneleri olan bitkileri, zeytini ve Narı, görünüşleri, tatlan, renkleri ve büyüklükleri birbirine benzeyen ve benzemeyen şekilde yaratan Allah’tır. Onların herbiri meyve verdikleri zaman meyvelerinden yeyin. Hasat zamanı da üzerlerinde olan zekât ve benzeri hakları verin. İsraf etmeyin. Zira Allah, israf edenleri sevmez. Âyet-i kerime’de geçen ve "Hasat zamanı da hakkını verin" diye tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a) Enes b. Malik, Abdullah b. Abbas, Hazret-i Abbas, Cabir b. Zeyd, Hasan-ı Basri, Said b. el-Müseyyeb, Katade, Tavus, Muhammed b. el-Hanefiyye, Dehhak ve İbn-i Zeyde göre "Hasat gününde de hakkını verin" ifadesinden maksat, "Mahsullerinizin zekâtını verin..." demektir. Mahsullerin zekâtı ise, sulama ile yetiştirilip elde edilen mahsullerden onda bir'in yarısı, sulama yapılmadan elde edilen mahsullerden ise onda biridir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Yağmurun, nehirlerin, pınarların suladığı veya yerin altından kendiliğinden su alan mahsullerin zekâtı onda birdir. Deve ile veya kuyulardan su çekilerek sulanan mahsulün zekâtı ise onda bir'in yarısıdır." Ebû Davud, K. ez-Zekât bab: 12, Hadis No: 1596 Katade demiştir ki: "Bu zekât, ölçülen ürünlerdedir. Bu ürünler, beş vesk'e yani üç yüz sa'a ulaşınca ondan zekât vermek farz oluyordu. Ancak, ölçülmeyen ürünlerden de, ölçülenlerin miktarında zekât verilmesini müstehap görüyorlardı. b) Cafer b. Ali, Ata, Hammad, Mücahid, İbn-i Ebi Neciyh, Abdullah b. Ömer, İbn-i Sîrîn, İbrahim en-Nehai, Yezid b. el-Esam, Rebi b. Enes, Said b. Cübeyr, ve Muhammed b. Kâ'b'a göre ise "Hasat gününde mahsullerin hakkım verin" ifadesinden maksat, "zekâtın haricinde, mahsullerden tasaddukta bulunun" demektir. Ancak bu âlimler, zekâtın haricinde, tasadduk edilecek miktarın ne kadar olacağı hususunda çeşitli izahlarda bulunmuştur. Atâ'ya göre, mahsul sahibinin gönlünden kopacak olan bir miktardır. Veya yiyecek maddelerinden bir avuçtur. İbrahim en-Nehaiye göre bir tutam mahsuldür, Rebi' b. Enese göre, yere dökülen başaklardır. Mücahide göre fakirlerin yemesi için mescitlere asılan hurma salkımıdır. Said b. Cübeyre göre, hayvanların yiyeceğidir. Mücahid demiştir ki: "Kişi ekinleri biçtiği zaman dilencilere başak verir, dövmeye götürdüğü zaman da onlara yine başaklardan verir. Dövüp sapından ayırınca da onlara yiyecek olarak verir, işini bitirip mahsulü ölçünce de zekâtını ayınr. Hurmaları toplarken de onların salkımlarından yedirir. Ölçerken de yedirir. Ölçmeyi bitirince de zekâtını ayırır. Bu hususta Yezid b. el-Esam diyor ki: "Hurmalar toplanınca hurma sahipleri, ağaçlarından bir hurma salkımı getirip Resûlüllah’ın mescidine asarlardı. Fakirler gelir, değnekleriyle o salkıma vururlar ve düşenleri yerlerdi. Birgün Resûlüllah, Hasan veya Hüseyinle birlikte mescide geldi. Onlardan biri bir hurma alıp ağzına götürdü. Resûlüllah o hurmayı çekip ağzından aldı. Çünkü Resûlüllah da, ehl-i beyti de sadaka yemiyorlardı. a) Abdullah b. Abbas. Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Hasan-ı Basri, Süddü ve Atiyye'den nakledilen diğer bir görüşe göre, "Hasat gününde, mahsullerin hakkını verin" emri, daha önce nazil olmuştu. Mahsullerin, zekâtını belirten emirler gelince bu âyet neshedilmiş oldu. Artık hangi mal olunsa olsun, ekin ve ağaç ta olsa zekât dışında bunlardan bir miktar tasaddukta bulunmak farz değildir. Çünkü, mahsullerin onda birinin veya onda yarımının zekât olarak verilmesi farz kılınmıştır. Taberi de bu son görüşü tercih etmiştir. Zira, bütün âlimler, ekinlerin zekâtlarının ancak dövülüp ianelerinin ayrılmasından sonra, hurmaların zekâtlarının da ağaçlarından toplanıp kurumalarından sonra verileceği hususunda ittifak etmişlerdir Halbuki bu âyette, mahsullerin haklarının hasat gününde verilmesi emredilmektedir. Bu da göstermektedir ki bu emir neshedilmiştir. Âyet-i kerime’nin sonunda "israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez." buyumlmaktadır. Müfessirler. burada geçen "İsraf etmeyin" ifadesindeki muhataplardan kimlerin, israftan da neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a) Ebul Âliye, İbn-i Cüreyc ve Ataya göre buradaki israf yasağı, tarımla meşgul olan kimseleredir. O kimselerin israf etmelerinden maksat ise, mahsullerini ve diğer mallarını fazlaca dağıtıp yoksul hale düşmeleridir. b) Said b. el-Miiseyyeb ve Muhammed b. Kâ'b el-Kureziye göre ise buradaki muhataplar, tarımla meşgul olan insanlardır. İsraf etmelerinden maksat ise, mallarındaki, zekât ve sadaka hakkını vermeyerek günahkâr olmalarıdır. Bunlara göre israf etme, "Hakkı tecavüz etme" demektir. c) İbn-i Zeyd'e göre ise, burada, kendilerine, israf etmeleri yasaklanan kimselerden maksat, idarecilerdir. İsraf etmelerinden maksat, ise, idare ettiklerinden, Allah'ın koyduğu sinirin üstünde mal almalarıdır. Allahü teâlâ, bu âyeti kelimesiyle, idare ettiklerinden zekâtları toplayan idarecilere, Allah'ın farz kıldığı miktardan daha fazlasını almalarını yasaklamıştır. Taberi diyor ki: "Bize göre. bu hususta söylenecek doğru söz şudur: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, haddi aşma anlamına gelen bütün israfları yasaklamıştır. Bu israf, Allah'ın koyduğu miktarın üstüne çıkmakla da olur, altına düşmekle de olur. Bu israfa, bizzat mal sahipleri de düşmüş olabilir, idareciler de, Kur'an-ı kerimi, tahsis edici herhangi bir delil olmadıkça genel anlamıyla olmak elbette ki daha isabetlidir. Mahsullerini toplarken fakirlerin haklarını vermeyenler hakkında Kalem suresinde şöyle buyumluyor: "Bahçe sahiplerini imtihan ettiğimiz tzibi, bunları da imtihan ettik. Bir zaman bahçe sahipleri, sabahleyin erkenden bahçelerinin meyvelerini devşireceklerine dair yemin etmişlerdi." "Hiçbir istisnaya yer vermemişlerdi." "Onlar daha uykudayken rabbin tarafından o bahçeyi bir bela sardı da simsiyah kesiliverdi." "Sabah erkenden birbirlerine "Haydi devşireceksiniz mahsulünüzün başına erken gidin" diye seslendiler. "Bugün hiçbir yoksul oraya girip yanınıza sokulmasın" diye aralarında fısıldanarak bahçeye doğru yürüdüler." "Onlar, fakirlere yardım etmemeye güçlerinin yeteceğini zannederek gittiler." "Bahçeyi görünce şöyle dediler: "Şüphesiz biz yolumuzu şaşırdık." "Hayır hayır. biz mahrum edilmişiz" "İçlerinden en insaflıları: "Ben size, tevbe edip Allah’ı tesbih etmeniz gerekir dememiş miydim dedi." "Onlar da "Biz, rabbimizi layık olmadığı sıfatlardan tenzih ederiz. Şüphesiz, biz Zalimlermişiz dediler." "Birbirlerini kınamaya başladılar." "Yazıklar olsun bize, şüphesiz biz, haddi aşanlarmışız." "Umulur ki ki rabbimiz, bize bu bahçeden daha hayırlısını verir. Biz, herşeyi yalnız Rabbimizden isteriz." dediler. "İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi." Kalcın sûresi, âyet. 17-33 142Hayvanlardan yük taşıyanları, etinden ve yününden istifade edilenleri de yaratan O'dur. Allah'ın, size rızık olarak vermiş olduğu şeylerden yeyin. Şeytanın izinden gitmeyin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. Hayvanlardan binilmeye müsait ve yük taşımaya elverişli olanları, kesip etinden istifade ettiğiniz, ayrıca yünlerinden ve tüylerinden faydalandıklarınızı yaratan Allah’tır. Allah'ın size, rızık olarak vermiş olduğu ekinlerden, meyvelerden ve hayvanların etinden yeyin. Allah'ın size helal kıldığı temiz rizıkları kendinize haram kılarak Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü şeytan, sizin apaçık düşmanınızdır. Sizin yok olmanızı ve Allah'ın yolundan alıkonulmanızı ister. Âyet-i kerime’de, bir kısım hayvanların yük taşıyan yani "Hamule" oldukları, diğerlerinin ise "Etinden ve yününden istifade edilen" Yani "fersen" oldukları zikredilmiştir. Miifessirler, bu iki kısım hayvanlardan hangi hayvanların kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Abbdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Hasan-i Basri'den nakledilen bir görüşe göre "Hamule" diye vasıflandırılan hayvanlardan maksat, gebe kalabilen ve sutlarında yük taşıyabilen büyük develerdir. "Ferşen"den maksat ise küçük develerdir. Abdullah b. Abbas, Rebi b. Enes, Katade Süddi, Dehhak, Hasan-ı Basri ve İbn-i Zeyde göre ise, "Hamule"den maksat, sırtlarına binilebilen deve, at, katır gibi hayvanlardır. "Ferşen"den maksat ise, koyunlar ve diğer hayvanların yavrularıdır. Taberi bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Hayvanların, insanların istifadesi için yaratıldığını beyan eden diğer âyetlerde de buyuruluyor ki: "Onlar, kendileri için, bizzat kudretimizin eseri olarak yarattığımız hayvanları görmüyorlar mı? Üstelik o mallara sahiptirler." "Biz, o hayvanları kendilerine boyun eğdirdik. Bazılarına binerler, bazılarının da etini yerler." "Kendileri için onlarda daha nice faydalar ve içecekler vardır. İliç şükretmezler mi? Yasin sûresi, âyet: 71-73 "Sizler için hayvanlarda da ibret vardır. îşkembelerindeki yem artıklarıyla kandan meydana gelen, saf, kolayca içilebilen sütü size içiririz." "Allah, evlerinizi sizin için mesken kıldı. Hayvanların derilerinden, yolculuğunuzda ve mukim olduğunuzda kolayca taşıyabildiğiniz barınaklar yarattı. Size bu hayvanların yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından eşya ve belirli bir zamana kadar kullanılan ticaret malları yarattı. Nahl sûresi, âyet: 66, 80 143Sekiz çifti yaratan da O'dur. ikisi koyun ikisi keçidir. Ey Rasûlüm, de ki: "Allah, o çiftlerden iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi yahut o her iki dişinin karındakileri mi haram kılmıştır? Eğer doğru iseniz, bilgiye dayanarak bana haber verin." Deve. sığır, koyun ve keçilerden dişi ve erkek olmak üzere sekiz tane çifti yaratan da Allah’tır. Bunlardan ikisi, koyun ve koç ikisi de keçi ve tekedir. Ey Rasûlüm, kendilerine ekin ve hayvanlardan bazılarını yasaklayıp onu Allah’ın haram kıldığını iddia eden şu insanlara de ki: "Allah, o çiftlerden erkek olan koç ve tekeyi mi yoksa dişileri olan koyun ve keçiyi mi yahut koyun ve keçinin karnındaki kuzu ve oğlağı mı haram kıldı'? Eğer Allah'ın, bunları size haram kıldığı iddianızda doğru iseniz, ilme dayanarak, bunu bana bildirin." Görüldüğü gibi Allah bu âyet-i kerime ile, helal kıldığı şeyleri kendilerine çeşitli isimler takarak haram kılan müşrikleri kınamakta ve böyle bir yasağı kendisinin koymadığını beyan etmektedir. 144. Geriye kalanın ikisi deve, ikisi de sığırdır. De ki: " Allah, bu çiftlerden iki erkeği mi yoksa iki dişiyi mi yahut o dişlerin karnındakilerı mı haram kılınıştır? Yoksa Allah bunu sîze emrederken huzurunda mı bulunuyordunuz?" Hiçbir bilgiye dayanmadan, insanları saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez. Bunlardan ikisi erkek ve dişi deve, ikisi de erkek ve dişi sığırdır. Böylece hepsi sekiz çift eder. Ey Rasûlüm, yine onlara de ki: "Allah, erkek deve ve erkek sığırı mı haram kıldı. Yoksa dişi Deve ve dişi sığırı mı? Yahut bu dişilerin karınlarındaki yavruları mı haram kıldı? Yoksa rabbiniz bunları size emrederken sizler orada hazır mı bulunuyor dunuz? Çünkü bu iddia etliğiniz şeyler, ya vahiy yoluyla yahut da kulaklarınızla işitmek suretiyle bilinir. Allah size bu hususta Peygamber gönderip onun vasıtasıyla vahiy mi indirdi? Yoksa siz bizzat Allatılan kulağınızla mı duydunuz? Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, sırf cehaleti ve beyinsizliğiyle, insanları yoldan saptırmak için Allah’a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kim olabilir? Şüphesiz ki Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez. Bu âyet-i kerime, taptıkları putları Allah’a denk tutan müşriklerin, bir kısım hayvanları "Bahire" "Sâibe" "Vasile" ve "Mâm" diye vasıflandırarak onlardan faydalanmamalarını kınamakla ve bu cahiliye atletlerini reddetmektedir. 145Ey Rasûlüm, de ki: "Bana vahyolunanlardıı, yiyen bir kişinin yediği herhangi bir şeyin haram olduğuna dair bir hüküm bulamıyorum. Ancak leş veya akıtılmış kan yahut domuz eti ki o pistir yahut doğru yoldan çıkarak Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların yenmesi haramdır. "Kim zaruret içinde kalırsa, haddi aşmamak ve başkasının hakkına tecavüz etmemek suretiyle bunlardan yiyebilir. Şüphesiz ki rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Ey Rasûlüm, Allah’a ortak koşan bu müşriklere ki: "Allah'ın kitabında bana vahyettiği hükümler içinde, sizin haram saydığınız şeylerin haram olduğunu görmüyorum." Ancak şunlar hariç. Bunlar haramdır. Bunlar da leş. akıtılmış kan, pis olduğundan dolayı domuz eti, Allah'ın adı anılmayıp Allah'ın dışındaki başka varlıkların adı anılarak kesilen hayvanların etidir. Kim mecbur kalır da zanıret halini aşmadan ve başkalarının hakkına tecavüz, etmeden bunlardan yerse, bilsin ki rabbin çok affeden ve çok merhamet edendir. Mecbur kalanın bu haram şeylerden yemesine izin vermesi de onun merhametindendir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile, ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını putlarına, bir kısmım da Allah’a ayıran yine ekin ve hayvanlarından bazılarının sadece belli kimselere helal olup diğerlerine haram olduğunu iddia eden müşrikleri yalanlamakta ve buyurmaktadır ki: "Bunların haram kılındığına dair, Allah tarafından size bir peygamber mi gelip te haber verdi. Yoksa sizler, bizzat Allah’ı görüp, haram kıldığını ondan işittiniz de onların haram olduklarınımı söylüyorsunuz? Sizler bu iddialarınızda yalancısınız. Ey Rasûlüm, de ki: "Bana gelen âyetlerde, ancak leşin, akıtılmış kanın, domuz etinin ve Allah'tan başka bir varlık adına kesilenin haram olduğu bildirildi. Ey müşrikler, sizlerin, bir takım şeyleri kendi iftiralarınızla helal veya haram kılmanız, uydurulmuş yalandan başka bir şey değildir. Ona itibar edilmez. Zira, helâl ve haram kılma yetkisi ancak Allah’a aittir. Âyet-i kerime’de, akıtılmış kanın haram kılındığı ifade edilmiştir. Bu itibarla, kesilen hayvanın etinin üzerinde veya pişirildiği kabın ağzında görülen kan ve kırmızılıklar haram değildir. Dini usullere riâyet edilmeden kesilen ve leş olan hayvanın eti, hayvanı keserken akıtılmış olan kan, domuz eti, kesilirken, Allah'ın adı anılmayarak kesilen hayvan, boğularak ölen, dövülerek öldürülen, yüksek bir yerden düşerek ölen, birbirleriyle dövüşerek ölen hayvanların, eğitilmemiş yırtıcı av hayvanlarının, yakalayıp bir kısmını yedikleri hayvanın etleri haramdır. Bunlar yenmez. Eğer boğulmakta olan, dövülen, yüksek yerden düşen, dövüşerek ölme durumuna gelen ve yırtıcı hayvanların saldınsına uğrayan hayvanlar henüz ölmeden yetişilip kesilirse etleri helaldir, yenir. Zira âyette "... Canı çıkmadan kestiğiniz hariç Maide sûresi, âyet 3 buyurulmaktadır. Bu konuda daha geniş bilgi için Maide suresinin üçüncü âyetinin izahına bakınız. 146Biz, Yahudilere, tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara, sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağlarının dışında, iç yağlarını da haram kıldık. Azgınlıklarından dolayı onları bu şekilde cezalandırdık. Şüphesiz ki biz doğru söyleyiniz. Biz, bu zikredilen haram şeyler yanında, özellikle Yahudilere, her tek tırnaklı veya bitişik parmaklı deve, deve kuşu, ördek ve benzeri hayvanları haram kıldık. Sığır ve koyunun da sırt veya bağırsak yahut, kemiklere karışık olanın dışındaki iç yağlarını haram kılmıştık. Bizim bunları, özellikle Yahudilere haram kılmamız, onları, azgınlıkları yüzünden cezalandınnamızdandı. Şüphesiz ki biz, sözünde sadık olanlarız. Yahudiler ise: "Bunları Allah haram kılmadı, Ya-kup aleyhisselam kendi kendine haram kıldı. Biz de ona uyuyoruz." şeklindeki iddialarında da yalancıdırlar. 147Eğer seni yalanlarlarsa onlara şöyle de: "Rahbiniz geniş rahmet sahibidir. Fakat onun azabı da suçlu kavimden geri çevrilmez. Ey Rasûlüm, eğer yahudiler seni yalanlarsa de ki: "Rabbim geniş rahmet sahibidir. Bu itibarla beni yalanlamanız suretiyle inkâra düşmenizden dolayı sizin cezanızı derhal vermez. Belirli bir güne kadar erteler." Şunu da bilin ki, rabbimin azabı suç işleyen bir topluluktan geri çevrilmez. 148Allah’a ortak koşanlar şöyle diyecektir: "Eğer Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız ona ortak koşardık. Ve ne de bir şeyi haram kılardık. "Bunlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Nihâyet azabımızı tattılar. Onlara de ki: "Meydana çıkararak bize göstereceğiniz bir bilgi var mı? Siz sadece Zann'a tâbi oluyorsunuz. Ve siz, yalan söylüyorsunuz. Allah ortak koşanlar şöyle diyeceklerdir. "Eğer Allah bizim iman etmememizi dilemiş olsaydı, biz de atalarımız da iman eder, ona ortaklar koşmazdık. Sadece ona tapardık. Bir takım şeyleri de haram saymazdık. Fakat Allah, yaptıklarımızdan razı olmaktadır. Ey Rasûlüm, bu müşrikler, senin getirdiğin hakkı yalanladıkları gibi bunlardan önce gelen ataları da hakkı yalanlamışlar ve bizim azabımızı tatmışlardır. Şâyet bu iddialarında doğru olsalardı Allah onları cezalandırmaydı. Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Bize gösterebileceğiniz bir itim var mı? Sizler ancak zann'a tâbi oluyorsunuz. Ve sadece yalan söylüyorsunuz." 149De ki: "En üstün delil Allah’andır. O dileseydi elbette hepimizi hidâyete erdirirdi. Allah dileseydi bütün insanları zorla hidâyete erdirdi. Fakat bunu dilemedi ve herkesi kendi iradesine bıraktı. Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır."... Allah dileseydi onları hidâyette birleştirirdi.,. En'am sûresi, âyet: 35 "Ey Rasûlüm, sana da geçmiş kitapları tasdik eden ve onları muhafazası altına alan Kur’an’ı hak ile indirdik. Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların heva ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Herbiriniz için bir şeriat ve yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat sizi ümmetlere ayırması, verdikleriyle sizi imtihan etmek içindir. O halde iyiliklere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O, ihtilaf etmekte olduğunuz şeyi size bildirecektir Mâide sûresi, âyet: 48 "Ey Rasûlüm, eğer rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi iman ederdi. O halde iman etsinler diye insanları zorluyor musun Yunus sûresi, âyet: 09 "Eğer rabbin dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı. Fakat onları serbest bıraktı. Onlar da durmadan ihtilaf etmektedirler. Hud sûresi, âyet: 118 150De ki: "Haydi Allah'ın, bunu haram kıldığına dair şahitlik edecek şahitlerinizi getirin. "Şahitlik etseler de onları tasdik etme. Âyetlerimizi yalanlayan ve ahirde iman etmeyenlerin heva ve heveslerine uyma. Onlar, taptıklarını rablerine denk sayarlar. Ey Rasûlüm, Allah’a karşı yalan uyduran bu müşriklere de ki: "Allah'ın belli ekin ve hayvanları size haram kıldığına dair şahitlik edecek olan şahitlerinizi getirin. "Onlar şahit getirecek olsalar bile sen onlara inanma. Çünkü onlar, yalancı şahitlerdir. Helal ve haram hakkındaki âyetlerimizi yalanlayanların ve âhiret gününe iman etmeyenlerin heva ve heveslerine uyma. Bunlar, âhireti inkâr etmeleri yanında, put ve benzeri şeyleri rablerine denk tutan ve ona ortak koşan kimselerdir. 151De ki: "Gelin size rabbinizitı haram kıldıklarını okuyayım. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya iyilik yapın, fakirlikten dolayı çocuklarınızı öldürmeyin." Sizi de onları da biz rızıklandırırız. Hayasızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı bir cana, haklı bir sebep olmadıkça sakın kıymayın. Allah, aklınızı kullanasınız diye size bunları emretti. Ey Rasûlüm, sadece kendi görüşlerine ve şeytanın vesveselerine kapılarak Allah'ın, kendilerine vermiş olduğu rızıklardan bir kısmını haram sayan, çocuklarını öldüren ve Allah’a eşler koşan şu müşriklere de ki: "Gelin, rabbinizin size gerçekten haram kıldığı şeyleri bildireyim. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anne ve babaya iyi davranın, fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Sizi de çocuklarınızı da biz rıziklandırırız. Hayasızlıkların açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Kısası hak etme, dinden çıkma, evli iken zina etme gibi, ölümü hak etme halleri müstesna, Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı kişiyi öldürmeyin. Allah size bunları emretti ki aklınızı kullarlasınız. *Gürüldüğü gibi âyet-i kerime, Allahü teâlânın haram kıldığı ve ayrıca yapılmasını emrettiği beş hususu zikretmektedir. Abdullah b. Mes'ud'un bu âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Kim, Allah'ın Resulünün, üzerinde mühürü bulunan vasiyetini görmek isterse şu üç âyeti okusun. Bu âyetler, En'am suresinin yüz elli bir, yüz elli iki ve yüz elli üçüncü âyetleridir." Bu âyette zikredilen beş hususa gelince: a- Allah’a oitak koşmak: Bu, en büyük günahtır, Nitekim şu âyette de buyuruluyor ki: "Şüphesiz ki Allah, kendisine ortak koşulmasını affetmez. Bunun dışında dilediği kimseyi affeder. Kim Allah’a ortak koşarsa, şüphesiz büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Nisa sûresi, âyet: 48 b- Ana babaya iyilik yapmak: Allahü teâlâ, Kur'an-ı Kerimin birçok âyetinde, kendisine itaat edilmesini emretmesinin hemen ardından anne babaya iyilikte bulunmayı emretmektedir. Bu hususta da şu âyetlerde de buyuruluyor ki: "Rabbin kesinlikle emretti ki, ancak kendisine ibadet edin, anne ve babaya iyilik edin. Anne ve babadan biri veya her ikisi yanında yaşlanır ve düşkünleşirse, bezginliğini hissettirir bir şekilde, onlara "Öf bile deme, azarlama, onlara güzel ve tatlı sözler söyle. İsra sûresi, nyot: 23 "Biz insana, ana-babasına karşı iyi davranmasını emrettik. Annesi onu kat kat meşakkat içinde kamında taşımıştır. Çocuğun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Biz insana: "Bana ve anne babana şükret" dedik. Kıyamet günü dönüş ancak banadır. Lokman sûresi, Âyet; 14 Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'den "Ey Allah'ın Resulü, amellerin hangisi daha üstündür?" diye sordum. "Vaktinde kılınan namazdır." buyurdu. "Sonra hangisi?" dedim, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Anneye babaya iyilikte bulunmaktır." buyurdu. "Sonra hangisidir?" diye sordum, Resûlüllah "Allah yolunda cihad etmektir." diye cevap verdi. Bundan sonra ben sustum. Şâyet daha fazla soracak olsaydım onlara da cevap verecekti. Buhari, K. el-Cihad, bab: 1, K. et-Tevhid, h;ıb: 48/Müslim, K. el-lmam, bab: 137, Hadis No: 85 c) Fakirlikten dolayı çocukları öldürmek: Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmenin de en büyük günahlardan olduğunu beyan eden bir Hadis-i Şerifte buyuruluyor ki: "Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Resûlüllah'tan, "Allah katında en büyük günah nedir?" diye sordum. Resûlüllah "Kendini yaratan Allah’a ortak koşmandır." buyurdu. Dedim ki: "Şüphesiz ki bu büyük bir günahtır. Peki sonra hangisidir?" buyurdu ki: "Seninle birlikte yemek yiyeceğinden korkarak çocuğunu öldürmendir." Sonra hangisidir?" diye sordum. Resûlüllah: "Komşunun karısıyla zina etmendir." diye cevap verdi. Buhari, K. Tefsir el-Kur'im, Sum 2, bab: 3, Sûre 25, bab: 2/ Müslim, K. el-İman bab: 141, 142, Hadis No: 86 d- Hayasızlık yapmak: Buradaki hayasızlıktan maksat, zina ve benzeri fiilleri işlemektir. Bu hususta Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Sakın zinaya yaklaşmayın. Çünkü o rezilliktir, kötü bir yoldur." îsra sûresi, âyet: 32 e- Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı cana kıymak: Allahü teâlâ bu hususta da buyuruyor ki: "Kim bir mü’mini kasten öldürürse, onun cezası cehennemdir. Orada ebedî olarak katacaktır. Allah ona gazap ve lanet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır. Nisa sûresi, Âyet: 94 Peycamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Mü’minin ancak şu sebeplerle öldürülebileceğini,"bunun dışında öldürmenin cinÂyet olacağını beyan etmekledir. Buyuruyor ki: "Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve benim, Allah'ın peygamberi olduğuma dair şehadet getiren bir Müslümanın öldürülmesi şu üç kimse dışında helal değildir. Bunlar, haksız yere birini öldüren, evli olduğu halde zina eden ve dinden çıkıp cemaati terkedenlerdir. Buhari, K. ed-Diyat, bab: 6/Müslim, K. el-Kasame, bab: 25, 26, Hadis No: 1676 152Yetim güçlenip rüşdüne erinceye kadar onun malına en güzel yolun dışında yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın. Biz, kişiyi ancak gücünün yettiği ile nıcs'ul tutarız. Akrabanız dahi olsa, konuşurken adaletli olun. Ve Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah, düşünesiniz diyesize bunları emretti. Yetim büyüyerek rüşdüne erinceye kadar onun malına yaklaşmayın. Ancak ona faydalı olacak bir şekilde yaklaşın. Ölçü ve tartılarınızı adaletle yapın, insanların haklarını yemeyin. Biz, kişiyi, ancak gücünün yettiği ile mükellef tutarız. Kimseye gücünün yetmediği yükü yüklemeyiz. Ey insanlar, aranızda hüküm verdiğiniz zaman hakkı söyleyin. Hakkında hüküm vereceğiniz kimse, akrabanız dahi olsa adaletli davranın, Allah'ın emirlerini yerine getirin. Allah bunları size, düşünüp öğüt alasınız diye emretti. 153İşte benim yolum budur. Dosdoğrudur. Ona uyun. Başka yollara uymayın ki sizi, Allah'ın yolundan ayırmasın. Allah bunları size, sakınasınız diye emretti. Size göndermiş olduğum bu din, benim dosdoğru yolumdur. Onda hiçbir eğrilik yoktur. Ona uyun. Kendinize onu rehber edinin. Yahudiler, Hıristiyanlar ve Putperestler gibi birçok yollar tutmayın ki sizi, Allah'ın yolundan ayırmasınlar. Rabbiniz bunları size emreder ki onun azabından ve gazabından korkasınız. Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Birgün Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yere bir çizgi çizdi ve "Bu Allah'ın yoludur" dedi. Sonra bu çizginin sağında ve soluda başka çizgiler de çizdi ve şöyle buyurdu: "Bunlar da başka yollardır. Bunların herbirinin başında, kendisine çağıran bir Şeytan bulunmaktadır. "Sonra da bu Âyet-i kerime’yi okudu. İbn-i Mace, K. el-Mııkiidtlime bab: 1/Darimî, k. el-Mukaddime, bab: 23 Abdullah b. Abbasın da, bu mahiyetteki âyetleri şöyle izah ettiği rivâyet edilir. "Allah, mü’minlere, cemaat halinde olmayı emretti. Ve onlara, ihtilafa düşmeyi ve bölük pörçük olmayı yasakladı. Ve kendilerinden önceki ümmetlerin, Allah'ın dini hususunda tartışıp birbirlerine düşmeleri sebebiyle helak olduklarını haber verdi. 154Sonra iyilik işleyenlere nimetimizi tamamlamak, herşeyi geniş bir şekilde açıklamak ve bir hidâyet ve rahmet olmak üzere Mûsaya kitabı verdik. Ki onlar rablerine kavuşacaklarına iman etsinler. Allahü teâlâ, insanlara ve özellikle İsrailoğullarına neleri helal, neleri haram kıldığını zikrettikten sonra, İsrailoğullarından olan Hazret-i Mûsaya, herşeyi bütün incelikleriyle anlatan Tevratı verdiğini beyan ederek buyuruyor ki: Sonra biz Mûsaya, dünyada yapmış olduğu iyiliklere ve rabbinin kendisine yüklemiş olduğu vazifeleri ifa etmesine mukabil ona vermiş olduğumuz nimetleri tamamlamak için Tevratı verdik. O Tevrat, dini hususlarda herşeyi izah ediyor, onlara doğru yolu gösteriyordu. O, tarafımızdan onlara verilmiş bir rahmetti. Böylece İsrailoğulları, rablerinin huzuruna çıkacaklarına iman etmiş olsunlar, inkârdan vaz geçsinler. Müfessirler bu âyet-i kerime’yi birkaç şekilde tefsir etmişlerdir. Mücahid, Mealde tercih edilen görüşü ileri sürerek bu âyetin mânâsını: ... İyilik işleyenlere nimetimizi tamamlamak..." şeklinde izah etmiştir. Abdullah b. Mes'ud'un da bu âyet-i kerime’yi, bu mânâyı ifade edecek şekilde kıraat ettiği rivâyet edilmektedir. Rebi' b. Enes ise âyetin mânâsını ".. Dünyada iyilik işleyen Mûsaya nimetimizi tamamlamak.,." şeklinde izah etmiştir. İbn-i Zeyd de âyetin mânâsını, "Allah'ın, Peygamberlerine olan nimetlerini tamamlamak üzere..." şeklinde izah etmiştir. Taberi bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü âyetin metni buna daha müsaittir. 155İşte bu da bizim indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve Allah’tan korkun ki merhamet olunasınız. Peygamberimiz Muhammede indirmiş olduğumuz bu Kur'an da mübarek bir kitaptır. Siz Mü’minler ona tâbi olun. Onu rehber edinin kııdsiyetini ihlal ederek başka hükümlerle amel etmekten kaçının ki merhamet olunasmız ve Allah’ın azabından kurullasınız. 156Bak. Âyet 157. 157Bu Kur’an’ı indirdik ki: "Kitap, bizden önceki Yahudi ve Hıristiyan taifelerine indirildi. Biz ise, onların kitabını okumaktan habersizdik." Veya: "Eğer bize kitap indirilseydi biz onlardan daha doğru yolda olurduk." demeyisiniz. Şimdi ise, rabbinizden size apaçık bir delil, bir hidâyet ve rahmet gelmiştir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüzçevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüzçevirenleri, yüzçevirdiklerinden dolayı yakında en kötü bir azapla cezalandıracağız. Ey Müşrikler topluluğu, "Bizden önceki Yahudi ve Hristiyan taifelerine kitap indi. Bize ise, tâbi olacağımız bir kitap inmedi. Biz bu iki taifenin okuduğu şeylerden habersiziz. Çünkü o kitaplar bizim lisanımızla değil." Demeyisiniz veya: "Yahudi ve Hıristiyanlara indirildiği gibi, şâyet bizim üzerimize de kitap indirilmiş olsaydı biz onlardan daha fazla doğru yolda olurduk." demeyesiniz diye bu kitabı indirdik. Şüphesiz ki sizlere, rabbiniz tarafından açık bir delil, bir hidâyet ve rahmet olan Kur'an geldi. Artık Allah'ın âyet ve delillerini yalanlayan ve onlardan yüzçevirip onlara iman etmeyenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüzçevirenleri, yüzçevirmeleri sebebiyle kötü bir azapla cezalandıracağız. 158Onlar, kendilerine Meleklerin gelmesinden yahut rabbînin bazı alâmetlerinin gelmesinden başka bir şey mi beklerler? Rabbinin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse imanı fayda vermeyecektir. De ki: "Bekleyin, şüphesiz biz de bekliyoruz." Ey Rasûlüm, bu müşrikler, kendilerine canlarını almak için Meleklerin gelmesinden veya kıyamette hesaba çekmek için rabbinin gelmesinden yahut, güneşin batıdan doğması gibi, rabbinin kıyamet alâmetlerinin gelmesinden başka birşey mi beklerler? Rabbinin kıyamet alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanı kendisine fayda vermemiş olan bir kişiye o gün imanı fayda vermeyecektir. O halde Allah’ın, size gelecek olan ceza ve azabını bekleyin. Biz de sizinle beraber bekliyoruz. Bu Âyet-i kerime’de Allahü teâlânın, kıyamet kopmadan önce göstereceği bazı alemetlerin ortaya çıkması halinde, ondan önce iman etmeyenlerin, o alamet çıktıktan sonra iman etmelerinin, kendilerine herhangi bir fayda sağlamayacağı beyan edilmektedir. Bu alâmetin kıyamet alâmetlerinden hangisi olduğu hususunda iki görüş zikredilmiştir. a) Ebû Said el-Hudri, Ebû Hüreyre, Ebû Zer el-Ğifari, Safvan b. Assal, Muaviye b. Ebi Süfyan, Abdurrahman b. Avf, Abdullah b. Amr b. el-As ve Abdullah b. Abbasın, Resûlüllahdan rivâyet ettiklerine göre bu alâmet, güneşin batıdan doğmasıdır. Abdullah b. Mes'ud, Katade, Ubeyd b. Umeyr, Dehhak, Muhammed b. Ka'b el-Kurezî ve Abdullah b. Amr da bu görüştedirler. Bu hususta Ebû Said el-Hudrî diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Aziz ve Celil olan Allahü teâlânın "... Rabbinizin alâmetlerinden bir kısmının geldiği gün daha önce inanmamış veya imanıyla bir iyilik kazanmamış olan bir nefse imanı fayda vermeyecektir..." âyetini okuduktan sonra buyurdu ki; "Bu alâmet, güneşin batıdan doğmasıdır. Tirmizi K. Tefsir el-Knr'an Sûre fi, Hadis No: 3071 Bu hususta, Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Güneşin batıdan doğduğunu görünce, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar iman edeceklerdir. Fakat o zaman daha önce inanmamış veya imanı kendisine bir fayda vermemiş olan kişiye, imanı fayda vermeyecektir. Buhari, K. Tefsir ol-Kur'an Sûre 6, b. 9 Müslim K. el-İman b. 248, UN. 157 Ebû Zer el-Gifarî de diyor ki: Bir gün Resûlüllah buyurdu ki: ."Bu güneşin nereye gittiğini biliyor musunuz?" Sahabiler de dediler ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir" Resûlüllah buyurdu ki; "Bu güneş, .Arşın altındaki karargahına varıncaya kadar yoluna devam eder. Oraya varınca secdeye kapanır. Kendisine "Yukan kalk. Geldiğin yere geri dön." deninceye kadar secde halinde devam eder. Bundan sonra geriye döner, doğduğu yerden doğar, sonra yine Arş'ın altındaki karargahına varıncaya kadar yoluna devam eder. Oraya varınca secdeye kapanır. Kendisine "Yukan kalk. Geldiğin yere geri dön" deninceye kadar secde halinde devam eder. Bundan sonra geri döner. Doğduğu yerden doğar. Sonra insanlar o güneşte garip karşılayacakları bir değişiklik görmezler. Nihâyet Arş'ın altındaki karargahına varır. Orada ona denir ki "Yukan kalk. Artık batıdan doğ." Güneş te batısından doğar. Siz biliyor musunuz bu ne zaman olacaktır?" Bu, daha önce iman etmemiş veya imamyla bir iyilik kazanmamış olan kimseye, imanının fayda vermeyeceği bir zamandır. Müslim, K. el-İman b. 250. HN: 159 Safvan b. Assâl diyor ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Güneşin battığı yerde, genişliği, yetmiş yıllık bir mesafede bulunan açık bir kapı vardır. Bu kapı, güneş batı yönünden doğuncaya kadar, tevbe için açıktır. Güneşin bu yönden doğduğu zamandan itibaren ise daha önce iman etmeyen veya imanından hayır görmeyen herhangi bir kimsenin iman etmesi ona fayda vermeyecektir İbn-i Mace K. el-Fiten bab: 32 HN. 4070 Abdullah b. Abbas diyor ki "Yatsılardan bir yatsı vaktinde Resûlüllah dışarı çıktı ve insanlara dedi ki; "Ey Allah'ın kulları, Allah’a tevbe edin. Çünkü sizlerin, güneşin batıdan doğduğunu görmeniz yakındır. Güneş bunu yapınca tevbe kapısı kapanacak, amel defteri dürülecek ve iman etme imkanı sona ermiş olacaktır." İnsanlar da dediler ki! "Ey Allah'ın Resulü, bunun bir alâmeti var mıdır?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Bunun, sîzin için alameti, üç gece kadar uzayan bir gecedir. Rablerinden korkan insanlar uyanacaklar, rablerine namaz kılacaklar. Namazlarını bitirecekler, gece bitmeyecek aynen devam edecektir. Sonra yataklarına varıp uyuyacaklar, uyandıklarında, gecenin aynen devam ettiğini görecekler. Bunu anlayınca büyük bir hadisenin, başlarına geleceğinden korkacaklar. Sabah olunca güneşin doğması uzayacak, onlar, güneşin doğmasını beklerken güneş onlara batı tarafından doğacak. Güneşin böyle yapmasından sonra, daha önce iman etmemiş olan kimsenin iman etmesi, kendisine herhangi bir fayda sağlamayacaktır. b) Abdullah b. Mes'ud, Hazret-i Âişe, Ebû Hureyre, Hasan-ı Basri ve Kat aileden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette beyan edilen ve ortaya çıkması halinde, iman etmeyenin iman etmesinin fayda sağlamayacağı bildirilen bir kısım kıyamet alametlerinden maksat şu üç alamettir. Onlar da Dâbbetül Arz ile Ye'cûc ve Me'cûc'ün ortaya çıkması ve güneşin batıdan doğması alametleridir. Bu hususta Ebû Hüreyre, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Üç şey ortaya çıktığında, daha önce iman etmeyenin veya imanından hayır görmeyenin iman etmesi, artık kendisine fayda vermeyecektir. Bu üç şey de, güneşin batıdan doğması, Deccalin ve Dâbbetül Arz'ın ortaya çıkmalarıdır Müslim, K. el-İman b. 249, HN: 158. Taberi diyor ki: "Bu iki görüşten doğru olmaya daha layık olanı, hakkında Resûlüllahtan birbirini destekleyen haberler Rivâyet edilen birinci görüştür. Yani, güneş batıdan doğduktan sonra artık herhangi bir kimsenin iman etmesi ona bir fayda sağlamayacaktır. Evet, güneşin batıdan doğduğu zaman insanlar büyük bir paniğe kapılacaklar, o günün dehşetini bizzat gözleriyle görecekler, artık düşünüp öğüt alma imkanları kalmayacaktır. İşte o anda ister istemez iman edenlerin imanlan kendilerine fayda vermeyecektir. Bunlar daha önce, ellerinde olan fırsatı kaçırdıklarından, bahaneleri de olmayacaktır. 159Ey Rasûlüm, dinlerini parça parça edip fırkalara ayıranlarla artık senin bir alakan yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra Allah, yaptıklarını onlara bildirecektir. Ey Rasûlüm, sen dinleri hakkında ihtilafa düşüp bölünerek fırka ve hiziplere ayrılan Yahudiler, Hıristiyanlar bid'atçilar, şüpheciler ve sapıklardan uzaksın. Sen, hak olan dininden ayrılan müşriklerden, putperestlerden, Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve mürtedlerden değilsin. Onlar da senden değildir. Onların cezalandırılmaları Allah’a aittir. Sonra Allah ahirette onlara yaptıkları amelleri bildirecek ve ona göre hesaba çekecektir. *Müfessirler, bu âyette, dinlerini parça parça ederek gruplara ayrıldıkları beyan edilen, kişilerden kimlerin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir: a) Mücahid, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas ve Dehhaka göre bunlardan maksat, Yahudi ve Hristiyanlardır. Çünkü bunlar, Resûlüllah gelmeden önce dinlerini bölük pörçük etmişler ve ihtilafa düşmüşlerdir. Resûlüllah gelmce de bu âyetle halleri beyan edilmiştir. b) Ebû Hüreyre'ye göre ise bu âyette, dinlerini parça parça edip ayrılığa düşmeleri beyan edilen insanlardan maksat, bu ümmetin bid'atçıları, Kuranm muhkem âyetlerini bırakarak müteşabih âyetlerine uyanlarıdır. Ebû Hüreyre, Resûlüllah’ın, bu âyeti bu şekilde izah ettiğini rivâyet etmiştir. Taberi, diyor ki; "Bana göre bu konuda doğru olan söz, Allahü teâlânın, bu âyetle hak dinini bölük pörçük eden ve ayrılığa düşen bütün insanları kastettiğini söyleyen sözdür. Resûlüllah’ın üzerinde bulunduğu Hanif dininden ayrılan putperest müşrikler de Yahudiler de Hıristiyanlar da, Hanif dinindeymiş gibi görünüp te bid'atlar icadedip insanları doğru yoldan saptıranlar da bu âyetin genel ifadesine dahildirler." Âyet-i kerime’de "Senin, dinlerini parça parça edip fırkalara ayrılanlarla bir alakan yoktur" buyurulmaktadır. Süddiye göre bu âyet-i kerime, kâfirlerle savaşmanın farz kılınmasından önce inmiş, Resûlüllah’a, kâfirlerle savaşmamalarını emretmiş, daha sonra ise tevbe suresinin, otuz altıncı âyetindeki "Ey mü’minler, müşriklerle topluca savaşın" emriyle neshedilmiştir. Ebul Ahves, Mâlik b. Miğvel ve Ümmti Selemeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime neshedilmemiştir. Zira bu âyet, Resûlüllah’ın vefatından sonra, islamda olmayan bir kısım şeyleri ihdas edecek olan kişilerden onun beri olduğunu beyan etmektedir. Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: Allahü teâlâ bu âyetle, Peygamberi Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, ümmetinin bid'atçılarından, İnkârcılarından, kavminin müşriklerinden, yahudi vehıristiyanlardan beri olduğunu bildirmektedir. Allahü teâlânın bunu bildirmesi, Resûlüllah’ın, onlarla savaşmalarını yasaklamış olduğu mânâsına gelmemektedir. Bu itibarla âyetin mensuh olduğunu söylemek doğru değildir. Zira, bir âyetin mensuh olduğunu söyleyebilmek için ona dair sahih delillerin bulunması gerekir. Mücahid, Katade, Dehhak. ve Süddî, bu âyetin, yahudi ve Hıristiyanlar hakkında nazil olduğunu söylemiştir. 160Kim bir iyilik ortaya koyarsa ona o iyiliğin on katı vardır. Kim de bir kötülük işlerse, sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır. Onlar, haksızlığa uğratılmazlar. Kim, kıyamet gününde rabbinin huzuruna, yaptığı bir iyilikle gelirse, ona, yaptığı iyiliğin on katı sevap vardır. Kim de yaptığı bir kötülükle gelirse o da ancak yaptığı kötülük kadar bir cezaya çarptırılır. Böylece Allah, bunlardan hiçbirine zulmetmiş olmaz. Âyet-i kerime’de, iyilik yapana on katı mükafaat verileceği, kötülük yapana da ancak kötülüğü kadar ceza verileceği zikredilmiştir. Buradaki, iyilik ve kötülükten neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir. a) Said b. Cübeyr, Abdullah b. Mes'ud, Şakiyk, Mücahid, Kasım, Ata, Muhammed b. Kâ'b, İbrahim en-Nehai, Ebû Salih, Dehhak, Hasan-ı Basri ve Abdullah b. Abbas'dan nakledilen bir görüşe göre, burada zikredilen iyilikten maksat, "Lailahe İllallah" demektir. Yani, Allah'ın varlığına ve birliğine iman etmek ve peygamberini tasdik etmektir, kötülükten maksat ise Allah’a ortak koşmak ve kafir olmaktır. Taberi bu izahı tercih etmiştir. b) Ebû Said el-Hudri, Abdullah b. Ömer ve Rebi b. Enese göre bu âyette zikredilen iyiliklerden maksat, Bedevilerin yaptıkları Salih amellerdir. Onlara, bu amellerinin karşılığında on kat sevap verilecektir. Muhacirlere ise bundan daha çok sevap verilecektir. Bu sevap yedi yüz kata kadar erişecektir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şerifinde buyurmuştur ki: "Ameller altı türlü, insanlar da dört çeşittir. İki türlü amel vardır ki, onlar, karşılıklarını gerekli kılarlar. İki amel de vardır ki karşılıkları tam kendileri kadardır. Bir iyilik te vardır ki, karşılığında on misli sevap vardır. Bir iyilik te vardır ki, karşılığında yedi yüz misli sevap vardır. Karşılıklarını gerekli kılan iki amelden biri, kişinin, Allah’a ortak koşmadan ölmesidir. Bu, o kişinin cennete girmesini gerekli kılar. Karşılıkları tam kendileri kadar olan iki amel ise şunlardır. İyilik etmeyi hissedip kalbiyle karar veren, Allahü teâlâ tarafından da bu hali bilinen kimsenin isteğidir. Onun bu isteğine karşılık tam kendisi kadar olan diğer amel ise bir kötülük yapanın amelidir. Ona o kötülüğü kadar günah yazılır. Karşılığında on sevap yazılan amel ise, güzel bir amel işleyenin amelidir. Karşılığında yedi yüz kat mükafaat verilecek amel ise, Allah yolunda infakta bulunanın amelidir. Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 4, s. 346 161De ki: "Şüphesiz rabbim beni, dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, hakka yönelen ve müşriklerden olmayan İbrahimın dinine sevketti." Ey Rasûlüm, de ki: "Şüphesiz ki rabbim beni, sağlam ve dosdoğru bir yol olan İslam dinine iletti. Bu din, sağlam bir dindir. Bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahimın dinidir. İbrahim ise hiçbir zaman müşriklerden olmadı. O, Müslümandı. 162De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir. Ey Rasûlüm, de ki: "Namazım, ibadetlerim ve ibadetlerimden olan Kurban kesmem, hayatım ve ölümüm, sizin, Allah’a ortak koştuğunuz putlara değil, sadece, alemlerin rabbi olan Allah’a aittir. 163Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum. Ve ben, Müslümanların ilkiyim. Allah'ın hiçbir ortağı yoktur. O, âlemlerin rabbidir. Herşey onun emriyle var olmakta, onun bilgisi ve emri dışında hiçbir şey meydana gelmemektedir. Ben de bu ümmetin Müslümanlarının ilkiyim. Cabir b. Abdullah diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kurban bayramında iki koç kurban etti ve onları keserken şu âyetleri okudu: "Ben, hakka eğilerek yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben, Allah’a oıtak koşanlardan değilim. De ki: "Namazım, kurbanım, hayatını ve ölümüm, ancak âlemlerin rabbi olan Allah’a aittir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben, böyle emrolundum ve ben, Müslümanların ilkiyim. En'am sûresi, âyet: 79, 162, 163 164De ki: "Allah, herşeyin rabbi iken ondan başka bir rab mı ariyayım? Herkesin kazandığı günah ancak kendi aleyhinedir. Hiçbir günahkar kimse bir başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz yine rabbinizedîr. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir. Ey Rasûlüm, de ki: "Allah, herşeyin terbiye edeni, yetiştireni ve sevk ve idare edeni iken ben, Allah’tan başka bir rab mı ariyayım? Her günah işleyen, kendi aleyhine işlemiş olur. Çünkü o, günahından dolayı cezalandırılacaktır. Ve hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmeyecektir. Eyinsanlar, sonunda dönüşünüz ancak rabbinize olacak ve o size, dünyada ihtilaf ettiğiniz dinlerinizi gerçeğini haber verecek ve amellerinize göre sizleri cezalandıracaktır. Allahü teâlânın adaleti icabı, hiçbir kimse başkasının günahından sorumlu tutulmayacaktır. Bu hususta diğer bir âyette de şöyle buyurulmaktadır: "Hiçbir günahkâr başkasının günahım çekmez. Eğer günahı ağır olan bir kimse, yükünü taşımak için bir başkasını çağırsa, akrabası bile olsa, yükünden hiçbir şey taşımaz. Ey Rasûlüm, sen ancak, görmedikleri halde rablerinden korkanları ve namaz kılanları uyarırsın. Kim, günahlardan arınıp temizlenirse, kendisi için annıp temizlenmiş olur. Nihâyet dönüş Allah’adır. Fûtır sûresi, âyet: 18 165Verdiği şeylerle sizi imtihan etmesi için sizleri yeryüzünün Halifeleri kılan ve sizi derecelerle birbirinizden üstün yapan O'dur. Şüphesiz ki rabin, cezalandırması sür'atli olandır. O, çok affeden ve çok merhamet edendir. Ey insanlar, Allah'ın size venniş olduğu rızıklarla sizleri imtihan edip, itaat edenlerinizi isyankârlarınızdan ayırması için, sizlerden önceki ümmetleri helak edip, onların yerine sizleri, yeryüzünde Halifeler kılan O'dur. Sizin bir kısmınızı diğerlerinden mal, güç ve kuvvet gibi bazı derecelerle üstün kılan O'dur. Ey Rasûlüm, şüphesiz ki rabbin, cezalandırması sür'atli olandır, çok affeden ve çok merhamet edendir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, insanların bir kısmını diğerlerinden, rızık, ahlak, güzellik ve renk gibi özellikler bakımından üstün kıldığı bildirilmektedir. Bu, onun hikmeti icabıdır. Bu hikmet, bu âyette belirtildiği gibi, kullarını imtihan edip, emirlerine uyanlarla uymayanları ortaya çıkarması olabileceği gibi, insanların psikolojik durumlarım tanıtması da olabilir. Nitekim başka bir âyet-i kerime’de de şöyle buyunıluyor: "Ey Rasûlüm, onlar, rabbinin rahmetini mi paylaştırıyorlar? Onların dünya hayatındaki geçimliliklerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerinden faydalansınlar diye, derece bakımından biz onların bazısını bazısına üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların dünyada topladıklarından daha hayırlıdır. Zuhruf sûresi, âyet: 32 Peygamber efendimiz de bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır: Şüphesiz ki dünya tatlıdır, yeşildir, Allah, sizleri oraya halifeler kılmıştır. Nasıl ameller işleyeceğinize bakmaktadır. Dünyadan sakının. Kadınlardan sakının. Zira İsrailoğullarının ilk fitnesi kadınlar olmuştur. Müslim, k. ez-Zikr, bab: 99, Hadis No: 2742/Tirmizî, K. el-Fiten, b. 26, Hadis No: 2191/İbn-i Mâce, K. el-Fiten, bab: 19, Hadis No: 4000 |
﴾ 0 ﴿