A'RAF SÛRESİİki yüzaltı âyettir. Yüz altmış üçten yüz yetmişe kadar olan âyetler Medinede, diğerleri Mekke'de nazil olmuştur. Rahman ve Rahim olan Allah'ın ismiyle. 1Elif, Lâm, Mîm, Sâd. Bu harflerin ne manaya geldiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a) İbn-i Abbas'dan rivâyet edilen bir görüşe göre bu harflerin manası, "Ben Allah’ım, açıklarım." demektir. b) Süddîye göre bu harfler, Allahü teâlâ'nın bir sıfatı olan ve "Şekil veren" anlamına gelen "El-Mûsavvir" kelimesinin kısaltılmış harfleridir. c) Ebû Talha'nın, İbn-i Abbas'dan rivâyet ettiği bir görüşe göre, Elif, Lâm, Mîm, Sâd, Allahü teâlâ'nın isimlerinden biridir. Allahü teâlâ bu ismine yemin ederek sureye başlamıştır. d) Katadeden Rivâyet edilen bir görüşe göre ise bu harfler, Kur'an-ı Kerimin isimlerinden biridir. e) Bazılarına göre de bu harfler, Allah’ım ismi A'zamının harfleridir. f) Başka bir görüşe göre ise bu harfler, kısaltılmış bir hesabı ifade ederler. g) Bu harfler sadece Mukatta'a harflerdir. h) Bunlar, birçok mânâyı ihtiva eden sembollerdir. Bu harfler vasıtasıyla, Allahü teâlâ, yarattıklarına, irade ettiği şeyleri göstermektedir. 2Bu, kendisiyle sakındırman için ve mü’minlere öğüt olsun diye Allah tarafından sana indirilen bir kitaptır. Bundan dolayı kalbinde bir sıkıntı olmasın. Ey Rasûlüm, bu, rabbin tarafından sana indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabı, insanlara tebliğ ederken içinde bir sıkıntı bulunmasın. Bu Kur’an’ı tebliğ etmekten usanma. Bu kitap, kendisiyle müşrikleri uyarman için ve mü’minleri de bir hatırlatma ve bir öğüt olsun diye indirilmiştir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Sıkıntı" diye tercüme edilen kelimesinin Arapça'da sözlük anlamı "Sıkıntı, darlık vb. şeyler"dir. Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve Süddî buradaki sıkıntıdan maksadın, "Şüpheye düşmek" olduğunu, Âyetin bu bölümünün manasının da "Ey Rasûlüm, sana indirdiğimiz Kur'an hakkında şüpheye düşme" demek olduğunu söylemişlerdir. Taberi diyor ki: Müfessirlerin, burada geçen sıkıntıyı, "Şüpheye düşme" manasında tefsir etmelerinin sebebi, onun hak kitap olduğundan şüpheye düşmektir. Bu sebeple buradaki sıkıntı, "şüpheye düşme" olarak ifade edilmiştir. 3Rabbinîzden size indirilene uyun. Ondan başkalarını dost edinip de kendilerine uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz. Ey insanlar, rabbiniz tarafından size indirilen apaçık delillere ve hidâyete uyun. Size, Allah’a ortak koşmayı, put ve tağutlara ibadet etmeyi emreden Allah'tan başka dostlarınızın emirlerine uymayın. Çünkü onlar sizi doğru yola iletmeyip eğri yola saptırırlar. Ne de az öğüt dinliyorsunuz. 4Biz, nice memleket halkını yok ettik ki, onlara azabımız, gece uyurlarken veya gündüz istirahat halindeyken geldi. Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime’de Resûlullah'a Allah'tan başkasına ibadet eden putları ona denk tutan insanları uyarmasını, Allah'a kulluk etmemeleri halinde helak edileceklerini bildirmesini emretmiş ve buyurmuştur ki: "Rablerinin emirlerine karşı gelen ve peygamberlerini yalanyalan nice memleket halkı vardır ki biz onları helak ettik. Bizim cezamız onlara ya geceleyin veya gündüz istirahat halindeyken gelip yakalayıverdi." Bu âyet-i kerime, Allah'ı bırakıp tağutlara boyun eğenlerin akıbetlerinin felaket olacağım bildirmektedir. Kur'ânı Kerimde bu manayı ifade eden başka Âyetler pek çoktur. Bu âyetlerde buyuruluyor ki: "Biz nice zalim ülkeleri helak ettik. Onlar, duvarları, damlan üstüne yıkılıp ıpıssız kaldılar. Biz, nice kuyuları muattal, nice muhteşem sarayları bomboş bıraktık. Hac sûresi, 22/45. "Biz, refah içinde şımapırp azgınlaşan nice ülkeleri helak ettik. İşte onların geride bıraktıkları yerleri, Kendilerinden sonra onların pek azında oturulabilmiştir. Onlara hep biz varis olmuşuzdur. Kasas sûresi, 28/58. Âyet-i kerime’de "Nice" diye tercüme edilen ifadesi zikredilmiştir. Bu ifade, Allah'ın emrine karşı gelerek helak edilen kavimlerin çok sayıda olduklarına işaret etmektedir. Âyet-i kerime’nin lafzında, ülkelerin helak edildiği zikredilmiştir. Bundan maksat, ülkelerin, içinde yaşayan insanlarla birlikte helak edilmiş olmalarıdır. Zira, içinde insan yaşamayan yerlere ülke denmez. 5Onlara azabımız geldiği zaman: "Biz, gerçekten zalimlerdik." demekten başka bir itirafları olmadı. Kendilerine azabımız gece uyurken veya gündüz dinlenirken geldiği zaman helak ettiğimiz ülke halkının, dua ve yalvaması, sadece kendi aleyhlerine itirafta bulunmak, rablerinin emir ve yasaklarına karşı gelerek kendi kendilerine zulmettiklerini söylemek oldu. Taberi diyor ki: Bu âyeti kerime, Resûlüllah'tan rivâyet edilen şu hadisin sahih olduğunu göstermektedir. Resûlullah buyurmuşturki: "İnsanlar cezalandırılmayı hak etmedikçe veya özürleri kabul edilmeyecek hale düşmedikçe cezalandırılmazlar. Ebû Davud, K. el-Melahim bab: 17 Hadis No: 4347. Taberi diyor ki: Eğer denilecek olursa ki: "Âyet-i kerime'de Onlara azabımız geldiği zaman Helak edilenlerin" "Biz gerçekten zalimlermişiz." dedikleri zikredilmektedir. Şâyet helak edilenler bunu, helak edilmeden önce söylemiş olurlarsa âyetin ifadesine ter sdüşer. zira âyette, bu sözü helak anında söyledikleri zikredilmiştir. Eğer onların, bu sözü, helak edilmelerinden sonra söyledikleri farz edilecek olursa bu takdirde de, helak edildikten sonra konuştukları farzedilmiş olur ki bu da imkansızdır. O halde helak edilen insanlar bu itiraflarını ne zaman yapmışlardır?" Cevaben denilir ki: "Bütün ümmetler bir anda helak olup gitmiş değillerdir. Onlardan bazıları önce uyarılmış, azabın geleceği haberi verilmiş ve belli bir zaman geçtikten sonra da azap fiilen gelip on)an helak etmiştir. İşte bu ümmetler, azabın geleceğini kesin olarak anladıktan sonra, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelerek kendi kendilerine zulmettiklerini itiraf etmişler, fakat bu itirafları kendilerine fayda vermemiş ve azaba uğratılıp helak olmuşlardır. Nitekim, tufan olayı, Salih (aleyhisselam)'ın kavmi Semud'un ve benzerlerinin helak olmaları bu şekilde olmuştur. Allahü teâlâ Muhammed ümmetini de böyle bir akıbete düşmemeleri için uyanmaktadır. Evet, Allah'ın gazabına uğrayan şımarık kafirlerin, herhangi bir itirazda bulunmalan mümkün değildir. Onların, kendilerini kınamaktan başka çaraleri yoktur. Nitekim başka Âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Şüphesiz biz, halkı zalin olam nice ülkeleri toptan yok ettik. Onlardan sonra da başka kavimler yarattık." "Onlar, azabımızın şiddetini hissedince, ondan öyle kaçıyorlardı ki." "Onlara: "Hiç kaçmayın, refah içinde yaşayıp şımardığınız yerlere ve evlerinize dönün. Çünkü sorguya çekileceksiniz." denildi." "Vay halimize, gerçekten biz zalimlermişiz." dediler." "Biz, kendilerini biçilmiş ekinde döndürüp ocaklarını söndürünceye kadar onlar bu pişmanlıklarını tekrar edip durdular. Enbiya sûresi, 21/11-15. (4/a) Maide sûresi, 5/109 (4/b) Kasas sûresi, 28/58 6Kendilerine Peygamber gönderilenleri elbette hesaba çekeceğiz. Gönderilen Peygamberleri de mutlaka hesaba çekeceğiz. Kendilerine Peygamber gönderilen ümmetlere, Peygamberlerinin getirdikleri hükümlere uyup uymadıklarım mutlaka soracağız. Kendileriyle hükümlerimizi gönderdiğimiz Peygamberlere de, bu hükümleri tebliğ edip etmediklerini elbette soracağız. Evet, Allahü teâlâ, hem kendilerine Peygamber gönderilenleri hem de Peygamberleri kıyamet hesabı çekecek, haklıyı haksızı gösterecektir. Bu hususta da diğer âyet-i kerimelerde buyrulmaktadır ki: " Allah, Peygamberleri bir araya topladığı gün: "Ümmetiniz davtinize ne cevap verdi?" der. Onlar da: "Hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz gaybları bilen ancak sensin." derler. " O gün Allah, müşriklere nida eder ve "Gönderilen Peygamberlere ne cevap verdiniz?" der." 7Şüphesiz ki biz onlara, yaptıklarını bilerek anlatacağız. Zaten onlardan uzak değildik. Şüphesiz ki biz kendilerine Peygamber gönderilenlere de Peygamberlere de dünyada kendilerine gönderdiğimiz emir ve yasaklar hususunda ne yaptıklarını bilerek anlatacağız. Zaten biz onların yaptıklarından uzak değildik. Her şeyi bilen yüce mevla elbette ki kullarının dünyada yaptıklarım da bilmekte ve tesbit ettirmektedir. Kıyamette kullarını bu tesbitlerle hesaba çekecektir. Taberi diyor ki: "Eğer denecek olursaki "Allahü teâlâ bundan önceki âyette, kendilerine Peygamber gönderilen ümmetlerden ve Peygamberlerden hesap soracağını bildirirken bu âyet-i kerime’de de, onların ne yaptıklarını bizzat kendisinin onlara bildireceğini beyan etmektedir. O halde birinci Âyette ifade edilen "Hesaba çekme"den maksat nedir?" Cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ'nın hesaba çekmesinden maksat, kınama ve hatırlamadır. Onların ne yaptıklarım öğrenme değildir. Bu bakımdan iki Âyet birbirini tamamlamaktadır. Allahü teâlâ'nın kullarını kınama ve hatırlatmada bulunma maksadıyla, kıyamet gününde onları hesaba çekeceği onların da çeşitli cevaplar verecekleri şu Âyette belirtilmiştir. "Ey Âdemoğulları, ben size "Şeytana tapmayın. O sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte doğru yol budur." diye emretmemiş miydim?" Yasin sûresi, 36/60-61 Diğer yandan, Peygamberlerin hesaba çekilmesinden maksat ise, onları kendilerine gönderildikleri ümmetlere karşı şahitler tutarak ümmetleri, peygamberlere uymadıklarından dolayı kınamak ve onlara, Peygamberleri vasıtasıyla emir ve yasaklar gönderdiğini hatırlatmaktır. Zira kıyamet gününde, kafirler hesaba çekilerek onlara: "Size rabbinizin Âyetlerini okuyan ve sizi bu gününüze kavuşmakla uyaran Peygamberler gelmedi mi? Zümmer sûresi, 39/71 denildiği zaman onların çoğu bunu inkâr edecekler ve: "Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi... Maide süresi, 5/19 diyeceklerdir. İşte bu sırada Peygamberlere "Siz bu insanlara, size gönderilen şeyleri tebliğ et-tiğniz mi?" veya "Tebliğ etmediniz mi?" şeklinde sorular sorulacak, Peygamberler de, tebliğ ettiklerine dair şahitlik edeceklerdir. Böylece Allah, Peygamberleri şahitlik yapmaları için sorguya çekecektir. Nitekim bu hususta Resûlüllah'tan hadisler Rivâyet edilmiş, Allahü teâlâ'da başka bir Âyetinde hem Muhammed ümmetini hem de peygamberleri şahit tutacağını beyan etmiş ve "Böylece biz sizin, insanlara karşı şahitler olmanız, peygamberin de size karşı şahit olması için sizi, orta yolu tatan bir ümmet kıldik. Bakara sûresi, 2/143 buyurmuştur. Allahü teâlâ'nın kullarını bilinmeyen bir şeyi öğrenmek için sorgulaması, kendisi için söz konusu olmayan bir husustur. Zira Allahü teâlâ, her şeyi daha meydana gelmeden evvel de, meydana gelme anında da meydana geldikten sonra da bilir. Böyle bir soru sormaya ihtiyacı yoktur. Bu husustu şu Âyetlerde de beyan etmiştir: "İşte o gün, insanlara da cinlere de günahları sorulmayacaktır." Rahman sûresi, 55/39 "Suçlulara, günahları sorulmaz." Kasas sûresi, 28/78 Abdullah b. Abbas bu Âyeti kerime’de geçen "Biz onlara, yaptıklarını bilerek anlatacağız." ifadesini şu şekilde izah etmiştir. "Onların amel deftelerleri, yaptıkları amelleri bildirecektir." Taberi diyor ki: "Bu görüş gerçekten uzak olmayan bir görüş ise de bu hususta Resûlüllah'tan sahih olan şu haber Rivâyet edilmiştir. "Sizden biriniz Allah'ın huzuruna çıktığı gün onunla karşılaşacak, kendisiyle Allah arasında konuştuklarını tercüme edecek herhangi bir tercüman bulunmayacaktır. Allah bizzat ona konuşarak diyecektir ki: "Ben sana tebliğde Ibulunan bir peygamber göndermedim mi?" O da: "Evet gönderdin." diyecek Allah: "Ben sana mal verip sana" lütufta bulunmadım mı?" diyecek kul de "Evet verdin." diyecek. Sağına bakacak cehennemden başka bir yer görmeyecek, soluna bakacak yine cehennemden başka bir yer görmeyecektir. Buhari ki el-Menakıba bab: 25 Elbette ki, Resûlüllah'tan gelen haberi kabul etmek başkasının sözünü kabul etmekten daha evladır. Demek ki, kıyamet gününde Allah, kullanyla doğrudan konuşacak, onlarla konuşmak için amel defterini aracı yapması şart olmayacaktır. 8O gün, amellerin tartılacağı bir gerçektir. Sevap tartıları ağır gelenler, kurtuluşa erenler işte onlardır. Kıyamet gününde, bu dünyada işlenen ameller tartılacak, sevap ve günahın hesabı yapılacaktır. Sevapları ağır gelenler kurtulacaklar, cehenneme konulmayacaklardır. Âyet-i kerime’de geçen ve "Tartılma" diye tercüm edilen ( kelimesi, Mücahid tarafından "Yargılanma" diye tefsir edilmiştir. Ona göre bu Âyetin manası şöyledir. "Kıyamet gününde insanlar adaletle yargılanacaklardır..." Mücahid Âyetteki "el-Hakki" yani "Hak'tır." ifadesini de "Adaletli olacaktır." şeklinde izah etmiştir. Süddi, Ubeyd b: Umeyr ve Huzeyfeden Rivâyet edilen diğer bir görüşe göre ise bu Âyette zikredilen tartılma'dan maksat, kıyamet gününde kulların amel defterlerinin tartılmasıdır. Bu hususta, Ubeyd b. Umeyr demiştir ki "İri vücutlu, uzun boylu çok yiyen ve çok içen bir kişi getirilir. O, bir sivrisineğin kanadı kadar dahi ağırlık meydana getirmez." Huzeyfe de demiştir ki: "Kıyamet gününde, tartı ile görevli olan melek, Cebrâil (aleyhisselam) olacaktır. Allah ona: "Ey Cebrâil, sen bunların arasında tartma işini yap. Mazlumun hakkını alıp kendisine ver. Eğer haksızın iyi ameli yoksa mazlumun günahlarını ona yükle.", Böylece kişi üzerinde dağlar gibi yükler bulunarak geri dönmüş olur. İşte "O gün amellerin tartılacağı bir gerçektir." Âyeti bunu beyan etmektedir. Müfessirler, bu Âyette geçen ve "Sevap tartıları ağır gelenler" diye tercüme edilen ifadesini iki şekilde izah etmişlerdir: Mücahide göre bu ifadeden maksat, "Kimin iyilikleri çok olursa" demektir. Amr b. Dinar'a göre ise bu ifadeden maksat sevap ve günahlan tartılanlardan kimin sevapları terazide ağır gelirse" demektir. Taberi de Amr b. Dinarın görüşünün doğru olduğunu söylemiş, buradaki tartıdan maksadın, sevap ve günahların tartılması olduğunu, ağır gelen şey'den maksadın ise, tartılan sevap ve günahlardan, sevapların ağır gelmesi olduğunu söylemiştir. Zira, salih amelleri ağır gelenlerin kurtuluşa erip cennete girecekleri ve orada ebedi olarak kalacakları, Resûlüllah'tan nakledilen çeşitli hadislerde . beyan edilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki: "Teraziye güzel ahlaktan daha ağır bir şey konulmayacaktır. Tirmizi, K. el-Birr bab: 62 UN: 2OO3/Eb Davud K.el-Edeb bab 7, HN. 4799 Taberi diyor ki: "Görüldüğü gibi bu ve benzeri hadis-i şerifler kıyamet gününde amellerin tartılması için teraziler kurulacağını bildirmişlerdir. Şâyet, Allahü teâlâ'nın kelamını ve Resûlüllah'ın haberini asıl maksatlarından çeviren bir cahil diyecek olursa ki: "Allah, her şeyin miktarını yaratmadan önce de sonra da bildiği halde onları tartmaya ihtiyacı olur mu?" veya "Ameller cisim değildir ki tartılsın. Ancak cisimler tartılarak ağır veya hafif oldukları ölçülür. Cisim olmayan şey için böyle bir durum söz konusu değildir." Buna cevaben denilir ki: "Allahü teâlâ'nın amelleri tartması, onları levh-i mahfuzda yazıp tesbit etmesine benzemektedir. Nasıl ki Allah, her şeyi bildiği halde onları unutma korkusundan beri olduğu halde kulların amellerini levh-i mahfuzda yazıp tesbit etmişse onları aynı şekilde ahirette de tartıp ayıracaktır. Bunları yapması onları bilmemesinden değil, yaratıklarına bir delil olarak ortaya koyması içindir. Nitekim Allahü teâlâ diğer bir Âyetinde amellerin levh-i mahfuzda yazıldığını beyan ederek şöyle buyurmuştur: "Sen o gün, bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün. O gün her ümmet, amel defterinin başına çağırılacak ve onlara şöyle denecektir: "Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığım göreceksiniz. İşte kitabımız, size gerçekleri söylüyor. Şüplesiz biz, dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk. Casiye Sûresi, 45/28-29 Evet, Allahü teâlâ'nın, yaratıklarının amellerini terazide tartması da onların aleyhine ve lehine delil olması içindir. Böylece emirleri yerine getirip yasaklardan kaçındıktan veya aksini yaptıklan ortaya çıkmış olacaktır. Allahü teâlâ, kulu getirip iyi amelleriyle birlikte terazinin bir gözüne koyacak günahlarımı da diğer gözüne koyup tartacakür. Ve hangi taraf ağır gelirse o kula ona göre muamele edecektir. Allahü teâlâ'nın, kullarının amellerini bu şkilde tartması onlara bir delil olması içindir. Nitekim Allahü teâlâ, kulların yaptıklarına şahitlik etmek için onların ellerini ve ayaklarını konuşturacaktır. Bu hususta şöyle buyurmaktadır. "O gün biz onların ağızlarını mühürleriz de bize elleri konuşur, ayaklan da ne yaptıklarına şahitlik Yasin Sûresi, 36/65 Bütün bunlar gösteriyor ki ahirette ammelleri tartan terazi kurulacak, kulların iyi amelleriyle kötü amelleri terazinin iki gözünde tartılacak sevap tarafı ağır gelirse kurtuluşa ererek, hafif gelirse cehenneme sürüklenecektir. Nitekim bundan sonra gelen Âyet de bunu ifade etmektedir. 9Sevap tartıları hafif gelenler ise, kendilerini zarara uğratanlardır. Bunun sebebi de âyetlerimize karşı haksız davranmalarıdır. Kimin de salih amellerinin tartısı, Allah’ı birlemediği ve peygamberine iman etmediği ve Allah'ın emir ve yasaklarına uymadığı için hafif gelecek olursa işte bunlar, Allah'ın lütfedeceği büyük sevap ve ikramlara karşı kendilerini zarara sokmuş olurlar. Bunun sebebi ise bunların, Allah'ın, delillerini ve Âyetlerini inkâr ederek onlara karşı haksız davranmalarıdır. Bu hususta diğer Âyetlerde de buyurulmaktadır ki: "Kimlerin tartısı ağır gelirse işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." Kimilerin tartılan da hafif gelirse işte onlar, kendilerini ziyana sokanlardır. Cehennemde ebediyyen kalacaklardır. Mü’minim sûresi, 40/102-103 "O gün sevap tartısı ağır gelen, razı olacağı bir hayat içindedir. Sevap tartısı hafif gelenlerin ise kucağına sığınacağı anası, bir uçurumdur. Karia sûresi, 101/6-9 10Şüphesiz ki sizi, yeryüzüne yerleştirdik. Orada sizin için geçim imkânları yarattık. Ne kadar da az şükrediyorsunuz. Ey insanlar, biz, yeryüzüne sizler için bir karargâh, bir beşik kıldık. Sizler için orada hayatınızı sürdüreceğiniz yiyecekler ve içecekler yarattık. Buna rağmen ne de az şükrediyorsunuz. Allahü teâlâ insanları, sadece kendisine kulluk etmeleri için yaratmış, yeryüzünü onlar için karargah yapmış ve orada onlara yetecek her türlü nimeti var etmiştir ki o nimetlerden faydalansınlar ve rablerine gereği gibi kulluk etsinler. Fakat insanoğlu yaratılış gayesini unutarak nankörlük etmiştir. Ru hususta başka bir âyette de şöyle buyuruluyor: "Allah, istediğiniz herşeyden size verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan, çok zalim ve çok nankördür İbrahim sûresi, 14/34 11Şüphesiz ki sizi yarattık sonra size şekil verdik sonra Meleklere" Âdeme secde edin." dedik. Derhal secde ettiler, İblis hariç, O secde edenlerden olmadı. Ey insanlar, biz atanız Âdemi topraktan yarattık. Sonra ona şekil verdik. Böylece sizi de yaratıp şeklinizi vermiş olduk. Sonra Meleklere: "Âdeme saygı secdesi edin." dedik. Meleklerin hepsi de secde ettiler İblis hariç. O, Âdeme secde edenlerden olmadı. Müfessirler bu âyetin "Şüphesiz ki sizi yarattık. Sonra size şekil verdik" bölümündeki "Sizi" ifadesinden kimin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir: a- Abdullah b. Abbas, Rebi b. Enes, Süddi, Katade ve Dehhak'tan nakledilen bir görüşe göre bu Âyetteki "Sizi" ifadesinden maksat, Hazret-i Âdem ve devamındaki "Size" ifadesinden maksat da, Hazret-i Âdemin soyundan gelenlerdir. Bunlara göre Âyetin bu bölümünün manası şöyledir: "Şüphesiz ki biz, atanız olan Âdemi dolayısıyle onun sulbünde sizi yarattık, onun soyundan gelen sizlere de annenizin kamında şekil verdik." b- İkrime ve A'meşe göre bu âyetteki "Sizi" ve "Size" ifadelerini beyan eden her iki zamirinden maksat da, insanlardır. Ve Âyetin manası şöyledir: "Şüphesiz ki biz sizi, babalarınızın sulbünde yarattık ve sizlere, annenizin karnında şekil verdik" c- Mücahide göre ise buradaki zamirlerden birincisinden maksat Hazret-i Âdem, ikincisinden maksat ise onun sulbünde mevcut olan soyudur ve âyetin manası şöyledir: "Şüphesiz ki biz Âdemi yarattık sonra size, Âdemin sulbünde iken şekil verdik. d- Diğer bir kısım alimlere göre ise burada geçen her iki zamirden de maksat insanlardır. Âyetin manası da şöyledir. "Şüphesiz ki biz sizi, annelerinizin kamında yarattık ve sizlere annenizin rahminde iken şekil verdik. Kulak, göz, el, ayak gibi organlarınızı meydana getirdik. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, her iki zamirin de Hazret-i Âdeme işaret ettiğini ve Âyetin bu bölümünün manasının şöyle olduğunu söyleyen görüştür. "Şüphesiz ki biz, Âdemi yarattık. Ona şekil vererek size de şekil vermiş olduk." Âyet-i kerime’de Âdem kastedildiği halde "Siz" ve "Size" zamirleri zikredilen hazır bulunan insanlara hitabedilmesi, Arap dilinin yaygın olan usullerinden birinin gereğidir. Zira Arapça'da ataların yaptıkları torunlara isnad edilerek "Siz şöyle şöyle yaptınız" denmesi bir üslup şeklidir. Nitekim Resûlüllah zamanındaki Yahudilere hitab edilerek atalarının yaptıkları beyan edilmek istenmiş ve şöyle buyrulmuştur. "Bir zaman sizden kesin söz almıştık. Üzerine tur dağını kaldırmıştık. (Size verdiğimize kuvvetle sanlın) demiştik.. Bakara sûresi, 2/63 Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih etmemizin sebebi Âyetin devamında "Sonra, meleklere "Âdem'e secde edin" buyrulmasidır. Arapça'da "sonra" manasına gelen kelimesi, kendisinden sonra zikredilenlerin kendisinden önce zikredilenlerden kesinlike daha sonra meydana geldiklerini ifade eder. Âyet-i kerime'de, öne eyaratılma olayı sonra da Âdeme meleklerin secde etmelerinin emredildiği zikredildiğine göre, yaratılanların, Âdeme secde emrinden daha önce yaratılmış olmaları gerekmektedir. Hazret-i Âdeme secde edilmesi emredildiğinde, insanlar henüz yaratılmış olmadıklarından buradaki "Sizi yarattık." Size şekil verdik... ifadelerindeki zamirlerden maksadın Hazret-i Âdem olduğu ortaya çıkmaktadır. 12Allah: "Sana emrettiğimde seni secde etmekten alıkoyan nedir?" dedi. İblis: "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." dedi. Allah, İblise; "Âdeme secde etmeni emrettiğim zaman senin ona secde etmene engel olan şey nedir?" dedi. İblis de ona cevaben: "Ben ondan daha üstün ve daha hayırlıyım. Çünkü sen beni ateşten Âdem'i ise çamurdan yarattın. Ateş çamurdan daha üstündür." dedi. Âyet-i kerime'de geçen ve "Secde etmek" diye tercüme edilen ifadesinin görünürdeki manası, "secde etmemekten" şeklindedir. Buna göre Âyete mana verildiği takdirde Âyetin bu bölümünün manası şöyle olur: "Sana emrettiğimde seni secde etmemekten alıkoyan nedir?" Görüldüğü gibi, mana böyle kabul edilirse İblis'in secde etmesinden dolayı hesaba çekildiği anlaşılır. Halbuki İblis'in, Âdem'e secde etmemesinden dolayı sorgulandığı bütün nasslarda açıkça ifade edilmiştir. İşte âyetteki bu kapalılıktan dolayı müfessirler bu âyeti çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. a- Bazı Basralı lügat âlimlerine göre Âyette geçen ifadesindeki harfi zaiddir, olumsuzluk manası ifade etmemektedir. Bu durum Arapça'da kullanılan bir üsluptur. Bu sebeple Âyetin bu bölümünün manası: "Seni secde etmekten alıkoyan nedir?" şeklindedir. b- Diğer bir kısım alimlere göre ise Âyetin, ifadesindeki harfi zaid değildir. Ancak bu ifadeden önce geçen cümlesindeki fiilinin manası "Engel olmak" değil "söylemek"tir. Bu sebeple Âyetin bu bölümünün manası şöyledir: "Sana emrettiğim zaman Âdeme secde etmemeni sana kim söyledi?" Arapçada bu fiil, "söylemek" manasına kullanıldığı zaman, bundan sonra edatı zikredilir. Bu Âyette de durum böyle olmuştur. c- Diğer bir kısım alimlere göre buradaki harfi zaid değildir. Fakat fiilinin manası "Mecbur olmak" demektir. Âyetin manası ise: "Seni Âdeme secde etmemeye mecbur eden sebep nedir?" şeklindedir. Taberi diyor ki: "Bana göre doğru olan söz, bu Âyette, belli bir ifadenin mahzuf olduğunu söylemek ve mahzufun da "muhtaç kıldı" fiili olduğunu ifade etmektir. Yani, bu Âyetin bu bölümünün manası şöyledir: "Ey İblis, Âdeme secde etmeni emrettiğim zaman, secde etmene engel olan ve seni, secde etmemeye zorlayan şey nedir? Bu görüşü tercih edişimizin sebebi, Allah'ın kelamında her hangi bir şeyin zaid olduğunu ve bir mana taşımadığını söylemekten kaçınmaktır. fiilinin buradaki şekliyle, "söylemek" manasına gelmesi de üslup itibariyle uygun değildir. Bu sebeple Âyette manayı tamamlayacak bir ifadenin mahzuf olduğunu söylemek isabetli olan bir görüştür. Zira muhataplar bu mahzuf olan cümleyi, Âyetin akışından anlayabilirler. Âyet-i kerime'de İblisin, Allahü teâlâ'nın sorusuna şu cevabı verdiği zikredilmektedir. "Ben ondan hayırlıyım. Çünkü beni ateşten onu ise çamurdan yarattın." İblis Âdeme secde etmemesinin gerekçesi olarak kendisinin yaratıldığı ateşin, Âdem'in yaratıldığı topraktan daha üstün olduğunu söylemiş, böylece hakkı idrak edememiş ve doğru yoldan sapmıştır. Zira ateş cevherinin hafif, körü körüne yayılan, dalgalanan ve yukarı doğru yükselen bir cevher olduğu malumdur. İşte İblis'te bulunan bu cevher onu, Allah'ın, levh-i mahfuzunda isyankâr biri olacağı tescil edildiği üzere Âdem'e secde etmekten kibirlenmeye, onu hafife almaya sevk etmiş böylece kendi kendini yeyip bitiren bir ateş gibi helake sürüklemiştir. Toprak cevherinin ise, istikrarlı oturaklı, yumuşak, edepli, kararlı bir cevher olduğu malumdur. İşte Âdem'de bulunan bu cevher, onun, levh-i mahfuzda mes'ud bir kimse olacağı tescil edildiği üzere Âdemi, hata yapmasından sonra tevbe etmeye ve rabbinden af ve mağfiret dilemeye sevketmiştir. İşte Hasan-ı Basri ile İbn-i Sîrin'in "İlk kıyası yapan İblis'ür." sözleri bu türden olan yanlış kıyası ifade etmektedir. Hazret-i Âdem'in, İblis'ten üstün olduğu muhakkaktır. Çünkü Allahü teâlâ onun bizzat kendi eliyle yaratmış, ona kendi rahundan üflemiş, ona melekleri secde ettirmiş, her şeyin ismini öğretmiş ve diğer bir çok özellikler venniştir. Fakat ahmak İblis bütün bunları görememiş, kendisinin, ateşten yaratılması, Âdem'in de topraktan yaratılması dolayısiyle ondan üstün olduğuna delil getirmek istemiştir. Halbu ki o, her ikisinin de yaratıldıkları maddeler bakımından da Âdemden üstün değildir. Ayrıca Âdem'e yaratıldığı cevherin dışında bir çok üstünlük verilmiştir. Bu durumda nasıl olur da İblis ondan üstün olabilir? 13Allah dedi: "Öyleyse in oradan. Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık çünkü sen, âdilerdensin." Allah, İblis'e "Cennetten in. Senin cennette kibirlenmeye hakkın yoktur. Cennette olan kimse kibirlenemez. Cennetten çık. Çünkü sen, zelil ve âdi kılınmışlardansın." dedi. Müfessirlerin çoğunluğu, İblise "İn oradan" diye hitabeden cümleyi izah ederken buranın cennet olduğunu ve dolayısiyle İblis'in cennetten indirildiğini söylemişler buna mukabil bazıları da oranın, göklerde İblise ait bir makam olduğunu ve oradan indirildiğini söylemişlerdir. 14İblis dedi: "Bari, insanların diriliceği güne kadar bana mühlet ver. 15Allah da "Sen, mühlet verilenlerdensin" dedi. İblis, Allahü teâlâ'dan, kıyamette insanların dirileceği güne kadar kendisine mühlet vermesini istedi. Ona bu isteği tam olarak verilmedi. Eğer verilecek olsaydı ebedî olarak yaşayacak ve hiç ölmeyecekti. Çünkü insanlar dirildikten sonra artık bir daha ölüm yoktur. Bu sebeple Allahü teâlâ İblise"... Sen, vakti tayin edilen bir güne mühlet verilenlerdensin." dedi. Hicr sûresi, 15/37-38 İşte, İblis'in öleceği o gün, sur'a birinci üfleniş günüdür. O günde göklerde ve yerde bulunan herkes, bayılıp yere düşecek ve ölecektir. İblis de bu ölecek kimselerden biridir. Eğer denilecek olursa ki "Birinci Sur'un üflenişine kadar kendilerine mühlet verilen başka kimseler vannı ki, Âyet-i kerime’de İblise" "Sen de o güne kadar mühlet verilenlerden birisin." denmiştir? Cevaben denilir ki "Evet birinci, sur'un üflenmesinden önce hayatta bulunup ta o anda ölecek olanlar o ana kadar yaşamış olanlardır. İblis de bunlardan biri olacaktır. 16İblis: "Benim azama hükmettiğin için, senin doğru yolunda, kullarının önünü keseceğim. İblis dedi ki: "Beni saptırman sebebiyle insanoğlunu sana ibadet ye itaatten alıkoyacağım. Senin beni saptırdığın gibi ben de onları saptıracağım." Âyet-i kerime'de ecen ve "Azmama hükmettin" diye tercüme edilen ifadesi çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyde göre bu ifadenin manası "Beni saptırdığın için" demektir. Başka bir kısım alimlere göre "Beni perişan ettiğin için" demektir. Diğer bir kısım âlimlere göre "Beni cezalandırdığın için" demektir. Başka bir kısım alimlere göre ise bu ifadenin manası "Senin beni azdırmana yemin olsun ki" demektir. Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime'nin bu ifadesi kaderi inkâr edenlerin şu iddialarının bâtıl olduğunu gösterir. Onlar derler ki: "Allah, iman etme ve inkâr etme sebeplerini insanlara bırakmıştır. İnsanlar bu sebeplere baş vurarak ya iman eder veya inkâr ederler. İnsanların iman etmelerine aracı olacak sebeplerle inkâr etmelerine vasıta olacak sebepler aynıdır." Evet, onların bu iddiaları fasittir. Şâyet onların bu iddiaları doğru olacak olsaydı burada İblis, Allahü teâlâ'ya "Sen beni düzelttiğim için ben, senin doğru yolunda oturup kullarının önünü keseceğim." demiş olurdu. Zira İblis'i saptıran da düzelten de onlara göre aynı sebeplerdir. İblis'in saptırılmassını haber vermesiyle düzeltildiğim haber vermesi aynı şey olur. Aslında ise saptırma ile düzeltme sebepleri farklı şeylerdir. Ve bunlar, Allah'ın elinde olan şeylerdir. Bu sebeple İblis, Allahü teâlâ'ya hitabederek "Senin, beni saptırman yüzünden" ifadesini kullanmıştır. Muhammed b. Ka'b el-Kurezi bu noktaya işaret ederek bu âyetin izahında şunu söylemiştir, "Allah kaderi inkâr edenleri kahretsin. İblis, Allah'ı onlardan daha iyi biliyor." Âyet-i kerime'de geçen ve "Senin doğru yolun" diye tercüme edilen ifadesinden maksat Allah'ın gerçek dini olan İslâmdır. İblis kullan, Allah'ın dininden, ona ibadet ve itaatten saptıracağını söylemiştir. Evet, İblisin işi budur. Sebre b. Ebi Fâkih diyor ki: " Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu işittim. "Şüphesiz ki Şeytan, insanoğlunun yollarını keser. Evvela Müslüman olma yolunu keser ve ona şöyle der: "Müslüman olup ta kendi dinini, babalarının ve atalarının dinini mi bırakacaksın?" Fakat kişi onu reddeder ve Müslüman olur. Sonra Şeytan insanoğlunun hicret etme yolunu keser ve ona "Hicret edip yurdunun topraklarım ve gökyüzünü (ufuklarını) terk mi edeceksin? Zira hicret edip başka yere giden kimse, otlaktaki ipe bağlı at'a benzer. (Gittiği yabancı ülkede hürrriyeti kısıtlıdır) İnsanoğlu ise ona karşı gelir hicret eder. Sonra Şeytan onun cihad etme yolunu keser ve ona: "Cihad edip te malını ve canını zarara sokacaksın, savaşacaksın, öldürüleceksin, karim başkaları alçak ve malın bülüşülecektir." der. İnsanoğlu onun bu sözlerini reddeder ve cihadını yapar." Peygamber efendimiz sözlerine devamla buyurdu ki: "İnsanoğlundan kim böyle yapar da ölürse onu, Allah'ın cennete koyması haktır. Şâyet öldürülürse yine Allah'ın onu cennete koyması haktır. O kişi boğularak ölse de Allah'ın onu cennete koyması haktır. Yahut hayvanı kendisi düşürerek öldürse de yine Allah'ın onu cennete koyması haktır. Nese-i K.el-Cihad bab: 19 / Ahmed b. Hanbel, Müsned: C: 3, S.483. Avn b. Abdullah'a göre ise burada zikredilen "Senin doğru yolun"dan maksat Mekke'nin yoludur. İblis Allah'ın kullarının, Mekke'ye gitmelerine engel olacağını söylemiştir. Taberi diyor ki: "Her ne kadar Avn'ın söylediği yol da Allah'ın doğru yollarından biri ise de o yolların hepsini kapsamamaktadır. Âyet-i kerime'de İblis'in genel bir ifade ile, insanları Allah'ın yolundan alıkoyacağı zikredildiğinden ve bu yol hakkında Resûlüllah'tan da hadis Rivâyet edildiğinden bunu "Hak Yol" olarak izah etmek daha isabetlidir. Nitekim Mücahid de, buradaki Yol'dan maksadın, hak yol olduğunu söylemiştir. Zaten Şeytan, insanları Allah'a yaklaştıracak herhangi bir yolun başında durup onları oradan saptırmaktan geri durmaz. Aksine bütün gayretlerini harcar. 17Sonra onlara, önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından sokulacağım. Böylece çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın" dedi. İblis devam ederek şöyle demiştir: "Sonra Âdem oğul la rina hak ve bâtıl olan her yönden sokulacağın. Onları, âhlirettleri hakkında şüpheye düşüreceğim. Dünyayı kendilerine süslü göstereceğim. İyiliklerden nefret ettireceğim. Kötülüklere teşvik edeceğim. Sen de onların çoğunu nimetlerine karşı sana şükredenler ve seni birleyenler olarak bulmayacaksın. Müfessirler, bu âyeti kerime’de geçen "Ön, arka, sağ ve sol" ifadelerinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen bir görüşe göre bu Âyette zikredilen ön'den maksat, ahiret Arka'dan maksat, dünya, Sağ'da maksat, dini hükümler ve sevaplar, So'Idan maksat ise, isyanlar ve kötü amellerdir." Bu izaha göre şeytan şöyle demiştir; "Ben insanlara âhiretleri hususunda sokulacağım. Ölümden sonra dirilme, hesaba çekilme, cennet ve cehenneme konulma hususunda onları şüpheye düşüreceğim. Ben insanlara dünyaları hususunda da sokulacağım. Dünyayı onlara sevdirip yaldızlı göstereceğim. Böylece onları dünyaya daldıracağım. Yine ben insanlara dinleri ve salih amelleri hususunda da sokulacağım. Onları, iyilik yapmaktan engellemeye çalışacağım. Ben insanlara, kötü ameller hususunda da sokulacağım. Onları, kötü amellere çağıracağım ve o amelleri süslü göstereceğim. b- Yine Abdullah b. Abbas, İbrahim en-Nehâi, Hakem, Südtlî ve İbn- Cü-reye'den nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen ön'den maksat dünya, Arka'dan maksat âhiret, Sağ'dan maksat hakikat ve salih ameller, Sol'dan maksat ise bâtıl ve kötü amellerdir. Şeytan bunların hepsi hakkında insanları saptıracağını söylemektedir. c- Mücahide göre ise baradaki Ön ve Sağ ifadelerinden maksat, görünen yönler, Arkak ve Sol ifadelerinden maksat ise, görünmeyen yönler demektir. Bu izaha göre de şeytan, insanlara görünen ve görünmeyen her yerden sokulacağını sölmeşitir. Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden doğru olanı, bu ifadelerin manasının şöyle olduğunu söyleyen görüştür. "Şeytan demiştir ki "Ben insanlara, bütün hak ve bâtıl yönlerden sokulacağım. Onları hak'tan alıkoyup batılı ise süsleyeceğim." Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Şeytan insanlara üstten sokulacağını zikretmemiştir. Zira o yönden kullara Allah'ın rahmeti gelmektedir." Âyet-i kerime'nin sonunda "Çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın." buyurulmaktadır. Kulların Allah'a şükrü, Allah'ın birliğini ikrar edip emir ve yasaklarına uymalarıdır. Nitekim, Abdullah b. Abbas, buradaki "Şükredenler" ifadesini, "Allah'ı birleyenler" şeklinde izah etmiştir. 18Allah dedi "Horlanmış ve kovulmuş olarak cennetten çık. Yemin olsun ki sana tabi olanlarla birlikte cehennemi sizinle dolduracağım." Allah İblise dedi ki: "Horlanmış ve kovulmuş olarak cennetten çık. Yemin olsun ki Âdemoğullarından sana kim itaat ederse, cehennemi seninle ve onlarla birlikte dolduracağım. Görüldüğü gibi Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime'leriyle kullarını onların ve kendisinin düşmanı olan İblis'in düşmanlığına karşı uyarmakta ve onun bu düşmanlığının çok eskiye dayandığını beyan etmektedir ki kullan şeytanın vesveselerinden kaçınıp kendisinin emirlerine yönelsinler. Bu hususta diğer Âyetlerde de buyuruluyor ki: "Allah şöyle dedi: "Haydi git, Âdemin soyundan sana kim uyarsa, cezanız cehennemdir. Bu yeterli bir cezadır." "Onlardan gücünün yettiklerini evsvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar. Atlı ve yayakmnı toplayarak bütün oyunlarını ortaya koy. Onlara, mal ve çocçuklarında ortak ol. Asılsız vaadlerde bulun. Aslında Şeytan, kendisine uyanlara aldatıcı vaadlerde bulunmaktan başka bir şey yapamaz." " Şüphesiz ki senin, salih kullanın üzerindne hiçbir nüfuzun yoktur. Rabbin vekil olarak yeter. îsra sûresi, 17/63-65 19Ey Âdem, sen ve zevcen cennette kalın. Dilediğiniz yerden yeyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Sonnra zalimlerden olursunuz." Allah Âdeme dedikî: "Ey Âdem, sen ve eşin Havva Cennette kaim. Cennet nimetlerinden dilediğiniz yerden yeyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın. Aksi takdirde Allah'ın emrine karşı gelen zalimlerden olursunuz. 20Şeytan onlara, kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek için vesvese verdi. Ve şöyle dedi: "Rabbiniz size bu ağacı, sadece, ikiniz de Melek olmayasınız veya cennette ebedi olarak kalmayasınız diye yasakladı." Şeytan, Âdem ve Havva'ya, içinde bulunduktan nimetlerden mahrum etmek ve elbiselerinden soyundurarak örtülü olan avret yerlerim açığa çıkarmak için tuzaklar kurarak vesvese verdi. Ve şöyle dedi: "Rabbiniz size bu ağacı, sadece, ikiniz de Melek olmayasınız veya cennette ebedi olarak kalmayasınız diye yasakladı." Âyet-i kerime’de geçen ve "Olmayasınız" diye tercüme edilen ifadesinin görünürdeki manası, "Olasınız" şeklindedir. Olumsuzluk ifadesi zikredilmem iştir. Ancak Arapça'da bu gibi ifadelerde olumsuzluk ifade eden edatının düşürülmesi, uygulanan bir kuraldır. Burada da bu kuralın gereği bu edat düşmüştr. Fakat manası mevcuttur. Nitekim Nisa sûresi'nin yüz yetmiş altıncı Âyetinin en son"cümlesinde de bu edat düşürülmüş ve cümle şöyle olmuştur. halbuki cümlenin aslı dür. Cümleye mana verilirken bu harfin varlığı da kabul edilir ve "Sapıklığa düşmemeniz için" şeklinde izah edilir. 21Ayrıca onlara: Şüphesiz ki ben, size, nasihat edenlerdenim." diye yemin etti. Şeytan, Âdem ile Havva'ya: "Ben sizden önce yaratıldım. Bu işleri sizden daha iyi bilirim. Bana tâbi olun size doğru yolu göstereyim." diye vesvese verdi. Ve bu hususta doğru söylediğine dair de Allah'a yemin ederek aldanmalarına vesile oldu. Zira onlar, herhangi bir kimsenin, yalan yere Allah adına yemin edebileceğini tahmin etmiyorlardı. 22Böylece onları aldatarak, ağaçtan yemeye sevketti. Ve o ağacın meyvesinden tadınca avret yerleri onlara göründü. Başladılar cennet yapraklarıla ayıp yerlerini örtmeye. Bunun üzerine rableri onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedim mi? Ve size Size, şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır" demedim?" Şeytan, Âdem ve Havvayı aldatarak ağacı onlara gösterdi. Onlar da ağacın meyvesinden yeyince avret yerleri açıldı. Bunun üzerine Âdem ve Havva, avret mahallerini kapatmak için cennet ağaçlarının yapraklarım toplamaya başladılar. Bunun üzerine rableri onlara şöyle nida etti: "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedim mi? Ve size "Şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır." demedim mi?" Abdullah b. Abbas bu Âyetin izahında diyor ki: "Allah'ın Âdem' ve zevcesine yasaklamış olduğu ağaçtan maksat, başaktır. Âdem ile Havva bundan yeyince avret mahalleri açığa çıktı. Onların avret mahallerini, tırnak şeklinnde kabuklar öıtüyordu. Âdem ve Havva, cennetteki incir ağacının yapraklarını alıp avret mahallerine yapıştırmaya başladılar. Âdem cennette gerisin geri gitmeye başladı. Cennet ağaçlarından bir ağaç onu yakaladı. Allah ona "Ey Âdem benden mi kaçıyorsun." dedi. Âdem şöyle cevap verdi: "Hayır, fakat senden utandım ey rabbim." Allah "Benim cennette sana bahşettiğim ve serbest kıldığım şeyler, sana haram kıldığım şeyin dışında kafi gelmiyor muydu?" dedi. Âdem "Evet rabbim, kafi geliyordu. Fakat senin izzetine yemin olsun ki, herhangi bir kimsenin senin adına yalan yere yemin edeceğini sanmıyordum." diye cevap verdi. Abdullah b. Abbas diyor ki: "O yemin de "Yemin olsun ki ben size nasihat edenlerdenim" sözüdür. Bunun üzerine Allah buyurdu ki: "İzzetime yemin olsun ki seni yeryüzüne indireceğim. Ondan sonra geçimini zorlukla sağlayacaksın." Böylece Âdem cennetten indirildi. O ve Havva cennette bol rızıklar yiyorlardı. İkisi de, bol olmayan yiyicek ve içeceklerin içine indirildiler. Ona demiri işleme sanatı öğretildi. Ekin ekmesi emredildi. O da toprakları sürdü, ekti, suladi. Mahsuller yetişince de biçti, dövdü, savurdu, öğüttü, hamur yoğurdu, ekmek yaptı sonra onu yedi. Ancak bu dununa alışıncaya kadar bir tikim sıkıntılar çekti. Âyet-i kerime'de Hazret-i Âdem ile Havva'nın yasaklanan ağaçtan yemeleri üzerine, avret mahallerinin görünür hale geldiği zikredilmektedir. Onlar bu ağaçtan yemeden evvel, avret mahallerinin örtülü olduğu anlaşılmaktadır. Onların avret mahallerini örten bu elbisenin ne olduğu hakkında iki görüş zikredilmiştir. Vehb b. Münebbih ve diğer bir kısım alimlere göre bu elbise bir nur idi ve onların avret mahallerini örtüyordu. Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre ise bu elbise tırnak idi. Âyet-i kerime’nin devamında "Rabbi onlara "Ben size bu ağaçtan yemenizi yasak etmedin mi? Ve "Şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır." demedim mi? dedi." buyıırulmaktadır. Muhammed b. Kays, âyetin bu bölümünü şu şekilde izah etmiştir. "Allahü teâlâ Âdeme, "Niçin bu ağaçtan yedin? Ben bunu sana yasaklamıştım." dedi. Âdem de: "Ey rabbim, onu bana Havva yedirdi" dedi. Allah Teâla Havvaya: "Sen niçin ona bunu yedirdin?" diye sordu. Havva da: "Bana yılan emretti." dedi. Allahü teâlâ Yılana: Havva'ya bunu neden emrettin?., diye sordu. Yılan da: Onu bana İblis emretti." dedi. Allahü teâlâ da: "İblis kovulmuştur, lanete uğratılmıştır. Sen de ey Havva, ağacı kanattığın gibi her ay kanayacaksın. Sana gelince ey yılan, senin ayaklarını keseceğim. Yüzüstü sürükleneceksin. Seni görenler kafanı ezecekler. Birbirinize düşman olarak inin." buyurdu. Abdullah b. Abbas da diyor ki: "Âdem ağaçtan yeyince Allahü teâlâ ona: "Sana yasaklamış olduğum ağaçtan niçin yedin?" diye sordu. Âdem de: "Onu bana Havva emretti." dedi, Allahü teâlâ: "Ben Havvayı zorluklarla gebe kalması ve zorluklarla doğurmasıyla cezalandırdım." buyurdu. Bunun üzerine Havva ağladı. O anda ona "Ağlama, sana ve çocuğuna verildi." denildi. 23Âdem ve zevcesi rablerine şöyle yalvardılar: "Ey rabbîmiz, biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz." Allahü teâlâ bu Âyet-i kerime'de, Hazret-i Âdem ve Havva'nın uyarılmalarından sonra ne cevap verdiklerini beyan ediyor, onların, günah işlediklerini itiraf ederek kendisinden, affedilmelerini dilediklerini haber veriyor. Halbuki mel'un İblis, bunlar gibi yapmamış, hatasını itiraf ederek bağışlanmasını dileme yerine, kendisine mühlet verilmesini istemiştir. Allahü teâlâ'da onların her ikisine de istediklerini vermiştir. Âdamin bu yalvarması, rabbinden almış olduğu kelimelerledir. "Âdem rabbinden kelimeler aldı. Günahının bağışlanmasını istedi. Allah da tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, merhamet sahibi Bakara sûresi, 2/97 Âyet-i kerimesi buna işaret etmektedir. 24Allah dedi "Bir kısımsız diğer birkısmınıza düşman olarak cennetten inin. Yeryüzünde sizin için bir müddete kadar yerleşme ve geçinme vardır." Allah Âdeme, Havva'ya onların soylarından geleceklere, İbüs'e ve onun soyundan olanlara ve yılana dedi ki: "Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin. Yeryüzünde, sizlerin karar kılacağınız ve yatıp kalkacağınız yerler vardır ve hayatınızın sonuna kadar sizi geçindirecek şeyler mevcuttur." Âyette geçen ve "Yerleşme" diye tercüme edilen kelimesi, Ebul Âliye tarafından "Karargah" diye izah edilmiş, Abdullah b. Abbas tarafından ise "Kabir" olarak açıklanmıştır. Taberi, âyetin umum ifadesinin, yeryüzünün hem diriler hem de ölüler için karargah kılındığını ifade ettiğini söylemenin daha evla olduğunu beyan etmiştir. 25Yine şöyle dedi: "Orada yaşayacasınız, orada öleceksiniz ve tekrar oradan diriltilip çıkarılacaksınız." Yine Allah dedi ki: Hayatınız yeryüzünde geçecek, ölümüz yeryüzünde olacak, kıyamette hesaba çekilmeniz için de oradan çıkarılıp diriltileceksiniz. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır: "Biz, sizin aslınızı topraktan yarattık. Öldükten sonra sizi oraya döndürürüz. Kıyamet günü de oradan tekrar çıkaracağız. Taha sûresi, 20/55 26Ey Âdemoğulları, sizin için, avret yerinizi öretecek elbise ve ziynet eşyası yarattık. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bu, Allah'ın delillerindendir. Gerekir ki ibret alırlar. Ey Âdemoğulları, size, avret yerlerinizi örtecek elbiseler, sıkıntısız ve genişçe yaşamınızı sağlayacak mallar verdik, Allah'ın yasaklarından kaçınıp, emirlerine itaat ederek takvaya bürünmeniz, sizin için, avret mahallelinizi örten elbiselerden daha hayırlıdır. Bu elbise ve mallar, Allah'ın, varlığını gösteren de-lillerindendir. Gerekir ki ibret alır, bâtılı bırakıp hakka yönelirler. Âyet-i kerime’de, insanların, avret mahallerini örtmeleri için, Allahü teâlâ'nın, kullarına elbise nimetini lütfettiği zikredilmektedir. Cahiliye döneminde, Araplardan bir kısım insanlar, Kâbeyi tavaf ederken, her zaman giydikleri elbiselerini çıkanr çıplak olarak tavaf yaparlardı. Âyet-i kerime böyle yapanları uyararak, avret mahallerin örtmeleri için kendilerine elbiseler verdiğini beyan etmektedir. Âyet-i kerime’de geçen ve "Zinet eşyası" şeklinde tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi, Urve b. Zübeyr ve Dehhaktan nakledilen bir görüşe göre "Mal" demektir. Buna göre, Âyetin bu bölümünün manası: "Sizin için elbiseler ve mal var ettik." demektir. Yine Abdullah b. Abbas ve Mabed el-Cüheniden, nakledilen diğer bir görüşe göre bu kelimenin manası "Elbiseler" ve "Müreffeh hayat" demektir. İbn-i Zeyd'e göre ise bu kelimenin manası "Güzellik" demektir. Taberi diyor ki: kelimesinin asıl manası "Geçimlik ve mal" demektir, Bazan bunu Araplar, diğer mallar dışında sadece "Elbise" anlamında kullanırlar. Bazan da "Bolluk ve müreffeh yaşantı" manasında kullanırlar. İbn-i Kesir ise bu kelimenin "Süslü elbise" manasına geldiğini söylemekte ve şöyle demektedir: "Normal elbise insanın avret mahallerini örten elbisedir." "Riyş" ise süslü elbise, süslemek ve güzelleşmek için giyilen elbisedir. Normal elbise zaruri eşyalardan sayılırken, süs elbisesi olan "Riyş" lüks eşyalardan sayılmıştır. Allah, kullarına, zaruri olanların üstünde de nimetler vermiş ve bu itibarla düşünüp ibret almalarını istemiştir Âyette zikredilen "Takva elbisesi"nden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir. a- Katade ve İbn-i Cüreyce göre burada zikredilen "Takva elbisesinden maksat iman"dır. b- Mabed el-Cüheniye göre "Haya ve edep"tir. c- Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüşe göre "Salih amel"dir. d- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe ve Hazret-i Osman'a göre "Güzel kıyafef'tir. e- Urve b. Zübeyre göre "Allah korkusu"dur. f- İbn-i Zeyde göre ise "Avret mahallini örtmek"tir. Zira, Allah'tan korkan, avret mahallini örter ve böylece takva elbisesini giymiş olur. Taberi diyor ki: "Âyet-i kerime’de geçen kelimesi çeşitli gramer kaideleri gözönünde bulundurularak iki şekilde okunmuştur. a- Bu kelimenin sonu şeklinde ötre okunmuştur. Bu kı-raata göre âyetin manası şöyledir: "Ey Âdemoğulları, sizin bilmiş olduğunuz bu takva elbisesi sizin için, avret mahallerinizi örten elbiselerden ve sizin için yarattığımız mal ve süslerden daha hayırlıdır. Siz bu takva elbisesini giyin. b- Bu kelimenin sonu şeklinde üstün okunmuştur. Bu kıraata göre ise Âyetin manası şöyledir. "Ey Âdemoğulları, biz sizin için, avret mahallelinizi örten elbiseler mal ve süs eşyaları ve takva elbisesi indirdik. İşte bizim size indirdiğimiz bu şeyler, Kâbeyi tavaf ederken soyunup ta çıplak şekilde tavaf etmenizden" Sizin için daha hayırlıdır. O halde Allah'tan korkun. Allah'ın sizi rıziklandirdığı bu şeyleri geyin, elbiselerinizden soyunmak suretiyle şeytana itaat etmeyin. Çünkü şeytan, bu davranışıyla sizi alaya alıyor, atanız Âdem ve Havvayı, Allah'ın kendilerine giydirdiği elbiseden soyundurarak onları aldattığı gibi sizi de böylece aldatmak istiyor. Taberi sözlerine devamla diyor ki: "Bu son kıraat şekli Âyetin manasının daha sıhhatli bir şekilde ifade ettiği için daha isabetlidir. Nitekim bundan sonra gelen Âyetin manası da bu Âyeti, son kıraat şekliyle izah etmenin daha münasip olduğunu ifade etmektedir. Müfessirlerin, takva elbisesi hakkında beyan ettikleri görüşlere gelince; "Onlardan doğru olanı, takva elbisesinden maksadın, nefislerin ve kalblerin, Allah korkusunu hissetmeleri ve bunun icabı olarak ta emirlerini tutup yasaklarından kaçınmalarıdır." diyen görüştür. Takva elbisesi bu manada alındığı takdirde, iman da, salih ameli de hayayı da, Allah korkusunu da ve güzel kıyafetli olmayı da ifade etmiş olur, Zira, Allah'tan korkan, ona iman etmiş olur. Emirlerini tutar, ondan çekinir, her yerde onun, kendisini gözetlediğini düşünür. Diğer kulların onun kusurunu görmelerinden utanır. Böyle olan kimsede de güzelliğin eserleri, hem şekilde hem de ruhda görülür. Allahü teâlâ, nefislerin ve kalblerin, kendisinden korkmalarını, kişinin üzerine giydiği bir elbiseye benzetmiştir. Zira inşa kendisini maddi tehlikelere karşı elbise ile koruduğu gibi manevi tehlikelere karşı da Allah korkusunu hissetmeyle korur. 27Ey Âdemoğulları, Şeytan, ana va babanızı (Âdem ile Havva'ya) avret yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de altmasın. Çünkü Şeytan ve kabilesi, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz ki biz, Şeytanları, iman etmeyenlerin dostları yaptık. Ey Âdemoğulları, sakın Şeytan iki atanızı, kendilerine avret mahallerini göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizleri de aldatmasın. Çünkü Şeytan ve kabilesi, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz ki biz Şeytanı, mü’minlerin değil ancak kafirlerin dostları kılmışındır. Âyet-i kerime’de, Şeytanın, Hazret-i Âdem ile Havva'nın elbiselerini soyduğu zikredilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi müfessirler soyulan bu elbiselerin ne olduğu hakkında çeşitli görüşler zikretmişlerdir: a- İkrime ve Abdullah b. Abbas'a göre Hazret-i Âdem ile Havva'nın bu elbiseleri tırnak idi. Ebul Cevze, Abdullah b. Abbas'ın bu hususta şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Âdem ile Havva, yasaklanan ağaçtan yiyerek hata işleyince onların, tırnaktan olan elbiseleri soyuldu ve bugün var olan tırnaklar, bir hatırlatma ve süs olarak bırakıldı. İkrime de demiştir ki: "Âdem ile Havva'nın elbiseleri olan tırnaklar soyulurken bugün mevcut olan tırnaklar soyulmadan önce Âdem tevbe etti böylece bu tırnaklar kaldı. Vehb b. Münebbihe göre ise Hazret-i Âdem ile Havva'nın cennetteki elbiseleri, avret mahalleri örtenni bir nur idi. Onlar, birbirlerinin avret mahallerini göremiyorlardı. Mücahide göre ise, onların bu elbiseleri, Allah korkusuydu. Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: Âdem ile Havva'nın, avret mahallerini örten bir vasıtaları vardı. Bu vasıta tırnak da olabilir, nurda olabilir, başka bir şey de olabilir. Bu vasıta'nın ne olduğuna dair kesin bir delil bulunmadığından bunun yukarıda zikredilen görüşlerden herhangi biri olduğunu söylemek ve onlardan birini diğerine tercih etmek isabetli değildir. Âyet-i kerime'de, Hazret-i Âdem ile Havva'nın cennetten çıkarılışı ve elbiselerinin soyulması, şeytana nisbet edilmiştir. Halbuki bunları yapan Allah'tır. Olayın Şeytana isnad edilmesinin sebebi, onun, Âdem ile Havva'yı aldatarak bu olayla cezalandırılmalarına sebep olmasıdır. Bu sebeple bazan bu olaya sebep olan şeytana bazan Ua onu fiilen meydana getiren Allahü teâlâ'ya isna edilmiştir Âyet-i kerime'de belirtildiği gibi. Şeytanın gayelerinden biri de insanın çirkin yerlerini açığa çıkarmak ve ırzına ayaklar allına düşürmektir. Şeytanın günümüzdeki taraftarları da aynı gayeleri gütmektedirler. Medeniyet ve olgunluk adına kamdınlan açılmaya, namahrem, erkeklerle karışmaya, İslamın getirdiği ahlak, kurallarına karşı çıkmaya davet. etmekle ve onları kışkırtmaktadırlar, her çeşit tesettür vasıtlarını kaldırmanın, kadınların İslamî kıyafetten uzaklaştırmanın hedefi malumdur. O da şehevani arzulan kışkırtarak, ırz ve namusları payimal ederek cemiyeti bozmak ve huzursuz etmektir. Yeryüzünde bozgunculuk çıkaran bu mücrimlerin vay haline, kıyamet gününün o dehşetli azabından nasıl kurtulacaklardır. 28Onlar, bir hayasızlık yaptıkları zaman: "Babalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti." dediler. Ey Rasûlüm, de ki "Şüphesiz ki Allah, hayasızlığı emretmez. Bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz. Bu kâfirler, Kâbeyi tava etmek için çırılçıplak soyunmak veya diğer zamanlarda açılıp saçılmak gibi bir hayasızlık yapap ta ayıplandıkları zaman kendilerini şöyle müdafa ederlerdi. "Biz, atalarımızı da bu hal üzere bulduk. Biz,' onlara uyuyoruz. Bize bunu, Allah emretti." Ey Rasûlüm, de ki: "Şüphesiz ki Allah, kullarına hayasızlığı ve çirkin işleri emretmez." Bu hayasızlıkları bize Allah emretti." diyerek, böyle bir şey dediğini bilmediğiniz halde Allah'a karşı iftirada mı bulunuyorsunuz? Mücahid, Said b. Cübeyr, Şa'bi, Sü'ddi ve Abdullah b. Abbas'tan nakledildiğine göre bu âyet-i kerime'de geçen, "Hayasızlıktan maksat. İslam gelmeden önce cahiliye döneminde bir kısım Arapların, giydikleri elbiseleriyle Kâbeyi tavaf etmelerinin caiz olmadığı kanaatiyla arayı orayı çırılçıplak tavaf etmeleridir. Bu hususta Mücahid diyor ki: "Kûbeyi çıplak olarak tavaf ediyorlar ve "Biz orayı annemizden doğduğumuz gibi tavaf ediyoruz" diyorlardı. Kadınlar, ön taraflarına geniş bir kayış parçası bağlıyorlar ve şöyle diyorlardı. "Bugün bir kısmı veya tümü görünebilir. Fakat ben, görüneni helal yapmıyorum." Süddi de diyor ki: "Yemen Araplarından bir kabile, Kâbeyi çıplak olarak tavaf ederlerdi. Onlara: "Niçin böyle yapıyorsunuz?" denince de "Atalarımızı bu hal üzere bulduk. Bunu bize Allah emretti," derlerdi. İşte âyet-i kerime bu hususları beyan etmektedir. Mücahid'den nakledilen başka bir Rivâyete göre kendilerine "Muhafazakârlar." anlamına gelen "Humus" ismi verilen Kureyşliler dışında diğer bütün Araplar Kabe'yi tam çıplak olarak tavaf ederlermiş. 29De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her Mescitte yüzlerinizi ona çevirin ve dini sadece ona tahsis ederek ona yalvarırı. İlk defa sizi o yarattığı gibi yine ona döneceksiniz." Ey Rasûlüm, o cahillere de ki: "Rabbim bana, adaletli davranmayı ve doğru olmayı emretti. Herhangi bir Mescitte namaz kıldığınız zaman putlara değil Allah'a yönelin. İbadet ve itaatlerinizi sadece ona tahsis ederek ona yalvarın. Zira o sizi ilk defa yoktan var ettiği gibi, ölüp yok olmanızdan sonra, kıyamet gününde tekrar dirilip ona döneceksiniz. Yaptıklarınızdan hesap vereceksiniz." Âyete geçen "Yüzlerinizi ona çevirin." ifadesinden neyin kastedildiği hususunda iki görüş vardır. Mücahid ve Süddîye göre âyetin manası: "Her Mescitte yüzünüzü Kâbeye çevirin." demektir. Rebi' b. Enese göre ise âyetin manası: "Herhangi bir Mescitte namaz kıldığınız zaman putlara değil Allah'a yönelin" demektir. Taberi, âyetin, müşrikleri kasdettiğini ve müşriklerin mabedleri olmadığı için yüzlerini Kâbeye çevirmelerinin söz konusu olmadığını, bu sebeple bu son görüşün tercihe şayan olduğunu ve "Yüzlerini putlara değil Allah'a çevirmelerinin emredikliğini söylemektedir." Âyet-i kerime’nin sonunda "ilk defa sizi o yarattığı gibi yine ona döndürüleceksiniz." buyurulmaktadır. Bu ifade, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir. a- Abdullah b. Abbas, Cabir, Said b. Cübeyr ve Mücahide güre Âyetin bu bölümünün manası şöyledir: "Allah sizleri ilk yarattığında iki guruba ayırıp mü’min ve kafir olarak yarattığı gibi kıyamette de aynı şekilde iki gurup olarak dirileceksiniz. Müslüman olarak ölen kimse ahirette de müslüman olarak dirilecek, kafir olarak ölen de kafir olarak dirilecektir. b- Ebul Âliye, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve Süddiye göre ise bu ifadeden maksat şudur: "Allah yarattıklarım ezeli ilminde nasıl bilmiş ve takdir etmisse yaratıklar, Allah'ın o bilgisine göre davranacaklardır. Müm'min olacaklarını bildiği kimselerin mü’min olarak doğup mü'min olarak öleceklerdir. Kâfir olacaklarını bildiği kimseler ise, İblis gibi, önce cennetliklerin amellerini işleseler dahi sonunda cehennemlik olarak öleceklerdir. c- Hasan-ı Basri, Katade, Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre bu ifadeden maksat şudur: Allah sizleri, hiç yokken ilk defa nasıl var ettiyse ölüp yok olmanızdan sonra da tekrar dirilip aynı şekilde ona döneceksiniz." Taberi de bu son görüşü tercih etmiştir. Zira Âyet-i kerime ahirete iman etmeyen müşriklere öldükten sonra dirilmenin gerçekleşeceğini bilidinneyi kastetmektedir. Sonra dirilmenin gerçekleşeceğini bildirmeyi kasetmektedir. Âhirete iman etmeyen insanlara, mü’min veya kâfir olarak dirileceğini bildirmenin bir manası yoktur. Bu sebeple âyetin tekrar dirilmeyi beyan ettiğini söylemek daha isabetlidir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'de şu hadis-i şerifinde insanların tekrar dirileceklerini beyan ettikten sonra şu Âyeti okumuştur. Bu da bizim izah şeklimizin sıhhatli olduğunu göstermektedir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sizler, yalınayak, çıplak ve sünnetsiz olarak haşrolacaksınız." Sonra Resûlüllah "varlıktan ilk defa nasıl yarattıysak sonra da öyle dirilteceğiz. Bu bizim vaadimizdir. Şüphesiz biz, vaadimizi mutlaka yerine getirenleriz. 30Allah, insanların birkısmmi hidâyete erdirdi. Bir kısmı da sapıklığı haketti. Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp Şeytanları dost ediniyor, bununla beraber kendilerini doğru yolda zannediyorlar. Allah sizden bir topluluğu hidâyete kavuşturdu ve onları salih ameller işlemeye muvaffak kıldı. Onlardan bir fırkanın da sapıklığa düşmesi hak oldu. Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları dostlar edindiler. Kendilerinin de doğru yolda olduklarını zannederler. Taberi diyorki: "Bu âyet-i kerime, bilmeden günah işleyenlerin ve sapık inanca düşenin sorumlu olmayacağını iddia edenlerin iddialarının yanlış olduğunu beyan etmektedir. Zira âyette, hidâyet üzere olduklarını zanneden fakat sapik olan imselere, "Sapıklar" denilmiş, bu hallerini bilmemelerinden dolayı mazur sayılmamışlar ve hidâyette olanlarla aynı oldukları zikredilmem iştir. 31Ey Âdemoğulları, her Mescide gidişinizde temiz ve güzel elbiselerinizi giyinin. Yeyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah, israf edenleri sevemez. Allahü teâlâ bu Âyeti kerime ile, Arap müşriklerinden, Kabe'yi çıplak olarak tavaf eden ve Allah'ın helal kıldığı bir kısım hayvanlara, "Bahire, Saibe, Vasile ve Hâin" gibi isimler takarak onları kendilerine haram kılanlara hitab ediyor ve buyuruyor ki: "Ey Âdemoğulları, her mescide gittiğinizde vücudunuzu örten süsler olarak elbiselerinizi giyin. Sizi rızıklandirdığımız temiz ve helal şeylerden yeyin için. Ancak Kur'anda, haram olduğunu sizlere bildirdiğim veya Peygamberin Muhhamed'in diliyle, haram olduğunu size açıklattığım şeyleri yemeyin." Abdullah b. Abbas, Ata, İbrahim en-Nehâi, Mücahid Said b. Cübeyr, Tavus, Katade, Süddi, Zühri, Dehhak ve İbn-i Zeyd, bu âdette zikredilen ve "Temiz ve güzel elbiseler" diye tercüme edilen kelimesinden maksadın kişinin avret mahallini örtecek herhangi bir giyecek olduğunu söylemişler, âyet-i kerime’nin de Kâbeyi çıplak olarak tavaf edenlerin hakkında nazil olduğunu bildi mı işlerdir. Âyet-i kerime, helal şeyleri yeyip içmenin mubah olduğunu bildiriyor israfı ise yasaklıyor. Ahmed b. Hanbel, Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet eter. "İnsanoğlu kamından daha kötü bir kap doldurmuş değildir. İnsanoğluna, belini doğrultacak birkaç lokma yemesi yeter. Şâyet kamını mutlaka dolduracaksa, o zaman üçte birini yemek, üçte birini su ile üçte birini de nefes ile doldursun Tirmizi K. ez-Zühd, bab: 57, Hadis No: 2380/Ahmed b. Hanbel Müsned. C: 4 S: 132. 32De ki "Allah'ın, kulları için var ettiği ziyneti ve temiz rızıkları kim haram etti? De ki: "Bunlar, dünya hayatında, iman edenler içindir. Âhirette ise yalnız onlar için olacaktır." İşte biz Âyetleri, bilen bir kavim için böyle geniş olarak açıklarız. Ey Rasûlüm, Allah'ın helal kıldığı şeyleri kendileri için haram sayan şu cahillere de ki: "Allah'ın, kullarına, giyinip kuşanmayı helal kıldığı elbise ve benzeri süs eşyalarını ve helal kıldığı yeme ve içmeyi kim haram kıldı? Onlara de ki: " Bu şeylerden dünya hayatında kafirler de faydalansa aslında mü’minlerin hakkıdır. Çünkü o nimetlere ancak mü’minler şükrederler. Âhirette ise bu nimetler sadece mü’minlere aittir. Sana, haram ve helale ait hükümlerimi açıkladığım gibi bilen bir topluluk için de Âyetlerimi böylece çiklarım. Müfessirler, bu âyette zikredilen "Temiz rızıklar"dan neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Bazılarına göre burada zikredilen "temiz rızıklar"dan maksat, et, iç yağı, süt vb. şeylerdir. Çünkü cahil iye dönemindeki müşrikler, Hac yapmak için ihrama girdikten sonra et vb. şeyleri kendilerine haram kılıyorlardı. Allahü teâlâ bu gibi insanlara, bu nimetleri kendilerine haram kılmaya hakları olmadığını bildirdi. Hasan-ı Basri bu âyet-i kerime’yi delil gösterek israf ederek yeyip içen ve çeşitli süs eşyasına önem veren insanları yeriyor ve bu hallerin, şeytanların dostlarına yakışacağını söylüyor. b- Katade ve Abdullah b. Abbas'a göre ise bu âyette zikredilen "temiz rı-zıklar"dan maksat, cahiliye döneminde, insanların, kendilerine haram kıldıkları, "Bahire Saibe Vasile ve Ham" diye isimlendirdikleri havyanlardır. Allahü teâlâ, bu hayvanların, temiz rızıklar olduklarını bildirmiş ve onları haram kılanların, kendi kendilerine bunları haram saydıklarını, aslında ise, böyle bir şeye hakları olmadığını beyan etmiştir. Âyet-i kerime'nin sonunda, helal ve temiz olan rızıkların, dünya hayatında, aslında mü’minlerin hakkı iken kâfirlerin de bu rızıklardan faydalandıkları fakat hahirette bu rızıkların sadece mü’minlere ait olacağı kâfirlerin, bunlardan hiçbir şekilde faydalanamayacağı beyan edilmektedir. Zira kafirlerin, âhirette yiyecekleri deve dikenleri, içecekleri ise, cehennemliklerden akan kan ve irinlerdir. 33Ded ki: "Rabbim, açık ve gizli hayasızlıkları, günah işlemeyi, haksız yere yapılan zulmü, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve bilmediğiniz şeyi Allah’a karşı söylemenizi haram kıldı. Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Rabbim, açıkça yapılan hayasızlığı da gizli yapılanı da, günah işlemeyi, haksız yere insanlara karşı azgınlık etmeyi, düşmanlık yapmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği halde başka şeyleri Allah'a ortak koşarak onlara tapmayı ve bilmediğiniz şeyleri Allah'a karşı iftira etmenizi haram kıldı. 34Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman onu ne biran geri bırakabilirler ne de ileri alabilirler. Allah'ın Peygamberlerini yalanlayan her topluluğun başına gelecek felaket için belli bir vakit vardır. O helak olma vakti gelince ne bir an geri bırakabilirler ne de bir an ileri alabilerler. Bu âyet-i Olile, Allah düşmanlarını, başlarına gelecek bela sebebiyle uyayrdiğı gibi Allah'ın dostlarını da âhirette karşılaşacakları nimetlerle müjdelemektedir. Zira belli bir süre sonra aherkes layık olduğuna ulaşacaktır. 35Ey Âmdemoğulları, sîze içinizden Peygamberler gelip âyetlerimi anlattıklarında kim, Allah'tan korkar ve kendini düzeltirse işte onlar için korku yoktur. Onlar manzum da olmayacaklardır. Ey Âdemoğulları, şâyet size göndermiş olduğum Peygamberlerim gelir, kitabımın Âyetlerini okur ve sizleri tevhid inancına davet eder de sizden kim iman eder, Allah'tan korkar ve amellerini düzeltirse, artık onun için kıyamette Allah'ın azabından korku yoktur. Dünyada elde edemediği şeylere de üzülmeyecektir. Bu âyet-i kerime, Allahü teâlâ'nın, takva sahibi dostları için hazırladığı nimetleri haber vermekte, gelecek olan âyette ise kâfirlerin dostlan olan Şeytanın gurubuna verilecek cezaları açıklamaktadır. 36Kim de âyetlerimizi yalanlar ve onlara karşı büyüklük taslarsa işte onlar, cehennemliktirler. Ve orada ebedî olarak kalacaklardır. Kim de Allah'ın âyetlerini yalanlar, Peygamberlerin getirdiklerini inkâr eder ve bunlara iman etmeyerek böbürlenirlerse işte onlar cehennemliktirler. Ve orada ebedi olarak kalacaklardır Âyet-i kerime'nin son bölümü, imana karşı kibirlenenlerin kötü hakıbetini belirtmektedir. Zira kibir, insana hiç yakışmayan bir sıfattır. Ve netice itibariyle çok tehlikelidir. Şeytanın da Allah huzurunda kovulup cennetten çıkarılmasına sebep olan, kibirdi. 37Allah'a karşı yalan uyduran veya onun âyetlerini yalanlayanlardan daha zalim kim olabilir? Onlara, kitapta yazılan paylar erişecektir. Sonunda Meleklerimiz canlarını almak için onlara geldiğinde: "Allah'tan başka kendilerine ibadet ettikleriniz nerededir?" derler. Onlar ise: "Bizi bırakıp kayboldular." derler. Böylece, kendilerinin kâfir olduklarına bizzat şahitlik ederler. Allah'a karşı iftira edenden veya Allah'ın birliğini ve Peygamberin doğruluğunu gösteren Âyetleri yalanlayandan daha beyinsiz ve zalim kim olabilir? Onlara, levh-i Mahfuzda takdir edilen hayır, şer, rızık, ecel gibi şeyler dünyada ulaşacaktır. Onlara, canlarını almak için Meleklerimiz gelince de: "Allah'ın dışında ilâh dedikleriniz ve kendilerine taptıklarınız nerede? Sizin yardımınıza koşup sizi Allah'ın azabından kurtarsalar ya." derler. Onlar ise acizlik içinde şu cevabı verirler: "Onlar bizden kayboldular. Geçip gittiler. Tam kendilerine ihtiyacımız olduğu zaman bizi yalnız başımıza bıraktılar" İşte böyle söyleyerek, kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik etmiş olurlar. Âyet-i kerime’de geçen "Kitaptaki paylar" ifadesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir. a- Ebû Salih, Süddi ve Hasan-ı Basri'ye göre, Kâfirlerin kitaptaki paylarından maksat, âhirette görecekleri azaptır. Âyet-i kerime'de, kâfirlerin, kendileri için yazılan azaba mutlaka uğratılacakları beyan edilmiştir. b- Said b. Cübeyyr, Mücahid, Abdullah b. Abbas ve Atiyye'ye göre burada zikredilen, kitaptaki paylar'dan maksat, kişinin, cennetlik veya cehennemlik olaccağı hükmüdür. Âyeti kerime'de herkesin, kendisi için yazılmış olan cennetlik veya cehennemlik olma durumuna erişeceği beyan edilmiştir. c- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, bu Âyette zikredilen, kitaptaki paylar'dan maksat, kulların leh ve aleyhlerine yazılan hayır ve serlerdir. Âyet-i kerime'de, herkesin âhirette, amel defterinde yazılı olan hayır ve şerrin karşılığını göreceği beyan edilmiştir. d- Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhak'tan nakledilen başka diğer bir görüşe göre ise, kitaptaki payîar'dan maksat Kur'anda vaadedilen hayır ve şerler'dir. Herkes, onda zikredilen hayır ve şerri görecektir. e- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre burada zikredilen, kitaptaki paylar'dan maksat, Allahü teâlâ'nın kendisine yalan iftira edenin göreceği pay'dır ki, o da yüzünün simsiyah kesilmesidir. f- Rebi' b. Enes, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve İbn-i Zeyd'e göre ise burada zikredilen, kitaptaki paylar'dan maksat, insanlar için yazılmış olan rızık, ömür ve amel'dir. Âyet-i kerime, herkesin, kendisi için yazılmış olan rızka ve ömre ulaşacağını ve yine kendisi için yazılmış olan ameli işleyeceği beyan edilmiştir. Taberi, bundan sonra gelen âyeti dikkate alarak bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira âyetin bundan sonraki bölümü ölüm meleklerinin gelip insanların canlarını alacağını beyan etmiştir. Bu da göstermektedir ki, bu Âyet-i kerime'de, insanların erişecekleri beyan edilen hususlar, ölmeden önce ulaşacaktan hususlardır ki, bunlar da rızıklar, ömürler ve amellerdir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'nin sonunda kâfirleri uyarmakta ve onlara: "Sakın ömrünüzün uzun olması veya rızıklarınızin bol olması sizi aldatmasın. Zira herkese, takdir edilen payı mutlaka erişecektir. Bu sebeple yaptığınız fenalıklardan vaz geçip iman edin. Size verilen mühlet sebebiyle şımarıp aldanmayın." buyurmaktadır. 38Allah kıyamet gününde onlara der ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber cehennem ateşine girin." Cehenneme giren her ümmet kendi din kardeşine lanet eder. Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler, öncekiler hakkında derler ki: "Rabbimiz, işte şunlar bizi doğru saptırdı. Onlara cehennem ateşinden iki kat azap ver." Allah der ki: "Her kesin azabı kat kattır. Fakat siz bilemezsiniz. Allah'a iftira eden bu kâfirler, kıyamet gününde Allah'ın huzuruna varınca Allah onlara der ki: "Cinlerden ve insanlardan olan, geçmiş kâfir ümmetlerle birlikte siz de cehennem ateşine girin." Her ümmet cehennem ateşine girince, kendi dininden olan kardeşine, cehenneme girmesine sebep olduğu düşüncesiyle lanet okuyacaktır. Nihâyet hepsi beraber cehennemde bir araya gelince, en son giren zayıflar, kendilerinden önce giren elebaşlan için derler ki: "Ey rabbimiz, işte bunlar bizleri senin yolundan saptırıp Şeytanlara itaat etmeyi süslü gösterdiler. Cehennem ateşinden bunlara bir kat daha azap ver." Allah da der ki: "Hepinizin azabı katmerlidir. Fakat ey cehennemlikler, siz bunun farkında değilsiniz." Âyet-i kerime'nin sonunda: "Herkesin azabı kat katur." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat azaplarının tekrar etmesidir. Ancak Abdullah b. Mes'ud, buradaki: "kat, kat" diye tercüme edilen kelimesinden maksadın "Yılanlar" olduğunu söylemiş, Âyet-i kerime'de, kâfirlerin, kıyamet gününde yılanların sokmasıyla da azap göreceklerinin beyan edildiğini bildirmiştir. 39Öncekiler de sonrakilere derler ki: "Sizin bizden bir üstünlüğünüz yoktur. O halde yaptıklarınızdan dolayı azabı tadın." Cehenneme önceden giren elebaşılar derler ki: "Bizim, Allah'ın Âyetlerini inkâr etmemiz sebebiyle nasıl bir cezaya çarptı aldığımızı gördünüz. Sizin, bizden üstün bir tarafınız yoktur. Sanki siz, Allah'a itaate yönelip te azgınlığınızdan ve sapıklığınızdan vaz mı geçmiştiniz? Bizim saptığımız gibi sizler de sapmıştınız." Allah onlara: "Ey kâfirler, işlediğiniz günahlardan dolayı cehennem azabını tadın." der. Bu hususta diğer bazı âyetlerde de şöyle buyrulmaktadır: "Şüppesiz ki Allah, kâfirleri lanetlemiş ve onlar için, alev alev yanan bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Kendilerine ne bir dost ne de bir yardımcı bulabileceklerdir." "Yüzleri ateşe çevrildiği gün onlar: "Keşke Allah'a itaat etseydik, Peygambere itaat etseydik." derler. "Ey rabbimiz, biz efendilerimize ve büyüklerimize uymuştuk. Onlar ise bizi doğru yoldan saptırmışlar. Ey rabbimiz, onların azabını iki kat ver. Onları büyük bir lanete uğrat." derler Ahzab sûresi, 33/64-68 "İşte o zaman, tâbi olunanlar, kendilerine tâbi olanlardan uzaklaşacaklar, azabı görecekler ve aralarındaki bağlar kopacaktır." "Tâbi olanlar şöyle derler: "Keşke bizim için tekrar dünyaya dönüş olsa da, onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşssak." İşte böylece Allah, amellerini bir pişmanlık kaynağı olarak kendilerine gösterecektir. Ve onlar, cehennem ateşinden çıkacak ta değillerdir. Bakara sûresi, 2/166-167 İnkâr edenler: "Biz bu Kur'ana ve ondan önce gelen kitaplara inanmayacağız." dediler. Sen o zalimlerin, rablerinin huzurunda dururken, birbirlerini suçlayarak söz attıklarını bir görmelisin. Zayıflar büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız biz mutlaka iman etmiş olacaktır." derler. "Büyüklük taslayanlar da zayıfların sözlerini reddederek: "Size hiyadet gelince, sizi ondan biz mi alıkoyduk? Bilakis siz suçluydunuz." derler. "Zayıflar, büyüklük tasyanlara: "Bilakis gece gündüz tuzaklar kurmanız bizi alıkoydu. Çünkü siz, Allah'ı inkâr etmemizi ve ona ortaklar koşmamızı emrederdiniz." derler. Onlar, azabı görünce, pişmanlıklarını içlerine atıp gizlerler. Biz, inkâr edenlerin boyunlarına demir halkalar takarız. Onlar, yaptıklarından başka bir şeyin mi cezasını çekerler? Sebe' sûresi, 34/31-33 40Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanyayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlara göğün kapıları açılmaz ve deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler. Biz, suçluları işte böyle cezalandırırız. Şüphesiz ki âyetlerimizi, delillerimizi yalanlayan, onlara uymaya ve onlara karşı boyun eğmeye kibirlenenlerin amellerine, dualarına ve ruhlarına göklerin kapılan açılmayacaktır. Onlar, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe, Allah'ın, mü’minlere hazırlamış olduğu cennete giremeyeceklerdir. Yani, devenin, iğne deliğinden geçmesi nasıl mümkün değilse kafirlerin cennete girmeleri de öylece mümkün değildir. Âyet-i kerime'de geçen, "Göğün kapılan açılmaz" ifadesiyle neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir. a- Abdullah b. Abbas ve Süddiye göre, göklerin kapılan kâfirlerin ruhlan için açılmayacaktır. Bu hususta Süddi diyor ki: "kâfirin ruhu alındıktan sonra, yeryüzünde bulunan melekler o ruhu döverler. O, göğe doğru çıkar. Oraya ulaşınca da gökteki melekler onu döverler, o yeryüzüne iner. Yine yeryüzü melekleri onu döverler. O, yukarı çıkar, göğe ulaşınca da gökteki melekler onu döverler. O ruh da yeryüzünün en alt tabakasına inerler... b- Yine Abdullah b. Abbas, Mücahid, İbrahim en-Nehai ve Said b. Cü-beyrden nakledilen diğer bir görüşe göre göklerin kapılan, kâfirlerin amel ve dualarına karşı açılmaz. Yani onların herhangi birinin bir amel veya duası Allah katına ulaşmaz ve kabul edilmez. c- İbn-i Cüreyce göre ise göklerin kapılan kâfirlerin hem ruhlan hem de amelleri için açılmaz. Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve demiştir ki: "Kâfirler öldükten sonra onların ruhları için göklerin kapılan açılmayacağı gibi hayatta olduklan zamanda da onların sözleri ve amelleri için göklerin kapıları açılmayacaktır. Çünkü onların amelleri murdar şeylerdir. Halbuki Allahü teâlâ, ancak güzel sözlerin ve salih amellerin, kendisine yükseleceğini belirtmiştir. Taberi bu görüşü tercih etmesinin sebebi olarak Âyet-i kerime’nin ifadesinin genel bir ifade olduğunu zikretmiş bir de Resûlüllah'tan bu hususta Bera b. Âzîb ve Ebû Hureyre'den hadisler nakledildiğini söylemiştir. Bera b. Âzib diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber Ensar'dan bir adamın cenazesinde bulunduk. Kabre vardığımızda kabrin henüz lahdi yapılmamıştı. (İçi tam olarak hazırlanmamıştı.) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) oturdu. Biz de onun çevresinde, başlarımızda sanki kuşlar varmış gibi sükunetle oturduk. Resûlüllah'ın elinde bir ağaç parçası vardı ve onunla yeri eşeliyordu. Başını kaldırdı ve şöyle buyurdu: "Kabir azabından Allah'a sığının." Bu sözü iki veya üç defa tekrarladı. Ve sonra şöyle buyurdu: "Mü’min bir kulun dünyadan kopup âhirete yönelme vakti gelince, onun yanına gökten, yüzleri güneşe benzeyen beyaz yüzlü Melekler iner. Yanlarında cennet kefenlerinden bi kefen ve cennet kokularından bir koku bulunur. O Melekler, can vermekte olan kişinin gözünün göreceği kadar bir uzaklıkta otururlar. Sonra Ölüm Meleği (Azrâil aleyhisselam) gelir, onun başucuna oturur ve şöyle der: "Ey pâk ve temiz can, vücuttan çık. Allah'ın affına ve rızasına kavuş." Bunun üzerine su kabından bir damlanın akması gibi ruh vücuttan akıp çıkar. Melek onu alır ve diğer Melekler o ruhu, ölüm Meleğinin elinden, göz açıp kapayıncaya kadar bile beki etmeksizin alırlar. Cennetten getirdikleri o kefenin ve kokunun içine koyarlar. O ruhtan, yeryüzündeki en güzel misk'in kokusu gibi bir koku çıkar. Ve Melekler bu ruhu alıp yukan çıkarlar. Hangi Melek topluluğuna uğrarlarsa onlar: "Bu güzel ruh kimin?" diye sorarlar. O ruhu taşıyan Melekler, kişinin, dünyada çağırıldığı en güzel adını söyleyerek: "Bu, falan oğlu falandır." derler. Nihâyet o ruhla birlikte dünya göğüne varırlar ve kapının açılmasını isterler. Kapı onlara açılır. Her katta bulunan ileri gelen kimseler o ruhu bir üst kata kadar yolcu ederler. Nihâyet yedinci kat göğe ulaşırlar. Orada Allahü teâlâ şöyle buyurur: "Bu kulumun amelini yüksek katlarındakinin içine yazın. Ve kendisini yeryüzüne gönderin. Çünkü ben onları oradan yarattım ve oraya döndürürüm. Tekarar oradan çıkaracağım." Bu kişinin ruhu tekrar vücuda döndürülür. İki Melek gelip yanına oturur ve ona şu sorulan sorarlar: (Aralarında şu konuşma geçer) — Rabbin kimdir? — Rabbim Allah'tır. — Dinin nedir? — Dinim İslamdır. — Size gönderilen bu adam kimdir? — O Allah'ın Peygamberidir. — Amelin nedir? — Allah'ın kitabını okudum. Ona iman ettim ve onu tasdik ettim. Bunun üzerine gökten: "Kulum doğru söyledi. Onun altına Cennetten sergiler serin ve onu cennetten giydirin. Ona, cennete bakan bir kapı açın." diye bir ses gelir. O kişiye cennetin havası ve kokulan gelir. Kabri, gözün görebileceği kadar genişler. Yanına güzel yüzlü temiz elbiseli, hoş kokulu bir adam gelir. Ve ona: "Ben seni, sevindirici bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaadedilen gün bugündür." der. Ölen kişi ona: "Sen kimsin? Yeryüzünden bile hayırlı bir haber getirdiğin belli oluyor." der. O kişi: "Ben senin, dünyada işlediğin güzel amelinim" der. Bunun üzerine ölen kişi şöyle demeye başlar. "Ey rabbim, kıyameti kopar da ileme ve cennetteki ebedi nimetlere kavuşayım." Kâfir bir kulun, dünyadan kopup âhilrete yönelme vakti gelince de onun yanına gökten, siyah yüzlü Melekler iner. Yanlarında bir paçavra vardır. O Melekler cen vermekte olan kişinin gözünün görebileceği kadar bir uzaklıkta otururlar. Sonra ölüm Meleği (Azrâil) gelir, onun başucuna oturur. Ve şöyle der: "Ey habis can, bedenden çık ve Allah'ın gazabına uğra. "Bunun üzerine ruh, kişinin vücudunun he rtarafına yayılır. Melek o ruhu, ıslak yünün içinden kebap şişini çekercesine çekip alır. Ve diğer Melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bile lbekletmeksizin onu Ölüm Meleğinden alırlar. Ve onu, getirdikleri paçavranın içine koyarlar. O paçavradan, yeryüzündeki en pis kokulu leşten çıkan koku gibi bir koku çıkar. Melekler onu alıp yukarı çıkarırlar. Hangi Melek topluluğuna uğrarlarsa onlar "Bu habis ruh kimin?" diye sorarlar, O ruhu taşıyan Melekler, kişinin dünyada çağırıldığı en kötü adını söyleyerek. "Bu falan oğlu falandır." derler. Nihâyet o ruhla dünya göğüne vanrlar ve onun için kapıların açılması istenir. Fakat kapı ona açılmaz." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünün bu noktasında bu âyet-i kerime’yi okudu: "Şüphesiz ki âyetlerimizi yalanlayan ve onlara karşı büyüklük taslayanlara göğün kapılan açılmaz. Ve deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler.." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözlerine devamla buyurdu ki: "Aziz ve Celil olan Allahü teâlâ şöyle der: "Bunun amelini, yerin en alt katında bulunan siccîn'e yazın." Bundan sonra onun ruhu aşağıya atılır." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) sözünün bu noktasından şu âyet-i kerime’yi okudu. "Kim Allah'a ortak koşarsa sanki o, gökten düşüp kuşlar tarafından kapılmış veya rüzgarla uzaklara sürüklenmiş gibidir. Mac sûresi, 22/31 Ve sonra şöyle buyurdu: "Bu adamın ruhu vücuduna döndürülür. İki Melek gelip yanına oturur ve ona şöyle derler. (Aralarında şu konuşma geçer) — Rabbin kimdir? — Ha, ha, bilmiyorum. — Dinin nedir? — Ha, ha, bilmiyorum. — Size gönderilen bu adam kimdir? — Ha ha bilmiyorum. Bunun üzerine gökten: "Kulum yalan söyledi. Altına ateşten yaygılar serin, kendisine, cehenneme bakan bir kapı açın." diye bir ses gelir. Bu kişiye cehennemin sıcağı ve alevi gelir. Kabri sıkıştınldıkça sıkıştırılır, kaburgaları birbirine girer. Yanına, çirkin yüzlü, pis kokulu bir kişi gelir ve ona: "Seni, hoşuna gitmeyecek bir şeyle müjdeleyeyim. İşte sana vaadedilen gün bugündür." der. Ölen kişi de ona şöyle der: "Sen kimsin? Yüzün bile kötülüğü ifade ediyor." O da: "Ben senin pis amelinim." der. Ölen kişi: "Ey rabbim, sen kıyameti koparma." der. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 4, S: 287 / Ebû Davud, K. es-Sünne, bab: 27 HN: 4753 Âyet-i kerime’de geçen ve "Deve iğnenin deliğinden geçmedikçe onlar cennete giremezler" şeklinde tercüme edilen ifadesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir: Bunun sebebi ise burada zikredilen ve "Deve" diye tercüme edilen kelimesinin çeşitli şekillerde okunmasıdır. a- Kurraların büyük çoğunluğu bu kelimeyi ve harflerinin üstün okumasıyla şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelimenin manası "Erkek deve" demektir. Âyet-i kerime, deve'nin iğnenin deliğinden geçmesinin mümkün olmadığı gibi kâfirlerin de cennet'e girmelerinin mümkün olmayacağını belirtmiştir. Nitekim Abdullah b. Mes'ud. Hasan-ı Basri, Ebul Âliye, Dehhak ve bir Rivâyete göre Abdullah b. Abbas, âyetin bu bölümünü bu şekilde izah etmişlerdir. b- İkrime, bir Rivâyete göre Abdullah b. Abbas ve Said b. Cübeyr bu kelimeyi harfinin örteli ve harfinin de şeddeli okunmasıyla şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelimenin manası" Gemi halatı" demektir. Bu kıraata göre âyet-i kerime’de "gemi halatının, iğnenin deliğinden geçmesi mümkün olmadığı gibi kâfirlerin de cennete girmeleri mümkün olmayacaktır." hükmü beyan edilmiştir. c- Said b. Cübeyrden nakledilen diğer bir kıraata göre ise bu kelime harfinin ötre harfinin de üstün okunmasıyla şeklinde okunmuştur. Manası ise "Gemi halatları" demektir. Buna göre âyet-i kerime, gemi halatlarının iğnenin deliğinden geçmeleri mümklün olmadığı gibi kâfirlerin de cennete girmelerinin mümkün olmayacağını beyan etmiştir. Taberi, kurraların büyük çoğunluğunun okuduğu birinci kıraat şeklinin doğru olduğunu ve âyete buna göre mana vermenin isabetli olacağını söylemiştir. 41Onlara cehennemde ateşten altlarına yatak, üstlerine de örtüler vardır. Biz, zalimleri işte böyle cezalandırırız. Allah'ın âyetlerini yalanlayanların ve böbürlenerek onları kabul etmeyenlerin cehennemdeki yatak ve yorganları ateşten olacak ve onlar ateş içerisinde kalacaklardır. Bu hususta diğer bir âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor: "İnkâr edenlere ise, cehennem ateşi vardır. Onların ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler. Onlardan, cehennem azabı da hafifletilmez. Biz, her kâfiri işte böyle cezai andı nnz. Fatır sûresi, 35/36 Aslında bütün dînî yükümlülükler, kişinin yapabileceği şeylerdir. Bu itibarla herhangi bir ihmalkâr veya tenbelin özürü geçerli değildir. Camiye yönelip abdest alan, namazını kılıp Allah'ın rızasını kazanmak için ona yalvaran bir kul için hiçbir zorluk yoktur. Acaba bu kimse malından veya sağlığından herhangi bir şey kaybetmiş midir? Buna mukabil haramları işleyen kimse malını, sıhhatim hatta bazan tamamen hayatını kaybedebilir. Bu iki hayır ve şer yolundan hangisi daha kolay ve hangisi daha kazançlıdır? Cennetin yofu mu yoksa cehennemin yolu mu? 42İman eden ve amel-i salih işleyenler -ki herkesi ancak gücünün yettiği ile mükellef tutarız.- İşte onlar, cennetliktirler. Ve orada ebedi olarak kalacaklardır. Allahü teâlâ bu âyette, iman edip salih amel işleyenlerin cennetlik olduklarını ve orada ebediyyen kalacaklarım beyan ediyor ve hiçbir kimseye gücünün yetmeyeceği bir şeyi yüklemeyeceğini bildiriyor. 43Orada kalblerinde bulunan kini çıkarıp atarız. Altlarından ırmaklar akar. "Bizi buna erdiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevketmeseydi biz doğru yolu bulamazdık. Şüphesiz, rabbimizin Peygamberleri bize gerçeği getirmişler." derler. Onlara şöyle nida edilir: "İşte size cennet, buna, yaptıklarınız karşılığında vâris oldunuz." Biz, cennetliklerin kalbinden kini ve düşmanlığı çekip alınz. Altlarından cennet ırmaklan akar ve onlar, Allah'ın kendilerine olan ikramlarını görünce şöyle derler: "Cennete ginnemize sebep olan salih amellere bizleri muvaffak kılan ve cehennem azabını bizden uzaklaştıran Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bize doğru yolu göstermeseydi biz bu nimetlere ulaşamazdık. Allah'a yemin olsun ki dünyada Peygamberler bize doğru haberler getirmişlerdir" Onlara, Melekler tarafından şöyle seslenilir: "Rabbinize itaatiniz ve onun Peygamberlerini tasdik etmeniz sebebiyle mirasçı olduğunuz cennet işte budur." Âyet-i kerime’de, salih ameller işleyerek cennete girenlerin kalblerinden birbirlerine karşı beslenebilecek olan kin ve düşmanlığın çekilip alınacağı beyan ediliyor. Bu hususta Katade, Hazret-i Ali'nin şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Umanm ki ben, Osman, Talha ve Zübeyr, Allahü teâlâ'nın, haklarında "Onların kalblerinde bulunan kini çekip atarız." dediği kimselerden oluruz." Ebû Nadra da diyor ki: "Cennetlikler cennete girmeden önce, birbirlerinden almaları almalır için bekletilirler. Böylece onlar cennete girdiklerinde, herhangi bir kimsenin diğerinden, kesilen bir tırnak kadar bir haksızlığın cezasını istemek durumunda kalmaz. Cehennemlikler de cehenneme varmadan önce birbirlerinden haklarını almak üzere durdururlar. Onlar cehenneme girdiklerinde herhangi biriin, diğerinden, kesilen bir tırnak kadar haksızlığın cezasını istemek durumunda kalmaz. Âyet-i kerime'de, cennetliklerin "Bizi buna erdiren Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bizi doğru yola sevketmeseydi biz bu yolu bulamazdık." dedikleri beyan edilmektedir. Bu hususta Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Bütün cehennemlikler aslında cennette kendileri için hazırlanmış olan yerlerini görürler ve "Keşke Allah bizi buna iletseydi." derler. Ve bu budurmlan, onlar için bir hasret ve nedamet olur. Bütün cennetlikler de aslında cehennemde kendileri için hazırlanan yerlerini görürler ve derler ki: "Eğer Allah bu cenneti bize nasibetmeseydi biz bunu bulamazdık." Bu da onların, Allah'a şükretmeledir." 44Cennetlikler, cehennemliklere: "Rabbimizin bize vaadettiğini gerçek bulduk siz de rabbinizin size vaadettiğini gerçek buldunuz mu?" diye seslenirler Cehennemlikler de "Evet" derler. Bunun üzerine aralarında bir çağına şöyle seslenir: "Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun." Allahü teâlâ bu âyette, cehennemliklerin layık oldukları yere konmalarından sonra cennetliklerin onlara nasıl seslendiklerini bildirmektedir. Bu cehennemlikler sadece Mü’minler tarafından değil Melekler tarafından da aşağilanacakl ardır. Bu konuda diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "O gün onlara şöyle denecektir: "Dünyada yalanladığınız cehennem ateşi işte budur." "Bu bir sihir midir? Yoksa hala görmüyor musunuz?" "Girin cehenneme. Sabredin veya sabretmeyin, sizin için değişen bir şey olmayacaktır. Siz, sadece yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz." Tur sûresi, 52/14-16 45Onlar, Allah yolundan alıkoyanlar, onu eğri göstermeye çalışanlar ve âhireti de inkâr edenlerdir. Allahü teâlâ, lanetlenen bu zalimlerin kimler olduklarını şöyle beyan ediyor: "Bunlar, insanları Allah'ın yoluna uymaktan, onun Şeriatım kabul etmekten ve onun Peygamberlerinin getirdiği hükümlere tâbi olmaktan alıkoyan, Allah'ın doğru yolunu eğri göstererek ona uyulmasına engel olan ve âhiret gününü inkâr edenlerdir." 46Cennetliklerle Cehennemlikler arasında bir perde vardır. A'raf üzerinde de her iki taraflakileri yüzlerinden tanıyan kişiler vardır. Bunlar, Cennetliklere: "Selam olsun size" diye seslenirler. Bunlar henüz cennete girmemiş fakat girmeyi arzu eden kimselerdir. Cennetliklerle cehennemlikler arasındaki perdenin, Hadid Sûresinin onüçüncü âyetinde zikredilen sur olduğu söylenmiştir. O âyette buyuruluyor ki: "...Mümlinlerle münafıklar arasına, kapısı olan bir sur çekilir.." Âyette geçen "A'raf" kelimesi kelimesinin çoğunluğudur. Lügat manası "Yüksek bir yer" demektir. Âyetteki manası ise cennetle cehennem arasında bulunan ve sur vazifesi gören bir tepe'dir. Müfessirler, A'raf üzerinde bulunan ve cennetliklerle cehennemlikleri simalarında tanıdıkları beyan edilen bu kişilerin kimler oldukları hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Huzeyfetül Yeman Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas, Dehhak, Said b. Cübeyr ve Alkameye göre A'raf üzerinde bulunan kişiler, sevapları ile günahları eşit olduğu için cehenneme atılmamış fakat henüz cennete de konulmamış, haklarında, Allahü teâlâ'nın emrini bekleyen ve sonunda cennete girecek olan kişilerdir. Bu hususta Şa'bi, Huzeyfetül Yeman'ın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "A'rafın üzerinde bulunanlar, iyilikleri sebebiyle cehennemden kurtulan, işledikleri günahlar sebebiyle de cennete giremeyen kimselerdir. Onların gözleri cehennemliklere doğru çevirildiği zaman derler ki: "Rabbimiz, sen bizi, zalim kavimle beraber kılma." Onlar bu haldeyken, yüce rableri onlara üstten bakar ve buyurur ki: "Gidin cennet'e girin. Artık ben sizi affettim." Sad b. Cübyer de bu hususta Abdullah b. Mes'ud'un şunlan söylediğini rivâyet etmiştir. "Kıyamet gününde insanlar hesaba çekileceklerdir. İyi amelleri kötü amellerinden bir tane fazla olan cennete, kötü amelleri iyi amellerinden bir tane fazla olan ise cehenneme girecektir. Allahü teâlâ, "Sevap tartılan ağır gelenler, kurtuluşa erenler işte onlardır. Sevap tartılan hafif gelenler ise kendilerini zarara uğratanlardır. A'raf sûresi, 7/8-9 buyurmuştur. Amelleri tartan terazi, bir buğday tanesi kadar eksiklikten dolayı hafif ve bir buğday tanesi kadar fazlalıktan da ağır gelecektir. îyi amelleri ile kötü amelleri eşit gelenler de A'rafta bulunanlardır. Bunlar, sırat köprüsü üzerinde duracaklar Cennetlikleri ve cehennemlikleri tanıyacaklardır. Cennetliklere baktıkları zaman "Size selam olslun" diye seslenecekler, gözlerim sol tarafa çevirincede cehennemlikleri görecekler ve "Rabbimiz, bizi zalim kavimlerle beraber kılma" diyecekler ve onların oldukları yere konulmaktan Allah'a sığınacaklardır. İyi amel işleyelere, önlerini ve sağ taraflarını aydınlatan nurlar verilecek, o gün, aslında her kula ve her ümmete nur verilecek, onlar sırat köprüsüne varınca Allah, her münafık erkek ve kadının nurunu alacaktır. Cennetlikler, münafıkların karşılaştıkları durumu görünce "Rabbimiz, sen bizim nurumuzu sonuna kadar devam ettir." diyeceklerdir. A'rafta bulunanlara da önlerini aydınlatan nur verilecek ve bu nur onlardan çekilip alınmayacaktır. Bu sebeple onlar cennete girmeyi ümit edeceklerdir. Kul bir güzel amel işlerse onun karşılığında kendisine on sevap yazılır. Kötü bir amel işlerse sadece bir günah yazılır. On sevap kazanacağı amellerine bir günah kazanacağı ameli galip gelen kimseye yazıklar olsun. İşte o kimse helak olacaktır. Abdullah b. Abbas da, A'rafda duran insanlar için şunları söylemiştir. "A'raf cennetle cehennemin arasında bulunan bir sur'dur. A'rafta bulunacak olan kimseler burada olacaklardır. Allahü teâlâ, bunlara lütufta bulunmayı murad edince bunları hayat nehrine götürecek. Bu nehir'in kenarları, üzerleri inci ile kaplanmış altın parmaklıklarla çevrilidir. Bu nehir'in akıp gittiği yer, misktendir. A'rafta bulunlar bu nehire atılacaklar, renkleri düzelecek, göğüslerinde beyaz bir ben oluşacak, onlar, bu beyaz ben ile tanınacaklardır. Onların renkleri düzeldikten sonra rahman olan Allah onlara "Dilediğinizi isteyin.." diyecek, onlar her türlü isteklerini arzedecekler, Allah da onlara: Size bütün istekleriniz yetmiş kat fazlasıyla verildi." diyecek, onlar da cennete gireceklerdir. Onları göğüslerindeki beyaz ben'den tanınacaklar ve kendilerine "Cennetin miskinleri" denecektir. b- Şurahbil b. Sa'd ve Abdurrahman'a göre ise A'rafta bulunacak insanlar, babalarından izin almaksızın, onlara karşı gelerek cihada katılan ve öldürülen kimselerdir. Allah yolunda öldürülmeleri, onların, cehenneme girmelerine engel olmuş fakat babalarına karşı gelmeleri de cennete girmelerine mani olmuştur. c- Ebû Miclez'e göre ise A'rafın üzerinde bulunanlar, insan değil melektir. Bunlar, hem cennetlikleri hem de cehennemlikleri tanıyacaklar, her bir sınıfa gerektiği gibi davranacaklardır. Taberi diyor ki: Âyet-i kerime'de, A'rafta bulunanların erkek oldukları zikredildiğinden, Ebû Miclez'in, bunların melek olduklarını söylemesinin manası yoktur. Doğru olan görüş, bunların, "İnsanlar arasında, haklarında en son hüküm verilecek olan, sonunda da cennete girecek olan kişilerdir." diyen görüştür. Bu hususta Arar b. Cerir. Resûlüllah'tan, senedinde zayıflık bulunan şu hadisi Rivâyet etmiştir. Amr b. Cerir demiştir ki: "Resûlüllah’a, A'rafta bulunan kişiler hakkında soruldu. O da buyurdu ki: "Onlar, kulların içinde, haklarında en son hüküm verilecek kimselerdir. Âlemlerin rabbi olan Allah, kullar arasında hükmünü verdikten sonra onlara buyuracak ki: "Sizler, iyi amelleri kendilerini cehennemden uzaklaştıran fakat cennete de girdiremeyen kimselersiniz. Sizler de benim azatlılarımsınız. Cennette, dilediğiniz yerde yaşayın." Âyet-i kerime’de, A'rafta bulunan kişilerin, cennetlikleri de cehennemlikleri de simalarından tanıyacakları zikredilmektedir. Cennetlikler, yüzlerinin beyazlıklarından cehennemlikler ise yüzlerinin siyahlığı ve gözlerinin maviliğinden tanınacaklardır. 47Gözleri cehennemlikler tarafına çevirilince: "Rabbimiz, bizi zalim bir toplulukla beraber yelme." derler. A'rafta bulunan o kişilerin gözleri cehennemliklere çevrilince onları tanır ve şöyle derler. "Ey rabbimiz, sen bizi, kendilerine zulmettikleri için cehennem ateşine giren şu toplulukla beraber beyleme. 48A'raftakîler, yüzlerinden tanıdıkları kişilere seslenip şöyle derler: "Topluluğunuz ve büyüklük taslamanız size fayda vermedi." A'rafta bulunan kişiler, yüzlerindeki alametlerinden tanıdıkları cehennemliklerden bazılarına seslenerek şöyle derler: "Dünyada topluluğnuzun çokluğu ve biriktirdiğiniz mallar ve kibirlenmeniz size hiçbir fayda vermedi. İçinde bulunduğunuz azaba düştünüz." 49"Allah rahmetine kavuşturmayacak" diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıdır? Halbuki onlara: "Girin cennete, sizin için bir korku yoktur. Mahzun da olmayacaksınız." denir. Ey, dünyada büyüklük taslayan mal sahipleri, ydünyada iken, zayıf kullara bakarak: "Allah, rahmetine kavuşturmayacak." diye yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı? Ben onları lütfumla ve merhametimle bağışladım. Onlara: "Girin cennete" cezalandırılacağınıza dair bir korkunuz olmasın. Sizler, dünyada geçen şeylerden dolayı üzülecek te değilsiniz." diyorum. Müfessirler, âyet-i kerime’nin tümünün Allahü teâlâ tarafından mı söylendiği yoksa ilk bölümünün melekler son bölümünün de Allahü teâlâ tarafından söylenmiş olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Dehhak, Süddi ve Huzeyfetül Yeman'dan nakledilen bir görüşe göre âyetin tümü, Allahü teâlâ'nın konuşmasıdır. Allahü teâlâ bu âyetle, cehennemlikleri kınamış ve onların, A'rafta bulunan insanlar için, dünyada iken Allah'a yemin ederek Allah'ın rahmetine kavuşmayacaklarını söylediklerini hatırlatmış, A'rafta bulunanlara da, korkusuz ve üzüntüsüz olarak cennete girmelerini buyurmuştur. Bu hususta Huzeyfetül Yeman'dan özetle şunlar Rivâyet edilmiştir. "A'rafta bulunan kişiler, günanlan ile sevapları eşit olan bu yüzden cennete de cehenneme de gidemeyen kimselerdir. Kullar arasında hüküm verildikten sonra bunlara kendileri için şefaatçi bulmalarına dair izin verilecektir. Bunlar da sırasıyla Hazret-i Âdem'e, Hazret-i İbrahim'e, Hazret-i Mûsaya ve Hazret-i İsaya, şefaat etmeleri için baş vuracaklar bu Peygamberlerden her biri kendi özel durumlarıyla meşgul olduklarını ve onlara şefaatçi olamayacaklarını söyleyeceklerdir. Nihâyet onlar Hazret-i İsanın yol göstermesiyle Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gidecekler Resûlüllah, onlar için şefaatçi olacak onlar, hayat suyunda yıkandıktan sonra parlayan yıldız halini alacaklar, göğüslerinde beyaz benler oluşacak, onlar bu benlerle tanınacaklardır. Onlara, "Cennetin miskinleri" denilecektir. b- Ebû Micleze göre ise bu âyet-i kerime'nin ön kısmı, cehennemliklerin cehhenme girmelerinden sonra meleklerin onları ayıplamaları ve dünyada iken mü’minlere söylediklerini hatırlatmalarıdır. Âyetin, "Girin cennete, sizin bir korku yoktur. Mahzun da olmayacaksınız." bölümü ise, Allahü teâlâ'nin cennetliklere söyleceği sözdür. 50Cehennemlikler cennetliklere: "Bize biraz su veya Allah'ın size verdiği rizıktan aktarın." diye seslenirler. Cennetlikler de: "Allah bunlar ikisini de kâfirlere haram kıldı." derler. Cehennemlikler, -aşın susuzluk ve açlıklarından dolayı cennetliklere: "Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size rızık olarak vermiş olduğu yiyeceklerden verin." diye seslendiklerinde, cennetlikler: "Allah, suyu ve yemeği kâfirlere haram kılmıştır." diye cevap verirler. Rivâyet edilmiştir ki: "Cehennemlikler, cennette bulunan kardeş vaya babalarına seslenerek: "Yandım biraz su ver" dediklerinde, Cennetlikler: "Allah, su ve yemeği kâfirlere haram kıldı." diye cevap vereceklerdir. 51Onlar, dinlerini eğelence ve oyun edinenler ve dünya hayatına aldananlardir. Bugüne kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unutacağız. Allah'ın kendilerine cehennemde su ve yemeği haram kıldığı bu kâfirler, dünyada iken dinleriyle eğlenen, onunla oynayan, kendilerini dine davet edenlerle alay eden ve onları eğelenceye alan kimselerdir. Onlar nasıl bu kıyamet günüyle karşılaşacaklarını unuttular, bunun için amel etmediler ve dünyadayken âyetlerimizi inkâr ettilerse biz de onları bugün, merhametli davranma yönünden unutur ve onları aç, susuz, azabın içinde bırakırız. 52Şüphesiz ki biz, onlara, iman eden bir topluluk için bir hidâyet rehberi ve bir rahmet kaynağı olmak üzere, ilim ile açıkladığımız bir kitap indirdik. Yemin olsun ki biz onlara, hakkı bâtıldan ayıran bir kitap gönderdik. O kitapta meseleleri bilerek açıklığa kavuşturduk. Bu kitap Mü’minler için bir hidâyet rahberi ve mehamet kaynadğıdır. Bazı müessirler bu âyet-i kerime’yi şöyle tefsir etmişlerdir. "Biz onlara, insanları doğru yola iletecek ve bozulma ve değiştirilmeden korunmuş olacak bir şekilde bölümlere ayırdığımız bir kitap gönderdik. Biz bunu, bölümlere ayırmanın faydalı olduğunu bilerek yaptık." 53Onlar, kitabın vaaddettiği akıbetten başka bir şey mi beklerler. O akıbetin geldiği gün daha önce o kitabı unutanlar şöyle diyecekler: "Meğer rabbîmizin Peygamberleri bize gerçeği getirmişler. Şimdi ise bize şefaat edecek şefaatçiler yok mudur? Yahut da tekrar dünya hayatına döndürülür müyüz ki, yaptıklarımızdan başka ameller yapalım?" Şüphesiz ki onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden uzaklaşıp kayboldu. Bu müşrikler, kitabın kendilerine vaadettiği, hesaba çekilme ve cehenneme girme akıbetinden başka bir şey mi beklerler? O Kur'an'ın haber verdiği, Allah'ın cezalandırma akıbeti geldiğinde, daha önce dünyada onunla amel etmeyi unutanlar, pişmanlıklarını belirterek: "Meğer rabbimizin Peygamberleri bize gerçeği getirmişler. Bugün, rabbimizin katında bize şefaatçi olacak dostlar yok mudur? Veya tekrar dünyaya döndürülür müyüz ki, daha önce yaptığımız amellerden başka ameller yapalım da rabbimizi razı edelim." derler. Bunlar, devamlı olan âhiret nimetlerini bırakıp ta geçici ve basit dünya nimetlerini tercih ederek kendilerini zarara uğratanlardır. Uydurdukları ilahları kendilerinden uzaklaşıp gitmiştir. Diğer âyetlerde, bu gibilerin, tekrar dünyaya döndü rülürseler bile yine de kendilerine yasak edilen şeyleri yapmaya devam edecekleri şöyle ifade ediliyor: "Ateşin üzerinde durduruldukları zaman: "Ne olurdu tekrar dünyaya döndürülseydik, rabbimizin âyetlerini yal ayni amas aydık da mü’minlerden olsaydık." dediklerini bir görsen." "Hayır, daha önce gizledikleri onlara göründü. Tekrar dünyaya döndürülseler yine kendilerine yasak edilen şeylere dönerler. Doğrusu onlar, yalancıdır. Enam sûresi, 6/27-28. 54Şüphesiz ki rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yaratan sonra Arş'a hükmedendir. O, gece ile, onu durmadan takibeden gündüzü bürür. Emrine amade olan güneş, ay ve yıldızları da o yaratmıştır. İyi biliniz ki yaratmak ve emretmek ona mahsustur. Âlemlerin rabbi olan Allah, yüceler yücesidir. Ey insanlar, sizin rabbiniz, hiçbir fayda ve zarar vermeye gücü yetmeyen putlar değil, gökleri ve yeri altı günlük bir süre içinde yaratan sonra yüceliğine yaraşır bir şekilde Arş'a hükmeden Allah'tır. O, gece ile, onu devamlı olarak takibeden gündüzü bürür ve onun ışığını ve palrlaklığnı giderir. Emrine âmâde olan güneşi Ay'ı ve yıldızları yaratan da O'dur. İyi bilin ki yaratmak ta emretmek te ona aittir. Ona karşı gelinemez. İnsan, Cin, Melek gibi bütün âlemlerin rabbi olan Allah, yüceler yücesidir. Her şey sonunda mutlaka ona boyun eğecektir. Âyet-i kerime’de zikredilen "altı gün" pazar, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe ve cuma günleridir. Mücahid demiştir ki: "Allahü teâlâ, önce Arş'ı suyu ve havayı yaratmış, yeryüzünü de su'dan yaratmıştır. Yer'i yaratmaya pazar günü başlamış pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri devam etmiş, Cuma gününde ise yaratma işini tamamlamıştır. Fakat Yahudiler, cumartesi gününü kutsall aştı muşlardır. O altı günden her bin gün sizin, saydığınız günlerden bir sene gibidir Allah Tealâ'nın, gökleri ve yeri bir anda var etmesi mümkün iken bunları bir anda yaratmayıp altı günde yaratmasının hikmeti de şöyle izah edilmiştir. a- Allah Tealâ'nın kullarına, dünyada yapacakları işlerinde acele etmemelerini ve sabırlı olmalarını öğretmesidir. b- Herhangi bir şeyin bir anda meydana getirilmesi halinde, bazı insanların kalbine o şeyin kendiğilinden ve tesadüfen meyydana geldiği hissi doğabilir. Fakat bir şeyi hikmelli bir şekilde, birbirini takibeden zaman parçaları içinde meydana getirilirse, bu şeyin, hikmet sahibi, bilgili, kuvvet ve kudreti olan merhametli bir var edici tarafından meyydana getirildiği daha iyi anlaşılmış olur. c- Eşyanın, birdenbire değil, birbirini takibeden bir sıra ile yaratılması, önce yaratılanla sonradan yaratılanların yaratılmasına şahit olmalarına ve böylece o şeylerin bir kudret tarafından var edildiğini kesin olarak bilmelerine vesile olur. Nitekim önce akıllı varlıkların daha sonra da akıl sahibi olmayan diğer varlıkların yaratıldığı söylenmektedir, d- Yaratıkların bir anda değil, tedricen, birbirinin ardından yaratılması, Allah'ın kudretini devamlılığını göstermesi bakımından da önemlidir. Bu demektir ki Allah, her an yaratma gücüne sahiptir. O, yaratır ve devamlı olarak kontrolda tutar. Âyet-i kerime'de "Arş'a hükmeden" diye tercüme edilen "İstiva" kelimesi, Arapçada, Hükmü altına alma, karar kılma ve karar buldurma, sahip olma ve benzeri manalara gelmektedir. Bu kelimenin Allah'a isnad edilmesi halinde hangi manada kullanıldığı, alimlerce uzun tartışmalara konu edilmiştir. Bu hususta İbn-i Kesir diyor ki: "Biz bu konuda îmam Mâlik, Evzâî, Sevrî, Leys, Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İshak gibi Selef âlimlerinin tuttuğu yoldan gideriz. Bu da Allah'ın zatını şekillendirmeye veya onu bir şeye benzetmeye yahut var olan bir sıfatını reddetmeye yol açmaksızın, bu tür nassları bize geldiği şekliyle kabullenmektir. Allah'ı, bazı şeylere benzetenlerin hatırlarına gelen düşünceler Allah'tan uzaktır. Zira Allah, yaratıklarından hiçbirine benzemez. Nitekim bir âyet-i kerime’de "... Onun hiçbir benzeri yoktur..." buyurulmuştur. (Sura sûresi, 11). Bu mesele Buharinin hocası Nuaym b. Hammadın dediği gibidir. O diyor ki: "Kim Allah’ı, yarattıklarından birine benzetirse o kimse kafir olur. Yine kim, Allah'ın sıfatlarından birini inkâr ederse o kimse de kâfir olur. Allah'ın kendisini sıfatlandırdığı şeylerde benzetme diye bir şey yoktur. Kim, Allah'ın yüceliğine yaraşır bir şekilde âyetlerde zikredilen şeyleri Allah'a isnad eder ve Allah'tan, ona yakışmayacak şeyleri uzaklaştırsa işte o kimse hidâyet yolunu tutmuş olur." Şurası bir gerçektir ki, Allah'ın, Arşı istiva etmesinin ne anlama geldiğinin kesin olarak izahını yapmak mümkün değildir. Bu hususu peşinen belirttikten sonra" Allah arşı istiva etti" ifadesini izaha çalışan bazı görüşleri şöyle özetlemek mümkündür aa- Bu ifade gerçek anlamda kullanılmamış, mecazi manada kullanılmıştır .Manası şudur: "Allah, arşı hükmü altına almıştır." Mesela bir şahsın bir koltuğa oturması nasıl gerçekten gidip fiilen o koltuğa oturması manasına gelmeyip, "O makama sahip olması" manasına geliyorsa buradaki ifade de böyledir. bb- Bazı halimlere göre bu ifadenin manası: "Allah bülün yaratıklar üzerinde devamlı olarak hükmünü icra eder ve idareyi elinde tutar." demektir. Diğer bazılarına göre ise bunun manası: "Allah mevcudatı yarattı ve kontrolunda tutuyor ve kendisinin takdir edeceği bir zamana kadar da kontrolunda tutmaya devam edecektir." demektir. Bir kısım alimlere göre ise bunun manası: "Allah her şeyi yaratan ve herşeye aynı derecede yakın olandır." anlamındadır. Bazı alimler de bunun manasının şöyle olduğunu söylerler: "Allah, gökleri ve yeri, takdir ettiği bir zaman için yarattı. Sonnra da onları bir daha hakimeyiti altından bırakmadı." ARŞ: Yaratılmışlar âleminin tümünü içine alan ve sınırlandırılması insan aklının ve muhayyilesinin dışında kalan ve gerçek durumunu ancak Allah'ın bileceği genişlik ve büyüklükteki kâinattır. Evren, gökler, cennet, sidre, kürsü hep bu tarif ve ifadenin içindedir. Âyet-i kerime’nin sonunda, yaratmanır ve emir vermenin yalnızca Allah'a mahsus olduğu zikredilmektedir. Bu hususta Resûlüllah’ın şöyle buyurduğu Rivâyet edilmiştir: "Kim yaptığı salih bir amelden dolayı Allah’a hamdetmez de kendisini örmeye kalkışırsae şükrü azalır, ameli de boşa çıkar. Kim de Allah'ın, kullar için emirden birpay verdiğini zannederse Allah'ın, Peygamberlerine indirdiğini inkâr etmiş olur. Çünkü Allahü teâlâ... "İyi bilinki yaratmak ve emretmek ona mahsustur. Âlemlerin rabbi olan Allah, yüceler yücesidir." buyurmaktadır. 55Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o, aşın gidenleri sevmez. Ey Mü’minler, rabbinize boyun eğerek, yalvararak gizlice dua edin. Gösteriş için, bağırarak dua etmeyin. Çünkü Allah, dua ederken bağırarak haddi aşanları sevmez. Ebû Mûsa el-Eş'âri şöyle diyor: "Bir gün Resûlüllah ile beraberdik. Bir vadiye vardığımızda tekbir ve tehlil getirdik. Seslerimiz fazla yükseldi. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Ey insanlar, kendinize gelin ve kendinize acıyın. Sizler sağır veya burada olmayan birine yalvarmıyorsunuz. Şüphesiz ki sizler, herşeyi işiten ve size çok yakın olan Allah'a dua ediyor sunuz. Buhari, K. el Cihad, bab: 131, K. el-Megazi, bab: 38 / Ahmet b. Hanbel Müsned, C: 4, S: 394,402,418. Bu hususta Hasan-i Basri diyor ki: "Önceleri kişi Kukanın tümünü kalbinde toplayıp ezberliyor, komşusu bunu hissetmiyordu. Yine kişi çokça fıkıh bilgisi elde ediyordu, insanlar onu hissetmiyorlardı. Yine kişi, yanında ziyaretçiler bulunduğu halde evinde uzun uzun namaz kılıyor ziyaretçiler bunu hissetmiyorlardı. Biz öyle insanlara kavuştuk ki, onların, yeryüzünde, gizli olarak yapabilecekleri bir ameli açıkça yappuklan asla görülmezdi. Müslümanlar, kendilerini telef edercesine dua ederler fakat sesleri duyulmazdı. Sadece bir fısıltı duyulurdu. Çünkü Allahü teâlâ "Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin." buyurmuştur. Yine Allah, yaptığı amelden razı olduğu Zekeriyya'yı zikrederken: "Bir zaman Zekeriyya rabbine gizlice niyaz etmişti. Meryem sûresi, 19/3 buyurmuştur. 56Yeryüzü düzene konduktan sonra orada bozgunculuk yapmayın. Azabından korkarak ve rahmetini umarak Allah'a dua edin. Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti, iyilik yapanlara yakındır. Allah'ın, yeryüzünü, Peygamberler göndererek düzeltilmesinden sonra, siz orada Allah’a ortak koşarak veya isyan ederek bozgunculuk yapmayın. Siz Allah’a, cezalandırmasından korkarak, mükâfaatını umarak dua edin. Şüphesiz ki Allah'ın rahmeti, iyilikte bulunanlara pek yakındır. 57Rahmetinin önünde müjdeci olarak rüzgârları gönderen Allah'tır. O rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları yüklenince, onu, ölmüş gibi olan bir memlekete gönderir sonra onunla su indirir ve onunla her çeşit türünü çıkarırız. İşte biz, ölüleri de böyle diriltip çıkarırız. Gerekir ki düşünüp ibret alırsınız. Rahmetinin önünde müjdeleyici olarak rüzgarları gönderen Allah'tır, Bu rüzgarlar su ile yüklü olan bulutu sevkedince biz o bulutu, kuruyup ölü gibi olmuş bir memleketi diriltmek için oraya göndeririz. Ve o memlekete yağmur indiririz. O yağmur vasıtasıyla her türlü mahsulleri çıkarırız. İşte biz, ölüleri de böylece diriltip kabirlerinden çıkaracağız. Umulur ki düşünüp ibret alırsınız. Ve Allah'ın kudretini anlamış olursunuz. Allahü teâlâ diğer âyet-i kerimelerde de şöyle buyurmaktadır: "İnsanlar ümitlerini kestikten sonra, yağmur indiren ve rahmeti yayan O'dur. O, dosttur övülmeye layıktır. Şûrâ sûresi, 42/28 "Allah'ın rahmetinin izlerine bir bak. Ölümünden sonra yeryüzüne nasıl hayat veriyor? Şüphesiz o, ölüleri de böyle diriltecektir. O, herşeye, kadirdir. Rûm sûresi, 30/50 Âyet-i kerime’de geçen ve "müjdeci" diye tercüme edilen kelimesi kurralar tarafından çeşitli şekillerde Okunmuş ve okunuş şekline göre farklı manalarda izah edilmiştir. a- Küfe kurralarından Âsim b. Ebinnücud bu kelimeyi harfinin öterli harfinin de sükun üze okunmasıyla Şeklinde ve harfinin öterli okunmasıyla şeklinde okumuştur. Bu kıraata göre kelimenin manası "Müjdeleyici" demektir. Allahü teâlâ, rüzgarları, yağmurları müjdeleyici olarak estirdiğini beyan etmiştir. b- Diğer bütün Küfe kurraları ise bu kelimeyi, şeklinde, başında harfiyle okumuşlardır. Bu kıraata göre bu kelimenin manası "Bulutlan oluşturan ve yumuşakça esen güzel rüzgar" demektir. Allahü teâlâ Âyet-i kerime’de, yağmur yağdırmada önce bu gibi rüzgarları estirdiğini bildirmiştir. c- Medine, Mekke ve Basra kurraları ise bu kelimeyi şeklinde ve harflerinin öterli okunmasıyla okumuşlardır. Buna göre ise bu kelimenin mânâsı, "Her yönden esen ve her taraftan gelen rüzgar" demektir. Allahü teâlâ, yağmur yağmadan önce bu gibi rüzgarları estirdiğini beyan etmiştir. Âyette zikredilen "Rahmef'ten maksat, yağmur'dur. Âyet-i kerime’nin sonunda, "Yeryüzünün kuruyup ölü hale gelmesinden sonra, Allahü teâlâ'nın, yağmurları yağdırıp orada bitkiler bitirerek âdeta diri hale getirmesi gibi, insanlar ölüp kabirlerinde çürüdükten sonra onlara da hayat verip dirilteceği zikrediliyor. Böylece, Öldükten sonra dirilmeyi inkâr eden müşrik ve kâfirlere, dünyada gördükleri yeryüzündeki değişrmeyi misal veriyor ve ibret almalarını emrediyor. Ebû Hureyre (radıyallahü anh): İnsaların, öldükten sonra nasıl dirileceklerini beyan ederek demiştir ki: "Birinci sur'a üflenince bütün insanlar öldükten sonra, onların üzerine, Arş'ın altında bulunan ve "Hayat suyu" diye adlandırılan su'dan kırk yıl yağmur yağdırılacak, insanlar, suyun ekini bitirmesi gibi bitecekler vücutları tamamlanınca da kendilerine ruhlar üflenecek, onlara uyku verilecek ve kabirlerinde uyuyacaklardır. Sur'a ikinci defa üflendiğinde ise onlar uyanacaklar, uyuyan kişinin uyanmasından sonra, başında ve gözlerinde hissettiği uykulu hali bunlar da hissedeceklerdir. İşte o zaman: Vay halimize, uyuduğumuz yerden bizi kaldırdı? derler. Onlara, bir seslenen şöyle seslenecektir. "Bu rahman olan Allah'ın vaadettiği kıyamet gündür." 58Güzel bir ülke, rabbinin izniyle mahsulünü verir. Kötü olan bir ülke ise ancak kavruk bir mahsul çıkarır. İşte şükredecek bir kavim için âyetleri böyle açıklarız. Toprağı güzel, suyu tatlı olan bir ülke, Allah ona yağmuru gönderdiğinde, Allah'ın iradesiyle, vaktinde güzel mahsuller çıkarır. Toprağı kötü, suyu tuzlu olan bir ülke ise, bitkisini zor bir şekilde bitirir. Ve bitkisi iyi olmaz. İşte biz, Âyetlerimizi ve delillerimizi, Allah'ın verdiği nimetlere karşı şükreden bir topluluk için peş peşe açıklar ve örnekler veririz. Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve Süddi bu âyet-i kerime'nin, Mü’min ve kâfirlerin hallerini belirten bir misal olduğunu söylemişlerdir. Mü’min kul, kendisi güzel oiduğu gibi ameli de güzeldir. Tıpkı güzel bir ülkenin mahsullerinin güzel olması gibidir. Kâifir ise, kendisi de pistir, ameli de kötüdür. Tıpkı çorak araziye benzer. O araziden güzel ve bol mahsul elde edilemez. Bu hususta, Ebû Mûsa el-Eş'ari, Resûlullahın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmektedir: "Allah'ın, benimle gönderdiği hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Üzerine yağmur yağan yerin bir kısmı has topraktır. Suyu emer ağaçları ve birçok bitkileri bitirir. Bir kısmı ise çorak topraktır. Suyu alır ve içinde tutar. Böylece Allah onunla insanları faydalandırır. Ondan içerler, hayvanlarına içirirler ve ekinlerini sularlar. Yağmurun yağdığı topraklan bir kısmı ise, su tutmayan ve bitki bitirmeyen yayvan bir topraktır. Allah'ın dinini anlayan ve Allah'ın, benimle göndermiş olduğu söylerden faydalanarak onları öğrenen ve öğreten insan, bu toprakların (birincisine) benzer. Allah'ın dinine aldınş etmeyen ve Allah'ın, benimle göndermiş olduğu hidâyetini kabul etmeyen kimse ise bu toprakların (Üçüncüsüne) benzer. (Ne kendisi faydalanır ne de başkalarına faydası olur) Buhari, K. el-llim, bab: 20 / Müslim, K. el- Fadail bab: 15 HN: 2282 59Muhakkak ki, biz Nuh'u kavmine Peygamber olarak gönderdir. "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, ondan başka ilahınız yoktur. Doğrusu sizin için, büyük bir günün azabından korkuyorum." dedi. Yemin olsun ki biz Nuh'u, kavmine, emirleri tebliğ etmesi, Allah'tan başka şeylere taptıklarından dolayı gazaba uğrayacakları hususunda uyurması için Peygamber olarak gönderdik. Nuh onlara: "Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin. Onun dışındaki putlara ve tanrılara tapmayı bırakın. Zira sizin, Allah’tan başka ilahınız yoktur. Şâyet iman etmezseniz, sizler için, cezası büyük olan bir günün azabından korkanrn." dedi. Allahü teâlâ, bu suresinin başında Hazret-i Âdemi zikretmiş, bu âyetten itibaren de başta Hazret-i Nuh olmak üzere bir kısım Peygamberlerin, ümmetleriyle olan kıssalarını bizlere bildirmiştir. Bunlan bildianesinin hikmetlerinden bazılarının şunlar olduğu söylenmektedir. a- Resûlüllah teselli etme. Çünkü bu kıssalar, insanların, Peygamberlerin getirdiği delil ve mucizelerden yüz çevirmelerinin sürgegelen bir huyları olduğunu bildirmektedir. b- Mü’minlerin maneviyatını takviye etmek, kâfirlerin ise moralini yıkmaktır. Zira bu kıssalar, büyüklük tıslayanların sonlarının kötü olduğunu, İtaat edenlerin akıbetlerinin ise güzel olacağını bildirmektedir. c- Allahü teâlâ'nın, kâfirlere mlihmet verse de sonunda onlardan intikam alacağını bildirmek ve bu kıssalardan öğüt ve ibret almayı sağlamaktır. d- Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Peygamberliğinin hak olduğunu ortaya koymaktır, Zira okur yazar olmayan bir zatın, insanlığın başlangıç tarihinden itibaren, kendi dönemine kadar olan zamanı, Allahtın vahiy gelmeden özetlemesi imkânsızdır. Nuh kavminin, zengin olan ve daha başka imkanlarla toplum içinde sözü geçen kişileri ona karşı çıkararak Peygamberliğini kabul etmemiş ve bilakis ona sapık olduğunu söylemişlerdir. 60Kavminin ileri gelenleri ise: "Muhakkak biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz," dediler. 61Nuh da şöyle dedi: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yoktur. Ancak, ben, âlemlerin rabbi olan Allah tarafından gönderilen bir Peygamberim." Kavminin, kendisini sapıklıkla suçlaması ve kendisine uymaması karşısında Nuh aleyhisselam da kendisinin dalalete düşmüş bir kimse olmadığını, Allah tarafından, emir ve yasaklarını tebliğ etmek üzere Peygamber olarak gönderildiğini söylemiş ve böyece bir kere daha, kendisine uymalarını istemiştir. 62Size, rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ve size nasihat ediyorum. Ve ben, Allah tarafından, sîzin bilmediğiniz şeyleri biliyorum. Nuh aleyhisselam sözlerine devamla, söylediklerinin, Allah tarafından gönderilmiş emir ve yasaklar olduğunu, kendisinin de ancak bu emir ve yasaklan tebliğ eden bir kişi olduğunu söylemiş ve onların bilmedikleri bir çok şeyleri bildiğini beyan etmiştir. Onların bilmediği şeylerden biri de Allah'ın azabının suç işlemiş olan bir kavimden asla geri döndürül etmeyeceği gerçeğidir. 63Allah'tan korkup böylece merhamet olunmanız için sizi uyarmak üzere içinizden bir erkeğe, rabbiniz tarafından vahiy gelmesine mi şaşıyorsunuz? Nuh kavmi, Nuh'un kendilerine, Allah hakkındaki nasihatlarım reddedip Allah'ın onu Peygamber göndermesini inkâr edince ve ona "Seni ancak bizim gibi bir beşer olarak görüyoruz. İçimizden sana, basit görüşlü, en âdi kimselerden başkasının tabi olduğunu görmüyoruz. Sizin, bizden bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine, yalancı olduğunuzu sanıyoruz. Hud sûresi, 11/27 demeleri üzerine Nuh da onlara "Size, Allah tarafından bir hatırlatma ve bir öğüdün, sizinle birlikte bulunan bir adamın üzerine inmiş olmasına mı şaşıyorsunuz? Bunlar, ona indi ki, Allah’ı inkâr etmenizden dolayı sizi onun cezasına karşı uyarsın. Sizler de Allah'ı birleyerek sadece ona iman edip amellerinizi onun için yaparak onun azabından korkmuş olasınız. Böylece rabbiniz de size merhamet etmiş olsun. Görüldüğü gibi âyet-i kerime, Nuh aleyhisselam'ın kavmine hitabla, aralarından birinin peygamber olarak gönderilmesinin şaşılacak bir şey olmadığını aslında, o Peygambere gönderilen emir ve yasaklara uymak suretiyle Allah'tan korkmak gerektiğini, kendilerini kurtaracak davranışın bu olduğunu aksi halde kötü sonuçtan kurtulamayacaklarını ihtar etmektedir. 64Buna rağmen Nuh'u yalanladılar. Biz de Nuh'u ve gemide onunla beraber olanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Çünkü onlar, gerçeği görmeyen kör bir millet idiler. Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime'de, inkârlarından dolayı kâfirleri cezalandırdığını, buna mukabil Peygamberi ve Mü’minleri kurtardığını beyan etmektedir. İşte bu, Allahü teâlâ'nın, hem dünyada hem de âhirette geçerli olan hükmüdür. Nitekim Allahü teâlâ başka bir âyet-i kerime'de de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz biz, Peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edeceği kıyamet gününde mutlaka yardım edeceğiz." (Mü’min, 51) 65Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u Peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Allah'tan korkmaz mısınız? Âd kavmine de kardeşleri Hûd'u Peygamber olarak gönderdik. Hud da, Peygamber olarak gönderildiği kavmine dedi ki: "Ey kavmim, sadece Allah'a kulluk edin. Ondan başkasını ilâh edinmeyin. Zira sizin, ondan başka hiçbir ilahınız yoktur. Allah'ı bırakıp başkalarına kulluk ederken Allah'ın azabından korkmuyor musunuz? Halbuki sizi yoktan yaratan ve rızıklandıran yalnızca O'dur. Hûd aleyhisselam'ın ve onun kavmi olan Âd kavminin, Yememle "Ahkâf" denilen dağlık bölgede yaşadıkları Rivâyet edilmekledir. Bu kavmin insanlarının bedenleri çok güçlü kalbleri de o nisbetle katıydı. Bunlar, hakkı yalanlamakla en haşin ümmetlerden biriydi. 66Bunun üzerine, kavminin ileri gelen kâfirleri" Şüphesiz biz seni bir beyinsizlik içerisinde görüyoruz ve seni muhakkak yalancılardan sanıyoruz." dediler. Hûd'un kavminin ileri gelenlerinden, onun Peygamberliğini inkâr ederek kâfir olanlar Hûd'a şu cevabı verdiler: "Ey Hûd şüppesiz biz seni, dinimizi ve ilahlarımızı reddetmekle haktan uzaklaşan ve sapıklığa düşen bir kimse olarak görüyoruz. Ayrıca Peygamberlik iddianda da yalancılardan olduğun kanaatindeyiz." 67Hûd dedi: "Ey kavmim, bende bir beyinsizlik yoktur. Ancak, ben âlemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir Peygamberim. Hûd aleyhisselam, kavminin kendisini yalanlamasına cevap olarak, hak Peygamber olduğunu tekrarlıyor ve "Sizin sandığınız gibi, ben, beyinsiz, anlayışsız bir kimse değilim. Ben, Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir Peygamberim." diyerek kavmini tekrar bir kere daha uyarmış oluyor. 68Size, rabbimin vahyettiklerini tebliğ ediyorum. Ve sizin için güvenilir bir nasihatçıyım. Ey kavmim, ben sizlere, rabbimin bana tebliğ etmemi emrettiği şeyleri tebliğe ediyorum. Sizleri Allah'a ibadet etmeye davetimde bir nasihatçıyım. Öğüdümü kabul edin. Ben, Allah'ın, vahyini bana emanet ettiği güvenilir bir kimseyim. Yalan söylemem. Allah'ın vahyini ne eksiltir ne de ona birşey katarım. 69Sizi uyarması için içinizden bir erkeğe, rabbiniz tarafından vahiy gelmesine mi sayıyorsunuz? Hatırlayın, bir zaman Allah sizi, Nuh kavminden sonra Halifeler kıldı. Ve yaratılış bakımından da size güç ve kuvvet verdi. O halde Allah'ın nimetlerini hatırlayın ki kurtuluşa ercesiniz." Allah tarafından bir öğüdün ve bir hatırlatmanın, sizinle beraber bulunan bir adama, sizi, Allah'ın cezelandınnasmdan sakındırması için gelmesine mi şayiyorsunuz? Hatırlayın, Peygamberlerine karşı gelen Nuh kavmine nasıl azap gelip onları yok edildikten sonra Allah sizleri onların yerine getirip onların Haileleri kıldı. Onların başına gelenlerin, sizin de başınıza geleceğinden kaçının. Allah sizi de helak edip yerinize başka bir topluluk getirebilir. Allah sizleri, yaratılış bakımından da Nuh kavminden daha güçlü ve kuvvetli kıldı. O halde Allah'ın size olan nimetlerini ve lütfunu iyi düşünün. Yalnız ona ibadet ederek ona şükredin ki kurtuluşa erip hahirette de nimetlere ulaşasmiz. Taberi diyor ki: "Allahü teâlâ, bu âyette sıfatlarını belirttiği ve Allah'ı birleyip gönderdiklerine uymaları için kendilerine Hazret-i Hud'u Peygamber olarak gönderdiği Âd kavmi, İbn-i İshak'tan rivâyet edildiğine göre, İrem'in oğlu Ad'ın soyundan gelen bir kavimdir. İrem ise Us'un oğludur. Us'da Hazret-i Nuh'un oğlu Şam'ın oğludur. Bunlar, Yemendeki Şuhr bölgesinde yaşıyorlardı. Âmir b. Vasile de, Hazret-i Ali'nin bunlar hakkında şunları söylediğini rivâyet etmiştir. Hazret-i Ali Hadromutlu bir adama "Sen, içine kırmızı toprak karışan kırmızı kum yığınını gördün mü? Onun çevresinde çokça misvak ağacı ve sedir ağaçları bulunmaktadır. Hadrammutun toprakları da şöyle şöyledir," Adam dedi ki: "Evet ey mü’minlerin emin, Allah'a yemin olsun ki sen onu gören bir adam gibi anlatıyorsun." Hazret-i Ali dedi ki: "Ben onu görmedim ancak o bana anlatıldı." Hadramutlu adam dedi ki: "Oranın neyi var ki sana anlatıldı ey mûmininlerin emiri?" Hazret-i Ali dedi ki: "Orada Hud (aleyhisselam)'ın Kabri bulunmaktadır. İbn-i İshâk diyor ki: "Âd kavminin Hazret-i Hud'un kendilerine peygamber olarak gönderildiği zaman kaldığı yer, Ahkaf bölgesi idi. Ahkâf, Yemendeki Umman ile Hadramut arasındaki kumluk bölgedir. Âd kavminin yaşadığı yer burası olmasına rağmen Allah'ın kendilerine verdiği güç ve kuvvet sayesinde bütün yeryüzüne yayılmış ve insanları kendilerine boyun eğdinmişlerdi. Onlar, putlara tapan put perest insanlardı. Allah onlara, içlerinde soy ve mevki bakımından en üstünleri olan Hud'u Peygamber olarak gönderdi. Hud onlara, Allah'ı birlemelerini, onunla birlikte başka ilâhlar edinmemeleri ve insanlara zulmetmekten ellerini çekmelelerine emretti. Onlar da karşı geldiler. Hud'u yalanladılar. "Bizden daha kuvvetli kim vardır?" dediler. İçlerinden çok az kimseler, Hazret-i Hud'a iman ettiler. Onlar da imanlarını gizliyorlardı. Bunlardan biri de Mersed b. Sa'd b. Ufeyr idi. Hud, kavmi, Allah’a isyan etmeye, Peygamberlerini yalanlamaya, yeryüzünde çokça fesat çıkarmaya ve tağutlaşmaya, devam ettiler. Her tepenin başına bir bina kurup onunla eğlendiler. Bunun üzerine Hud onlara "Siz, her tepeye bir bina kurup onunla eğlenir misin? Dünyada ebedi kalacağınızı umarak sağlam köşkler (fabrikalar) mi edindiniz? Birini yakaladığınız zaman ona zorbaca mı davranırsınız. Allah'tan korkun ve bana itaat edin. Şuanı sûresi, 26/128-131 dedi. Onlar da cevaben dediler ki: "Ey Hud, bize apaçık bir delil getinnedin. Bizler de sırf senin sözünle ilahlarımızı barakacak değiliz. Sana inanacak da değiliz. Sana ancak şunu deriz: "İlahlarımızdan bazısı seni çarpmış." Hud da dedi ki: "Allah'ı şahit tutarım. Siz de şahit olun ki ben sizin Allah'ı bırakıp ortak koştuklarınızdan beriyim. Hep birlikte yapacağınız hileyi bana yapın. Sonra elinizden gelirse bana hiç fırsat vermeyin. Ben, benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a güvendim. Hareket eden hiçbir canlı varlık yoktur ki, onun tasarrufu Allah'ın elinde olmasın. Şüphesiz, rabbimin yolu dosdoğru yoldur. Hud sûresi, 11/53-56 Hud kavmi böyle yapınca Allah, üç yıl onlara yağmur yağdırmadı. Böylece çok sıkıntılara düştüler. O zamanlarda insanların başına bir bela veya kıtlık gelince onu kendilerinden kaldırması için Allah'a Mekke'deki Beytül Haram'da dua ederlerdi. Müşrikler de Müslümanlar da böyle yaparlardı. O zamanda Mekke'ye Âmâlika kavmi hakimdi. Bunların liderleri Muaviye b. Bekr idi. Onun annesi, Âd kavmindendi. Âd kavmi, kıtlığı kendilerinden kaldırması için Allah'a dua etmek üzere Mekke'ye bir heyet gönderdi. Muaviye b. Bekr, gelen dayısı oğullarına ikramda bulundu. Onlar oraya gelme amaçlanın unutup zevkü safaya daldılar. Nihâyet Âmâlukanın lideri Muaviye b. Bekr, bir şiir yazıp cariyelerine okutarak onları uyardı. Onlar Allah'a yalvarıp kendilerine yağmur yağdırmasını dilediler. Allah onlara, beyaz, kımıızı ve siyah olmak üzere üç bulut gönderdi. Bunlardan birini istemelerine dair bir ses işittiler. Onların liderleri de, siyah bulutun içinde daha çok yağmur bulunacağı düşüncesiyle onu istedi. Halbuki o bulut, toz duman dolu bir buluttu. Allah bu bulutu, Âd kavminin bulunduğu yere gönderdi. Bulut onlara bir vadiden görününce sevindiler. Ve "Bu bize yağmur yağdıracak bir buluttur." dediler. Allah da onlara: "Hayır, o, hemen inmesini istediğiniz şeydir. O bir rüzgardır. Onun içinde, rabbinin emriyle her şeyi yerle bir edecek can yakıcı bir azap vardır." buyurdu. Ahkaf sûresi, 46/24-25 Allah bu rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün musallat etti. Rüzgar devamlı esiyordu. Âd kavminin hepsini helak etti. Hiçbir kimse bırakmadı. Hud Peygamber, kendisine iman edenlerle birlikte bir bahçeye gitmişlerdi. Rüzgardan onlara, hoşlarına gidecek bir esinti ulaştırıyordu. Âd kavmini ise yerden yere vuruyor ve beyinlerini taşlarla eziyordu. 70"Sadece Allah'a ibadet etmemiz ve atalarımızın taptıklarını terketmemiz için mi bize geldin? Eğer doğru söylenlerden isen, tehdit ettiğin azabı bize getir." dediler. Kavmi Hûd'a şu cevabı verdi: "Sen bize, yalnızca Allah'a ibadet edip taptığımız diğer ilahlarımızı terketmemiz için mi geldin? Bizleri, cezalandırılmakla tehdit ediyorsun. Eğer sözlerinde doğru isen, vaadettiğin azabı bize getir de görelim." Başka birâyette de bu sapık insanların Hakka boyun eğmeleri gerekirken, ona karşı çıkıp Allah'ın azabını istedikleri şöyle beyan edilmektedir: "Yine bir zaman onlar: "Ey Allah'ım, eğer bu Kur'an, nezdinden indirilmiş hak bir ki-tapsa, gökten üzerimize taşlar yağdır veya bize, can yakıcı bir azap ver." demişlerdi. Enfal sûresi, 8/32 71Hûd dedi: "Rabbinizden sizin üzerinize bir azap ve gazap hak oldu. Hakkında Allah'ın hiçbir delil indirmediği, isimlerini, sizin ve babbalarınızın koyduğu putlar hususunda benimle tartışıyor musunuz? O halde bekleyin. Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim." Hud, kavmine dedi ki: "Artık size rabbiniz tarafından azap ve gazap geldi. Helak olacaksınız. Sizler benimle kendilerinizin ve atalarınızın putlar" diye adlandırdığınız şeyler hakkında mı tartışmaya girişiyorsunuz? Halbuki Allah, sizin bunları put edinmenize ve bunlara tapmanıza dair hiçbir delil indirmemiştir. Çünkü ibadet, zarar ve fayda verebilecek, itaat edeni mükâfaatlandırıp isyan edeni cezalandırabilecek bir yüce zat'a yapılır. Cansız olan taş, maden gibi şeyler ise ne bir zarar verebilir ne de bir fayda. Sizler, hakkınızda Allah'ın hükmünü bekleyin. Ben de, benimle sizin aranızdaki hükmünü bekleyinlerdenim. Bu âyet-i kerime, Hazret-i Hud'un, kavmini tehdit ettiğini göstennektedir. Bu itibarla bundan sonra gelen âyet, kavminin akıbetini bildirmektedir. 72Biz, Hûd ve beraberindekileri rahmetimizle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanların da kökünü kazıdık. Çünkü onlar, mü’minler değillerdi. Allahü teâlâ başka âyetlerde Hûd kavmim nasıl helak ettiğini beyan ederek buyuruyor ki: "Âd kavmi ise, uğultu çıkaran, herşeyi kasıp kavuran ve şiddetle esen bir rüzgarla yok edildi." "Allah, onların köklerini kazımak için o kasırgayı yedi gece sekiz gün aralıksız estirdi. Eğer orada olsaydın onların, kökünden sökülmüş kof hurma kötülükleri gibi yere serildiklerini görürdün." "Sen, onlardan hiç kurtulup kalanı gördün mü? Hak sûresi, 69/6-8 Evet, Âd kavmi, Peygamberlerine karşı inatlaşıp azgınlıklarında diretince Allah onları, herşeyi yok eden bir rüzgarlar helak etmiştir. Rivâyet edildiğine göre, rüzgar insanları kaldırıyor ve kafalarının üzerine yere bırakıyordu. Kafaları dağılıyor geriye bedenleri, çürümüş kof kütükler şeklinde kalıyordu. 73Semud kavmine de kardeşleri Salih'i Peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi; "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Size rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte Allah'ın şu dişi devesi size bir mucizedir. Bırakın onu Allah'ın arzından otlasın. Ona bir kötülük yapmayın. Sonra can yakıcı bir azaba uğrarsınız. Bu âyet-i kerime ve bundan gelen âyetler, Salih aleyhisselamm, kendilerine Peygamber olarak gönderildiği Semud kavminin durumunu özet olarak anlatmaktadır. Bu kavim, Hicaz ile Şam toprakları arasındaki "Hicr" bölgesinde yaşıyordu. İşte Allahü teâlâ, Salih aleyhisselami bu kavme Peygamber olarak gönderdi. O da kavmini, diğer Peygamberlerin yaptığı gibi, putları bırakıp yalnızca Allah'a ibadet etmeye davet etti. Onlar ise Salih Peygamberden, Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren bir mucize getirmesini istediler. Ve bu sebeple, Hicr bölgesinde bulunan "Kâibe" isimli bir kayadan, doğurması yakınlaşmış bir dişi devenin çıkmasını istediler. Bunun üzerine Salih aleyhisselam, bu mucize gönderildiği takdirde mutlaka iman edeceklerine ve kendisine tâbi olacaklarına dair kesin söz aldı. Ve rabbine yalvardı. Adı geçen taş yarılarak, içinden geniş vücutlu, kusursuz, yavrusu kamında hareket eden bir deve çıktı. Bunun üzerine kavminin ileri gelenleri ve etrafındakiler iman ettiler. Deve, Semud kavmiyle birlikte yaşamaya başladı. Bu deve, diğer normal hayvanlardan çok farklı idi. Bu sebeple çok su içiyordu. Bunun için Semud kavminin su içtiği kuyudan birgün deve bir gün de insanlar içiyordu. Devenin su içtiği gün bütün insanlar süt ihtiyaçlarını ondan sağlıyorlardı. Bu şekilde günle uzayıp gidince Semud kavmi buna tahammül edemeyip deveyi öldürmeye karar verdi. İçlerinden bazdan ona ok attılar ve yere düşen deveyi kesip öldürdüler. Bu haber Salih aleyhisselam'a ulaşınca, âyet-i kerime'ninde belirttiği onlara şöyle dedi: "... Evlerinizde üç daha yaşayın. Bu, yalanlanamayacak bir tehdittir. Hud sûresi, 11/65 Bundan sonra içlerinden dokuz kişi aralarında şöyle kararlaştırdılar: "Biz bu Salibi öldürelim. Eğer tehdidinde doğru ise önce biz onu halletmiş olalım. Şâyet yalancı ise onu da devesine kavuşturalım," Âyet-i kerime bu hususa da şöyle işaret buyuruyor: "Aralarından Allah'a yemin ederek şöyle konuştular: "Salih'i ve ailesini, bir gece baskınıyla öldürelim. Sonra da akrabasına "Yakınlarınızın öldürülmesinden haberimiz yok, şüphesiz bizler doğru kimseleriz." diyelim. Nemi sûresi, 27/49 Bu adamlar geceleyin gelip Salih aleyhisselaın'ı öldermek isteyince Allahü teâlâ bunların üzerine gökten taş yağdırdı ve helak etti. Semud kavmi, Salih aleyhisselam'ın söylediği üç günü beklediler. Birinci gün yüzleri sarardı, ikinci gün kızardı, üçüncü gün simsiyah oldu. Dördüncü günde ise artık Allah'ın azabım bekliyor ve neyin, nereden nasıl geleceğini bilmiyorlardı. Birgün, güneş doğar doğmaz, gökten şiddetli bir gürültü, yerden şiddetli bir sarsıntı başladı. Böylece hepsi oldukları yerde dizüstü çöke kaldılar. Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Semud kavminin yaşamış olduğu Hicr bölgesinden geçerken ashabına, oradan hızlı geçmelerini, oranın kuyularından su içmemelerini ve onların hallerine ağlamalarını söylemiştir. Taberi bu hususta çeşitli Rivâyetler zikretmiştir. 74Hatırlayın Allah sizi, Âd kavminden sonra halifeler yaptı, Ve sizi yeryüzünde yerleştirdi. Orada, ovalarında köşkler yapıyor, dağları oyup evler yapıyorsunuz. Allah'ın nimetlerini hatırlayın. Yeryüzünde bozguncular olarak fesat çıkarmayın. Allah'ın üzerinizde olan nimetini hatırlayın. Hani Allah, Âd kavmini helak ettikten sonra onların yerine sizi getirmişti. Sizleri yüryezünde yerleştirdi. Ovalarında köşkler yapıyorsunuz dağlan delip evler ediniyorsunuz. Allah'ın, üzerinizde olan nimetlerini hatırınızdan çıkarmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. 75Kavminin büyüklük taslayan ileri gelenleri, aralarında küçümsedikleri iman edenlere dediler ki: "Salihin, rabbi tarafından Peygamber olarak gönderildiğini gerçekten biliyor musunuz?" Onlar da: "Şüphesiz biz, onunla gönderilenlere iman ediyoruz." dediler. Salih'in kavminden, kibirlerinden dolayı Salih'e iman etmeyen ileri gelen kimseler, kavminden, Salih'e iman eden zayıflara şöyle dediler: "Salih'in, rabbi tarafından bize ve size gerçekten Peygamber olarak gönderildiğini biliyor musunuz? Onlar da "Biz, Allah'ın Salihle beraber gönderdiği hak ve hidâyete şüphesiz iman ediyoruz." dediler. 76O büyüklük taslayanlar ise: "Şüphesiz sizin iman ettiğinizi biz inkâr ediyoruz, dediler. Kendi güçlerine, mal ve servetlerine güvenen o mütekebbir kavim, cahilce ifadelerle Salih aleyhisselam'a karşı çıkıp onun tebliğ ve tekliflerine karşı "Senin iman ettiğini biz inkâr ediyoruz." dediler. Halbuki onların, fani olan bu dünya varlıkları, kendilerinin felaketine sebep olacaktı da bunun farkında değillerdi. 77Deveyi kestiler ve böylece rablerinin emrine isyan ettiler. Ve dediler ki: "Ey Salih, eğer gerçekten Peygamberlerdensen bizi tehdit etmekte olduğun azabı bizlere getir." Kavmi, Salih'in tenbih ve ikazlarına rağmen deveyi kestiler ve gÂyet şımarık ve münkir bir eda ile ona meydan okuyarak: "Eğer sen, gerçekten Peygambersen, tehdit ettiğin, geleceğini haber verdiğin azabı bize getir de görelim. "Artık lâyık oldukları acıklı azabın başlarına gelmesi pek yakındı. 78Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de, evlerinde dizüstü kapanıp kaldılar. Semud kavmi Salih Peygamberin davetine uymadı ve onun ikazını dinlemeyerek, bir mucize olarak Allah tarafından gönderilen deveyi kestiler, İşte bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Gökten de pek müthiş bir çığlık kopup geldi. Bu sarsıntı ve çığlığın dehşetinden kalbleri parçalanarak helak olup gittiler. Gelen facianın şiddetinden hiçbir tarafa kıpırdayamadan oldukları yerde dizüstü yığılıp kaldılar. Rivâyete göre onlar deveyi çarşamba günü kesmişler bu azapta ta kendilerine Cumartesi günü gelmişti. Hazret-i Salih, gelecek olan bu felaketi bildiği için yüz yirmi kadar mü’minle beraber o memleleti terketmişti. Oradan uzaklaştıktan sonra uzaktan bir dumanın, kavminin üzerine çöktüğünü görmüş ve onların helak olduklarını anlamıştı. 79Salih onlardan yüzçevirdi ve şöyle dedi: "Ey kavmim, ben, rabbimin vahyini size tebliğ ettim. Ve size nasihat ettim. Fakat siz, nasihat edenleri sevmezsiniz." Salihin kavmi Semud, deveyi kesip azabın kendilerine derhal gelmesini isteyince Salih, onların arasından çıkıp gitmiştir. Çünkü Allah ona, üç gün içerisinde kavmini helak edeceğini bildirmiştir. Salih aralarından ayrılmadan önce onlara "Rabbimin size ulaştırmamı emrettiği emir ve yasaklarını size ilettim. İnkârcılığınıza ve putlara tapmaya devam etmeniz halinde, azabına uğratacağına dair sizlere nasihat ettim. Fakat sizler, Allah hakkında size nasihat edenleri ve şehvani arzularınıza uymamanızı söyleyenleri sevmezsiniz Bir kısım müfessirlere göre; Salih aleyhistelam bu sözlerini onlara, helak olmalarından sonra söylemiştir. Onlar ölü olmalarına rağmen Salih aleyh isse lam'in sözlerini işitiyorlardı. Nitekim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir savaşında, öldürülerek kuyulara atılan ileri gelen müşriklerin cesetlerine seslenerek şöyle demiştir. "Ey Hişam oğlu Ebû Cehl, ey Rabia oğlu Ütme, ey Rabia oğlu Şeybe, rabbinizin size vaadettiği şeyi gerçek olarak bulmadınız mı? Zira ben, rabbimin bana vaaddetiği şeyi gerçek olarak buldum." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu sözünü duyan Ömer (radıyallahü anh) "Ey Allah'ın Resulü, onlar nasıl işitir ve cevap verirler? Onlar, leş haline gelmiş, durumdalar." diye sorunca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şu cevabı verdi: "Canım, kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki sizler benim söylediklerimi onlardan daha iyi işitmiyorsunuz. Ne var ki onlar cevap veremiyorlar." (Müsîim, k. el-Cennet, bab: 77 Hadis No: 2874 / Buhari, K. el-Cenaiz, bab: 87). 80Lût'u da kavmine Peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Sizden önce âlemlerden hiçbirinin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz? Biz, Lût'u da kavmine peygamber olarak gönderdik. O, Sudan şehrinde yaşayan kavmine dedi ki: "Kadınları bırakıp ta kadınlara yaklaşma hayasızlığını mı yapıyorsunuz? Sizden önce bu hayasızlığı, âlemlerden hiçbir kimse yapmamıştır. Allahü teâlâ Lût aleyhisselam'ı da kendi kavmine Peygamber olarak göndermiştir. Lût, Hazret-i İbrahimin kardeşinin oğludur. Hazret-i İbrahim"e iman etmiş ve onunla beraber Şam topraklarına hicret etmiştir. Sonra Allah Teâla onu, So-dom halkına ve çevresine Peygamber olarak göndermiştir. Lût, kavmini, Allah'a iman etmeye davet etmiş, onlara iyiliği emredip kötülükten alıkoymak için gayret göstermiş ve onları insanlık tarihinde ilk defa icat ettikleri, erkeklere yaklaşma hayasızlığından uzaklaştırmaya çalışmıştır. Fakat onlar bu çirkin ahlaklarında ısrar etmişler kendilerini ayıplayan Lût ile alay ederek oradan sürgün edilmesine karar vermişler, bunun üzerine Allah onların üzerine ateşten taşlar yağdırarak, Lût'a iman edenlerin dışında hepsini helak etmiştir. 81Siz kadınları bırakıp ta şehvetle erkeklere mi yaklaşıyorsunuz? Doğrusu siz, haddi aşan bir kavimsiniz. Lût, kavminin yaptığı çirkin fiilden dolayı onları kınamış ve onlara "Allah'ın size helal kıldığı kadınları bırakıpta erkeklere mi şehvetle yaklaşıyorsunuz? Doğrusu sizler, Allah'ın koyduğu sınırları aşan bir topluluksunuz." dedi. 82Kavminin cevabı şöyle oldu: "Lût ve onunla beraber iman edenleri memleketinizden çıkarın. Çünkü onlar, çok temizlenen insanlarmiş." Lût, kacmini, yaptığı çirkin fiilden ve irtikabettikleri haramdan dolayı uyarınca onların cevaplan ancak şu olmuştur. "Lût'u, ailesini ve ona iman edenleri buradan çıkarın. Çünkü onlar bizim, erkeklere arkadan yaklaşmamızı çirkin görüyor ve ondan kaçınıyorlar. 83Bunun üzerine biz de Lût'u ve ailesini kurtardık. Karısı müstesna. Çünkü o, geride kalıp helake uğrayanlardan oldu. Lût kavmi, Lût'un bütün kınamalarına ve onlara, Allah'ın bu fiili kendilerine haram kıldığını tebliğ etmesine rağmen Lût kavmi, azgınlığında ısrar etti. Biz de onları helak ettik. Lutun ve karısı hariç ona iman eden ailesini kurtardık. Karısı ise Lût'a ihanet eden ve Allah'a karşı İnkârcı biri olduğundan biz onu, Lût gittikten sonra geride kalıp helak olanlardan kıldık. Lût aleyhisselam'ın karısı, Lût'a iman etmeyen ve kavminin sapık dini üzere yaşayan bir kadındı. Kavmini Lût'a karşı kışkırtıyor, gelen misafirleri özel bir işaretle diğer insanlara haber veriyordu. Bu sebeple Lût'a, o memleketten çıkıp gitme emri gelince bu işi karısına haber vermemesi ve onu da beraberinde götürmemesi bildirilmişti. 84Biz, onların üzerine öyle bir yağmur yağdırdık ki, suçluların akıbeti nasıl olurmuş bir bak. Allah Tealâ başka bir âyet-i kerime'de de bu yağmuru nasıl bir yağmur olduğunu beyan ederek buyuruyor ki: "Azap emrimiz gelince, yaşadıkları ülkenin üstünü altına çevirdik. Üzerine, rabbin tarafından işaretlenmiş kızgın taşları sağnak halinde yağdırdık. Bu azap, zalimlerden hiçbir zaman uzak değildir Hud sûresi, 11/82-83 Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyuruyor: "Kimin, Lût, kavminin yaptıklarını yaptığını görürseniz, yapanı da yaptıranı da öldürün. İbn-i Mace, K. el-Hudud, bab: 12, Hadis No: 2561 /Tirmizi, k. el-Hudud, bab: 24, HN: 1456 Bu Hadıs-i Şerifi Rivâyet eden Tirmizi sahihi Ebû İsa özelle şunları söylemekledir. "Bu konuda Cabir b. Abdullah ve Ebû Hureyreden de Hadis edilmiştir. Âlimler, Lût kavminin yaptığı bu çirkin fiili işleyenlerin cezası hakkında farklı görüşler boyan etmişlerdir. İmam Mâlik, İmam Şafii, İmam Ahmet ve İshak'a göre bu işi yapanın cezası, ister evli olsun ister bekâr olsun, recm edilmektir. Tabiîn fakihlerinden, Hasan-ı Basrî, İbrahim en-Nehâi, Ata b. Ebi Rebah ve bunlara katılan Sevrî ve Küfe âlimlerine göre bu işi yapanın cezası, zina yapanın cezası gibidir. (Bkz. Tirmizi K. el-Hudut b. 24 HN: 1456 Ebû Davud'un zikrettiği Hadislere yorum yapan Hattabî ise bu konuda şunları söylüyor: "Saki b. el-Müseyyeb, Ata b. Ebi Rebah, Nehaî, Hasan-ı Basrî ve Katadeye göre, Lût kavminin yaptığı o çirkin işi yapan kişi evli ise recmedilerek öldürülür, bekâr ise yüz sopa vurulur. Şafiî'nin tercih edilen görüşe de budur. Aynı görüş, Hanefî mezhebi âlimlerinden, İman Ebû Yusuf ve İmam Ahmed'den de nakledilmektedir. Şa'bîden nakledilen, İmam Mâlik ve İshak'ın da katıldıkları diğer bir görüşe göre ise bu işi yapan ister evli olsun ister bekâr olsun recmedilir. Ebû Hanife ise, bu kişiye zina cezasının uygulanamayacağı, buna tazir cezasının gerektiği görüşündedir. Evzahi, bu işi yapanın, zina yapanın hükkiine tabi olduğunu söylemiştir. Zahiriye mezhebinin bazı âlimleri ise bu işi yapan, herhangi bir ceza gerekmediği söylemişlerdir. Hattâbi diyor ki: "Ben son görüş, gerçeğe en uzak olan ve hayasızlara bu iş için açık kapı bırakan bir görüştür. Reddedilmesi gerekir. (Bkz. Ebû Davud, K, el-Hudud HN: 4462) Alimlerin bir kısmı bu Hadise dayanarak, bu işi yapanın veya yaptıranın evli veya bekâr olmasına bakmaksızın taşlanarak öldürülmesine hükmetmişlerdir. Diğer bi kısım âlimler ise bu haide de evli ve bekâr ayırımı yapan zina cezasına hükmetmişlerdir. Kadınlara da arkadan, yani anüsten yaklaşmak haramdır. Bu hususla birçok Hadisler zikredilmiştir. 85Medyen halkına kardeşleri Şuaybı Peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: "Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların eşyasının değerini düşürmeyin. Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Eğer iman ediyorsanız bu, sizin için daha hayırlıdır. Medyen kabilesine de kardeşleri Miykil oğlu Şuayb'i Peygamber olarak gönderdik. Şuayb onlara şöyle dedi: "Sizin için, sizi yaratan, size mefaat ve zarar verme elinde bulunan Allah'tan başka kulluk edeceğiniz bir ilâh yoktur. Sizlere, benim hak Peygamber olduğumu gösteren açık bir delil ve alâmet gelmiştir. Ölçü ve tartılarınızı tam olarak yapmak suretiyle insanlara haklarını verin. Onların haklarından birşey eksiltmeyin. Allah, Peygamberler göndererek yeryüzünü düzelttikten sonra, sizler, Allah’a isyan ederek orada bozgunculuk çıkarmayın. Benim size: "Yalnız Allah’a kulluk edin, ölçü ve tartılarda insanlara haklarını tam olarak verin." diye bildirdiğim emir, eğer iman ediyorsanız, sizin için Allah katında daha hayırlıdır. Âyet-i kerime’de: "Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir." ifadesi, Şuayb aleyhisselamın da bir mucizesi bulunduğunu göstennektedir. Ancak bu mucizenin ne olduğu açıklanmamıştır. 86Allah'a iman edeni tehdit ederek, Allah yoyundan men ederek ve o yolun eğriliğini dileyerek her yolun önünü kesmeyin. Hatırlayın, vaktiyle siz, pek az idiniz. Allah sizi çoğalttı. Bozguncuların sonu nasılmış bir bakın. Mü’minleri ölümle tehdit ederek, Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik edenleri Allah'ın dininden men ederek, Allah'ın yolunda gidenlere eğri yollar göstererek her yolun başını kesmeyin. Hatırlayın, bir zaman sizin sayınız az idi. Allah sizin cemaatinizi çoğalttı. Böylece sizi, zilletten ve ezilmekten kurtardı. Allah'ın, size vermiş olduğu bu nimetlere karşılık ona şükredin ve sadece ona kullak edin. Yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların nasıl cezalara çarptırıldıklarına ve akıbetlerinin ne olduğuna bir bakın. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Medyen halkı yolların başını tutup oradan geçenlere: "Şuayb yalancıdır." diyorlardı. Ona iman etmek isteyenleri tehdit ediyor ve korkutuyorlardı. Âyet-i kerime buna işaret etmektedir. Katade, Mücahid ve Süddi de Şuayb kavminin, bu şkekilde yollan kestiklerini zikretmişlerdir. Âyet-i kerime'ede, Şuayb kavminin, insanları Allah'ın yolundan alıkoydukları zikredilmektedir. Bundan maksat, onların Allah'a iman edenleri ve itaat ederek Salih amel işleyenleri iman ve amelden alıkoymaya çalışmalarıdır. Âyeti kerime'nin sonunda "Bozguncuların sonu nasılmış bir bakın" buyu rulmaktadır. Bundan maksat, "Rablerine karşı gelen ve peygamberlerine isyan eden sizden önceki ümmetlerin başlarına nasıl felaket ve azaplar geldiğine bir bakın. Bunlardan bazılan tufanla boğularak bazılan taşlar yağdırılarak, bazıları da çığlığa kapılarak helak olmamışlar mıdır?" demektir. 87Mademki içinizden bir topluluk benimle gönderilene iman ediyor, bir toplulukta inanmıyor. O halde Allah'ın aramızda hükmünü bildirmesine kadar sabredin. O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır." Madem ki içinizden bir topluluk, bana indirilen, ibadeti yalnız Allah'a yapma, ona karşı gelmeyi terketme, insanlara haksızlık yapmayı bırakma, ölçü ve tartıyı eksik yapmaktan vaz geçme esaslarına iman ediyor, diğer bir topluluk ta bunlara iman etmiyor ve bana tabi olmuyor, o halde Allah'ın aramızda vereceği kesin hükme kadar sabredin. Allah, hüküm verenlerin en hayırlısı ve yargılıyanların en adaletlisidir. Zira onun verdiği hükümde herhangi bir kayırma bulunmlaz. 88Kavminin, büyüklük taslayan ileri gelenleri şöyle dediler: "Ey Şuayb, seni ve seninle beraber iman edenleri ülkemizden mutlaka çıkaracağız yahut da bizim dinimize döneceksiniz. "Şuayb da şöyle dedi: "Dininize dönmek istemesek te mi?" Şuaybın kavminden ileri gelen ve Allah'a iman edip, Peygamberlerine uymayı gururlarına yediremeyenler ise Şuayba şu cevabı vermişlerdir. "Ey Şuayb ya sen ve sana tabi olan mü’minler bizim dinimize dönersiniz yahut da sizleri ülkemizden mutlaka çıkaracağız. "Bunun üzerine de Şuayb şöyle demiştir: "Bizler istemesek te mi? bizleri memleketinizden çıkarıp ve Allah'ın dininden alıkoyacaksınız." 89Eğer Allah bizi, dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönecek olursak Allah'a yalan iftira etmiş oluruz. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi müstesna, sizin dininize dönmeniz mümkün değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Ey rabbimiz, kavmimizle bizim aramızda hak ile hükmünü ver. Sen, hüküm verenlerin en hayırlısın. Allah bizleri hiyate erdirip sizin dininizden kurtardıktan sonra şâyet sizin dininize dönecek olursak biz Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Artık bizim, sizin dininize dönmemiz imkânsızdır. Ancak Allah, daha önce hakkımızda böyle bir şey takdir etmişse bu müstesnadır. Rabbimizin ilmi herşeyi kuşatmıştır. Olup biten ve olacak şeylerden hiçbiri ona gizli değildir. Biz, bütün işlerimizde ancak Allah'a dayanırız. Ey rabbimiz, sen, bizimle, kafir olan kavmimizin ansını adaletli hükümle ayır. Zira sen, hükü verenlerin en hayırlısısm." Şuayb aleyhisselam, kavminin iman etmesinden ümidini kesip kendisinin ve mü’minlerin, bunların şerrine uğramalarından korkunca Allah'a yalvararak meseleyi ona havale etti. Allah da Şuayb'in duasını kabul etti. 90Kavminin ileri gelen kâfirleri şöyle dediler: "Yemin olsun ki eğer Şuayb' uyarsanız o zaman hüsrana uğrarısınız. Şuaybin kavminden ileri gelen kâfirler ise: "Yemin olsun ki eğer sizler, Şuaybin, Allah'ın bir olduğunu kabil etme davetine uyar ve onun Peygamberliğini kabul edersiniz, o takdirde mutlaka helak olacak ve bu yaptıklarınızla aldanmış olacaksınız" dediler. 91Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakalayıverdi de evlerinde dizüstü çöküp kaldılar. Sonunda onları bir çığlık ve şiddetli bir sarsıntı yakaladı. Evlerinin içinde dizüstü çökerek helak oldular. Şuayb aleyhisselam'in kavminin nasıl helak olduklarını şu âyet-i kerimeler daha açık bir şekilde belirtmektedir. Şuayb onları imana davet edince şöyle demişlerdi. "Sen ancak büyülenmişlerden birisin." "Sen, bizim gibi bir beşerden başka bir şey değilsin. Öyle sanıyoruz ki sen, yalancılardansın." "Eğer sözünde sadık kimselerdensen, üzerimize gökten parçalar düşür. Şuara sûresi, 26/185-187 Onların böyle söylemeleri üzerine Allahü teâlâ da onları cezalandırdı. Onların başına gelen azabın ne olduğunu da şu âyet-i kerime beyan etmektedir. "... Onları, gölgeleyen bulut gününün azabı yakalayıverdi. Şuara sûresi, 26/189 Onları gölgeleyen bu bulutun ateşlerle dolu olduğu, üzerlerine gürültülerle geldiği ve yer'in de şiddetli sarsıldığı, böylece helak olup gittikleri ve geriye içi boş cesetlerinin kaklığı Rivâyet edilmektedir. Sü'ddî, Şuayb (aleyhisselam)'ın, kavmiyle olan kıssasını ve kavminin akıbetinin ne olduğunu beyan ederek diyor ki: "Allah, Şuayb (aleyhisselam) Medyen şehrine ve Eyke halkına Peygamber olarak gönderdi. Bu kavmin, inkârcılıklarıyla birlikte ölçü ve tartılarını eksik yapıyorlardı. Şuayb (aleyhisselam) onları dine davet etti. Onlar onu yalanladılar. Onlar, inkârcılıklarında ve yalanlamalarında ısrar edince Şuayb onları, Allah'ın cezalandırmasıyla uyardı. Onlar buna aldınş etmediler. Bilakis Şuayb'i alaya alarak vaadettiği azabın derhal gelmesini istediler. Bunun üzerine Allah onlara cehennemin kapılarından bir kapı açtı. Dehşetli bir sıcak onları yakıp kavuruyor onlara ne gölgeler ne de sular fayda veriyordu. Sonra Allah onlara güzel rüzgar estiren bir bulut gönderdi. Onlar rüzgarın serinliğini ve güzelliğini hissettiler. Birbirlerine "Bulutun altında gölgelenelim." diye seslendiler Bulutun altında, erkek, kadan, çoluk çocuk toplanınca bulut onların üzerine kapandı ve hepsini birden helak etti. 92Böylece Şuayb'i yalanlayanlar, sanki o evlerde yaşamamış gibi oldular. Hüsrana uğrayanlar, Şuayb'i yalanlayanlar oldu. Evet, kâfirlerin iddia ettikleri gibi, Şuayb'e tabi olanlar değil, Şuaybi yalanlayanlar azaba uğratılarak hüsrana uğramışlardır. 93Şuayb onlardan yüzçevirerek şöyle dedi: "Ey kavmim, size rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size nasihatta bulundum. Artık, kâfir olan bir kavme nasıl acırım? Şuayb, onların arasından ayrıldı ve üzerlerine azabın kesin olarak geleceğini anlayınca, durumlarını dile getirerek şöyle dedi: "Şüphesiz ki ben size, rabbimin emirlerini ilettim. Ona itaat etmeniz için size nasihatta bulundum. Şimdi ben, rablerinin birliğini inkâr töen ve Peygamberlerini yalanlayan kafir bir topluluğun uğrayacağı bir felakete nasıl üzüleyim ve onlara acıyayım? 94Biz hangi memlekete bir Peygamber gönderdiysek, oranın halkı boyun eğip yalvarsınlar diye yokluk ve sıkıntıya uğratmışızdır. Ey Rasûlüm, biz senden önce, hangi ülkeye bir Peygamber gönderdiysek, oranın halkı, rablerine yalvarıp, günahlarından dolayı ona tevbe etsinler diye onları ızdıraplara, sıkıntılara ve felaketlere uğrattık. 95Sonra o kötü durumu iyice çevirdik. Nihâyet çoğaldılar ve şöyle dediler: "Atalarımız da sıkıntılı ve sevinçli günler yaşamışlardı." Neticede onları, haberleri olmadan ansızın yakalayıverdik. Sonra, o ülke halkının sıkıntı ve Çarlıklarını bolluğa ve genişliğe çevirdik. Hem kendileri çoğaldı hem de malları arttı. Onlar: "Bizden önceki atalarımızın ve geçmişlerimizin başına sıkıntılar ve darlıklar gelmiştir. Onlar, sevinçli günler de yaşamışlardır." demiş fakat kendileri öğüt almamışlardır. Bunun üzerine biz onları, haberleri olmadan ani bir azapla yakalamışızdır. Bu âyet-i Celile, Peygamberi yalanlayanlara karşı Allahü teâlâ'nın süregelen kanununu beyan etmektedir. Allah, bu tür insanları ızdıraplara, sıkıntılara düşürür. Tâ ki, yaptıkları kötülüklerden vaz geçip hakka yönelsinler. Sonra da sıkıntıları genişliğe, darlıkları bolluğa çevirir. Tâ ki, uyansınlar ve nimetlere karşı şükretsinler. Buna rağmen inkâr ve yalanlarında yine de ısrar ederlerse bu defa da onları ansızın yakalayıverir ve cezalandırır. 96Eğer o memleketlerin halkı iman edip Allah'tan korksalardı yerden ve gökten onlara bereket kapıları açardık. Fakat onlar yalanladılar. Bunun üzerine biz de onları, yaptıklarından dolayı azabımızla yakaladık. Şâyet o memleketlerin halkı, Allah'ı ve Peygamberlerini tasdik edip, Allah'ııv em iri erini tutup yasaklarından kaçınarak ondan korksalardı, onlara gökten bol yağmurlar gönderir, yeryüzünden bol bol bitkiler çıkarırdık. Böylece göklerin ve yerin nimetlerinden faydalanmış olurlardı. Fakat onlar, buna layık olamadılar. Kendilerine gönderilen Peygamberleri yalanladılar. Biz de onları, günahları yüzünden helak ettik. 97Bak. Âyet 98. 98O memleketler halkı, azabımızın onlara uyurlarken gece gelmeyeceğinden eminmidirler? Ve yine o memleketler halkı, azabımızın kendilerine, kuşluk vakti eğlenirlerken gelmeyeceğinden emin midirler? Allah, azabını dilerse gece, dilerse gündüz gönderir. Hiçbir kimse ona mani olacak güçte değildir. O halde akıllarını kullanıp doğru yoldan ayrılmasınlar. 99Yoksa onlar, Allah'ın, kendilerini ansızın yakalayıvermesinden emin mi oldular? Allah'ın ansızın yakalamasından, ancak hüsrana uğrayan bir topluluk emin olur? Yoksa onlar, Allah'ın, kendilerine bolluklar ve sıhhatlar ihsan ederek fırsat vermesinden dolayı mı Allah'ın azabından emin oldular? Allah'ın azap ve cezai andı rm asından ancak helak olan bir topluluk emin olur. 100Önceki halkından sonra, yeryüzüne vâris olanlara şu gerçek belli olmadı mı ki? Eğer dilersek onları, günahlarından dolayı cezalandırırız. Kalblerini mühürleriz. Böylece işitmez olurlar. Yeryüzündeki insanları helak ettikten sonra, onların arkasından getirdiğimiz insanlara şu gerçek beli olmamış mıdır ki, eğer biz dilersek, kendilerinden öncekilere yaptığımız gibi, onları da günahları yüzünden cezalandırırız, kalblerini mühürleriz de, öğüt alıp faydalanacaktan şeyleri işitmez olurlar. 101Ey Resulüm, işte memleketler, onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Şüphesiz ki onlara, Peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına iman edecek değillerdi. Allah, kâfirlerin kalblerini işte böyle mühürler. Ey Rasûlüm, sana anlattığımız, Nuh, Âd, Semud Lût ve Şuayb kavimlerinin ülkelerinde yaşayan insanların haberlerini ve Peygamberlerine karşı nasıl davrandıklarını bildiriyoruz ki, düşmanlarımız karşısında zaferin daima Peygamberlerimize ait olduğunu bilmiş olasın. Bu ülkeler halkına Peygamberler, alelade insanlar gibi değil, apaçık delillerle gelmişlerdi. Kendilerine hak geldiğinde onu yalanlayan müşrikler, elbette ki daha sonra ona iman edecek değillerdi. Allah, geçmişte bu ümmetlerin kalbini mühürlediği gbü, senin ümmetinden olan kâfirlerin kalblerini de öylece mühürler. Âyet-i kerime'de geçen "Fakatonlar, daha önce yalanladıklarına iman edecek değillerdi." İfadesi, mü fessirl er tarafı ulan çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- Süddiye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir: "Helak eniğimizi anlattığımız bu müşrikler, kendilerini Âdemin sulbünden çıkarıp iman etmelerine dair söz aklığımızda, yalanlamış oldukları şeylere, daha sonra iman edecek değillerdi. b- Übey bi Kâ'b ve Rebi' b. Enes'e göre ise bu ifadenin manası şöyledir: "Kendilerini helak ettiğimiz bu müşrikler, Âdemin Sulbünden çıkarılıp imana davet edildiklerinde, ikrar etmelerine rağmen, Allah'ın ezeli ilminden Peygamberlerini yalanlayacakları daha önceden belli olduğu için helak edilmeselerdi de iman edecek değillerdi. c- Mücahide göre bu ifadenin manası şöyledir: "Bu müşrikler, helak edilmeden önce iman etmediklerinden helak edilmelerinden sonra tekrar diriltilecek olsalardı yine iman etmezlerdir. Taberi, bu görüşlerden ikinci görüşün tercihe şayan olduğunu, bu ifadenin manasının da şöyle olduğunu söylemiştir. "Helak edilen bu müşriklerin iman etmeyecekleri, Allah'ın ezeli ilminde belli olduğu için bunlar, kendilerine peygamberler geldiğinde onlara iman edecek değillerdi. 102Onların ekseriyetini ahde bağlı bulmadık. Bilakis çoğunu fâsıklar olarak bulduk. Ey Rasûlüm, kendilerini helak ettiğimiz ve kıssalarını sana anlattığımız bu ülkeler halklarının çoğunu, kendilerine emrettiğimiz, Allah'ı birleme, Peygamberlerine uyma, Allah'a itaatte buulunma ve putlardan kaçınma gibi esaslara bağlı kimseler bulmadık. Aksine bunların çoğunu, rablerine itaatten ayrılan, onun emirlerini terkeden kimseler olarak bulduk." Âyet-i kerime'de geçen ve "Ahd" diye tercüme edilen kelimesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli izahlarda bulunulmuştur. a- Bir kısım alimlere göre bu alıit'ten maksat, emredilenleri yerine getirmektir. ÂÂyet-i kerime'de, helak edilen bu ümmetlerden çoğunun, emredilenleri yerine getirmedikleri beyan edilmiştir. Abdullah b. Abbas, âyeti bu şekilde izah etmiştir. b- Mücahid ve Ebbul Aliyeye göre ise Âyette geçen maksat, Allahü teâlâ'nın, Âdem'in sulbünde iken, insanlardan, iman etmelerine dair aldığı söz'dür. Âyet-i kerime'de, helak edilen ümmetlerden çoğnun, daha önce Allah'a vermiş oldukları bu söze bağlı kalmadıkları zikredilmiştir. Âyette zikredilen "Ahit" üzerinde müfessirler özetle şunları söylemişlerdir Daha çok nakli delillere dayanan müfessirler âyetin zahirî manasını alarak, Allahü teâlâ'nın, bütün insanları zerrecikler halinde Hazret-i Âdemin sulbünden çıkarıp akıl verdiğini ve onlara rableri olduğunu ikrar ettirdiğini, daha sonra, heşer olarak dünyaya gelen insanlardan bir kısmının bu sözlerine sadık kaldıklarını, bir kısmının ise sözlerinden döndüklerini..." Ve işte âyeti kerime'de geçen ahitten maksadın, buradaki söz. verme olduğunu söylemişlerdir. Âyet-i kerime'de buyurulmaktadır ki: "Rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da "Evet şahidiz sen bizim Rabbimizsin." diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde "Bizim bundan haberimiz yoktu" dememeniz içindir." Diğer bir görüşe göre buradaki "Ahit"ten maksat, insanların yaratılışları itibariyle, Allah'ın varlığını ve birliğini kabule meyilli olmalarıdır. Yani, Allah'ın kullarından ahit ve söz alması demek, onları kendisini tanıyacak ve emirlerine uyacak özellikle yaratması ve bu özelliği benliklerinde taşımalarıdır. Nitekim Peygamber efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Her doğan çocuk, fıtrat üzere (İslamı kabullenecek şekilde) doğar. Fakat onu, anne ve bahası, Yahudileştirir, yahut Hıristiyanlaştırır yahut da putperestleştirir. Nitekim bir hayvan, yavrusunu ağlını bir şekilde doğurur. Size, doğan yavrunun herhangi bir organını kesilmiş; görür müsünüz?" 103Sonra o Peygamberlerin arkasından, Firavun ve topluluğuna mucizelerimizle Mûsayı gönderdik. Fakat onlar, mucizelerimize karşı haksız davrandılar. Bozgucuların akıbeti nasıl olurmuş bir bak. Nuh, Hud, Lût, Salih ve Şuayb Peygamberlerden somu, İmran oğlu Mûsayı, apaçık delil ve mucizelerimizle Firavuna ve kavmine gönderdik. Fakat onlar, delil ve mucizelerimizi yalanladılar. Ey Rasûlüm, Firavun ve kavmi gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkaranların akıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak. Biz onları denizde boğduk. 104Bak. Âyet 105. 105Mûsa dedi: "Ey Firavun, şüphesiz ben, âlemlerin rabbi olan Allah tarafından gönderilmiş bir Peygamberim. Bana, Allah’a dair ancak gerçeği söylemem yaraşır. Rabbinizden size apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullarım benimle beraber salıver." Mûsa, Firavuna şöyle demişti: "Ey Firavun, şüphesiz ki ben, âlemlerin rubbi tarafından gönderilen bir Peygamberim. Beni sana Allah gönderdi. Allah’a karşı hak olandan başka bir şey söylemem bana yakışmaz. Size, rabbiniz tarafından, Peygamberliğimin doğru olduğunu gösteren apaçık bir delil getirdim. Artık İsrailoğullarım esaretinde tutma, onları serbest bırak benimle beraber gelsinler. 106Firavun: "Şâyet bir delil getirdiysen ve doğru söyleyenlerden isen onu ortaya koy." dedi. Firavun ise Mûsaya şu cevabı vermişti: "Eğer sen, söylediklerinin doğru olduğunu gösteren bir delil getirdiysen ve bu iddianda doğru ise onu ortaya koy da görelim." 107Bak. Âyet 108. 108Bunun üzerine Mûsa asasını yere attı. O hemen apaçık bir yılan olu verdi. Elini koynundan çıkardı. Bir de ne görsünler, bakanlara pırıl pırıl parlayan bembeyaz bir el. Firavunun bu sözü üzerine Mûsa, asasını yere bıraktı. Âsâ hemen, herkes tarafından görülebilecek büyük bir yılan oluverdi. Âyet-i kerime'de, Hazret-i Mûsa'nın âsâsı'nın apaçık bir yılana dönüştüğü zikredilmiştir. Müfessirler, bu yılanın mahiyeti hakkında çeşitli izahlarda bulunmuşlardır. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Âsâ, ağzı açık büyük bir yılan oluverdi. Hızla Firavunun üzerine doğru gelmeye başladı. Bunun gören Firavun, kendisini tahtından aşağı attı ve Mûsa'dan, yılana engel olması için yardım istedi. Bunun üzerine Mûsa, onu eline aldı ve âsâ eski haline döndü. Süddi de diyor ki: "Bu yılan, ağzı açık, alt çenesini yere üst çenesini sarayın duvarına koymuş olan erkek bir yılan idi. Firavunu yakalamak için ona yöneldi. Firavun onu görünce çok korktu. Yukarı doğru sıçradı ve altına kaçırdı. Daha öne başına böyle bir iş gelmemişti. Firavun: "Ey Mûsa şunu tut. Ben, sana iman edenlerdenim. İsrailoğullarım seninle birlikte gitmeleri için serbest bırakacağım." dedi. Mûsa onu tuttu ve yılan tekrar âsâya dönüştü. Mücahid de demiştir ki: "Âsâ'nın dönüştüğü ylanın iki çenesinin arası kırk arşın idi." Âyet-i kerime'de, Mûsa'nın elini koynundan çıkarınca bakanlar için bembeyaz bir el olduğu zikredilmiştir. Rivâyet edildiğine göre Hazret-i Mûsa'nın teni esmer imiş, Elini koynuna sokup çıkardığında ise eli bembeyaz oluvermiş. 109Firavun kavminin ileri gelenleri şöyle dediler: "Şüphesiz, bu, çok bilgili bir sihirbazdır." Mûsa'nın göstermiş olduğu mucize karşısında hemen iman etmeleri gereken Firavun ve kavminin ileri gelenleri, Mûsa'nın sihirbaz olduğunu söylemeye başladılar. Mûsa'nın göstermiş olduğu mucizeyi, sihirbazların gösterdikleri sihir cinsinden bir olay gibi göstermeye çalıştılar. 110Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Firavun dedi: "O halde ne emredersiniz? Bunun üzerine Firavun kavminin ileri gelenleri: "Şüphesiz ki bu Mûsa çok bilgili bir sihirbazmiş, sihiri ile insanları aldatıyor, Siz Kiptiler topluluğunu, topraklarınz olan Mısır'dan çıkarmak istiyor." dediler. Firavun da o topluluğa yönelerek: "O halde ne emredersiniz?" dedi. 111Bak. Âyet 112. 112Dediler ki: "Onu ve kardeşini şimdilik ertele ve şehirlere, sihirbazları toplayacak adamlar gönder." Ne kadar bilgili sihirbaz varsa hepsini sana getirsinler. Firavun kavminin ileri gelenleri: "Mûsa'yı ve kardeşini şimdilik tut. Emrin altında bulunan şehirlere görevliler gönder, sihirbazları toplayıp sana getirsinler." dediler. Firavun döneminde sihir yapmak çok yaygın olduğu için, mucizelele gelen Hazret-i Mûsa'nın da bir sihirbaz olduğunu sananlar ve kendi sihirleriyle ona galip geleceklerine inananlar vardı. Bu sebeple, kendi sihirbazlarını toplayarak Hazret-i Mûsa'yı mağlup etmek istediler. Nitekim diğer bir âyet-i kerime'de Firavunun şöyle dediği zikredilmektedir: "Firavun Mûsa'ya şöyle dedi: "Sinirinle bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin ey Mûsa? Biz de mutlaka sana, senin sihirin gibi bir sihir getireceğiz. Şimdi sen, bizimle bir buluşma zamanı ve yeri tayin et. Ondan ne biz cayalım ne de sen. Buluşacağımız yer, münasip bir yer olsun." Taha -sûresi, 20/57-58 Âyette zikredilen ve "Ertele" diye tercüme edilen kelimesi, Abdullah b. Abbas tarafından "Ertele" manasına Katade tarafından "Tutukla" manasına yorumladığı zikredilmiştir. Firavun, Mûsa ve Harun'a karşı koymak üzere, Mısır'dan sihirbazları toplamak için her tarafa polislerini göndermiştir. 113Sihirbazlar Firavuna geldiler ve dediler ki: "Eğer biz galip gelirsek bize mutlaka mükâfaat var değil mi?" Sihirbazlar Firavuna geldiler ve ona: "Eğer biz Mûsaya galip gelirsek, mutlaka bize bir mükâfaat var, biz ödüllendirileceğiz değil mi?" dediler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Firavun, şehirlere polislerini gönderip sihirbazları toplamalarını isteyince ilgili bütün sihirbazlar yanına toplandı ve ona, "Sihirbaz olan Muş'a ne ile sihir yapıyor?" diye sordular. Onlar da "Yılanlarla sihir yapıyor." dediler. Sihirbazlar: "Allah'a yemin olsunki yeryüzünde yılan, ip ve asalarla, bizden iyi sihir yapan bir kavim yoktur. Eğer biz ona gelip gelecek olursak mükâfaatımız ne olacaktır*?" diye sordular. Firavun da onlara dedi ki: "Sizler, bana yakın olan ve benim korumam altında bulunan kimselerden olacaksınız. Size sevdiğiniz her şeyi yapacağım." Diğer bir Rivâyette, Abdullah b. Abbas, Firavunun, sihirbazları, Mısırda özel bir şehirde yetiştirdikten sonra Mûsa'nın karşısına çıkardığını Rivâyet etmiştir. İbn-i İshak ise, Firavunun, Hazret-i Mûsaya karşı on beş bin sihirbaz topladığım, İbn-i Münzir, seksen bin sihirbaz topladığını Rivâyet etmişlerdir. 114Firavun: "Evet, hem de bana en yakın kimselerden olacaksınız," dedi. Firavun, sihirbbazlara: "Evet, sizin için mükâfaat var. Ayrıca sizler bana yakın kimselerden olacaksınız." diye cevap verdi. 115Sihirbazlar şöyle dediler: "Ey Mûsa, önce maharetini ya sen ortaya koy yahutta biz koyalım." Firavun'dan, mükâfaatlandırılacaklarına dair söz alan sihirbazlar, Mûsa'ya yönelerek: "Ey Mûsa ya önce sen asanı yere at. Veya biz senden önce yapacağımız şeyleri ortaya koyalım." dediler. 116Mûsa: "Önce siz koyun." dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca, insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular. Böylece büyük bir sihir göstermiş oldular. Mûsa, önce sihirbazların maharetlerini ortaya koymalarını istemiştir ki insanlar onların tüm maharetlerini görsünler, düşünsünler heyecanlan yatışsın, ondan son sonra da kendisinin ortaya koyacağı Hakka şahit olsunlar. Hayalî şeylerle gerçekleri birbirinden ayırabilsinler. Evet, sihirbazlar bütün maharetlerini ortaya koydular, insanların gözlerini büyülediler, onlara korku verdiler. Fakat gerçeği görünce de önce bizzat kendileri iman ettiler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Sihirbazlar ortaya kalın ipler ve uzun uzun ağaçlar attılar. Sonra da sihir yaparak bu attıkları şeyleri insanlara, hareket ediyormuş gibi gösterdiler. İnsanlar onlardan korktular. 117Biz de Mûsa'ya: "Asanı bırakıver." diye vahyettik. Bir de ne görürsün, âsâ onların bütün uydurduklarını yutuyor. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Mûsa'nın âsâsi, sihirbazların ortaya attıkları ip ve odunlardan önüne geleni yutuyordu. Bu yüzden sihirbazlar bunun, ilâhî bir mucize olduğunu ve sihir olmadığını anlayarak secdeye kapandılar. Ve dedilerki: "Mûsa'nın ve Harun'un rabbi olan, âlemlerin rabbine iman ettik." 118Bak. Âyet 119. 119Böylece hak ortayı çıktı ve onların bütün yaptıkları boşa gitti. İşte orada yenildiler ve zelil olarak geri döndüler. Böylece Mûsa'nın Hak Peygamber olduğu ortaya çıktı ve sihirbazların uydurdukları şeyler boşa gitti. Mûsa, Firavunu ve topluluğunu mağlup etti. Böylece onlar, hor ve hakir olarak geri döndüler. 120Bak. Âyet 122. 121Bak. Âyet 122. 122Sihirbazlar secdeye kapandılar ve şüyle dediler: "Âlemlerin rabbi olan, Mûsa ve Harun'un rabbine iman ettik." Hz Mûsa'nın gösterdiği şeyin sihir olmadığını herkesten önce sihirbazlar anlamışlardı. Zira onlar kendi yaptıklarının nasıl birşey olduğunu, onunla insanları nasıl yanılttıklarını iyi biliyorlar ve Hazret-i Mûsa'nın gösterdiği şeyin de kendilerinin yaptığına benzemediğini çok iyi alılıyorlardı. Bu yüzden derhal gerçeği kabul ederek secdeye kapandılar ve Allahla iman ettiler. 123Bak. Âyet 124. 124Firavun şöyle dedi: "Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha? Şüphesiz bu, halkı oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktır. Yakında göreceksiniz. Muhakkak ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim sonra da hepinizi astıracağım." Mûsa'nın mucizesi karşısında âciz kalan Firavun, Allah'a iman eden sihirbazları tehdit ederek şunları söylemiştir: "Ben, iman etmeniz için size izin vermeden siz Mûsa'ya iman ettiniz ha? Şüphesiz ki bu yaptığınız bir tuzaktır. Siz bunu, şehrin halkını oradan çıkarmak için şehirde tezgâladınız. Bu yaptıklarınıza karşı size ne yapacağımı yakında göreceksiniz. Muhakkak ki ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim. Sonra sizin hepinizi Hurma dallarından astıracağım. Âyet-i kerime'de Fiavun'un "Bu, sizin kurduğunuz bir tuzaktır." dediği beyan edilmektedir. Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Meydanda toplanıp karşılıklı yarışmaya girmeden önce Hazret-i Mûsa, sihirbazların liderine demiştir ki: "Eğer ben sana galip gelecek olursam bana iman eder ve getirdiğim dinin hak olduğuna şahitlik eder misin?" Sihirbazların lideri de demiştir ki: "Yemin olsun ki, yarın öyle bir sihir yapacağım ki, hiçbir sihir ona galip gelemez. Allah'a yemin olsun ki, şâyet sen bana galip gelecek olursan ben sana iman edeceğim ve getirdiğinin hak olduğuna şahitlik edeceğim." Onlar bunu kunuşurken Firavun onlara bakıyordu. İşte bu sebeple onlara: "Bu sizin kurduğunuz bir tuzaktır." dedi. Âyet-i kerime'de, Firavunun, sihirbazların el ve ayaklarını çaprazlama kesmekle tehdit ettiği zikredilmmektedir. Abdullah b. Abbas diyor ki: "İlk olarak adam asan el ve ayaklan çaprazlama kesen kişi Firavundur." 125Bak. Âyet 126. 126Sihirbazlar da ona şöyle dediler: "Şüphesiz biz rabbimize dönüyoruz." Bizden, sadece bize gelen rabbimizin âyetlerine iman ettiğimiz için intikam alıyorsun. Ey rabbimiz, bize bol sabır ver ve bizi Müslüman olarak öldür." Firavun, sihirbazları bu şekilde tehdit edince, ona boyun eğmeyen sihirbazlar şu cevabı verdiler: "Biz Allah'a dönüyoruz, onun huzuruna varacağız. Artık senden korkmayız. Sen bizden, rabbimizden gelen âyetlere iman ettiğimiz için intikam almaya kalkıyorsun. Bizim başka bir suçumuz yoktur." Rabbimiz, Fliravunun işkencelerine karşı sen bize sabır ihsan et. Ve bizleri Müslüman olarak öldür. Gerçeği görerek hakka teslim olan sihirbazların, Firavun nasıl cevap verdikleri başka bir âyet-i kerime'de de şöyle beyan ediliyor: "... Elbette seni, bize gelen apaçık mucizelere ve biz yaratan tercih edemeyiz. Sen istediğini yap. Sen ancak bu dünya hayatına hükmedebilirsin. Tâhn sûresi, 20/72 Abdullah b. Abbas, Ubeyd b. Umeyr, Katade ve Mücahid demişlerdir ki: -Firavunun, el ve ayaklanın çaprazlama kesip sonra da astığı bu insanlar, günün, başlangıcında sihirbaz iken günün sonunda şehit olmuşlardır. 127Firavun kavminin ileri gelenleri Firavuna şöyle dediler: "Mûsa ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilahlarını terketsinler diye mi serbest bırakıyorsun? "Firavun da dedi ki: "Oğlan çocuklarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız, elbette ki biz, onların başında kahredici bir güce sahibiz." Firavun kavminden ileri gelenler Firavunu: "Mûsa'yı ve kavmini, Mısır topraklarında bozgunculuk çıkarıp senin hizmetçilerini ve kölelerini baştan çıkarması için mi serbest bırakıyorsun? Halbuki o, seni ve ilahlarını reddetti." diye kışkırttılar. Bunun üzerine Firavun onlara şu cevabı verdi: "Onların erkek çocuklarını öldürüp kadınlarını sağ bırakacağız. Buna kimse engel olamaz. Çünkü biz onların üzerinde kahredici bir güce sahibiz. "Firavun, Hazret-i Mûsa daha doğmadan önce de İsrailoğularının erkek çocuklarını öldürtüyordu." Firavun ilâh olduğunu iddia eden bir kimse idi. "Ben sizin en yüce rabbinizim. Naziat sûresi, 79/24 diyordu* Bu âyet-i kerime'de ise Firavunun da ilahları bulunduğu ve Hazret-i Mûsa'nın da bu ilahları reddettiği zikredilmektedir. Abdullah b. Abbas, Firavunun ilahları hususunda şöyle demiştir; "Firavunun kavmi güzel bir inek gördüklerinde Firavun onlara, ineğe tapmalarını emrederdi. Böylece inekler onların ilahları sayılırdı. Firavunun zulmünden kurtulan İsrailoğullarının, Hazret-i Mûsa Tur dağında iken, Samirî adlı kişi tarafından yapılan buzağı heykeline tapmaları da bu inançtan kaynaklanmaktaydı. Bkz. Taha sûresi, 20/88 Firavunun ilahları meselesinde Hasan-ı Basri demiştir ki: "Firavunun boynunda asılı bir inci vardı. Ona ibadet eder, Ona secde ederdi." Abdullah b. Abbas ve Mücahid, âyette geçen ve "İlahlar" diye tercüme edilen kelimesini hemzenin esre okunuşuyla şeklinde okumuşlar, âyetin bu bölümünün manasının "Halbuki Firavun seni ye ilahliğıni reddetti." olduğunu söylemişler, gerekçe olarak ta şunu zikretmişlerdir. "Firavun, kendisine tapınılan biliydi. O, kimseye tapmıyordu ki ilahları olsun." Taberi, kurraların sözleri delil kabul edilecek olanların bu kelimeyi hemzenin fethası ne meddi ile olmaları sebebiyle Abdullah b. Abbas ve Mücahidden nakledilen görüşlerin kabul edilmeyeceğini söylemiştir. Ona göre Firavunun da taptığı ilahlarının bulunduğu görüşü isabetlidir. 128Mûsa kavmine şöyle dedi: "Allah'tan yardım dileyin ve sabredîn. Şüphesiz yeryüzü Allah'ındır. Onu, kullarından dilediğine miras bırakır. İyi akıbet, Allah'tan korkanlarındır. Firavunun bu tehditlerinden sonra Mûsa şöyle dedi: "Firavun ve kavmine karşı Allah'tan yanlım dileyin. Size yapılan çeşitli işkencelere karşı sabredin. Zira yeryüzü Allah'ındır, kullarından dilediğini ona mirasçı kıllar. Sabretmeniz neticesinde sizleri de Mısır'a mirasçı kılabilir. Zira, güzel netice, Allah'tan korkanlarındır. Hazret-i Mûsa ile sihirbazlar arasındaki karşılıklı düello'dan sonra Hazret-i Mûsa'nın galip gelmesi ve sihirbazların da Mûsa'ya iman etmeleri üzerine İsrailoğullarından altı bin kişi, Mûsa'ya tabi olmuştur. Bunu gören Firavun, onlara karşı daha sert tavır takınmış, Mûsa da onlara Allah'tan yardım dilemelerini ve sabretmelerini istemiştir. 129Kavini Mûsa'ya: "Sen bize gelmeden önce de geldikten sonra da eziyet gördük." dediler. Mûsa da onlara: "Umulur ki rabbiniz, düşmanlarınızı yok eder ve sizi yeryüzünde onların yerine geçirir. Sonra da ne yapacağınıza bakar." dedi. Hazret-i Mûsa, Peygamber olarak gönderilmeden önce Firavun, İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürtüyordu. Sihirbazlar Mûsa'ya iman edip onun güçlendiğini görünce Firavun tekrar eski zulmüne dönmeye karar verdi. Bu sebeple İsrailoullan Hazret-i Mûsaya sızlanarak: "Sen bize gelmeden önce de Firavun bize zulmediyordu. Geldikten sonra da devam ediyor." dediler. Hazret-i Mûsa ise, Allah'a sığınmalarını, onun gücünün, her gücün üzerinde olduğunu, dilerse Firavunun yok edip İsrailoğullarını onun yerine yerleştireceğini söylüyor ve onlara ümit kaynağı oluyordu. Bir kısım nıüfessirler, Hazret-i Mûsa'ya iman eden İsrailoğullarının, Mûsa'ya bu sözleri söylemelerinin Firavunun, Mûsa'yı takibetmesi anında olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta İkrime, Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. " Mûsa, İsrailoğulları ile giderken denize ulaşmışlar ve geri dönüp bakmışlar ki, Firavunun atlarının ayaklarının çıkardığı tozlar görünüyor. Bunun üzerine Mûsa'ya demişler ki: "Sen bize gelmeden önce de geldikten Sonra da eziyet gördük. Önümüzde deniz arkamızda, ordusuyla birlikte Firavun." Mûsa da onlara demiştir ki "Umulur ki rabbiniz, düşmanlarınızı yok eder ve sizi, yeryüzünde Firavunun ve taraftarlarının yerine getirir. Sonra da ona itaat ve ibadetinizde nasıl davranacağınıza bakar ve size ona göre muamele eder." 130Şüphesiz biz, ders alsınlar diye Firavunu kavmini kıtlık yılları ve inim azlığı ile cezalandırdır. Firavun kavmi ibret alıp sapıklığından vaz geçsin ve rabbine yönelsin diye biz onları kıtlık yıllarıyla, mevyelerini ve ürünlerini eksiltmekle imtihan etmiştik. Katade diyor ki: "Kıtlık yılları, onların köylerinde ve kırsal kesimlerde etkili oldu. Ürün eksikliği ise şehir ve kasabalarda görüldü." Reca b. Hayve demiştir ki: "Ürün eksikliği bir hurma ağacında tek bir hurmanın bulunması şeklindedir." 131Onlara iyilik ve bolluk geldiği zaman: "Bu bize aittir." derler. Bir kötülüğe uğradıkları zaman da bunu, Mûsa ve beraberindekileri uğursuzluklarına yorarlar. İyi bilin ki, onların uğursuz saydıkları şey, Allah ka-tındadır. Fakat çokları bunu bilmez. Firavun kavmine iyilik, bolluk ve bereket geldiği zaman: "Biz buna layıkız bunlar bizim hakkımızdır."derler. Kendilerine bir kötülük, bir bela ve kıtlık geldiğinde ise, Mûsa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlar: "Bu belaların sebibi onlardır." derler. İyi bilin ki onlara dokunan hayır ve şer, Allah'ın takdiriyledir. Ne kendi iyiliklerinden ne de .Mûsa'nın uğursuzluğundandır. Fakat çocukları bunu bilmezler. 132Firavun kavmi Mûsa'ya: "Bizi büyülemek için ne kadar mucize getirirsen getir sana inanacak değiliz." dediler. Firavunun kavmi, Hz Mûsa tarafında getirilen mucizelere inanarak hak yolu bulmaları gerekirken Hazret-i Mûsayı, kendilerini büyülemekle itham ediyor, ona inanmıyacaklarını ilan ederek saygısızlıklarını çekinmeden açığa vuruyorlardı. 133Bunun üzerine onlara, açık mucizeler olarak, tufan, çekirge, ha-şerat, kurbağa ve kan gönderdik. Yine de büyüklük tasladılar ve suçlu bir kavim oldular. Firavun kavmi inkârlarında ısrar edince, Mûsa'nın Peygamberliğinin doğruluğunu gösteren açık deliller olarak biz de onlara, mahsullerini suya boğan tufanı, yine mahsullerini yeyip bitiren çekirgeyi, hububattan türeyen haşeratı, yiyecek ve içeceklerinin içine düşecek kadar çok olan kurbağalan, elbiselerini, sularını ve yemeklerini bulayan kanı gönderdik. Buna rağmen onlar, Allah’a ve onun Peygamberi Mûsaya iman etme hususunda böbürlendiler. Ve böylece inatçı, günahkâr bir topluluk oldular. Rivâyet edildiğine göre Firavun ve kavmi, Hazret-i Mûsayı yalanlayınca Alla onlara, ardı ardına gelen çeşitli musibetler vermiştir. Herşeyi yakıp yok eden bir tufan, ekinleri yeyip bitiren çekirge, hububatı mahveden güve, evlerinin içine kadar dolan kubağa, kuyu ve akar sularına karışan kan gibi felaketler bunlardan bazılarıdır. Bu felaketlere maruz kalan Firavun ve kavmi, her belaya uğradıklarında Hazret-i Mûsaya başvuruyor, onun emirlerine uyacaklarına dair söz veriyorlar, Mûsa da Allah'a yalvarıyor ve belanın kaldırılmasını sağlıyordu. Fakat onlar felaketten kurtulunca Mûsa'ya verdikleri sözü tutmuyor, tekrar eski günahkâr hallerine dönüyorlar Allah da kendilerine başka bir bela gönderiyordu. Bundan sonra gelen âyetler, onların bu davranışlarını beyan etmektedir. Âyet-i kerime'de zikredilen "Tufan"dan neyin kastedildiği hususunda, müfessirler, çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Ebû Malik ve Mücahidden nakledilen bir görüşe göre bu âyette zikredilen "Tufan"dan maksat, yağmurların sebep olduğu su taşmalarıdır. b- Hazret-i Âişe, Ata Mücahid ve Ubeydullah b. Kesir'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Tufan"dan maksat ölüm'dür. c- Ebû Zıbyan'ın, Abdullah b. Abbas'tan Rivâyetine göre buradaki "Tu-fan"dan maksat Allah'ın Firavun kavminin üzerinde dönüp dolaşan azabıdır. Abdullah b. Abbas, buradaki tufanın, bu manada olduğunu gösteren bir delil olarak şu âyeti zikretmiştir. "Onlar daha uykuda iken rabbin tarafıdan o bahçeyi bir bela sardı da simsiyah kesiliverdi. Kalem sûresi, 68/19-20 d- Diğer bir kısım alimler ise, buradaki tufandan maksadın, çokça yağmur ve rüzgar olduğunu söylemişlerdir. Taberi, tufan hakkındaki bu görüşlerden üçüncü görüşün daha isabetli olduğunu, tufan'dan maksadın, Allah'ın, Firavun kavminin üzerinde dönüp dolaşan bir azabı olduğunu söylemenin doğru olacağını zikretmiş ve tufanın bu şekilde kapsamlı alındığı takdirde zikredilen diğer tüm görüşleri de kapsayacağım bildirmiştir. Buna göre buradaki tufan şiddetli bir yağmur da olabilir, Ölüm de olabilir, rüzgarlı bir yağmur da olabilir. Âyet-i kerime'de zikredilen ve "Haşerat" diye tercüme edilen kelimesinden de neyin kastedildiği hakkında, müfessirler, çeşitli izahlarda bulunmuşlardır. a- Said b. Cübeyr'in, Abdullah b. Abbas'tan rivâyet ettiğine göre buradaki maksat, buğday gibi hububatta bulunan güvedir. b- Ali b. Ebi Talha'nın, Abdullah b. Abbas'tan naklettiğine ve Südd'i, Katade, Mücahid ve İkrimeye göre ise, burada zikredilen maksat, kanatsız olan küçük çekirge'dir. c- İbn-i Zeyd'den nakledilen bir görüşe göre ise burada zikredilen maksat, piredir. d- Said b. Cübeyr ve Hasan-ı Basri'den nakledilen başka bir görüşe göre buradaki maksat, siyah ve küçük bir haşeratür. e- Bir kısım Basralı âlimlere göre ise burada zikredilen maksat, hayvan kenesidir. Abdullah b. Abass, bu âyetin izahında şunlan söylemiştir. "Mûsa, Firavuna, Peygamber olduğunu bildirince Firavun, ona iman etmemekte ve İsrailoğullarını Mûsa ile birlikte gitmeleri için serbest bırakmamakta diretmiş ve büyüklük taslamıştır. Mûsa'ya demiştir ki: "Yemin olsun ki İsrailoğullarını seninle birlikte serbest bırakmayacağım." Bunun üzerine Allah onlara tufanı göndermiştir. Tufan, gökten yağan yağmur sularıdır. Onlar, nerdeyse yağmurla helak olacaklardı. Bu yağmurlar yüzünden her şeyleri tükendi. Bu sebeple İsrailoğulları, Mûsa'ya gidip demişlerdir ki: "Ey Mûsa, sana verdiği vaade binaen bizim için rabbine dua et. Eğer bu azabı bizden kaldıracak olursan, yemin olsun ki sana iman eder ve İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz. A'raf sûresi, 7/134 Mûsa Allah'a dua etti. Allah Yağmuru durdurdu. Ekinlerini bitirdi. Bu yağmurların memleketlerinde bulunan her şeyi yeniden diriltti. Bunun üzerine onlar, "Vallahi bize böyle bir yağmurun yağmamış olmasını istemezdik. Çünkü yağmurun yağması bizim için daha hayırlı oldu. Ey Mûsa, biz İsrailoğullarının seninle birlikte göndermeyiz. Sana da iman etmeyiz." dediler Bu defa Allah onlar'a çekirge gönderid. Çekirgeler onların her şeyini yeyip bitirdi. Bunun üzerine İsrailoğulları tekrar Mûsa'ya gelip çekirgelerden kurtarılmaları için Allah'a yalvarmasını istediler. Bunlardan kurtarılmaları halinde Mûsa'ya iman edeceklerini ve İsrailoğullarım onunla birlikte göndereceklerini söylediler, Mûsa dua etti. Allahü teâlâ, çekirgeleri onlardan giderdi. Çekirgeler, onlara bir kısım mahsuller bırakmışlardı..Firavun ve taraftarlan tekrar şımararak, "Bizim ekinlerimizden, bize yetecek kadar kaldı. Biz, dinimizi terkedip sana iman edemeyiz, İsrailoğullarını da seninle birlikte gönderemeyiz." dediler. Bunun üzerine Allah onlara kanatsız çekirgeleri musallat etti. Bunlar da, önceki çekirgelerden arta kalan ekinlerini, ağaçlarını ve bütün bitkilerini imha ettiler. Bu çekirgeler, öncekilerden daha dehşetliydi. Bunlara karşı hiçbir çare bulamadılar. Aciz kaldılar. Yine Mûsa'ya geldiler, aynı isteklerde ve vaadlerde bulundular. Allah onlardan, diye adlandırılan bu tür çekirgeleri de bertaraf etti. Firavun taraftarlan tekrar Mûsa'ya iman etmeyeceklerini ve "İsrailoğullarını onunla birlikte göndermeyecekleri bildirdiler. Allah bu defa da kurbağalar gönderdi. Evleri, yiyecekleri ve içecekleri kurbağlarla doldu. Onların, kurbağalardan çektikleri sıkıntı, önceki sıkıntılardan daha dehşetli idi. Yine Mûsa'ya gelip aynı istek ve vaadlerde bulundular. Fakat . Allah onlardan, bu türden olan azabı kaldırınca da yine sözlerinden ve vaadlerinden döndüler. Sonra Kan ile imtihan edildiler. Yine aynı dilekte bulundular. Allah, bu belayı da onlardan giderince yine iman etme ve İsrailoğullarını serbest bırakma sözlerinden döndüler. Böylece Allah'a karşı hiçbir mazeretleri kalmadı. Allah da onları, denizde boğdu. 134Üzerlerine azap inince şöyle dediler: "Ey Mûsa, sana verdiği ahde binaen bizim için rabbine dua et. Eğer bu azabı bizden kaldınrsan, yemin olsun ki sana iman eder ve İsrailoğullarını seninle beraber göndeririz." Firavun kavmine Allah'ın azabı gelince hemen Mûsaya koştular ve ona şöyle dediler: "Ey Mûsa, bizim için rabbine, sana emir ve tavsiye ettiği şekilde dua et bizden bu azabı kaldırsın. Yemin olsun ki eğer sen, içinde bulunduğumuz bu azabı bizden kaldınrsan senin Peygamberliğine iman ederiz ve İsrailoğullarını, dilediğin yere göndeririz." Âyet-i kerime'de geçen ve "Azap" diye tercüme edilen kelimesi iki şekilde izah edilmiştir. a- Said b. Cübeyr ve Abdullah b. Abbas'a göre buradaki 'den maksat, taun hastalığıdır. Allahü teâlâ, Firavun ve kavmine tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gibi şeyleri musallat kıldıktan sora. Onların yine de iman etmemeleri üzerine bu defa onlara taun hastalığını musallat etmiş ve onlardan, yetmiş bin kişi ölmüştür. İşte bunun üzerine Mûsa'ya başvurarak bu azabın, kendilerinden kaldırılması için Allah'a ydua etmesini istemişlerdir. b- Mücahid Katade ve İbn-i Zeyd'e göre ise, burada geçen kelimesinden maksat Allahü teâlâ'nın, Firavun ve kavmine göndermiş olduğu tufan, çekirge, haşerat kurbağa ve kan gibi azabıdır. Bu azaplardan her biri geldiğinde onlar, Mûsa'ya giderek, kaldırılması halinde ona iman edeceklerini ve İsrailoğullarını onunla birlikte serbest bırakacaklarını söylemelerine rağmen her azap kaldırıldığında tekrar inkârlarına dönmüşlerdir. Taberi diyor ki: "Burada geçen kelimesinden maksat, Allah Tehalâ'nın, Firavuna ve kavmine gönderdiği azap ve gazabıdır. Bu azap, tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan da olabilir, taun hastalığı da olabilir. Bu hususta herhangi bir açıklık bulunmadığından, Resûlüllah'tan da herhangi sahih bir haber Rivâyet edilmediğinden bu kelimeyi genel manada azap olarak izah etmek daha isabetlidir. 135Ne zaman ki erişecekleri bir süreye kadar üzerlerinden azabı kaldırdık hemen yeminlerini bozdular. Biz onlardan azabı, son helak olma zamanlarına kadar her kaldırdığımızda onlar hemen verdikleri sözü bozup kâfirlik ve sapıklıklarına döndülerr. 136Bunun üzerine onları cezalandırdık. Âyetlerimizi yalanladıkları ve olardan gafil oldukları için denizde boğduk. Âyet-i kerime, Firavun ve kavminden olan askerlerinin, Allah'a isyan etmeleri ve söz vermelerine rağmen sözlerinde durmamaları sebebiyle cezalandırıldıklarını ve bu cezalarını da denizde boğulmak suretiyle çektiklerini beyan etmektedir. Firavun ve ordusunun denizde nasıl boğuldukları hususunda Şuara Sûresi'nin altmıştan Altmişyedinci âyetlerine kadar bakılabilir. 137Hor görülen o kavmi de, mübarek kıldığımız yerin doğularına va batılarına vârisler yaptık. Böylece, sabretmelerinden dolayı, rabbinin, İsrailoğullarına olan o pek güzl vaadi yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları ve yükselttikleri şeyler de yerle bir ettik. Firavun ve topluluğu tarafından ezilen İsrailoğullarını ise, bereketlendirdiğimiz yerin doğularına ve batılarına mirasçılar yaptık. Böylece, düşmanlarının saldırılarına karşı sabretmelerinden dolayı, rabbinin, İsrailoğullarına olan o güzel vaadi yerine geldi. Biz, Firavun ve topluluğunun yaptığı şeyleri ve diktikleri bina ve köşkleri harabeye çevirdik. Müfessirlerin çoğunluğuna göre İsrailoğullarına miras kalan mübarak yer, Şam topraklandır. Allah Tealâ, orada yaşayan Âmâlika kavmini helak ettikten sonra, İsrailoğulları oraya yerleşmişlerdir. İsrailoğullarına miras kalan yerin Mısır topraklan olduğu görüşü ise, Taberi'nin de dediği gibi uzak bir görüştür. Allahü teâlâ'nın, İsrailoğullarına olan pek güzel vaadi ise şu âyet-i Celileler tarafından izah edilmektedir: "İstedik ki, yeryüzünde ezilen İsrailoğullarına lütufta bulunalım, onları önderler yapalım, vârisler kılalım ve onları yeryüzünde yerleştirelim. Firavuna, Hâmâna ve askerlerine, sakındıkları şeyi, o zayıfların eliyle österelim" Kasas sûresi, 28/5-6 138Bak. Âyet 140. 139Bak. Âyet 140. 140İsrailoğullarım denizden geçirdik. Onlar, kendilerine ait putlara secde eden bir kavme rastladılar. Ve Mûsa'ya şöyle dediler: "Ey Mûsa, bunların nasıl ilahları varsa, bize de öyle ilâh yap. "Mûsa da şöyle dedi: "Şüphesiz ki siz, cehalete düşen bir kavimsiniz." "Çünkü şu gördünüz putlara ibadet edenlerin, içinde bulundukları din, yıkılmaya mahkumdur. Ve yaptıkları ameller bâtıldır." "Size, Allah'tan başka bir ilâh mı arıyayım? Halbuki o, sizi, âlemlerden üstün kılmıştır." dedi. Firavun ve kavmini helak ettik, İsrailoğullarını ise denizden geçirdik. Fakat onlar, bu kadar mucizelere rağmen ibret almadılar. Hatta inek şeklinde yaptıkları putlara tapan bir topluluğun yanından geçerken: "Ey Mûsa, şunların taptıkları putlar gibi sen de bize put yap onu ilâh edinelim." dediler. Bu âyet-i kerimeler, İsrailoğullarının ne kadar çirkin huylu olduklarını ve azgınlıkta ne kadar ileri gittiklerini göstermektedir. Allahü teâlâ onları Firavunun zulmünden kurtardığı, zilletten şerefe ulaştırdığı ve yeryüzünün mübarek bir yerine mirasçı kıldığı halde onlar yine bozgunculuk çıkarmaya ve cinÂyetler işlemeye dönmüşler, Peygamberleri Hazret-i Mûsa'dan, bir kavimde gördükleri putlar gibi, kendilerine de, tanrı edinecekleri bir put yapmasını istemişlerdir. Bundan daha büyük ahmaklık ve hafiflik olur mu? Hazret-i Mûsa, İsrailoğullarının bu ahmakça tekliflerine şu cevabı vermiştir. "Şüphesiz ki sizler, cahil bir topluluksunuz. Allah'ın yüceliğini bilmiyorsunuz. Allah'ın, ortaklardan ve benzerlerden uzak tutulması gerektiğini anlamıyorsunuz. Sizin gördüğünüz bu putlara tapan insanların, içinde bulundukları din, yok olmaya mahkumdur. Yaptıkları ameller boştur. Kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Ben size, sizi yarattan ve sizi, zamanınızın âlemine üstün kılan Allah'tan başka bir ilâh mı arayacağım? Elbette ki bu mümkün değildir. Ebû Vâkid el-Leysî diyor ki: "Biz, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile beraber Mekke fethinden sonra oradan çıkıp Huneyn'e giderken yolda kâfirlerin, saygı gösterdikleri ve silahlarını üzerine astıkları birsedir ağacına rastladık. Bu ağaca onlar, "Askılı ağaç" diyorlardı. Daha ilerde biz de yeşil ve büyük bir sedir ağacına rastladık. Dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, kâfirlerin o askılı ağacı gibi bize de bir ağaç edin." Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Allahuekber, hiç böyle şey olur mu? Bu söz, İsrailoğullarının, Hazret-i Mûsa'ya "Ey Mûsa, bunların nasıl ilahları varsa bize de öyle ilâh yap" demelerine benzer. Şüphesiz ki sizler, sizden öncekilerin izini takibediyorsunuz." buyurdu Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5, S: 218 Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu Hadis-i Şerifi ile Müslümanları, Allah'a ortak koşmaya sevkedecek bütün tavır ve hareketlerinden sakındırmakta ve bu tür davranışlarda iyi niyetli olmanın fayda veremeyeceğine işaret buyurmaktadır. 141Ey İsrailoğulları, hatırlayın, hani bir zaman biz size şiddetli azabı tattıran, erkek çocuklarınızı öldürüp, kadınlarınızı sağ bırakan Firavun ailesinden sizi kurtarmıştık. Bunların hepsinde rabbmız tarafından sizin için büyük bir imtihan vardı. Firavun, İsrailoğullarının doğan çocuklarının erkeklerini öldürtüyor kadınlarını ise sağ bırakıyordu. İsrailoğullarından çıkacak bir erkek çocuğun, büyüyüp saltanatını elinden alacağı korkusuyla böyle bir zulmü uyguluyor ve İsrailoğullarına daha başka türlü işkenceler de yapıyordu, İşte Allahü teâlâ, onların gördükleri bu zulme son verdi. Hazret-i Mûsayı onlara Peygamber olarak gönderip, İsrailoğullarını onun vasıtasıyla Mısır'dan çıkararak Firavunun zulmünden kurtardı. Allahü teâlâ işte İsrailoğullarına bu nimeti hatırlatmakta ve bütün bunların bir imtihan olduğunu beyan etmektedir. 142Mûsaya otuz gece vaadettik. Sonra buna on gece daha ilave ettik. Böylece rabbinin tayin ettiği süre kırk geceye tamamlanmış oldu. Mûsa, kardeşi Haruna: "Kavmimin başında benim yerime geç, onları ıslah et ve bozguncuların yoluna uyma." dedi. Biz, Mûsa ile, bize dua etmesi için, otuz gece ile vaadleştik ve bu otuz geceye on gün daha katarak böylece Mûsa'nın rabbinin, ona vaadettiği süre kırk güne ulaşıp tamamlandı. Mûsa'nın, rabbi ile vaadleştiği bu günlerde emredileni yapmak üzere, kavminin yanından ayrılırken kardeşi Haruna: "Ben dönünceye kadar sen benim yerime bunların başına geç. Bunları Allah'a itaat ve ibadete teşvik ederek düzelt, rablerinden başkasına kulluk eden ve rablerine karşı çıkan bozguncuların yoluna uyma." dedi. İbn-i Cüreyc diyor ki: "Allah Teâla bu vaadi Mûsa'ya, Firavunu helak edip Mûsa'yı ve İsrailoğullarını kurtarmasından sonra yapmıştır. Allahü teâlâ, Firavunu helak edip Mûsa'yı ve kavmini boğulmaktan kurtardıktan ve onlara gökten kudret hevlası ve bıldırcın eti gönderdikten sonra Mûsa'ya, huzuruna varmasını ve kendisiyle görüşmesini emretmiştir. Mûsa, Rabbi'nin huzuruna gitmeyi kararlaştırınca kavminin üzerine, kardeşi Harunu vekil tayin etmiş ve otuz gün içinde geri döneceğini vaad etmiştir. Bu vaadi, Allah ona emretmemiş o, kendiliğinden böyle bir vaadde bulunmuştur. Otuz gün tamam olup ta Mûsa geri dönmeyince, Allah düşmanı Samiri, İsrailoğullarını fitneye düşürmeye koyulmuş ve onlara "Mûsa artık dönmez. Sizin tapacağınız bi ilâh edinmeniz daha uygundur." demiştir. Harun, İsrailoğullarını Samirinin daveti karşısında uyarmış ve Mûsa'yı beklemelerini söylemiştir. Allahü teâlâ, Hazret-i Mûsa ile görüşmeyi on gün daha uzatınca, otuzuncu günden sonra her gün Samiri İsrailoğullarına bu tür telkinlerde bulunmuştur. Harun da, onun her davetinde, Mûsa'yı beklemelerini söylemiştir. Bu esnada Samiri, İsriloğullarının, suda boğulan Kıptilerden emanet olarak aldıkları süs eşyalarının, kendilerine helal olmayacağı nedeniyle onların, kendisime verilmesini, Mûsa gelinceye kadar muhafaza edip geldiğinde ona teslim edeceğini söylemiş, İsrailoğulları da, emanetleri ona teslim etmişlerdir. Samiri, alınan süs eşyalarını bir buzağı şeklinde yapmış, buzağı böğürür hale geldiğine ise İsrailoğullarına şunla söylemiştir: "İşte Mûsa'nın da sizin de rabbiniz budur. Mûsa otuzuncu geceden sonra bunu arayıp duruyor, ve rabbinin ne olduğunu unutmuştur." Mücahid, Hadremi, Abdullah b. Abbas ve Mesruk, bu otuz gecenin zilkade ayı olduğunu, on günün de Zilhicce ayının ilk on günü olduğunu söylemişlerdir. 143Mûsa tayin ettiğimiz vakitte gelip rabbi onunla konuşunca Mûsa şöyle dedi: "Rabbim, bana kendini göster. Sana bakayım." Allah" "Beni göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o dağ yerinde durabilirse o zaman sen de benî görebilirsin," dedi. Rabbi o dağa tecellî edince onu yerle bir etti. Mûsa da baygın düştü. Ayılınca şöyle dedi: "Rabbim, seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana. Ben, iman edenlerin ilkiyim." Hazret-i Mûsa, Allahü teâlâ'nin, sonunda kendisiyle konuşacağını vaadettiği kırk günü tamamlayınca, kardeşi Harunu yerine bırakıp Allah ile konuşmak için Tür dağına gitmiş ve orada Allahü teâlâ kendisiyle konuşmuştur. Kendisini konuşmanın havasına kaptıran. Hazret-i Mûsa, Allah Teâla'dan, kendisini göstermesini istemiştir. Allahü teâlâ da ona cevap vererek: "Sen bu dünya hayatında beni asla göremezsin. Fakat sen şu dağa bak. Eğer o dağ, beni görmeye tahammül edip yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin." demiştir. Allah, dağa görününce onu yele bir etti. Mûsa da bayılıp yere düştü. Ayilınca dedi ki: "Ey Allah'ım, ben seni, dünyada herhangi bir kimsenin görebileceğinden tenzih ederim. Seni görmek istememden dolayı sana tevbe ederim. Ben, İsrailoğullarından, senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." dedi. Bu âyetin izahında, İbn-i İshak'ın şunları Rivâyet ettiği zikredilmiştir. "Mûsa, Harun'u, İsrailoğullarının başına bırakıp ona "Ben acele olarak rabbime gidiyorum. Kavmimin başında benim halifem ol ve bozguncuların yoluna uyma." demiş, sonra rabbiyle görüşmek üzere acele olarak yola çıkmış, Harun da, Samiri'nin de içlerinde bulunduğu İsrailoğullarıyla birlikte Mûsa'nın arkasından yollarına devam etmişlerdir. Allah, Mûsa ile konuşunca, Mûsa, onu görebileceğine de ûmütienmiş ve rabbinden, kendisine görünmesini kendisinin de ona bakmasını istemiştir. Allah: "Sen beni asla göremezsin. Fakat dağa bak. Şâyet o, yerinde durabilirse sen de yakından beni görebilirsin" buyurmuştur. İbn-i İshak, sözlerine devamla diyorki: "İşte, Allahü teâlâ'nın kitabında Mûsa'nın, Rabbini görmeyi istemesine dair bize ulaşan bilgiler bunlardır. Ancak kitap ehli ve Tevrat'a iman edenler bu olayın uzun hikayesi ve geniş açıklaması olduğunu söylemektedinler. Kitap ehli'nin hadislerini bilen önceki âlimlerden bazıları, Mûsa'nın, rabbini görmeyi istemesi olayının kitap ehli'nin izahlarında şu şekilde olduğunu söylemişlerdir: "Mûsa rabbiyle karşılaşmak için hem vücudunu hem elbisesini temizliyor ve oruç tutuyordu. Sina dağına varınca, Allah bulutlanıl içinde ona yaklaştı. Mûsa, Allah ile konuştu; ona yalvararak ve mahzun bir şekilde ağlayarak , Onu tesbih etti. Ona hamd etti, onu ululadı ve onu takdis etti. Sonra, Allah'ı şu şekilde övdü: "Rabbim neyücesin. Bütün yaptıkların ne kadar yücedir. Senden önce hiçbir şeyin olmayışı, senin tek ve kahhar oluşun, arşı'nın, azametinin altında senin için tutuşturulmuş bir ateş oluşu, onun çevresini nurdan surlar'la kuşatman senin azametindendir. Ey rabbim, sen ne yücesin, mülkün ne kadar büyük! Kendinle meleklerinin arasında beş yüz yıllık mesafe var ettin. Ey rabbim sen ne yücesin! Saltanatında mülkün ne büyük. Sen, göklerde veya yeryüzünde yahut denizdeki orduların hakkında bir şeyi yerine getirmek istediğinde, yarattıklarından hiçbirkimsenin görmediği, ancak senin gördüğün bir rüzgarı gönderirsin de dilersen;o rüzgar, peygamberlerinden diklediğinin içine girer. Peygamberler de o emrini kullarından, senin dilediğine tebliğ ederler. Meleklerin'den hiçbiri, senin azametine, senin arşına güç yetiremez ve senin sesini dinleyemez. Sen bana lütufta buludun. Sen bana lütfunu çok büyük yaptın. Bana en büyük iyiliği yaptın. Sen beni, yeryüzü ümmetleri arasında ve meleklerin katında yücelttin. Bana sesini duyurdun, kelamını sarfettin. Hikmetini verdin. Nimetlerini saymaya kalkışacak olsam sayamam. Şükretmek istersem gücüm yetmez. Ey rabbim, Firavuna karşı sana yalvardım. Büyük mucizelerle ve dehşetli bir cezalandırmayla bana yardım ettin. Elimde bulunan âsâmi denize vurdum. Deniz benim için ve benimle birlikte bulunanlar için yarıldı. Deniz parçlandığındada sana dua ettim. Senin ve benim düşmanımı orada bağdun. Kendim için ve ümmetim için senden su istedim elimde bulunan asamı taşa vurdum. Beni ve ümmetimi, o taşttan çıkan su ile suladm. Senden ümmetim için kendilerinden önce hiçbir kimse'nin yemediği yiyecekler istedim. Bana doğu ve batı taraflarından sana dua etmemi istedin. Doğudan sana yalvardım. Sen onlara doğu tarafından kudret helvası verdin. Onlara batılarından ve deniz yönünden bıldırcınlar gönderdin. Sıcaktan sana şikâyet ettim. Sana yalvardım. Sen onları bulutlarla gölgelendirdin. Ben senin nimetlerini sayıp hesap etmeye güç yetiremem. Onlara karşı şükretmeye kalkışsam gücüm yetmez. Bugün de sana, arzulayarak, isteyerek, dilenerek ve yalvararak geldim ki, benim dışımdakilere vermediğini bana veresin. Ey azamet, izzet ve saltanat sahibi rabbim, ben senden, seni görmem için bana görünmeni diliyor ve istiyorum. Zira ben, yarattıklarından hiçbir kimsenin görmediği yüzünü görmeye âşık oldum." Aziz olan Allah ona dedi ki: "Ey imran oğlu, ne söylediğinin farkında mısın? Sen öyle bir şey konuştun ki o, bütün yaratıklardan daha büyük bir söz! Hiçbir kimse beni görüpte sağ kalmaz. Göklerde donattığım yerler yok mu? Onlar, benim azametimi taşımaktan âcizdirler. Yeryüzünde donattığım yerler yok mu? Onlar da benim ordularımı kuşatmaktan âcizdirler. Ben tek bir yerde değilim ki bana bakan bir göze görüneyim." Mûsa dedi ki: "Ey rabbim, seni görüp ölmem, seni hiç görmemiş ve hiç yaşamamış olmamdan daha sevimlidir." İzzet sahibi olan rab da buyurdu ki: "Ey İmran oğlu, Sen öyle bir söz söyledin ki, bu bütün yaratıklardan daha büyüktür. Beni gören hiçbir kimse yaşamaz." Mûsa dedi ki: "Rabbim, bana olan nimetlerini tamamla, bana olan lütfunu tamamla,-senden istemiş olduğum bu iyiliğini bana tamamla. Benim senden istediğim, seni görüp öldürülmem değildir. Fakat ben, seni görüp kalbimin mutmain olmasını istiyorum." Rab buyurdu ki: "Ey İmran oğlu, beni gören hiçbir kimse sağ kalmaz." Mûsa da dedi ki: "Rabbim, bana olan nimetlerini tamamla, buna olan lütfunu tamamla, bana Olan ihsanını tamamla. Ben senden, seni görüp arkasından öldürülmemi isteme hakkına sahip değilim. Fakat senden istediğim, benim için hayattan daha sevimlidir." Yarattıklarına merhamet eden rahman da buyurdu ki: Sen istedin, ben de sana istediğini verdim. "Eğer bana bakmaya gücün yeterse git iki levha al sonra o dağın başındaki en büyük taşı bul. "Ey İmran oğlu, çünkü onun arkasında ve altında ancak senin oturabileceğin kadar dar bir yer bulunmaktadır. Sonra bana bak. Ben, azı ve çoğu ile, ordularımla birlikte sana ineceğim." Mûsa rabbi'nin emrettiklerini yaptı. İki levha yonttu. Onlarla birlikte dağa çıktı. Taşın üzerine oturdu. Oraya tam yerleşince Allah, dünya semasında olan ordularına emretti; Onlara "Göğsünüzü dağın çevresine dayayın" dedi. Ordular rab'ın söylediğim işittiler, emrini yerine getirdiler. Sonra Allah Mûsa'ya her yandan dört fersah uzaklıktan bulunan dağın eteğine yıldırımlar, karanlıklar ve dumanlar gönderdi. Sonra Allah dünya semasındaki meleklerine emretti ki, Mûsa'nın yanından geçsinler. Melekler, Mûsa'nın önünden geçit yaptılar. Onun yanından, bülbül kuşları gibi geçip gittiler. Ağızlarından takdis ve tesbih sesleri yüsleyiyordu. Sesleri, şiddetli gök görültüsüne benziyordu. Bunun üzerine İmran oğlu Mûsa dedi ki: "Ey rabbim, benim buna ihtiyacım yoktu. Benim gözlerim bir şey görmüyor. Onların görmesi rabbimin meleklerinin üzerine yayılmış olan nurun ışığından dolayı kayboldu." Sonra Allah, ikinci semadaki meleklerine "Mûsanm üzerine inin ve onun önünden geçit yapın." diye emretti. Melekler, arslanlar şeklinde indiler. Onların tesbih ve takdis eden yüksek sesleri vardı. Zayıf kul, İmran oğlu Mûsa, gördüğü ve işittiği şeylerden müthiş korktu. Başında ve derisinde bulunan bütün tüyler ürperdi ve sonra şöyle dedi: "Ey rabbim sana sorduğum sorudan pişman oldum. İçinde bulunduğum bu yerden beni kurtaracak herhengi bir şey var mı?" diye seslendi. Meleklerin en üstünü ve başkanları olan dedi ki: "Ey Mûsa, istediğin şey için sabret. Senin gördüğün çok şeyin azı'dır." Sonra Allah, üçüncü sema meleklerine dedi ki: "Mûsa'nın yanına inin. Onun önünde geçit yapın." Melekler kartallar gibi, yönelip geldiler. Onların, dehşetli hamurtulan, titremeleri ve kükremeleri vardı. Ağızlarından tesbih ve takdisler, büyük bir orduunun kükremesi gibi veya bir ateşin alevi gibi çıkıyordu. Mûsa bunu görünce iyice korktu. Kendisinden ümidini kesti ve kötü tahminler yürütmeye başladı. Hayatımdan ümidini kesti. Meleklerin en üstünü ve başkanı dedi ki: "Ey İmran oğlu, yerinde dur ki, sabırsızlıkla görmek istediğini gö-rebilesin." Sonra Allah, dördüncü semadaki meleklere "Aşağı inin, İmranoğlu Mûsa'nın önünde geçit yapın" diye emretti. Onlar, Mûsa'nın yanına geldiler. Onlar, daha önce yanından geçtiklerinin hiçbirine benzemiyorlardf. Renkleri ateş rengiydi. Diğer tarafları ise beyaz Kar'a benziyordu. Tesbih ve takdis eden sesleri çok yüksekti. Daha önce yanından geçtiklerinin sesleri, onlarınkine yaklaşamazdı. Bunun üzerine, Mûsa'nın iki dizi birbirine vurmaya başladı. Kalbi titredi, ağlaması şiddetlendi. Yine meleklerin en üstünü ve başkanları ona dedi ki: "Ey İmran oğlu, istediğin şey için sabret. Çok şeyden daha azını gördün. Sonra Allah, beşinci semadaki meleklere: "Mûsa'nın yanına inin ve önünden geçit yapın." buyurdu. Onlar, onun yanına indiler. Renkleri yedi çeşitti Mûsa onlara bir kere bile bakamadı. Onlar gibissini hiç görmemiş ve onlarınki gibi hiçbir ses de işitmemişti. Mûsa'nın içi korkuyla doldu. Üzüntüsü iyice arttı. Ağlaması gittikçe çoğaldı. Yine ona meleklerinen üstünü ve başkanları dedi ki: "Ey İmran oğlu, yerinde dur ki, sabırsızlıkla görmek istediğin şeyi görebilesin." Sonra Allah, altınca sema meleklerine: "Beni görmek isteyen kulun İmranoğlu Mûsa'nın yanına inin. Onun önünde geçit yapın." diye emretti. Onlar da indiler. Herbir meleğin elinde uzun bir hurma ağacı kadar ateş vardı. Ateş ışığı, güneşinkinden daha güçlüydü. Meleklerin elbiseleri ateşlerin alevleri gibiydi. Onlar, Allah'ı tesbih ve takdis ettikleri zaman yanlarında bulunan, göklerin diğer meleklerin onlara katılıyor ve hep birlikte çok yüksek bir sesle Allah'ı şöyle tesbih ediyorlardı: "Biz, Allah'ı tesbih eder ve arındırırız. O, güç sahibi ve her şeye galip olan rab'dır. O hiç ölmeyecektir." Bu meleklerin herbirinin kafasında dörder tane yüz bulunuyordu. Mûsa bunlan görünce onların tesbihleri esnasında sesini yükseltiyor ve onlarla birlikte Allah'ı tesbih ediyordu. Ağlayarak şöyle diyordu. "Ey rabbim, beni hatırla. Kulunu unutma. Bilmiyorum, ben içinde bulunduğum bu durumdan kurtulabilecek miyim, kurtulamıyacak mıyım? Buradan çıkacak olsam yanarım, duracak olsam ölürüm." Bunun üzerine meleklerin büyüğü ve başkanı ona "Ey İmran oğlu, içinin dolması, kalbinin kupmasi ve ağlamanın dehşetlenmesine az bir zaman kaldı. Ey İmranoğlu, neyi görmek için oturduysan onun için sabret" dedi. Mûsa'nın, üzerinde bulunduğu dağ, büyük bir dağ idi. Allah o dağa, Arş'ım yüklenmesini emretti ve sonra buyurdu ki: "Benimle kulumun yanından geçin ki o beni görsün. O, çok şeyden az bir şey gördü." Bunun üzerine, rabbinin azametinden dağ yarıldı. Rahman'ın arşının ışığı Mûsa'nın dağını kapladı. Bütün göklerin melekleri, seslerini yükseltti. Dağ sarsıldı ve yerle bir oldu. Zayıf kul, İmran oğlu Mûsa ise, ruhu bedeninden ayrılmış olarak yüzükoyun düştü. Allah ona, merhametiyle tekrar hayat verdi. Onu rahmetiyle kapladı. Üzerine düşen taşı kaldırdı. Onu, Mûsa'nın yanmaması için bir kubbe haline getirdi. Cebrâil onu, anne'nin yere düşen bir bebeği tutup kaldırması gibi tutup kaldırdı. Mûsa, Allah'ı tesbih ederek ayağa kalktı. O sırada şöyle diyordu. "Senin, benim rabbim olduğuna iman ettim. Seni gören herhangi bir kimsenin sağ kalmayacağını tasdik ettim. Senin meleklerini görenin kalbi yerinden kopar. Ey rabbim, ne büyüksün! Meleklerin ne büyük! Sen, rablerin rabbi, ilahların ilâhı ve hükümdarların hükümdarısın. Nezdinde bulunan ordularına emredersin. Onlar sana itaat ederler, göklere ve orada bulunanlara emredersin. Sana itaat ederler, emrine itaat etmekten geri durmazlar. Hiçbir şey sana denk değildir. Hiçbir şey sana karşı gelemez. Rabbim sana tevbe ettim. Ortağı olmayan Allah'a hamdolsun. Ey âlemlerin rabbi, sen ne büyüksün, ne yücesin!.." Âyet-i kerime'de geçen ve "Yerle bir olma" diye tercüme edilen kelimesi iki şekilde okunmuştur. Medine ve Basra kurralarının tümü bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bunun manası parçalamak, ufalamak ve yerle bir etmek" demektir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime şu âyetlerde bu manada kullanılmıştır. "Hayır, böyle yapmayın. Yeryüzü yıkılıp dümdüz olduğu zaman.. Fecr sûresi, 89/21 "Yer ve dağlar, yeyrlerinden kaldırılıp tek bir çarpışla darmadağın edildiği zaman. . Hakka sûresi, 69/14 Küfe kurralarının çoğunluğu ise bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Bu kıraat İkrime'den Rivâyet edilmiştir. Bu kıraata göre bu kelimenin manası "Silinip gitmek ve içeri geçmek"tir. Taberi bu kıraat şeklini tercih etmiştir. Zira, Resûlüllah'tan gelen bir hadis-i şerifte, Hazret-i Mûsa'nın, üzerinde bulunduğu dağın, yerin dibine gömüldüğü beyan edilmiştir ki bu kıraat şekli de bu manaya uygundur. Âyet-i kerime'de geçen ve "Baygın düştü" diye tercüme edilen kelimesi, Süd'di Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd tarafından bu manada tefsir edilmiş, Katade ve İbn-i Cüreyc tarafından ise, "Ölüp düştü" şeklinde izah edilmiştir. Bu izaha göre Hazret-i Mûsa ölmüş ve tekrar dirilmiştir. Âyet-i kerime'nin sonunda, Hazret-i Mûsa'nın, "Ben, iman edenlerin ilki'yim" dediği rivâyet edilmektedir. Bu ifadeden maksat, Ebul Âiye, Rebi' b. Enes ve Abdullah b. Abbas'a göre şudur. "Ey rabbim, ben, kıyamet gününe kadar hiçbir kimsenin seni göremeyeceğine dair iman edenlerin ilki'yim." Yine Abdullah b. Abbas ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe bu ifadeden maksat şudur: "Ey rabbim, ben, İsrailoğullarının sana iman edenlerinin ilkiyim." Taberi, birinci görüşü tercih etmiştir.- Çünkü İsrailoğullarından, Hazret-i Mûsa'dan önce de Peygamberler ve iman edenler bulunmuştur. Hazret-i Mûsa İsrailoğullarının iman edenlerinin ilki değildir. O halde bu ifadeden maksat, "Ben senin, dünyada görülemeyeceğine iman edenlerin ilkiyim." demektir. 144Allah şöyle dedi: "Ey Mûsa, seni, sana vahyettiğim şeylerle ve seninle konuşmamla insanlar arasında üstün kıldım. O halde sana verdiklerimi al ve şükredenlerden ol." Ey Mûsa, ben seni Peygamber seçmek ve seninle konuşmakla, zamanının insanlarından üstün kıldım. Sana verdiğim şeriatı al, tatbik et. Ve bütün bu nimetlerime karşı bana şükredenlerden ol. 145Mûsaya levhalarda herşeyden bir göğüt ve herşeyin tafsilatını yazdık. "Onlara sıkıca sarıl. Kavmine de emret, en güzel hükümlerini alsınlar. Size ilerde o fâsıkların yurdunu göstereceğim." dedik. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de, Hazret-i Mûsa'ya levhalar verdiğini ve bu levhalarında kavmine öğüt olma, helâl ve haramı açıklama bakımından gereken bütün hükümlerin bulunduğunu beyan etmekte, Mûsa'ya, bu levhalarda bulunan hükümlere sıkıca sarılmasını, kavmine de bu levhalardaki hükümlerin en güzeliyle amel etmelerini öğütlemesin emretmektedir. Bu levhaların sayısı, neden yapıldıkları, üzerlerinde yazılı olan şeylerin neler olduğu ve bunların şekil ve ebadlarının nasıl olduğu hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Sayılarının on veya yedi yahut iki olduğu söylenmiş yapıldıkları maddenin ise zümrüt veya yeşil zebercet yahut kırmızı yakut veya gökten inen bir ağaç veya Hazret-i Mûsa'nın, yontarak meydana getirdiği taşlar olduğu söylemiş, ebadlarının ise yedi arşın olduğu ifade edilmiştir. Levhaların üzerinde yazılı olan hükümlerin ise bir kısım âlimlere göre, Tevrat gönderilmeden önce ve Tevratın haricinde olan bazı hükümler olduğu söylenmiştir. Vehb b. Münebbihe göre ise levhalarda yazılı olan hükümler, "Gökler ve yer sakinlerinden hiçbirini bana ortak koşma. Çünkü onların hepsi benim yarattıklarımdır. Yalan yere benim adım ile yemin etme. Zira kim yalan yere benimle yemin edecek olursa ben onu arındırmam. Annene babana saygı göster" hükümleridir. Bazı âlimlere göre ise Levhalar, Tevratın içindeki hükümleri taşıyan belgelerdir. Ancak bu hususta kesin bir nass bulunmadığı için bu görüşlerden herhangi birini tercih etmek mükün olmamıştır. Âyet-i kerime'de geçen ve Hazret-i Mûsa'ya gösterileceği vaadedilen "Fâsıklar diyarının" ise bazılarına göre Şam topraklan olduğu zikredilmekte bazılarına göre ise bu toprakların, Mısır diyan olduğu ve Firavunun helak olmasından sonra oranın nasıl harap olduğunun gösterileceği beyan edilmektedir. Taberiye göre ise, gösterilecek olan "Fâsıklar yurda", âhiretteki cehennemdir. Allahü teâlâ, kendisine isyan edenleri tehdit ederek, Hazret-i Mûsa'ya, âhirette fâsıkların halinin ne olacağını ve onların, kendileri için hazırlanan ateşe nasıl konacaklarını bildirmektedir. "Tevrat'ın en güzel hükümlerinden" maksat ise, tercihli olan hükümlerden takvaya daha yakın olanını seçmeleri emirleri tutup yasaklardan kaçmaladir. 146Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri Âyetlerimden uzaklaştıracağım. Onlar, her âyeti görseler yine ona iman etmezler. Doğru yolu gördükleri zaman onu kendilerine yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu gördüklerinde onu kendilerine yol edinirler. Bunun sebebi ise, âyetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil kalmalarıdır. Yeryüzünde haksız yere böbürlenerek bana itaat etmeyenleri gururlanmalarının cezası olarak, yüceliğimi gösteren delillerimi anlamaktan mahrum edeceğim. Onlar, ibret alıp düşünmeyeceklerdir. Onlar, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren herhangi bir delil ve alâmeti gördükleri zaman ona inanmayacaklar ona "Bu bir sihirdir." veya "Efsanedir" şeklinde iftiralarda bulunacaklardır. Onlar, doğru yolu gördüklerinde onu takıbetmeyecekler, sapıklık ve bozgunculuk yolunu gördüklerinde ise ona sahip çıkıp onu takibedeceklerdir. Bizim, onları, âyetlerimizi düşünüp ibret almalarından mahrum etmemiz, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlara kayıtsız kalmalarındandır. Âyet-i kerime'de geçen ve "Âyetlerimden uzaklaştıracağım" diye tercüme edilen ifadesi, iki şekilde izah edilmiştir. İbn-i Uyeyne'ye göre bu ifadenin mânâsı şöyledir. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenen kâfirlerin kalbinden Kur'ân'ı anlama kabiliyetini çekip olacağım ve onları, Âyetlerimi anlamaktan uzaklaştıracağım. Çünkü onların, iman etmeyecekleri kesindir. Buna göre âyet, Resûlüllah dönemindeki ve günümüzdeki kafirlere hitabetmektedir. İbn-i Cüreyc ise bu ifadenin şu manayı içerdiğini zikretmiştir. "Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri gerçekleri gösteren delillerden öğüt ve ibret almaktan uzaklaştıracağım. Onlar, göklerin ve yerin yaratılışındaki delillerden ve onlardan bulunan çeşitli alemetlerden uzak kalacaklar, düşünüp ibret almayacaklardır." Bu izaha göre âyet, bütün kafirlere hitabetmektedir. Taberi bu son görüşün âyetin genel ifadesine uygun olması hasebiyle daha evla olduğunu söylemiştir. Çünkü Allahü teâlâ, kullarına emrettiği ibadetlerin hak olduğunu gösteren, kendisinin birliğini ve âdil olduğunu ortaya koyan delil ve alametlerini, yeryüzünde haksız yere böbürlenenlerden uzaklaştıracağını, onların artık iman etmeyeceklerini beyan etmiştir. Elbetteki, gökler, yer ve bütün yarattıklar, Allah'ın, bu türden olan delillerindendir. Kur'an-ı Kerim de bu delillerden biridir. İmam etmeyecekleri kesinleşen kâfirler, bunların hiç birinden ibret olmazlar. 147Âyetlerimizi ve âhiret gününe kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar, yaptıklarından başka şeyle mi cezalandırılacaklardır? Yeryüzünde haksız yere böbürlenenlerin ve Allah'ın delillerini ve âyetlerini yalanlayanların, öldükten sonra kıyamet gününde dirilip Allah'ın huzurunda varılacağını inkâr edenlerin amelleri boşa gitmiştir. Çünkü onlar, Allah'tan başkası için amel işlemişler, kendilerini, Allah'ın razı olmadığı şeylerle yormuşlar, böyece amelleri, aleyhlerine bir vebal olmuştur. Bu gibi insanlar, yaptıkan amellerin karşılığı olan şeyler dışında başka şeylerle mi cezai and ınla: caklardır? Hayır, onların amelleri, Allah'a ittat değil şeyytana itaat idi. Karşılığı da çevresi surlarla çevrilmiş olan cehennemdir. 148Mûsa rabbine dua etmek için gittikten sonra kavmi, ziynet eşyasından, boğ ürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli ilâh edindi. O buzağının kendileriyle konuşmadığını ve onlara doğru yola sevk etmediğini görmüyorlar mıydı? Onlar, buzağıyı ilâh edinmekle zalimler oldular. Mûsa Rabbi'nin kendisine verdiği vaadi yerine getirmesi ve ona münacaat'ta bulunması için kavmi olan İsrailoğullarını bırakıp Tur dağına gittikten sonra kavmi, Mısır Kiptilerinden emanet olarak aldıkları zinet eşyalarını Samiriye vermişler o da bunları böğüren bir buzağı haline getirmiş ve İsrailoğulları'nın ilahları'nın bu olduğunu ve onların buna tapmaları gerektiği söylemiş onlar'da bunu ilâh edinmişlerdir. Süs eşyalarından meydana getirilen bu buzağıyı ilâh edinen İsrailoğulları hiç görmüyorlar mıydıki, bu buzağı onlarla konuşmuyor onlara herhangi bir yol göstermiyor? Bu durum hakkıyle kendisine kulluk edilen bir ilâh'a yakışmayan bir sıfattır. Hakiki olan ilâh'ın sıfatı peygamberlerine konuşması yaratıklarını hayra iletmesi onlara helaka sürükleyici yollan yasaklamasidir. İsrailoğulları hiçbir şey konuşmayan ve hiç bir yol gösteremeyen bir buzağıyı ilâh edinmekle kentilerine zulmetmişlerdir. Hazret-i Mûsa Cenab-ı Hak ile konuşmak için Tûr dağına gidince geride kalan İsrailoğullarının içinden "Sâmirî" adında birisi, İsrailoğullarının, Mısırdan çıkarken, bayram gününü kutlamak gerekçesiyle, Mısır kıptîlerinden emanet olarak aldıkları mücevheratı toplayıp ateşe attı. Onları eriterek, buzağı şeklinde, böğürür gibi ses çıkaran bir heykel yaptı. Ve İsrailoğullarına: "İşte sizin de Mûsa'nın da ilâhı budur." diyerek ona tapmaya teşvik etti. Allah Tealâ Hazret-i Mûsa ile konuşurken ona, kavminin, samirhi tarafından saptırıldığını haber verdi. Mûsa kavmine dönünce onlara çok kızdı. Karedeşi Harunu ser bir şekilde hesaba çekti. Bundan sonra Allahü teâlâ, buzağıya tapanların ancak birbirlerini öldürerek tevbe edebileceklerini bildirdi. Onlar da birbirlerini öldürdüler. Sağ kalanlar ise tevbe etmiş sayıldılar Bkz. Tâhâ sûresi, âyet: 96 İsrailoğullarının bu davranışları ne kadar gariptir. Kendilerini Firavunun zulmünden kurtaran ve herşeye gücünün yettiğini iyi bildikleri Allah'ı bırakıp, şeklen buzağıya benzeyen cansız bir varlığa, sırf buzağı gibi ses çıkardığı için tapmışlar ve neticede birbirlerini öldürmek gibi en çetin bir azaba uğratılmışlardır. 149Pişman olup saptıklarını görünce: "Yemin olsun ki eğer rabbimiz bize acımaz ve bizi bağışlamazsa muhakkak hüsrana uğrayanlardan oluruz." dediler. Buzağıya tapan İsrailoğullaı, Mûsa Konuştuktan sonra geri dönüp kendilerini uyarması onların da Mûsa'nın verdiği hükmü, kabul etmeleri üzerine buzağıya tapma davranışlarından pişman olmuşlar doğru yoldan ayrıldıklarını Allah'ın dininden çıktıklarını ve rab'lerini inkâ ettiklerini görmüşler, bu defa Allah'a yönelip tövbe ederek şöyle demişlerdir. "Yemin olsun ki: "Eğer rabbimiz bize merhamet etmez, ve bizi bağışlamazsa bizler mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz." 150Mûsa, kavmine kızgın ve üzgün olarak dönünce şöyle dedi: "Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız. Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?" Levhaları yere attı ve kardeşinin başından tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Bunun üzerine kardeşi Harun şöyle dedi: "Ey anamın oğlu bu kavim beni küçümsedi, neredeyse beni öldürüyorlardı. Bana düşmanları güldürecek şekilde davranma, beni bu zalim kavimle lbir tutma." Hazret-i Mûsa Tûr dağında Allahü teâlâ ile konuştuktan sonra geri döndüğünde çok kızgın ve çok üzgündü. Buzağıya tapan kavmini kınayarak: "Ben sizden ayrıldıktan sonra ne kötü işler yaptınız. Rabbinizin emrini beklemeyip neden acele attiniz? Peygamberinizin Tür dağından dönmesini neden beklemediniz?" dedi. Buzağıya tapmalarından dolayı kavmine olan kızgınlığı yüzünden, Tûr dağından getirdiği öğüt ve hükümlerle dolu levhaları yere attı. Kardeşi Harun'un vazifesini yapmadığından kuşkulanarak, saçlarından ve sakalından tutup kendisine doğru çekmeye başladı. Harun aleyhisselam, olayda kusuru olmadığını ortaya koyarak ve Hazret-i Mûsa'nın şefkat hislerine hitab ederek şöyle dedi: "Ey annemin oğlu, buzağıya tapan bu insanlar beni küçümsediler ve sözümü dinlemediler. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Bana bu şekilde davranarak düşmanları sevindirme. Beni, Allah'ı bırakıp buzağıya tapan bu zalimler güruhundan sayma." Âyet-i kerime'de, Hazret-i Mûsa'nın, levhaları elinden attığı zikredilmektedir. O levhaları atmasının sebebi hususunda iki görüş zikredilmektedir. a- Abdullah b. Abbas Suddi ve İbn-i İshaka göre, Hazret-i Mûsa'nın levhaları elinden atmasının sebebi, kavminin, Allah'ı bırakıp buzağıya tapmalarına kızmasıdır. b- Katadeye göre ise, onları atmasının sebebi, onların içinde, İsrailoğullarının dışındaki bir ümmetin (Muhammed ümmettinin) İsrailoğullarından daha üstün olduklarını belirten bir kısım sıfatların mevcut oluşudur. Bu hususta Katade diyor ki: "Mûsa levhaları aldı ve dedi ki: "Ey rabbim, ben bunlarda, insanlar için ortaya çıkarılmış, iyiliği emreden ve kötülüğe mani olan en hayırlı bir ümmetin geleceğini gördüm. Sen onları benim ümmetim kıl." Allah da buyurdu ki: "Bu ümmet Ahmedin (Muhammedin) ümmetidir." Mûsa: "Ey rabbim, ben, levhalarda, en son yaratalacak ve önce cennete girecek olan bir ümmetin geleceğini gördüm. Sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da buyurdu ki: "O, Ahmedin (Muhammed'in) ümmetidir." Mûsa: "Rabbim, ben, levhalarda, mukaddes kitaplarını ezberleyip, ezberden okuyan bir ümmetin geleceğini gördüm. Bundan önceki ümmetlerse, kitaplarını yüzünden okuyorlar, kapattıklarında ise ondan ezbere bir şey bilmiyorlardı. Sen onları, benim ümmetim kıl." dedi. Allahü teâlâ'da buyurdu ki: "Bu ümmet Ahmed'in ümmetidir." Mûsa: "Rabbim, ben levhalarda, önceki kitaplara da, en son gelen kitaba da iman eden, sapıklığın bütün çeşitlerine karşı savaşan, hatta yalancı, kör Deccala karşı dahi savaşacak, olan bir ümmetin geleceğini gördüm. Sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da buyurdu ki: "Bu ümmet Ahmed'in ümmetidir." Mûsa: "Rabbim, ben levhalarda, sadakalarıni kendileri yiyen, bununla birlikte sadakalarından mükâfaat kazanan bir ümmetin geleceğini -gördüm. Halbuki bunlardan önceki ümmetler, bir sadaka verdiklerinde eğer o kabul edilirse Allah bir ateş gönderip onu yakardı. Eğer kabul edilmezse sadaka sahibi onu bırakırdı, kuşlar ve yırtıcı hayvanlar yerdi. Rabbim, sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da buyurdu ki: "Bu ümmet Ahmed'in ümmetidir." dedi. Mûsa: "Rabbim ben levhalarda, içlerinden biri bir iyilik yapmayı ister de sonra da yapamayacak olursa, onun için bir sevap yazılan, şâyet yapacak olursa yedi yüz'e kadar artabilme ihtimaliyle on sevap yazılan bir ümmetin geleceğini gördüm. Rabbim, sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da buyurdu ki: "Bu ümmed, Ahmed'in ümmetidir." Mûsa: "Rabbim, ben levhalarda, içlerinden biri bir kötülük yapmak ister de yapamazsa aleyhine herhangi bir günah yazılmayan, şâyet yaparsa tek bir günah yazılan bir ümmetin geleceğini gördüm. Ey rabbim, Sen bunları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da: "Bu Ahmed'in ümmetidir." buyurdu. Mûsa: "Rabbim, ben levhalarda, emirleri kabul eden ve duaları kabul edilen bir ümmetin geleceğini gördüm. Sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah: "O, Ahmed'in ümmetidir." buyurdu. Mûsa: "Rabbim, ben levhalarda, başkalarına şefaat eden ve kendilerine şefaat olunan bir ümmetin geleceğini gördüm. Sen onları benim ümmetim kıl." dedi. Allah da: "Bu Ahmed'in ümmetidir." buyurdu. Sonra Mûsa (aleyhisselam) levhaları attı ve dedi ki: "Ey Allah'ım sen beni de Ahmed'in ümmetinden kıl." Allah da, Peygamberi Mûsa (aleyhisselam)'a herhangi bir Peygamber'e vermediği iki meziyeti verdi. Birincisi şu âyette beyan edilendir. "Ey Mûsa seni, vahyettiğim şeylerle ve seninle konuşmamla insanlardan üstün kıldım. A’raf sûresi, 7/144 Bunun üzerine Hazret-i Mûsa razı oldu. Sonra Allah ona ikincisi de şu hÂyette beyan edilendir: "Mûsa'nın kavmi arasında hak ile doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti sağlayan bir topluluk ta vardır A'raf sûresi, 7/159 Bu meziyetten sonra Hazret-i Mûsa iyice razı oldu. Taberi Hazret-i Mûsa'nın, levhaları atma sebebinin kavminin, buzağıya tapmasından dolayı kızması olduğunu söyleyen görüşün daha tercihe şayan olduğunu zira, âyet-i kerime'nin bunu ifade ettiğini söylemiştir. Ayrıca birçok sahabi ve tabiinden Rivâyet edildiği gibi, Allahü teâlâ Tevratı Mûsa için yazdırırken Mûsa, kalemlerin gıcırtılarını işitiyormuş. Bu itibarla Tevrata ne yazıldığını biliyordu. Sonradan onun içindeki hükümlerin başka ümmetlere ait olduğunu anlayarak Tevratı birtarafa bırakmasına gerek yoktu. Âyet-i kerime'de zikredilen levhaların mahiyeti hakkında, daha önce de zikredikliği gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bir kısım âlemlere göre bunlar, cennetten getirilen zeberced ve yeşil zümrütlerdi. Diğer bazılarına göre yakut idi. Başka bir kısım alimlere göre ise "Berdi" denen bitkinin yaprağıydı. (Eskiden insanlar, bu bitkinin yapraklarına yazı yazıyorlardı.) Âyet-i kerime'de, Hazret-i Mûsa'nın kardeşi Harun'un başını tutup kendisine doğru çektiği zikredilmektedir. Bunun sebebi, Hazret-i Harun'un İsrailoğullarıyla birlikte Hazret-i Mûsa'nın bıraktığı yerde beklemesi ve Mûsa'nın arkasından gitmemesidir. Mûsa (aleyhisselam) bu halini görünce ona: "Ey Harun bunların saptıklarını gördüğünde bana tâbi olmana engel neydi, emrime karşı mı geldin?" dedi Tâhâ sûresi, 20/92, 93 "Harun, mazeretini beyan ederek Mûsaya: "Ey anamın oğlu, sakalımı ve başımı tutma, Doğrusu ben, "İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın. Sözümü dinlemedin." diyeceğinden korktum." dedi Tâhâ sûresi, 20/94 ve "Ey annemin oğlu bu kavmi beni küçümsedi. Nerdeyse beni öldürüyorlardı. Bana düşmanları güldürecek şekilde davranma, beni bu zalim kavmimle bir tutma" dedi. Hazret-i Harun'un, Hazret-i Mûsa'nın anne baba bir öz kardeşi olmasına rağmen ona "Ey babamın oğlu" demeyip, "Ey annemin oğlu" demesinin sebebi, Hazret-i Mûsa'nın, merhamet hislerini celbetmek istemesidir. 151Mûsa şöyle yalvardı: "Rabbim, ben ve kardeşimi affet. Bizi rahmetine gark et. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin. Mûsa'ya, kardeşinin mazur olduğu ve vazifesinde kusur işlemediği belli olunca Mûsa, rabbine yalvararak: "Rabbim, sen benim kardeşime yaptığım şeylerden dolayı beni affet. Kardeşimin de geçmişteki kusurlarını affet. Bizi rahmetine girdir. Çünkü sen, kullarına karşı, her merhamet edenden daha çok merhametlisin.." dedi. 152Buzağıyı ilâh edinenlere, şüphesiz rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da zillet erişecektir. İşte biz, iftira edenleri böyle cezalandırırız. İsrailoğullarının daha dünyadayken kendilerine ulaşan Allah'ın gazabı, onların birbirlerini öldürmeleridir. Onların tevbelerinin kabul edilmesi ancak bu şekilde mümkündü. Tabi bu da onlar için Allah'ın bir gazabı idi. Şu âyet de bu hususa işaret etmektedir: "Bir zaman Mûsa, kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, buzağıyı ilâh edinmekle şüphesiz kendinize zulmettiniz. O halde yaratanınıza tevbe edin ve birbirinizi öldürün. Yaratanınız katında bu, sizin için daha hayırlıdır. Bakara sûresi, 2/54 İsrailoğullarının zillete düşürülmesi ise, onların, ülkelerinden kovulmaları ve yabancı diyarlarda dolaşıp durmalarıdır. Ayrıca, buzağı heykelini yapan Samiri, lanete uğramış ve cemiyet dışına atılmıştır. Hiçbir insanla irtibat kuramayıp vahşi hayvanlarla yaşamak zoruda kalmıştır. Rivâyet edildiğine göre samiri cüzzam hastalığına yakalanmış ve cüzzamlılar vadisinde ölmüştür. Diğer bir âyet-i kerime'de de şöyle buyuruluyor: "Mûsa Samiri'ye şöyle dedi: "Haydi git. Sen, hayatın boyunca "Bana dokunmayın" diyeceksin... Tâhâ sûresi, 20/97 Âyet-i kerime'nin sonunda, "işte biz, iftira edenleri de böyle cezalandırırız." buyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir: "Nasıl ki biz, buzağıyı ilâh edinenleri, rablerini inkârları yüzünden ve Allah'a iman ettikten sonra dinden çıkmalarından dolayı gazabımıza uğratarak ve dünya hayatındayken zelil kılarak cezalandırdık ise, Allah'ın ulhıyyetini bırakıp ta başka şeyleri ilâh edinerek ve putlara taparak Allah'a iftira eden ve dinden dönen her yalancıyı da bunlar gibi cezalandırırız. Gazabımıza uğratır ve dünya hayatında zelil kılarız." Taberi âyeti kerime'nin sonunda geçen "İşte biz, iftira edenleri böyle cezalandırırız." ifadesini izah ederken şunu Rivâyet etmiştir: "Humeyd b. Kays ile Harise b. Kudame, Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh)'ın yanına varmışlar ve ona "Senin şimdi yapmakta olduğun ve insanları davet ettiğin bu iş, Resûlüllah'ın sana emrettiği bir emir mi yoksa senin şahsi görüşün mü?" diye sormuşlar. Ali de onlara: "Bırakın bunu. Bundan size ne?" diye cevap vermiştir. Fakat bu iki zat, ısrar etmişler ve: "Vallahi bunu bize bildirmeden biz bundan vaz geçmeyiz." demişlerdir. Bunun üzerine Ali: "Resûlüllah bana, kılıcımın kınında asılı bulunan şu yazıdan başka hiçbir emir bırakmamıştır." demiş ve kılıcının kınından yazıyı çıkarmıştır. Orada şunlar yazılıydı: "Hiçbir Peygamber yoktur ki, onun haram kıldığı kutsal bir yeri bulunmuş olmasın. İbrahim (aleyhisselam)'ın, Mekke'yi haram belde kıldığı gibi ben de Medineyi haram belde yapıyorum; Medine'de savaşmak için silah taşınamaz. Kim (orada) bir cinÂyet işler veya cinÂyet işleyeni barındıracak olursa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerinedir. Onun ne tevbesi ne de fidyesi kabul edilir. Bkz. Ahmeü b. Hanbel, Müsned, C: 1, S: 42 Ali b. Ebi Talib'e bu soruyu soran o iki kişi, Ali'nin yanından ayrılınca biri diğerine şöyle demiştir. "Gördün rriü o yazıyı?" Sonra orada uzaklaşıp gitmişler ve kendi kendilerine: "Biz, Allahü teâlâ'nın "Buzağıyı ilâh edinenlere, şüphesiz, rablerinden bir gazap ve dünya hayatında da zillet erişecektir. İşte biz, iftira edenleri de böyle cezalandırınız." buyurduğunu işittik. İnsanlar, bir kısım iftiralarda bulundular. Bilmiyoruz ama, yakında onlara zillet ulaşabilir Bir kısım insanlar Hazret-i Ali'nin yanında Kurân'ın hiç kimsede bulunmayan bazı âyet ve hükümlerinin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu olayda bu iddiacıların iftiracı oldukları anlatılmakladır. demişlerdir. 153Kötü ameller işi ey ipte ardından tevbe ve iman edenler bilsinler ki, rabbin, bu davranışlarından sonra tevbe edenler için çok affeden ve çok merhamet edendir. Büyük olsun küçük olsun, herhangi bir günahı işleyerek veya imana girdikten sonra buzağıya tapanlar gibi herhangi bir şeye tapıp inkâr'a düşerek kötü amel işleyenler, yaptıklarına pişman olur, Allah'ın razı olacağı amelleri yapar ve Allah'ın tevbe edenlerin tevbesini kabul edeceğine iman edecek olurlarsa, şüphesiz ki Allah'a onların yaptıkları kötü amelleri örter, onları rezil etmez ve onlara merhamet eder. 154Mûsa'nın kızgınlığı geçip sakinleşince yere attığı levhaları aldı. Onlardaki yazıda, rablerinden korkanlar için bir rahmet ve hidâyet vardı. Hazret-i Mûsa, kavminin buzağıya tapmasına çok sinirlenmiş ve Tûr dağından onların yanına döndüğünde elinde bulunan levhaları hırsından yere atmıştı. Kardeşi Harun'u dinleyip onu bir suçu olmadığını anlayınca kızgınlığı yatışmış ve öfkesi geçince de daha önce yere atmış olduğu levhaları yerden almıştı. O levhalarda Cenab-ı Hak tarafından getirmiş olduğu emirler vardı. 155Mûsa, tayin ettiğimiz o vakit için kavminden yetmiş kişi seçti. Onları kuvvetli bir sarsıntı yakalayınca Mûsa şöyle dedi: "Ey rabbim eğer dileseydin bunları ve beni daha önce helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin? Bu olanlar ancak senin bir imtihanındır. Sen bu imtihanla dilediğini saptırır, dilediğim de hidâyete erdirirsin. Sen bizim velimizsin. Artık bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bağışlayanların en hayırlısın. Suddîden Rivâyet edildiğine göre. Hazret-i Mûsa, buzağıya tapmalarından dolayı Allah'tan af dilemeleri için, İsrailoğullarının ileri gelenlerinde yetmiş kişi seçip Allah ile görüşülmesi vaadedilen yere oturmuştur. Fakat bu yetmiş kişi oraya varınca Hazret-i Mûsa'ya karşı diretip demişlerdir ki: "Ey Mûsa, biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz... Bakara sûresi, 2/55 Bunun üzerine onları korkunç bir sarsıntı yakal ay iverdi. Perişan oldular. Diğer bir Rivâyete göre ise öldüler. Bunun üzerine Hazret-i Mûsa, Allah'a yalvararak şöyle dedi: "Ey rabbim, ben İsrailoğullarının yanına vannea onlara ne diyeyim? Sen onların en seçkinlerini helak ettin. Eğer dileseydin beni de onları da daha önce helak edebilirdin." Hazret-i Mûsa'nın böyle yalvarması üzerine Allah onları tekrar diriltti. Nitekim şu âyette de buyurulur ki: "Sonra şükredesiniz diye, ölmüşken size tekrar hayat verdik. Bakara sûresi, 2/65 Hazret-i Mûsa ile birlikte Allahü teâlâ'nın emirlerini dinlemeye giden bu yetmiş kişinin kuvvetli bir sarsıntıya yakalanmalarının sebebi olarak müfessirler ayrı ayrı üç şey zikretmişlerdir. a- Süddi, İbn-i İshak ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre bunların, sarsıntıya yakalanmalarının sebebi, Hazret-i Mûsa'dan, kendilerine Allah'ı göstermesini istemeleridir. Bunlar demişlerdir ki: "Ey Mûsa sen Allah'ı bize açıkça göstermedikçe biz sana iman etmeyeceğiz." Bunun üzerine, kendilerini dehşetli bir sarsıntı yakalayıvermiş ve ölmüşlerdir. Hz Mûsa'nın, Allah'tan onların diriltmelerini istemesi üzerine di riltmişl erdir. b- Hazret-i Ali'den nakledilen diğer bir görüşe göre Hazret-i Mûsa'nın seçmiş olduğu bu yetmiş kişinin, dehşetli sarsıntıya yakalanmalarının sebebi, Hazret-i Mûsa'nın, kıskanarak Harun'u öldürdüğünü iddia etmeleridir. Umara b. Abdüsselûl, Hazret-i Ali'nin, şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Mûsa ile Harun, bir dağın eteğine gitmişler. Harun, bir yatak üzerine yatmış uyumuş, Allah'da onu vefat ettirmiştir. Mûsa dönüp İsrailoğulları'nın yanına gelince onlar, "Harun nerede?" diye sormuşlar, Mûsa da: "Allah onu vefat ettirdi." demiştir. Onlar da: "Sen onun güzeî ahlakım ve yumuşak huyluluğunu kıskanarak onu öldürdün." demişler. Bunun üzerine Mûsa: "İçinizden yetmiş kişi seçin de gidip hadiseyi tahkik edelim." demiş, onlar da yetmiş kişi seçip Mûsa ile birlikte ölen Harun'un yanına göndermişlerdir. Bunlar oraya varınca: "Ey Harun seni kim öldürdü?" diye sormuşlar, Harun da: "Beni kimse öldürmedi. Beni Allah vefat ettirdi." demiştir. Bunun üzerine onlar: "Ey Mûsa artık bundan sonra sana asla karşı gelinemez." demişler ve ondan sonra da kendilerini kuvvetli bir sarsıntı yakalayıvermiştir. Mûsa sağa sola gezinmiş ve demiştir ki: "Ey rabbim, eğer dileseydin, onları da beni de daha önceden helak ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin? Bu senin ancak bir imtihanındır. Bununla dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletirsin." Bunun üzerine Allah onların hepsini diriltmiştir... c- Katade, Abdullah b. Abbas, İbn-i Cüreyc, Mücahid ve Muhammed b. Kâ'b el-Kureziden nakledilen diğer bir görüşe göre Hazret-i Mûsa'nın seçtiği bu yetmiş kişiyi, kuvvetli bir sarsıntının yakalamasının sebebi, onların, buzağıya tapmalarına rağmen ona tapanlardan uzaklaşmamaları ve onlara hakkı tebliğ edip kötü amellerine mani olmamalarıdır. Bu sebeple Allah'tan uğradıkları felaketlerin kendilerinden kaldırmasını dilerken, yaptıkları günahlardan dolayı şiddetli bir sarsıntıya yakalanmış ve ölmüşlerdir. Daha sonra da Allah onları diriltmiştir. Âyet-i kerime'de: "İçimizdeki beyinsizlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?" buyurulmaktadır. Müfessirler burada zikredilen "Beyinsizlerden kimin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Süddiye göre burada ifade edilen "Beyinsizler"den maksat, buzağıyı ilâh edinenlerdir. Hazret-i Mûsa, buzağıya ibadet etmeyenlerden yetmiş kişi seçip onlarla birlikte Allah’a dua etmek için tayin edilen yere gidince, Allahü teâlâ'nın da bu yetmiş kişiyi, sarsıntıya yakalatıp öldürünce Mûsa: "Rabbim, buzağıya tapan beyinsizler yüzünden, ona tapmayan bizleri de mi helak edeceksin?" şeklinde yalvarmış ve bu yetmiş kişinin suçsuz kimseler olduklarını zannetmiştir. Halbuki onlar da buzağıyı ilâh edindikleri için Allah kendilerini helak etmiştir. İbn-i İshak'a göre ise âyetin bu bölümünde zikredilen beyinsizleri'den maksat, Hazret-i Mûsa'dan, Allah'ı kendilerine açıkça göstermesini isteyen kimselerdir. Yani Hazret-i Mûsa ile birlikte Allah'a yalvarmaya giden yetmiş kişi'dir. Allahü teâlâ bunları şiddetli sarsıntı ile helak edince Hazret-i Mûsa, orada bulunmayan diğer bütün İsrailoğullarıni da helak edileceğini sanmış ve Allahü teâlâ'ya: "Seni açıkça görmek isteyen bu beyinsizler yüzünden bütün İsrailoğularını helak mı edeceksin?" şeklinde niyazda bulunmuştur. Taberi, bu görüşlerden birincisinin tercihe şayan olduğunu, beyinsizler'den maksat'ın da buzağıya tapanlar olduğunu söylemiştir Zira Hazret-i Mûsa, Allahü teâlâ'ya yalvarmaya giderken buzağıya tapanları seçmesi mümkün değildir, O, İsrailoğulları'nın en üstünlerini seçip Allah'ın huzuruna götürmüş, onların helak edilmeleri üzerine "İçimizdeki, buzağıya tapan beyinsizlerin yüzünden huzurunda bulunan bizleri de helak mı edeceksin?" demiştir. 156Bize hem bu dünyada hem de ahirette iyilik yaz. Biz, sadece sana yöneldik." Allah şöyle dedi: "Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise herşeyi kuşatmıştır. Rahmetimi, Allah'tan korkanlara, zekâtını veren ve âyetlerimize iman eden kimselere yazacağım." Yine Mûsa, "Rabbim, sen bizlere, dünyada iken salih ameller işlemeyi, âhirette de günahlan bağışlanan kimseler olmayı yaz Şüphesiz ki bizler, sana yöneldik ve tevbe ettik." diye dua etmiş Allah da "Senin kavmine isabet ettirdiğim bu sarsıntı benim azabımdır. Bu azabımı, yaratıklarımdan dilediğime yaparım. Rahmetim ise dünyada iken her şeyi kuşatmış iken âhirette onu, bana ortak koşmak ve isyan etmekten kaçınanlara, mallarının zekâtını vererek ve vücutlarıyla salih amel işleyerek kendilerini arındıranlara, âyet ve delillerimize iman edenlere mahsus kılacağım." diyece cevap vermiştir. Âyet-i kerime'de, Hazret-i Mûsa'nın "Biz sadece sana yöneldik" dediği zikredilmektedir. Burada ifade edilen "Yönelme"den maksat, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, İbrahim et-Teymi, Katade, Mücahid, Ebul Aliye ve Dehhaka göre "Sana tevbe ettik." demektir. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) demiştir ki: . "Yahudilere "Yahudi" adının verilmesinin sebebi, onların, "Biz ancak sana yölendik." demeleridir. Âyet-i kerime'de "Rahmetin her şeyi kuşatmıştır." buyurulmaktadır. Müfessirler, rahmetin, her şeyi kuşatmasının ne demek olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Abbas, Ebubekr el-Hezlî, İbn-i Cüreyc ve Katadeye göre, her ne kadar âyette, Allah'ın rahmetinin her şeyi kuşattığı zikredilmiş ise de bundan sonra gelen âyette de belirtildiği gibi aslında, Allah'ın rahmetinin, Hz Muhammed'in ümmetini kuşattığı beyan edilmek istenmiştir. Bu hususta: Ebubekir el-Hezlî ve İbn-i Cüreyc bu âyetin izahında şunları söylemişlerdir: "Rahmetim her şeyi kuşatmıştır." âyet-i kerimesi inince İblis: "Ben de o şeylerden biriyim." demiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ, îblis'in bundan faydalanamayacağını beyan ederek: "Ben o rahmetimi, benden korkan, zekâtlarını veren ve âyetlerimize iman edenlere tahsis edeceğim." âyetini göndermiş bu defa da Yahudiler: "Biz de Allah'tan korkuyor, zekâtımızı veriyor ve rabbimizin âyetlerine iman ediyoruz." demişler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Yahudilerin de bundan nasibi olmadığını beyan ederek: "Rahmetime layık olan o kişiler, ümmi (okur-yazarlığı olmayan) Peygambere tabi olanlardır." âyet-i Celilesini göndermiş ve rahmetinin, Muhammed ümmetine tahsis edildiğini beyan etmiştir. b- Hasan-ı Basrî ve Katade'ye göre: "Bunun mânâsı "Rahmetim, dünyada Mü’min, kâfir, günahkâr veya salih olan herkesi kaplamıştır. Fakat âhirette onu özellikle benden korkan zekâtını veren, âyetlerime iman eden ve Muhammede isyan etmeyen kullanma tahsis edeceğim." demektir. c- İbn-i Zeyd ise demiştir ki: "Bu âyetin mânâsı: "Azabıma dilediğimi uğratırım." Fakat rahmetimden kaynaklanan tevbeyi kabul etme kapısı herkese açıktır." demektir. Yeni buradaki "Rahmeften maksat, tevbedir. 157Onlar, yanlarındaki Tevratta ve İncilde yazılı buldukları, okuyup yazması olmayan Allah'ın elçisi Peygambere tâbi olurlar. O Peygamber ki onlara iyiliği emreder. Temiz şeyleri onlar için helal, murdar şeyleri de haram kılar. Onların üzerindeki ağır yükleri ve kendilerini bağlayan bağları kaldırır. O Resule iman edenler, ona saygı gösterenler ve kendisine indirilen nur'a tabi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Rahmetimi kendilerine tahsis ettiğim o insanlar, yanlarındaki Tevratta ve İncil'de sıfatlarını yazılı olarak buldukları, okuyup yazması olmayan, Allah'ın elçisi Muhammed'e tâbi olanlardır. Peygamber onlara, Allah'a iman edip ona itaat etmeyi emreder. Allah'a ortak koşmayı ve ona karşı günah işlemeyi yasaklar. Temiz ve helâl şeyleri Kendilerine helal kslar. Domyz eti ve içki gibi şeyleri onlara haram kılar. Onlardan, ağır hükümlerle amel etme yükünü kaldırır. Ganimet mallarının ve hayvanları iç yağlarının haram olması gibi, kendilerini bağlayan bağları kaldırır. Bu Peygambere iman edenler, ona saygı gösterenler ve Alalh düşmanlarına karşs cihad ederek ona ve getirdiği dine yardım edenler ve Allah'ın ona indirdiği bir nur olan Kur'an'ın hükümlerine tâbi olanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır. Abdullah b. Abbas, bu âyette zikredilen insanların, Muhammed ümmeti olduklarını söylemiştir. Resûlüllah'ın, tevratta zikredilen sıfatları şöyle anlatılmaktadır: Atâ b. Yesar diyor ki: "Abdullah b. Amr b. Ass ile karşılaştım. Ona: "Resûlüllah'ın, Tevratta zikredilen sıfatlarını bana bildir." dedim. Abdullah: "Peki bildireyim. Allah'a yemin olsun ki Resûlüllah, Tevratta, Kuran-ı Kerim'de zikredilen sıfatlarının bir kısmıla tavsif edilmektedir." dedi. Ve Peygamberin, Tevratta geçen sıfatını şöyle anlattı: Ey peygamber, "Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ve okuma yazma bilmeyenleri himaye eden olarak gönderdik. Sen benim kulumsun ve Peygamberimsin. Ben seni "Mütevvekil" diye adlandırdım. Sen, sert katı kalbli biri değilsin. Çarşıda pazarda bağırıp çağıran da değilsin. Sen, kötülüğü kötülükle gideren değilsin, fakat sen, affeden ve bağışlayansın." Allah onunla, eğrilen dini doğrultup, insanlar, "Lailahe İllallah" demedikçe ve bu sözle kör gözleri sağır kulakları ve perdeli kalbleri açmadıkça onun ruhımu almayacaktır. Buhari, k. el-Bü'yu; bab: 50. Tefsir el-Kur'ân, Sûre 48, bab: 3 / Ahmed b. Hanbel Müsned C: 2, s: 174. Âyet-i kerime’de, "O Pegamber, onların üzerlerinldeki ağır yükleri kaldırır" buyurulmaktadır. Burada zikredilen "Ağır yük"ten neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikredilmiştir. Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basri, Mücahid ve Süddiye göre burada zikredilen "Ağır yük" Allahü teâlâ'nın İsrailoğullarından, Tevratla amel edeceklerine dair aldığı ahd ve yeminlerdir. Hazret-i Muhammed gelince İsrailoğullarının ona iman ederek bu ahitlerinden kurtulmuş olmaları söz konusudur. Bu sebeple sırtlarındaki ağır yükleri kalkmış olur. Katade, Said b. Cübeyr, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre ise âyette zikredilen "Ağır Yük"ten maksat Allahü teâlâ'nın, İsrailoğullarına koyduğu, ganimetlerin haram olması, idrarın isabet ettiği elbisenin ancak kesilerek temizlenmesi gibi ağır hükümlerdir. İslam dini geldikten sonra Allahü teâlâ bu ağır hükümleri kaldirmıştır. Bu itibarla Resûlüllah'a iman eden Yahudilerden bu gibi yükler kaldırılmış olur. Taberi, burada zikredilen "Ağır Yükler"den maksadın Tevratla amel edeceklerine dair Allah'a verdikleri söz olduğunu söylemiş, Resûlüllah geldikten sonra Kurân-ı Kerim'in, Tevrat'ı neshetmesi üzerine artık Yahudilerin, bu sözlerine bağlı kalma yükümlülükleri kalkmıştır. 158Ey Rasûlüm, de ki: "Ey insanlar, şüphesiz ki ben, göklerin ve yerin hükümranı, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, hayat veren ve öldüren Allah'ın, hepinize gönerdiği bir elçiyim. O halde Allah'a iman edin. Allah'a ve sözlerine iman eden, okuyup yazması olmayan, Allah'ın elçisi Peygambere de . Ona uyun ki doğru yola eresiniz. Ey Rasûlüm, insanlara de ki: "Ben, benden önceki Peygamberler gibi insanların sadece bir kısmına değil sizin hepinize gönderilen bir Peygamberim. Beni gönderen, göklerin ve yerin ve her ikisinde bulunan şeylerin hükümranlığını elinde bulunduran, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, varlıklara hayat veren ve öldüren Allah'tır. O halde Allah'ın birliğini ve okur zayar olmayan Peygamberinin elçiliğini tasdik edin. O Peygamber de Allah'a iman eder ve onun âyetlerini tasdik eder. Sizler o Peygamber'in yolunu tutun ki hidâyete enniş olsanız. 159Mûsa'nın kavmi arasında, hak ile doğru yolu gösteren ve hak ile adaleti sağlaya bir topuluk ta vardı. Allahü teâlâ, İsrailoğull arının kıssası arasında, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bütün insanlara Peygamber olarak gönderildiğini ilan etmesini emrettikten sonra, tekrar, İsrailoğullarının durumuna işaretle buyuruyor ki: Mûsa'nın kavmi arasında insanları doğru yola davet eden ve adaletten ayrılmayan bir gurup ta vardı. Bu âyette zikredilen ve İsrailoğullarından bir topluluk oldukları beyan edilen insanların kimler oldukları hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. Süddi bunlar hakkında şöyle demiştir. "Bu kavim, sizinle onlar arasında bal'dan bir nehir bulunan bir kavimdir." Başka bir Rivâyette "Kum"dan bir nehir." şeklindedir. İbn-i Cüreyc ise bunların hakkında şunları söylemiştir: "On iki toruna ayrılan İsrailoğulları Peygamberlerini öldürüp inkâra düşünce, içlerinden, bir toruna mensup olanlar, bunların yaptıklarından uzak kalmışlar onlara rıza göstermemişler ve Allah'tan, kendilerini bunlardan, ayırmasını istemişlerdir. Bunun üzerine Allah onlara, yerin altından bir tünel açmış, onlar oradan yürüyüp, çin topraklarının arkasında bir yere çıkmışlardır. Onlar orada, bizim kıblemize yönelip müslüman olarak yaşamaktadırlar. Abdullah b. Abbas, şu âyet-i kerimeenin onlara işaret ettiğini söylemiştir. "Bundan sonra İsrailoğullarına şöyle dedik: "Buraya siz yerleşin. Âhiret vaadi (İsa) gelince sizleri bir araya toplanz. 160Biz, İsrailoğullarım, her biri bir ümmet plan on iki kabileye ayırdık. Ve Mûsa'ya, kavmi su istediğinde: Âsânı taşa vur." diye vahyettik. Vurunca taştan oniki pınar birden akmaya başladı. Herkes su içeceği yeri öğrendi. Onlara bulutu gölgelik yaptık. Üzerlerine kudret helvacıyla bıldırcın eti indirdik. Ve onlara: "Sizi rızıkladırdığımız temiz şeylerden yeyin." dedik. Fakat onlar, nankörlük ederek bize zulmetmediler. Bilakis kendi nefislerine zultmetmiş oldular. İsrailoğulları, dinleri hususunda ihtilafa düştükleri için onları oniki guruba bölüp oniki ümmet yaptık. Onlar, TİH çölünde iken Mûsa'dan su istedikleri zaman biz ona, asasını taşa vurmasını emrettik. O da vurdu ve taştan oniki pınar fışkırdı. Kabilelerden herbiri su içeceği pınarı öğrendi. Ayrıca biz onları güneşin sıcağından kendilerini koruyacak bulutların altında gölgelendirdik. Ve onlara, yiyecek olark kudret helvası ve bıldırcın eti indirdik. Ve onlara: "Size verdiğimiz rızıkların helal ve temizlerinden yeyin." dedik. Fakat onlar bu rızıklardan hoşlanmadılar. Aynı şeyleri yemekten usandıklarını söylediler ve: "Biz, bir tek yenekle yetinemeyiz." dediler. Daha basit şeyleri daha güzel şeylere tercih ettiler. Böylece biz onlara zulmetmedik, onlar böyle bir istekte bulunmakla kendi kendilerine zulmettiler. 161O vakit onlara şöyle denilmişti: "Şu şehre yerleşin, oranın mahsullerinden dilediğiniz gibi yeyin. "Affet" deyin ve kapısından secde ederek girin ki, kusurlarınızı bağışlayalım. Biz, iyilikte bulunanlara daha fazlasını vereceğiz." Ey Rasûlüm, İsrailoğullarının, Peygamberleri Mûsa'nın emrine nasıl karşı geldiklerini de bir düşün. Bir zaman onlara şöyle denilmişti: "Siz Kudüs şehrine yerleşin. Onun meyvelerinden, hububat ve bitkilerinden, dilediğiniz yerden yeyin. "Ey Rabbimiz, bizi affet" deyin. Kudüs şehrinin kapısından, Allah'ın nimetlerine karşılık ona şükür secdesi yaparak girin ki, daha önce yaptığınız günahları bağışlayalım, onlardan dolayı sizi hesaba çekmeyelim. Biz, iyilikte bulunanların mükâfaatlarını fazlasıyla vereceğiz. 162Fakat içlerinden zalim olanlar, kendilerine söylenen sözü değiştirip başka şekle koydular. Biz de, zulmetmeleri sebebiyle üzerlerine gökten azap indirdik. Burada, İsrailoğullarının, değiştirdikleri söz: "Bizi affet," demeleri yerine herhangi bir anlamı olmayan "Hınta Fi Şa'rah" sözüdür. Bir kısım âlimler, bu anlamsız sözleri söyleyerek Allah'ın kendisinden af dilemeleri isteğini reddettiklerini ve bunun üzerine Allah'ın, kendilerini cezalandırarak yetmişbin kişinin "Taun" hastalığından öldüğünü söylemişlerdir. İşte gökten indirilen azabın da bu olduğu ifade edilmektedir. 163Ey Rasûlüm, onlara, deniz kenarındaki şehir halkının başına gelenleri sor. Hangi onlar Cumartesi günü haddi aşıyorlardı. Tatil yaptıkları cumartesi günü, balıklar akın akın kendilerine geliyor, tatil yapmadıkları diğer günlerde ise onlara yaklaşmıyorlardı. İşte biz onları, yoldan çıkmaları sebebiyle böylece imtihan ediyorduk. İsrailoğullarının bir kısmı, Kızıldeniz kenarındaki "İlat" veya "Medyen" adlı şehirde oturuyordu. Allahü teâlâ onlara imtihan için, cumartesi günleri avlanmayı yasaklamıştı. Cumartesi günleri balıklar akın akın kıyılara geliyor ve gözönünde dolaşıyorlardı. Bunu gören İsrailoğuîlan balıkların böyle bolca bulunmasına dayanmayarak, Cumartesi günü avlanma yasağım bozup onları avlama başladılar. Böylece imtihanı kaybettiler. Müfessirler, âyet-i kerime’de zikredilen deniz kenanndaki şehirin hangi şehir olduğu hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir. Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Kesir, İkrime, Süddi ve Mücahide göre bu şehir "Eyle" kasabasıdır. Katadeye göre Medyen şehrinin sahilidir. İbn-i Zeyde göre Medyen ile Aynûnî arasında bulunan "Mukannâ" şehridir. Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre Medyen şehridir. Taberi, tercih edilen görüşün, bu şehrin, sahilde bulunan bir şehir olduğunu söyleyen görüş olduğunu ifade etmiştir. Zira âyet-i kerime'de, şehrin hangi şehir olduğu belirtilmediği gibi onun hakkında Resûlüllah'dan da güvenilir herhangi bir hadis Rivâyet edilmemiştir. Bu itibarla bu şehir Eyle'de olabilir, Medyen de, Mukanna da. 164Bir zaman, onlardan bir topluluk şöyle diyordu: "Allah'ın helak edeceği yahut ta şiddetli bir azaba çarptıracağı bir kavme ne diye vaaz ediyorsunuz". Vaaz edenler ise: "Rabbinize bir özür beyan edelim, ayrıca Allah’a karşı gelmekten de sakınırlar ümidiyle vaaz ediyoruz." dediler. Ey Rasûlüm, İsrailoğullarından bir topluluğun Cumartesi günü yasağını ihlal edenlere nasihatta bulunan diğer bir topluluğa şöyle söylediklerini düşün. "Ey cumartesi günü yasağını ihlal edenleri, bu hallerinden vaz geçirmek için nasihatta bulunan kimseler Allah'ın günahları yüzünden dünyada helak edeceği veya suçlarını erteleyip âhirette kendilerine şiddetli bir şekilde azabedeceği bir topluluğa neden vaaz ediyorsun ki?" Vaz eden ntopluluktan onlara şu cevabı vermişti. "Biz, rabbimizin bize farz kıldığı, iyiliği emretme ve kötülüğe mani olma vazifımizi yerine getirerek ona karşı sorumlu olmamamızı istiyor bir de kendilerine nasihatta bulunacağımız insanların işledikleri günahlardan kaçınacaklarını ümit ediyor ve bu sebeple onlara nasihat ediyoruz. Müfessirler, âyet-i kerime'de, İsrailoğullarından, isyanda bulunanlara nasihat eden topluluğa "Niçin nasihatta bulunuyorsunuz?" diyen üçüncü bir topluluğun, Allah'ın cezalandırmasından kurtulup kurtulmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Bir kısım alimlere göre bunlar önceden İsrailoğullarını günahkârlarına iyiliği emredip kötülüğe mani oldukan, daha sonra ise öğütlerinin fayda vermediğini anlayarak bunlardan uzaklaştıklarını ve bunlara öğüt verenlere de öğütlerinin fayda vermeyeceğini bildirmeleri sebebiyle Allah'ın cezalandırmasından kurtulmuşlardır. Bu hususta Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın şunlaır söylediğini rivâyet etmiştir. "Bu âyette zikredilen insanlar, Mekke ile Medine arasında, deniz kenarında bulunan "Eyle" kasabası sakinleridir. Allah bunlara, cumartesi günü balık avlanmayı yasaklamıştı. Ancak balıklar, cumartesi günü deniz kenarına akın akın geliyorlardı. Cumartesi gününden sonra ise avlanma serbestti, fakat onlar balıklan yakalayamıyorlardı. O insanlar bu hal üzere Allah'ın dilediği kadar yaşadılar. Sonra içlerinden bir grup Cumartesi günü balık avlamaya başladı. Diğer bir grup ise onların bu hallerini kınadı ve onlara: "Allah balık avlamanızı Cumartesi günü yasakladığı halde siz onları nasıl avlarsınız?" dedi. Bu nasihatler onların azgınlığını iyici artırdı. Bu defa üçüncü bir grup bunlara balık avlamamaları için öğütte bulundu. Aradan uzun bi zaman geçtikten sonra önceden öğütte bulunan grup sonrada öğüt veren guruba dedilerki: "Sizler biliyorsunuz ki, bu kavim, azabı hak etmiştir. Sizler, Allah'ın mutlaka helak edeceği bir kavme niçin öğüt veriyorsunuz? Nasihat eden bu ikinci grup ise "Rabbinize karşı mazeret belirtileni diye. Bir de bunlar, yaptıklarından vaz geçerler ümidiyle nasihatta bulunuyoruz." dediler. Her iki grup ta emr-i bilma'ruf ve nehy-i anıl münker yaptıktan için Allah'ın azabından kurtulmuşlar, Allah'a isyan edenler ise maymunlara ve domuzlara döndürülmüşlerdir. Bu hususta daha başka Rivâyetler de zikredilmiştir. b- Diğer bi kısım âlimler ise, İsrailoğullarına nasihatta bulunan insanları, bu davranışlarından dolayı tenkid eden insanların da isyan edenlerle birlikte helak olduklarını söylemişlerdir. Bu hususta İkrime, Abdullah b. Abbas'ın şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Cumartesi günü yasağını Yahudilerin kendileri icadetmişler, Sonra da onunla imtihan edilmişlerdir. Şöyle ki, Allah onlara, cumartesi günü balık avlamayı yasaklamış bu günde de balıklar onlara akın akın gelir olmuşlardır. Cumartesi geçtikten sonra ise gelecek cumartesine kadar balık göremez olmuşlardır. İsrailoğulları bu şekilde Allah'ın dilediği kadar yaşamışlardır. Nihâyet içlerinden bir adam, cumartesi günü bir balık yakalamış onun burnunu delip, bir ip ile, deniz kenarına çaktığı kazığı bağlamış ve onu suda bırakmıştır. Ertesi gün ise onu kızartıp yemiştir. Diğer insanlar bunu görmelerine rağmen karşı çıkmamışlar, hiçbiri o kişiyi, bu yaptığından men etmemiştir Ancak küçük bir topluluk onu men etmeye çalışmış fakat muvaffak olamamışlardır. Öyle ki, bu iş çarşılara kadar yayılmış, herkesin gözü önünde yapılmaya başlanmıştır. İsrailoğullarından bir grup, bunu yasaklayan gruba demiştir ki: "Allah'ın helak edeceği yahut da şiddetli bir azaba uğratacağı bir topluluğa ne diye vaaz ediyorsunuz? Karşı çıkan topluluk ise "Rabbinize bir özür beyan edelim, bir de onlar, Allah'a karşı gelmekten sakınsınlar diye vaaz ediyoruz." demişlerdir. "Yasağı ihlal eden topluluk kendilerine yapılan ikazı unutunca biz de kötülükten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri ise yoldan çıkmaları sebebiyle şiddetli bir azap ile yakaladık... Onlara "Hor ve hakir maymunlar olun." dedik. Abdullah b. Abbas, sözlerine devamla diyor ki: "İsrailoğulları üç kısma ayrılmışlardı. Bir kısmı, cumartesi günü balık avlamaya karşı çıkıyor, diğer bir kısmı, karşı çıkanlara "Niçin bunlara nasihat ediyorsunuz?" diyor üçüncü bir kısmı ise avlanma yasağını ihlal etmeye devam ediyordu. Bu üç grup insandan, sadece avlanma yasağını ihlal edenlere karşı çıkan grup, cezalandırılmaktan kurtuldu. Diğer iki grupta cezalandırılmış oldular. Avlanma yasağım ihlal edenlere karşı çıkanlar bir gün, diğer iki grubun insanlarını göremez oldular. Ve kendi aralarında dediler ki "Hele bakın bu insanlara ne oldu. Başlarına bir şey mi geldi?" O insanların evlerine baktılar. Bir de ne görsünler onlar evlerinin içinde maymuna döndürülmüşler. Onların kimler olduklarını gözlerinden tanıyorlardı. Allahü teâlâ, işte bunlar hakkında buyurmuştur ki: "Biz onların bu hallerini o zamanda bulunanlara ve sonradan gelecek olanlara bir ibret ve müttakiler içirt de bir nasihat yaptık. Bakara sûresi, 2/66 165Kendilerine yapılan ikazı unutunca biz de kötülükten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri ise, yoldan çıkmaları sebebiyle, şiddetli bir azap ile yakaladık. Âyet-i kerime, cumartesi günü avlanma yasağını çiğneyenlere nasihatta bulunanların kurtulduğunu, yasağı çiğneyenlerin de şiddetli bir azaba uğratıldığını açıklamakta, tarafsız kalanların ise durumlan belirtilmemektedir. Burada tarafsız kalanların zikredilmemesi, kendi davranışlarına uygun bir muameledir. Zira onlar da, hakkın tebliği hususunda susmuşlardır. Bu sebeple övülmeye layık görülmedikleri gibi kınamanın şiardır da. Ancak, bunların da cezaya çarptırılıp çarptırılmadıkları hususunda daha önce de belirtildiği gibi iki görüş vardır. Bir kısım âlimler bu tarafsız kalan kişilerin de cezalandırıldıklarını söylemişler diğer bazıları ise bunların da kurtuluşa erdiklerini beyan etmişlerdir. 166Kendilerine yasak edilen şeylerden vaz geçmemekte ısrar edince, onlara: "Hor ve hakir maymunlar olun." dedik. Katede diyorki: "Bu topluluk günah işlemekte ısrar edince Allah bunları, normal insanlarken, hayvan kuyruklu maymunlara çevirmiştir." Bu insanlar, gerçekten maymuna dönüşmüşlerdir. Fakat onların soyları devam etmemiş, yok olup gitmişlerdir. Bu hususta daha geniş bilgi için Mâide Sûresi'nin altmışıncı âyetine bakınız. 167Yine bir zaman rabbin onlara, kıyamet gününe kadar en kötü azabı yapacak kimseleri musallat edeceğini bildirmişti. Şüphesiz ki rabbin, azabı çok sür'atli olandır. Ve o, çok affeden ve çok merhamet edendir. Yahudilerin kıyamet gününe kadar zelil düşürüleceklerini beyan eden bu ilhî hüküm kesindir. Yahudiler, işlemiş oldukları cinÂyetlerinin cezası olmak üzere bu hükmün gereği olarak günümüze kadar hor ve hakir düşürüldükleri gibi bundan sonra da bu kötü durumları devam edecektir. Yahudilere, kıyamet gününe kadar en kötü azabı yapacak olan kimseler, Abdullah b. Abbas Katade, Said b. Cübyr, Süddi ve İbn-i Zeyd'e göre, Müslüman olan Araplardır. Müslümanlar, Yahudilerin, cizye vermeyenlerine karşı savaşır, onları mağlup ederler veya onları zelil ederek kendilerinden cizye alırlar. Her iki haldede Allahü teâlâ, müslamanlan, Yahudilerin üzerine göndermiş ve Müslamanların eliyle onları zelil kılmıştır. Âyet-i kerime buna işaret etmektedir. Allahü teâlâ, Yahudilere, Roma Krallarını ve Keldanileri musallat etmiş daha sonra da Hıristiyanların eliyle onları ezmiş ve perişan etmiştir. Sonra İslam dini gelmiş, Müslümanların davetlerini kabul etmemeleri sebebiyle yine o peri sanlıkları devam etmiştir. Son olarak bunların, Deccahn yardımcıları olacağı ve bu sebeple gökten inecek olan Hazret-i İsa ile beraber olan Müslümanların eliyle öldürülecekleri, Hadis-i Şeriflerde bildirilmektedir. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: "Müslümanlar Yahudilerle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldüreceklerdir. Öyleki Yahudiler, taşların ve ağaçların arkasında saklanacaklar fakat o taş veya ağaç: "Ey Mülüman, ey Allah'ın kulu işte Yahudi benim arkamdan, gel onu öldür." diyecektir. Ancak garkat ağacı (Mûsa ağacı) hariç. Çünkü bu, Yahudi ağacıdır. Müslim, K. el-Fiten bab: 83, Hadis No: 2922 Diğer bir Hadis-i Şerifte de buyruluyor ki: "Yahudiler sizinle savaşacaklar fakat siz onlara galip geleceksiniz. Öyleki taşlar: "Ey Müslüman, işte Yahudi benim arkamda, gel onu öldür." diyecektir Ruhnri K. el-Menâkıb, bab: 25 / Müslim, K. el-Fiten bab: 81, HN: 2921 /Tirmizi, K. el-Fiten bab: 56 HN: 2236. 168Onları yeryüzünde ümmetler halinde ayırdık. İçlerinden bir. kısmı salih kişilerdi. Bir kısmı ise değildi. Biz onları, hakka dönsünler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik. Âyet-i kerime, İsrailoğullarının, yeryüzüne dağılmadan önce iki fırkaya ayrıldıklarını, bazılarının salih kişiler olduklarını, diğerlerinin ise böyle olmadıklarını ve yaptıklarından vaz geçmeleri için Allahü teâlâ tarafından, bolluk, darlık, sıkıntı ve genişlikle imtihan edildiklerini beyan etmektedir. İsrailoğularının iyi olmaları Hazret-i İsa'nın kendilerine Peygamber olarak gönderilmesinden önce'dir. Hazret-i İsa gönderildikten sonra, dinlerinden dönmüşler, inkâra düşmüşlerdir. 169Nihâyet onların ardından, yerlerine kötüler gelip kitaba vâris oldular. Onlar, şu dünyanın geçici menfaatini alırlar. Ve: "İlerde afolunuruz." derler. Aynı menfaatla karşılaştıkları zaman onu yine alırlar. Allah hakkında gerçek dışında başka bir şey söylemeyeceklerine dair Tevratta kendilerinden söz alınmamış mıydı? Ve orada olanları okumamış mıydılar? Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısınız? Hikâyeleri anlatılan İsrailoğullarının, bu nesillerden sonrna, kendilerinde hayır bulunmayan bir nesil geldi. Bunlar Tevrata mirasçı olmuşlardı. Fakat Tevratla amel etmeyi bıraktılar. Geçici dünya menfaatlarını ona tercih eder oldular. Rüşvetler alıp Tevrat'ın hükümlerini tatbik etmiyorlar sonra da: "Allah, günahlarımızı ilerde affeder." diyorlardı. Bununla beraber yeni bir menfaat bulunca yine haramları helal sıyıyorlardı. Dünyada ellerine geçen, haram ve helal herşeyi alıyorlar yine de Allah'ın, kendilerini affedeceğimi umuyorlardı. Halbuki İsrailoğullarından, Allah hakkında, gerçeğin dışında birşey söylemeyeceklerine dair Tevratta ahit alınmıştı. Onlar da Tevratı iyice okumuşlardı. Fakat Tevratla amel etmeyi bırakmışlar, kendilerine verilen emanete ihanet etmişler ve Allah'a verdikleri sözü bozmuşlardır. Allahü teâlâ işte bunları uyararak buyuruyor ki: "Allah'tan korkanlar için âhiret yurdu bu dünyanın geçici me-taından daha hayırlıdır. Hiç aklınızı kullanmaz mısın? 170Kitaba sımsıkı sarılan ve namazı kılanlara gelince, şüphesiz ki biz o iyiliğe çalışanların mükâfaatını asla zayi etmeyiz. Allahü teâlâ, Tevrattan yüzçevirenlerin halini beyan ettikten sonra, göndermiş olduğu kitaba sımsıkı sarılanları överek buyuruyor ki: "Allah'ın kitabına sarılıp onunla amel edenler namazlarını tam vaktinde hakkıyle kılanlar yok mu? Şüphesiz ki biz, iyi amel işleyenlerin amellerini asla zayi etmeyeceğiz. 171Hani bir zaman dağı bir gölgelik gibi İsrailoğullarının üzerine kaldırmıştık ta onu, üzerlerine düşecek zannetmişlerdi. Ve onlara; "Size verdiğimiz kitabı kuvvetle tutun ve ondaki hükümleri düşünün. Belki Allah'tan korkarsınız." demiştik. Ey Rasûlüm, İsrailoğullarının şu halini de bir düşün. Biz bir zaman dağı yerinden koparıp onların üzerine bir bulut gibi kaldırdık. Onlar, Allah'ın, kendilerine emrettiği şeyleri yapmadıkları takdirde dağın, üzerlerine mutlaka düşeceğini anladılar. O zaman biz, kendilerine: "Sizi sorumlu tuttuğumuz kitabımızın hükümlerine sımsıkı sanlın. Onda bulunan ahit ve antlaşmaları hatırlayın. Belki bu yolla rabbinizden korkar ve cezalandırmasından çekinirsiniz." demiştik. İsrailoğulları Tevratla amel etmeyi terkedince Allahü teâlâ Cebrâil'e emretmiş, Cerbrail bir dağı yerinde koparıp onların üzerine kaldırmıştır. Allahü teâlâ onlara "Ya Tevrattaki hükümlerle amel etmeyi kabul edersiniz veya bu dağı başınıza indiririm." buyurmuştur. Hasan-i Basrî diyor ki: "Yahudiler, dağı üzerlerine kalkmış görünce, onun düşüneceğinden korkarak, sol kaşlarının üzerine secdeye kapanmış ve sağ gözleriyle de dağa bakıp duruyorlardı. Yahudiler bugün de hâlâ sol kaşlarının üzerine secde etmektedirler. 172Hani rabbin, Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini çıkarmış, onları kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da: "Evet, şahidiz sen bizim rabbimizsin." diye cevap vermişlerdi. Bu, kıyamet gününde: "Bizim bundan haberimiz yoktu." dememiz içindir. Müfessirler, nakillere dayanarak âyetin zahirî mânâsını almışlar ve Allahü teâlâ'nın, bütün insanları zerrecikler halinde Hazret-i Âdemin sulbünden çıkarıp akıl verdiğini ve onlara, rableri olduğunu ikrar ettirdiğini, daha sonra beşer olarak dünyaya gelen insanlardan bir kısmının bu sözlerine sadık kaldıklarını bir kısmının da sözlerinden döndüklerini açıklamışlardır. Abdullah b. Abbas da Peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu Rivâyet etmektedir; "Allah, Araftta, Âdemin sulbündeki zerreciklerden söz aldı ve onun sulbünden yarattığı her zürriyeti çıkardı. Onlar, zerrecikler halinde önüne dizdi sonra hepsiyle yüzyüze konuştu ve onlara bu âyetleri bildirdi. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 1, S: 272 Abdullah b. Amr Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir: "Âdemin sulbünden, daha sonra meydana gelecek olan insanlar, tarağın, baştan bir şeyleri alması gibi alınıp çıkarıldılar. Sonra Allah onlara: "Ben sizin rabbınız değil miyim?" diye sordu. Onlar da: "Evet sen bizim rabbimizsınız." dediler. Melekler de kıyamet gününde: "Biz böyle bir şey hatırlamıyoruz" dememeniz için bizler şahidiz." dediler. Müslim b. Yesar diyor ki: "Ömer b. Hattab'dan bu âyet hakkında soruldu. Ömer şu cevabı verdi. "Ben bu âyetin, Resûlüllah'dan sorulduğunu duydum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah Âdemi yarattı. Sonra onun sırtını sağı ile meshetti. Âdemden zürriyetler çıkan ve: "Bunları cennet için yarattım, bunlar, cennetliklerin amellerini işleyeceklerdir." dedi ve tekrar Âdem'in sırtını meshetti. Yine ondan zürriyetler çıkardı ve: "Bunları da ateş için yarattım. Bunlar cehennemliklerin amellerini işleyeceklerdir." dedi. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 8, HN: 3075 Übey b. Kâ'b'dan bu âyetin izahı hakkında şunları söylediği rivâyet edilmektedir: "Allah, Âdem'in soyundan gelecek olan insanları onun sulbünde toplamış, onlara can vermiş ve onları şekillendirmiştir. Sonra onları konuşmalarını istemiş onlar da konuşmalardır. Daha sonra bunlardan ahd almış ve bunları, kendi nefislerine şahit tutarak: "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" demiş onlar da: "Evet, şahidiz sen bizim rabbimizsin." diye cevap vermişlerdir. Bunun üzerine Allah: "Ben de yedi kat göğü ve yedi kat yeri ve atanız Âdemi, kıyamet gününde: "Biz bunu bilmiyorduk." dememeniz için size karşı şahit tutuyorum. Bilin ki benden başka ne bir ilâh ne di bir rab vardır. Hiçbir şeyi bana ortak koşmayın. Ben sizlere, sizden aldığım ahdi size hatırlatacak Peygamberlerimi göndereceğim ve sizlere kitaplarımı indireceğim." dedi. Onlar da: "Senin, bizim rabbimiz ve ilahımız olduğuna, bizim senden başka hiçbir rabbimiz olmadığına şahitlik ederiz." dediler. Ve böylece ikrarda bulundular. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5, S: 135 Enes b. Mâlik, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu hususta şöyle buyurduğunu Rivâyet etmektedir: "Allahü teâlâ cehennemliklerden azabı en hafif olana şöyle diyecektir: "Yeryüzünde ne varsa hepsi senin olsaydı şimdi onları verip kendini kurtarmak ister miydin?" O kişi ise "Evet" diyecektir. Bunun üzerine Allah ona: "Sen, Âdem'in sulbünde iken ben senden, bundan daha kolayını istemiştim. Bana ortak koşmamanı istemiştim, fakat sen, ortak koşmaktan direttin. Buhari, K. el-Enbiya bab: 1. /Ahmed b Hanbel, Müsned, C: 3, S: 127 Bir kısım müfessirlere göre ise bu âyette bir misal söz konusudur. Bu âyet, insanların. 173Yalı utta: "Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı. Bize de onların arkalarından gelen zürriyetleriyiz. Şimdi o, hakkı batıl gösterenlerin yaptıkları yüzünden bizi helak mi edeceksin?" dememeniz içindir. Veya: "Bizden önceki atalarımız sana ortak koşmuşlardı. Biz, gerçeği bilmeyerek onların izini takibettik. Şimdi sen, sapık atalarımızın sana ortak koşmalarından, Allah'tan başka ilâhlar olduğu iddialarından dolayı bizi helak mi edeceksini?" dememeniz için sizlerden ahit aldık. 174Doğru yola dönsünler diye işte biz, âyetleri böye genişçe açıklarız. yaratılışları itibariyle Allah'ın varlığını ve birliğini kabule meyilli olduklarını ifade etmektedir. Yani Allahü teâlâ kullarını, kendisini tanıyacak ve emirlerine uyacak kabiliyette yaratmış ve bu özelliği benliklerine yerleştirmiştir. Hasan-ı Basri de bu âyeti bu şekilde tefsir etmiş, görünüşün doğru olduğuna dair de şunları söylemiştir. "Âyet-i kerime'de" Âdemin sulbünden" denilmemiş, " Âdemoğullarının sulblerinden." denmiştir. Bu da meselenin, sadece Hazret-i Âdemle ilgili olmayıp bütün Âdemoğulları ile ilgili olduğunu göstermektedir. Bütün Âdemoğullarının sulblerinden zerrecikler çıkarılıp kendilerinden süz alınması bahis konusu olmadığına göre, âyetin ifadesinden, Âdemoğullarının yaratılış itibariyle Allah'ı bilme özelliğine sahip oldukları kastedilmektedir. Evet, bu nimet Âdemoğullarının, yaratılışları itibariyle Allah'ı bilme nimetidir. Zura Allahü teâlâ, kendisini tanımayan ve kendisine ortak koşan kullarını hesaba çekerken onlara verdiği bu nimeti aleyhlerine delil olarak gösterecektir. Eğer bu nimet, bütün kulların, Âdemin sulbünden zerrecikler halinde çıkarılıp, daha başlangıçta Allah'ın birliğini ikrar etme nimeti olsaydı, daha sonra dünyaya gelen kulların, hesap sırasında bu ahdi hatırlamaları gerekirdi. Zira kişi, hiç bilmediği bir şeyden hesaba çekilemez. O halde bu nimet, kulların, Allah'ın varlık ve birliğini bilecek kabiliyette yaratılmaları nimetidir. Allah onlara verdiği bu nimeti hatırlatarak onları hesaba çekecektir. Ey Rasûlüm, senin ümmetine geçmiş ümmetlere neler yaptığımızı, inkârları ve ortak koşmaları yüzünden onları nasıl cezalarla cezalandırdığımızı açıklıyoruz ki ibret alsınlar. İnkârdan ve ortak koşmaktan kaçınsınlar, imana ve tevhid dinine dönsünler. 175Bak. Âyet 176. 176Ey Rasûlüm, onlara şu adamın halini anlat: "Biz ona âyetlerimizi vermiştik. O, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan onu peşine taktı. Nihâyet azgınlardan oldu. "Eğer dileseydik onu âyetlerimizle yüceltirdik. Fakat o, ebedî kalacakmış gibi dünyaya sarılı. Ve arzularına uydu. Onun hali şu köpeğin durumuna benzer ki, üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bı-raksan da dilini sarkıtıp solur. Âyetlerimizi yalanlayan kavmin sıfatı işte budur. Ey Rasûlüm, bu kıssayı anlat. Gerekir ki düşünürler. Ey Rasûlüm, sen, ümmetine, kendisine deliller verdiğimiz o kişinin hikâyesini anlat. O kişi, kendisine verdiğimiz âyetlerden uzaklaştı. Şeytan onu aldattı. Allah'ın emrine karşı geldiği için helak oldu. Eğer biz dileseydik, ona verdiğimiz alâmetler vasıtasıyla onun şanını yüceltirdik. Fakat o, dünyanın lezzetlerini ve şehvanî arzularını âhirete tercih etti. Kendi nefsine uydu. Ve rabbine itaati terketti. Bu gibi insanlar âdeta köpeğe benzerler. Onu kovsan da dilini sarkıtıp solur, biraksan da dilini sarkıtıp solur. Çünkü onun huyu böyledir. Aslında sık, sık, soluma, bir gayretli çalışmanın veya bir sıkıntının sonucudur. Fakat köpekte durum böyle değildir. Sıkıntı sebebiyle de böyle solur. Normal zamanlarda da böyle solur. Yani bu tür insanlar, yöneticilere yaranmaya çalışırken, bunu bir ihtiyaç sebebiyle değil huylan böyle olduğu için yaparlar. Şüphesiz ki ilim sahibi bir kişinin, ilmini kullanarak dünya malını veya mevkiini elde etmeye çalışması, aynen dilini sarkıtarak soluyan köpeğe benzer. Müfessirler, bu âyette, Resûlüllah'a kıssası anlatılan kişinin kim olduğu hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir. a- Abdullah b. Mes'uda göre bu kişi, İsrailoğullarından Bel'am b. Ebur isimli bir kimsedir. b- Abdullah b. Abbas, Mücahid ve İkrimeye göre bu kişi, İsrailoğullarından, Bel'am b. Bâûra ismli bir kişidir. c- Ali b. Abi Talha'nın Abdullah b. Abbas'tan Rivâyetine göre bu kişi, "Zorbalar" diye vasfılandınlan Ken'anîler'den Bel'am isimli biridir. d- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen başka bir görüşe göre bu kişi Yemen halkından, Bel'am isimli biridir. e- Abdullah b. Amr ve Kelbiye göre ise bu kişi Ümeyye b. Ebi es-Salt isimli kişidir. Bel'am'ın kıssası, Seyyar tarafından şöyle anlatılmıştır: Bel'am, kendisine peygamberlik verilmiş olan ve duası kabul edilen bir kişiydi. Hazret-i Mûsa İsrailoğullarıyla birlikte Belamın yaşadığı topraklara veya Şam'a gitmek isteyince insanlar, Hazret-i Mûsa'nın gelmesinden dolayı büyük bir korkuya kapılmışlar ve Bel'ama giderek: "Sen bu kişinin ve ordusunun aleyhinde Allah'a dua et." demişler Bel'am da: "Ben, rabbimle istişare edeyim ondan sonra." demiştir. Bel'am İsrailoğulları aleyhine dua etmesi hususunda istişare edince ona "Onların aleyhine dua etme. Onlar benim kullanırıdır. İçlerinde de kendilerinden peygamberleri bulunmaktadır." denilmiştir. Bel'am da kavmine İsrailoğullarına beddua etmesinin kendisine yasaklandığını bildirmiştir. Bel'amın adamları Bel'ama bir hediye vermişler o da kabul etmiştir. Sonra tekrar Bel'ama gelip İsrailoğulları aleyhine dua etmesini istemişler yine Bel'am: "Ben, rabbimle istişare edeyim ve ona göre davranayım." demiştir. Tekrar istişare etmiş bu defa kendisine herhangi bir şey emredilmemiştir. Bunun üzerine Bel'am: "Ben istişare ettim ama bana bir şey emredilmedi." demiştir. Bu defa kavmi: "Şâyet rabbin, onların aleyhine dua etmeni istememiş olsaydı ilk istişarende yasakladığı gibi bu istişarende de yasaklardı." demişlerdir. Bunun üzerine Bel'am İsrailoğullarının aleyhine dua etmeye başlamış fakat onların aleyhine her dua ettikçe dili tersini söyleyerek kendi kavmi aleyhine dua etmiş, kavminin muzaffer olması için dua ettiğinde de, Mûsa (aleyhisselam) ve ordusunun galip gelmesi için dua etmiştir. Bunun üzerine Belamın adamları: "Görüyoruz ki sen bizim aleyhimize dua ediyorsun" demişler. Bel'am da: "Dilim buna dönüyor. Mûsa'nın aleyhine dua etsem de duam kabul edilmiyor. Fakat ben size, onların helak olacakları ümidini veren bir hususu öğreteyim. O da şudur, Allah, zinaya buğuz eder. Eğer onlar zinaya düşecek olurlarsa umanm ki Allah onları helak eder. Kadınlarınızı gönderin onları karşılasınlar. Onlar, sefer halindeki insanlardır. Umulur ki zinaya düşer helak olurlar." dedi. Bel'am'ın adamları, onun söylediklerini yapılar. Kadınları gönderip onları karşıladılar. İsrailoğullarıı zinaya düştüler. Bunun üzerine Allah onlara taun hastalığını musallat etti. Onlardan yetmiş bin kişi öldü. Bel'am, eşeğine binerek onlara doğru gitmek istedi. Eşek gitmiyordu. Bel'am onu ağır şekilde dövünce eşek: "Önümde olanı görmüyor musun? Niçin beni dövüyorsun?" dedi. Eşeğin önünde şeytan bulunuyordu. Bel'am eşeğinden inip ona secde etti. Bu sebeple Allahü teâlâ onun hakkında "Şeytan onun peşine taktı." buyurdu. Salim b. Ebinnadr ise, Bel'amın kıssası hakkında şunları anlatmıştır. "Mûsa, Şam'daki Ken'an oğulları topraklarına ulaşınca Beram'ın kavmi ona gitmiş demişlerdir ki: "Ey Bel'am, İmran oğlu Mûsa, İsrailoğullarıyla birlikte buraya geldi. Bizi, memleketimizden çıkarıp öldürecek, buraya İsrailoğullarını yerleştirecek. Biz senin kavminiz. Bizim gideceğimiz başka yerimiz yok. Sen, duası makbul bir zatsın. Git de onların aleyhine dua et." Bel'am da dediki: "Vay halinize o, Allah'ın peygamberidir. Onunla birlikte melekler ve mü’minler bulunmaktadır. Ben onlara nasıl beddua edebilirim. Ben Allah'ın ne yapacağını biliyorum." Bel'amın kavmi: "Bizim gideceğimiz hiçbir yerimiz yok" dediler. Bel'am'ı övmeye ve ona yalvarmaya devam ettiler. Nihâyet onu baştan çıkardılar. Bel'am İsrailoğullarının ordusunu takibetmek üzere eşeğine binip Cebel-i Hassan'a doğru gitti fazla ilerlemeden eşeği çöktü. Bel'am inip onu dövdü. Eşek kalkıp yürüdü. Sonra yine çöktü. Bel'am onu yine dövdü. Eşek tekrar kalkıp yürüdü. Bel'am onu yine dövünce eşek konuştu ve "Vay haline Bel'am nereye gidiyorsun, meleklerin beni geri çevirdiklerini görmüyormusun? Sen, Allah'ın peygamberinin ve mü’minlerin aleyhine dua etmeye mi gidiyorsun?" dedi. Bel'am yolundan dönmedi ve eşeği yine dövdü. Bunun üzerine Allah onun yolunu serbest bıraktı. Bel'am yürüyüp Cebel-i Hassan'ın üzerine çıktı. Orda Mûsa ve İsrailoğullarını askerleri aleyhine dua etmeye başladı. Fakat yaptığı her duada dili tersine dönüyor, İsrailoğulları aleyhine dua edecekken kendi kevminin aleyhine dua ediyor, kendi kavminin lehine dua etmek isterken de İsrailoğullarının lehine dua ediyordu. Kavmi ona: "Ey Bel'am ne yaptığının farkında Tınsın? Onların lehine, bizim aleyhimize dua ediyorsun." dediler. Bel'am "Bu, benim elimde olmayan ve gücümün yetmediği bir şeydir..." dedi. Dili uzayıp göğsünün üzerine kadar sarktı. Bel'am dedi ki: "Şu anda ben dünyamı da kaybettim, ahiretimi de. Benim aldatmada bulunmak ve tuzak kurmaktan başa çarem kalmadı. Size şu hiyleyi öğreteceğim. Kadınları süsleyin. Onlara birkısım eşyalan verip, satmalan için İsrailoğullarının askerleri içine gönderin. Herhangi bir askerin. onlardan biriyle zina etmek istemesi halinde karşı koymamalarını tenbih edin. O askerlerden bir tanesinin bile bu kadınlardan birisiyle zina etmesi sizin yeterlidir. Onlardan kurtulmuş olursunuz." Beram'im kavmi bu tavsiyeyi tuttu. Kadınlar ordunun içine içine girince, torunlardan (on iki fırkadan) birinin lideri, Hazret-i Mûsa'nın karşı çakmasına rağmen, kadınlardan biriyle zina etti. Bunun üzerine Allah, İsrailoğullarına taun hastalığını musallat etti. Hazret-i Harun'un torunu Fenhas b. îzar ise Hazret-i Mûsa'nın komutam idi. zina eden erkekle kadının çadırına girdi. Onların ikisini de mızrağına geçirerek yukan doğru kaldırdı ve "Ey Allah'ım, sana isyan edenleri böyle yaparız." dedi. Bunun üzerine Allah, İsrailoğullarıdan taun hastalığını kaldırdı. Fakat taun hastalığından bir gün içinde onlardan yetmiş bin kişi ölmüştü. İşte bu Bel'am b. Bâûra hakkında, Allahü teâlâ, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e buyurdu ki: "Ey Rasûlüm, onlara şu adamın halini anlat. Biz ona, âyetlerimizi vermiştik. O, onlardan sıyrılıp çıktı. Şeytan onu peşine taktı. Nihâyet azgınlardan oldu. Âyet-i kerime’de, kıssası zikredilen kişiye âyetlerin verildiği zikredilmektedir. Bu âyetlerden neyin kastedildiği hususunda müfessirler farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Süddi ve Abdullah b. Abbastan nakledilen bir görüş göre bu âyetlerden maksat, Allah'ın ism-i A'zamıdır. Süddi diyor ki: "İsrailoğulları kırk yıl TİH çölünde ölünüp dolaştıktan sonra Allah onlara Peygamber olarak Yûşâ b. Nun'u gönderdi. O, İsrailoğullarına, kendilerine peygamber gönderildiğini bildirdi. Allah'ın, kendisine zorbalara karşı savaşmasını emrettiğini haber verdi. İsrailoğulları onu tasdik ettiler ve ona biat ettiler. Ancak, içlerinden, Allah'ın gizli tuttuğu ism-i Âzam'ını bilen "Bel'am" isimli biri inkâra düştü. İsrail oğullarından ayrılıp zorbaların tarafına geçti ve onlara "Siz, İsrailoğullarından korkmayın. Zira siz onlara karşı savaşmaya çıktığınızda ben onların aleyhine dua ederim, onlar size birşey yapamazlar" dedi. İşte Allahü teâlâ, âyette buna işaret etmiştir. b- İkrime'nin Abdullah b. Abbas'tan naklettiği diğer bir görüşe göre, kıssası anlatılan bu kişi Bel'am b: Bâûra, kendisine verilen âyetler ise Semavi ki-tapl arından bir kitaptı. c- Mücahid ve Seyyar'a göre ise bu kişi İsrailoğullarından "Bel'am" isimli biriydi. Ona verilen âyetler'den maksat ise Peygamberlikti. Taberi diyor ki: "Burada zikredilen âyetlerin neler oldukları beyan edilmemiştir. Bunların, "Deliller" şeklinde izah edilmeleri isabetlidir." Âyet-i kerime'de, kıssası anlatılan kişi, devamlı olarak dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetilmiştir. Mücahid, İbn-i Cüreyc, Abdullah b. Abbas, Katade ve Hasan-ı Basri'ye göre Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de, kendisine Allah'ın âyetleri verildiği halde onlarla amel etmeyen ve onlardan öğüt ve ibret almayan kimse, dilini dışarı çıkararak, her durumda soluyan köpeğe benzetilmiştir. Solumakta olan bir köpek nasıl ki üzerine gidilse de serbest bırakılsa da solur. Kıssası zikredilen bu kimse de Allah'ın Âyetleriyle uyanlsa da uyanlmasa da heva ve hevesine uymaya devam eder ve hiçbir zaman ondan vaz geçmez. Bu itibarla her durumda soluyan bir köpeğe benzetilmiştir. Süddiye göre ise âyette işaret edilen Bel'am isimli kişi, fiilen köpek gibi dilini sarkıtıp solurmuş. Âyet-i kerime'de Bel'amın köpeğe benzetilmesi söz konusu değildir. Buradaki ifade o kişinin gerçek durumunu beyan etmektedir. Taberi, birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, Bel'am'ın uyarılıp uyarılmaması kendisini etkilemediğinden, dilini sarkıtıp devamlı olarak soluyan üzerine gidilip gidilmemesiyle etkilenmeyen köpeğe benzetildiğini söylemenin daha isabetli olacağım bildirmiştir. Âyet-i kerime'de "Âyetlerimizi yalanlayan kavmin misali işte budur. Ey Rasûlüm, bu kıssayı onlat. Gerekir ki düşünürler." buyurulmaktadır. Bu ifadeden maksat şudur: "Ey Rasûlüm, kendisine âyetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıynlıp çıkan kimse için zikrettiğimiz bu örnek delillerimizi ve alametlerimizi yalanlayan kavmimlerin öğmeğidır. Ey Rasûlüm, kendisine âyet verdiğimiz bu kişinin kıssasını ve bu surede geçen diğer ümmetlerin kıssalarını, neticede ne şekilde cezalandırıldıklarını insanlara anlat ki onların bu kıssalarını düşünsünler öğüt alsınlar, bana itaate yönelsinler ve onların uğradıklan akıbete düşmesinler. Etrafında bulunan Yahudiler de senin gerçek Peygamber olduğunu anlasınlar. Çünkü sen, okur yazarlığı olmayan bir kişi olduğun halde Yahudilerin, ancak Hahamlarının bildikleri bilgileri onlara aktanyorsun. Bu da senin ancak gökten gelen bir vahiyle konuştuğunu gösterir. 177Bak. Âyet 179. 178Bak. Âyet 179. 179Âyetlerimizi yalanlayan ve böylece sadece kendi nefislerine zulmetmiş olan kavmin hali ne kötü bir misaldir." "Allah kimi hidâyetine erdirirse, muhakkak ki o, doğru yolu bulmuştur. Kimi de saptırırsa, işte onlar, hüsrana uğramış kimselerdir. "Yemin olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır ama onlarla hakkı görmezler. Kulakları vardır ama onunla hakkı işitmezler. İşte onlar, hayvanlar gibidir. Hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar, gafillerin ta kendileridir. Âyetlerimizi ve delillerimizi yalanlayan kavimlerin misalleri nne kötü misaldir. Onlar, ancak nasiplerini kaybederek kendilerine zulmetmiş olurlar. Allah kimi hidâyete erdirecek olursa, hidâyet üzere olan işte O’dur. Kimi de sahipsiz bırakır, elinden tutmazsa işte öyle insanlar, hüsrana uğrayanlar ve helak olanlardır. Şüphesiz ki, biz cin ve insanlardan bir çoğunun cehenneme girecek amel işleyeceklerini bilerek onları cehennem için yarattık. Onların cehennemlik oluş sebepleri, kalblerinin, Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren ve Peygamberleri'nin hak olduğunu beyan eden delilleri anlamak istememeleri, onların yüz çevirmeleri, gözleriyle bu delillere bakmamak ve kulaklarıyla da bunları dinlemek isteemeleridir. İşte cehennem için yaratılan bu insanlar, kendisine konuşulanı anlamayan, hayn şerri ayırdedemeyen hayvanlar gibidirler. Hatta batıla uymada bu hayvanlardan daha da alt derecededirler. Zira, hayvanların, iyiyi kötüden ayırdeden hayn şer'den seçen, akılları olmadığı halde onlar yine de kendilerine zarar veren şeylerden kaçınır, faydalı olan şeylere yaklaşmaya çalışırlar. Bu kâfirler ise uzun vadede kendileri için zararlı olan şeylere yaklaşır, faydalı olan şeylerden kaçınırlar. Allahü teâlâ bu son âyette birçok cin ve insanı, cehennem için yarattığını beyan etmektedir. Bunlar Allah'ın kâfir olacaklarını bildiği kimselerdir. Allahü teâlâ bunların, kalblerinin anlamaz, gözlerinin görmez ve kulaklarının işitmez olduklarını beyan etmektedir. Aslında bunlar, maddî olarak, anlamayan, görmeyen ve işitmeyenler değil, dünya ve âhiretlerinde kendilerine faydalı olacak şeyleri idrak etmeyen, görmeyen ve anlamayan kimselerdir. Zira bu duyu organları maddi şeylerin gerçeğini idrak etmek için bir vasıta olduğu gibi, manevî şeylerin bilinmesi ve hidâyete erişilmesi için de birer vasıtadırlar. Bunlar sadece madde için kullananlar, âyet-i kerime'nin de ifade buyurduğu gibi, insanlık mertebesine ulaşamayıp hayvanlık derecesinde kalan kimselerdir. Hatta bu yeteneklerin gereğini yapmadıkları için, bu yeteneğe sahip olmayan hayvanlardan da aşağıdadırlar. 180En güzel isimler Allah'ındır. Allah'a bu isimlerle dua edin. Onun isimlerini değiştirenleri terkedin. Onlar, ilerde bu yaptıklarının cezasını göreceklerdir. En güzel isimler Allah'ındır. Siz onu o isimlerle anın. Onun isimlerini değiştiren ve onları yalanlayan müşriklerden uzak durun. Onlar, âhirette, yaptıklarının cezasını göreceklerdir. Bu hususta Ebû Hureyre (radıyallahü anh), Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor. "Şüphesiz ki Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Yüzden bir eksiktir. Kim onları sayarsa cennete girecektir. Buhari, K. et-Tevhid bab: 12 /Tirmizi, k. ed Da'yât b: 83, Hadis No: 3526 Diğer bir Rivâyette ise Yine Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet ediyor. "Şüphesiz ki Allah'ın doksandokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer. O, kendisinden başka hiçbir ilâh olayan Allah, Rahman, Rahim, Melik, Kuddûs, Vehhab, Selam, Mü'min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Halik, Bari, Mûsavvir, Gaffar, Kahhar, Rezzak, Fettah, Âlim Kaabıd, Bâsıt, Hâfid, Râfi', Muizz, Müzil, Sem'i, Basîr, Hakem, Adl, Latîf, Habîr, Hâlim, Halîm, Ğafûr, Şekûr, Aliyy, Kebîr, Hafîz, Mukît, Hasîb, Celil, Kerîm, Rakîb, Mucîb, Vasi', Hakîm, Vedûd, Mecîd, Bâis, Şehîd, Hakk, Vekîl, Kaviy, Metîn, Veliyy, Hamîd, Muhsî, Mübdî', Muîd, Muhyî, Mümîd, Hayy, Kayyûm, Vâcid, Mâcid, Vâhid, Samed, Kaadir, Muktedir, Mukaddim, Muahhir, Evvel, Âhir, Zahir, Bâtın, Vâlî, Müteâlî, Ber, Tevvab, Muntakim, Afuvv, Reûf, Mâlikülmülk, Zülcelalvelikram, Muksit, Cami, Ganî, Muğnî, Mâni', Dârr, Nâfi' Nûr, Hâdî, Bedi', Bakî, Vâris, Reşîd, Sabûr'dur. Tirmizi, K. ed-Da'vât, bab: 83, Hadis No: 2507 Rivâyet edildiğine göre Ebû Cehil, bazı Müslümanların, Kur'an okurken, Allah'ın, "Rahman", Allah" gibi çeşitli isimlerini zikrettiklerini duymuş ve "Muhammed, İlahın tek bir ilâh olduğunu iddia ediyor, halbuki o da birçok ilaha tapıyor." demiş işte bunun üzerine bu âyet nazil olmuş ve bu isimlerin hepsinin tek bir ilaha ait olduğunu beyan etmiştir. "Mücahid diyor ki: "Müşrikler "Allah" lafzını tahrif ederek "el-Lât", Aziz kelimesini de tahrif ederek "el-Uzza" isimlerini türetmiş ve putlarına isim olarak takmışlardır. Âyet-i kerime'de geçen ve "Değiştirenler" diye tercüme edilen fiili, Abdullah b. Abbas tarafından "Yalanlar" şeklinde izah edilmiş Katade tarafından da "ortak koşarlar" diye izah edilmiştir. Birinci izaha göre âyetin bu bölümünün manası, "Onun ismini yalanlayanları terkedin." şeklindedir. İkinci izaha göre ise "Onun ismine ortak koşanlardanuzak durun." demektir. Aslında bu fiilin manası "Doğru yoldan ayrılmak, eğri yola sapmak" demektir. Müşrikler, Allah'ın isimlerini kendisine vermeyip putlara vererek isimlere bir kısım harfler ilave edip veya eksilterek onları gerçek müsemmalarmdan saptırmışlar, "Allah" ismini tahrif edip "el-Lât" demişler. "Aziz" ismini değiştirerek "el-Uzza" demişlerdir. Bunlarla da putlarını kastetmişlerdir. 181Yarattıklarımızdan, hak ile doğruyu gösteren ve hak ile adaleti sağlayan bir topluluk da vardır. Burda zikredilen topluluğun,Muhammed ümmeti olduğu, Hadis-i Şeriflerde zikredilmektedir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "Ümmetimden bir taife, Allah'ın emrini yerine getirmeye devam edecektir. Karşı çıkanlar onlara zarar vermeyecektir. Allah'ın emri gelinceye kadar böyle olmaya devam edeceklerdir Buhari, k. el-Menakıb, bab: 28 / Müslim, K. el-lmara bab: 70, Hadis No: 1920 Diğer bir Rivâyette ise: "Allah, kim için hayır dilerse onu dinde fakih (anlayışlı) kılar. Müslümanlardan bir topluluk, kıyamet gününe kadar hak uğrunda savaşacaklar ve kendilerine karşı çıkanlara galip geleceklerdir. Müslim, K. el-tmara bab: 175, Hadis No: 1037 / Buhari, K. el-ltisam, bab: 10 buyurmaktadır. 182Bak. Âyet 183. 183Âyetlerimizi yalanlayanları, bilemeyecekleri bir yerden, yavaş yavaş helake yaklaştıracağız. "Onlara mühlet veririm. Şüphesiz ki benim tedbirim çok kuvvetlidir. Âyet ve delillerimizi yalanlayanlara belli bir zamana kadar fırsat veririz. Onlar şımanrlar ve haklı olduklarını zannederler. Fakat cezalandırma zamanımız gelince, kötülüklerine karşı onları cezalandırırız. Ben, bu yalanlayanların cezalarını ertelerim. Onları hemen cezalandırmam. Zira benim tedbir ve tuzağım pek çetindir. Âyet-i kerime'de de işaret edildiği gibi, Allahü teâlâ, kendisini tanımayan kullarını hemen cezalandırmayabilir. Allah'ın hemen ceza vermemesi, onu tanımayan insanların, doğru yolda oldukları anlamına gelmez. Zira Allahü teâlâ bazan mühlet verir. Sonra da çetin bir azaba uğratır. Nitekim şu âyet-i kerime'ler de bunu beyan etmektedir. "Kendilerine hatırlatıl ani an unuttuklarında onlara herşeyin kapısın açtık. Nihâyet, kendilerine verilen o nimetlerle sevinip zevk'e dalınca onları, azabımızla ansızın yakalayıverdik. Hemen ümitsizliğe kapılıp şaşkına döndüler." "Böyelce zulmeden kavmin kökü kesildi. Âlemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun En'am sûresi, 6/44-45. 184Onlar, arkadaşları olan Peygamberde delilikten bir eser olmadığı hiç düşünmediler mi? O, ancak, apaçık bir uyarıcıdır. Âyetlerimizi yalanlayan bu insanlar, kendilerine Peygamber olarak gönderdiğimiz bu arkadaşları Muhammedde delilikten ve akıl eksikliğinden bir eser bulunmadığını ve onları davet ettiği şeyin, sağlam bir din ve açık bir gerçek olduğunu hiç düşünmüyorlar mı? O Peygamber, onlar için apaçık bir uyarıcıdır. Onları, iman etmedikleri müddetçe Allah'ın azabiyla korkutur. Bu âyetin nüzul sebebi hakkında Katade diyorki: "Resûlüllah, safa tepesinin üzerine çıkıp Kureyş'lileri aile aile, "Ey filan oğulları," "Ey falan oğulları" şeklinde İslama davet edip onları Allah'ın azabından ve başlarına gelebilecek felaketlerden sakındırınca Kureyş'lilerden biri, "Şüphesiz ki sizin bu adamınız delirmiş. Gece sabaha kadar buradan bağırdı." demiş işte bunun üzerine de Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’yi indinniş ve buyurmuştur ki: "Arkadaşlarında delilikten hiçbir eser olmadığını düşünmediler mi? O, sadece apaçık bir uyarıcıdır." 185Allah'ın, yer ve göklerdeki büyük mülküne ve orada yarattığı her şeye, kendi ecellerinin yakın olması ihtimaline hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi söze iman edecekler? Âyetlerimizi yalanlayan bu insanlar, Allah'ın mülküne, göklerde ve yerdeki geniş saltanatına ve oralarda yarattığı varlıklara hiç bakmazlar mı ki, ibret alsınlar ve bunlan, Allah'ın yarattığını bilsinler. Bunlar, ecellerinin pek yakın olacağından ve khaftr olarak ölüp, ebedî olarak cehennemde kalacaklarından korkmazlar mı? Şâyet onlara Kur'ân-ı tasdik etmiyorlarsa, artık hangi söze, hangi uyarı ve ikaza inancaklar? 186Allah kimi saptırırsa artık onu hidâyete erdirecek kimse yoktur. Allah, böylelerini, azgınlıkları içerisinde bocalar halde bırakır. Allah'ın saptırdığı kişinin, göklerde ve yerdeki, çeşitli yaratıklara bakarak yaratanı idrak etmesi mümkün değildir. Nitekim başka bir âyet-i kerime'de de: "Ey Rasûlüm, de ki: "Bir bakın göklerde ve yerde ne var? îman etmeyen bir kavme, deliller ve uyanlar fayda vermez." buyurmaktadır Yunus sûresi, 10/101 187Ey Rasûlüm, sana kıyammeten soruyorlar, ne zaman kopacak? diye. Deki ki: "Onun ilmi ancak rabbimin katındardir. Kıyametin vaktini ancak o açıklar. O kıyamet, göklerde ve yerde ağır basmıştır .Size ansızın gelecektir. "Gerçekten onu biliyormuşsun gibi senden sorarlar. De ki: "Onun ilmi ancak Allah'katındadır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Ey Rasûlüm, insanlar sana, kıyamet gemisinin ne zaman gelip limana demirleyeceğini, yani ne zaman kopacağım soruyorar. Onlar de ki: "Onun ne zaman kopacağı bilgisi ancak rabbimin katındadır. Onun ne zaman meydana geleceğini ancak o açığa çıkarır. Kıyamet hadisesi göklerde ve yerde bulunanlara ağır gelen bir hadisedir. Kıyametin hem kopması hem de bilinmesi zordur. Çünkü Allah onu, yaratıklarından gizlemiştir. Bu itibarla onu, ne yüksek dereceli bir Melek ne de kendisine kitap verilen bir Peygamber bilebilir. Ayrıca, kıyamet koptuğunda gökler ayrılıp, güneş dürülüp ve yıldızlar dağılacağından, bu hadisee göklerde ve yeryde yasanlar için pek zor bir hadise olacaktır. Kıyamet sizlere ansızın gelecektir. Ey Rasûlüm, müşrikler ve Yahudiler sana, sanki sen onu bilmiyormuşsun ve ondan sorulmaya önem veriyor, onu öğretmek istiyormuşsun gibi kıyameti soruyorlar. De ki; "Onun bilgisi Allah'ın katındadır. Ben onun ne zaman kopacağı hakkında hiçbir bilgiye sahip değilim. Fakat insanların çoğu bunun böyle olduğunu bilmiyorlar." Müfessirler, bu âyet-i kerime’de, Resûlüllah'a kıyametin ne zaman kopacağını sormuş olan" insanların kimler oldukları hususunda iki görüş zikretmişlerdir. Katadeye göre bunlar Kureyş'lilerdir. Onlar Resûlüllah'a gelerek "Aramızda akrabalık var. Sen gizli olarak bize, kıyametin ne zaman kopacağını söyle" demişler, bunun üzerine bu âyet-i kerime inmiş ve onun ne zaman kopacağını ancak Allah'ın bildiğini beyan etmiştir. Abdullah b. Abbas'a göre, Resûlüllah'tan kıyametin ne zaman kopacağını soranlar Yahudilerdir. İbn-i Ebi Kuşeyr ile Semuel b. Zeyd, Resûlüllah'a gelerek "Ey Muhammed, eğer sen söylediğin gibi gerçekten Peygambersen, kıyametin ne zaman kopaccağını bize söyle. Çünkü bizler onun ne zaman kopacağını biliyoruz" demişler, bunun üzerine de Allahü teâlâ bu Âyeti indirmiş ve onun ne zaman kapacağını Allah'tan başka hiç birkimsenin bilemeyeceğini beyan etmiştir. Âyet-i kerime'de geçe ve "Kopacak" diye tercüme edilen kelimesi, Süddi ve Katade tarafından "Kopacak" şeklinde, Abdullah b. Abbas tarafından ise "Sona erecek" şeklinde izah edilmiştir. Âyet-i kerime'de kıyametin kopmasının göklerde ve yerde ağır bir hadise olacağı zikredilmiştir. Müfessirler, kıyametin kopmasının, göklerde ve yerde ağır olmasının ne demek olduğu hususunda iki görüş zikretmişlerdir. a- Süddiye göre bu ağırlıktan maksat, kıyametin ne zama kapacağını göklerde ve yerde bulunanların idrak edememeleri ve bilememeleridir. Onun kopma anını bilme o kadar ağır bir şeydir ki, onu ne Allah'a yaklaştırılan bir melek ne de kendisine kitap yerilen bir Peygamber bilebilir. b- Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc ve Katadeye göre ise kıyametin kopmasının göklerde ve yerde ağır gelmesinden maksat, o ikisinde yaşayanlara maddeten ağır gelmesidir. Zira kıyametin kopması anında gökler yanlacak güneş dürülecek, yıldızlar dağılacak, dağlar yerinden yürüyecek ve kainat karmakarışık olacaktır. Bu sebeple kıyamet, göklerde ve yerde yaşayanlar için çok zor bir hadise olacaktır. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, Âyet-i ke-rime'nin, kıyametin kopma zamanını bilme yönünden, göklerde ve yerde yaşayanlar için zor olduğunu ifade ettiğini söylemiştir. Çünkü Âyetin devamında, onun ne zaman kapacağım ancak Allah'ın bildiği ve aniden kopacağı beyan edilerek hangi yönüyle ağır geldiği açıklığa kavuşmuştur. Âyet-i kerime'de: "Kıyamet size ansızın gelecektir." buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz, kıyametin, ansızın geleceğin şu şekilde izah etmiştir. "İdidialan aynı olan iki büyük grup birbirleriyle savaşıp aralarında büyük bir kıyım olmadıkça, herbiri Allah'ın Peygamberi olduğunu iddia eden otuza yakın, yalan söyleyen Deccal çıkmadıkça, İslamî ilimler inkıraza uğrayıp yok olmadıkça, zelzeleler çoğalmadıkça, zaman yaklaşmadıkça, (Kâinat son gönlerini yaşamaya başlamadıkça), fitneler ortaya çıkmadıkça, adam öldürme olayları çoğalmadıkça, aranızda mal çoğalıp sel gibi akmadıkça, mal sahibinin, malının zekâtını kabul edecek kimsenin bulunmamasından endişe etmedikçe, malının zekâtını vermek istediği kimse "Benim buna ihtiyacım yok" demedikçe, insanlar, binalar yükseltmekte yarışmadıkça, kişi, ölen birinin mezarının yanından geçerken "Keşke bunun yerinde ben olsaydım" demedikçe ve güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmayacaktır. "Güneş batıdan doğunca insanlar onu görecek ve hep birden iman edecekler, fakat bu iman etme zamanı, daha önce iman etmeyen kimsenin veya imanından hayır görmeyen kimsenin imanının kendisine fayda vermeyeceği bir andır. Şüphesiz ki kıyamet öyle bir anda kopacaktır ki, satıcı kişi ile alıcı kişi elbiseyi açacaklar fakat ne satabilecekler ne de katlayıp kaldırabileceklerdir. Yine kıyamet öyle bir an'da kopacaktır ki, sağmal devesinin sütünü sağıp getiren kişi o sütü içemeyecektir. Yine kıyamet öyle bir anda kopacaktır ki, kişi havuzunu sıvayıp tamir edecek fakat ondan su içemeyeçektir. Yine kıyamet öyle bir anda kopacaktır ki, yemek yemekte olan kişi yemeği ağzına götürecek fakat onu yiyemeyecektir. Buhari, K. el-Fiten, bab: 25 188De ki: "Allah'ın dilediğinin dışında ben, kendim için bir menfaat elde etmeye ve bir zarar vermeye kadir değilim. Eğer ben, gaybı bilseydim daha çok hayır elde ederdim. Ve bana bir kötülük dokunmazdı. Ben iman eden bir kavim için ancak bir uyarıcı ve bir müjdeciyim." Ey Rasûlüm, de ki: "Allah'ın dileyip bana yardım etmesi dışında ben kendime ne bir menfaat sağlayabilirim ne de kendimden bir zararı uzaklaştırabilirim. Eğer ben, kıyametin kopması gibi gayba ait haberleri bilmiş olsaydım elbette ki ben daha çok hayır elde ederdiim ve daha çok tedbirli olurdum. Ve bana hiçbir zarar da dokunmazdı. Ben, Allah'ın Peygamberi olduğumu kabul edip iman eden bir topluluğu ancak Allah'ın cezalandırmasıyla korkutan, sevabı ve lütfuyla müjdeleyen bir Peygamberim. Âyet-i Kerim'e, gaybı Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini beyan etmekte, böylece, gaipten haber vermeye kalkanların yalancı olduklarını ortaya koymaktadır. Bu hususta diğer âyet-i kerime'lerde de şöyle buyuruluyor: "Gaybı o bilir. Kimseye gaybı göstermez. Cin sûresi, 72/26 "Gaybın anahtarları Allah'ın katındadır. Onları ancak o bilir... En'am sûresi, 6/59 "... De ki"Gaybi bilmek Allah'a aittir..." Yunus sûresi, 10/20 "Ey Rasûlüm, de ki: "Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilemez. Onlar ne zaman dirilteceklerini bilemezler." Nemi sûresi, 27/65 189Sizi bir tek insandan yaratan ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden, Allah'tır. Erkek eşine yaklaşınca eşi hafif bir yük yüklendi. Ye bu halde bir müddet onu taşıdı. Hamileliği ağırlaşınca, erkek ve kadın, rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Yemin olsun ki bize sağlam bir çocuk verirsen, muhakkak ki şükredenlerden oluruz. Sizleri tek bir can olan Âdemden yaratan Allah'tır. Allah, Âdemin eşi Havvayı da o candan yarattı ki Âdem onunla mutlu olsun. Erkek, hanımına yaklaşınca o ük anda kendisine ağır gelmeyecek bir şekilde hamile kaldı. Zira o anda rahminde sadece nutfeyi taşıyordu. Hamileliği devam edip kamında taşıdığı çocuk kendisine ağırlık verince, erkek ve kadın, Allah'a şöyle yavlardılar: "Ey Allah'ım, yemin olsun ki, bize sağlam bir çocuk verirsen, muhakkak ki şükredenlerden olacağız." Âyet-i kerime’de, Hazret-i Âdem ile Havva'nın, Allah'a yemin ederek kendilerine salih bir evlat vermesi halinde ona şükredeceklerini bildirdikleri beyan edilmektedir. Buradaki "Salih" olmaktan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. Hasari-ı Basri'ye göre buruda zikredilen "Salih"ten maksat, çocuğun erkek olmasıdır. Ebul Buhturi, Ebû Salih, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr ve Süddiye göre ise buradaki "Salih"ten maksat çocuğun, kendileri gibi eksiksiz bir insan olması, başka herhangi bir hayvan şeklinde olmamasıdır. Bu hususta Said b. Cübeyr diyor ki: "Âdem ile Havva yeryüzüne inince Âdem'e şehvet verildi. O, Havva ile evlendi. Havva hamile kaldı. Çocuk karnında hareket etmeye başladı. Havva "Bu da nesi?" dedi. İblis ona geldi ve dedi ki: "Sizler yeryüzünde ancak deve veya sığır yahut koyun, yahıtf keçi görüyorsunuz. Senin karnında olan işte bunlardan birisi." Bunun üzerine Havva: "Vallahi benim hiçbir yerim bunlara güç yetiremez. Ben âciz kalırım." dedi. Bunun üzerine Şeytan dedi ki: "Sen beni dinle Ona "Abdülhâris" ismini ver, O sizin benzeriniz olarak doğar." Havva meseleyi Âdem'e anlattı. Âdem "O, bizi cenneten çıkaran kimse" dedi. Havva'nın karnındaki çocuk ölü doğdu. Havva ondan sonra tekrar hamile kaldı. İblis yine geldi ve ona: "Beni dinle onu "Abdülhâris" diye isimlendir, (İblis'in meleklerin yanında adı Hârîs'di) Aksi halde o çocuk, bir deve veya sığır yahut koyun ya da keçi olarak doğar. Yahut da ben onu öldürürüm. Zaten birincisini de ben öldürdüm." dedi. Havva meseleyi tekrar Âdem'e anlattı. Âdem, karşı çıkmaz gibi bir tavır takındı. Bunun üzerine Havva ona "Abdülhâris" adını verdi ki, kendileri gibi bir insan olark doğsun ve yaşasın. İşte bu ve bundan sonra gelen âyet buna işaret etmektedirler. Taberi diyor ki: Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de, Hazret-i Âdem ile Havva'nın çocuklarının salih kimseler olmasının istediklerini beyan etmiştir. Salih olmanın bir çok manası vardır. Kişinin vücutça sağlam olması, dininde samimi olması, aklının ve iradesinin sağlam olması, onun salih olması manasına gelir. Resûlüllah'tan bunlardan herhangi birinin kastedildiğine dâir sahih bir haber Rivâyet edilmediğine göre buradaki salih olma"yı bütün manalarında almak âyetin umumi ifadesine daha uygundur, Hazret-i Âdem ile Havva, rablerine çocuklarının her yönüyle sağlam olması için duada bulunmuşlardır. 190Allah onlara sağlam bir çocuk verince de, Allah'ın kendilerine verdiği şeyde ona ortak koşmaya başladılar. Allah, onların ortak koştukları şeyden yücedir. Fakat Allah kendilerine sağlam bir çocuk verince, Allah'ın kendilerine verdiği o çocuk hususunda Allah'a ortak koşmaya başladılar. Allah, müşriklerin iftira ve uydurmalarından münezzehtir ve yücedir. Âyet-i kerime'nin baş tarafında şeklinde iki kişiyi gösteren tesniyekelimeler zikredilirken sonunda gibi ikiden çok kimseyi ifade eden çoğul bir kelimenin kullanılması, müfessirleri bu âyetin izahında zorlamış ve çeşitli görüşler zikretmelerine vesile olmuştur. Bunları şu şekilde özetlemek mümkündür. a- Samüre b. Cündeb, Abdullah b. Abbas, İkrime, Katade, Mücahid, Said b. Cübeyr ve Süddi, bu âyeti kerime’nin baş tarafının Hazret-i Âdem ve Havva'yı anlattığını sonunun ise Allah'a ortak koşan müşrikleri zikrettiğini söylemişler ve bu âyetin izahında şunlan açıklamışlardır: Hazret-i Âdem'in çocukları yaşamayınca İblis, Havva'ya gelerek doğacak çocuğun adım kendi adı olan "Haris" ismine "Abd" kelimesini de ilave ederek ona "Abdülharis" yani "Harisin kulu" şeklinde koyması halinde onun yaşayacağını söylemiştir. Hazret-i Havva bunu Âdem'e söyleyince Hazret-i Âdem, daha önce kendilerinin cennetten çıkmalarına sebep olması nedeniyle İblis'in bu teklifini reddetmiştir. Ancak, Havva'nın çocukları peşpeşe yaşamayınca İblis, durmadan Âdem il Havva'ya bu adı koymadıkları takdirde çocuklarını öldüreceğini söylemiş nihÂyet onlarda çocuklarına bu adı koyarak, Allah'ın isimlerinde ona ortak koşma durumuna düşmüşlerdir. Fakat hiçbir zaman ona kullukta ortak koşmamı şiardır. İşte âyet-i kerime'nin baş tarafı bu hadiseye işaret ederek "Allah onlara sağlam bir çocuk verince de Allah'ın kendilerine verdiği şeyde ona ortak koşmaya başladılar." buyurmuştur. Bu hususta, Semüre b. Cündeb, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. Havva hamile kalınca İblis onun etrafından dolaşıp durmuştur. Çünkü Havva'nın çocukları yaşamıyordu. İblis, Havva'ya "Sen ona Abdülharis ismini koy." demiştir. Havva da hamile olduğu çocuğun adım Abdülharis koymuştur. Bundan sonra çocukları yaşamıştır. Havva'nın böyle yapması, Şeytanın vesvesi veemriyledir." Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'ân, Sûre; 7 bab: 4 HN: 3077 Görüldüğü gibi, bu izah şekline göre Hazret-i Âdem ile Havva'nın çocuklarının adını Abdülharis koyarak Allah'ın isimlerinde ona koşma durumuna düştükleri söylenmiştir. b- Hasan-ı Basriye göre ise bu âyet-i kerime'nin baş tarafında, Hz Âdem'in soyundan iki kâfir kimseden bahsedilmekte sonunda ise bütün müşriklere değinilmekte ve Allahü teâlâ'nın ortak koşulan şeylerden münezzeh olduğu beyan edilmektedir. Buna göre: "Bu âyet önce, insanlığın ataları ola Hazret-i Âdem ve Havvayi zikrediyor. Daha sonra bunların soyundan gelen Yahudi, Hıristiyan ve müşriklerin, hak dinden sapıp Allah'a ortak koşmaya sürüklendiklerini beyan ediyor. Bu insanlar çocuklarını ya Yahudileştirmiş veya Hıristi yani aştırmış yahut da müşrik yapmışlardır. Âyetin son cümlesi, iki kişiyi ifade etmeyip, ikiden fazla yani çoğul kişileri ifade etmektedir. Bu da âyetin, Hazret-i Âdem ve Havva'yı kastetmediğine delildir. Hazret-i Âdem bir Peygamberdir. Peygamberlere, Allah'a ortak koşma gibi en büyük cinÂyeti işleme fiili isnad edilemez. Taberi bu görüşlerden birinci görüşün tercihe şayan olduğunu, Zira mü-fessirlerden, sözleri delil sayılacak zatların bu görüş üzerinde ittifak ettiklerini söylemiştir. Yani. Hazret-i Âdem ile Havva, çocuklarının adım "Abdülharis" koyarak Allahü teâlâ'ya kullukta değil, onun isimlerinde ona ortak koşma durumuna düşmüşlerdir. Zira "Kul" manasına gelen "Abd" kelimesi ancak Allah'ın isimlerinden biriyle birlikte zikredilecek "Abdullah", Abdurrahman" şeklinde insanlara isim verilir. Abdülharis" diye isim koymak, Allah'a mahsus olan kullara sahibolma sıfatı başkalarına da vermiş olur. 191Hiçbirşey yaratmayan, üstelik kendileri yaratılmış olan şeyleri mi Allah'a ortak koşuyorlar? Allah'a ortak koşan bu bâtıl inançlılar, taş ağaç, maden gibi, hiçbirşeyi yaratmaya gücü yetmeyen ve kendileri Allah tarafından yaratılan varlıkları Allah'a ortak mı koşuyorlar? Bu, ahmaklığın zirvesi değil midir? 192O putların, kendilerine tapanlara yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta, kendilerine bile yardım edemezler. Allah, o putlara tapanlara bir kötülük dileyecek olsa, putlar o kötülüğü, kendilerine tapanlardan uzaklaştırıp onlara yardımcı olamazlar. Onlar, kendilerine bile bir menfaat sağlamaktan ve kendilerinden bir zararı uzaklaştırmaktan hacizdirler. O halde kendilerine tapanlara nasıl yardım ledebilirler? Bu âyet-i kerime, Allah'a ortak koşanların, şaşılacak bir duruma düştüklerini bildirmektedir. Öyleki, kendi elleriyle yaptıkları putlara tapar ve onlardan yardım umarlar. 193Onları doğru yola çağırsanız size uymazlar. Onları çağırsanız da sussanız da sîzin için aynıdır. Şâyet o putları hayra ve doğruya davet edecek olsanız bu davetinize uyacak kabiliyette değildirler. Çünkü onlar, anlamayan ve düşünmeyen varlıklardır. Bu itibarla, sizin onları hakka ve doğruya çağırıp çağırmamanız farksızdır. Bu âyet-i kerime, kendilerine tapılan putların, duyup işitmez, idrak edip algılamaz olduklarını, kendilerine tapanlarla onları ayaklar altına alıp çiğneyenlerin, bunlar açısından farksız olduğunu, duyu organlarına sahip, geçmişi düşünüp geleceği planlayan bir varlık olan insanın, bu şereflerini ayaklar altına alarak çocuk oyuncakları mahiyetindeki putlara tapmasının ahmaklıktan başka bi rşey olmadığını beyan etmektedir. Bundan sonra gelen âyet-i kerimeler de bu manayı pekiştirmektedirler. 194Şüphesiz ki Allah'tan başka taptıklarınız da sizin gibi yaratılmış kullardır. Eğer iddianızda doğru iseniz onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Ey, Allah'a ortak koşan müşrikler, sizin, Allah'ın dışında taptığınız putlar da sizin gibi yaratılmış varlıklardır. Eğer siz, onların ilâh oldukları iddianızda doğruysaruz, çağırın onları da size cevap versinler bakalım. 195Onların, yürüyecek ayakları mı var? Yoksa yakalayacak elleri mi? Yahut görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı? Ey Rasûlüm, de ki: "Allah'a ortak koştuklarınızı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden hiylenizi yapın bana. O putların, sizin ihtiyaçlarınızı karşılamak için yürüyebilecek ayaklan mı var? Yoksa onların, size yapılacak kötülükleri savaşacak elleri mi? Veya onların, göremediğiniz şeyleri görecek gözleri mi var? Yahut ta onların, sizin işitemediğiniz şeyleri işitecek kulakları mı var? İlahlarınız bunlardan herhangi birine sahip olmadığına göre onlara tapmanızın mânâsı nedir? Ey Rasûlüm, o müşriklere de ki: "İlahlarınızı çağırın, onlardan yardım dileyerek bana karşı tuzaklarınızı kurun. Bir an bile fırsat vermeyin. Amma bi-Unki bana bir şey yapamayacasımz. Çünkü Allah beni korumaktadır." 196Şüphesiz ki benim dostum, kitabı indiren Allah'tır. O, salih kimselere dost olur. Şüphesiz ki size karşı benim yardımcım ve dostum, Kur’an’ı bana hak olarak indiren Allah'tır. O, her salih kulun dostudur. 197Allah'tan başka taptıklarınızın size yardım etmeye güçleri yetmez. Hatta, kendilerine bile yardım edemezler. Allah'tan başka taptığınız ilahların ne size yardım etmeye güçleri yeter ne de kendi kendilerine yardım etmeye. O halde dostlarına yardım etme güç ve kudretine sahib olan Allah mı kulluk edilmeye daha layıktır? Yoksa kendi kendine dahi yardım etmekten âciz olan putlar mı? 198Onları doğru yola davet etseniz duymazlar. Onları sana bakar görürsün. Halbuki onlar görmezler. Şâyet sizler, putlarınızı doğru yola davet etseniz, onlar davetinizi duymazlar. Çünkü onların kulakları yoktur. Ey Rasûlüm, sen o müşriklerin ilahlarını, sun'î gözleriyle sana doğru bakar gibi görürsün. Fakat onlar görmezler. Çünkü onların görme duyulan yoktur. Onlar, bir kısım cansız varlıklardır. Bu âyette geçen "Halbuki onlar görmezler" ifadesinden, müşriklerin bizzat kendilerinin kastedildiğini ve bunların, hakkı görmeyen ve işitmeyen insanlar olduklarını söyleyenler de vardır. 199Ey Rasûlüm, sen af yolunu tut. İyiliği emret ve cahillere aldırış etme. Allahü teâlâ, putlara tapanların tuttukları yolun bâtıl ve metodlarının sakat olduğunu beyan ettikten sonra, Peygamber efendimize, doğru yolu ve üstün ahlakı öğretmiş, ümmetinin de onun yolunda olmasını istemiştir. Âyet-i kerime'de geçen ve "Af yolunu tut" diye tercüme edilen ifadesi müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir. a- Mücahid ve Urve b. Zübeyre göre bu ifadenin manası şöyledir: "Ey Rasûlüm, sen insanların ahlaklarının zahirine bak. Onlara sert davranma ve ahlaklarının iç yüzünün araştırmaya girişme." b- Abdullah b. Abbas Şüddi ve Dehhaka göre ise bu ifadeden maksat şudur: "Ey Rasûlüm, sen, insanların mallarından, fazla olanı ve isteyerek sana getirdiklerini al." Bu görüşte olanlara göre Bu âyet, zekâtın farz olduğunu beyan eden. Tevbe suressi'nin altmışıncı Âyeti inmeden önce nazil olmuştur. Tevbe süresindeki âyet inince bunu neshetmiştir. c- İbn Zeyd'e göre ise bu ifadenin manası şöyledir: "Ey Rasûlüm, sen, müşriklere karşı af yolunu tut. Onların yaptıklarına bakma." Bu görüşe göre de bu âyet-i kerime, Resûlüllah Mekke'de iken nazil olmuş ve ona, müşriklere karşılık vermemesini emretmiştir. Daha sonra ise, Allahü teâlâ Resûlüllah'a, müşriklere karşı sert davranmasını, onları yakalayabileceği her yolu tutmasını, onları kuşatmasını emretmiş ve buyurmuştur ki: "Mukkaddes olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın, çember içine alın. Her gözetilecek yerden onları gözetleyin. Şâyet tevbe ederler, namazı kılıp zekâtı verirlerse artık yollarını serbest bırakın." Tevbe sûresi, 9/5 "Ey Peygamber, kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et. Onlara sert davran. Varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası varılacak ne kötü bir yerdir." Tevbe sûresi, 9/73 Allahü teâlâ, bütün mü'minlere de, kâfirlere karşı sert davranmalarını emrederek buyurmuştur ki: "Ey iman edenler çevrenizde bulunan kafirlere karşı savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. İyi bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir;. Tevbe sûresi, 9/123 Evet, Allahü teâlâ daha önce mü’minlere, kafirleri affetmelerini emrederken ve "Ey Rasûlüm, iman edenlere söyle, Allah'ın cezalandırma günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar ki Allah her kavmi kazandığı ile cezalandırsın. Casiye sûresi, 45/714 buyururken daha sonra mü’minlerin, kâfirleri affetmeleri hükmünü neshetmiş ve kafirlerin müslüman olmaları yahut da kendilerine karşı savaşılmayı kabul etmelerinden başka bir yollan olmadığını bildirmiştir. Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden, tercihe şayan olanı, birinci görüştür. "Ey Rasûlüm, sen af yolunu tut" ifadesinden maksat, "Sen, insanların ahlaklarının zahirine bak. Onlara sert davranma." demektir. Bu görüşü tercih etmemizin sebebi şudur, Allahü teâlâ, bu surenin daha önce geçen doksanbeşinci Âyetinde "Dek ki: "Ortak koştuklarınzı çağırın. Sonra da bana fırsat vermeden hiylenizi yapın bana." buyurarak Resûlüllah'a, müşriklere karşı, sözle nasıl mücadele edeceğini öğretmiştir. İzah etmekte olduğumuz âyetten sonra da "Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra o azgınlıktan geri durmazlar..." "Sen onlara bir Âyet getirmediğin zaman da "Sen bir âyet yapsaydın ya" derler. De ki: "Ben sadece rabbim tarafından bana vahyolununa tabi oluyorum. Bu Kur'an, inanan bir kavme, rabbiniz tarafından açık bir delil bir hidâyet rehveri ve bir rahmettir. A'raf sûresi 7/202-203 buyurarak Resûlüllah’a, müşriklerle, sözle tartışmayı öğretmiştir. Bu iki öğretme'nin arasında geçen, bu âyetin de Resûlüllah'in, müşriklere karşı nasıl davranacağını, onların ahlaklarının zahirine bakmasını ve onlara karşı sert davranmamasını emrettiğini söyelmek, Âyetlerin, birbirleriyle olan münasebetlerine daha uygundur. Taberi sözlerine devmla adiyor ki: "Eğer denilecek olursa ki: "Âyetin bu bölümü mensuh mudur?" Cevaben denilir ki: "Bize göre bu Âyetin mensuh olduğunu gösterecek herhangi bir işaret yoktur. Zira her ne kadar, Allahü teâlâ bu âyeti peygamberine, kendileriyle henüz savaşması emredilmeyen müşriklere karşı nasıl davranacağını öğretmek için indirmişse de âyetin, Resûlüllah'ı ve bütün müslümanları insanlara karşı nasıl davranacaklarını ve onların ahlaklarının zahirine bakmalarını emrettiğini söylemek mümkündür. Böylece âyetin, Allahü teâlâ'nın bütün yarattıklarına birbirlerine nasıl davranacaklarım emrettiğini belirttiği ortaya çıkar. Bu da, kendilerine karşı sert davramlması gerekmeyen ve şiddet kullumlmasi icabetmeyen kimseler için söz konusudur. Kendilerine karşı sert davranılması ve güç kullanılması icabedenlere ise gereken yapılır. Hasılı, af dan başkası caiz olmayanlara karşı af yolu tutulmuş olur ki bâyet-i kerime onu beyan etmiştir. Affedilmesi mümkün olmayanlar için ise gereken yapılır. Onu da ilgili Âyetler belirtmiştir. Madem ki durum böyledir bu âyetin mensuh olduğuna hüküm verilemez. Âyet-i kerime’de geçen ve "İyiliği emret" diye tercüme edilen ifadesindeki kelimesinden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikredilmiştir. Süfyan b. Uyeyne ve Übey b. Kâ'bdan rivâyet edildiğine göre burada emredilen örf (iyilik)ten maksat, ilişkiyi kesen akraba ile ilişki kurmak sana bir şey vermeyene bir şeyler vermek ve haksızlık yapanı affetmektir. Süddiye göre ise buradaki "örf'ten maksat, iyilik demektir. Taberi, âyetin umum ifadesinin genel olarak alınmasının daha evla olduğunu söylemiş, buradaki iyiliğin her türlü iyiliği kapsadığını bildirilmiştir. Âyet-i kerime’de "Cahillere aldırış etme" buyurulmaktadır. Allahü teâlâ, bu âyetle Peygamberine, dolaylı olarak bütün müslümanlara, bilmeyerek haksızlık yapan bir kısım insanları affetmelerini ve kusurlarına bakmamalarını emretmiştir. Fakat bu âyetten, Allah'ın kendisine farz kıldığı hükümlerde kusur edenlerin affedileceği veya Allah'ı inkâr eden, onun birliğini bilmeyen ve müslümanlara karşı savaş açan kâfirlere aldırış edilemeyeceği anlaşılmamalıdır. Onları affetmeye kimsenin hakkı yoktur. 200Eğer Şeytan tarafından sana bir vesvese gelirse Allah'a sığın. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir. Ey Rasûlüm, eğer sana, Şeytan tarafında, cahillere aldırış etmemene engel olacak bir vesvese ve bir öfke gelecek olur da seni intikam almaya teşvik edecek olursa, bu vesvese ve ifsada karşı, cahillerin cehaletini çok iyi bilen ve Şeytanın vesvesesini çok iyi işiten Allah'a sığın. 201Allah'tan korkanlara, Şeytan'dan bir vesvese dokununca Allah'ı hatırlarlar. Ve hemen gerçeği görürler. Kendilerine farz kıldığımız emirleri yerine getirip, yasakladığımız haramlardan kaçınarak Allah'tan korkanlara, Şeytan tarafından bir sıkıntı, bir vesvese, bir arıza dokunduğu zaman, onlar, Allah'ın azabını ve mükâfaatmi, vaadlerini ve tehditlerini hatırlarlar. Ve hemen Allah'a karşı günah işlemekten ellerini çekip gerçeği görürler. Anlaşılacağı gibi Şeytan, zaman zaman insanın nayağını kaydırmak için uğraşmaktadır. Fakat buna maruz kalan insan, derhal Allah’a sığınmalı, Allah'ın yardımını dilemeli, onun ceza ve mükâfaatının büyüklüğünü düşünerek kendisini, Şeytanın tahrik ve teşviklerinden koruması için Allah'a sığınmalıdır. 202Şeytanların kardeşlerine gelince, Şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra o azgınlıktan geri durmazlar. Şeytanlar, kâfir ve müşriklerden, kendilerine kardeş olanların ise azgınlıklarını ve sapıklıklarını artından Sonra bu azgınlar, sapıklık ve azgınlıklarından geri durmaz, aynı yolda devam ederler. 203Ey Rasûlüm, onlara bir âyet getirmediğin zaman da: "Kendin bir âyet yapsaydın ya" derler. De ki: "Ben sadece rabbim tarafından bana vahyolunana tâbi oluyorum. Bu Kur'ân inanan bir kavme, rabbiniz tarafından açık bir delil, bir hidâyet rehberi ve bir rahmettir. Ey Rasûlüm, sen onlara, Allah tarafından bir mucize getinneyince de: "Sen onu kendin icad etsene" derler. De ki: "Ben, Allah'ın bir kuluyum. Ancak rabbim tarafından bana vahyedilene uyarım. Bu Kur'an, kendisine iman eden bir topluluk için, rabbiniz tarafından gönderilen, hakkı gösteren apaçık bir delil, doğru yolu gösteren bir hidâyet rehberi ve bir rahmet kaynağıdır Müşrikler, Kur'ân-ı Kerim'in, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) tarafından uydurulduğunu iddia ediyorlar ve zaman zaman, ondan kendilerine, mesela: "Göğü parçalayarak üzerimize düşür" diyerek mucizeler getirmesni istiyorlardı. Peygamber efendimiz de böyle mucizeler getirmeyince bu sefer de: "O mucizeyi kendin yapsana" diyorlardı. Yani demek istiyorlardı ki: "Âyetleri yapıyorsun da mucizeleri neden getirmiyorsun?" İşle bunun üzerine bâyet nazil oldu ve onların bu mânâsız isteklerine cevap verdi. 204Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet olunasınız. Ey iman edenler, size Kur'an okunduğu zaman, âyetlerinin mânâsını anlamanız ve öğütlerinden ibret almanız için onu dinleyin. O okunurken susun, gö-rülütü yapmayın. Böylece rabbiniz size merhamet etsin. Kur'ân-ı Kerim okunduğunda müşrikler, onu dinlememek için gürültü yapıyorlar ve birbirlerine" ... Bu Kur’an’ı dinlemeyin. Okunurken görültü yapın. Belki bu yolla galip gelirsiniz." diyorlardı Fussilet sûresi, 41/26 Allahü teâlâ mü’minlere, müşriklerin yaptıklarınının tam aksini emrederek, Kur'an okunurken onu dinlemelerini, ona saygı gösterip susmalarım emretmiştir. Görüldüğü gibi âyet-i kerime'de, Kur'an okunurken onun dinlenilmesi ve konuşulmaması emredilmektedir. Müfessirler, Kur’an’ın hangi durumlarda okunması halinde dinlenilmesinin gerekli olduğu hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir. a- Abdullah b. Mes'ud , Ebû Hureyre, Zühri, Ubeyd b. Umeyr, Mücahid, Said b. el-Müseyeb, Dehhak, Katade, Süddi, Abdullah b. Abbas ve İbn-i Zeyd'den nakledilen görüşe göre, Kur’an’ı imam okurken ona uyan cemaatin dinlemesi gerekir. Bu halin dışında Kur’an’ı okuyanı mutlaka dinlemek gerekmez. Bu hususta, Müseyyeb b. Râfî Abdullah b. Mes'udun şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Bizler, namazda iken birbirimize selam veriyorduk. Nihâyet "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merahmet olunasınız." âyeti nazil oldu. İnsanların, namazın içinde Kur'an dinlemeleri ve susmalan emredildi. Talha b. Ubeydullah da diyor ki: "Ben, Ubeyd b. Umeyr ile Atâ b. Ebi Rebahın, bir kimse vaaz ederken konuştuklarını gördüm. Onlara dedim ki: "Siz Kur’an’ı dinlemiyor ve Kur’an’ı dinleyene vaadedileni kazanmak istemiyor musunuz?" Onlar dönüp bana baktılar sona konuşmalarına devam ettiler. Sözümü tekrarladım. Yine dönüp bana baktılar. Sonra sözlerine devma ettiler? Üçüncü defa tekrarladım. Yine bana dönüp baktılar ve dediler ki: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." âyeti namazın içinde olanlara mahsustur." Ebû Hureyre de demiştir ki: "Resûlüllah namaz kıldırırken bazı insanlar seslerini yükseltiyorlardı. Bu sebeple bu âyet indi ve susulmasını emretti. Zühri de demiştir ki: "îmam namaz kıldırırken açıktan okuduğu zaman ona uyan herhangi bir kimsenin, açıktan veya gizli olarak Kur'an okuması caiz değildir. Zira, Allahü teâlâ: "Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki merhamet olunasınız." buyurmuştur. b- Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre, Kur'ân hutbe esnasında okunduğunda dinlemek gereklidir. Âyet-i kerime bunu beyan etmiştir. Hutbenin dışında okunan Kur'ânı mutlaka dinlemek gerekli değildir. c- Atâ, Hasan-ı Basri ve Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşe göre Kur'ân, hutbede veya namazın içinde okunduğu zaman onu, hutbeyi dinleyenlerin ve namaz kılanların dinlemeleri gerekir. Âyet-i kerime’de bunu beyan etmiştir. Bu hususta, Sabit b. Acle, Said b. Cübeyr'in bu âyeti okuduktan sonra şunları söylediğini rivâyet etmiştir. "Kur"an, Kurban bayramı Ramazan bayramı ve Cuma hutbelerinde okunduğunda ve imamın, namaz kıldırırken açıktan okuması halinde dinlenilmesi gereklidir. Bu durumun dışında gerekli değildir. Taberi, bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Zira Resûlüllah'ın imam kur'an okurken cemaatin onu dinlemesine dair bir çok sahih hadisleri Rivâyet edilmiştir. Keza, hutbe okunurken orada bulunanların onu dinlemesi gerektiğine dair bir çok sahih hadis zikredilmiş ve âlimler tarafından üzerinde ittifak edilmiş bir meseledir. 205Ey Rasûlüm, sabah akşam yalvararak, korkarak, yüksek olmayan bir sesle rabbini içinden zikret. Gafillerden olma. Ey, namazda veya hutbede okunduğu zaman Kur’an’ı dinleyen kişi, sen onu dinlediğin zaman onun âyetlerinden öğüt al. Nihâyet bir gün Allah'a döneceğini unutma. Sen Allah'a boyun eğerek huşu içinde kusurundan dolayı seni cezalandıracağından korkarak, dilinle gizlice yalvararak onu an. Onu özellikle sabahleyin ve geceleyin an. Kur'an okunduğunda onun üstün öğretilerinden ibret almayan galilerden olma. Âyet-i kerime, Resûlüllah'ı ve dolayısıyle bütün mü’minleri, Allahü teâlâyı sabah akşam ve devamlı olarak zikretmeleri için teşvik ediyor. Allahü teâlâyı zikirden gafil olmamaları gerektiğini beyan buyuruyor. Sabah ve akşam, güneşin doğması ve batması sebebiyle dünya hayatında, dolayısıyle insan hayatında önemli değişikliklerin meydana geldiği anlardır. İşte bu anlarda insanların rablerini anmaları istenmekte, gafilce yaşayıp evrensel olayların cereyanına ve onlardaki hikmetlere karşı kayıtsız kalınmaması hususunda dikkatimiz çekilmektedir. Âyet-i kerime’de kulun, gizlice sabah akşam rabbini içinden anması ve okunan Kur'andan öğüt ve ibret alması emredilmektedir. Bu hususta Ebû Hureyre (radıyallahü anh) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir. "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Kulum beni nasıl zannederse ben öyleyim. O beni andığı zaman ben onunla beraberim. Eğer beni içinden anarsa ben de onu içimden ananın. Eğer beni bir topluluğun içinde anarsa ben de onu, o tupluluktan daha hayırlı bir topluluğun içinde ananm. Eğer kulum bana bir kanş yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım. O bana bir arşın yaklaşacak olursa ben ona bir kulaç yaklaşınm. Eğer o bana yürüyerek gelecek olursa ben ona koşarak varım. Buhari, K. et-Tevhid bab: 15/Tirmizi, K. ed-Da'vât b. 13. Hadis No: 3603. 206Doğrusu rabbinin huzurunda olanlar, ona ibadet etmekten kibirlenmezler. Onu tenzih ve tesbih ederler ve sadece ona secde ederler. Rabbinin katında bulunan büyük Melekler, Allah'a ibadet etmekten kibirlenmezler. Onu, layık olmadığı sıfatlardan tenzih ederler ve ona boyun eğip secde ederler. Siz de o Melekler gibi rabbinizi tenzih edin ve ona boyun eğip secdeye kapanın. Bu âyetin, Kur'an-ı Kerim'in ilk secde âyeti olduğu hususunda ittifak vardır. Bu âyeti okuyanın ve dinleyenin secde etmesi gerekir. |
﴾ 0 ﴿