TEVBE SÛRESİ

1

Bu, Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır.

Bazı Müşrik kabileler, Resûlüllah ile yapmış oldukları antlaşmalarını bozmaya başlamışlardı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, Resûlüllah’ın da, Müşriklerle olan antlaşmalarını bozmasını ve kendilerine dört aylık bir süre tanıdıktan sonra savaş açacağını ihtar etmesini emretmiştir.

Taberiye göre, burada ahidleri bozularak kendilerine savaş açılacağı ihtar edilenler, Resûlüllah’ın aleyhine başka kâfirlere yardım edenler ve tek taraflı olarak Resûlüllah ile olan andl aşmalarını bozanlardır.

2

Ey Müşrikler, dört ay daha yeryüzünde serbestçe dolaşın. Allalu hiçbir şekilde âciz bırakmayacağınızı ve Allah'ın, kâfirleri mutlaka rezil ve rüsvay edeceğini de bilin.

Ey, peygamberler muahadeli olup ta muahedesini bozan müşrikler, yeryüzünde, dört ay güven içinde gezip dolaşın. Peygamber ve taraftarları, bu dört ay içinde size herhangi bir zarar yenileyeceklerdir. Ve bilin ki, sizler bu dört ay'dan sonra yine inkârınıza devam edecek olursanız, kendinizi Allah'ın elinden kurtaramazsınız. Zira sizler, nereye giderseniz gidin ve nerede bulunursanız bulunun onun pençesindesiniz ve hakimiyeti altındasınız. Size azap etmek istediğimde hiçbir güç ve sığınak o azaba engel olamaz. Ancak tevbe edip iman etmeniz engel olur. O halde size fayda vermeyecek olan gezip dolaşmayı bırakın da onun azabım sizden uzaklaştıracak tevbeye koşuşun. Yine bilin ki, Allah, kâfirleri dünyada iken helak ederek âhirette de cehennem azabına koyarak rüsvay edendir.

Müfessirler, bu âyette kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen bundan sonra da, iman etmezlerse kendileriyle savaşılacağı ilan edilen müşriklerden kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- İbn-i İshaka göre, kendilerine dört ay müddet tanınan müşrikler iki sınıftır. Biri Resûlüllah ile yapmış oldukları banş antlaşmasının süresi dört ay'dan daha az olan sınıftır. Bunların müddetleri dört ay'a kadar uzatılmış ondan sonra biteceği bildirilmiştir. Diğer sınıf ise, Resûlüllah ile yaptıkları sulh antlaşması belli bir vade ile sınırlı olmayan sınıftır. Bunların antlaşmalarının da dört ay için geçerli olduğu belirtilmiş tak ki, kendilerine gelsinler. Aksi takdirde Allah’a, Resulüne ve mü’minlere karşı savaş açmış sayılacaklardır.

Bu hususta İbn-i İshak diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebubekir (radıyallahü anh)'ın insanlara hac yaptırması için hicretin dokuzuncu yılında hac emiri olarak gönderdi. Müşrikler, hacdaki yerlerinde bulunuyor ve kendilerine göre hac yapıyorlardı. Ebubekir ve beraberindeki müslümanlar yola çıktıktan sonra Berae sûresi indi. Resûlüllah'in, müşriklerle yapmış olduğu antlaşmaların bozulduğunu beyan etti. Bu antlaşmaların metininde, Kabe'ye gelen herhangi bir kimseye engel olunmayacağı ve haram aylarında herhangi bir kimseye karşı terör estirilip onun korkululmayacağı hükümleri mevcuttu. Bu muahede, Resûlüllah ile müşrikler arasında genel bir muahede idi. Resûlüllah'ın, diğer Arap kabileleriyle de, belli vadelerle sınırlanmış özel muahedeleri de bulunuyordu. İşte Berae sûresi bu gibi muahedelerin dört ay sonra bitecekleri Tebük savaşında, Resûlüllah'tan geri kalan münafıkların durumu ve dedikodu yapan bir takım insanların kimler oldukları hakkında nazil oldu. Böylece Allahü teâlâ bu surede görüldüklerinin aksini içlerinde gizleyenleri açığa çıkardı. Onlardan bazılarım bize anlattı, bazılarını ise anlatmadı ve buyurdu ki: "Allah ve Resulünden, kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır."

b- Abdullah b. Abbas Dehhak ve Katadeye göre ise bu âyet-i kerime ile, kendilerine dört ay, serbest dolaşma izni verilen ve bu süre bittikten sonra müslümanlarda savaş halinde olacakları belirtilen müşriklerden maksat, sadece Resûlüllah ile muahede yapmış olan müşriklerdir. Bunlar, Berae suresinin okunduğu Zilhicce ayı'nın onuncu günü olan Kurban bayramından itibaren Rebiulâhir ayının onuna kadar dört ay, diledikleri yerde gezip dolaşbileceklerdir. Resûlüllah ile hiç muahede yapmayan müşrikler serbest dolaşma müddetleri ise yine Zilhicce'nin onundan başlamak üzere, Muharrem ayının sonun kadardır. Bunların toplamı elli gündür. Çünkü Resûlüllah ile muahedeleri olmayanlar hakkında, bu surenin beşinci âyetinde şöyle buyurulmuştur. "Mukkades olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün..." Mukaddes aylar, Muharrem ayının bitmesiyle sana erdiklerinden, muahedeli olmayan müşriklerin serbest dolaşma müddetlerinin elli gün olduğu ortaya çıkmaktadır.

c- Süddi, Muhammed b. Ka'b el-Kurezi ve Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyette kendilerine dört ay serbest dolaşma izni tanınan, bu süreden sonra da müslümanlarla savaş halinde olacakları beyan edilen müşriklerden maksat, bütün müşriklerdir. Bunlara Zilhicce'nin onun'dan itibaren Rebiulâhir'in onun'a kadar dört ay serbest dolaşma izni verilmiş, bu süreden sonra, müslüman olmadıkça, kendilerine karşı savalışmaktan kurtulamayacakları belirtilmiştir. Bu dört aylık süre şöyledir. Yirmi gün Zilhicce, Muharrem Sa-fer ve Rebuü'levvel aylarının tamamı Rebiulâhir ayının da ilk on günüdür. Bu hususta Mücahid diyor ki "Resûlüllah, Tebük savaşını bitirip geri dönünce hac yapmak istedi. Sonra da dedi ki: "Beytullah'a müşrikler gelecekler, orayı çıplak olarak tavaf edecekler, ben bu hal ortadan kalkmadıkça hac yapmak istemiyorum." Bunun üzerine Ebubekir ve Ali'yi gönderdi. Onlar, Zülmecaz ve diğer alış-veriş yerlerinde ve bütün pazarları gezip dolaştılar. Muahedeli olanlara dört ay serbest gezebileceklerini, ondan sonra da muahedelerinin bitmiş olacağını söylediler. Bütün insanlar'a iman etmedikleri takdirde, onlarla savaşılacağım bildirdiler.

d- Zühriye göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen müşrikler, bütün müşriklerdir. Bu aylardan maksat da Şevval, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı'dır. Tevbe sûresi, Şevval ayında indiği için bu aydan itibaren dört ayın süresi başlamıştır. Ve Muharrem ayının bitmesiyle süre sona ermiştir .Yani Kurban bayramı gününden başlamak üzere elli gündür.

e- Kelbiye göre ise bu âyette, kendilerine dört ay serbest dolaşma izni verilen, bu müdetten sonra müslünîarla savaş halinde olacakları bildirilen müşriklerden maksat, Resûlüllah ile yapmış oldukları muahedelerinin sûresi dört ay'dan daha az olan müşriklerdir. Bunların antlaşma süreleri dört ay'a kadar uzatılmıştır. Resûlüllah ile olan muahedelerinin süresi dört ay'dan fazla olan müşriklere, gelince bu Sûre'nin dördüncü âyetinde belirtildiği gibi bunların muahedeleri, bitiş tarihlerine kadar geçerli sayılmıştır ve buyrulmuştur ki: "... Bunlarla yaptığınız antlaşmayı, müddeti bitinceye kadar yerine getirin."

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur: "Allahü teâlâ, müşriklerden, Resûlüllah ile muahede yapıp ta daha sonra Resûlüllah’ın aleyhine davranan ve süresi dolmadan, antlaşmalarını bozan müşriklere dört ay daha serbest dolaşma izni vermiş bu süreden sonra müslümanlarla savaş halinde sayılacaklarını beyan etmiştir, Resûlüllah ile muahede yapıp ta onun aleyhine davranmayan ve muahedelerini bozmayan müşriklere gelince, Resûlüllah'ın, bunların muâhedelerini son zamanına kadar devam ettirmesi emredilmiştir. Nitekim bu surenin yedinci âyetinde şöyle buyrulmuştur: "Müşriklerin, Allah ve Peygamberi katında nasıl bir antlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i haram çevresinde kendileriyle antlaşma yaptıklarınız müstesnadır. Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara doğru davranın.." Diğer yandan, Resûlüllah'ın tevbe suresini insanlara okumak üzere, Hazret-i Aliyi göenderdiğinde, onlara tebliğ edeceği şeylerden birinin de "Muahede yapmış olanların muahedelerinin süreleri sonuna kadar devam edecektir." şeklinde olması göstermektedir ki, muahedelerini bozmayanlar için sadece dört ay serbest dolaşma süresi söz konusu değildir. Onlar için geçerli olan muahede süresidir.

Bu hususta Zeyd b. Yüsey diyor ki:

"Biz, Aliye dedik ki: "Sen hacda neyi tebliğ etmek için gönderildin?" O da dedi ki: "Dört şeyi tebliğ etmek için gönderildim." Çıplak olan, Kâbeyi tavaf edemez. Kimin Resûlüllah ile bir muahedesi varsa o muahade sonuna kadar geçerlidir. Kimin de Resûlüllah ile muadesi yoksa onun, serbest olma zamanı dört ay'dır. Cennete ancak mü’min olan kişi girer. Bu yıllarından sonra artık müşriklerle müslumanlar (hacda) bir arada olmayacaklardır. Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre 9 HN: 3092.

Taberi bu hadisi, Ebû Hureyre, Hazret-i Ali, Abdullah b. Abbas ve Ebû Cafer Muhammed b. Ali'den de farklı şekillerde Rivâyet etmiştir.

Taberi, muahedelerini bozan müşrikler için tanınan dört aylık müddetin, kurban bayramından başlayıp Rabiülâhir ayının sonuna kadar devam eden bir müddet olduğunu söylemiştir. Bu surenin beşinci âyetinde zikredilen "Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün." Hükmüne gelince bu, Resûlüllah ile hiç antlaşması olmayan müşrikler için geçerlidir. Bunlar kurban bayramında başlamak üzere, Muharrem ayının sonuna kadar elli gün serbest dolaşma hakkına sahiptirler.

3

Bu, Allah ve Resulünü, Müşriklerden uzak olduklarına dair, büyük Hac gününde, insanlara, Allah ve Resulü tarafından yapılan bir tebligattır. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah âciz bırakamazsınız. Kâfirleri, can yakıcı bir azapla müjdele.

Bu âyet, Büyük Hac gününde, Allah ve Resulünün, bütün müşriklerden beri olduklarına, onlardan uzak olduklarına dair ve yine, Allah ve Resulü tarafından yapılan bir tebligattır. Ey Müşrikler, eğer tevbe ederseniz bilin ki bu sizin için çok hayırlıdır. Şâyet bu ikazları dinlemez, bu ihtarlardan yüz çevirseniz bilin ki Allah'ı âciz bırakamazsınız. O, size, lâyık olduğunuz cezayı mutlaka verir. Onun vereceği cezaya kimse engel olamaz.

Ey Resulüm, o kâfirleri, acıklı bir azap ile müjdele. Onların azapla müjdelenmesi, kendilerini alçaltıcı bir ifadedir. Zira, müjdelenmek, sevinçli bir haber için söz konusudur. Bu ifadede ise onların, çok acıklı bir azaba düşecekleri belirtilmektedir. Bu sebeple onlar, müjdelenmiş değil, alay edilmiş, küçük düşürülmüş oluyorlar.

Müfessirler, âyette zikredilen "Büyük Hac günü"nden neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hazret-i Ali, Ebû Ceheyfe, Atâ, Hazret-i Ömer, İbn-i Zübeyr Muhammed b. Kays, Mücahid ve Abdullah b. Abbas'a göre burada zikredilen "Büyük Hac Gü-nü"nden maksat, Arafa günüdür.

Ebû es-sahba diyor ki: "Ben, Ali b. Ebi Talib (radıyallahü anh)'a büyük Hac gününün hangi gün olduğunu sordum. O da dedi ki "Resûlüllah, Ebû Ebubekir (radıyallahü anh)'in insanlara Hac yaptınnak için gönderdi. Beni de tevbe suresinin kırk âyetiyle birlikte gönderdi. Ebubekir Arafata vardı. Arafa günü hutbe okudu. Hutbeyi bitirdikten sonra bana döndü ve "Ey Ali kalk, Resûlüllah'ın mesajını ilet" dedi. Ben de kalktım. Tevbe suresin'den kırk âyet okudum. Sonra birlikte Minaye geldik. Şeytan taşladım kurbanı kestim, başımı tıraş ettim. O sırada anladım ki, topluluklar, Arafa günü Ebubekir'in hutbesinde bulunmamışlar. Ben çadırları gezdin. Onlarda bulunan insanlara tevbe suresinin baş tarafını okudum. Sanırımki benim bayram gününde böyle yapmamdan dolayı büyük hac gününü, bayram günü olduğunu sandınız, dikkat edin, o Arafa günüdür."

Abbad el-Asri diyor ki: "Ben, Ömer b. el-Hatbın şöyle didiğini işittim.: "Bugün Arafa günüdür, büyük hac günüdür. Bu günde kimse oruç tatmasın."

Muhammed b. Kays da, Resûlüllah'ın Arafa günü akşamleyin hutbe okuduktan sonra "Bu büyü hac günüdür." dediğini söylemiştir.

b- Yine Hazret-i Ali, Abdullah b. Ebi Evfa, Muğire b. Şu'be, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Ebû Cüheyfe, Abdullah b. Şeddad, Nâfi b. Cübeyr, İbrahim en-Nehaî, Şa'bi, Mücahid, İkrime, Zühri, Humeyd, Abdullah b. Ömer, Atâ, İbn-i Zeyd ve Süddi'ye göre ise, âyette zikredilen "Büyük hac günü"nden maksat, kurban bayramı günüdür. Bu hususta Haris, Hazret-i Ali'nin şunları söylediğini rivâyet etmiştir.

"Ben, Resûlüllah'tan, büyük hac gününün hangi gün olduğunu sordum. O da" Kurban bayramı günüdür."dedi Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre, 9 I İN: 3088-3089 Taberi, bunu ifade eden başka bir hadisi Abdullah b. Ömer'den ve Resûlüllah’ın sahabilerinin birinden de Rivâyet etmiştir.

c- Mücahidden nekledilen diğer bir görüşe göre büyük hac gününden maksat, haccın bütün günleridir. Tek bir gün değildir.

Taberi, bu görüşlerden, ikinci görüşün daha evla olduğunu, büyük hac gününden maksadın, Kurban bayramı günü olduğunu söylemiştir. Zira, daha önce de zikredildiği gibi bunun böyle olduğuna dair Resûlüllah'tan hadis Rivâyet edilmiştir.

Müfessirler; Kur'anda zikredilen bu güne, "Büyük hac günü" denilmesinin sebebi hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-i Basri ve Abdullah b. el- Haris b. Nevfel'e göre, bu güne "Büyük hac günü" denmesinin sebebi, bu hacda, müslümanlarm ve müşriklerin, birleşerek hac yapmaları ve bugünün, Yahudi ve Hristiyanların bayram gününe denk gelmiş olmasındandır.

b- Mücahide göre ise bugüne "Büyük hac günü" denmesinin sebebi, bu haccın, hacc-ı kıran olmasıdır. Haac-ı ifrat ise, küçük hac sayılmaktadır.

c- Atâ, Âmir eş-Şa'bi, Mücahid, Abdullah b. Şeddad ve Zühri'den nakledilen diğer bir görüşe göre, bugüne "Büyük hac günü" denilmesinin sebebi, bu günde asıl haccın yapılmasıdır. Küçük hac ise Umre yapmaktır. Taberi, bu görüşün doğru olduğunu söylemiştir. Zira asıl hac gününde yapılan ameller, Umre'de yapılan amellerden daha fazladır. Bu sebeple ona "Büyük hac günü" Umreye'de "küçük hac günü" denilmiştir. Bir kısım âlimlere göre ise, Hac-ı ekber, Arefe günü Cumaya tesadüf eden hac demektir.

4

Ancak, antlaşma yaptığınız müşriklerden, antlaşmada hiçbir eksiklik yapmayanlar ve aleyhinizde hiçbir kimseye yardım etmeyenler müstesna. Bunlarla yaptığınız antlaşmayı müddeti bitinceye kadar yerine getirin. Şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Katade'den Rivâyet edildiğine göre bu âyet-i kerime'de zikredilen müşriklerden maksat, Resûlüllah'ın, Hudeybiye musalahasında kendileriyle antlaşma yaptığı kimselerdir. Tevbe suresinin tebliğ edildiği bayram gününden itibaren bu müşriklerin andlaşmalarının süresinin dolmasına dört ay daha vardı. Allahü teâlâ Peygamberine, âyette zikredilen hususlara uymaları şartıyla bu müşriklerin antlaşmalarının süresini tamamlamasını emretmiştir. Hiçbir antlaşması olmayan müşrikler için ise haram aylarının çıkmasını beklemesi emredilmekte ve bundan sonra herhangi bir antlaşmayı kabul emeyip Müslüman oluncaya kadar kendileriyle savaşması gerektiğini bildirmektedir.

Abdullah b. Abbas'dan rivâyet edilen bir görüşte de şunlar zikredilmektedir: Tevbe sûresi gelmeden önce, Resûlüllah'ın kendileriyle antlaşma yaptığı müşriklerin antlaşmalarının sürelerinin dolmasına dört ay kalmıştı. Süre, Rebiülâhir ayının on'unda bitiyordu. Eğer müşrikler bu süre içinde antlaşmalarını bozar veya Müslümanların diğer düşmanlarına yardım ecedek olurlarsa antlaşmaları hemen bozulmuş sayılacaktı. Eğer antlaşmalarına uyar, Müslümanlar aleyhine herhangi bir düşmana yardımda bulunmazlarsa Resûlüllah'ın da bu dört ay süresince onlara dokunmaması emredilmektedir.

5

Mukaddes olan "Haram aylar" çıkınca, müşrikleri nerede bulursanız öldürün. Onları yakalayın, çember içine alın. Her gözetilecek yerden onları gözetleyin. Eğer tevbe ederler, namazı kılıp zekâtı verirlerse, artık yollarını sebrest bırakın. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.

Haram aylan olan, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayı çıktıktan sonra, Resûlüllah ile hiç muahede yapmamış olan veya muahede yaptığı halde Resûlüllah'ın ve mü’minlerin aleyhinde bulup muahedesini bozan yahut muahede süresi tayin edilmeyen müşrikleri, haram bölgesinde de olsalar dışında da olsalar, haram aylarının içinde de olsalar dışında da olsalar, onları öldürün.

Onları esir edin. Diledikleri gibi gezip dolaşmalarına engel olun. Onları esir almak veya öldürmek için her gözetlenebilecek yerden gözetleyin. Eğer onlar, Allah'a ortak koşmaktan ve Muhammed'in Pegamberliğini inkâr etmekten vaz geçip tevbe ederler, Allah'ın kendilerine farz kıldığı namazı kılıp zekâtı verirlerse onları serbest bırakın, diledikleri gibi hareket etsinler. Beytullah'a girsinler. Şüphesiz ki Allah tevbe edenleri çokça affedendir ve bol merhamet sahibidir.

Görüldüğü gibi, bu izaha göre haram aylar'ından maksat, Zilkade, Zülhicce ve Muharrem aylandır. Tevbe sûresi, Zilhicce ayında inmesine rağmen, ondan önceki Zilkade ayının da sayıya katılarak haram aylan şeklinde çoğul bir ifade ile söylenmesinin sebebi, bunların birbirlerine bitişik aylar olmalarıdır. Ancak Süddi, Mücahid, Amr b. Şuayb, İbn-i Zeyd ve İbn-i İshak'a göre, bu âyette zikredilen haram aylarından maksat; meşhur olan haram aylan değil, Zilhicce'nîn yirmisi, Muharrem ayı, Safer ayı Rebiülevvel ayı ve Rebiülhahir ayının onu'dur. Toplamı dört ay'dır. Bunlar da bu sürenin ikinci ayında zikredilen dört ay'dır. Bu aylara haram aylan denilmesinin sebebi ise Allahü teâlânın, bu surenin ikinci âyetinde, bu aylarda müşriklere serbest dolaşma izni vermesi ve onların kanlarının akıtılmasını, kendilerine kötülük yapılmasını yasaklamasıdır. Bu izaha göre bu âyet-i kerime de ikinci Âyette zikredilen, dört ay geçtikten sonra müşriklerle savaşılmasını emretmektedir.

Birinci görüşte olanlara göre ise Kurban bayramından itibaren elli gün'den sonra, müşriklerle savaşılması emredilmiştir. Çünkü Muharrem ayı bu günde bitmektedir.

Müfessirler bu âyet-i kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

İbn-i Zeyd'e göre bu âyet mensuh değildir. Katadeye göre bu âyet, mensuh değil aksine, Muhammed suresinin dördüncü âyeti olan şu âyetin şu bölümünü neshetmiştir. "Onları sindirip perişan edince de esir alıp bağlayın. Sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız serbest bırakın veya serbest bırakma karşılığında fidye alın."

Dehhak ve Süddiye göre ise "Müşrikleri nerede bulursunuz öldürün" âyeti, muhammed suresinin şu dördüncü âyetiyle neshedilmiştir. "Kâfirlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun. Onları sindirip perişan edince de esir alıp bağlayın. Sonra ya bir lütuf olarak karşılıksız serbest bırakın veya şerbet bırakma karşılığında fidye alın..."

Taberi diyor ki: "Bu hususta doğru olan görüş şudur. "Bu âyetlerden herhangi biri diğerini neshetmiş değildir. Zira bunlardan herhangi biri diğerinin hükmünü ortadan kaldıracak mahiyette değildir. Allahü teâlâ müşriklerle savaşmayı emredip daha sonra o savaşı kaldırarak onlardan fidye alınmasını emretmemiştir. diğer yandan, fidye alınacak kâfirlerden fidyeyi kaldırıp öldürülmelerini emretmemiştir. Bu da göstermektedir ki, Resûlüllah'ın, kâfirlerle yapmış olduğu ilk savaş olan Bedir savaşından bu yana, mü’minlerin, müşrikleri buldukları yerde öldürmeleri, onları ya öldürmek veya yakalayıp fidye alarak yahut da fidyesiz olarak serbest bırakmalan hükmü geçerlidir."

6

Ey Rasûlüm, müşriklerden biri sana sığınırsa, onu emniyet altına al ki Allah'ın kelamını dinlensin. Sonra onu, güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. Çünkü onlar, hakkı bilmeyen bir topluluktur.

Ey Rasûlüm, eğer müşriklerden biri senden, Allah kelamını işitmek için kendilerine, güven içinde bulunacağına dair teminat vermeni isterse, Kuranı dinleyip onu düşünebilmesi için ona teminat ver. Sonra onu, Müslüman olmasa bile, kendisini güven içinde hissedebileceği bir yere kadar ulaştır. Çünkü bunlar cahil bir topluluktur. Gösterilen delilleri anlamaz, iman etmekle neler kapanacaklarını idrak etmezler.

7

Bu müşriklerin, Allah ve Peygamberi katında nasıl bir antlaşmaları olabilir? Ancak Mescid-i Haram çevresinde kendileriyle antlaşma yaptıklarınız müstesna. Onlar size doğru davrandıkça siz de onlara doğru davranın. Şüphesiz ki Allah, takva sahiplerini sever.

Ey Mü’minler, rablerine ortak koşan insanların, Allah ve Resulü nezdinde, kendilerini himaye edecek nasıl bir muahadleri olabilirki? Bunların muahedeleri bitmiştir. Bunları bulduğunuz yerde öldürün. Ancak bu müşriklerden Bekiroğlu kabilesine mensup bazı insanların mescid-i haram yanında sizinle yapmış oldukları muahedeleri bunun dışındadır. Onlar size karşı muahedelerinde dürüst davrandıkları müddetçe siz de onlara dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah, verdiği sözü yerine getirerek emirlerinitutup yasaklarından kaçınarak kendisinden korkanları sever.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'de zikredilen ve mescid-i haram civarında, mü’minlerle muahede yaptıkları beyan edilen ve muahedelerinin korunması emredilen insanlardan kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Süddi, Muhammed b. Abbad ve İbn-i İshaka göre burada, kendileriyle mescid-i haram civarında muahede yapıldığı zikredilen insanlar, Cüzeyme kabilesinden bir topluluktur. Bunlara, Bekir oğullarının Deyi kolu da denmektedir.

b- Abdullah b. Abbas, İbn-i Zeyd ve Katatleye göre ise bunlar, Kureyşlilerdir. İbn-i Zeyd diyor ki: "Bunlar, Kureyşlilerdir.. Fakat banlar, muahedelerinde durmayıp ihanet etmişlerdir. Bu sebeple, Mekke'nin fethinden sonra tanlara dört ay mühlet verilmiştir. Ya Müslüman olsunlar gitsinler diye. Fakat bunlar dört ay dolmadan müslüman olmuşlardır.

c- Mücahide göre ise bunlar, Huzaa oğullarından bir topluluktur.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden, tercihe şayan olan görüş, bu insanların, Bekiroğullarından bir kısım insanlar olduklarını söylen görüştür. Resûlüllah, Hudeybiye musalahasını yaparken bunlar da Kureyşlilerle birlikte bu musalahaya katılmışlar ve bu muahadelerini bozmamışlardır. Halbuki Kureyşliler, kendileriyle muahadeli olan Deyi oğullarına, Resûlüllah ile muahedeli olan Huzaa oğullarına karşı yardım etmişler ve böylece Hudeybiye musalahasını bozmuşlardır.

8

Evet, Allah ve Resulü yanında onların nasıl bir antlaşması olabilir ki? Size gelip gelecek olsalar ne akrabalık bağını gözetirler ne de verdikleri sözü. Ağızlarıyla sizi memnun etmeye çatışırlar fakat kalbleri bundan kaçınır. Onların çoğu fâsıktırlar.

Bu müşriklerin, Allah ve Resulü katında ahitleri nasıl geçerli olabilir ki? Eğer bunlar, siz mü’minlere galip gelecek olsalar, ne akrabalık bağnı, ne Allah'ın hakkını, ne yaptıkları yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. Sizlere dilleriyle tatlı sözler söyleyip, kalelerinde bulunanın akine, size şirin görünmeye çalışırlar. Halbuki aslında onların kalbleri, böyle davranmalarını kabullenmemektedir. Onların çoğu ahitlerini bozan, rablerini inkâr eden ve Allah’a itaatten ayrılan insanlardır.

Evet, Allahü teâlâ mü’minleri işte bu çeşit insanlardan sakındirmakta ve bunlara karşı savaşmalarını tavsiye etmektedir.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Akrabalık bağı" diye tercüme edilen kelimesinin burada hangi manayı ifade ettiği hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

a- Mücahid ve Ebû Miclez'e göre kelimesinin manası, "Allah" demektir. "Cebrâil, İsrâfîl, Mikâil" isimlerinin sonlarındaki "İL" kelimesi de bu türdendir. Allahü teâlâ bu âyette, muahedelerini bozan kâfirlerin, ne Allah'ın hakkını gözeteceklerini ne de verdikleri muahedelerine bağlı kalacaklarını beyan etmiştir.

b- Abdullah b. Abbas, Dehhak ve Süddiye göre ise burada zikredilen kelimesinden maksat, "Akrabalık" demektir. Allahü teâlâ, âyet-i kerime’de, muahedelerini bozan müşriklerin, akrabalık bağını gözetmeyeceklerini ve verdikleri muahedeye bağlı kalmayacaklarını bildirmiştir.

c- Katadeye göre, burada zikredilen kelimesinden maksat, yemin etmektir.

d- Mücahid ve İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen kelimesi, bundan sonra gelen kelimesi gibi "Söz verme" manası nadir. Pekiştirme için tekrar edilmiştir.

Taberi kelimesinin "Söz verme, sözleşme yapma, yemin etme ve akrabalık" manalarına, geldiğini ayrıca "Allah" manasına geldiğini, âyet-i kerime'de mutlak bir şekilde zikredildiğinden burada bu manaların hepsinin kastedildiğini söylemenin daha isabetli olacağını söylemiştir.

9

Onlar, az bir değer karşılığında Allah'ın Âyetlerini sattılar. Böylece insanları Allah'ın yolundan alıkoydular. Onların yaptıkları ne kötüdür.

Onlar, Kur’an’ı bırakıp, karşılığında dünyanın değersiz şeylerini aldılar. İnsanların İslama girmelerine engel oldular. Yaptıkları bu alışveriş ve bu davranış ne kötüdür. Müşrikler, Resûlüllah ile yaptıkları muahedeyi, Ebû Süfyan'ın kendilerine yedirdiği bir yemek karşılığında bozdukları için muahedelerim bozmuşlar ve böylece az bir değer karşılığında Allah'ın Âyetlerini satmışlardır.

10

Onlar, hiç bir Mü’minin akrabalık bağım ve onlarla yaptığı sözleşmeyi gözetmezler. İşte haddi aşanlar bunlardır.

Onlar, bir Mü’minin canına kastederken ne Allah'ın hakkını, ne akrabalık bağını, ne yaptıkları yeminleri ne de verdikleri sözü gözetirler. İşte onlar, haddi aşan zalimlerdir.

11

Eğer onlar tevbe eder, namazı gereği gibi kılar ve zekâtı verirlerse artık dinde kardeşleriniz olurlar. Biz, âyetleri, bilen bir kavim için geniş olarak açıklarız.

Bütün bunlara rağmen, şâyet onlar, İnkârcılıktan vaz geçer, üzerlerine farz kılınan namazları hakkıyla kılar ve zekâtlarını lâyık olanlara verirlerse artık onlar sizin din kardeşleriniz olurlar, sizin haklarınıza sahip olur, sorumlu olduğunuz şeylerle yükümlü olurlar. Biz, âyet ve delilerinizi, anlamayan cahillere değil, onları idrak edebilen bir topluluğa geniş bir şekilde açıklarız.

12

Eğer onlar, antlaşma yaptıktan sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın. Çünkü onlarda yemine sadakat yoktur. Gerekir ki bundan vaz geçerler.

Sizinle antlaşma yapan kâfirler, şâyet verdikleri sözden sonra bu sözlerini bozar, dininiz İslama dil uzatır, onu küçümser ve ayıplarlarsa, İnkârcılığın önderleriyle savaşın. Çünkü onlar, verdikleri sözde durmazlar. Onlarla savaşırsanız belki îslaâm'a dil uzatmaktan sakınırlar.

Bu âyette zikredilen "küfrün önderlerine" Kureyşin ileri gelenlerinin de girip girmediği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

Katadeye göre, küfrün önderleri, Ebû Cehil, Utbe b. Rebia, Ebû Süfyan, Ümeye b. Halef ve Süheyl b. Ümeyr'dir. Çünkü Resûlüllah'ı Mekke'den çıkarmayı onlar istemişlerdir.

Mücahid, Ebû Süfyanın, küfrün önderlerinden sayıldığını, Süddi ise bunların, Kureyş'liler olduğunun, Dehhak da bunların, Mekke müşrikleri olduklarını, Abdullah b. Abbas ise bunların, müslümanlarla muahede yapan müşrikler oluklarını söylemişlerdir.

Huzeyfetül Yeman ise burada zikredilen, küfrün önderlerinin, henüz ortaya çıkarmadıklarını ve kendileriyle savaşılmadığını zikretmiştir.

Taberi bunların, Allah’ı inkâr eden bütün kafirlerin önderleri olduklarını söylemiştir.

13

Ey mü’minler, yeminlerini bozan ve Peygamberi yerinden çıkarmayı kasteden bir kavimle savaşmaz mısınız? Halbuki size karşı ilk önce onlarbaşladılar. Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten mü’min, iseniz, korkmanıza Allah daha lâyıktır.

Ey mü’minler topluluğu, verdikleri sözü bozan, dininize dil uzatan, sizin aleyhinize düşmanlarınıza yardım eden ve Peygamberi yurdundan çıkarmaya azmeden şu müşrikler topluluğu ile savaşmaz mısınız? Sizinle anıtlaşması olan Huzaa kabilesine savaş açarak sizinle savaşı da önce onlar başlatmıştır. O halde onlarla savaşmanıza mâni olan nedir? Yoksa onlardan korkuyor da mı savaşmıyorsunuz? Eğer gerçekten iman edenlerdenseniz, kendisinden korkmanıza Allah daha lâyıktır.

14

Onlarla savaşın ki Allah, sizin elinizle onlara azap etsin. Onları rezil ve rüsvay etsin. Onlara karşı size zafer versin. Ve mü’min kavmin gönlünü huzura kavuştursun.

Ey mü’minler topluluğu, o müşriklere karşı savaşın ki sizin vasıtanızla Allah onların bir kısmını öldürsün, bir kısmını esir düşürerek zelil kılsın, bir kısmını da mağlup ederek sizi onlara karşı muzaffer kılsın ki böylece mü’minler topluluğunun görmüş olduğu işkence, hakaret ve eziyetlerle almış oldukları maddi ve manevi yaraları şifaya kavuşturmuş olsun.

15

Kalblerinden öfkeyi gidersin. Allah, dilediği kimselerin tevbesini kabul eder. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Ey mü’minler, kâfirlerle savaşın ki Allah, daha önce gördüğünüz eziyet sebebiyle kalbinizde yerleşen öfkeyi gidersin. Allah, kullarından dilediğine lütufta bulunarak tevbesini kabul eder ve İslama girmesini nasibeder. Allah, kutlarının gizlediklerini çok iyi bilendir, yaptıklarında hüküm ve hikmet sahibidir.

16

Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri, Allah’ı, Peygamberini ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri açığa çıkarmadan bırakılacağınızı mı zannediyor sunuz? Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Ey mü’minler topluluğu, Allah'ın, sizi çile ve imtihanlardangeçirmeden dininde samimi olanla yalancı olanı ayirdetmeden başıboş bırakacağını mı zannediyor sunuz? Halbuki içinizden kimlerin cihad ettiği, kimlerin ise dininden taviz verenler olduğu Allah tarafından henüz ortaya çıkarılmamıştır. Kendisinden, peygamberinden ve mü’minlerden başkasını canciğer dost edinmeyenler henüz belirtilmemiştir. İşte Allah, bütün bunları açığa çıkarmak için size cihadı emretmiştir. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Evet, Allahü teâlâ samimi olan mü’minleri, samimi olmayanlardan ayırmak için insanları çeşitli imtihanlardan geçirir.

Bu hususta İbn-i Zeyd "Allah, insanları arındırmadan ve denemeden bırakmamıştır." demiş ve bu âyet-i bir de şu âyetleri okumuştur. "Sizden öncekilerin başına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannediyorsunuz? Onlara yoksulluk ve sıkıntılar dokunmuştu ve şiddetle sarsılmışlardı. Öyle ki, peygamber ve onunla beraber iman edenler, "Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?" demişlerdi. Bilin ki Allah'ın yardımı çok yakındır. Bakara sûresi, 2/214 "İnsanlar sadece "İman ettik" demekle bırakılıp imtihan edilmeyecklerini mi sanıyorlar." "Doğrusu biz, onlardan öncekileri de imtihan etmiştik. Allah elbette sözüne sadık olanları da bilir, yalancıları da bilir." Ankebut sûresi, 29/2,3

17

Müşrikler, kendilerinin kâfirliğine şahitlik ederken, Allah'ın mescidlerini imar edemezler. İşte onların yaptıkları boşa çıkmıştır. Cehennemde devamlı kalacak olanlar da onlardır.

Mecsitler ancak Allah’a kulluk etmek için yapılır. Allah’ı inkâr etmek için değil. Bu sebeple, kim Allah’ı inkâr ederse onun, mescit yapmaya hakkı yoktur. Halbuki onlar, dinlerinin ne olduğu sorulduğunda kendi ağızlarıyla, müşrik olduklarını söyleyerek kâfirliklerine bizzat şahitlik ederler. Bunlar, yaptıklarını Allah için değil de şeytan için yaptıklarından, amelleri boşa çıkmış olur. Cehennem ateşinde ebedi olarak kalırlar.

Süddi, müşriklerin kâfir olduklarına şahitlik etmelerini şöyle izah etmiştir. "Hristiyanlara, kim oldukları sorulunca, Hristiyan olduklarını söylerler. Yahudilere sorulunca Yahudi olduklarını söylerler. Müşriklere, kim oldukları sorulunca da, ağızlarıya, müşrik olduklarını söylerler. Böylece kâfir olduklarına bizzat kendileri şahitlik etmiş olurlar.

18

Allah'ın mescitlerini, ancak Allah’a ve âhir et gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan rekâtı veren ve yalnız Allah'tan korkan kimseler imar ederler. Gerekir ki onlar, doğru yolda bulunanlardan olurlar.

Gerçekte Allah'ın mescitlerini imar etme çalışmaları, Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı gereği gibi kılan, zekâtı veren ve yalnız Allah'tan korkan kimselerin çalişmalandır. İşte doğru yolu bulmaya layık olanlar bunlardır.

Âyet-i kerime'de, Kureyşlilerin "Biz haremin sakinleriyiz, hacılara su verenleriz. Beytullahı imar edenleriz. Hiçbir kimse biden üstün olamaz." demeleri üzerine bu âyet-i kerime inmiş, Beytullahı ve diğer mescitleri ancak hakkıyla iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren ve Allah'tan korkan mü’minlerin gerçek manada imar edeceklerini beyan etmiştir Her şeyden önce Allah ve âhiret gününe iman etmek, Allah'ın hakimiyetini, yüceliğini ve rablığını kabul etmek gerekir. Bu temel esası kabul edip iman sahasına girmeyen kimselerin, mescit yapmaları, mescitleri imar etmeleri boşuna bir uğraştır. Bu çalışmaların, Allah yanında hiçbir kıymeti yoktur. Nitekim diğer bir âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır." İnkâr edenlerin amelleri, engin çöllerdeki serap gibidir.."(24/39) Yani netice itibariyle hiçbir kıymeti yoktur.

19

Hacılara su dağıtan ve Mescid-i Haramı imar edenle Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız? Bunlar, Allah katında eşit değildirler. Allah, zalim kavmi hidâyete erdirmez.

Allah ve âhiret gününe iman edip Allah yolunda cihad edenlerle, İnkârcılıkta ve şirkte ısrar ettiği halde Hacılara su dağıtıp Mescid-i Haramı tamir edenler elbetteki bir değildirler. Çünkü Allahü teâlâ, kendisine iman edilmeden hiçbir ameli kabul etmez.

Bu âyet-i kerime, hacıları su vermekle ve Beytullaha hizmet etmekle iftihar eden bir kısım insanları kınamış ve onlara, insanlara su vermek ve Kâbeye hizmet etmekle değil. Allah ve âhiret gününe iman etmekle ve Allah yolunda cihad etmekle iftihar edileceğini bildirmiştir.

Şu hususta Numan b. Beşir diyor ki:

"Ben Resûlüllah’ın mimberinin yanında bulunuyordum. Bir adam dedi ki: "Müslüman olduktan sonra hacılara su dağıtmam dışında başka bir ameli işlememiş olmam benim için önemli değildir." Diğer bir adam da dedi ki: "Müslüman olduktan sonra, Mescid-i Haramı tamir etmem dışında başka bir amel işlemem benim için önemli değildir." Başka bir adam da dedi ki: "Allah yolunda ci-had etmek sizin söylediklerinizden daha üstündür." Ömer b. el-Hattab, bu sözleri söyleyenleri azarladı ve dedi ki: "Resûlüllah’ın minberi yanında seslerinizi yükseltmeyin." (O gün cuma günü idi) Ben Cuma namazım kıldıktan sonra Re-sululîahın yanına gider, sizin ihtilaf ettiğiniz hususu ondan sorup öğrenirim." işte bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah: "Hacılara su dağıtan ve mescid-i haramı imar edenle, Allah’a ve âhiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız?.." âyetini indirdi Müslim, K. el-İman, bab: 111, HN: 1879 / Ahmed b. Hanbel Müsned: C: 4, S: 229.

Abdullah b. Abbas diyor ki: "Müşrikler dediler ki: "Allah'ın evini tamir eden ve hacılara su dağıtan kimse, Allah’a iman eden ve cihad edenden daha hayırlıdır. Onlar, haremin sakinleri ve banileri olmaları hasebiyle bununla iftihar ediyor ve gururlanıyorlardı. Allah, onların böbürlenmelerini ve haktan yüzçevirmelerini zikrederek buyurdu ki: "Size âyetlerimiz okunurken arkıma dönüyordunuz. Yaptıklarınızla böbürleniyor, geceleri toplantınızda hezeyanlarda bulunuyordunuz. Mü’minim sûresi, 23/65-67

Evet, onlar haremle övünüyor, geceleri eğleniydr, Kuran-i Kerirni ve Resûlüllahı alaya alıyorlardı. Allah, iman etmenin ve cihad etmenin, Beytullahi tamir etmekten ve hacılara su vermekten daha hayırlı olduğuna Müşriklerin, Allah’a ortak koşmalarıyla birlikte yaptıktan amellerim, kendilerine fayda vermediğini beyan etti.

Muhammed b. Kâb el-Kurezi diyor ki: "Talha b. Şeybe, Abbas b. Abdulmuttalib ve Ali b. Ebi Talib birbirlerine karşı övündüler. Talha dedi ki: "Ben Kâbenin sahibiyim, anahtarı elimde. Dilersem onun içinde yatabilirim. Abbas da dedi ki: "Hacılara su verme işi bana aittir. Dilersem Mescid-i Haramda yatabilirim. Ali de dedi ki: "Söylediklerinizi anlamıyorum amma, bütün insanlardan önce altı ay kıbleye karşı namaz kıldım. Cihad ettim." İşte bunun üzerine Allahü teâlâ: "Hacılara su dağıtan ve mescid-i haramı imar edenle, Allah'a ve ahiret gününe iman eden ve Allah yolunda cihadda bulunanı bir mi tutarsınız?" âyetini indirdi.

Dehhaktan rivâyet edildiğine göre:

Abbas b. Abdülmuttalip, Bedir muharebesinde esir düşünce Müslümanlar onu, inkârcılığından ve akrabalık bağlarını koparmasından dolayı ayıplamttar. Hazret-i Ali ise daha ağır sözler söylemiş bunun üzerine Abbas da demişti ki: "Bizim kötü taraflarımızı söylüyor iyi taraflarımızı anlatamıyorsunuz." Hazret-i Ali de: "Sizin iyi tarafınız var mı ki?" deyince Abbas: "Evet var. Mescid-i Haramı biz imar ediyoruz. Kâbenin perdedarlığını biz yapıyoruz, Hacılara su dağıtıyoruz ve köleleri hürriyetine kavuşturuyoruz." diye cevap vermişti. İşte bu olay üzerine bu âyeti Kerime nazil oldu.

20

İman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canlarıyla cihad edenler, Allah katında daha büyük dereceye sahiptirle. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

îman eden, yurt ve mallarını bırakarak hicret eden, İslâm dinini yaymak için Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, Allah katında, Hacılara su dağıtan ve Mescid-i Haramı imar eden kişilerden daha büyük dereceye sahiptirler. İşte cehesnemdenkurtulup cennete erişecekler de bunlardır.

21

Rableri onları, katından bir rahmet, rıza ve cennetlerle müjdeler. Onlar için cennette devamlı nimetler vardır.

Allah, iman eden, hicret eden ve yolunda cihad etmeleri, merhamet edip kendilerine azap etmekle emirlerini tutup yasaklarından kaçındıkları için onlardan razı olmasıyla ve onlara, amellerinin karşılığı olarak içinde devamlı nimetler bulunan cennetlerle müjdeler.

Âyet-i kerime’de, Allah yolunda cihad eden mü’minlerin, Allah'ın merhametin ve cennetleri yanında rızasına da erişecekleri zikredilmektedir. Şüphesiz ki, Allah'ın rızası her şeyin üstündedir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususta şöyle buyurmuştur:

Allah, cennetliklere "Ey cennetlikler" diye buyuracak onlar da: "Rabbimiz, emrine, amadeyiz ve emrinle mutluyuz." diyecekler, Allah da: "Siz memnun oldunuz mu?" diye soracak onlar da "Nasıl memnun olmayalım, sen bize, yaratıklarından hiç kimseye vermediklerini verdin diyecekler. Allah da: "Ben size bundan daha üstününü vereceğim..." diyecektir. Onlar da "Ey rabbimiz bundan daha üstün ne olabilir?" diye soracaklar, Allah da: "Sizin üzerinize rızamı indireceğim. Artık bundan sonra size asla gazap etmeyeceğim." buyuracaktır Buhari, K. er-Rikak b: 51

22

Onlar orada devamlı kalacaklardır. Şüphesiz ki büyük mükâfaat, Allah katındadır.

Allah yolunda hicret eden ve Cihad eden o mü’minler, hak ettikleri cennette devamlı olarak kalacaklardır. Özellikle Cenab-ı Hakkı görme saadetine nail olacaklardır ki bundan daha büyük bir mükâfaat da düşünülemez.

23

Ey mü’minler, eğer inkârı, imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dostlar edinmeyin. Sizden kim, onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.

Ey iman edenler, eğer kâfirliği imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dahi dostlar edinip gizli sırlarınızı onlara açıklamayın. Sizden kim bunlan dost edinip onlarla samimi olma yoluna giderse işte onlar, Allah'ın emirlerine karşı gelen zalimlerin ta kendileridir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'nin, mekke fethedilmeden önce orayı bırakıp dârülislam olan Medine'ye hicret etmeyen kişileri dost edinmeyi yasakladığım ve bu sebeple nazil olduğunu söylemişlerdir. Zira Abbas b. Abdülmuttalib: "Ben hacılara su dağıtıyorum: "Talha b. Şeybe de; "Ben Kâbenin sahibiyim" demişler ve "Bizim, hicret etmemize gerek yoktur." şeklinde sözler söylemişlerdir. Âyeti kerime de bu gibi insanların dost edinilmemelerini emretmiştir.

Mü’min, din kerdeşliğini esas alır. Bu kardeşliği soy kardeşliğinden üstün tutar Nitekim diğer bir âyette şöyle buyuruluyor: "Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin babalan, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa Allah’a ve peygamberine düşman olanlara sevgi beslediğini göremezsin Mücadele sûresi, Âyet; 22

24

Ey Rasûlüm, de ki: "Eğer babalarınız, oğullarınızı, kardeşlerimiz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgunluğundan korluğunuz ticaret, ve hoşlandığınız, evler, Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten sizin için daha fazla sevgili ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin* Allah, fâsıklar güruhunu hidâyete erdirmez.

Ey Rasûlüm, hicret etmekten ve cihad etmekten geri kalanlara de ki: "Eğer babalarınızla, oğullarınızla, kardeşlerinizle, eşlerinizle, kendilerinden yardım istediğiniz kabilelerinizle, kazandığınız mallarınızla, hicret ettiğiniz takdirde kesatla uğrayacağından korktuğunuz ticaretle, içinde yaşamaktan hoşlandığınız evlerinizle başbaşa kalmak sizin için, küfür diyarını terk edip Allah rızasi için hicret etmekten, Resulünün emrine uymaktan ve Allah'ın dinine yardım için cihad etmekten daha sevgili ise, Allah'ın hemen veya daha sonra gelecek olan emrini bekleyin. Şunu da bilin ki Allah, itaatinden ayrılan fâsıklar güruhunu hayır işlemeye muvaffak kılmaz.

Mücahide göre Âyette zikredilen ve geleceği bildirilen, Allah'ın emrinden maksat, Mekke'nin fethidir.

25

Şüphesiz ki, Allah size birçok yerde ve Huneyn savaşı yapıldığı günde yardım etmişti, O gün, sayınızın çokluğu sizi gururlandırmıştı. Fakat çokluğunuz sîze bir fayda sağlamamıştı da, o geniş yeryüzü size dar gelmeye başlamıştı. Sonra da yüz çevirip geri kaçmıştınız.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hicrî sekizinci yılda Mekke'yi fethettikten sonra aynı yılın Şevvaî ayında Mekke ile taif arasında bulunan Huneyn vadisinde Huneyn savaşını yaptı.

Mekke'nin fethinden sonra halk, Resûlüllah tarafından serbest bırakılmış onlar da Müslüman olmuşlardı. Durum sakindi. İşte o günlerde Resûlüllah’a He-vazin kabilesinin, Müslümanlarla savaşmak için, reisleri Mâlik b. Avf en-Nadrî'nin başkanlığında toplandıkları beraberlerinde sakiyf kabilesi, Cüşem oğulları ve Sa'd b. Bekr oğullarının da bulunduğu haberi ulaştı.

Bunlar, Mekke'nin fethiyle bütün Arap kabilelerinin, Müslümanların kontrolüne girmekte olduğunu görüyor, bunu önlemek için de acele tedbir alınması gerektiğini düşünüyorlardı. Bu sebeple bu hareket onlar için bir ölüm kalım meselessiydi. Bunu ispat etmek ve icabında askerlerin geri dönüp kaçmalarını ölmek için de savaş meydanına, kadınları, çocukları, malları davalan ve herşeyleri ile birlikte gelmişlerdi.

Resûlüllah da, Mekke'nin fethi için gelen Muhacir, Ensar ve diğer Arap kabilelerinden oluşan on bin kişilik kuvvetin yanında Mekke fethinde Müslüman olupkendisine katılan iki binkişi ile birlikte on iki bin kişiye ulaşan ordusuyla Huneyn'e yürümüştü.

Asker içinde "Bugün azlıktan dolayı asla mağlup olmayız." diyen ve sayılarının çokluğuyla övünenler vardı. Bu sözü Resûlüllah da işitmiş ve hiç hoşuna gitmemişti.

İki ordu Huneyn vadisinde kanlaştı. Savaş sabah karanlığında balamıştı. Müslümanlar ta vadiye inerken Hevazin kabilesi pusuda bekliyordu. Müslümanları habersiz yakalayıp yağmur gibi ok yağdırdılar. Kılıçlarını çekip hücuma geçtiler. Komutanlarının emrettiği gibi hep birden saldırıyorlardı. Bu beklenmedik saldıakarşısmda Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.

Resûlüllah ise bindiği katırını düşmanın üzerine doğru sürüyordu. Sağ tarafında amacası Abbas sol tarafında da Süfyan b. el-Haris bulunuyor ve kaürın hızlı gitmesini önlemeye çalışıyorlardı. Resûlüllah, Müslümanları, geri dönüp savaşmaya davet ederek şöyle diyordu. "Ey Allah'ın kulları bana yönelin bana. Ben Allah'ın Resulüyüm. Ben, Peygamberim. Bunda yalan yok. Ben, Abdülmuttalibin torunuyum."

Resûlüllah ile birlikte, Ebubekir, Ömer, Abbas, Ali, Fadl, Ebû Süfyan b. el-Haris, Eymen, Üsame b. Zeyd dahil yüz kadar sahabî düşmana karşı direniyordu. Resûlüllah, sesi gür olan amcası Abbas'a yüksek sesle Müslümanlara "Ey mübarek ağaç altında Resûlüllah’a bey'at eden insanlar" diye bağırmasını söyledi. Bunun üzerine Abbas, sesinin çıktığı kadar, Müslümanlara "Ey, Mübarek ağaç altında bey'at eden insanlar." "Ey, Bakare suresinin sahipleri." diye bağırmaya başladı. Bunu duyan sahabiler "Lebbeyk, Lebbeyk." Buyur emret, emrine amadeyiz." diye cevap verdiler. Kaçanlar geri dönüp Resûlüllah’a gelmeye başladılar. Hatta bineğini bırakıp koşarak gelenler vardı. Resûlüllah'ın etrafında bir gurup toplanınca onlara, tam bir istekle saldırmalarını emretti. Allah'tan düşmanını mağlup etmesini ve kendisine yardım etmesini diledikten sonra yerden bir avuç toprak aidi ve onu düşmanın üzerine serpti. Düşman içinde gözlerine ve ağzına bu topraktan isabet etmeyen kimse kalmadı. Böylece şaşırdılar ve savaşamaz hale geldiler. Nihâyet mağlup oldular. Müslümanlar bunların bazılarını öldürüp bazılarını da esir almışlardı. İşte Huneyn savaşı bu şekilde Müslümanların zaferiyle sonuçlandı.

Bera b. Âzib müslümanların, çetin bir imtihan verdikleri bu savaşta, müşriklerin önünden nasıl kaçtıklarını ve Resûlüllahı beyaz katı üzerinde yalnız bıraktıklarını beyan ederek şunları söylemiştir: Ebû İshak diyor ki:

"Bir adam gelip ,Bera'ya" Ey Ebû Umare, sen Huneyn savaşında kaçtın mı?" diye sordu. Bera'da: "Ben Şehadet ederim ki: Resûlüllah kaçmadı. Fakat insanların hızlı olanları acele ettiler. Hevazin kabilesinden olan düşman da onlara ok yağdırdı. Ebû Süfyan b. el-Haris, Resûlüllah'ın beyaz katırını yularından tutmuştu. Resûlüllah da: "Ben Peygamberim bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalibin torunuyum." diyordu Buhari, K. el-Megazi bab: 54

Ebû İshak diğer bir Rivâyette diyor ki:

"Kays kabilesinden bir adamın, Bera b. Azib'e şunları sorduğunu işittim. "Siz, Huneyn savaşında Resûlüllah'ı bırakıp kaçtınız mı?" Bera b. Azib de dedi ki: "Fakat Resûlüllah kaçmamıştı. Hevazin kabilesi atıcılıkta maharetli insanlardı. Biz onlara hücum edince dağıldılar. Biz, ganimetlere üşüşütük. Bunun üzerine onlar bize oklarla karşılık verdiler. Ben, Resûlüllah'ın, beyaz katırı üzerinde olduğunu gördüm. Ebû Süfyan b. el-Haris katırın yularım tutuyordu. Resûlüllah da: "Ben peygamberim, bunda yalan yok." diyordu Buhari, K. el-Megazi bab: 54

26

Sonra Allah, Peygamberin ve mü’minlerin üzerine emniyetini indirdi. Görmediğiniz askerler gönderdi. Kâfirleri de azaba uğrattı. İşte kâfirlerin cezası budur.

Sonra Allah, Peygamberinin ve mü’minlerin üzerine güven ve huzur indirerek ve sizin görmediğiniz Melekleri asker olarak göndererek üzerinizden sıkıntı ve belayı kaldırdı. Kâfirleri ise öldürterek, esir ettirerek, mallarını yağma ettirip, kendilerini zillete düşürerek cezalandırdı. Kâfirlerin cezası işte budur.

Said b. Cübeyr demiştir ki: "Huneyn savaşında, mü’minlere destek olmak için Allahü teâlâ, özel işaretleri bulunan beş bin melek göndermiştir. Bu meleklerin, mü’minlere nasıl yardım ettikleri hakkında ise, Huneyn savaşı sırasında müşrik iken daha sonra müslüman olan bir kişi şunları anlatmıştır. "Huneyn savaşında biz, Resûlüllah'ın ordusuyla karşılaştık. Onlar bize, bir koyunun sağılma zamanı kadar dayanamadılar. Biz onları dağıtınca, arkalarından kovalıyorduk. Nihâyet beyaz katırın sahibinin yanına vardık. Bir de ne görelim, o, Resûlüllah imiş. İşte onun yanında karşımıza, beyaz tenli, güzel yüzlü adamlar dikildiler ve bize dediler ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sırada biz mağlup olduk. O sırada onlar bizim omuzlarımıza bindiler. İşte savaş orada sona erdi.

Yezid. Âmir de, mü’minlerin dağılmaları halinde Resûlüllah’ın nasıl bir tavır takındığım beyan ederek diyor ki: "Huneyn savaşında müslümanlar dağılınca Resûlüllah yerden bir avuç toprak aldı. Onu, mülümanlan kovalayan müşriklerin yüzüne serpti ve dedi ki: "Yüzünüz kararsın. Haydi geri dönün." İşte o sırada oradan uzaklaştık. Herkes gözüne isabet eden toz ve toprakları siliyordu. Yezid, o savaşta henüz müşrikti.

Yezid b. Âmir'e: "O gün Allah'ın, müşriklerin kalblerine soktuğu korkuyu nasıl hissediyordunuz." diye sorulunca o bir taş alıp testiye vuruyordu. Testi ses çıkarıyordu. Yezîd diyordu ki: "İşte bizim içimizde böyle bir korku vardı."

Huneyn savaşında Hevazin Kabilesi mağlup olduktan sonra müslümanlar çok miktarda ganimet almışlardır. Resûlüllah, müslüman olup geri gelirler diye ganimetleri hemen dağıtmamış, "Cirane" denen yerde belli bir süre bekletmiştir. Gelmediklerini görünce de ganimetleri dağıtmış, daha sonra Hevazin kabilesinden müslüman olan bir heyet, ganimetlerin, kendilerine iade edilmesini istemişlerdir. Katede'nin rivâyetine göre, ganimetlerin vadesi hususunda, Resûlüllah’ın Bekr kabilesinin Sa'd oğulları kolundan olan, süt annesi gelip, Huneyn savaşında alınan esirlerin geri verilmesi hususunda Resûlüllah'tan ricada bulunmuştur. Reusullah da ona: "Benim onları iade etmeye hakkım yok. Ben ancak benim hakkıma düşenleri iade etme hakkına sahibim. Fakat sen, yarın gel insanlar benim yanımda olacaklar. Ben payıma düşeni sana verince onlar da verirler." demiştir. Resûlüllah’ın süt annesi ertesi gün gelmiş, Resûlüllah, onun altına elbisesini sermiş, süt annesi de onun üzerine oturmuş ve esirlerin iadesini istemiştir. Resûlüllah, payım verince diğer insanlar bunu görmüşler ve onlar da kendi paylarına düşenleri vermişlerdir.

Ganimet mallarının iadesi hususunda Mervan ve misver b. Mahreme, Uf-ve b. Zübeyr'e şunlan anlatmışlardır.

"Hevazin kabilesininin heyeti, müslüman olarak Resûlüllah’a gelince, Resûlüllah, ayağa kaltı. Onlar, Resûlüllah'tan, mallarını ve esir edilen adamlarını kendilerine iade etmesini istediler. Resûlüllah da onlara dedi ki: "Benim elimde şu gördüğünüz şeyler var. Bana en sevimli olan söz, dorğu söylenen söz'dür. Sizler, ikisinden birini seçin. Ya esirleri veya malları isteyin. Ben, sizin için beklemiştim." Resûlüllah Huneyn savaşından sona Taife gitti. Oradan döndükten sonra, on küsur gece Hevazin kabilesinin ganimetlerini dağıtmayip bekletmişti. Hevazinlilerin heyeti, Resûlüllah’ın, kendilerine ancak iki şeyden birini vereceğini anlayınca şöyle dediler: "Biz esir alınan adamlanmızı tercih ediyoruz." Bunun üzerine Resûlüllah, müslümanların arasında ayağa kaltı. Allah’ı layık olduğu şekliyle övdü ve şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki kardeşleriniz tevbe ederek geldiler. Ben, esirlerini onlara iade etme kanaatine vardım. Sizden kim, gönül hoşluğuyla bunu yapmak isterse yapsın. Kim de Allah'ın bize vereceği ilk ganimetten karşılığını vermemiz üzere payına düşeni borç olarak vermek isterse versin." Bunun üzerine insanlar: "Ey Allah'ın Resulü, biz bunlan gönül hoşluğu ile veriyoruz." dediler. Resûlüllah da buyurdu ki: "Doğrusu bizler içinizden hanginizin buna razı olduğunu hanginizin razı olmadığını bilemiyoruz. Siz gidin. Görüşünüzü bize temsilcileriniz bildirsin." İnsanlar Resûlüllah’a varıp insanların, gönül hoşluğu ile, esirlerin geri verilmesini kabul ettiklerini ve buna izin verdiklerini bildirdiler Buhari, K. el-Megazi bab: 54

Said b. el- Müseyyeb, Huneyn savaşında müslümanların altı bin esir aldıklarını, Hevazinlilerin müslüman olup gelmeleri üzerine bu esirlerin kendilerine iade edildiklerini rivâyet etmiştir.

27

Bundan sonra Allah, dilediği kullarının tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Bundan sonra Allah, kullarının sağ kalanlarından dilediğine lütufta bulunur. Onu teve etmeye muvaffak kılar da tevbe eder. O da tevbesini kabul eder. Allah, kullarının günahlarını çok affeder ve onlara karşı merhamet sahibidir.

28

Ey iman edenler, müşrikler ancak necistirler. Bu yıllarından sonra onlar Mescid-i Harama yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında Allah dilerse sizi lütfuyla zenginleştirir. Allah, şüphesiz her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime'de, müşriklerin Necis, yani pis oldukları ifade edilmektedir. Bu husus değişik şekillerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbastan rivâyet edilen bir görüşe göre müşrikler, domuzlar ve köpekler gibi maddeten pistirler. Bu hususta Hasan-ı Basri'den "Müşrikler necistir. Onlarla el sıkışmayın. El sıkışan kimse ise abdest alsın." sözü nakledilmektedir.

b- Katadeye göre ise bunlar, cünüp olunca yıkanmadıkları için manen pistirler. Bu halleriyle Mescid-i Harama yaklaşamazlar.

c- Başka bir görüşe göre ise bunlar, maddî pisliklerden gereği gibi temizlenmedikleri için üzerlerinde pislik taşırlar. Bu sebeple pistirler. Ve Mescid-i Harama yakl aşamazlar.

d- Tercihe şayan görülen bir başka görüşe göre ise müşrikler, inanç bakırrundan necistirler, pistirler. Onların, Allah’ı inkâr etmeleri kendilerini manen pis yapar. Bu bâtıl inançları sebebiyle Mescid-i Harama yakl aşamazlar.

Âyette, "Mescid-i Harama yaklaşmasınlar." ifadesi kullanılmıştır. Müfessirler bu ifadeden neyin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Atâ'ya göre burada geçen Mescid-i Haram ifadesinden maksat, Mekke ve bütün Harem bölgesidir. Zira, Mescid-i Harama yaklaşmamak, bu bölgeye girmemekle olur.

b- Ömer b. Abdülaziz'e göre ise, Mescid-i Haram ifadesine müslümanların bütün mescitleri girmektedir. Bu hususta Ebû Amr diyor ki: "Ömer b. Abdülaziz, idarecilerine mektup yazarak: "Yahudi ve Hristiyanların, müslümanların meesitlerine girmelerine engel olun" demiş ve bu yasaklamanın delili olarak ta: "Müşrikler ancak necistirler." âyetini zikretmiştir.

Âyette zikredilen "Bu yıldan sonra" ifadesi, Hazret-i Ebubekir'in Hac emin olarak tayin edildiği Hicrî dokuzuncu yıldan sonra demektir. Çünkü Tevbe sûresi bu yılda nazil olmuştur.

Âyet-i kerime'de: "Eğer yoksulluğa, düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında, Allah dilerse sizi lütfuyla zenginleştirir." buyurulmaktadır. Çünkü mü’minler, müşriklerin, Mescid-i Harama girmelerinin yasaklanmasından sonra ticaret gelirlerinin eksilip fakirliğe düşeceklerinden korkmuşlar Allahü teâlâ da, kalblerinden Şeytanın vesvesesini çıkarmaları için "...Eğler yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında Allah dilerse sizi lütfula zenginleştirir..." buyurmuştur.

Müfessirler, Allahü teâlânın mü’minleri yakında hangi yolla zengileştireceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Dehhak, Mücahid ve İbn-i İshaka göre, Allah'ın, mü’minleri zengin kılması, müşriklerin, harem bölgesine girmelerini yasaklamasından sonra, mü’minlere, ehl-i kitap ile savaşıp onlardan cizye almaları şeklinde olmuştur.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Allah, müşrikleri mescid-i ha-ram'dan uzaklaştınnca şeytan, mü’minlerin kalbine üzüntü soktu. Onlar, "Müşrikler uzaklaştıktan sonra ticaret yolu kesildi. Nereden yemek bulup yiyeceğiz?" şeklinde vesveselere kapıldılar. Bunun üzerine Allahü teâlâ buyurdu ki: "Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında, Allah dilerse sizi lütfuyîa zenginleştirir." Onlara, ehl-i kitaba karşı savaşmalarını, boyun edikleri takdirde, onlardan cizye almalarını emretti ve böylece onları lütfuyla zenginleştirdi. Yani aydan ay'a ve yıldan yıla alacakları cizyelerle onları zenginleştirdi.

b- İkrimeye göre ise, Allah'ın, harem bölgesinden müşrikleri uzaklaştırdiktan sonra mü’minleri zenginleştirmesi, onlara bolca yağmurlar yağdırmasiyla ve bolluk yıllan nasibetmesiyle gerçekleşmiştir.

Âyet-i kerime'nin bu son bölümünün hükmüne göre artık müşriklerin herhangi bir surette harem bölgesine yaklaşmaları yasaklanmıştır.

Cabir b. Abdullah ve Katadeye göre cizye veren zimmiler ve müslümanların, gayr-i müslim olan köleleri bu yasaklanmanın dışındadır. Onlar bu bölgeye girebilir.

Cabir b. Abdullah'tan rivâyet edilen bir görüşe göre zimrniler de harem bölgesine giremezler.

29

Kitap ehlinden, Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olan İslamı din edinmeyenlerle, boyun eğip kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.

Ey iman edenler, kitap ehli olan Yahudi ve Hıristiyanlardan, Allah’a ve âihert günündeki cennet ve cehenneme iman etmeyen, Allah'ın ve Peygamberi Muhammed'in haram kıldığı şeyleri haram saymayan, aksine, haham ve papazlarım meşru saydıklarım meşru sayan ve hak din olan İslamı din kabul edip ona boyun eğmeyenlerle, ister istemez boyun eğip bizzat kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.

CİZYE: Gayr-i müslimlerin, hayat ve hürriyetlerinin korunması karşılığında, içinde yaşadıkları İslâm devletine vermek zorunda oldukları vergidir.

Âyet-i kerime’de geçen "Kendi elleriyle" ifadesi şu şekillerde izah edilmiştir.

a- Takip ve tahsiline lüzum kalmadan kendiliklerinden.

b- Elden, nakden ve gecikmeksizin.

c- Herkes vekil kullanmaksızın bizzat kendi eliyle.

d- Gücü yeten, kazancı olanlar.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Boyun eğmek" diye tercüme edilen kelimesi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

a- İkrimeye göre bu ifadeden maksat, cizyeyi verenin ayakta olması, alanın ise oturmasidır.

b- Abdullah b. Abbas'a göre ise bu ifadeden maksat cizye verenlerin, hoşlarına gitmediği halde, yürüyerek gidip kendi elleriyle cizyelerini teslim etmeleridir.

c- Başka bir görüşe göre bu ifadeden maksat, cizye vermeleridir. Zira cizye vermek boyun eğmektir ve zillete düşmektir Gayr-i Müslimlerin bu cizyeyi öderken tabi tutuldukları muamelenin önemli hikmetleri vardır. Kişinin bu vergiyi vekil kullanmaksızın bizzat kendi eliyle vermesi, onun bir mağlup kimse olarak, himayeci galip karşısında küçük düşümünün ifadesidir. Bu durum, o kimselerin, bir îslâm ülkesinde hâlâ müslüman olmadan yaşamalarının bir nevi cezasıdır.

Müfessirler, bu âyetin, Resûlüllah’ın, Rumlarla savaşmasını emretmek üzere indiğini ve bu âyetin inmesinden sonra Resûlüllah, Rumlara karşı Tebük savaşını yaptığını söylemişlerdir.

30

Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğludur." dediler. Hıristiyanlar da "İsa Mesih Allah'ın oğludur." dediler. Bu onların, ağızlarında geveledikleri sözleridir. Onlar bu sözlerini, kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetirler. Allah bunları kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar.

Fenhas, Sellam b. Mişkem ve Numan b. Evfa gibi bir kısım Yahudiler, Üzeyir, Tevratı tekrar ortaya çıkardığından "Bu Allah'ın oğludur" demişlerdir. Hristiyanlar da Meryemoğlu İsa Mesih, babasız meydana geldiğinden "O, Allah'ın oğludur" demişler ve böylece Hristiyanlar, kendilerinden önce inkâra düşen Yahudilerin putperestlerin durumuna düşmüşler ve onların sözlerine benzer sözler söylemişlerdir. Allah onlara lanet etsin! Nasıl da haktan döndürülüyorlar ve saptırılıyorlar.

Müfessirler, Yahudilerden kimlerin, Üzeyirin Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettikleri hususunda çeşitli görüşler zikremişlerdir.

a- Ubeyd b. Umeyrin oğlu Abdullaha göre, Üzeyirin, Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen kimse "Fenhas" ismindeki tek bir Yahudidir. "Şüphesiz ki Allah fakirdir. Biz ise zenginiz. Âl-i imran sûresi, 3/181 diyen de bu kişidir.

b- Abdullah b. Abbas'a göre ise, Üzeyirin, Allah'ın oğlu olduğunu söyleyen kimse tek bir Yahudi değil bir kaç Yahudidir. Bunlar da Sellam b. Mişkem, Numan b. Evfa, Şa's b. Kays ve Malik b. Sayf'dir. Bunlar, Resûlüllah'ın yanına gelip ona: "Biz sana nasıl tâbi olalım? Çünkü sen, bizim kıblemiz olan Kudüs'ü bıraktın. Üzeyirin, Allah'ın oğlu olduğu inancını da kabul etmiyorsun." demişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur."

Yahudilerin, Üzeyir'e "Allah'ın oğludur." demelerinin sebebi hususunda Abdullah b. Abbas ve Süddiden, özetle şunlar zikredilmiştir. Yahudilerin, Tevratı ve Tabutu bırakarak sapmaları üzerine, Allahü teâlâ onların elinden tabutu almış ve düşmanları olan Âmâlikalara vermiş Tevratı da onlara unutturmuş ve kalelerinden çekip almıştır. Salih bir zat olan Üzeyir Allah'a dua edip yalvarmış, Tevratın tekrar Yahudilere gönderilmesine dair niyazlarda bulunmuştur. Allahü teâlâ, Üzeyirin duasını kabul edip Tevratı tekrar Üzeyirin kalbine ilâh etmiş o da İsrailoğullarına bildirmiştir. İşte bunun üzerine İsrailoğulların'dan bazıları "Üzeyir, Allah'ın oğlu olduğu için Allah Tevratı tekrar ona iade etti." demişlerdir.

Hıristiyanlar da "İsa Mesih Allah'ın oğludur. Onun insanlardan bir babası yoktur. Babasız evlat olmaz o halde o Allah'ın oğludur." demişlerdir. Böyle iddialarda bulunanlara Allah lanet etmiştir. Âlemlerin rabbi olan yüce Allah, böyle şeylerden münezzehtir. Zira o, her şeyin yaratıcısı ve rabbidir. Oğul evlat sahibi olmak, ana baba olmak gibi haller yaratıklara mahsus hallerdir. Bu gibi şeyler Allah’a isnad edilemez. Bu iddialarda bulunanlar, ne kadar büyük bir sapıklık içinde bulunduklarını bir bilseler.

31

Onlar, hahamlarını, papazlarım ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler. Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardi. Allah, onların koştukları ortaklardan münezzehtir.

Yahudiler hahamlarını, Hıristiyanlar da Papazlarını rabler edindiler. Bu din adamlarının helal saydıklarını helal, haram saydıklarını da haram saydılar. Ayrıca Hıristiyanlar Meryemoğlu İsa'yı da Rab edindiler. Halbuki Yahudi ve Hıristiyanlar, sadece bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah, onların koştukları ortaklardan beridir.

Âyette zikredilen hahamlar'dan maksat, Yahudilerin din âlimleridir. Papazlardan maksat ise, Hristiyanların manastırlara çekilen ve dini hususlarda içtihadda bulunan âlimleridir. Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de Yahudi ve Hristiyanların din adamlarını rabler edindiklerini zikretmiştir. Bu ifadeden maksat onların din adamlarını ilâh edinerek onlara tapmaları değildir. Bundan maksat, Allah'ın emir ve yasaklarım bırakıp din adamlarının koydukları emir ve yasaklara uymalarıdır. Nitekim, Resûlüllah'tan rivâyet edilen şu hadîs-i şerif ve birçok tabiinden Rivâyet edilen şu görüşler, din adamlarını rabler edinmelerinden maksadın, onların emir ve yasaklarına uymak olduğunu göstermektedir.

Adiy b. Hatim diyor ki:

"Ben, Resûlüllah’ın yanına gittim. Boynumda altın'dan bir haç bulunuyordu. Bana dedi ki: "Ey Adiy, bu putu çıkarıp at." Ben onun, Tevbe suresinin "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesihi, Allah'tan başka rabler edindiler." âyetini okuduğunu işittim. (Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü biz onlara ibadet etmiyorduk ki,) Resûlüllah da buyurdu ki: "Dikkat edin, Yahudi ve Hristiyanlar, din adamlarına tapmıyorlardı. Fakat onlar, hahamlar ve papazlar kendilerine bir şeyi helal kılınca onu helal sayıyorlardı, bir şeyi haram kılınca da onu haram kabul ediyolardı. Tirmizi K. Tefsir el-Kur'ân Sûre 9 bab: 10, Hadis No: 3095

Huzeyfetül Yeman' "Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’ı bırakıp ta hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler." buyuruluyor. Bunlar, haham ve papazlara tapıyorlar mıydı?" diye sorulunca o şu cevabı vermiştir: "Hayır Yahudi ve Hristiyanlar, bunlara tapmıyorlardı. Fakat haham ve papazları, kendilerine bir şeyi helal yapınca onlar onu helal görüyorlar bir şeyi haram yapınca da onu haram sayıyorlardı."

Abdullah b. Abbas da demiştir ki: Hahamlar ve papazlar, Yahudi ve Hristiyanlara, kendilerine secde etmelerini emretmemişlerdir. Fakat onlar, Allah'ın emirlerine aykırı emirler vermişler, onlar da bu emirleri tutmuşlardır. Bu sebeple Allah, hahamları ve papazları "Rabler" diye isimlendirmiştir."

Rebi' b. Enes diyor ki: "Ben, Ebul Âliye'den "Yahudiler ve Hristiyanlar, hahamlarını ve papazlarını rabler edindiler." âyetinin manasını sordum ve dedim ki: "İsrailoğullarında bu rab edinme olayı nasıldı?" O dedi ki: "Hahamlar bize ne emrettiyse ona uyduk. Neyi de yasakladiysa, sözlerini dinledik. Halbuki bunların emrettikleri ve yasakladıkları şeylerin hükmü, Allah'ın kitabında mevcuttu. İnsanlar din adamlarının telkilerini nasihat kabul edip aldılar ve Allah'ın kitabım arkalarına attılar. Böylece Allah'ı bırakıp din adamlarım rabler edinmiş oldular.

Âyet-i kerime'de "Halbuki onlar, ancak bir olan ve kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardi." buyurulmaktadır. Bunun izahı şöyledir: "Hahamlarını, papazlarını ve İsa Mesihi rabler edinen Yahudi ve Hristiyanlar, yalnızca tek bir ma'bud olan Allah’a ibadet etmekle ve tek bir rabbe itaat etmekle emrolunmuşlardı ki o da her şeyin kendisine kulluk ettiği ve her yaratığın, kendisine itaat ettiği Allah'tır. Bütün yaratıklarının, birliğine ve rabliğine boyun eğmeleri gerekmektedir. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Allah, "Üzeyir, Allah'ın oğludur, İsa Mesih Allah'ın oğludur... diyen ve Allah'ı bırakıp ta hahamlarını ve papazlarını rab edinip onların koydukları nizamlara uyan müşriklerin söylediklerinden ve yaptıklarında uzaktır beridir."

32

Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Kâfirler istemeseler de Allah, nurunu mutlaka tamamlayacaktır.

Hahamlarını ve papazlarını rabler edinen bu kâfirler, Allah'ın nuru olan İslâmi yalanlayarak ve insanların onu kabul etmelerine engel olarak ağızlarıyla söndürmeye kalkarlar. İnkârcılar istemese de Allah, dinini mutlaka yüceltecek ve nur olan hakkı tamamlayacaktır.

33

İslâm dinini bütün dinlerden üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak din ile gönderen Allah'tır. İsterse müşrikler hoş görmesinler.

Peygamberi Muhammedi açık delillerle ve hak din olan İslâm ile gönderen Allah'tır. Bunu, müşrikler istemese de İslâm dinini bütün dinlere galip getirmek için yapmıştır.

Âyet-i kerime’de geçen ve "İslam dinini bütün dinlerden daha üstün kılmak için" şeklinde izah edilen ifadesinin harfi tercümesi, "Allah onu bütün dinlere galip getirsin diye" veya "Allah ona bütün dinleri açıklasın diye." iki şekil de mümkin olduğundan, müfessirler bunu, iki şekilde izah etmişlerdir.

a- Ebû Hureyre, âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir "Allah, İslam dinini diğer bütün dinlere galip getirmesi için Peygamberini hidâyet ve hak din ile göndermiştir, Ebû Hureyre, İslâm dininin diğer bütün dinlere galip geleceği zamanın da Meryemoğlu İsa'nın dönmesi ile olacağım söylemiştir.

b- Abdullah b. Abbas ise âyetin bu bölümünü şöyle izah etmiştir. "Allah, Peygamberi Muhammede bütün dini hususları açıklaması ve hiçbir şeyi ona gizli bırakmaması için onu hidâyetle ve hak din ile göndermiştir. Müşrikler ve Yahudiler ise Resûlüllah'ın böyle olmasını hoş karşüamarnışlardır. Fakat Allah onların hoş görmemelerine rağmen Resûlüllah'a bütün dini meseleleri öğretmiştir.

34

Ey iman edenler, Hahamlar ve Papazlardan bir çoğu, haksız yere insanların mallarını yerler. Onları Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Ey Rasûlüm, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenleri ise can yakıcı bir azap ile müjdele.

Ey iman edenler, Yahudi Hahamlarından ve Hristiyan papazlarından bir çoğu, verdikleri hükümler karşılığında rüşvet alırlar. İşlerini idare ettikleri insanlardan az bir şey almak için Allah'ın kitabını tahrif ederler. Böylece insanların mallarını haksız yere yemiş olurlar. Ve onların, İslam dinine girmelerine engel olurlar.

Ey Rasûlüm, altın ve gümüşü biriktirip de, insanların, onlardaki Zekât gibi haklarını vermeyenleri, kıyamet gününde uğrayacakları can yakıcı bir azap ile müjdele.

Müfessirler, Âyet-i kerime’de zikredilen "Altın ve gümüşü biriktirme" ifadesinden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Ömer, İkrime, Süddi ve Şa'biye göre bu âyette zikredilen, biriktirilen mardan maksat kendisinden zekât vernıek farz olduğu halde zekatı verilmeyen her türlü malın zekâtım vermektir. Âyet-i kerime'de, mallarının zekâtlarını vermeyenlerin, insanların mallarını haksız yere yedikleri ve o mallardan zekatı ayırmayıp biriktirdikleri, Allah yolunda harcamadıkları, bu sebeple can yakıcı bir azapla azap görecekleri beyan edilmiştir.

Bu hususta Abdullah b. Ömer diyor ki: "Zekâtım verdiğin her türlü mal, yere gömülüp depolanmış olsa dahi, biriktirilmiş mal değildir. Buna mukabil zekâtı verilmeyen her mal, Allah'ın, Kur'an'da zikrettiği biriktirilmiş mal'dır. Sahibi hahirette bu mal ile dağlanacaktır. Bu mal, biriktirilip gömülmemiş bir mal dahi olsa.

b- Ca'de b. Hubeyre'nin, Hazret-i Ali'den Rivâyet ettiğine göre ise bu âyette zikredilen "Biriktirilen mal"dan maksat, dört bin dirhem miktarını aşan mal'dır. Kişi, bunun zikâtını verse de vermese de yine bu, biriktirilmiş mal'dır. Mal sahibi, ancak dört bin dirhem miktarında bir mal tutabilir. Bundan faziasmı Allah yolunda harcamak zorundadır.

c- Ebuzer el-Gifariye göre ise, bu âyette zikredilen "Biriktirilen mardan maksat, mal sahibinin ihtiyacından arta kalan mal'dır. Kişi, ihtiyacından artan malt, Allah yolunda harcamak mecburiyetindedir. Onu biriktirip yanında tutması caiz değildir.

Ebû Mucib diyor ki: "Ebû Hureyre'nin kılıcının kını gümüştendi. Ebuzer bunu görünce Ebû Hureyre'yi bundan sakındırdı ve dedi ki: "Resûlüllah buyurdu ki: "Kim öldükten sonra geriye sanyı (altını) ve beyazı (gümüşü) bırakacak olursa onlarla dağlanır.

Sevban diyor ki:

"Altın ve gümüşü biriktirenler âyet-i kerimesi nazil olduğunda, biz, Resûlüllah ile birlikte yolculukta bulunuyorduk. Resûlüllah’ın sahabilerinden bazıları dediler ki: "Altın ve gümüş hakkında bu hüküm indi. Hangi malın daha hayırlı olacağını bilsek te onu mal edinsek." Resûlüllah da buyurdu ki: "Bunların en hayırlısı, zikreden dil, şükreden kalb ve kocasının imanına (dinine) yardımcı olan mü’min bir Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 9, Hadis No: 3094

Ebû Ümame diyor ki:

"Suffe ashabından biri öldü. Onun peştemalında bir dinar bulundu. Resûlüllah buyurdu ki: "Bunun için bir dağlama vardır." Sonra onlardan başka bin daha öldü. Onun peştamalında da iki dinar bulundu. Resûlüllah: "Bunun içinde iki dağlama vardır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5S: 252-253 buyurdu.

Taberi diyor ki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı, Abdullah b. Ömer'in zikrettiğidir. O da, zekatı verilen her mal, biriktirilen mal değildir. Mal sahibi, malının zekâtını verdikten sonra dilediği kadar mal biriktirebilir. Buna mukabil, zekât verilecek miktarda olup ta kendisinden zekât verilmeyen her mal, biriktirilmiş mal'dır. İşte bu malın sahibi cezalandırılacaktır. Allah'ın lütfuyîa affetme durumu müstesnadır. Bu görüşün doğru olduğu şu hususlardan anlaşılmaktadır. Allahü teâlâ, Resûlüllah’ın lisanıyla, beş Ukye'ye ulaşan gümüşün onda birinin dörtte birini, yine yirmi miskale ulaşan altının da onda birinin dörtte birini (yani kırkta birini) zekat olarak vermeyi farz kılmıştır. Mal sahibi, mallarından, farz kılınan bu miktarları zekât olarak verdikten sonra yükümlülükten kurtulmuş olur. Şâyet, zekât vermesine rağmen yine de mal biriktirmiş kabul edilecek olursa, Allahü teâlâ'nın böyle bir kişiye malının kırkta birini zekât olarak vermesini emretmesinin ne anlamı olur? Buna, Hazret-i Ali'den nakledilen görüşe göre malının dört bin dirhemden daha fazlasını vermesi emredilirdi. Veya Ebuzer'den nakledildiğine göre malının, ihtiyacından arta kalanını vermesi emredilirdi. Bunu yapmadığı takdirde de cezalandırılacağı bildirilirdi. Halbuki durum böyle değildir. Mal sahiplerine zekât nisabına ulaşan mallarının kırkta birini zekât olarak vermeleri emredildi ve bu zekâtı vermemeleri halinde cezalandırılacakları, çeşitli hadisi şeriflerde beyan edildi.

Bu hususta Ebû Hureyre, Resûlüllah’ın, şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.

"Hiçbir altın ve gümüş sahibi yoktur ki, onlarda olan hakları vermezse o kimse için kıyamet gününde ateşten tabaklar biçilmiş olmasın. O tabaklar, cehennemin ateşinde kızdırılır. Onlarla o kişinin alnı, yanı ve sırtı dağlanır. Her soğudukça bu tekrarlanır. Bu öyle bir günde olacaktır ki, onun miktarı elli bin senedir. Bu hal, kullar arasında hüküm verilip o kulun yolu tayin edilinceye kadar devam edecektir. O da ya cennete veya cehenneme giden yol'dur." Denildi ki: "Ey Allah'ın Resulü ya devenin durumu nedir?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Herhangi bir deve sahibi devenin hakkını ödemezse ki, devenin su içtiği gün onu sağması da devenin haklarındandır. (Yani, deveyi sağıp onun sütünden fakirlere vermesi de onun haklarındandır.) Kıyamet gününde o kişi düz bir alanda devenin altma yüzü koyun yatırılır, Deve de en besili halinde gelir. Onun yavrularından hiçbiri eksik bırakılmaz. Develer o kişiyi ayaklarıyla çiğner, ağızlarıyla ısırırlar. Sürünün önü geçtikçe sonda olanlar aynı şeyi yaparlar. Bu da miktarı elli bin yıl olan bir günde yapılır. Bu iş, kullar arasında hüküm verilip o mal sahibinin hangi yola gideceği ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Onun yolu da ya cennete veya cehenneme'dir." Denil di ki: "Ey Allah'ın Resulü, sığır ile ko-yu'nun durumu nedir?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Herhangi bir sığır veya koyun sahibi, onların haklarını vermezse kıyamet gününde, düz bir alanda onların altlarına yatırılır. Onlardan hiçbiri eksik bırakılmaz. Onların içinde boyunuzu kıvnk olan boynuzsuz olan ve boyunuzu kırılmış olan yoktur. Onlar bu mal sahibini boynuzlanyla vuracaklar tırnaklarıyla çiğneyeceklerdir. Öndekiler bu işi yaptıkça arkadan gelenler onları takibedeceklerdir. Bu iş, miktarı elli bin yıl olan bir günde yapılacaktır. Bu azap, kullar arasında hüküm verilip o kişinin yolu belli oluncaya kadar devam edecektir. Onun yolu da Cennete veya cehenneme'dir. Müslim K. ez-Zekât, bab: 24, Hadis No: 987 / Ahmed b. Hanbel Müsned: C: 2, S: 262

Abdullah b. Abbas, bu âyetin izahında şöyle demiştir. Bu âyet-i kerime, müslumanlardan sadece belli kimseleri kastetmektedir. Bunlar da mallarının zekâtlarını vermeyen müslümanlardir. Ehl-i kitabın ise tümünü kastetmektedir. Çünkü onlar kâfir oldukları için hiçbirinin infakı kabul edilmemektedir. Dolayısıyla mal biriktirenler sınıfına girmişlerdir.

Muaviye b. Ebi Süfyan da bu âyet-i kerime'nin her para biriktiren ehl-i kitabı kastettiğini, mü’minleri kastetmediğini söylemiştir. Bu hususta Zeyd b. Vehb diyorki: "Ben, Rebzede Ebuzer el-Ğifariye uğradım ve dedim ki: "Ey Ebuzer bu belaya ne sebeple düştün?" O da dedi ki: "Ben, Şam'da idim. "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenler" âyetini okudum. Muaviye dedi ki: "Bu âyet bizim hakkımızda değil, ehl-i kitap hakkındadır. Ben de dedim ki: "Bu âyet, hem bizim hakkımızda hem de onların hakkındadır." Bunun üzerine aramızda tartışma kızıştı. O, Osman'a mektup yazdı ve beni şikâyet etti. Osman da bana mektup yazdı ve "Buraya gel" dedi. Ben de kalkıp geldim. Medine'ye gelince sanki insanlar, daha önce beni görmemişler gibi başıma biriktiler. Ben bu durumu Osmana şikâyet ettim. O da dedi ki: "Buradan ayni, yakın bir yere git." Dedim ki: "Allah’a yemin olsun ki ben, söylediğim sözden geri dönmem."

35

Kıyamet gününde bunlar, cehennemin ateşinde kızdırılır. Bunllarla, biriktirenlerin alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Onlara: "İşte kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler bunlardır. Şimdi biriktirdiklerinizi tadın." denir.

Kıyamet gününde, biriktirmiş oldukları bu mallar, altınlar, gümüşler, cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla alınları, böğürleri ve sırtlan dağlanır. Ve onlara "Dünyada kendiniz için biriktirmiş olduğunuz mallar işte bunlardır. Bu biriktirdiklerinizin cezasını tadın." denir.

Ebuzer el-Ğifari şöyle derdi: "Mal biriktirenleri, alınlarının dağlanmasıyla, yanlarının dağlanmasıyla ve sırtlarının dağlanmasıyla müjdele. Onlar bu dağlanmanın hararetini içlerinde hissedeceklerdir."

Ahnes b. Kays diyorki: "Ben, Medine'ye gittim. Kureyşin ileri gelenlerinin bulunduğu bir topluluğun içinde bulundum. O anda kıyafeti bozuk, vücudu sert, yüzü haşin bir adam çıkageldi. Kureyşlilerin yanına da durdu ve "Sen, mal biriktirenleri, cehennem ateşinde kızdırılan ocak taşı ile müjdele. O taş, mal biriktirenlerden birinin memesine konduğunda onun vücudunu delip omuzunun kemiğinden dışarı çıkacaktır. Omuz kemiğine konacak, memesinin ucundan çıkacaktır. Ve o kişiyi titretecektir." dedi. Ahnes b. Kays diyor ki: "Orada bulunanlar, başlarını yere eğdiler. Ona bir şey söyleyen her hangi bir kimse görmedim. Sonra o adam dönüp gitti. Ben onu takip ettim.O gidip bir direğin dibinde oturdu. Ben de dedim ki: "Onların, senin söylediğinden hoşlanmadıklarını gördüm." O da dedi ki: "Onlar birşey anlamazlar."

Ebû Hureyre, Resûlüllah'ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir.:

Kim, geride biriktirilmiş mal bırakacak olursa o mal kıyamet gününde o kimse için kel bir yılana dönüşecek ve onu kavolayacaktır. O yılanın, gözlerinin üzerinde iki siyah nokta bulunmaktadır. O yılan, mal biriktireni durmadan kovalayacak, o da "Val haline, sen nesin?" diyecektir. Yılan: "Ben, kendinden sonra bıraktığın birikmiş mallarınım" diyecek ve o kişinin elini ağzına alarak çiğneyip koparacak sonra bütün vücuduna böyle yapacaktır. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 2, S: 489

36

Şüphesiz ki ayların sayısı, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir. Bu aylardan dördü, mukaddes olan haram aylardır. İşte dosdoğru din budur. Bu aylarda kendinize zulmetmeyin. Ey mü’minler, müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah, mutlaka müttakilerle beraberdir.

Şüphesiz ki Allah katında, bir yılın aylan on iki'dir. Allah, gökleri ve yeri yarattığı zamanda neleri meydana getireceğine hüküm verdiği ada, her şeyi yazdığı kitabında, yılın aylarının sayısının on ki olduğunu da yazmıştır. Bu on iki ay'dan dördü, haram aylarıdır. Size, ayların sayısını ve haram olanlarım haber veren bu din, dosdoğru bir dindir. Haram ayların kutsallığına uymayan veya on-lan yerinden kaydınp erteleyelerin yaptıkları ise bâtıldır. Sizler yılın bütün aylarında, özellikle bu aylarda Allah'a isyan etmeyin. Allah'ın bu aylarda haram kıldığı savaş gibi şeyleri kendinize helal saymayın. Müşrikler işbirliği yaparak, hep birlikte size karşı savaştıkları gibi sizler de aynlağa düşmeksizin hep birlikte müşriklere karşı savaşın ve bilin ki sözler müşriklerle savaşır ve Allah'ın emir ve yasaklarına uyacak olursanız, düşmanlarınıza karşı Allah, sizinle beraber olacaktır. Böylece kimse size galip gelmeyecektir.

Âyet-i kerime'de zikredilen Haram aylar: "Peşpeşe gelen Zilkade, Zilhicce, Muharrem aylan ile Cemaziyelâhir ve Şaban aylan arasındaki Receb ayıdır. Cahiliye döneminde de bu dört aya saygı gösterilir ve bu aylarda savaş yapılmazdı.

Ebû bekra, Resûlüllah’ın, veda Haccını yaptığında bir hutbe irad ettiğini ve hutbesinde şunlan zikrettiğini söylemiştir.

"Şühesiz ki zaman, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, bulunduğu şekliyle dönmektedir. Şüphesiz ki ayların sayısı, Allah'ın, gökleri ve yeri yarattığı günden beri kitabında tesbit olunduğu üzere, Allah katında on iki'dir Bu aylardan dördü mukkades olan haram aylardır. Bunlar da, peşpeşe gelen zilkade, Zilhicce ve Muharrem ayları ile ile Cemaziyelâhir ile Şaban ayı arasında bulunan ve Mudar kabilesinin takdis ettiği Recep ayı'dır

Taberi, bu hadis-i şerifi, Abdullah b. Ömer ve Ebû Hureyre'den de Rivâyet etmiştir. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 9, bab: 8 / Müslim K. el-Kasame bab: 29 HN: 1679

Âyet-i kerime'de geçen ve "Bu aylarda kendinize zulmetmeyin" diye tercüme edilen cümlesi, müfessirler tarafından farklı şekillerde izah edilmiştir.

a- Abdullah b. Abbasa göre bu ifadeden maksat şudur: "Bütün aylarda günah işleyerek kendinize zulmetmeyin." Bu izaha göre 'deki zemir an iki ay'a aittir.

b- Katadeye göre ise bu ifadenin manası şöyledir "Haram ayların da günah işleyerek kendinize zulmetmeyin. Zira bu aylar, kutsal ay olduğundan, bunlarda günah işlemenin cezası diğer aylardan daha ağırdır.

c- İbn-i İshak ve Hasan-ı Basriye göre ise bu ifadenin manası: "Dört adet olanharam aylarının haramlığını kaldınp onları helal aylar sayarak kendinize zulmetmeyin. Zira böyle yapmak, cahiliye döneminde yaptıkları gibi haram aylarını başkalarıyla değiştirip yerlerinden kaydırmaktır." demektir.

Taberi, bu son izah şeklinin tercihe şayan olduğunu söşlemiştir. Zira bu aylarda yasak kılman şeyleri helal sayarak işlemek, diğer aylarda aynı şeyi işlemekten daha ağır cezayı gerektinnektedir. İnsanların bütün aylarda günah işlememekle mükellef oldukları halde, özellikle bu dört ayda, yasaklanan şeyleri işlememekle emredil melerinin sebebi, bu ayların, kutsal olmalarındandır. Nitekim bir âyette "Namazlara özellikle orta namaza devam edin. Bakara sûresi, 2/338 buyurulmuş ve orta namazın önemi özellikle belirtilmiştir. Bu âyette de duru böyledir, özellikle dört haram ayı'nın kutsallığı belirtilmiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın" ifadesinden maksat şudur: "Nasıl ki müşrikler, birlik ve bareberlik içinde, ihtilaf etmeksizin toplu olarak sizinle savaşıyorlarsa sizler de onlara karşı ihtilaf etmeksizin hep birlikte savaşın. Müfessirler, bu aylarda savaş açmanın haram oluşu hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hakkında ihliaf etmişlerdir. Meşhur olan görüşe göre, bu aylarda savaşmanın haram olduğu hükmü kaldırılmıştır. Zira Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Taifı, haram ay olan Zilkade ayında kırk gün kuşatmıştır.

Diğer bir görüşe göre ise bu aylarda savaşmanın haram olduğu hükmü halen yürürlüktedir. Zira Allahü teâlâ "Mukaddes olan Haram aylar çıkınca müşrikleri nerçde bulursanız öldürün..."(5/5 buyurmaktadır.)

37

Bu ayların yerlerini değiştirerek geri bırakmak, inkârda ileri getmekten başka bir şey değildir. Kâfirler böyle yapmakla doğru yoldan saptırılırlar. Allah'ın haram kıldığı ayların sayısına uygun yapmak için bir yıl haram ayı helal, diğer bir yılı onu haram sayarlar. Böylece Allah'ın haram kıldığını helal kabul ederler. Yaptıkları kötü ameller kendilerine hoş gösterildi. Allah, kafirler güruhunu doğru yola iletmez.

Savaş ve benzeri davranışların yasak olduğu Haram ayların yerlerini değiştirip onların bu kutsallığını geri bırakarak başka ay'a kaydırmak, İnkârcılıkta ileri gitmekten başka bir şey değildir. Allah, kâfirleri işte bu davranışlarıyla saptırır, onlar, haram olan ay'ı bazı yıl helal bazı yıl da haram sayarlar. Böylece güya, Allah'ın haram kılmış olduğu dört ay'ı tamamlamış olurlar. Halbuki onlar bu davranışlarıyla, Allah'ın haram kılmış olduğu bir şeyi helal kalmış olurlar. Şeytan onlara, yapmış oldukları çirkin amellerini güzel gösterdi. Allah, kâfir olan bir topluluğu doğru yola iletmez, onları iyi ameller işlemeye muvaffak kılmaz.

Araplar bibirleriyle devamlı olarak savaşırlardı. Adı geçen haram aylar gelince, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail zamanından beri kendilerine hürmet gösterilen bu aylarda savaşmama mecburiyetine uyarladı. Fakat bu iş onların zoruna giderdi. Bü sebeple Haram olan ayları başka aylarla değiştirerek savaşı devam ettirirlerdi. Meselâ: Haram ay olan Muharrem ay'i geldiğinde, devam ettirmek istedikleri bir savaş varsa, onu, ikinci ay olan Safer ay'ı olarak kabul eder ve savaşa devam ederlerdi. Safer ayını ise Muharrem ay'ı olarak kabul eder ve savaşmazlardı. Böylece Allah'ın haram kıldığını hela, helal kıldığını ise Haram kılmış olurlardı. İşte âyet-i kerime, onların bu hallerine işaret etmektedir.

Müfessirler, müşriklerin haram aylar olan, Zilkade, Zülhicce, Muharrem ve Recep aylarını ne şekilde değiştirerek helal aylar yaptıkları ve başka aylan da bunların yerine koyup haram ayları saydıkları hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

a- Abdullah b. Abbas, Ebû Vâil, Dehhak ve Katadeye göre, müşriklerden, lider kabul edilen biri ortaya çıkar, bir yıl Muharrem ayını haram ilan eder, ertesi yıl ise Safer ayını haram ilan eder, insanlar da ona uyarlardı. Böylece bir yıl Muharrem ay'ı haram ay kabul edilir ertesi yıl da Safer ay'ı haram ay kabul edilirdi. Bu şekilde hem haram ay olan Muharrem ay'ı ertelenmiş kabul edilir hem de haram aylarına bir ay daha katarak Safer ayım da haram aylarından saymış olurlardı.

Ali b. Ebi Talha, Abdullah b. Abbas'ın bu hususta şunları söylediğini nakletmektedir. "Haram ayların haramlığını terketmek şöyle olmuştur. "Ebû Sumame" diye adlandırılan "Cünade b. Avf b. Ümeyye" her yıl, mevsim başında gelir ve şöyle seslenirdi. "Dikkat edin. Ebû Sümameye karşılık verilmez. O, kınanamaz, dikkat edin. Geçen yılın Safer ayı bu yıl helal ay'dır." Böylece bu ay'ı insanlara helal yapardı. Bir yıl Safer ayını, ertesi yıl da Muharrem ayını haram ay yapardı.

b- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre, müşrikler, iki yıl Zilhicce ayında iki yılda Muharrem ayında Hac yapıyorlar. Hac yaptıkları yıllarda Muharrem ayını da "Zilhicce" diye isimlendiriyorlar, böylece Allah'ın mukaddes kıldığı Zilhicce ayını yerinden oynatıyorlar, bazı yıllar Recep ayına, Cemaziyelâhir ayı diyorlar, Şaban ayına Ramazan diyorlar. Şevval ayına Ramazan diyorlar, Zilkade ayına Şevval diyorlar, Zilhicce ayına Zilkade diyorlar, Muharrem ayma Zilhicce diyorlar ve böylece ayların yerlerini değiştiriyorlardı.

c- İbn-i Zeyd'den nakledilen diğer bir Rivâyete göre ise haram ayların yerlerinin değiştirilmesi şöyle olurdu. Bir yıi, Muharrem ayına da "Safer" adı verip, onu helal ay kabul ederlerdi. Böylece haram aylar üç ay olurdu. Ertesi yılda ise Safer ayma da "Muharrem" adı verirler, onun da haram ay olduğunu kabul ederlerdi. Böylece o yılda haram ayların ın sayısı beş olurdu.

Bu hususta İbn-i Zeyd diyor ki: "Araplar cahiliye döneminde, haram aylarında birbirlerine kızmaz ve dokunmazlardı. Öyle ki kişi babasını öldüren kimseyle karşnaşsa ona elini kaldırmazdı. Kinane oğullarından "Kalmez" isimli bir kimse bu duruma düştü. "Suçluyu bize getirin." dedi. Onlar da "Bu ay Muharrem ayı'dır." dediler. O da: "Bu yıl Muharrem ayı'nı erteleriz. Her iki ay da Safer ayı olur. Gelecek yılda ise onu kaza ederiz. Her iki ay da Muharrem ay'ı olur" dedi. Onlar da söylediklerini yaptılar. Ertesi yıl olunca dedi ki: "Safer ayında savaş yapmayın. Onu Muharrem ayı ile birlikte haram ay, sayın. Bunlar iki haram ay'dır. Geçen yıl, muharrem ayını ertelemiştik. Bu yıl onu kaza ediyoruz..." İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

38

Ey iman edenler, size ne oldu ki "Allah yolunda cihada çıkın" denildiğinde ağırdan alarak bulunduğunuz yerden kımıldamak istemediniz? Yoksa siz, âhireti bırakıp, sadece dünya hayatına mı razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimliği âhiret yanında pek azdır.

Ey iman edenler, size ne oldu ki, Allah'ın Peygamberi sizlere "Allah'ın düşmanları Rumlara karşı cihad etmek üzere hep birlikte savaşa çıkın" dediği zaman olduğunuz yerde yığılıp kaldınız? Yoksa sizler âhiret saadeti karşılığında, geçici dünya zevklerine mi razı oldunuz? Halbuki dünya hayatının geçimlik ve lezzetleri, âhiret nimetleri yamda çok değersiz şeylerdi.

Bu âyet-i kerime Hicrî onuncu yılda meydana gelen Tebük seferi hakkında nazil olmuştur. Tebük Seferi İslâm tarihinde önemli bir hadisedir.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Taif muhasarasından dönüp Medine'de birkaç gün kaldıktan sonra, müslümanlara, Bizans İmparatorluğu ile savaşmak üzere cihad emretmiştir. Resûlüllah, yaptığı bütün savaşlarda çıkacağı asıl ciheti belirtmez, başka bir tarafı hedef alırmiş gibi gösterirdi. Fakat Tebük seferinde böyle yapmadı. Müslümanlar iyi bir şekilde hazırlansınlar diye, savaşa gideceği yeri daha önceden ilan etti. Yapılacak olan bu sefer, müslümanlara zor geldi. Çünkü yaz mevsimiydi ve sıcak çok şiddetliydi, kıtlık yılları yaşanıyordu, düşman uzak bir mesafede idi ve Müslümanlar, Bizans ordusuyla savaşmaktan çekiniyorlardı. Savaş için uzun bir hazırlık gerekiyordu. Ayrıca Medine'de hurmalar yetişmiş, toplama zamanı yaklaşmıştı. Bütün bu sebeplerden dolayı Tebük seferi, müslümanların tamamına değilse de bir kısmına ağır ve zor gelmişti. Âyet-i kerime Müslümanların bu haline işaret etmekte onları Cihada teşvik etmekte, daha sonra gelen âyetler ise cihada çıkmadıkları takdirde cezalandırılacaklarını bildirmektedir.

39

Eğer cihada çıkmazsaniz, Allah, sizi can yakıcı bir azapla cezalandırır. Sizin yerinize başka bir kavmi getirir ve Allah’a bir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye kadirdir.

Ey mü’minler, Eğer Resûlüllah ile birlikte cihada çikmazsanız Allah, sizi âhirette cezalandıracağı gibi daha dünyadayken de sizleri can yakıcı bir azaba uğratır. Sizi yok eder ve yerinize, Allah’a ve Peygamberine itaat eden bir topluluk getirir. Sizler, cihadı terketmekle Allah’a hiçbir zarar veremezsiniz. Çünkü Allah'ın, sizin cihad etmenize ihtiyacı yoktur. Allah her şeye kadirdir. Sizi yok edip yerinize başka bir topluluğu getirmek, onun için güç bir şey değildir.

Abdullah b. Abbas, bu âyette zikredilen "Can yakıcı azab"ın, Resûlüllah ile birlikte savaşa çıkmayanlara yağmur yağdırmamak şeklinde tahakkuk ettiğini söylemiş ve demiştir ki: "Resûlüllah, Arap kabilelerinden birini savaşmaya çağırdı. Onlar Resûlüllah’a karşı ağır davrandılar. Allah da onlardan yağmuru kesti. Böylece onlara azap etti.

: İkrime ve Abdullah b. Abbas, bu âyet-i kerime'nin, bir de "Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleeri yakışmazdı. Tevbe sûresi, 9/120 Âyetinin, "Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez Tevbe sûresi, 9/122 Âyetiyle neshedildiğini söylemişlerdir.

Taberi, İkrime ve Hasan-ı Basri'nin bu âyetlerin neshedildiğine dair zikrettikleri görüşün doğru olduğu hususunda herhangi bir haber ve kabul edilecek bir delil bulunmadığı için bunun doğru olmadığını söylemiş, bir çok sahabi ve tabiinden bu âyetin hükmünün neshedilmediğinin rivâyet edildiğini bildirmiştir, ayrıca bu âyet-i kerime'nin Abdullah b. Abbas'ın da zikrettiği gibi, Resûlüllah'ın savaşa çağırdığı belli kimseleri kastettiği, "Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." âyetinin ise bütün mü’minleri kastetmiş olması mümkündür. Bu son âyet, mü’minlerin hepsinin değil de sadece savaşa çağırılanların savaşa katılmalarının gerekli olduğunu beyan etmiş olurki, izah etmekte olduğumuz âyet-i kerime'de savaşa çağrılan insanları beyan etmektedir. Bu da göstermektedir ki, âyetler arasında birbirlerini neshedecek bir çelişki söz konusu değildir.

40

Siz, Peygambere yardım etmeseniz de Allah ona yardım etti. Hani bir zaman Peygamber, iki kişiden biri iken Kâfirler onu Mekke'den çıkardılar. Onlar mağarada iken arkadaşına "Üzülme, şüphesiz ki Allah bizimle beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamberin üzerine emniyetini indirdi ve onu, görmediğiniz askerlerle destekledi. Kafirlerin sözlerini alçalttı. Yüca olan, ancak Allah'ın sözüdür. Allah her şeye galiptir, nukum ve hikmet sahibidir.

Âyet-İ Kerime'de, Allahü teâlânın, Peygamberine yaptığı yardımlardan biri olan Hicret sırasındaki yardımdan bahsedilerek buyuruluyor ki: "Ey iman edenler, eğer sizler, Allah'ın Resulüyle birlikte cihada çıkıp ona yardım etmeyecek olursanız bilin ki onun yardımcısı Allah'tır. Allah ona yardım ettikten sonra artık onun, sizin yardımınıza ihtiyacı yoktur. Nitekim Mekke'deki Kureyş kâfirleri onu yurdundan ve evinden çıkarmak istedikleri zaman ona yardım etmişti. O, Ebubekir'le beraberdi. İkisi birlikte evlerinden çıkıp Sevr dağındaki mağaraya gizlenmişlerdi. Muhammed, arkadaşı Ebubekir'e; "Üzülme şüphesiz ki Allah bizimle beraberdir." diyordu. Böylece Allah, Peygamber'in üzerine emniyet ve sü-kunat indirdi. Onu, sizin görmediğiniz Melekler ordusuyla destekledi. Kâfirlerin sözünü ise ayağa düşürüp onları alçalttı. Zira, yüce olan ancak Allah'ın sözüdür. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Mekke'den Medine'ye hicretini bahis mevzuu etmektedir. Hicret, İslâm tarihinde bir dönüm noktası ve en önemli olaylardan bir tanesidir. Özet olarak şöyle cereyan etmiştir.

Mekke'de müslümanlara müşrikler tarafında işkenceler, kötülükler yapılıyordu. Bu sebeple Müslümanların bir kısmı Habeşistana hicret etmişti. Daha sonraları, Medine'de bulunan Evs ve Hazreç kabilesinden, İslâmiyeti kabul edenler çoğalınca, Müslümanlar, Resülullah'ın müsaadesiyle Medine'ye hicret etmeye ve orada önemli bir güç haline gelmeye başladılar. Mekkeli müşrikler bu durumdan endişelendiler. Resûlüllahin da oraya giderek Müslümanların başına geçmesi halinde kendileri için çok tehlikeli olacağını düşünerek Dârünnedve denilen yerde toplanıp durumu müzakere ettiler. Ve Ebû Cehl'in teklifiyle Resûlüllahı öldürmeye karar verdiler. Bu durumu Cebrâil (aleyhisselam) Resûlüllah’a bildirdi. Ve Medineye hicret etmesine Allahü teâlânın müsaade buyurduğunu tebliğ etti.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o gece, Hazret-i Aliyi kendi yatağına yatırarak evinden çıktı ve evinin etrafında bekleyen kâfirlerinyüzüne bir avuç toprak serpti. Böylece kâfirler kendisini göremediler Doğruca Hazret-i Ebubekir'in evine gitti ve beraberce hicret edeceklerini söyledi. Hemen birkılavuz tutuldu ve üç gün sonra develeri alıp Sevr dağına gelmesi söylendi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebubekir o gece şehirden çıkarak Mekke'ye bir saat mesafede bulunan Sevr dağına gittiler. Ve orada bulunan mağaraya sığındılar.

Ertesi sabah müşrikler, Resûlüllah’ın Mekke'den ayrılmış olduğunu öğrenince onu aramaya başladılar. Her tarafı arıyorlardı. Sevr dağına kadar da geldiler. Fakat mağaranın ağzına, Allah'ın takdiriyle örümcek ağını germiş bir kuş da oraya yuva yapmıştı. Bu durumu gören müşrikler, bu mağarada kimsenin bulunamayacağını düşünerek içeriye girmediler. Böylece Resûlüllah ve arkadaşı müşriklerin saldırısından kurtuldular.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile Hazret-i Ebubekir, üç gün sonra, kılavuzun getirdiği develere binerek Medine'ye doğru yola çıktılar...

İşte bu mağarada bulundukları sırada Hz Ebû Bekir, mağaranın ağzına kadar gelen müşriklerin, kendilerini göreceği endişesine kapılarak demişti ki:

"Ey Allah'ın Resulü, eğer bunlardan biri ayağım biraz daha kaldıracak olsa bizi görecekler." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'de buyurmuştur ki: "Ey Ebubekir, üçüncüleri Allah olan iki kişi hakkında ne düşünebilirsini Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 9 bab: 9 / Tirmizi.K. Tefsir el-Kur'an bab: 10 Hadis No: 3096

Yani, Allah bizimle beraberdir hiç endişe etme.

Âyet-i kerime, Resûlüllah’ın, hicret sırasında Allahü teâlânın himaye ve lütfuna mazhar oluşunu gösterdiği gibi Hazret-i Ebubekir'i de anarak onun mertebesinin yüceliğine de işaret buyurmaktadır.

41

Ey mü’minler, güçlünüz, zayıfınız hep birlikte savaşa koşun. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.

Ey iman edenler, Allah düşmanlarına karşı genç-ihtiyar, süvari-yaya zengin-fakir, sağ-hasta, güçlü-güçsüz, hep birlikte cihada çıkın. Allah'ın dinini yaymak ve yüceltmek için kâfirlere karşı mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer Allah yolunda cihad etmenin faziletini bilen insani arsanız, topluca savaşa çıkıp cihad etmeniz, yerlerinize çakılıp kalmanızdan sizin için daha hayırlıdır.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Güçlü" diye tercüm edilen (......) kelimesinden ve yine âyette geçen ve "zayıf" diye tercüm edilen (......) kelimelerinden neyin kastedildiği hususunda müfessirler çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Ebû Talha, İkrime, Dehhak, Bişr b. Atiyye Muktail ,Mücahid, Katade ve Ebû Salih'e göre kelimesinden maksat ise "Genç olarak" kelimesinden maksat "ihtiyar olarak" demektir. Bunlara göre âyitin bu bölümünün manası "Genç ihtiyar hep birlikte savaşa çıkın" demektir. Bu hususta, Muğire b. Numan diyor ki: "İtaatkâr ve iri vücutlu bir yaşlı adam vardı. Savaşa katılmak istedi. Sa'd b. Ebi Vakkas, onun savaşa katılmasına engel oldu. Yaşlı adam: "Allah zinde olanınız ve ağır hareket edeniniz, savaşa katılsın" buyuruyor dedi. Bunun üzerine onun, savaşa katılmasına izin verdi. Yaşlı adam savaşta öldürüldü. Ömer b. el-Hattab: "Haşimoğullarının dostu olan o yaşlı adam ne oldu?" diye sordu. Kendisini tanıyanlar da: "Ey mü’minlerin emiri o, öldürüldü." dediler.

Hibban b. Yezid diyor ki: "Ben, Safvan b. Amr ile savaşa katıldım. Çok yaşlı ve zayıf bir adam gördüm. Öyle ki kaşları, gözlerinin üzerine düşmüştü, O adam Şam halkından idi. Savaşanlarla birlikte bineğinin üzerinde bulunduğ bir sırada yanıma vardı ve dedim ki: "Amca Allah seni mazur görmüştür." O da kaşlarını kaldırdı ve dedi ki: "Yeğenim, Allah, bizlerin, zinde ve ağır haraket edenlerimizin, hep birlikte savaşa katılmamızı istedi. Allah, sevdiğini imtihan eder. Sonra onu, eski haline getirir. Ve yaşatır, Allah, kullarından ancak şükredeni, sabredeni, zikredeni ve Allah'tan başkasına ibadet etmeyeni imtihan eder."

b- Hakem'e göre maksat, meşguliyeti bulunmayan maksat ise "meşguliyeti bulunan" demektir.

c- Ebû Salihe göre maksat, "zengin olanlar" maksat da "Fakir olanlar" demektir.

d- Abdullah b. Abbas ve Katadeye göre maksat "Zinde olanları maksat ise "Zinde olmayanlar" demektir.

e- Ebû Amr el-Evzaiye göre ise demek "Binekli olanlar" dernek ise "Yaya olanlar" demektir.

f- ibn-i Zeyd ve diğer bir kısım alimlere göre ise maksat "Arazisi olmayan" maksat ise "Arazisi olan"dır.

Böyle birinin arazisini teredip savaşa gitmesi kendisine ağır geldiğinden bunlara "Ağır hareket edenler" anlamına gelen sıfatı verilmiştir.

Bu hususta Hadremi diyor ki: "Bir kısım insanlar, hasta veya yaşlı olduklarından dolayı savaşa katılmamaları sebebiyle günahkâr olmayacaklarını zannetiler. Bunun üzerine Allahü teâlâ "Güçlü olanınız da zayıf olanınız da savaşa katılsın." âyetini indirdi. Kimseye mazeret bırakmadı.

Muhammed b. Şirin? diyor ki: "Ebû Eyyub el Ensari, Resûlüllah ile birlikte Bedir savaşına katıldıe. Sonra da müsülümaların yaptığı hiçbir savaştan geri kalmadı. Ancak bir yıl katılmadı. Ebû Eyyub bu âyeti okur ve şöyle derdi "Ben kendimi ya hissediyorum. Benim savaştan kopmam mümkün değildir.

Ebû Raşid el- Harrani diyor ki: "Ben, Resûlüllah’ın süvarisi Mikdat b. Es-vedi, Humus şehrinin sarraflarının oturaklarından birinde oturduğunu gördüm. Onun vücudu büyük olduğu için oturağa sığmıyordu. O, savaşmak istiyordu Dedim ki: "Allah seni mazur görmüştür." Oda dedi ki: "bize Buûs sûresi (tevbe sûresi) gönderildi. Ve buyuruldu ki: "Güçlü olan, zayıf olan hep birlikte savaşa katılın."

Taberi diyorki: "Bu âyette zikredilen ve kelimeleri hakkında bize göre doğru olan görüş şudur Allahü teâlâ, mü’minlere, düşmanlarına karşı kendi yolunca cihad etmelerine emretmiş, bu cihad, mü’minlere hafif gelse de zor gelse de ona katılmaları gerektiğini beyan etmiştir. Cihad etme kendisine hafif gelene, cihad etmeyi kolay bulan herkes dahildir. Bu kişinin cihad etmeye güç yetirmesinden, vücudun sağlığından, genç oluşundan, maddi imkânını bolluğundan, meşguliyetinin olmayışından, binek temin etme imkanından kaynaklanmış olabilir. Diğer yandan, cihad etme kendisine ağır gelene, cihad eteye zorlanan herkes dahildir. Bu, kişinin vücudunun zayıflığından, hasta oluşundan, maddi imkanının kıtlığından, arazisi ve geçimiyle meşgul olmasından binek temin edemeyişinden yaşının ileri olmasından ve çoluk çocuğunun kalabalık oluşundan kaynaklanmış olabilir. Madem ki, Allahü teâlâ, kitabında ve kelimelerini zikredilen bu hal ve sıfatlardan birine tahsis etmemiş, bu hususta Resûlüllahtan da herhangi bir haber zikredilmemiştir, o halde bu kelimeleri, genel anlamlarıyla alma ve cihad kendisine zor gelen veya kolay gelen her mü’minin, seferbelik. ilan edildiğinde cihada katılması gereklidir, demek doğru olan görüştür.

Müslim b. Sabih, bu âyetin, Tevbe suresinin ilk inen âyeti olduğunu, söylemiş, Mücahid ise bu surenin yirmi beşinci âyetinin, surenin ilk inen âyeti olduğunu söylemiştir.

42

Ey Rasûlüm, eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya menfaati ve istenilen bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı. Fakat zorlukla aşılacak yol, onlara uzak geldi. "Eğer gücümüz yetseydi, elbette sizinle beraber cihada çıkardık." diye Allah’a yemin edeceklerdir. Onlar bu davranışlarıyla kendilerini helak ederler. Allah biliyor ki, onlar mutlaka yalancıdırlar.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılmayan münafıklar hakkında nazil olmuştur. Bu kimseler, çeşitli bahaneler ileri sürerek cihattan geri kalmışlar ve bu davranışlarıyla Resûlüllahı kandırdiklanru zannetmişlerdi. Allahü teâlâ bunların iç yüzünü, Peygamberine bildirerek, bahanelerinin yersiz olduğunu ve iddialarında yalancı olduklarını açıkladı.

43

Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler sana belli olmadan ve yalan söyleyenleri bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?

Bu âyet-i kerime'de Cenab-ı Hak, yumuşak bir üslup ile Resûlüllah’a sitem etmektedir. Ancak Allahü teâlâ, Resûlüllah'ın bu olayda daha uygun olan hareketi yapmamasından dolayı ona sitem etmeden önce, onun bu davranışını affettiğini bildirmektedir ki bu da Resûlüllah için bir lütuftur.

Katade diyor ki: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de, savaşa katılmamak için bahaneler uydurup izin isteyenlere izin verdiği için Resûlüllahı kınamış ancak bundan sonra Nur suresinin şu âyetini indirerek bu gibi insanlara izin verip vermemekte Resûlüllahı serbest bırakmıştır. "... Eğer onlar, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. Nur sûresi, 24/62

44

Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad etmemek için senden izin istemezler. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilendir.

Ey Rasûlüm, Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik eden, Öldükten sonra dirilmeye ve âhiret yurduna iman edenler, Allah düşmanlarına karşı, mallarıyla, canlarıyla cihad etmemek için senden izin istemezler. Allah, emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak kendisinden korkanları çok iyi bilendir. Bu âyet-i kerime, üstü kapalı bir şekilde münafıkları kınamaktır.

45

Senden, ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenler, kalbleri şüpheye düşmüş ve kuşkuları içinde bocalayıp duranlar cihada çıkmamak için izin isterler.

Ey Rasûlüm, geçerli bir özürü olmadığı halde, seninle beraber cihada gitmemek için izin isteyenler: "Allah'ın varlığını ve birliğini tasdik etmeyenler, âhiret gününe iman etmeyenler, Allah’a itaat edenlerin mükâfaatlarındırılacağı, karşı gelenlerin ise cezalandırılacağı hususunda şüphe içinde bulunanlardır. Zaten onlar, şaşkınlıkları içinde bocalayıp durmaktadırlar. Neyin hak neyin bâtıl olduğunu seçmemektedirler.

İkrirne ve Hasan-ı Basri, bu âyetin ve bundan önceki âyetin, Nur suresinin şu âyetiyle neshedildiğim söylemişlerdir: "Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne iman ederler. Bir arada olmayı gerektiren bir meselede Peygamberle bir araya geldikleri zaman Peygamberden izin almadan ayrılmazlar. Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah’a ve Resulüne iman edenlerdir. Eğer onlar, bazı işleri için senden izin isterlerse içlerinden dilediğine izin ver. Onlara, Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir. Nur sûresi, 24/62

Taberi, bu âyetlerin, birbirlerini neshetmediklerine işaret etmiştir.

46

Eğer bunlar, cihada çıkmak isteselerdi onun için hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların savaşa çıkmalarını hoş görmedi de yerlerinde durdurdu. Onlara: "Geride kalıp oturanlarla beraber siz de oturun." denildi.

Ey Rasûlüm, eğer bu münafıklar seninle beraber, düşmanlarına karşı cihad etmek için çıkmayı istemiş olsalardı, yolculuk ve savaş için gereken malzeme ve teçhizatı hazır ederlerdi. Fakat Allah, bunların, seninle beraber savaşa çıkmalarını istememiş, onları yerlerinde durdurmuştur. Onlara: "Cihattan geri kalan hasta, âciz, çocuk ve kadınlarla birlikte oturup kalın." denilmiştir.

İbn-i İshak diyorki: "Savaşmamak için Resûlüllah'tan izin isteyenler, münafıkların ileri gelenlerinden Abdullah b. Übey b. Selul, Çed b. Kays vb. kimselerdir. Allah, bunların çıkıp mü’minlerin ordularını ifsad edeceklerini bildiği için bunları, yerlerinde bırakmış ve savaşa çıkmalarını nasibetmemiştir.

Allahü teâlâ, münafıkların, Resûlüllah ile birlikte savaşa katılmalarını niçin istemediğini ise şu âyette beyan ederek buyuruyor ki:

47

Eğer onlar, sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, ancak bozgunculuk çıkarır, sizi birbirinize düşürmek için aranıza fitne sokarlardı, içinizde onları dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.

Eğer bu münafıklar sizinle beraber savaşa çıkmış olsalardı, sizin aranıza fitne sokmaktan sizi cihattan geri bırakmaya çalışmaktan başka bir şey yapmayacaklardı. Sizin içinizde, onların sözlerini dinleyen zayıf iradeli kişiler bulunmaktadır. Özellikle bunları kandırmaya çalışacaklardı. Allah, zalim olan münafıklar güruhunu çok iyi bilendir.

Taberi, bu âyetin: "İçinizde onları dinleyenler de vardı." kısmını şöyle izah etmiştir: "Sizin içinizde, sözlerinizi dinleyip büyüklerine götürmek için onların casusları vardır." Mücahid de bu görüşü tercih etmiştir. Birinci izah şekli ise Katade'nin görüşüdür, İbn-i Kesir de bunu tercih etmiştir.

48

Ey Rasûlüm, nitekim bunlar, daha önce de aranızda bozgunculuk çıkarmaya çalıştılar. Sana karşı çeşitli işler çevirdiler. Nihâyet hak geldi. İstemedikleri halde Allah'ın emri gelip oldu.

Ey Rasûlüm, Uhud savaşında, münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy'in, taraftarlarıyla birlikte sizi bırakıp gitmeleri gibi, münafıklar, senin arkadaşlarım fitneye düşürmeyi istediler. Dinin olan İslâmı geçersiz kılmak için sana karşı nice dalavereler çevirdiler. Nihâyet Allah'ın hak olan zaferi geldi. Ve Allah'ın emri olan îslâm dini, onlar istemedikleri halde galip oldu.

Resûlüllah, sahabilerine Rumlarla savaşmak üzere hazırlanmalarını emretmiştir. Bu da insanların zor zamanlarına sıcağın şiddetli olduğu bir döneme memleketin kıtlık içinde olduğu bir devreye meyvelerin olgunlaştığı ve gölgelerin sevildiği bir mevsime rastlamıştır. Öyle ki insanlar, meyvelerinin başında ağaçların gölgelerinin altında durmayı istiyorlar, oradan ayrılmak istemiyorlardı. Resûlüllah, yapmış olduğu savaşların hemen hemen tümünde hedef şaşırtır, savaşacağı yönden başka bir yöne gideceğini ima ederdi. Tebük seferinde durum böyle olmadı. Mesafenin uzaklığı zamanın sıkıntılı oluşu ve düşman sayısının çok olması sebebiyle Resûlüllah bu seferi, insanlara açıkça anlattı ki, hazırlanıp tedbirlerini alsınlar. İnsanlara, cihada çıkacaklarını, Rumlarla savaşacaklarını emretti. İşi sıkı ve ciddi tuttu. Zenginlere, fakir olan askerlerin teçhizat ve bineklerini temin etmelerini emretti. Ordu hazırlandıktan sonra "Seniyyetül Veda" denen yerde ordusunu topladı. Abdullah b. Übey b. Selul de Seniyyetül Ve-da'dan daha aşağı bir yerde kendisine ait askerlerini topladı. Onun askerleri, Resûlüllah'ın ordusu haraket edince Abdullah b. Übey, Abdullah b. Nebtel, Resûlüllah'ın askerlerinden daha az değildi. Rifaa' b. Yezid gibi münafıkların ileri gelenleri, geri kalanlarla birlikte geride kaldılar, Allahü teâlâ da onların halini Resûlüllah’a bildirerek bu âyeti indirdi.

49

Onlardan bazısı Peygambere: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu. Bilin ki onlar zaten fitne içine düşmüşlerdi. Şüphesiz cehennem, kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.

Ey Rasûlüm, münafıklardan bazıları sana: "Savaştan geri kalmam için bana izin ver. Benim, rum kadınlarını görerek fitneye düşmeme sebep olma." demişlerdi. İyi bilin ki bunlar aslında savaşta Allah'ın Peygamberin'den geri kalarak fitneye düşmüşlerdir. Şüphesiz ki cehennem, kâfirleri, kıyamet gününde çepeçevre kuşatacaktır.

Zühri, Yezid, Abdullah ve Âsimin rivâyetlerine göre, Peygamberimiz, Cedd b. Kays'ın, Tebük seferi için hazırlanmasını isteyerek şöyle buyurmuştur. "Ey Cedd, bu sene Rumların cellatlarına karşı savaşa var mısın?" Cedd ise şöyle cevap vermiştir: "Ey Allah'ın Resulü bana izin ver, beni fitneye düşürme. Vallahi kavmim, kadınlara benden daha düşkün birisinin olmadığını çok iyi bilir. Korkuyorum ki Rum kadınlarını görünce sabredemem. "Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ondan yüz çevirerek: "Haydi sana izin verdim." buyurmuştur, işte bu olay üzerine bu âyet nazil olmuştur.

50

Ey Rasûlüm, sana bir iyilik dokunursa onlar üzülürler. Şâyet bir kötülük dokunursa "Daha önce biz, cihada çıkmayıp geride kalmakla tedbirli davrandık" derler ve sevinerek dönüp giderler.

Ey Rasûlüm, senin bir başarı elde etmen, bir zafer kazanman, münafıkların hoşuna gitmez, buna üzülerler. Şâyet savaşta mağlup olmanız veya basan elde edememeniz gibi bir musibet dokunacak olsa münafıklar bu durum karşısında "Biz daha önce savaşa katılmayıp Muhammed'den geri kalmakla tedbirimizi aldık." derler. Ve sizin uğradığınız zarardan dolayı sevinerek sizden uzaklaşip giderler. İştee Cedd b. Kays vb. münafıklar bunlardandır.

51

Onlara de ki: "Bize ancak Allah'ın yazdığı isabet eder. O, bizim dostumuzdur. Mü’minler sadece Allah’a güvensinler."

Ey Rasûlüm, cihattan geri kalan o münafıklara de ki; Bize ancak Allah'ın levh-i Mahfuzda yazdıkları isabet eder. Onun dışında birşey dokunmaz. O, bizim dostumuzdur. Ve düşmanlarımıza karşı yardımcımızdır. Mü’minler sadece Allah’a güvensinler ki Allah da onlara, düşmanlarına karşı yardım etsin.

52

De ki: Siz, bizim için iki güzelliğin birinden başka neyi bekleyebilirsiniz? Biz ise, sizin için, Allah'ın kendi katından veya bizim elimizle sizi bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Bekleyin, doğrusu biz de sizinle beraber bekleyenleriz."

Ey Rasûlüm, yine o münafıklara de ki: "Sizler, bizim için övülmeye layık olan iki güzel neticeden başka neyi bekleyebilirsiniz ki? Biz, ya düşmana galip gelir sevap kazanırız ve ganimet elde ederiz veya öldürülür, şehitlik mertebesine ulaşır cenneti kazanırız. Fakat biz, sizin için, Allah'ın ya kendi katından göndereceği bir ceza ile sizi helak etmesini yahut bizim vasıtamızla sizi öldürmesini bekliyoruz. Bakalım Allah, bize de size de ne yapacaktır?

53

Ey Rasûlüm, de ki: "Malınızı ister gönülü, ister gönülsüz harcayın. Sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsıklar güruhu oldunuz.

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey münafıklar güruhu, malınızı isteyerek veya istemeyerek harcayın, Allah, sizin bu harcamalarınızı kabul etmeyecektir. Çünkü sizler, Allah'ın dininden şüphe eden ve ona itaattan ayrılan fasık bir kavimsiniz.

Bu âyet-i kerime'nin de Cedd b. Kays hakkında nazil olduğu Rivâyet edilmektedir. Ced, "Rum kızlarını görünce baştan çıkarım." gerekçesiyle savaşa katılmayınca Resûlüllah’a "İşte benim malım. Sana bununla yardım ederim." demiş ve bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

54

Onların harcadıklarının kabul edilmesine mani olan şey, sadece Allah’ı ve Peygamberini inkâr etmeleri, namaza ancak tembel tembel gelmeleri ve ancak istemeyerek harcamalarıdır.

O münafıkların, Allah yolunda harcadıkları şeyler kabul edilemez. Bunun sebebi, onların, Allah’ı ve Peygamberini inkâr etmeleri, faydasına inanmadıkları için namaza istemeyerek gitmeleri ve yine, inançlarının aksine niteceler meydana getireceği için istemeyerek harcamalarıdır.

55

Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını diler.

Allah'ın, münafıklara, mal ve evlatlanyla daha dünyadayken azap etmesi; onlara, zekât gibi mâli vazifeler yüklemesidir Çocuklarıyla azap etmesi ise onların savaşlarda ve benzeri hadiselerde babalarının gözleri önünde öldürülmeleridir.

Bu konuda başka âyetlerde de şöyle buyuruluyor: "Ey Rasûlüm, bir kısım kafirlere, kendilerini imtihan etmek için verdiğimiz dünya hayatının süsünde sakın gözün kalmasın. Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha süreklidir. Tâhâ sûresi, âyet; 31

"Onlar kendilerine mal ve oğullar lütfederken iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar? Hayır, onlar, işin farkında değiller. Mü’minûn sûresi, âyet; 55-56

56

Bu münafıklar, sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Gerçekte ise onlar sizden değildirler. Fakat onlar, korkak bir güruhtur.

Ey Rasûlüm, bu münafıklar, sizin dininizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar, aslında sizin dininizden değildirler Onlar, şüpheci ve nifakçı insanlardır. Onların, sizin dininizden olduklarını söylemeleri, onları öldüreceğinizden korkmaların dandır.

57

Eğer bir sığınak veya mağralar yahut girecekleri bir delik bulsalar hemen oraya süratle koşarlar.

Bu münafıklar sizden o derece korkarlar ki şâyet sığınacakları bir kale veya dağlarda mağralar yahut yer altında bir geçit bulacak olsalar hemen oralara sığınırlardı.

58

Onlardan bazıları sadaka hakkında sana dil uzatırlar. Kendilerine ondan verilirse razı olurlar. Ondan birşey verilmezse bir de bakarsın kızarlar.

Bu âyet-i kerime "Zul Huveysire" adındaki bir münafık hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Huneyn ganimetlerini taksimi ederken bu adam Resûlüllah’a "Ey Muhammed âdil ol. Hiç de adaletli davranmadm." demiş Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'de ona "Vay haline, ben adaletli davranmazsam kim adaletli davranır Buhari, K. Tefsir el-Menakib bab: 25, K. El-Edeb bab: 95 / Müslim k. ez-Zekah bab: 142,148 Hadis No: 1063 buyurmuştur. Bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

59

Eğer onlar, Allah'ın ve Peygamberi'nin, kendilerine verdiği şeye razı olsalar ve "Allah bize yeter, Allah bizi ilerde lütfuyla rızıklandırır Resulü de. Biz, Allah’ı istiyoruz." deselerdi bu onlar için daha hayırlı olur.

Ey Rasûlüm, eğer sadaka hakkında sana dil uzatan bu insanlar, Allah'ın ve Resulünün, kendilerine verdiği paya razı olup "Allah bize yeter. O bize, hazinelerinden lütfuyla verecek. Peygamberi de kendisine gelen sadakalardan verecektir. Biz, Allah'ın, lütfuyla rızkımızı artırmasını arzularız." deselerdi daha hayırlı olurdu.

60

Zekât, Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, yoksullara, zekât toplayan memurlara, kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda cîhad edenlere ve yolda kalanlara verilir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Âyet-i kerime'de kenidlerine zekât verilecek sekiz sınıf insan zikredilmiştir. Bu sınıflar şunlardır.

1- FAKİRLER: Tercih edilen görüşe göre bunlar, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden dolayı insanlardan dilenmeyen kimselerdir.

2- MİSKİNLER: Bunlar, muhtaç olan ve dilendikleri için de mmeskenet ve zilletleri belli olan kimselerdir.

Müfessirler, fakirlerle miskinler arasındaki farkı, çeşitli şekillerde izah etmişlerdir.

a- Hasâh-i Basri, Abdullah b. Abbas, Cabir b. Zeyd, Zühri, Mücahid ve İbn-i Zeyde göre "Fakir"den maksat, muhtaç olan, bununla birlikte iffetinden dolayı dilenmeyen kişidir. "Miskin" ise muhtaç olan ve dilenen kimsedir.

b- Katadeye göre ise "Fakir" vücudunda sakatlık bulunan muhtaç kimsedir. "Miskin" sağlam olan muhtaç kimsedir.

c- Dehhak, tbraim en-Nehai, Said b. Cübeyr ve Said b. Abdurrahman'a göre buradaki fakir'den maksat, muhacirlerin fakirleridir. Miskin'den maksat ise hicret etmeyen müslümarüann fakirleridir.

d- İkrimeye göre ise burada zikredilen fakir'den maksat müslümanların muhtaçlarıdır. Miskin'den maksat ise ehl-i kitabın muhtaçlarıdır.

Taberi diyorki: "Bu görüşlerden tercihe şayan olanı,

birinci görüştür. Fakir'den maksat, ihtiyacı olduğu halde dilenmeyen, Miskin'den maksat ise ihtiyaçlı olan ve dilenen kimsedir." Zira miskin'in lügat manası zillete düşen kimsedir. Fakirler dilendikleri takdirde bu hale düşkütlerinden onlara bu ad verilmiştir. Nitekim bir âyet-i kerime'de fakirlerin kimler oldukları şöyle beyan edilmiştir. "Sadaka kendilerini Allah yoluna vakfeden fakirler içindir. Bunlar, rızık aramak için yeryüzünde dolaşmazlar (dilenmezler) Durumlarını bilmeyen kimse haya ve iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları, yüzlerinden tanırsın. Onlar, insanlardan ısrarla dilenmezler. Bakara sûresi, 2/273

3- ZEKAT TOPLAYAN MEMURLAR: Bunlar, zekât verecek kişilerden zekâtı toplayan ve zekat almaya layık olan kimselere dağıtan görevlilerdir. Bunlara çalışmalarının karşılğı olarak zekattan ücret ödenir. Bu sebeple bunların fakir veya zengin olmaları farketmez. Ancak fakir olanlarına ayrıca fakirliklerinden dolayı zekat da verilebilir.

Müfessirler, bu sınıftan olan insanlara, toplanan zekâtın en çok ne kadarının verilebileceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Dehhak ve Mücahide göre bunlara toplanan zekatın ancak sekizde biri verilir. Çünkü bunlar, sekiz sınıftan birini oluşturmaktadırlar.

b- Abdullah b. Amr b. el-Ass ve İbn-i Zeyd'e göre ise bunlara toplanan zekâttan, yaptıkları işe göre ücret verilir. Bu ücret, herhangi bir miktarla kayıtlanmaz Alacakları ücret çalışmalarıyla orantılıdır. Zira Hazret-i Ömer bu şekilde tatbikatta bulunmuştur.

Taberi bu son görüşün tercihe şayan olduğunu söylemiştir. Çünkü âyeti kerime, kendilerine zekat verilenleri sekiz sınıfa ayırmışsa da bunlardan herbirine eşit paylarda zekât verilmesini emretmemiştir. Sadece bu sınıflara zekât verilip bunların dışındakilere verilemeyeceğini beyan etmiştir. Onlardan herhangi birini tercih etmeyi, zekatı dağıtana bırakmıştır. Zekat toplama işinde çalışan kimseler, emek harcadikların dan bu emeklerinin karşılığını almaları haklarıdır. Bunu belli bir miktarla dondurmak doğru değildir.

4- KALBLERİ İSLAMA ISINDIRILMAK İSTENENLER: Bunların fakir veya zengin olmaları şart değildir.

Bunlar da şu üç grupta mütalaa edilebilir.

a- Yeni müslüman olan ancak henüz İslamın kalblerinde iyice yerleşmediği kimseler. Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bunlar, müslüman olduklarını beyan ederek Resûlüllah'a gelen kimselerdi. Resûlüllah bunlara, sadakalardan pay ayırırdı. Bunlara bir pay verdiğinde "Bu, iyi bir din." derlerdi vermediğinde ise idini ayıplar ve terkederlerdi Yahya b. Ebi Kesir, diyorki: "Ebû Süfyan b. Harb, Haris b. Hişam, Abdurrahman b. Yerbu, Safvan b. Ümeye, Süheyl b. Amr, Huvaytıb b. Abdüluzza, Hakim b. Hizam, Süfyan b. Haris b. Abdulmuttalib, Uyeyne b. Hısn, Akra b. Habis, Malik b. Avf, Abbas b. Mirdas ve A'lâ b. Harîs, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimselerdi. Resûlüllah bunlardan her birine yüz deve verdi. Ancak Abdurrahman b. Yerbu ve Huvaytı b. Abdüluzzaya ellişer deve verdi.

Safvan b. Ümeyye demiştir ki: "Resûlüllah bana mal verdiğinde o, insanlardan en sevmediğim bir kimseydi. Bana mal vermeye devam etti. Sonunda o bana, insanların sevimli olanı haline geldi."

c- Henüz müslüman olmayan fakat İslama girmelerini teşvik için kendilerine zekât verilen kimseler. Bedeviler bu türden kimselerdi.

Müfessirler, İslamın iyice kuvvetlenip yayılmasından sonra bu gibi insanlara zekâttan pay verilip verilemeyeceği hakkında iki görüş zikretmişlerdir.

a- Hasan-ı Basri, Amir es-Şa'bî ve Ömer b. el-Hattaba göre, kalbleri İslama ısındırılmak istenenlere artık zekattan pay verilemez. Hibban b. Ebi Cebele diyor ki: "Daha önce zekâttan pay alan Uyeyne b. Hısn, Ömer b. el- Hattab'a geldi. Ömer de ona "Dileyen iman etsin, Dileyen inkâr etsin. Kehf sûresi, 17/29 âyetini okudu ve demek istedi ki" Artık bugün kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimse kalmadı."

b- Ebû Cafer'e göre ise, kalbleri İslama ısındırılmak istenen kimseler her zaman mevcuttur. Bunlara zekâttan pay verilebilir.

Taberi diyor ki: "Bize göre bu hususta söylenecek doğru söz şudur: "Allahü teâlâ, zekâtı, iki maksada binaen farz kılmıştır. Bunlardan biri, müslümanların ihtiyacını gidermektir. Diğeri ise İslama yardım etmek ve onu kuvvetlendirmektir. İslamı güçlendirmek için zekât verildiği takdirde zekât fakire de verilir, zengine de, Zira bu durumda kişinin ihtiyacı gözönünde bulundurularak zekât değil İslamı yardım hususu gözönünde bulundurularak verilir. Nitekim Allah yolunda cihad eden mücahidlere verilen zekatın maksadı budur. Bunlar, zengin dahi olsalar, kendilerine zekât verilir. Kalbleri İslam'a ısındırılanlara zekat verilmesinin maksadı İslama yardım etmektir. Bu sebeple Resûlüllah Mekke'nin fethinden sonra, Huneyn savaşı ganimetlerinden bir çok insana, zengin dahi olsa pay vermiş ve onların, İslama faydalı olmalarını sağlamıştır. Bu faydanın gerçekleşmesi beklenen her zamanda aynı şeyi yapmak isabetlidir. Bu sebeple "Müslümanların sayılan artık çoğaldı. Bu itibarla, müslümanlar kendilerini savunabiliyorlar. Dolayısıyle, bir kısım insanların kalblerini İslama ısındırmaya ihtiyaç yoktur" diyenlerin delilleri yoktur. Zira Resûlüllah, müslümanlarm güçlü oldukları bir zamanda bu tatbikatı yapmıştır.

5- KÖLELER: Bunların hangi köleler oldukları hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Ebû Mûsa el-Eş'ari, Zühri, İbn-i Zeyd ve Hasan-ı Basri'nin de katıldığı, âlimlerin büyük çoğunluğuna göre, burada zikredilen "köleler"den maksat, belli bir miktar para ödenme karşılığında kölelikten kurtulacağına dair efendisiyle sözleşme yapan ve kendisine "Mükâtep" denen köle'dir. Bu gibi kölelere, zekattan pay verilir ki, efendilerine ödeyip hürriyetlerine kavuşsunlar imam Şafii bu görüştedir

b- Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre ise, burada zikredilen köle herhangi bir köledir. Zekât malı ile köleler satın alınıp hürriyetlerine kavuşturul abilirler. îmam. Mâlik ve tmam Ahmed b. Hanbel bu görüştedirler.

Taberi,

birinci görüşün doğru olduğunu söylemiş ancak mükatep olan kölelere zekâttan pay verilerek azad edileceklerini söylemiştir. Zira, zekât veren kişi zekât verdiği kimseden herhangi bir menfaat bekleyemez. Köleye zekât verip hürriyetine kavuşturan kimse o köle'nin velisi olacağından ve velÂyetin sağladığı haklardan faydalanacağından zekât verdiği kimseden bir menfaat beklemiş olur ki bu da Allahü teâlâ'nın, karşılık beklemeden zekat verme hükmüne ters düşer.

6- BORÇLULAR: Bunlar, günah işlemek için borçlanmayan, israfa düşmeden borçlanan ve borcunu ödemekten âcîz kalan kimselerdir. Bunlara da zekâttan bir pay verilir ki, borçlarını ödeyip kurtulsunlar. Günahkârlar ve israf edenler ise ancak tevbe etmeleri hallerinde bu haktan faydalanırlar.

Mücahid demiştir ki: "Evi yanan veya sel felaketine uğrayan yahut da çocukları için borçlanan kimse burada ifade edilen" Borçlular" sınıfına girerler.

7- ALLAH YOLUNDA HARCAMALAR: Bundan maksat, Allah düşmanları olan kâfirlere karşı savaşta, Allah'ın dinine ve Şeriatına yardım etmek için verilen zekattır. Mücahidlerin savaş teçhizatının temin edilmesi gazilere yardım edilmesi bu kabildendir. Bu hususta Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Şu beş kişi dışında, zengin olan kişiye sadaka helal olmaz. Bunlar Allah yolunda savaşan kimse, zekât toplayan memur, borçlu olan kimse, sadaka malını kendi parasıyla satın alan ve sadaka alan fakir komşusunun kendisine aldığı sadakadan hediye ettiği kimselerdir. Ebû Davud, K. ez-Zekat bab: 24 HN-: 1635/İbn-i Mace K. ez-Zekat bab: 27 HN: 1841 Bu hadis-i şeriften de anlaşıldığı gibi, Allah yolunda cihad eden gazilere, zengin dahi olsalar, zekattan pay verilebilir.

8- YOLDA KALAN: Memleketinden ayrılıp başka yere giden ve herhangi bir sebeple yolda iken fakir düşen kimsedir. Bu gibi kimselere memleketlerine sağ salim ulaştıracak kadar, zekattan pay verilebilir.

Müfessirler, âyette zikredilen bu sekiz sınıfa zekâtın nasıl taksim edileceği hususunda iki görüş zikretmişlerdir,

a- Âlimlerin büyük çoğunluğuna göre zekat veren kişi zekâtını, bunlardan herhangibirine vereceği gibi onu kısımlara ayırarak bu sayılanlardan herbirine de verebilir. Sınıfların paylarını eşit tutması şart değildir. Zira Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime'de, kimlere zekât verileceğini belirtmiştir. Bunlar arasında bölüştürülmesinin gerekli olduğunu beyan etmek istememiştir. Nitekim, Huzeyfetül Yeman, Ömer b. el-Hattab Atâ, Said b. Cübeyr, İbrahim en-Nehai, Ebul Âliye ve Meymun b. Mihran bu görüştedirler.

b- Ancak son dönemin alimlerinden bazıları zekât veren kişinin zekâtının, verilecek kimselere taksim etmek istemesi halinde zekatım altı sınıfa taksim etmesi gerektiğini söylemişlerdir. Çünkü kalbleri İslam'a ısındırılmak istenenler, bunlara göre artık ortadan kalmış, zekât toplama memurları da bu durumda söz konusu değildir. Bu sebeple sayılan sekiz sınıfın altısı kalmıştir. Bunun için mükellef olan kişi, zekâtını altı sınıfa dağıtır. Buna mukabil, toplanan zekâtı Halife dağıtacak olursa yedi sınıfa verir. Çünkü bu durumda zekât toplayan memurlar da mevcuttur.

61

Onlardan bazıları, Peygambere eziyet ederler. Ona: "Her şeye kulak kesilen." derler. De ki: "O, sizin için hayırlı bir kulak kesilendir. Allah’a iman eder, mü’minleri tasdik eder ve sizden iman edenlere bir rahmettir. Allah'ın Peygamberine eziyet edenlere can yakıcı bir azap vardır.

Bu münafıklardan bazıları, Allah'ın Resulüne eziyet eder, onu ayıplar ve ona "Her şeye kulak kesilen biridir. Herkesin sözünü dinler, ona inanır ve kabul eder. Saf bir kimsedir." derler. De ki: "O, hayırlı bir kulak kesilendir. Kötü bir kulak kesilen değildir. O, münafıkların ve kâfirlerinkini değil, Allah’ın kelamını tasdik eder. Mü’minlere inanır. O, içinizden iman edenlere bir rahmet kaynağıdır. Çünkü iman edenleri sapıklıktan kurtarmış olur.

Allah'ın Resulüne eziyet edenler, ona asılsız ve yersiz söyleyenler için can yakıcı bir azap vardır. Bu âyeti kerime’nin, Nebtel b. Haris hakkında nazil olduğu söylenmiştir. O, Resûlüllah’a: "Bu kulak kesilen biri kendisine kim ne anlatırsa tasdik ediyor." demiş, bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

62

Münafıklar sizi razı etmek için Allah’a yemin ederler. Eğer iman etmiş iseler, Allah ve Peygamberini razı etmeleri daha layıktır.

O münafıklar yalan yere yemin ederek sizi razı etmeye çalışırlar. Eğer gerçekten iman eden kimseler ise; bilsinler ki razı edilmeye Allah ve Peygamberi daha lâyıktır. Yaptıklarından vaz geçip tevbe ederek Allah’ı ve Peygamberini razı etmeye çalışsınlar.

Katade diyorki: Münafıklardan birisi şöyle demiş "Vallahi bu kınananlar bizim seçkinlerimiz ve eşrafımızdır. Şâyet Muhammedin söyledikleri doğru olsa bu adamlar eşeklerden daha âdî olmuş olurlar." Müslümanlardan biri bu sözü duymuş ve ona şu cevabı vermiş: "Allah’a yemin olsun ki Muhammedin söylediği gerçektir ve sen de eşekten daha âdisin." Bu sözü söyleyen zat durumu Resûlüllah’a bildirmiş Resûlüllah da o münafik'ı çağırmış ve ona "Seni bu sözü söylemeye sevk edennedir?" diye sormuş münafık ta ta böyle birşey söylemediğine dair yemin etmeye ve öyle söyleyenlere lanet okumaya başlamış. Müslüman olan zat'da da demiş ki: "Ey Allah’ım sen doğru söyleyeni tasdik et yalan söyleyeni de açığa çıkar." İşte bu olay üzerine bu âyet nazil olmuştur.

63

Onlar, Allah ve Peygamberine karşı gelen için, ebedi kalacağı cehennem ateşi olduğunu bilmezler mi? İşte büyük rüsvaylık budur.

O münafıklar bilmezler mi ki? Kira Allah’a ve Peygamberine karşı savaşır onların emirlerine karşı gelirse şüphesiz ki ona âhirette cehennem azabı vardır. Orada ebedi kalacaklardır. İşte zillet ve büyük rezillik budur.

64

Münafıklar, aleyhlerine bir Sûre inip kalblerinde gizlediklerini haber vereceğinden korkuyorlar. Onlara de ki; "Siz alay edin. Korktuğunuz şeyleri Allah mutlaka meydana çıkaracaktır.

Mücahid diyor ki: "Münafıklar kendi aralarında Müslümanlar aleyhine konuşur sonra da "Umulur ki Allah, bu söylediğimiz gizli sözleri açığa çıkarmaz." derlerdi. Âyet-i kerime bu hususa işaret buyurmaktadır.

Allahü teâlâ, münafıkların konuştuklarını açığa çıkararak onları rezil edeceğini, diğer bir âyette şöyle açıklıyor. "Yoksa kalblerinde hastalık olanlar, Allah’ın, kalblerindekini ortaya çıkarmayacağını mı sandılar? Muhammed sûresi, 47/39

Katade diyor ki: "Bu surenin diğer bir adı da "Rüsvay eden" anlamına gelen "Fâdıha"dır. Çünkü bu surede, münafıkların rüsvay edildiği bildirilmektedir.

65

Onlara niçin alay ettiklerini sorsan, "Yemin olsun biz lafa dalmış eğleniyorduk." derler. Onlara de ki: "Allah ile, âyetleri ve Peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?"

Katade diyor ki: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Tebük seferine çıkmak üzere devesine binmiş yürüyordu. Münafıklar da ilerde yürüyor ve kendi aralarında şöyle konuşuyorlardı. "Bu adam, Rumların köşklerini ve kalalerini fethedeceğini mi zannediyor? Mümkün mü? "Allahü teâlâ bu konuşmaları Peygamberine bildirdi o da "Şu adamları bana getirin." dedi. O adamlar yanına gelince onlara: "Siz, şöyle şöyle konuştunuz." dedi. Onlar da "Biz, aramızda lafa dalmış şakalaşıyorduk." diye yemin ettiler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

Abdullah b. Ömer diyor ki: "Tebük savaşında bir adam bulunduğu bir mecliste şöyle demiştir: "Bizim şu kurralar (hocalar) kadar boğazına daha düşkün, dili daha fazla yalan söyleyen, düşmanın karşısına çıkmaktan daha fazla korkan kimse görmedik." Bunun üzerine o mecliste bulunan bir kişi "Yalan söylüyorsun. Sen münafıksın. Ben bunu mutlaka Resûlüllah’a haber vereceğim." demiştir. Bu haber Resûlüllah’a ulaşmış ve hakkınd âyet nazil olmuştur. Abdullah diyor ki: "Ben bu adamın, Resûlüllah’ın devesinin terkisine sarıldığını, ayaklarının taşlara çarptığını gördüm. O şöyle diyordu: "Ey Allah'ın Resulü, biz lafa dalmıştık, eğleniyorduk." Resûlüllah da diyordu ki "Siz Allah ile ve Peygamberiyle mi alay ediyordunuz? Artık özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra kâfir oldunuz."

66

Özür beyan etmeyin. Çünkü iman ettikten sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir zümreyi affetsek de, suç işlemiş olduklarından dolayı diğer bir zümreye azap edeceğiz.

Ey münafıklar, samimi olmayan laflarla özür dilemeyin. îman ettiğinizi söyledikten sonra Peygambere dil uzatarak açıkça inkâra saptınız. İçinizden bir gurup tevbe ettiği için onları affetsek te tevbe etmeyen diğerlerini, günahlarından dolayı cezalandıracağız.

Âyeti-i kerime'de, Resûlüllah’a dil uzatılan o mecliste bulunanlardan birkismının affedilebilineceği diğerlerinin ise azaba uğratılacağı beyan edilmiştir.

Müfessirler, affedilecek taifeden kimin kastedildiği hususunda iki şekilde izahta bulunmuşlardır.

Ma'merden Rivâyet edildiğine göre burada affedileceği belirtilen taifeden maksat, Resûlüllah’a dil uzatan münafıklara, konuştukları sırada karşı çıkan ve onların görüşlerini reddeden kişi veya kişilerdir. Diğer bir kısım âlimlere göre ise bu taife, Reusullah ile alay ettikten sonra yaptıklarına pişman olan ve tevbe eden taifedir.

67

Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirinin aynıdırlar. Kötülüğü emredip iyiliği yasaklarlar. Ellerini sıkı tutar mallarını hayır yollarında harcamazlar. Onlar Allah'ı unuttular Allah da onları unuttu. Şüphesiz ki münafıklar, kâfirlerin ta kendileridir.

Münafık erkek ve münafık kadınlar, iman ettiklerini söyledikleri halde İnkârcılıklarını gizlemeleri bakımından aynen birbirlerine benzerler. Onlar, Allah’ı ve peygamberini inkâr etme gibi kötülükleri emreder. Allah’a ve Peygamberine iman etme gibi iyilikleri ise yasaklarlar. Allah yolunda mallarını harcamak bakımından elleri pek sıkıdır. Onlar, Allah’a itaati terkederek onu unutmuşlardır. Şüphesiz ki münafıklar, Allah’a itaatten ayrılan fâsıklardır.

68

Allah, münafık erkeklere ve münafık kadınlara ve kâfirlere, içinde ebedî kalacakları cehennem ateşini vaad etmiştir. Bu onlara yeter. Allah, onlara lanet etmiştir. Onlar için devamlı azap vardır.

Onlar, dünyada da azaplara ve felaketlere uğrayacaklar âhirette de .İşte İnkârcılığın ve iki yüzlülüğün cezası budur. Bunlar, âhiret hayatlarında içinden hiç çıkamayacakları ebedi azaplara duçar olacaklardır.

69

Ey münafıklar, siz de sizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden daha güçlü, malları ve evlaları çok idi. Dünyadan nasiplerini almışlardı. Siz de sizden öncekilerin, nasiplerini alıp faydalandıkları gibi alıp faydalandınız. Onların bâtıla daldıkları gibi siz de daldınız. İşte onlar, dünya ve âhirette amelleri boşa gidenlerdir. Hüsranda olanlar da bunlardır.

Âyet-i kerime, münafıkların, kendilerinden önce gelip geçen azgın kimselerin yolunu takibettiklerini, yaptıklarından vaz geçmedikleri takdirde aynen onların uğradıkları cezaya uğrayacaklarını beyan etmektedir. Bu hususta bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

"Canım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki sizler, sizden önce geçen ümmetlerin yolunu karış karış, arşın arşın, kulaç kulaç izleyeceksiniz. Öyleki onlar, bir Keler'in deliğine girmiş iseler siz de oraya girersiniz." Orada bulunanlar bunun üzerine dediler ki; "Ey Allah'ın Resulü bunlar ehl-i kitap mı?" Resûlüllah da "Başka kim olabilir? Buhar K. el-İ'tisam bab: 14 K. el-Enbiya bab: 50 / Müslim K. el-İlm bab: 6 HN: 2669 diye cevap verdi.

70

Onlara, kendilerinden önce geçen, Nuh, Âd, Semud kavimlerinin, ibrahim kavminin, Medyen ve alt üst olan ülke halkının kıssaları gelmedi mi? Bu kavimlere Peygamberleri apaçık delillerle geldiler. Allah, onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmetmişlerdi.

Bu münafıklara, kendilerinden önce geçen şu kavimlerin, neye uğratıldıkları haberi gelmedi mi? Nuh kavmini tufan ile boğmadık mı? Âd kavmini, uğultu ile gelen ve her şeyi kasıp kavuran şiddetli rüzgarla helak etmedik mi? Se-mud kavmini korkunç bir sarsıntı ile yok etmedik mi? İbrahim kavminden, verdiğimiz nimetleri alıp, Kralları Nemrud'u helak etmedik mi? Medyen halkı da, Şuayb"ı yalanlayınca, onları, gölgeleyen bulut gününün azabı ile yakalayıvermedik mi? Lût kavmine azap emrimiz gelince, yaşadıkları ülkenin altım üstüne çevirmedik mi? Üzerlerine işaretlenmiş kızgın taşlar yağdırmadık mı?

Allah, bunların hiç birisini haksız yere helak etmemiştir. Onlar, Allah’a isyan ederek ve Peygamberlerim yalanlayarak bu cezaya layık olmuş ve böylece kendi kendilerine zulmetmişlerdir.

Ey münafıklar, aynı şeylerin sizin de başınıza gelmeyeceğinden eminmisiniz?

71

Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin (Allah için) dostudurlar. İyiliğin emreder kötülüğü yasaklarlar. Namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler. Allah’a ve Peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz ki Allah, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, mü’minlerin sıfatlarını belirtmektedir. Peygamber efendimiz de, mü’minlerin, birbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır.

"Bir mü’min diğer bir mü’mine karşı, birbirine kenetlenmiş bir duvar gibidir" Peygamber efendimiz bunu söylerken ellerinin parmaklarım birbirine ke-netlemiştir Buhari K. es-Salah bab: 88, K. el-Edeb, bab: 36, K. el-Mezalim, bab: 5 / Müslim K. el-Birr, bab: 65 Hadis No: 2585 / Tirmizi, K. el-Birr, bab: 18, Hadis No: 1928 / K. ez-Zekât, bab: 7.

Diğer bir hadis-i şerifinde ise şöyle buyurmuştur.

"Mü’minler, birbirlerini kollamada birbirlerini sevmede ve biriirlerine karşı merhametli olmada tek bir vücut gibdirler. Vücudun organlarından biri hasta olduğunda diğer organlar da uykusuzlukta ve acıda ona ortak olurlar. Buhari, K. el-Edeb, bab: 27 / Müslim, K. el-Birr bab: 66, Hadis No: 2586 Âyette zikredilen iyiliği emretmek"ten maksat insanları İslama davet etmektir. Kötülüğü men etmekten maksat ise, insanları, putlara ve şeytanlara tapmaktan mea etmektir.

72

Allah, mü’min erkekelere ve mü’min kadınlara, altından ırmaklar akan, içinde devamlı kalacakları cennetler ve Adn cennetlerinden güzel meskenler vaadetmiştir. Allah rızası ise her şeyden daha üstündür. En büyük kurtuluş ise budur.

Âyet-i kerime'den açıkça anlaşıldığı gibi Allahü teâlâ mü’min erkeklerle mü’min kadınlara, içinde ebedi olarak kalacakları cennetler vaadetmiştir. Allah'ın rızasını kazanmak ise, erişilebilecek nimetlerin en büyüğüdür. İşte bu büyük nimetler karşısında geçici dünya metaının ne kıymeti olabilir? İnsan, aklını kullanıp nimetlerin en yücesine ve ebedi olanına talib olmalıdır.

Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem),mü’minlerin âhirette erişecekleri nimetlerden olan cennetleri bir hadis-i şerifinde şöyle vasıflandırdı yor:

"îki cennet vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte gümüştendir. Ve yine iki cennet vardır ki kaplan ve içindeki her şeyi ile birlikte altındandır. Buhari, K. et-Tevhid, bab: 24 / Müslim K. el-lmam, bab: 296 Hadis No: 180

Âyet-i kerime’de mü’min erkek ve kadınlara vaadedilen cennetlerin güzel meskenler oldukları zikredilmektedir, .

îmran b. Husayn ve Ebû Hureyre, Resûlüllahin, cennetlerin bu güzelliklerini zikrederek şöyle buyurduğunu Rivâyet etmişlerdir: "Bu cennet, inciden bir köşktür. Köşkte kırmızı yakuttan, yetmiş site bulunmaktadır. Her sitede yeşil zeberced'den yetmiş ev bulunmaktadır. Her evde yetmiş yatak, her yatağın üzerinde farklı renklerden yetmiş döşek, her döşeğin üzerinde de hurilerden bir hanım bulunmaktadır. Her evde yetmiş sofra her sofranın üzerinde yetmiş türlü yemek bulunmaktadır. Ve her evde yetmiş hizmetçi mevcuttur. O zaman mü’mine bütün bunlara güç yetirecek kadar kuvvet verilecektir.

Âyette zikredil în Adn" cennetlerinin nasıl cennetler oldukları hususunda çeşitli görüşler zikredilmiştir.

Bir kısım âlimlere göre bunlar, içlerine girildikten sonra bir daha oradan çıkarılmayan cennetlerdir. Diğer bir kısım alimlere göre bunlar, Allahü teâlâ'nın sadece peygamberlere, siddıklara ve şehitlere tahsis ettiği özel cennetlerdir.

Bu hususta Ebud derda diyorki: "Adn cenneti hiçbir gözün göremediği bir meskendir. Burada sadece Peygamberler, sıddıklar ve şehitler kalacaktır.

Ka'bul Ahbar ise bu cennetlerin, bağlık ve bahçeliklerle dolu cennetler olduklarını söylemiş ve Süryanice'de "Adn" kelimesinin manasının "Bağlar ve bahçeler" demek olduğunu zikretmiştir.

Abdullah b. Mes'ud da Adn cennetinin, cennetlerin ortası olduğunu söylemiştir. Hasan-ı Basri bu cennetin özel bir köşk olduğunu, bu köşkün, altından yapıldığını, buna ancak peygamberlerin, sıddıkların şehitlerin ve adaletli hakimlerin gireceğini söylemiştir.

Dehhak bunun cennetin şehri olduğunu söylemiş, Ata da bunun bir nehir olduğunu zikretmiştir.

Âyet-i kerime’de, Allah'ın rızasının, cennetler'den daha büyük bir değer taşıdığı zikredilmiştir. Bu hususta, Ebû Said el-Hudri, Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Allah, cennetliklere buyuracaktır ki: "Ey cennetlikler" Onlar da diyeceklerdir ki: "Buyur ya rab, emrine amadeyiz ve onunla mutlu oluruz." O da diyecektir ki: "Siz memun oldunuz mu?" Onlar da diyecekler dir ki; "Nasıl memnun olmayız? yaratıklarından hiçbir kimseye vermediklerini bize verdin. O da diyecektir ki: "Ben size bunlardan daha üstününü vereceğim" Onlar da diyeceklerdirki: "Ey rabbimiz, bunlardan daha üstün olan nedir?" O da diyecektir ki: "Ben size rızamı lütfedeceğim. Ondan sonra size bir daha gazap etmeyeceğim. Buhari, K. er-Rikak bab: 51 / Müslim, K. el-Cennet bab: 9 Hadis No: 2829

73

Ey Peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cilıad et. Onlara karşı sert davran .Onların varıp kalacakları yer cehennemdir. Orası, varılacak ne kötür bir yerdir.

Ey Peygamber, sen kâfirlere karşı kılıç ve silahla savaş. Münafıklara karşı da dilinle ve delillerle savaş. Onları sindirmek için onlara sert davran. Bu, onların, dünyada iken çekecekleri cezadır. Âhirette ise vanp kalacakları yer, cehennemdir. Orası ne kötür bir yerdir!..

Müfessirler, bu âyette zikredilen, Resûlüllah’ın, münfaklara karşı savaşmasının ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdulah b. Mes'ud'a göre Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de Resûlüllah'a: "Münafıklara karşı hem sözle hem de silahla savaşmasını emretmiştir Hazret-i Ali (radıyallahü anh) şöyle demiştir: "Resûlüllah’a dört kılıç verilmiştir. Bunlardan biri, müşriklerle savaşmak içindir. "Mukaddes olan haram aylar çıkınca müşrileri nerede bulursanız öldürün."(9/5) âyeti Celilesi bunu beyan etmektedir. Bu kılıçlardan ikincisi ehl-i Kitapla savaşmak içindir. "Kitap ehlinden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Peygamberinin haram kıldığını haram saymayan ve hak din olan Islamı din edinmeyenlerle, boyun eğip cizye verinceye kadar savaşın."(9/29) âyet-i kerimesi bunu bildirmektedir. Bu kılıçlardan üçüncü ise münafıklarla ve bütün kâfirlerle savaşmak içindir. İşte bu âyet-i kerime de bunu açıklamaktadır. Dördüncüsü de, İslam devletine karşı gelen âsilerle savaşmak içindir. "Eğer mü’minlerden iki gurup birbirleriyle savaşırlarsa, aralarım bulup barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine saldırmaya devam ederse, saldıran taraf Allah'ın hükmüne dönünceye kadar onlarla savaşın. Eğer Allah'ın hükmüne dönerse, aralarını adaletle bulup barıştırın. Her zaman âdil davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever."549/9) âyeti kerimesi de bunu açıklamaktadır.

b- Abdulah b. Abbas ve Dehhaka göre ise, Allahü teâlâ bu âyeti kerime'de Resûlüllah’a, münafıklara karşı sadece diliyle savaşmasını ve onlara yumuşak davranmamasını kâfirlere karşı ise silahla sevaşmasını emretmiştir.

c- Hasan-ı Basri ve Katade'ye göre ise, Allahü teâlâ, bu âyet-i kerime'de, Resûlüllah’a, münafıklara islamın emrettiği cezaları uygulamasını emretmiş, kâfirlere karşı ise silahla savaşmasını bildirmiştir.

Taberi, âyet-i kerime’de, kâfirlere karşı savaşma ile münafıklara karşı savaşmanın farklı olacağı zikredilmediğinden, her iki sınıfa karşı da genel birşekilde cihad edilmesi beyan edildiğinden, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen

birinci görüşü tercih etmenin daha doğru olduğunu, Allahü teâlâ'nın Resûlüllah'a münafıklara karşı da hem diliyle hem de eliyle savaşmasını emrettiğini söylemiştir.

Resûlüllah'ın, müslümanların içinde bulunan münafıklara karşı savaşmaması ise, onların, kâfirliklerini söylemelerinden sonra, onu inkâr etmeleri ve ondan dönüp müsîüman olduklarını söylemiş olmalarındandır. Bu âyette ise münafıklardan, kâfir olduklarını açığa vurup ta onda devam edenlerle savaşılması emredilmiştir. Resûlüllah, münafıkların iç yüzlerini, Allah'ın bildirmesiyle öğrenmiş olmasına rağmen onların, teslimiyetçi dış görünüşlerine bakmış ve onlarla savaşmamıştır.

74

Onlar, söylemediklerine dair Allah’a yemin ettiler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir oldular. Erişemeyecekleri işe giriştiler. Onların kızmaları, sırf, Allah ve Resulünün, Allah'ın lütfuyla kendilerini zenginleşlirmesindendir. Eğer tevbe ederlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şâyet yüz çevirrirlerse Allah onları dünyada ve âhirette can yakıcı bir azapla cezalandırır. Yeryüzünde onların ne dostu ne de yardımcısı vardır.

Münafıklar yalan yere yemin ederek, kendilerini İnkârcılığa götürecek bir şey söylemediklerini iddia ederler. Halbuki onlar, Tebük seferinden dönerken, kendilerini İnkârcılığa götürecek şuna benzer sözleri söylemişlerdir. "Eğer Me-dineye dönersek yemin olsunki en şerefli olan en zelil olanı oradan çıkaraacaktır. Münafıkta sûresi, 63/8

Onlar böylece, müslüman olduklarını ilan ettikten sonra tekrar kâfir olduklarını açığa vurdular. Peygamberi öldürme teşebbüsü gibi, erişemeyecekleri bir işe giriştiler. Onların, Peygambere karşı çıkmaları, sadace, Allah'ın ve Peygamberin, kendilerini birleştirip kaynaştırarak zengin etmesindendir. Evet onlar, Allah'ın lütfuyla ganimetlerden pay alarak zenginleşmişler, buna rağmen bu nimeti inkâr ederek İslama ve müslümanlara kızmak suretiyle kindar bir tutum içine girmişlerdir. Fakat bununla birlikte eğer tevbe edip nifaklarından vaz geçerlerse bu onlar için daha hayırlıdır. Şâyet yüz çevirir nkâriannda devam ederlerse, Allah onları, dünyada esir düşürme ve öldürtme gibi azaplarla, âhirette de cehennem ateşinde yakmakla cezalandıracaktır. Onların, yeryüzünde, kendilerini Allah'ın azabından kurtaracak ne bir dostları ne de bir yardımcıları bulunur.

Bu âyet-i kerime’nin kimin hakkında indiği hususunda iki görüş zikredilmiştir.

a- Urve b. Zübeyr, İbn-i İshak, Mücahid ve Abdullah b. Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre bu âyet-i kerime, "Cülas b. Süveyd b. es-Samit" isimli bir kişi hakkında nazil olmuştur. Bu kişi önce münafık olmuş daha sonra ise tevbe edip bu halinden vaz geçmiştir. Urve diyor ki: "Bu âyet Cülas b. Süveyd hakkında nazil olmuştur. Bu kişi" Eğer Muhammed'in getirdiği doğru ise bizler, eşeklerden dahi kötüyüz." demiş, bunun üzerine onun üvey oğlu Mus'ab ona şu cevabı vermiştir. "Ey Allah'ın düşmanı! Allah’a yemin olsun ki, senin bu söylediğini Resûlüllah’a haber vereceğim. Çünkü ben bunu yapmazsam başıma bir bela geleceğinden veya senin suçundan dolayı hesaba çekileceğimden korkarım." Mesele Resûlüllah’a intikal edince, Cülası çağırmış ve ona: "Ey Cülas, sen şöyle şöyle söyledin mi?" demiş, Cülas da, söylemediğine dair yemin etmiştir. Bunun üzerine Allahü teâlâ "söylemediklerine dair Allah yemin ettiler." Âyetini indirmiştir.

b- Katadeye göre ise bu âyet, Abdullah b. Übey b. Selul hakkında nazil olmuştur. Katade diyor ki: "Cüheyne ve Gifar kabililerine mensup olan iki kişi birbirleriyle kavga etmişler. Cüheyne kabilesi, Ensar ile savunma antlaşması yapan bir kabile idi. Gifar kabilesine mensup olan kişi Cüheyneliye galip gelmişti. Bunu gören münafıkların başı Abdullah b. Übeyy b. Selul, sabredemeyerek şöyle demiş "Ey ensar, kardeşinize yardım edin. Vallahi bizimle Muhammed," Besle köpeğini yesin seni (Besle kargayı oysun gözünü), diyenin anlattığı kimse gibiyiz." İbn-i Selul devamla şöyle demiştir: "Eğer Medineye dönersek yemin olsun ki en şerefli olan, en zelil olanı oradan çıkaracaktır."

İbn-i Selulün bu sözü, Müslümanlardan bir kişi tarafından Resûlüllah’a bildirilmiş Resûlüllah da onu çağırıp sormuştur. O da böyle bir şey söylemediğine dair yeminler etmiş ve bunun üzerine işte bû âyet nazil olmuştur.

Taberi, Âyetin, bu münafıklardan her ikisi hakkında da nazil olabileceğini söylemiştir.

Âyet-i kerime’de "Onlar, erişemeyecekleri işe giriştiler." buyurulmaktadır.

Müfessirler, burada zikredilen "Onlar"dan kimlerin kastedildiği ve erişemeyecekleri beyan edilen şeyden neyin kastedildiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

Mücahide göre "Onlar"dan maksat münafıklar "Erişemeyecekleri işlemden maksat da onların eleştirilerine karşı çıkan mü’mini öldürmek istemeleridir.

Yine Mücahidden nakledilen diğer bir görüşe göre burada zikredilen "Onlar"dan maksat, Cülas b. Süveyd'dir. "İstediği fakat erişemeyeceği şey"den maksat ise Resûlüllahı öldürmeyi kastetmektedir.

Diğer bir kısım alimlere göre ise "Onlar'den maksat, Abdullah b. Üby b. Selûl'dür "Kastettiği ve erişemeyeceği şey"den maksat ise: "Yemin olsun ki eğer Medine'ye döncek olursak aziz olanlar (Medine'nin yerlileri) zelil olanları (Muhacirleri) oradan çıkaracaklardır." sözüdür.

Âyet-i kerime’de "Onların kızmaları, sırf Allah'ın ve Resulünün Allah'ın lütfuyla kendilerini zenginleştirmesindendir." buyurulmaktadır.

Bu münafik'ın zenginleştirilmesi, öldürülen kölesinin fidyesinin ödenmesiyle olmuştur. Resûlüllah, kölesi öldürülen Cülas'a veya Abdullah b. Übey'e on iki bin dirhem diyet ödemiş, böylece o münafık, zengin olmuş, buna rağmen, Resûlüllah’a ve mü’minlere dil uzatmaktan geri durmamıştır.

75

Münafıklardan bir kısmı da "Yemin olsun ki eğer Allah, lütfüyla bize mal verirse biz mutlaka onu hayır yolunda harcarız ve mutlaka salih kullardan oluruz." diye Allah’a söz verdiler.

Bu âyet-i kerime'nin Salebe isimli bir kişi hakkında nazil olduğu Rivâyet edilmektedir. (Bu kişinin, sahabeden olan Salebe b. Hâtıb rm yoksa başka bir Salebe mi olduğu ihtilaflıdır. Bu olay birçok tefsir kitabında bu âyetin nüzul sebebi olarak gösterildiği için burada da zikredilmiştir. Olay özetle şöyledir: )

Adıgeçen kişi Resûlüllah’a gelerek "Ya Resûlallah, Allah’a dua et de beni zengin yapsın." demiş. Resûlüllah da ona "Şükrünü eda edeceğin az mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldan daha hayırlıdır." buyurmuştur. Salebe tekrar "Ya Resûlallah, seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki bana mal verirse her hak sahibine hakkını vereceğim." demiş bunun üzerine Resûlüllah da "Ey Allah'ım sen Salebeye mal ver" diye dua etmiştir.

Salebe bir koyun almış, bu koyun zamanla o kadar çoğalmişki Medine ona dar gelmiş, bu sebeple bir vadiye inmiş, oraya da sığımaz olmuş, kendisi de öğlen ile ikindi vakti dışında cemaata gelemez olmuş. Zamanla da sadece Cumalara gelir olmuş, daha sonra Cumaya da gelmez olmuş, artık çevreden geçen yolculardan Cuma günleri görüşüp haber almaya başlamış. Daha sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Salebe ne yapıyor?" diye sormuş sahabiler: "Ey Allah'ın Resulü sürü edindi, Medine ona dar geldi." demişler ve durumunu anlatmışlar bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "Vay Salebenin haline vay Salebenin haline, vay Salebenin haline." buyurmuştur. Daha sonra "Sen onların mallarından zekât el. Tevbe sûresi, 9/103 âyeti, nazil olmuş bunun üzerine Resûlüllah zekâtları toplamak üzere iki kişiyi vazifelendirmiş ve bunların, zekâtı nasıl toplayacaklarına dair ellerine bir yazı vermiş ve bu iki kişiye "Salebeye ve Benî Süleym'den falancı kişiye söyleyin zekâtlarım versinler." buyurmuştur. Bunlar, Salebeye gelip, Resûlüllah'ın verdiği yazıyı okuyup zekât isteyince Salebe "Bu ancak bir haraçtır. Bu, haraç benzeri bir şeydir. Bilmiyorum bu nedir?" Gidin işinizi bitirin sonra bana gelin." cevabını vermiştir. Bu şahıslar ikinci defa gitmişlerse de Salebe yine zekâtı vermekten kaçınmıştır. Memurlar Resûlüllah’a gelip durumu haber vermişler ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur.

Sonra Salebe gelip zekâtını vermek için Resûlüllah’a yalvarıp yakarmıs, fakat Resûlüllah, zekâtını kabul etmemiştir. Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer de hilafetleri zamanında Salebenin vermek istediği zekâtı kabul etmemişler ve "Resûlüllah'ın almadığı bir şeyi biz kabul edemeyiz." demişlerdir. Salebenin zekâtının hiçbir Halife tarafından kabul edilmediği ve bu şahsın, Hazret-i Osman'ın hilafeti zamanında öldüğü Rivâyet edilmektedir.

Katadeye göre ise bu âyet-i kerime, Hazret-i Mûsadan, Tevratın uzun bir kitap olması sebebiyle, Allahü teâlâdan onu kısaltmasını dilemesini isteyen daha sonra da özetlenmiş olan Tevratla amel etmeyen İsrailoğullarına işaret etmektedir.

Hasan-ı Basri ve, Mücahide göre ise bu âyet-i kerime iki kimse hakkında nazil olmuştur. Bunlar da Sa'lebe b. Hâtıb ve Muattıb b. Kuşeyr'dir.

76

Allah onlara lütfundan nimetler verince de cimrileştiler. Allah'ın emirlerinden yüz çevirdiler. Zaten onlar yüz çeviricidirler.

Allah onlara lütfundan nimetler verip hiç ummadıkları taraflardan onları zengin edince cimrileştiler ve o servetin zekât ve sadakasını vermediler. Bunlar, Allah’a itaat ve ibadetten de yüzçevirdiler. Bu münafıklar, diğer insanların gördükleri yerde ibadet yapıyor, görünüşte ibadet halinde bulunuyorlar fakat insanlardan kimsenin görmediği yerde ise ibadet yapmıyorlardı, işte bu münafıklar böyle rezil bir topluluktur.

77

Allah’a vaadettiklerini tutmamaları ve yalan söylemeleri sebebiyle Allah, kendi huzuruna çıkıncaya kadar onların kalblerine nifakı yerleştirdi.

Sonunda Allah, onların kalblerine, ülüpte Allah'ın huzuruna çıkma zamanına kadar münafıklığı yerleştirdi. Bunun sebebi, Allah’a verdikleri sözü tutmamaları ve yalan söylemiş olmalarıdır.

Taberi diyor ki: Bu âyet-i kerime, münafıkların alametlerini beyan etmiştir ki, bunlar da, Resûlüllah’ın bildirdiği gibi üç'tür. Konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözden cayar ve kendisine emanet edilene ihanet eder. Resûlüllah buyurmuştur, ki:

"Münafıkın alameti üç'tün Konuştuğunda yalan söyler, vaadettiğinde ondan döner. Müslim, K. el-îman bab: 107, Hadis No: 59

Hadisin diğer bir Rivâyeti şöyledir: "Oruç tutsa, namaz kilsa, Müslüman olduğunu zannetse de münafıkın alâmeti üçtür."

Muhammed el- Mahremi özetle şunları söylemiştir: "Ben, Hasan-ı Basrinin, bu hadisi okuduğunu işittim ve ona dedim ki: "Ey Ebû Said, bir kişinin bende alacağı olsa, onu istese, bende de vereceğim şey olmasa ve adamın beni hapsedip helak edeceğinden korksam ve ona borcumu ayın başında ödeyeceğimi vaadetsem de sonra onu yapmasam ben münafık mı olurum?" O da dedi ki: "Hadis böyle gelmiştir." Sonra dedi ki: "Abdullah b. Ömer anlattı ki, babası Ömer, ölüm anında "Filanı evlendirin. Çünkü ben onu evlendireceğimi vaadetmiştim. Allah'ın huzuruna üçte bir münafıklıkla çıkmayayim." demiş. Dedim ki:

"Ey Ebû Said, kişinin üçte biri münafık üçte ikisi de mü’min olur mu?" Dedi ki: "Hadis böyle gelmiştir." Bunun üzerine ben delil karşsında sustum. Sonra Atâ b. Ebi Rebahla karşılaştım. Hasan'la konuştuklarımı ona anlattım. O da bana dedi ki: "Sen, Yusuf (aleyhisselam)'ın kardeşlerini ona niçin anlatmadın. Onlar, babalarına va-ad edip te vaadlerinden dönmediler mi? Ona konuşup yalan söylemediler mi?" Yakup kardeşlerini kendilerine emanet ettikten sonra ona ihanet etmediler mi? Onlar münafık mıydı? Onlar peygamber değil miydi. Hatta babalan, dedeleri peygamber değilmiydi?" Bunun üzerine Atâ'ya dedim ki: "Ey Ebû Muhammed, münafıklığın aslının ne olduğun ve bu hadisin aslında ne ifade ettiğini bana anlatır mısın?" O da dedi ki: "Cabir b. Abdullah bana anlattı ki Resûlüllah bu ha-dis-i şerifini özellikle münafıklar hakkında söylemiştir. Münafıklar, Resûlüllah’a konuştuklarında ona yalan söylediler, Resûlüllah, Sahabelerine Ebû Süfyanın kervanı ile birlikte belli bir yerde olduğunu bildirip onu gizlemelerini emrettikten sonra münafıklar, bu emanete ihanet ederek, Mekke müşriklerine, Resûlüllah’ın, üzerlerine gitmek istediğini bildirdiler. Resûlüllah ile birlikte savaşa çıkacaklarını vaa edip daha sonra bu vaadlerinden döndüler. "Ey Ebû Muhammed, sen, Hasanla görüştüğünde ona selam söyle bu hadisin asıl maksadını ve sana söylediklerimi ona anlat." Bunun üzerine ben Hasan'la karşılaştım. Ona, Atâ ile konuştuklarımızı anlattım. O da dedi ki: "Ey Irak halkı, sizler bu adam gibi olamıyorssunuz. Bakın bu benden bir hadis dinledi, oniı hemen kabul etmedi. Gidip onun aslını araştırdı. Evet Atâ doğru söylemiş, hadisin asıl maksadı budur. O, özellikle münafklar hakkındadır."

78

Onlar, Allah'ın mutlaka sırlarını ve fısıltılarını bildiğini ve Allah'ın, gaybları çok iyi bilen olduğunu hâlâ bitmediler mi?

Bu münafıklar, Allah'ın, içlerinde gizledikleri İnkârcılığı, İslâm'a ve müslümanlara dil uzatma şeklindeki fısıltılarını mutlaka bildiğini ve Allah'ın, onların gözlerinden, kulaklarından ve bütün duyu organlarından uzak kalan gayblan çok iyi bildiğini bilmedilermi?

79

İçlerinden gelerek sadaka veren mü’minleri ve güçlerinin yettiğinden fazla verecek birşey bulamayanları ayıplayanları ve onlarla alay edenleri, Allah, maskaraya çevirir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Münafıkların kütü huylarından birisi de, onların dillerinden hiçbir kimsenin kurtulamamasidır. Hattâ hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, mallarını Allah yolunda harcayanlar bile bu adamların dilinden kurtulamamışlardır.

Bu hususta, Ebû Mes'ud'un şöyle söylediği nakledilmektedir:

"Zekât âyeti geldikten sonra sırtımızla yük taşıyarak kazanç elde edip ta-sadduk ediyorduk. Birgün bir adam çok miktarda mal getirip tasadduk etti .Bunun üzerine münafıklar "Bu adam bir riyakârdır, gösteriş yapıyor." dediler .Sonra başka bir adam, bir sa' ölçüsü kadar bir şey getirip tasadduk etti. Ona da" "Allah’ın, bunun sadakasına ihtiyacı yoktur." dediler Buhari, K. ez-Zekât, bab: 10/Müslim, K. ez-Zekât bab: 72, Hadis No: 1018

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Bu hususta Abdullah b. Abbas diyor ki: "Birgün Resûlüllah çıkıp insanların yanına geldi ve şöyle seslendi: "Sadakalarınızı buraya toplayın." Bunun üzerine insanlar, sadakalarını getirip bir araya topladılar. İçlerinden muhtaç olan biri bir ölçek hurma getirdi ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu, bir sa' ölçüsü hurma. Gece boyu testi ile su çektim. İki sa' hurma kazandım. Birini geride bıraktım, diğerini sana getirdim." Resûlüllah, ona bu getirdiğini diğer sadakaların içine katmasını emretti. Bunun üzerine bir kısım insanlar onunla alay ettiler ve dedilerki: "Allah’a yemin olsun ki, Allah ve Resulünün buna ihtiyacı yoktur. Onlar senin bu bir sa' ölçüsü hurmanı ne yapacaklar?" Sonra Kureyş kabilesinin Zühre oğullarından Abdurrahman b. Avf, Resûlüllah’a dedi ki: "Bu sadakaları getirenlerden sadaka vermeyen kimse kaldımı?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Hayır" Abdurrahman b. Avf dedi ki: "Bende yüz Ukye sadaka altın var" Ömer b. el-Hattab ona dedi ki: "Sen delimisin?" O da dedi ki: Hayır, ben deli değilim." Ömer: "Sen ne söylediğinin farkında mısın?" dedi. Abdurrahman da dedi ki: "Evet farkındayım. Benim, sekiz bin dirhemim var. Bunlardan dört binini rabbime ödünç veriyorum." Diğer dört binini ise kendime bırakıyorum." Bunun üzerine Resûlüllah dedi ki: "Allah verdiğini de, kendine bıraktığını da mübarek kılsın." Bu durum, münafıkların hoşuna gitmedi ve onlar şöyle dediler "Allah’a yemin olsun ki, Abdurrahman bu bağışını gösteriş için yaptı," Halbuki münafıklar yalan söylüyorlardı. Abdurrahman bunu gerçekten bağış olarak vermişti. İşte bunun üzerine Allahü teâlâ bu âyeti kerime’yi indirdi. Abdurrahmanı ve arkadaşı ihtiyaçlı kişiyi akladı.

Tableri bu hususta, benzer Rivâyetler ve kıssalar zikretmiştir.

80

Ey Rasûlüm, ister bağışlanmalarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları asla affetmeyecektir. Bu onların, Allah ve Peygamberini inkâr etmelerindendir. Allah, fasiklar güruhunu asla doğru yola geriştimez.

Rivâyet edildiğine göre, bundan önceki âyet nazil olunca münafıkların bazıları Resûlüllah’a gelip tutumlarının yanlışlığını itiraf ederek "Ey Allah'ın Resulü bizim için Allah'tan af dile" demişler Resûlüllah da "Sizin için af dilerim" buyurmuştu. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve Resûlüllah'ın, onlar için af talep etmesiyle neticenin değişmeyeceğini, zira onların yine münafıklıktan vaz geçmeyerek nifak üzere ölçeklerini beyan edereke şöyle buyurmuştur:

Ey Rasûlüm, bu münafıklar için ister af dile istersen dileme. Bunların affedilmelerini yetmiş kere dilesen de Allah bunları affetmeyecek, kıyamet gününde onları diğer yaratıkların huzurunda rezi edecektir. Bunların affedilmemelerinin sebebi ise Allah'ın birliğini ve Peygamberini inkâr etmeleridir. Zira Allah, fâsiklar güruhunu iman etmeye muvaffak kılmaz.

Bu hususta, Abdullah b. Ömer diyor ki:

Abdullah b. Übey ölünce oğlu Abdullah b. Abdullah, Resûlüllah'a geldi. Ondan, babasını kefenlemesi için gömleğini vermesini istedi. Resûlüllah, gömleğini ona verdi Abdullah'ı onunla kefenlemesini istedi. Sonra cenazesini kılmak istedi. Bunun üzerine Ömer b. el-Hattab, Resûlüllah’ın elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Sen bunun, namazını kılıyorsun, halbuki bu münafık. Allah sana, bunlara af dilemeni yasakladı." Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Allah beni, bunlar içi af dileyip dilememekte serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İster bağışlanmalarını dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af dilesen de Allah onları affetmeyecektir." Ben, bunlar için yetmişten daha fazla af dileyeceğim." dedi ve onun cenaze namazını kıldırdı. Biz de onunla birlikte kıldık. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Münafıklardan bîri ölürse sakın cenaze namazım kilma... Tevbe sûresi, 9/84 âyetini indirdi Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre; 9 hab; 13

Abdullah b. Übey'in oğlunun adının, Habbab olduğu, Resûlüllah'ın bunu değiştirerek adını Abdullah koyduğu, bu âyetin izahında zikredilmiştir.

81

Cihaddan geri kalanlar, Allah'ın Resulüne muhalefet ederek oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad etmek hoşlarına gitmedi. "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler. De ki: "Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." keşke buseydiler.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferinde, Resûlüllah’a katılmayıp geri kalan ve bu hallerine sevinen münafıkların durumunu anlatmaktadır. Sıcak sebebiyle savaşa gitmek istemeyen bu münafıkların, cehhennemde yanacakları, cehenem ateşinin ise bu sıcaklardan çok daha şiddetli olduğu beyan edilmektedir.

Tebük seferi, bu surenin otuz sekizinci âyetinin izahında özet olarak anlatılmıştır. Bu sefer, yaz aylarının en sıcak günlerine isabet etmişti. Münafıklar, havanın çok sıcak oluşunu bahane ederek "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." diyerek diğer insanları da bu seferden alıkoymaya çalışmışlardı. İşte bu sözü söyleyen münafıklar için buyuruluyor ki: "De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Yani, bu dünya sıcağını bahane ederek savaşa gitmeyenler, çok daha şiddetli olan cehennem ateşine atılacaklardır.

82

Yaptıklarının cezası olarak artık az gülsünler, çok ağlasınlar.

O münafıklar, bu dünyanın geçici hayatında gülsünler. Zira bu gülüş, bu zevk ve sefa, netice itibariyle bitmeye, yok olmaya mahkumdur. Bu gülüş bu sebeple az bir gülüştür, süresi az olan bir zevktir. Bunlar çok ağlasınlar. Zira yaptıkları şeylerin cezası olarak cehennemde yanacaklardır. Çokça ağlayacaklar, ebediyyen ağlayacaklardır.

Bu hususta Peygamber efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurmuştur ki:

"Ey Muhammed ümmeti, Allah’a yemin olsun ki benim bildiğimi bilmiş olasanız, az güler çok ağlardınız. Buhari, K. el-Küsuf bab: 2

Bu âyet-i kerime insana çok şeyler anlatmakla, her türlü davranışın ve özellikle sevincin ifadesi olan gülmenin mânâ ve muhtevasına dikkat çekmektedir. Resûlüllah efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: "Çokça gülmeyin. Zira çok gülmek kalbi öldürür." (İbni Mace.K: ez-Zühd bab: 19 Hadi No: 4192

83

Eğer Allah bu cihaddan sonra, tekrar seni, geri kalan bu topluluğa döndürür de, onlar da seninle cihada çıkmak için izin isterlerse onlara şöyle de: "Benimle beraber bir daha asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber savaşmayacaksınız. Çünkü daha önce savaşa çıkmayıp oturmayı istediniz. Şimdi de geriye kalanlala beraber oturun."

Ey Rasûlüm, eğer Allah seni, Tebük seferinden sonra o münafıkların yanına dönrürür de onlar da seninle başka bir savaşa çıkmayı isterlerse onlara de ki: "Sizler benimle asla bir daha cihada çıkmayacaksınız. Benimle beraber düşmanla savaşamayacaksınız. Zira sizler Tebük seferine çıkmayarak oturup kalmaya razı oldunuz. Şimdi de cihaddan geri kalan âcizlerle ve münafıklarla beraber oturup kalın."

Âyette zikredilen "Geriye kalanlar" ifadesinde maksat, Abdullah b. Abbasa göre, Tebükseferinde cihada katılmayan münafıklardır. Katadc'ye göre ise "Savaşa gitmeyen kadınlar"dır. Allahü teâlâ, sayılan on iki olan bu münafıklara, cihada katılmayan kadınlarla oturup kalmalarını emretmiştir.

Taberi, âyet-i kerime'nin lafzının

birinci görüşe daha uygun olması hasebiyle Abdullah b. Abbas'ın görüşünü tercih etmiş, "Geriye kalanlardan maksadın, münafıklar olduğunu, âyet-i kerime'nin cihada çıkmayanların, münafıklarla oturup kalmalarını emrettiğini söylemiştir.

84

O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kılma. Kabrinin başında durma. Çünkü onlar, Allah ve Peygamberini inkâr etmişler ve dinden çıkmış olarak ölmüşlerdir.

Ey Resulüm, münafık olarak ölenlerin cenaze namazlarını kıldırma. Zira onlar, müslüman olarak ölmemişlerdir. Onların kabirlerinin başına varıp da dua da etme. Dinden çıkmış veya hiç iman etmemiş olarak ölen bu insanlar duaya da ehil ve layık değillerdir.

Abdullah b. Ömer diyor ki:

"Abdullah b. Übey ölünce oğlu, Abdullah b. Abdullah, Resûlüllah'a geldi ona; babasına kefen yapması için gömleğini vermesini istedi. Resûlüllah da verdi. Sonra Abdullah, Resûlüllah'tan, babasının cenaze namazını kıldırmasını istedi. Resûlüllah, kalkıp cenaze namazını kıldırdirmaya yeltenince Ömer kalkıp Resûlüllah'ın elbisesinden tuttu ve dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen bunun cenazesini mi kılıyorsun? Halbuki rabbin sana bunun cenaze namazını kılmanı yasakladı." Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: "Allah beni serbest bıraktı ve buyurdu ki: "İster bağışlanmaları dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa af di-İesen de Allah onları asla affetmeyecektir. Tevbe sûresi, 9/80

Ben, af dilemeyi yetmişten fazla yapmış olacağım. (Ömer) Dedi ki: "Ama o, münafık." Resûlüllah yine de onun cenaze namazım kıldırdı. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "O münafıklardan biri ölürse sakın cenaze namazını kıldırma" âyetini indirdi. Buhari, K.Tefsir el-Kur'an Sûre: 9, bab: 12 /Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 9 bab: 11, Hadis No: 3098

Diğer bir Rivâyette, bu âyet nazil olduktan sonra Resûlüllah'ın bir daha münafıkların cenaze namazını kıldırmadığı zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas diyor ki:

Ben Ömer b. el-Hattab'ın şunları söylediğini işittim. "Abdullah b. Übey b. Selûl ölünce Resûlüllah, onun cenazesini kıldırmaya davet edildi. Resûlüllah ayağa kalkınca ben de sıçrayıp kalktım ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sen, Übeyin oğlunun cenazesini mi kıldıracaksın? Halbuki o falan günde şöyle ve şöyle yaptı." Ben, Resûlüllah’a İbn-i Übey'in yaptıklarını sayıp durdum. Resûlüllah gülümsedi ve: Ey Ömer hele öte çekil: dedi. Ben daha fazla üzerine gidince dedi ki: "Ben, Allah tarafından (Af dilemeyi) tercih ettim. Şâyet ben, yetmişten fazla af dilememle affedileceğini bilmiş olsam af dilememi yetmişten fazla yaparım" Resûlüllah cenazeyi kıldırıp gitti. Aradan çok geçmeden tevbe sûresi'nin "O münafıklardan biri ölürse, sakın cenaze namazım kılma," âyeti ve bundan sonra gelen âyet nazil oldu. Ben de Resûlüllah’a karşı cüretkâr davranışımdan dolayı kendi kendime hayret ettim. Allah ve Resulü (her şeyi) daha iyi bilir Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 9 bab: 12

Taberi bu hadisi, Cabir, Enes, Katade ve Âsim b. Ömer'den de Rivâyet etmiştir.

Cabir b. Abdullah diyorki:

"Resûlüllah, Abdullah b. Übey defnedildikten sonra kabrine vardı. Onu çıkardı, Ona tükürdü ve gömleğini ona giydirdi. Buhari, K. el-Cenaiz bab: 23 Bu âyet-i kerime nazil olduktan sonra Peygamber efendimiz, münafıklardan hiçbir kimse'nin cenaze namazını kıldırmamış ve kabirlerinin başında da bulunmamıştır. Bu hususta Ebû Katade diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir cenazeye davet edildiğinde onun hakkında sorular sorar, eğer iyi bir kimse olduğu söylenirse cenazesini kıldınrdı. İyi bir kimse olduğu hakkında bir şey söylenmezse, cenaze sahiplerine "Ona siz bakın." der ve o cenazenin namazını kıldırmazdı Ahmed b. Hanbel, Müsned Cf 5, S: 299

Ömer b. El-Hattab da, tanımadığı kimselerin cenaze namazını, Huzeyfe b. el-Yeman kılmadıkça kılmazdı. Çünkü Huzeyfe b. el-Yeman, kimin münafık olduğunu bildiri. Bu sebeple Huzeyfeye "Sır sahibi" deniyordu.

85

Onların mal ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla, dünya hayalında onlara ancak azap etmeyi ve canlarının kâfir olarak çıkmasını ister.

Allah o münafıklara malları ve evlatlarıyla azap eder. Çünkü, istemedikleri halde mallarından zorla zekât alınır, çocukları da savaşlara katılarak ölürler. Böylece daha âhirete varmadan bunlar, çocukları ve malları sebebiyle ceza görmüş olurlar. Ayrıca mal ve evlat gibi bu dünyanın geçici varlıklarına kapılıp onlarla uğraşarak hak ve hakikatten habersiz yaşayıp imansız olarak ölürler.

86

"Allah’a iman edin ve Peygamberiyle birlikte cihad edin" diye bir Sûre indirildiğinde, onlardan zengin ve güçlü olanlar, senden izin istediler. "Bırak bizi, cihaddan geri kalanlarla beraber oturalım." dediler.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime'de, güç ve kuvvet sahibi olmalarına rağmen, cihaddan geri kalmak için izin isteyenleri ve "Bırak bizi, cihaddan geri kalanlarla beraber oturalım." diyenleri kınamaktadır. Halbuki bunlar korku olmayan güven zamanlarında kahraman kesilirler ve iğneli dilleriyle eleştinnedikleri kimse bırakmazlar.

87

Savaştan geri kalan muhaliflerle beraber olmayı kendilerine yakıştırdılar. Onların kalbleri mühürlenmiştir. Onlar anlayamazlar.

Bunlar, savaşa gitmeyip evlerinde kalan kadınlar, hastalar ve hacizlerle beraber olmaya razı oldular. Allah, bunların kalblerini mühürlemiştir. Bunlar Allah'ın öğütlerini anlayıp ondan ibret almazlar.

88

Fakat Peygamber ve onunla birlikte Allah’a iman edenler, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Hayırlar işte bunlar içindir. Kurtuluşa erecekler de yalnız onlardır.

Evet, münafıklar cihada katılmadılar. Fakat Allah'ın peygamberi Muhammed ve onunla birlikte iman edenler, müşriklere karşı mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. Allah'ın dinini muzaffer kılmak için mallarını harcadılar, canlarını verdiler. Bu itibarla âhiretin nimetleri bunlarındır, kurtuluşa erip cennette ebedi olarak kalacak olanlar da bunlardır.

89

Allah, onlar için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedi kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Allah, Peygamberi ve onunla birlikte cihad edenler için, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar, o cennette ebedi olarak kalacaklardır. İşte büyük başarı ve kurtuluş budur. Yoksa savaştan geri kalmak değildir.

90

Bedevilerden, özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah’a ve Peygamberine yalan söyleyenler de yerlerinde oturup kaldılar. Bunlardan kâfir olanlara yakında can yakıcı bir azap isabet edecektir.

Bedevilerden, özür dileyenler, cihaddan geri kalmalarından kendilerine izin verilmesi için Resûlüllah’a geldiler. Allah ve Peygamberine karşı yalan uyduranlar ise, Peygambere gelmeyip yerlerinde oturup kaldılar. İşte cihaddan geri kalan bu insanların kâfir olanlarına, yakında can yakıcı bir azap erişecektir.

91

Allah ve Peygamberine karşı samimi oldukları takdirde, âcizlere, hastalara, harcayacak birşey bulamayanlara, cihada çıkmamaktan dolayı bir sorumluluk yoktur. İyilikte bulunanları ayıplamaya yer yoktur, Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Âyet-i kerime"nin "Allah ve Resulüne karşı samimi oldukları takdirde" diye tercüm edilen bölümü "Allah ve Resulü için nasihatta bulundukları takdirde" şeklinde izah edilmiştir.

Bu âyet-i kerime, cihada katılmamakta kimlerin mazur sayılacağını beyan etmektedir. Bunlar, kör ve topal gibi âcizler, hastalar ve savaşa gitmek için maddi imkânı olmayanlardır. Yeter ki bunlar Allah’a ve Peygamberine karşı samimi olsunlar, özürlerinde haklı bulunsunlar. İnsanları savaştan caydırmasınlar. Geride fitne çıkarmasınlar ve onlara nasihatta bulunsunlar. İşte bu takdirde kendilerine bir sorumluluk yoktur. Katade bu âyet-i kerime’nin Âiz b. Amr hakkında indiğini söylemiş Abdullah b. Abbas ise Abdullah b. Mukaffel ve arkadaşları hakkında indiğini söylemiştir. Katade'nin görüşü bu şekilde izah edilmektedir.

Zeyd b. Sabit diyor ki: "Ben, Resûlüllah’a gelen vahyi yazanlardan biriydim. Birgün Tevbe suresini yazıyordum. Kalemi kulağımın üzerine koyduğum bir sırada (Yazım işi bittiği bir sırada) bize savaşmamız emredildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine vahyedilen emirlerle meşguldü. O anda gözleri görmeyin birisi geldi "Ey Allah'ın Resulü benim durumum ne olacak, ben körüm?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.

92

Cihada çıkma maksadıyla binek vermen için sana geldikleri vakit "Sizi bindirecek birşey bulamıyorum" dediğinde, harcayak birşey bulamadıklarına üzlüüp, gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur."

Yine, cihada çıkmayan şu kimselere de sorumluluk yoktur ki onlar, Allah yolunda savaşmak gayesiyle, kendilerine teçhizat ve binek vermen için sana geldiler sen de onlara "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." dedin. Bunun üzerine onlar, Allah yolunda harcayacak bir şey bulamadıklarına üzülerek gözlerinden yaşlar döküp geri dönmek zorunda kaldılar.

Mücahide göre bu âyet-i kerime Müzeyne Kabilesinden "Mukarrin"in oğlullan hakkında nazil olmuştur.

Abdurrahman b. Amr ve Hucr b. Hucr'e göre ise bu âyet-i kerime, Irbad b. Sâriye hakkında nazil olmuştur.

Muhammed b. Kâ'b'a göre ise bu âyet-i kerime, çeşitli kabilelerden olan yedi kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar Amr oğullarından Salim b. Umeyr, Vâkıf oğullarından Haremî b. Amr, Mazin oğullarından "Ebû Leyla" lakabıyla anılan, Abdurrahman b. Kâ'b, Mualla oğullarından Selman b. Sahr, Harise oğullarından, Abdurrahman b. Yezid, Seleme oğullarından Amr b. Ğanme ve Abdullah b. Amr el-Müzeni'dir.

Bunlar Resûlüllah’a gelmişler "Biz, savaşa çıkmayı adadık bize binek ver de seninle birlikte savaşa katılalım." demişler. Resûlüllah da onlara "Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum." cevabını vermiş. Onlar da ağlayarak dönüp gitmişlerdi.

Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre bu kişiler hakkında Resûlüllah efendimiz, tebük seferinden dönerken Medineye yaklaştığında şöyle buyurmuştur.

"Medine'de öyle topluluklar var ki sizin yürüdüğünüz her mesafede ve aştığınız her vadide onlar sizinle beraberdirler." Orada bulunan sahabiler "Ey Allah'ın Resulü, onlar şimdi Medinede mi?" diye sorunca, Resûlüllah "Evet onlar Medine'de, onları özürleri orada hapsetti." Buyunnustur. Buhari, K. el-Megazi, bab: 81 / Müslim, K. el-lmara bab: 59 Hadis No: 1911

93

Sorumluluk sadece, zengin oldukları halde, cihada gitmemek için senden izin isteyenlerdir. Onlar, geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah, onların kalblerini mühürlemiştir. Onlar, bilmezler.

Evet, gerçek özür sahiplerine günah yoktur. Günah, savaşa gitmeye güçleri yetecek kadar zengin oldukları halde, cihaddan geri kalmak için senden izin istenleredir. Çünkü bunlar, cihada katılamayan kadınlarla beraber olmayı kendilerine layık görmüşlerdir. Kazandıkları günahlar sebebiyle Allah, onların kalblerini mühürlemiştir. Onlar, akıbetlerinin kötü olduğunu bilmezler.

94

Savaştan dönüp onlara geldiğinizde, sizden özür dilerler. Onlara de ki: "Özür beyan etmeyin. Biz, asla size inanmıyoruz. Çünkü Allah bize, haberlerinizi bildirdi. Allah da Peygamberi de amellerinizi yakında görecektir. Sonra, gizliyi de açığı da bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. Yaptıklarınızı size haber verecektir."

Cihaddan geri kalan bu münafıklar, seferden döndüğünüz zaman sizden özür dilerler. Ey Rasûlüm, onlara de ki: "Hiç özür dilemeyin, söylediklerinize asla inanmıyoruz. Çünkü Allah, sizin durumunuzu bize bildirdi. Daha sonra Allah ve Resulü ne yapacağınızı görecektir. Münafıklığınızdan vaz mı geçeceksiniz yoksa onda ısrar mı edeceksiniz? Sonra, görülen ve görülmeyen her şeyi bilen Allah'ın huzuruna çıkarılacaksınız. O, size, yaptıklarınızı haber verecek ve herkese amellerinin karşılığını gösterecektir.

95

Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allah’a yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. İşledikleri günahın cezası olarak varıp kalacakları yer cehennemdir.

Siz, cihaddan döndüğünüz zaman, bu münafıklar, kendilerini ayıplamanız için, sizi ikna etmek maksadıyla Allah’a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Onları, tercih ettikleri İnkârcılık ve nifakla başbaşa bırakın çünkü onlar necistirler. İşledikleri günahlar sebebiyle varacakları yer, cehennemdir.

Bu âyetin izahında Abdullah b. Abbas diyor ki: "Resûlüllah’a denildi ki: Sarılarla (Rumlarla) savaşmaz mısın? Belki de sen Rumların liderinin kızını esir alırsın. Çünkü onlar güzeldir." Bunun üzerine iki adam şöyle dediler "Ey Allah’ın Resulü, biliyorsun ki kadınlar fitnedir. Sen bizleri, onlar yoluyla baştan çıkarmış olma. Bize (cihada katılmamak için) izin ver." Bunun üzerine Resûlüllah o ikisine de izin verdi. Bunlar oradan ayrılıp gidince biri diğerine şöyle dedi. "Bu, ancak ilk yiyeni yiyeceği bir yağdır."

Resûlüllah yoluna devam etti. Bu gibi izin isteyenler hakkında ona bir şey nazil olmadı. Ancak yolun bir kısmini yürüyüp bazı suların başına varınca Resûlüllah’a şu âyetler indi. "Eğer cihad, kolaylıkla elde edilecek bir dünya menfaati ve istenilen bir yolculuk olsaydı elbette sana uyarlardı..." Allah seni affetsin. Doğru söyleyenleri bilmeden cihada çıkmamalarına niçin izin verdin?.. Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla cihad etmemek için senden izin istemezler. Tevbe sûresi, 9/42-43-44

Âyetleri ve "Onlardan" yüzçevirin. Çünkü onlar murdardılar. İşledikleri günahın cezası olarak varıp kalacakları yer, Cehennemdir." âyetleri nazil oldu. Resûlüllah ile birlikte cihada katılanlardan bir adam geri kalan bu adamlara gitti ve dedi ki: "Biliyormusunuz, sizden sonra Resûlüllah'a Kur'an âyetleri indi?" Onlar da dediler ki "Ne duydun?" O da dedi ki "Bilmiyorum ama âyetin, "Şüphesiz ki onlar murdardılar" dediğini işittim. "Bunun üzerine savsa katılmayan kişilerden "Mahşi" diye isimlendirilen bir adam diğerlerine dedi ki "Vallahi ben, sizinle birlikte geride kalmaktansa bana yüz sopa vurulmasını isterdim." Sonra çıkıp Resûlüllah’ın yanına gitti. Resûlüllah ona: "Seni buraya getiren sebep nedir?" dedi. O da "Resûlüllah’ın yüzünü rüzgar yakarken ben güneş görmeyen yerde mi oturup kalayım?" Bunun üzerine Allahü teâlâ bu Âyetleri indirdi. "Onlardan bazısı, Peygambere "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" diyordu' Tevbe sûresi, 9/49 Âyeti ve "Bu sıcakta savaşa çıkmayın." dediler Tevbe sûresi, 9/81 âyeti nazil oldu. "Vallahi ben, sizinle birlikte savaşa gitmemektense bana yüz sopa vurulmasını isterdim." diyen kimse hakkında da şu âyet nazil oldu. "Münafıklar aleyhlerine bir Sûre inip kalblerinde gizlediklerini haber vereceğinden korkuyorlar Tevbe sûresi, 9/64

Resûlüllah ile birlikte bulunanlardan bir münafık ta, mü’minleri kastederek şöyle dedi: "Şâyet bunlar, söyledikleri gibi iseler bizde hiçbir hayır yoktur." Bu kişinin sözü Resûlüllah’a ulaştı. Resûlüllah onu çağırıp "Duyduğum bu sözün sahibi sen misin?" dedi. O kişi de: "Sana kitabı indirene yemin olsun ki, hayır!" diye cevap verdi. Allah, bunun hakkında da "Onlar, söylemediklerine dair Allah’a yemin ettiler. Halbuki onlar, kâfirliğe götüren sözü söylediler. Tevbe sûresi, 9/74 âyetini ve "İçinizde onları dinleyenler de vardır. Allah, zalimleri çık iyi bilir." âyetlerini indirdi Tevbe sûresi, 9/47

Tebük seferinden geri kalan, Kâ'b b. Malik'in oğlu Abdullah b. babası Kâ'b b. Malikin bu âyet nazil olduktan sonra şunları söylediğini rivyat etmiştir.

"Allah beni hidâyete kavuşturduktan sonra Resûlüllah’a karşı doğu söylemeden daha büyük bir nimet lütfetmedi. Yalan söyleyip te, yalan söyleyenler gibi bu âyetin beyan ettiği üzere helak olmadım Buhari, K. Tefsir el-Kur4an Sûre: 9 bab: 14

Kâ'bın korkusu âyet-i kerime’nin, yalan söyleyenleri, "Onlar murdardılar" şeklinde vasıflandırınasındandır.

96

Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasıklar güruhundan razı olmaz.

Onlar, sizin gönlünüzü almak için yemin ederler. Sizin gönlünüz onlardan hoşnut olsa bile, Allah onlardan razı olmaz. O halde Allah'ın kendilerinden razı olmadığı kişilerden siz de razı olmayın, onlarla münasebette bulunmayın.

97

Bedeviler, inkâr ve iki yüzlülük yönünden daha fenadırlar ve Allah’ın, Peygamberine indirdiği dini hükümlerin sınırlarını bilmemeye daha müsaittirler. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Araplar, çölde yaşayan insanlara "Bedevi" derler. Bu insanlar genellikle şehirlerde yaşayan âlimlerden uzak kaldıkları, takva sahbi salih kişilerle münasebetleri olmadığı ve eğitimden uzak oldukları için, katı kalbli, sert mizaçlı olarak yetişirler. İslama karşı çıkmaların da da bu halleri önemli bir rol oynamıştır.

98

Bedevilerden bir kısmı da, Allah yolunda harcandığını bir ziyan sayar, başınıza bir felaket gelmesini bekler. Şiddetli felaket onların başına gelsin. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

Bedevilerden bazıları da vardır ki, müşriklere karşı cihad etmek için veya bir müslümana yardım etmek için yahut da Allah'ın emrettiği herhangi bir yöne vermek, için harcadığı mallarını bir zarar sayar. Ondan bir sevap beklemediği gibi onun, kendisinden bir cezayı uzaklaştırdığına da inanmaz. Onlar, sevmediğiniz birşeyin, başınıza gelmesi, sevdiğiniz bir kimsenin sizden uzaklaşması ve düşmanınızın size galip gelmesi gibi felaketlerin sizlere gelmesini beklerler. Felaketler sizin değil onların başına gelsin. Allah, kendisine yalvaranların duasını çok iyi işiten ve kimlerin azaba uğrayacaklarını çok iyi bilendir.

İbn-i Zeyd diyor ki: "Bu âyette zikredilenler Bedevilerin münafıklarıdır. Bunlar, kendilerine karşı savaş açılacağı korkusuyla, gösteriş için mallarını harcıyorlardı. Bu itibarla harcadıklarının kendileri için, zarardan başka bir şey olmadığına inanıyorlardı.

99

Bedevilerden bir kısmı da Allah’a ve âhiret gününe iman eder. Harcadığını, Allah katında yakın dereceler elde etmeye ve Peygamberin dualarını almaya vesile sayar. İyi bilinmelidir ki, bu onlar için, Allah’a bir yakınlık vesilesidir. Allah onları yakında rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Bedevilerden bazıları da vardır ki, Allah’ı tasdik ederler, onu birliğini ikrar ederler. Öldükten sonra dirilmeye, sevap ve cezaya iman ederler. Müşriklere karşı cihad etmek için ve Resûlüllah’ın seferleri için harcadıkları mallardan, Allah'ın rızasına erişmeyi, sevgisine nail olmayı ve Peygamberin dua ve affına mazhar olmayı isterler. İyi bilin ki, Peygamberin onlara dua etmesi ve onlar için af dilemesi, onları Allah’a yaklaştıran bir vasıtadır. Onların harcamaları da bir vasıtadır. Allah onları, rahmetinin içine koyup cennetine katacağı kimselerden yapacaktır. Şüphesiz ki Allah, onların işlediği kusurları affeden, tevbe etmelerinden sonra azaplarını düşürüp merhamet edendir.

Mücahid diyor ki: "Bu âyette ziklredilen Bedeviler, Müzeyne kabilesinden "Mukarrin"in oğullarıdır. Şu âyet de bunların hakkında nazil olmuştur: "Cihada çıkma maksadıyla binek vermen için Sana geldikleri vakit" Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum" dediğinde harcayacak bir şey bulamadıklarına üzülüp gözleri yaşla dolu olarak geri dönenlere de sorumluluk yoktur. Tevbe sûresi, 9/94

100

İki iman eden muhacirler ve Ensar ile, iyilik yaparak onlara tabî olanlardan Allah razı oldu. Onlar da Allatılan razı oldular. Allah onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedî kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Allah’a ve Resulüne iman etmeye ilk önce koşan muhacirlerle düşmanlarına karşı Resûlüllah’a yardım eden Ensar'dan bir de Allah ve Resulüne iman etmede, Darülharbi bırakıp Darülislama hicret etmede bunlara uyanlardan Allah razı olmuş, bunlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Zira bunlar Allah'ın emir ve yasaklarını tutmuşlar, Allah da bunların iman ve itaatlarına karşı kendilerine bol sevaplar vermiş ve onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Onlar orada ebedi olarak kalacaklardır.? Ne ölecekler ne de oradan çıkarılacaklardır.

Âyet-i kerimde zikredilen "İlk hicret edenler"in kimler olduğu hakkında iki görüş zikredilmektedir.

Şa'bî'nin naklettiği bir görüşe göre bunlar, Hudeybiye musalahasmdaki "Bey'at-i Rıdvan"a katılan ve o ân'a kadar hicret etmiş olanlardır.

Ebû Mûsa el-Eş'arî, Saîd b. El-Müseyyeb, Muhammed b. Kâ'b, Hasan-ı Basrî ve Katade'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise bunlar, iki kıbleye karşı yani, daha önce kıble olan Mescid-i Aksâ'ya ve sonra da Kabe'ye karşı namaz kılan sahabîlerdir.

Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi diyor ki: "Ömer b. el- Hattab, "İlk iman eden muhacirler ve Ensar ile, iyilik yaparak onlara tabi olanlardan Allah razı oldu. Onlarda Allah’tan razı oldular." âyetini okuyan bir kişinin yanından geçti. Ömer onun elinden tutup "Bunu sana kim okuttu?" diye sordu. O da: "Übey b. Kâ'b" dedi. Ömer: "Benden ayrılma seninle birlikte ona gidelim" dedi. O kişiye varınca Ömer ona: "Buna bu âyeti bu şekilde sen mi okuttun?" diye sordu. O da: "Evet" dedi. Ömer "Sen bunu Resûlüllahtan mı duydun?" dedi. Übey "Evet" dedi. Ömer "Ben sanıyordum ki biz, bizden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir mertebeye ulaştırıldık" Bunun üzerine Übey dedi ki: Bu âyetin manasım ifade eden diğer âyetler de vardır. Onlar da: "Cuma suresinin: "Allah bu peygamberi bunlara kavuşmamış kimselere de göndermiştir. O, her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir." Cuma sûresi, 62/3 Âyeti, Haşr suresinin: "Muhacirlerden ve Ensardan sonra gelen mü’minler şöyle dua ederler "Ey rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla" Haşr sûresi, 59/10 âyeti ve Enfal suresinin, "Daha sonra iman edip hicret edenler ve sizinle beraber cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Enfal sûresi, 8/75 âyetidir.

101

Çevrenizdeki Bedevilerden münafıklar olduğu gibi, bizzat Medine halkından da münafıklığı huy edinenler vardır. Ey Peygamber onları sen bilmezsin, biz biliriz. Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba uğratılacaklardır.

Medine'nin çevresinde bulunan Bedevilerden münafıklar olduğu gibi bizzat Medine halkından da münafıklığı âdet edinen ve onu sürdüren kimseler de vardır. Bunlar, münafıklıkta devam ederler, tevbe edip ondan vaz geçmezler. Ey Rasûlüm, sen Bedevilerden ve Medine halkkından olan bu münafıktan bilmezsin. Bunların kimler olduklarını ancak bizler biliriz. Biz onları, dünyada iken, rezil etme, aç bırakma, müslümanların eliyle öldürme, kalblerine korku salma, felaketlere uğratma, İslamî cezaları uygulama, kendilerini kızdırma gibi azaba ve kabir azabına uğratacağız. Sonra da âhirette büyük bir azap olan cehennem azabına götürüleceklerdir.

Âyet-i kerime’de münafıkların, Resûlüllah tarafından bilinmeyecekleri ancak Allah tarafından bilinecekleri beyan edilmektedir. Bu hususta Katade diyor ki: "Ne oluyor bir takım insanlara ki, kendilerini bazı insanların ne olacaklarını bilmeye zorlarlar. "Falan cennetliktir" "Filan cehennemliktir." derler. Bunlardan birine, kendisinin ne olacağım sorduğunda ise "Bilemiyorum" der. Yemin olsun ki sen, kendi amelini diğer insanların amelinden daha iyi bilirsin. Sen başkalarının ne olacağını bileceğini iddia etmenle senden önceki Peygamberlerin dahi kendilerini zorlamadıkları bir şeye kendini zorlamış oluyorsun. Çünkü Hazret-i Nuh, kendisine tabi olan kimseler hakkında şöyle demiştir. "Onların ne yaptıklarını ben ne bileyim? Şuara sûresi, 26/112 Hazret-i Şuayb da, kavmi için şöyle demiştir: "Eğer iman ediyorsanız, Allah'ın geriye bıraktığı şey sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bekçi değilim." Hud sûresi, 11/86

Allahü teâlâ bu âyette de Resûlüllah’a, "Onları sen bilmezsin, biz biliriz." buyurmuştur. Âyet-i kerime'de "Yakında onlara iki defa azap edeceğiz. Sonra da büyük bir azaba uğratılacaklardır." buyurulmaktadır.

Müfessirler, âyetin sonunda zikredilen "Büyük azap"tan maksadın, Cehennem azabı olduğu hakkında" ittifak etmişler, ondan önce zikredilen "İki azap"tan neyin kastedildiği hususunda ise farklı görüşler zikretmişlerdir. Bu iki azap'tan birinin, kabir azabı olduğu, Abdullah b. Abbas, Ebû Malik, Mücahid, Katade, Hasan-ı Basri, İbn-i Cüreyc ve İbn-i İshak'tan nakledilmiştir. Bunun, öldürülme ve cehennemde yapılan ilk azap olduğunu söyleyenler de vardır.

Bu iki azap'tan bir diğerinin hangi azap olduğu hususunda birçok görüş zikredilmiştir.

Abdullah b. Abbas ve Ebû Malik'e göre bu azap'tan maksat, münafıkların, isimleriyle belirtilerek rüsvay edilmeleridir. Bu hususta Abdullah b. Abbas demiştir ki: "Resûlüllah, bir Cuma günü hutbe okuyordu. Hutbesinde: "Ey filan çık dışarı çünkü sen münafıksın. Ey filan çık dışarı çünkü sen münafıksın" buyurdu. Münafıklardan bazı insanları mescitten çıkardı, onları rezil etti. Onlar mescitten çıkarken Ömerle karşılaştılar. Ömer, Cumaya yetişemediğinden utanarak onlardan gizlendi. Çünkü o, insanların, Cumayı kılıp dağıldıklarını zannetmişti. Münafıklar da, ömerin, durumlarını bileceğinden utanarak onlar da ondan gizlendiler. Çünkü onlar, Ömerin, onların halini bildiğini zannetmişlerdi. Ömer gelip mescide girdi. Bir de ne görsün, insanlar henüz namaz kılmamışlar. Müslümanlardan bir adam ona: "Müjde ey Ömer, Allah bugün münafıkları açığa çıkanp rezil etti." dedi. İşte münafıkların gördükleri ilk azap bu idi. İkinci azap ise kabir azabı'dır.

Mücahid ve Ebû Malikten nakledilen ikinci bir görüşe göre bu iki azaptan biri de "Açhk"tır. Yahyaya göre, kalblerine giren korkudur. Katade, Hasan-ı Basri ve İbn-i Cüreyce göre dünyada görecekleri herhangi bir azap'tır. Bu azap dünyada yakalancakları herhangibir hastalık olabilir. Nitekim peygamber efendimiz, Huzeyfetül Yeman'a, sahabilerinden on iki kişinin münafık olduklarını, bunlardan bazılarının yakalanarak öleceklerini beyan etmiştir.

Ammar b. Yâsir diyor ki:

"Huzeyfe bana Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu haber verdi: "Sahabilerimin içinde on iki münafık vardır. Onlardan sekizi, deve iğnenin deliğinden geçmedikçe cennete girmeyeceklerdir. Bu sekiz kişiden cehennem ateşinden kaynaklanan ve omuzlarında görünüp göğüslerinde dahi kendisini gösteren çıbanlar çıkacak. Seni onların şerrinden kurtaracaktır. Tevbe sûresi, 9/55

Taberinin rivâyetinde, bu on iki kişiden altısının, zikredilen bu çıbanla ölecekleri, altısının da normal ölümde ölecekleri Rivâyet edilmektedir.

Katade devamla diyor ki: "Bize anlatıldığına göre Ömer b. el-Hattab (radıyallahü anh) bu on iki kişiden birisi olduğunu zannettiği kişilerden biri ölünce Huzeyfe bakarmış, o onun cenaze namazını kılarsa Ömer'de kılarmış, yoksa kılmazmış. Yine bize anlatıldığına göre Ömer, Huzeyfeye şöyle demiştir: "Allah hakkı için söyle bana ben de onlardan mıyım?" Huzeyfe'de demiştir ki: "Allah'a yemin olsun ki, sen onlardan değilsin. Ancak senin dışında herhangi bir kimsenin nifaktan uzak olduğuna garantim yoktur."

İbn-i Zeyde göre ise, münafıkların, dünyada görecekleri azaplardan birinden maksat, onların, mallarına ve evlatlarına gelen felaketlerdir. Nitekim bu hususta Allahü teâlâ "Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah, bunlarla dünya hayatında onlara azap etmeyi diler. Tevbe sûresi, 9/55

buyurmuştur.

Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir görüşe göre, dünyadaki bu azaptan maksat, İslam ceza hukukunun kendilerine tatbik edilmesidir.

Hasan-ı Basriye göre kendilerinden zekât alınmasıdır. İbn-i İshaka göre ise, kalblerine kızgınlık ve öfkelerin sokulmasıdır.

Taberi diyor ki: "Bana göre doğru olan söz Şudur" Allahü teâlâ, bu münafıklara iki kere azap edeceğini bildirmiş ancak bu azapların neler olacağına dair bize herhangi bir delil vermemiştir. Bu azapların Yukarıda zikredilenlerden bazılarının olması mümkündür. Ancak, âyetin sonunda, münafıkların büyük bir azaba uğratılacakları beyan edildiğinden bundan önce zikredilen iki azabın dünyada görüleceği ortaya çıkmaktadır. Dünyada görülecek bu azaplardan birinin de kabir azabı olması büyük bir ihtimaldir.

102

Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır. Bunlar, kötü amelle iyi ameli birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

Medine halkından, nifak üzere devam edenler bulunduğu gibi onlardan, günahlarını itiraf edenler de vardır. Bunlar, Resûlüllah ile birlikte cihada çıkmama kötü amellerini, günahlarından tevbe etme iyi amellerine karıştırmışlardır. Allah bunların tevbelerini kabul edecektir. Zira Allah, kullarını çokça affeden ve çok merhametli davranandır.

Âyet-i kerime'de geçen ve "Umulur ki" diye tercüme edilen (......) kelimesi, Allahü teâlâ için kullanıldığında "Muhakkak ki" manasını ifade eder. Bu sebeple âyette zikredilen kimselerin günahlarının affedileceği vaadedilmiştir.

Haccac b. Ebi Zî'b diyorki: "Ben Ebû Osman'ın şöyle söylediğini işittim", "Bana göre Kur'anda bu ümmet için bu âyetten daha fazla ümit veren bir Âyet yoktur."

Semüre b. Cündeb, Resûlüllah’ın, bu âyetin izahında şunları buyurduğunu Rivâyet edmiştir:

"Bu gece rüyamda bana iki kimse geldi .Beni alıp altın ve gümüş kerpiçlerden yapılmış bir şehre götürdüler. Bizi, vücutlarının yarısı gözle görebileceğin en güzel bir şekilde diğer bir yarısı da yine gözle görebileceğin en çirkin şekilde olan adamlar karşıladı. O iki kimse o adamlara dediler ki; "Gidin, kendinizi şu nehire atın." Onlar da gidip kendilerini o nehre attılar. Sonra dönüp bize geldiler. Onlarda olan o kötü durum gitmişti. Onlar, en güzel bir sekile girmişlerdi. O iki kişi bana dediler ki: "İşte bu, Adn cennetidir. Şu da senin makamındır." Yine dediler ki: "Yanlan güzel, diğer yarılan çirkinolan o insanlara gelince onlar, salih amellerine kötü ameleri katanlardır. Allah onların kusurlarını bağışladı. Buhari, K. Tefsir el-Kur'an Sûre 9, bab: 15.

Müfessirler, bu âyet-i kerime’nin kimler hakkında indiği hususunda çeşitli görüşler zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas'a göre bu âyet, içlerinde Ebû Lübabe'nin de bulunduğu on kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Tebük seferinde Resûlüllah’a katılmayıp geride kalmışlardır. Ebû Lübabe dahil, bunlardan yedi tanesi, yaptıklarına pişman olarak kendilerini, mescid-i Nebevi'nin direklerine bağlamışlardır.

Resûlüllah savaştan dönüp kendilerini affedip çözmedikçe kendi kendilerini çözmeyeceklerine yemin etmişlerdir. Resûlüllah dönünce bunların niçin böyle yaptıklarım sormuş, durumları ona anlatılmıştır. Resûlüllah da: "Allah onların özürlerini kabul etmedikçe ben de kabul etmeyeceğim ve onları çözmeyeceğim. Çünkü pnlar, benim emrimden yüz çevirdiler, müslümanlarla savaşa çıkmayıp geride kaldılar." buyurmuş onlar da "Allah bizi çözmedikçe biz de kendimizi çözmeyeceğiz" diye yemin etmişler nihÂyet bu âyet inmiş, onların tevbelerinin kabul edildiği beyan edilmiş Resûlüllah da onları serbest bırakmış ve özürlerini kabul etmiştir.

b- Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bunlar altı kişidir, Ebû Lübabe, dahil üçü, kendilerini mescidin direklerine bağlamışlardır.

c- Zeyd b. Eslem'e göre bunlar sekiz kişidir. Kendilerini direğe bağlayanlar, Kerdem, Mirdas ve Ebû Lübabe'dir. Said b. Cübeyre göre de bunlar, Hilal, Ebû Lübabe, Kerdem, Mirdas ve Ebû Kays'dır.

d- Katadeye göre bunlar yedi kişidir. Salih amel ile kötü antetleri birbirine kanştıranlar bunlardan dördü'dür. Bunlar da Cedd b. Kays, Ebû Lübabe, Haram ve Evs'dir.

e- Mücahidden nakledilen başka bir görüşe göre bu âyeti kerime yalnız Ebû Lübabe hakkında inmiştir. Ebû Lübabe, muhasara altında bulunan Kureyza oğlu Yahudilerinin yanından geçerken eliyle bağazına işaret etmiş, Sa'd b. Muazın hakemliğini kabul etmeleri halinde kesileceklerini anlatmak istemiştir Bunun üzerine Ebû Lübabe, kendisini mescidin direklerinden birine bağlamış, tevbesi kabul edilinceye kadar kendisini çözmeyeceğine yemin etmiştir. Bu âyet-i kerime inmiş, Ebû Lübabe'nin tevbesinin kabul edildiğini bildirmiştir.

f- Zühriye göre ise bu âyeti kerime sadece Ebû Lübabe hakkında nazil olmuştur amma, Kureyza oğlu Yahudilerinin hadisesinden dolayı değil Tebük savaşına katılmamasından dolayı nazil olmuştur.

Taberi diyorki: "Bu âyetin nüzul sebebi hakkında doğru olan görüş şudur: "Bu âyet, Resûlüllah’ın Tebük seferinde çıktığı zaman, onunla beraber cihada çıkmayan ve geride kalan bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri de Ebû Lübabe'dir. Bu âyetin, yalnız Ebû Lübabe hakkında indiğini söylemek doğru değildir. Zira âyette, "Günahlarını itiraf eden diğerleri de vardır." buyurulmakta ve günahlarını itiraf edenlerin çok kimseler olduğu beyan edilmektedir. Nitekim, sîret âlimleri de bunun, Tebük seferinden geri kalan bir topluluk hakkında nazil olduğunu Rivâyet etmiştir.

103

Ey Peygamber, onların mallarından sadaka al ki bununla onları manevî kirlerden temizlemiş ve derecelerini yüceltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir huzur kaynağıdır. Allah, her şeyi çok iyi işiten ve çok iyi bilendir.

Peygamber efedimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) zekâtım getirip teslim edene hayır duada bulunurdur. Abdullah b. Ebi Evfa diyor ki:

"Bir kimse zeâktını Resûlüllah’a getirdiğinde onun Resûlüllah onlara dua ederdi. Babam da zekâtım Resûlüllah’a getirdiğinde için de "Ey Alanım sen Ebi Evfa ailesine merhamet eyle." diye duada bulundu. Buhari, K. ed-Davud, bab: 33 / Ebû Davud, ez-Zekâh bab: 6, Hadis No: 1590 / Nesaî K. ez-Zekâh, bab: 13 / İbn-i Mace, K. ez-Zekat, bab: 8 Hadis No: 1796

Abdullah b. Abbas'dan rivâyet edildiğine göre cihaddan geri kalan Ebû Lübabe ve arkadaşları daha sonra cihaddan geri kalmalarına pişman olmuşlar ve kendilerini Mescid'in direğine bağlayarak, Allah tarafından affedilinceye kadar kendilerini çözmeyeceklerine yemin etmişlerdi. Allahü teâlâ bunların tevbelerini kabul etmiş onlar da kendilerini bağladıkları direkten çözmüş ve mallarını getirip Resûlüllah’a vermek istemişler ve ona "Ey Allah'ın Resulü, işte mallarımız, bunları al sadaka olarak dağıt ve bizim için af dile." demişlerdi. Resûlüllah da "Ben, sizin mallarınızdan bir şey almakla emrolunmadım." buyurmuş bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil olmuş. Resûlüllah da onların mallarından bir kısmını alıp dağıtmıştır.

104

Onlar bilmediler mi ki? kullarının yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder, sadakalarını da ancak o kabul eder .Ve Allah, tevbeleri çokça kabul edendir, çok merhametli olandır.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılmayanları tevbe etmeye, sadaka vermeye, tevbe ve sadakalarında da samimi olmaya teşvik etmektedir. Çünkü tevbe ve sadaka, günahların affedilmesine, kişilerin, manevî kirlerden temizlenmesine sebep olmaktadır.

Abdullah b. Mes'ud, bu âyetin izahında şunu söylemiştir: "Hiçbir kimse bir sadaka vermez ki, dilencinin eline konulmadan Allah'ın eline konulmuş olmasın." Sonra Abdullah b. Mes'ud "Onlar bilmediler mi ki, kulların yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak o alır." âyetini okudu.

Verilen sadakanın, Allah katında ne kadar sevap olduğunu belirten bir hadis-i şerifte de Resûlüllah şöyle buyurmuştur:

"Allah, verilen sadakayı kabul eder. Onu sağ eliyle alır ve sizden birinizin tayını beslediği gibi onu büyütür. Öyle ki, bir lokma, Uhut dağı gibi olur. Bunu, Aziz ve celil olan Allah'ın kitabında doğrulayan âyetler şunlardır: "Onlar bilmedilermi ki, kulların yaptığı tevbeyi ancak Allah kabul eder. Sadakalarını da ancak Allah alır." "Allah, faizi mahveder, sadakaları ise artırır. Bakara sûresi, 2/276 Tirmizî, K. ez-Zekât bab: 28, Hadis No: 662

105

Ey Rasûlüm, de ki: "Çalışın. Yakında Allah, Peygamberi ve mü’minler, yaptığınız işleri görecektir. Sonra da gizli ve açık olanı bilen Allah'ın huzuruna çıkartacaksınız. Yaptıklarınızı size haber verecektir.

Ey Rasûlüm, cihaddan geri kalan ve günah işlediklerini itiraf eden bu insanlara de ki: "Siz, Allah’ı razı edecek ameller işleyin. Sizin böyle ameller işlediğinizi, Allah, Resulü ve mü’minler göreceklerdir. Ve sizler, kıyamet gününde gizliliklerinizi de gizli olmayan şeylerinizi de bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O, size ne yaptığınızı bildirecek ve size, yaptığınızın karşılığını verecektir.

106

Savaştan geri kalan diğer bir kısım insanların durumu ise, Allah'ın hükmüne bırakılmıştır. Onlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Bu âyet-i kerime, daha sonra gelen yüz on sekizinci âyette zikredilen üç kişiye işaret etmektedir. Bunlar Kâ'b b. Malik, Mürare b. Rebi' ve Hilal b. Ümeyye isimli sahabilerdir. Bu sahabiler, bir çok savaşa katılmalarına rağmen Tebük seferinden geri kalmışlardır. Bu sebeple Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kendileriyle konuşulmasını yasaklamış ve durumlarını Allah'a havale etmiştir. Yüzon sekizinci âyette bunların tevbelerinin kabul edildiği bildirilmiştir.

107

Zarar vermek, înkâretmek, mü’minlerin arasını ayırmak ve daha önce Allah ve Peygamberine karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlamak için bir mecsid yapanlar "Biz, sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.

Peygamberin meesidine zarar vermek, Allah'ın Peygamberine karşı gelip Allah’ı inkâr etmek, mü’minler topluluğunun arasını açmak, daha önce Resûlüllah’a karşı savaşan Ebû Âmir el-Fâsık'a gözetleme yeri hazırlamak için özel bir mescid yapanlar "Biz bunu yapmakla ancak iyilikte bulunmak ve Müslümanların sıkıntılarını gidermek istiyorduk." diye yemin ederler. Allah da şahittir ki bunlar yalancıdırlar.

Said b. Cübeyr, Mücahid, Urve b. Zübeyr, Katade ve diğerlerinden Rivâyet edildiğine göre Medinede Hazreç kabilesine mensup Ebû Âmir adında bir adam vardı. Bu adam, cahiliyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve ehl-i kitaba ait birçok kitapları okuyarak ta Papaz olmuştu. Bu adamın, kabilesi nezdinde büyük bir itibarı vardı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Medineye hicret etmiş, çevresinde Müslümanlar çoğalmış ve Müslümanlar Bedir savaşıyla da müşriklere karşı büyük bir zafer elde etmişlerdi. İslâm'ın ve müslümanlarin güçlenmesi ve Hazreç kabilesinden birçoklarının Müslüman olması karşısında Ebû Âmir Re-sullaha ve İslama kin beslemey başladı. Resûlüllah onu İslama davet etti. Kendisine Kur'an okudu fakat o, Müslümanlığı kabul etmemekte ısrar etti. Resûlüllah’a karşı düşmanlığını açığa vurdu. Medine'de tutunamayarak Mekke'ye kaçtı. Orada, bütün müşrikleri ve Arap kabililelerini Müslümanlara karşı kışkırttı. Uhud savaşı için yapılan hazırlıklara katıldı ve bizzat savaşa da iştirak ettti. Savaştan sonra İslamın gittikçe güçlendiğini görünce bu defa Bizans İmparatoru Herakliyüs'a giderek, Resûlüllah'a karşı kendisine yardım etmesini istedi. Ve bir müddet orada kaldı. İşte orada bulunduğu sırada, Medine'de bulunan kendi taraftarı münafıklara mektup yazarak, yakında büyük bir güçle Medine'ye geleceğini, kendisi için orada bir karargâh ve gözetleme yeri yapmalarını istedi. Bunun üzerine taraftarları Küba Mecsidi'nin yakınında bir Mescit yaptılar.

Resûlüllah Tebük seferine çıkarken, Ebû Âmirin adamları olan münafıklar, Müslümanlar nezdinde bir meşruiyet kazandırmak için kendisini bu mescitte namaz kılmaya davet ettiler. Bu mescidi, âcizler ve sakatlar için yaptıklarını söylüyorlardı. Resûlüllah onlara "Şu anda sefere çıkıyoruz, inşallah dönerken." cevabını verdi.

Tebük seferinden döndüğünde Medine'ye yaklaşırken Cebrâil Aleyhisselam geldi ve bu mescid'in Mescid-i Dırar yani, Müslümanlara zarar vermek için kurulmuş bir Mescid olduğunu, bunu yapanların, sadece İnkârcılık ve bölücülük için yaptıklarını bildirdi. Bunun üzerine Resûlüllah, daha Medine'ye varmadan adamlar gönderip mescidi yıktırdı. İşte âyet-i kerime'nin nüzul sebebi bu olaydır ve bu fitneyi açıklamaktadır.

Zühri, Yezid b. Rûman, Abdullah b. Ebibekr, Âsim b. Ömer b. Katade ve diğer ravilerin naklettiklerine göre Resûlüllah Tebükten dönerken, Medineye yakın bir mesafede bulunn "Zîevan" denen yerde konakladı. Orada Resûlüllah’a, Dırar mescidinin gerçek yüzünü beyan eden haber ulaştı. Bunun üzerine Resûlüllah, Seleme b. Avf oğullarının kardeşliği olan Mâlik b. Duhşum'u ve Aclan oğullarının kardeşliği olan Maan b. Adiy veya kardeşi Âsim b. Adiy'i çağırdı. Onlara, "Halkı zalim olan bu mescide gidin. Onu yıkın ve yakın" dedi. Onlar da çıkıp hızlıca gittiler Mâlik b. Duhşum'un kabilesi olan Salim b. Avf oğullarına varınca Mâlik, Maan b. Adiy'e dedi ki: "Beni bekle, Ailemden ateş alıp geleyim." Ailesine gitti, bir hurma dalı aldı. Onu yaktı. İkisi birden koşarak Mescidi Dırara girdiler. Orada Dirar cemaati bulunuyordu. Bu iki kişi, mescidi yaktılar. Kalanın yıktılar. İçinde bulunanlar da dağılıp gittiler. İşte bunlar hakkında Kur’an’ın bu âyeti nazil oldu. Bu mescidi yapanlar on iki kişiydi. Bunlar, şu kimselerdi:

- Amr b. Avf oğullarından, Hizam b. Halid b. Ubeyd, Mescid-i Dırann yerini bu kişi vermişti.

- Ubeyd oğullarından, Sa'lebe b. Hâtıb.

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Muattıb b. Kuşeyr,

- Dubey'a b. Zeyd oğullarından Ebû Habibe b. el-Ez'ar,

- Amr b. Avf oğullarından olan Sehl b. Huneyfin kardeşi, Abbad b. Huneyf.

- Câriye b. Âmir, Bu da Dubey'a oğullarmdandır.

- Cariye b. Âmir'in oğlu, Mücemma' b. Câriye,

- Zeyd b. Câriye,

- Dubey'a oğullarından olduğu söylenen Bahtec veya Bahsec,

- Dubey'a oğullarından Bicad b. Osman,

- Nebtel b. el-Hâris, Bu da Dubey'a oğullarındandı.

- Vedia b. Sabit. Bu da Ümeyye oğullarına nisbet eldilmiştir.

Leys demiştir ki: "Şakiyk, Âmiroğullarının mescidinde namaza kavuşamamış. Ona denilmiş ki: "Filan oğullarının mescidinde henüz namaz kılınmadı." O da demiştir ki: "Ben orada namaz kılmak istemiyorum. Çünkü, o zarar vermek için yapılmıştır. Her zarar vermek için veya gösteriş için yahut şan şeref için yapılan mescid, mescid-i Dırar hükmündedir."

108

Ey Rasûlüm, bu mescitte asla namaza durma. Şüphesiz ki başlangıcından itibaren, takva üzere kurulan mescitte namaz kılman daha hayırlıdır. O mescitte, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever.

Ey Rasûlüm, münafıkların, mü’minleri bölmek, Allah’a ve Resulüne karşı savaşan kimseye gözetleme yeri hazırlamak maksadıyla yaptıkları mescid-i Dırarda hiçbir zaman namaz kılma. İlk gününden itibaren, Allah'tan korkma ve ona itaat etme düşüncesiyle yapılan mescid-i Nebevide namaz kılman daha hayırlıdır. Takva üzere yapılmış olan bu mescidin çevresinde, tevbe ederek manevi kirlerden, su ile taharet ederek te maddi kirlerden temizlenmek isteyen kişiler vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever.

Müfessirler, âyet-i kerime’de zikredilen ve "İlk gününden itibaren takva esası üzere kurulan mescit'den hangi mescidin kastedildiği hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Sabit, Ebû Said el-Hudri ve Said b. el-Mü-seyyeb'e göre bu mescitten maksat, Medine'de bulunan Mescid-i Nebevidir. Bu hususta Osman b. Ubeydullah diyorki: "Ebû Hureyre'nin oğlu Muhammed beni, takva üzerine kurulu meesidin hangi mescit olduğunu sormam için Abdullah b. Ömer'e gönderdi. Onun, mescid-i Nebevi mi yoksa Küba mescidi mi olduğunu sordum. O da bu mescidin Küba mescidi değil mescid-i Nebevi olduğunu söyledi.

Ebû Seleme b. Abdurrahman diyorki:

"Benim yanımdan, Abdurrahman b. Ebû Said el-Hudri geçti. Ona dedim ki: "Takva üzerine kurulmuş olan mescid hakkında babanın ne anlattığım duydun?" O da dedi ki: "Babam dedi ki: "Ben, Resûlüllah’ın, hanımlarından birinin evinde iken onun yanına girdim ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, takva üzerine kurulmuş ola mescid, hangi mescittir?" O, bir avuç çakiltaşı alıp yere attı sonra şöyle buyurdu: "O, sizin şu mescidinizdir..." (Mescid-i Nebevidir.) Ebû Seleme diyorki: "Ben, Abdurrahman'a dedim ki: "Babanın bunu anlattığına şahidim. Müslim K. el-Hacc b: 514 HN: 1398

b- Abdullah b. Abbas, Atiyye, İbn-i Büreyde, İbn-i Zeyd ve Urve b. Zü-beyre göre, burada zikredilen mescitten maksat, Küba mescididir.

Taberi

birinci görüşün doğru olduğunu, çünkü bu hususta Resûlüllah'tan sahih hadis Rivâyet edildiğini söylemiştir. Nitekim Sehl b. Sa'd Übey b. Kâbın şunu söylediğini rivâyet etmiştir.

"Resûlüllah’a, takva üzere kurulu olan mescidin hangi mescit olduğu soruldu. O da: "O, benim mescidimdir." buyurdu. Ahmed b. Hanbel, Müsned C: 5, S: 116

Ebû Said el-Hudri de demiştir ki:

İki adam, ilk günden itibaren takva üzere kurulmuş olan mescidin hangi mescit olduğu hususunda tartıştılar. Biri: "Bu Küba mescididir." dedi. Diğeri de "Bu Resûlüllah’ın mescididir" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah buyurduku "O, benim şu mescidimdir. Tirmizi K Tefsir el-Kur'an Sûre": 9 bab: 14 HN: 3099 / Nesei K. el-Mesacid bab: 8

Taberi bu hadisin diğer bir Rivâyetinde Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir. "Takva üzerine kurulan mescit, benim şu mescidimdir. Onların hepsinde hayır vardır.

Âyet-i kerime’de "Orada, temizlenmeyi seven adamlar vardır." buyurulmaktadır. Bundan maksat "Takva üzere kurulan o mescitte, su ile taharet ederek temizlenmek isteyen insanlar vardır." demektedir.

Ebû Hureyre Resûlüllah’ın şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"O mescitte temizlenmeyi seven adamlar vardır, allah, kendilerini temizleyenleri sever" âyet-i Küba halkı hakkında nazil olmluştur. Çünkü onlar, su ile taharet ederlerdi. Bu sebeple bu âyet, onlar hakkında nazil oldu Tirmizi, K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 9, bab: 15, HN: 3100 / Ebû Davud, K. et-Taharet bab: 23 HN: 44.

Abdullah b. Selam, Uveymir, b. Sâide, Huzeyme b. Sabit, İbrahim b. İsmail, Mûsa b. Ebi Kesir, Urve b. Zübeyr, Hasan-ı Basri, Atiyye, İbn-i Zeyd ve Ata'ya göre bu âyet-i kerime, Su ile taharet eden Küba halkı hakkında nazil olmuştur.

İbrahim b. İsmail el-Ensari diyor ki: "Resûlüllah, Uveymir b. Saideye dedi ki: "Allahü teâlâ'nın" O mescitte, temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah, kendilerini temizleyenleri sever" âyetiyle, nedn sizi övmüştür?" O demiştirki: "Bizler, su ile taharet ederiz."

109

Binasının temelini, Allah’tan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı yoksa binasını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurup ta onunla cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır? Allah, zalimler güruhunu doğru yola sevketmez.

Ey insanlar, iki türlü mescid yapan insanlardan hangileri daha hayırlıdır? Mescidini, Allah’a itaat etmek için, onun farz kıldığı ibadetleri yerine getirmek için ve onun rızasına erişmek için yapan kimseler mi? Yoksa mescidini, çevresine duvar yapılmayan bir kuyu gibi uçurumun kenarına yapan bu itibarla, akıbetinin ne olduğunu bilmeyen neticede de yaptığı binası ile birlikte yuvarlanıp cehenneme sürüklenen kimselerin yaptıkları mesitler mi?

Bu âyet-i kerime, iman ve ihlas sahibi olan insanların yaptığı amellerle, münafıklık ve sapıklık hastalığına kapılanların yaptıkları işleri karşılaştırmakta, imanlıların, amellerini, sağlam zemine oturtulmuş muhkem bir binaya benzetmekte, münafıkların amellerini ise heyelan bölgesindeki bir uçurumun kenarına yapılan ve neticede, yapanla birlikte uçuruma yuvarlanan çürük bir binaya benzetmektedir.

İşte gerçek iman sahibi mü’minler ile münafıklar arasındaki fark da böyledir. İmansızlar ve münafıklar sonunda cehenneme yuvarlanırlar. Zira Allah, bu zalimleri hidâyete erdirmez. Onlar, ebedî olarak cehennemde kalırlar.

110

Yürekleri paramparça oluncaya kadar, yaptıkları o mescid, daima bir şüphe kaynağı olarak kalblerinde kalacaktır. Allah, her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

Yaptıkları bu Dırar meesidi yıkılmamış olsaydı, orada toplanıp konuşmaları, onların nifakım artırmaktan başka bir şeye yaramayacaktı. Yıkıldıktan sonra da, İnkârcıların münafıklıklarının anlaşılmış olması sebebiyle, kinleri artmaya devam edecektir. Ve ölüp kalbleri parçalanıncaya kadar bu kin kalblerinde yaşayacaktır.

111

Şüphesiz ki Allah, cihad eden mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah'ın, Tevratta, İncilde ve Kur'anda olan gerçek vaadidir. Allahdan daha fazla kim ahdine vefa gösterir? Öyleyse yaptığınız bu alışverişe sevinin. İşte büyük kurtuluş budur.

Muhammed b. Kâ'b el-Kurezi ve aynı Rivâyeti nakleden diğer âlimler diyorlar ki: "Akabe biatinin yapıldığı gecede, Abdullah b. Revaha, Resûlüllah’a (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle demiştir "Rabbin için ve kendin için dilediğini şart koş." Resûlüllah da "Rabbim için sadece ona kullak etmenizi, hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı şart koşuyorum. Benim için de, kendinizi ve mallarınızı koruduğunuz gibi korumanızı şart koşuyorum." dedi. Bunun üzerine Resûlüllah’a biat eden Medineliler dediler ki "Biz bunu yaparsak ne kazanmış oluruz? "Resûlüllah da "Cenneti." cevabım verdi. Medineliler "Bu, kârlı bir alış veriş. Bunu ne biz bozarız ne de karşı tarafın bozmasını isterim." dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Evet, iman eden insanlar fâni bir hayatı ve değeri olmayan dünya malını vererek karşılığında ebedi hayatı ve tükenmeyen cennet nimetlerini satın almış olurlar Çok kârlı bir alış veriştir bu. Nitekim Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde böyle buyurmuştur:

"Allah, sadece kendi yolunca cihad etmek ve Peygamberini tasdik etmek maksadıyla efere çıkan bir gaziyi öldürürse cennete koyacağına, sağ selim evine döndürürse mükâfaat veya ganime vereceğine Buhari, K.el-Hums, bab: 8, K. et-Tevhid bab: 28-30 / Müslim, K. el-İmarah bab: 6 Hadis No: 1876

112

Bunlar, günahlardan tevbe edenler, Allah’a ibadet edenler, ona hamd edenler, onun yolunda seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları koruyanlardır. Mü’minleri müdelc.

Allah'ın, cennet karşılığında caniannı ve mallarını aldığı mü’minler o kimselerdir ki, Allah'ın sevmediği şeylerden vaz geçip sevdiği şeylere yönelirler Allah'tan korkarak ona boyun eğer, kullak ederler Her hallerinde ve her türlü imtihan karşısında Allah’a hamdederler. Oruç tutarak vücutlarını Allah yoluna verdikleri için seyahat edenler gibi kendilerini yorarlar. Namazlarında rüku ederler secdeye varırlar. İnsanlara, hakka uymalarını, doğru yolda gitmelerini ve salih amel işlemelerini emrederler. Ve onlara, Allah'ın yasakladığı her şeyi yasaklarlar. Allah'ın kendilerine, farz kıldığı ibadetleri yerine getirip yasakladığı şeylerden kaçınarak onun koyduğu sınırları korurlar.

Âyet-i kerime'de Allah yolunda cihad edecek olan mü’minlerin bir kısım sıfatları zikredilmiştir. O sıfatlar şunlardır:

Tevbe edenler: Bundan maksat, yaptıkları günahlardan vaz geçenler, şirk ve nifaktan uzaklaşanlar, demektir.

İbadet edenler: Bundan maksat, Allah korkusundan dolayı boyun eğip kulluk edenler ve kulluklarını her halükârda yaparak bu uğurda vücutlarını esirgemeyenlerdir.

Hamd edenler: Bundan maksat, Allah'ın, kendilerini imtihan ettiği hayırlı durumlarda da, kötü hallerde de ona hamd edenler demektir.

Seyahat edenler: Bundan maksat ise Ubeyd b. Umeyr, Ebû Hureyre, Abdullah b. Mes'ud, Ebû Abdurrahman, Abdullah b. Abbas, Said b. Cübeyr, Abdurrahman, Mücahid, Ebû Amr el-Abdi ve Hazret-i Âişeye göre, oruç tutanlar'dir. Oruç tutanlar da seyahat edenler gibi Allah yolunda vücutlarını esirgemedikleri için onlara "Seyahat edenler" denilmiştir. Ubeyd b. Umeyr ve Ebû Hureyre, Resulullahın, bu âyette zikredilen -Seyahat edenler"den maksadın, oruç tutanlar olduğunu beyan ettiğini rivâyet etmiştir. Hazret-i Âişe de, "Bu ümmetin seyahati oruç tutmaktır." dremiştir.

113

Ne Peygamberin ne de mü’minlerin, cehennemlik oldukları belli olduktan sora, akrabaları da olsa, müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz.

Ne Peygamber Muhammede ne de onunla birlikte iman edenlere yakın akrabaları dahi olsa, kâfir olarak ölüp cehennemlik oldukları belli olduktan sonra, müşrikler için af dilemeleri onlara yakışmaz.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'nin nüzul sebebi hakkında farklı görüşler zikretmişlerdir.

a- Müseyyeb b. Hazen, Mücahid, Amr b. Dinar ve Said b. el- Müseyeb'e göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın amcası Ebû Talib hakkında nazil olmuştur. Bu hususta Müseyyeb diyor ki:

"Ebû Talip ölüm hastalığında iken Resûlüllah onun yanına gitti. Orada, Kureyşin ileri gelenlerinden, Ebû cehil ve Abdullah b. Ebi Ümeyye bulunuyordu. Resûlüllah Ebû Tabile "Ey amca, Ünlahe illallah" de. Bununla Alla katında seni savunayım." dedi. Ebû Cahil ve Abdullah b Umeyye "Ey Ebû Talip, Ab-dulmuttalibin dininden dönecek misin?" dediler. Bunlar Ebû Talibe devamlı olarak aynı şeyi telkin ediyorlardı. Nihâyet Ebû Talip onlara son söz olarak Ab-dulmuttalibin dini üzere olduğunu söyledi. Bunun üzerine Resûlüllah şöyle buyurdu "Bana yasaklanmadıkça senin için mutlaka af dileyeceğim. Buhari, K. el-Menakıb el-Ensar, bab: 40, K. Tefsir el-Kur'an Sûre: 9, bab: 16 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C: 5, S: 533

İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nâzil oldu ve iman etmeyenler için af dilemeyi yasakladı. Aslımda, hakkında af dilemekle herhangi bir kimseyi imana getirmek mümkün değildir. Nitakim bu hususta yine Ebû Talib hakkında nazil olduğu Rivâyet edilen bir âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır: "Ey Rasûlüm, şüphesiz sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsin. Fakkat Allah dilediğini hidâyete erdirir. O, hidâyete erecekleri çok iyi bilir. Kasas sûresi, 28/56

b- Atiyye ve Abdullah b. Abbastan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah'ın annesi hakkında nazil olmuştur. Atiyye diyor ki: "Resûlüllah Mekke'ye gelince annesi için af dilemesine izin verilir ümidiyle güneş ortalığı iyice kızdınncaya kadar annesinin kabrinin başında durdu. Nihâyet "Ne Peygamberin ne de mü’minlerin, cehennemlik olduktan sonra, akrabaları da olsa müşrikler için af dilemeleri asla doğru olmaz" Âyeti inti. Resûlüllah da annesi için af dilemekten uzak durdu. Bu hususta Ebû Hureyde diyor ki:

"Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) annesinin kabrini ziyaret etti. Kendisi ağladı, çevresinde bulunanları da ağlattı ve buyurdu ki: "Ben rabbimden onun için af dilememe izin vermesini istedim. O bana izin vermedi. Onun kabrini ziyaret etmek için izin istedim. Bana izin verildi. Sizler, kabirleri ziyaret edin. Çünkü onlar, ölümü hatırlatırlar. Müslim, K. el-Cenaiz bab: 105-106, Hadis No: 976 / Ebû Davud, K. el-Cenaiz bab: 81 Hadis No: 3234

c- Abdullah b. Abbas ve Katadeden nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyetin nüzul sebebi, bazı mü’minlerin, Ölen akrabaları müşrikler için af dilemeleridir. Bu hususta Katade diyor ki: "Bize anlatıldığına göre, Resûlüllah’ın sahabilerinden bazı kişiler dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, atalarımızdan bazıları iyi komşuluk yapıyor, akrabalarına iyi davranıyor, darda kalanların sıkıntılarını gideriyor ve üzerlerinde bulunan hakları yerine getiriyorlardı. Biz, onlar için af dilemeyelim mi?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Evet dileyin. Ben de" İbrahimin babası için af dilediği gibi babam için af dileyeceğim" Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Af dilemelerini yasakladı. Bundan sonra gelen âyet de nazil olup Hazret-i İbrahimin mazeretini belirtti.

Âyet-i kerime'de, cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrik akrabalar için af dilenüemeyeceği beyan edilmektedir. Onların, cehennemlik oldukları ölümlerinden sonra belli olacağından Abdullah b. Abbas, diri olan müşrik akrabalar için af dileneceğinin caiz olduğunu söylemiştir. Said b. Cübeyr diyor ki: "Yahudi olan bir kişi öldü. Onun, müslüman bir oğlu vardı. Cenazesine katılmadı. Bu, Abdullah b. Abbasa anlatıldı. O da dedi ki: "Oğlunun cenaze ile beraber gidip onu defnetmesi icabederdi. Ölünceye kadar ona iyi dileklerde bulunmalıydı. Öldükten ssonra ise o haline bırakılır. Allahü teâlâ buyurmuştur ki "İbrahimin, babası için af dilemesi, yalnızca ona verdiği sözü yerine getirmesi içindi. Fakat babasının, Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca ondan uzaklaştı."

Atâ b. Ebi Rebah, bu âyette zikredilen, af dilemeden maksadın, öldükten sonra cenaze namazım kılmak olduğunu söylemiş, Ebû Hureyre de dua etmek olduğun beyan etmiştir.

Taberi de, aslında af dilemenin, kulun, rabbinden, günahların bağışlanmasını istemesi oldu'ğunu, bu itibarla Atâ'nın izah ettiği gibi cenaze namazını kılmayı da ona dua etmeyi de kapsadığını söylemiştir.

114

İbrahimin, babası için af dilemesi ise, sadece ona verdiği sözü yerine getirmesi içindir. Fakat babasının Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı. Şüphesiz ki İbrahim niyaz eden ve çok halim selim bir insandı.

İbrahim aleyhisselam, babası için Allah'tan af dileyeceğine dair söz vermişti. Bu hususta şu âyette buyuruluyor ki: "İbrahim şöyle dedi "Selam sana. Rabbimden bağşalanmam dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır." Meryem sûresi, 19/47

İşte İbrahim aleyhisselam bu vaadini yerine getirmek için Allah’tan af dilemiş, ancak, babasının, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca af dilemekten vaz geçmiş ve ondan uzaklaşmıştır.

Âyet-i kerime'de, "Babasının, Allah'ın düşmanı olduğu ortaya çıkınca İbrahim ondan uzaklaştı." buyurulmaktadır.

Müfessirler, babasının bu halinin nasıl ortaya çıktığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Hakem, Dehhak ve Katadeye göre İbrahimin babasının müşrikliğinin belli oluşu, müşrik olarak ölmesiyle ortaya çıkmıştır. Böylece İbrahim de artık onun için af dilemekten vaz geçmiştir.

b- İbrahim en-Nehai ve Ubeyd b. Umeyre göre ise, İbrahimin babasının müşrik oluşunun ortaya tam olarak çıkması, âhirette olacaktır. Sırat köprüsünü geçerken babası, İbrahime sarılacak, onunla birlikte geçmek isteyecek, İbrahim ona yumuşak davranacak ancak onun, maymuna çevirildiğini görünce ondan uzaklaşacak ve onu yalnız başına bırakacaktır.

Taberi

birinci görüşün doğru olduğunu söylemiştir.

Âyet-i kerime’de geçen ve "Çok niyaz eden" diye tercüme edilen kelimessi, müfessirler tarafından çeşitli şekillerde izah edilmiştir.

b- Yine Abdullah b. Mes'ud, Ebû Meysere, Katade, Amr b. Şürahbil ve Hasan-ı Basri'ye göre bu kelimeden maksat, "Çokça merhamet eden" demektir. yani, Hazret-i İbrahim, Allah'ın kullarına çokça merhamet eden biriymiş. Amr b. Şürahbil bu kelimenin, Habeşçeden alındığını söylemiştir.

c- Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süfyan, Atâ, İkrime ve Dehhak'a göre bu kelimeden maksat "Kesin iman eden" demektir.

d- Abdullah b. Abbas ve İbn-i Cüreyce göre bunun manası "Mü’min" demektir.

e- Said b. Cübeyr, Hasan-ı Basri ve Ukbe b. Âmir'e göre bu kelimenin manası "Tesbih eden ve Allah’ı çokça zikreden" demektir. Ukbe b. Âmir diyor ki:

"Resûlüllah "Zülbicadeyn" ismindeki bir adam için buyurdu ki: "Bu adam "Evvah"dır. Çünkü bu Kur’an’ı okuyarak, Allah’ı çokça zikrederdi ve dua ederken sesini yükseltirdi. Ahmed b. Hanbel. Müsned, C: 4, S: 159

f- Atâ ve Abdullah b. Abbas'a göre bu kelimeden maksat, "Kuranı çokça okuyan" demektir. Abdullah b. Abbas diyor ki:

"Resûlüllah geceleyin kabristana vardı. Ona bir kandil yakıldı. Cenazeyi kıble tarafından kabre koydu ve buyurdu ki: "Allah sana rahmet eylesin. Şüphesiz ki sen, çok evvah idin. Kur’an’ı çokça okuyan idin. Tirmizi, K. el- Cenaız b. 62, Hadis No: 1057

g- Ebuzer ve Ka'ba göre bu kelimeden maksat duasında "âh, âh" diyen kimsedir.

h- Mücahide göre bu kelimeden maksat, "Fakih olan" demektir.

i- Abdullah b. Şeddad'a göre ise kelimesinden maksat "Huşu içinde Allah’a yalvaran" demektir.

Taberi diyor ki: "Bana göre bu görüşlerden doğru olan, Abdullah b. Mes'uddan nakledilen

birinci görüştür. Yani kelimesinden maksat, "dua eden" demektir. Çünkü Hazret-i İbrahim, babasını hakka davet ettikten sonra babası, onu tehdit etmiş. İbrahim de babasına Allah’tan af dileyeceğini ve ona dua edeceğini belirtmiştir. Nitekim bu hususta Allahü teâlâ diğer Âyetlerde şöyle buyurmuştur: "(Babası İbrahime şöyle dedi) Ey İbrahim, ilahlarıma karşı çıkıp yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vaz geçmezsen, yemin olsun seni taşlarım. Haydi uzun müddet benden uzak ol." İbrahim şöyle dedi "Selam sana Rabbimden bağışlanmanı dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır" "İşte sizden ve Allah'tan başka taptığınız şeylerden ayrılıyorum. Ben rabbime dua ediyorum. Umarım ki rabbime dua edip te mahrum olmam" Meryem sûresi, 19/46-48

Müfessirler, Hazret-i İbrahimin neden böyel bir kimse olduğu hususunda çeşitli izahlarda bulunmuşlardır.

kelimesinin, "Merhametli olan" anlamına geldiğini söyleyenler, Hazret-i İbrahimin böyle oluş sebebini şöyle izah etmişlerdir: "O, babasına ve diğer insanlara karşı çok merhametli ve çok yumuşaktı. Bu sebeple o, bu sıfatla sıfatlandı.

Diğer bir kısım alimlere göre, Hazret-i İbrahimin böyle oluşu, Allah'a kesin iman etmesinden, onun azametini bilmesinden ve ona boyun eğmesindendi.

Başka bir kısım âlimlere göre İbrahimin böyle oluşu, onun, rabbine olan imanının sağlamlığındandır. Diğer bir kısım alimlere göre onun, kendisine inen ilâhı kitabı çokça okumasmdandır. Bir başka kısım âlimlere göre ise, onun, rabbini çokça zikretmesindendir.

115

Allah, bir kavmi hidâyete erdirdikten sonra o kavme, kaçınmaları gerekenleri açıklamadıkça onları saptıracak değildir. Şüphesiz ki Allah, her şeyi bilendir.

Allah sizi hidâyete erdirdikten sonra sizlere, müşrikler için af dilemenin yasak olduğunu bildirmedikçe elbette ki böyle bir af dilemenizden dolayı sizi sapıklığa düşürecek değildir. Çünkü sizler, bu yasağı bilmeden önce yaptıklarınızdan sorumlu değilsiniz. Fakat bu yasaktan sonra af dilemeniz de mümkün değildir.

116

Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü yalnız Allah’ındır. Dirilten ve öldüren O'dur. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.

Şüphesiz ki göklerin ve yerin mülkü ve hükümranlığı sadece Allah’a aittir. Dirilten de öldüren de O'dur.O halde cihada çıkarsınız öldürüleceğinizden veya müşriklerle münasebeti kesip savaştığınızda gelirinizin kesilip fakir düşeceğinizden korkmayın. Zira yardımcınız sadece Allah’tır. Ondan başkasının yardımına bel bağlamayın.

Taberi diyor ki: "Bu âyet-i kerime, mü’minleri, müşriklere karşı savaşmaya teşvik etmektedir. Zira bu âyet, göklerin ve yerin hükümranlığının, ancak Allah’a ait olduğunu, diriltmenin ve öldürmenin, düşmanların elinde değil, ancak Allarun elinde bulunduğunu, mü’minlerin yardımcısının da böyle bir kudret sahibi olan Allah olduğunu bildirmektedir. Bu itibarla mü’minler Rum Krallarına Fars krallarına ve Habeşistan krallarına karşı savaşmaktan geri durmamalı ve çekinmemelidirler.

117

Yemin olsun ki Allah, Peygamberin ve sıkıntılı zamanda Peygambere tâbi olan muhacirlerle ensarın, -içlerinden bir takımının kalbleri kaymak üzere iken- tevbelerini kabul etti. Sonra da tevbeleri sebebiyle onları affetti. Şüphesiz ki Allah, onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir.

Şüphesiz ki Allah, Peygamberin ve Tebük seferinde, bineklerinin, azıklarının ve sularının kıt olduğu sıkıntılı bir anda Peygambere tâbi olan muhacir ve Ensann tevbelerini kabul etmiştir. O sıkıntılı zamanda, mü’minlerden bir gurubun, yolculukta karşılaştıkları çile ve meşakkat sebebiyle neredeyse kalben hak'tan kayıyor ve dinlerinden şüpheye düşüyorlardı. Sonra Allah, bunların tevbelerini kabul etti. Zira Allah, mü’minlere karşı çok lütufkârdir ve çok merhametlidir.

Bu âyet-i kerime, Tebük seferine katılan mü’minleri anlatmaktadır. Tebük seferine "Zorluk seferi" adı verilmiştir. Çünkü bu sefer, bineklerin, azıkların ve suların az, sıcağın ise şiddetli olduğu bir zamanda yapılmıştı .Bu sefere katılanlar büyük bir sıkıntıya düşmüşlerdir.

Hazret-i Ömer bu sefer hakkında diyor ki: "Biz, Resûlüllah ile birlikte, sıcağın şiddetli olduğu bir sırada Tebük seferine çıktık. Bir yerde konakladık. Çok susamıştık. Neredeyse susuzluktan ölecektik. Bazıları, develerini kesip karnındaki suyu içiyor böylece ciğerini yanmaktan kurtarıyordu. Ebubekir "Ey Allah'ın Resulü, Allah sana, dualarının karşılığında hayır nasibediyor bizim için dua et." dedi. Resûlüllah "Bunu istiyor musun" diye sordu Ebubekir de "Evet" dedi. Bunun üzerine Resûlüllah, ellerini kaldırıp Allah’a yalvarmaya başladı. Daha ellerini indirmeden hava değişti, bulutlar geldi ve gökten yağmur dökülmeye başladı. Herkes yanında bulunan kaplan doldurdu. Etrafımıza baktık, yağmurun, ordunun üzerinden başka yere yağmadığını gördük."

118

Ve savaştan geri kalan o üç kişinin tevbesini de, bütün genişliğine rağmen yeryüzünün, kendilerine dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı ve Allah'ın cezasından kurtulmak için Allah’tan başka bir sığmak olmadığını anladıkları bir zamanda kabul etti. Aslında Allah onların tevbelerini, gelecekte de tevbe etsinler diye kabul etmişti. Şüphesiz ki tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak Allah’tır.

Savaştan geri kalan ve tevbeleri daha sonra kabul edilen bu üç kişi Kâ'b b. Mâlik, Mürare b. Rebi' ve Hilâl b. Ümeyye'dir.

Kâ'b b. Mâlik, Akabe bey'atına katılmış, Resûlüllahı ve İslâmı kendi canından önce koruyacağına, onu her zaman ve her yerde müdafaa edeceğine dair ahitte bulunmuş seçkin ve şair bir kişiydi. Mürare b. Rebi' ve Hilal b. Ümeyye de Bedir savaşına katılmış, halk için örnek davranışlara sahip olan salih birer kişiydiler.

Tebük seferine gitmemek için münafıklar ve Bedeviler, bir takım uydurma sözler ileri sürmüşler bazıları da sefer sonrasında özür beyan ederek Resûlüllah'tan affedilmelerini istemişlerdir.

Fakat bu üç kişi, hiçbir özürleri bulunmadığı halde sefere katılmamışlar, sefer sonrasında da hiçbir özürleri olmadığı halde sefere katılmadıklarını itiraf etmişlerdir. Onların bu itirafları üzerine, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) gidip, Allah'ın, haklarında hüküm vermesine kadar beklemelerini söylemiş bunlar da, haklarında hükmü beklemeye başlamışlardı. Resûlüllah onlarla konuşmayı yasaklamıştı. Bu sebeple kimse onların yüzüne bakmıyor, onlarla münasebette bulunmuyordu.

Mürare b. Rebi' ve Hilal b. Ümeyye, yaşlı oldukları için evlerine çekilmiş kimseyle görüşmüyor, devamlı ağlıyorlardı. Kâ'b b. Mâlik ise çarşı pazar dolaşıyor fakat kimse ne selâmını alıyor ne de konuşuyordu.

Bu olay onlara çok ağır geliyordu. Bu hal üzere tam elli gün beklediler. Âyet-i kerime'nin de belirttiği gibi, yeryüzünün, bütün genişliğine rağmen onlara dar geldiği, ruhlarının son derece sıkıldığı bir anda işte bu âyet nazil oldu ve tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiği beyan edildi.

İbn- Şihab ez-Zühri diyor ki: "Bana, Abdurrahman b. Abdullah b. Ka'b bildirdi ki, Ka'bın görmesini kaybetmesinden sonra onu, elinden tutup gezdiren oğlu Abdullah demiştir ki: "Ka'bın, tebük gazvesinde Resûlüllahtan geri kaldığını şu şekilde anlattığını duydum. Ka'b b. Malik dedi ki: "Ben Tebük seferi hariç Resûlüllah’ın yapmış olduğu hiçbir gazve'den geri kalmamıştım. Ben sadece Bedir savaşından geri kalmıştım. Fakat Resûlüllah, Bedir savaşından geri kalan hiçbirkimseye sitem etmemişti. Çünkü Resûlüllah ve müslümanlar, Kureyş kabilesinin kervanına el koymak için gitmişlerdi. Allah onları, karşılaşmayı beklemedikleri bir anda düşmanlarıyla bir araya getirdi. Ben, Resûlüllah ile birlikte, müslüman olmaya dair biat ettiğimiz zaman. Akabe gecesinde bulunmuştum. Her ne kadar Bedir, insanlar arasında Akabe biatmdan daha çok anılıyor ise ben bu biatin yerine Bedirde bulunmayı daha çok arzu eden biri değilim. Benim, te-bük seferinde Resûlüllahtan geri kalmam ise şöyle olmuştur. Ben geri kaldığım bu seferdeki zamanımdan daha güçlü ve daha imkânlı bir an yaşamamıştım. Allah’a yemin olsun ki, ondan önce elimde iki binek hiçbir zaman bulunmamıştı. O sefer sırasında ise elimde iki binek vardı. Resûlüllah bu seferi, şiddetli bir sıcak mevsimde yapmıştı. O uzun bir yolculuğa ve ıssız çöllere yönelmişti. Büyük bir düşmanla karşılaşmaya gidiyordu. Müslümanlar, savaşmak için bütün hazırlıklarını yapsınlar diye Resûlüllah onlara durumu iyice açıkladı. Hangi tarafa doğru sefer yapmak istediğini onlara bildirdi. Bu sefer esnasında Resûlüllahile beraber bulunan müslümanların sayısı çoktu. Onların isimlerini kaydeden belli kayıt defteri yoktu. Bu sebeple ortadan kaybolmak isteyen kişi, hakkında Allah tarafından vahiy gelmediktçe gizlenebileceğim düşünüyordu. Resûlüllah bu seferi meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin sevildiği bir zamanda yaptı. Ben de bunları severim. Resûlüllah ve müslümanlar, hazırlığa başladılar. Ben de onlarla birlikte hazırlanmak için eve gidiyor fakat hiçbir şey yapamadan geri dönüyordum. Ve kendi kendime diyordum ki: "İstediğim zaman bunu yapabilirim." Bu hal bende devam etti.. Nihâyet insanlar, işi ciddiye almaya başladılar. Resûlüllah ve onunla birlikte müslümanlar sefere başladılar. Ben ise hiçbir hazırlık yapamamıştım. Gidip geliyor fakat hiçbirşey yapamıyordum. Bu durum bende devam etti. Nihâyet onlar hızla yola koyuldular Ben seferi kaçırmıştım. Yola çıkıp onlara kavuşmak istedim. Keşke bunu yapmış olsaydım. Fakat bana bu da nasip olmadı. Artık ben Resûlüllah'ın sefere gitmesinden sonra, insanların içine gittiğimde benim durumumda olan bir kimse göremiyordum. Ancak münafıklıkla itham edilen veya acizliğinden dolayı Allah tarafından mazur görülen kişileri görebiliyordum. Bu da beni üzüyordu. Ordu Tebük'e varıncaya kadar Resûlüllah benden bahsetmemiş. Fakat Tebükte insanların içinde otururken "Ka'b dan ne haber?" diye sormuş, Seleme oğullarından bir kişi de: "Ey Allah'ın resulü onu iki cübbesi ve omuzlarına bakması alıkoydu. (Yani zenginliği ve gururu onu alıkoydu) dedi. Bunun üzerine Muaz b. Cebel "Ne kötü bir şey söyledin! Ey Allah'ın Resulü, Allah’a yemin olsun ki biz onda hayırdan başka bir şey görmedik" dedi. Resûlüllah bir şey söylemedi. O arada Resûlüllah, beyaz bir elbise giymiş, o elbisesiyle de âdeta serapları titreten bir adamın çıkıp geldiğini görmüş ve buyurmuştur ki: "Sen keşke Ebû Hayseme olsan!" Bir de bakmışlarki o kişi gerçekten Ebû Hayseme el-Ensari. Bu kişi bir ölçek hurmayı tasadduk ettiği için müfakilar tarafından ayıplanan kişidir.

Ka'b. sözlerine devamla diyor ki: "Resûlüllah'ın" Tebükten dönerek Medineye yöneldiği haberi bana ulaşınca işte o zaman büyük bir sıkıntıya düştüm. Hatırıma yalan söylemek geldi. Diyordum ki "Yarın ben onun gazabından nasıl kurtulacağım? Bu hususta ailemin, görüş sahibi olanlarıyla istişare ediyordum. Resûlüllah’ın yaklaştığı haberini alınca bâtıl düşünceler benden uzaklaştı ve anladım ki, kendimi, Resûlüllahtan hiçbir şekilde kurtaramam. Ona doğruyu söylemeye karar verdim. Resûlüllah sabahleyin çınk geldi. O, bir yolculuktan döndüğünde önce Mescide gider iki rekât namaz kılardı ve sonra insanlarla görüşmek için orada oturdu. Tebükten dönünce de aynı şeyi yaptığında savaştan geri kalanlar ona gelip özür beyan etmeye başladılar. Yeminler ettiler. Bunlar seksen küsur kişi idi. Resûlüllah onların düş görünüşlerine bakarak özürlerini kabul etti. Onlardan biat aldı onlar için af diledi ve gizli durumlarını ise Allah’a bıraktı. Nihâyet ben de gittim. Selam verdim. Resûlüllah, kızgın bir kimsenin tebessümü gibi tebessüm etti ve Sonra "Gel" dedi. Yürüyüp yanına gittim ve önüne oturdum. Bana: "Seni geri bırakan neydi. Sen, binek satın almamış miydin?" diye sordu. Ben de dedim ki "Ey Allah'ın Resulü, Allah’a yemin olsun ki eğer ben, senin dışında dünyadaki insanlardan herhangi bir insanın yanına oturmuş olsaydım, bir özür beyan ederek onun bana kızmasından kurtulabilirdim kanaatindeyim. Çünkü Allah bana, güzel konuşma kabileyeti vermiştir. Fakat Allah yemin olsun ki, ben çok iyi biliyorum ki, eğer sana bugün yalan söyleyip razı edecek olsam yarım, Allah'ın seni bana gazaplandırması yakındır. Şâyet sana doğru söyleyecek olsam ondan dolayı bana kızacaksın. Ben, bu hususta Allah'ın, hakkımda hayır nasibetmesini ümit ediyorum. Allah’a yemin olsun ki benim hiçbir özürüm yoktu. Allah yemin olsun ki senden geri kaldığım zamandan daha güçlü ve daha imkânlı bir anım olmamıştı." Resûlüllah da buyurdu ki: "İşte bu doğru söyledi. Haydi kalk, Allah, lakkında hükmünü verinceye kadar bekle." Ben de kalkıp gittim. Seleme oğullarından bazı kişiler kızngınlıkla gelip bana kavuştular ve dediler ki: "Vallahi bizler,-senin bundan önce bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kallanların dilemiş oldukları özürleri beyan ederek Resûlüllah özür dilememkten âciz kaldın. Senin günahın için Resûlüllah'ın af dilemesi yeterliydi." Ka'b diyor ki: "Allah’a yemin olsun ki, onlar durmadan beni kınıyorlardı. Öyle ki bir ara geri dönüp Resûlüllah’a, kendimi yalancı çıkarmak istedim. Sonra onlara dedim ki: "Benim durumuma düşen başka kimse var mı?" Onlar da dediler ki: Evet, iki kişi var. Onlar da senin söylediğin gibi sözler söylediler. Onlara da, sana söylenen şeyler söylendi. Dedim ki: "Onlar kimler?" dediler ki: "Onlar Mûrare b. Rebia el-Âmir'i ve Hilal b. Ümeyye el-Vakifidir." Onlar bana Bedir savaşında bulunan salih iki kişiyi anlattılar. Onlar benim için örnek kişilerdi. Bunları bana anlatınca ben devam edip yoluma gittim. Resûlüllah müslümanlara, savaştan geri kalanlar arasında üçümüzle konuşmalarım yasakladı. Böylece insmanlardan uzak kaldık. Onlar bize karşı değiştiler. Öyle ki, ben sanki daha önce tanımadığım bir yerde yaşıyormuş gibi oldum. Bu halimiz, elli gün devam etti. Diğer iki arkadişım ise boyunlarını büküp evlerinde oturdular ve ağladılar. Ben onların en genci ve en metanetlileri idim. Çıkıp geziyordum. Namazlarda bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat kimse benimle konuşmuyordu. Resûlüllah, namazdan sonra oturup sohbet ettiğinde gidip ona selam veriyordum. Kendi kendime diyordum ki "Acaba selamımı almak için dudaklarını oynattı mı yoksa oynatmadı mı? Ona yakın yerde namaz kılıyor ve göz ucuyla onu takibediyordum. Namaza yöneldiğimde bana bakıyordu. Ben ona doğru yönelince de yüzünü çeviriyordu. Müslümanların bu tayn uzayınca gidip Ebû Katade'nin bahçesini duvarından tırmandım. O, benimamcamın oğlu ve en çok sevdiğim bir kişiydi. Ona selam verdim. Vallahi o selamımı almadı. Ona dedim ki: "Ey Aba Katade, Allah hakkı, için söyle bana, sen benim, Allah’ı ve Resulünü sevdiğimi biliyor musun?" O hiç cevap vermedi. Tekrar seslendim yine sustu. Tekrar seslendim. Bunun üzerine dedi ki: "Allah ve Resulü daha iyi bilir." Bunu duyunca gözlerim yaşla doldu. Geri döndüm. Duvarda tırmanıp çıktım. Medine'nin çarşısında yürürken, Şam halkının Nabtilerinden Medine'ye gıda maddesi getirip satan bir kimse orada şöyle diyordu: "Bana, Ka'b b. Maliki kim gösterecek?" İnsanlar beni gösterdiler. O adam gelip bana Gassan kralından bir mektup verdi. Ben, okur yazar biriydim Mektubu okudum. Bir de ne göreyim onda şöyle yazıyor: "Bize ulaşan haberlere göre adamın (Peygamber) sana eziyet ediyormuş. Allah seni. zelil olacağın, haklarının zayi olacağı bir yer için yaratmıştır. Bize gel, yardımlaşalım." Ka'b diyorki: "Bunu okuduğumda dedim ki: "İşte bu da belalardan başka bir bela! Götürüp o mektubu, tandıra atıp yaktım. Yasaklanan elli günden kırk gün geçip vahiy gelmeyince baktım ki, Resûlüllah’ın elçisi bana geldi ve dedi ki: "Resûlüllah, hanımından uzaklaşmanı emrediyor." Dedim ki: "Ben onu boşayayım mı yoksa ne yapayım?" Dedi ki: "Hayır boşama, ondan uzaklaş ve ona yaklaşma" Resûlüllah diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermiş. Hanımıma dedim ki: "Ailene git. Allah bu mesele hakkında hükmünü gönderinceye kadar onların yanında dur" Hilal b. Ümeyye'nin karısı Resûlüllah’a gitti ve ona: "Ey Allah'ın Resulü, Hilal b. Ümeyye kendisine bakmayan bir ihtiyardır. Onun bir hizmetçisi de yoktur. Benim ona hizmet etmeme kızar mısın?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Hayır. Fakat o sana yaklaşmasın." Kadın da dedi ki: "Vallahi onda hiçbir hareket yok. Vallahi bu mesele ortaya çıktıktan sonra durmadan ağlıyor." Kâ'b diyor ki: "Ailemden bazı kişiler dediler ki: "Sen de kann hususunda Resûlullahtan izin isteseydin. Çünkü o, Hilal b. Umeye'nin hanımının, ona hizmet etmesine izin verdi. Ben dedim ki: "Ben karım hakkında Resûlüllah'tan izin istemem. Ben, genç bir adamım. Kanm hakkında Resûlullahtan izin istersem onun bana nasıl bir cevap vereceğini ne bileyim?" Bu hal üzere on gün daha devam ettim. Böylece bizimle konuşulması yasaklanan günler elliye tamamlandı. Ellinci gecenin sabahı evlerimizden bir evin üzerinde sabah namazını kıldım. Ben, Allahü teâlânın vasıflandırdığı bir şekilde sıkıntılı ve bütün genişliğine rağmen yeryüzü bana dar gelmiş bir halde otururken, Sel dağının üzerine çıkmış olan bir kişinin sesini işittim. O, en yüksek sesiyle şöyle diyordu: "Ey Ka'b. b. Malik, müjde!" Bunun üzerine secdeye kapandım. Artık kurtlusun geldiğini anlamıştım. Resûlüllah, sabah namazını kıldıktan sonra, Allah'ın tevbemizi kabul ettiğini ilan etmiş. İnsanlar, bizleri müjdelemek için gelmişler. İki arkadaşıma müjdeciler gitmiş. Bir kişi de atma binip bana gelmek için sürmüş. Eşlem kabilesinden bir kişi koşup dağa çıkmış ve yukarıda zikredildiği şekilde bağırmış. Ses aftan daha hızlı geldi. Bu sebeple sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince sırtımda bulunan iki elbiseyi çıkarıp müjdesine karşılık ona giydirdim. Allah’a yemin olsun ki, o gün benim iki elbiseden başka elbisem yoktu. Emanet iki elbise alıp onları giydim. Resûlüllah ile görüşmek için çıkıp gittim. İnsanlar grup grup beni karşılıyor, tevbemin kabul edilişi sebebiyle beni tebrik ediyor ve şöyle diyorlardı: "Allah'ın tevbeni kabul etmesi mübarek olsun" Nihâyet mescid-i Nebeviye girdim. Baktım ki, Resûlüllah orada otruyor. Çevresinde de insanlar var. Talha b. Ubeydulah kalkıp koşarak geldi. Benimle musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden, ondan başka kimse gelmedi. (Ka'b Talha'nın bu davranışın hiç unutmadı.) Resûlüllah’a selam verince ki onun yüzü sevinçten dolayı parlıyordu. O şöyle buyurdu: "Annenin seni doğurduğu günden beri geçen günlerin en hayırlı bir günü sana müjdelenmiş olsun!" Ben dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, bu senin tarafından mı yoksa, Allah katından mı?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Hayır benim tarafımdan değil Allah tarafından" Resûlüllah sevinince yüzü aydınlanırdı. Sanki o, ay'dan bir parça olurdu. Biz bunu anlardık. Resûlüllah önünde oturunca dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü benim, Allah ve Resulü yolunda sadaka olarak bütün malımdan feragat etmem tevbe edişimin bir bölümü idi." Resûlüllah da buyurdu ki: "Malların bir kısmını elinde tut. O, senin için daha hayırlıdır." Ben de dedim ki: O halde ben, Hayberde hakkıma düşen hisseyi tutayım." Yine dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, Allah beni, ancak doğru söylemem sayesinde kurtardı Yaşadığım müddetçe, konuştuğumda doğrudan başkasını söylemeyeceğim. Vaadim de tevbemin bir bölümüydü. Allah yemin olsun ki, ben anlattıklarımı Resûlüllah’a söylediğim günden bugüne kadar, Allahü teâlânın, doğru söylemesinden dolayı bir müslümana benim doğru söylememden dolayı bana lütfettiği iyilik kadar iyilik lütfettiğini sanmam. Allah’a yemin olsun ben, Resûlüllah’a doğru söyleyeceğimi vaadettikten bu güne kadar, kasıtlı bir şekilde yalansöylemedim. Temennim odur ki, hayatımın geri kalan kısmında da Allah beni korur." Ka'b diyor ki: "Bu hadise üzerine Alla teala bu surenin yüz on yedi, yüz on sekiz ve yün on dokuzuncu âyetlerini indirdi. Allah’a yemin olsun ki, kanaatıma göre, Allah beni İslama eriştirdikten sonra, bana, Resûlüllah’a doğru söylememden dolayı lütufta bulunduğundan daha büyük bir lütufta bulunmadı. Ben, yalan söyleyenler gibi helak olmadım. Zira Allah, yalan söyleyenler hakkında vahiy indirerek bir insana söylediğinin en ağırını söyledi ve buyurdu ki: "Cihaddan döndüğünüzde, kendilerini bırakmanız için, Allah yemin edeceklerdir. Onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar, murdardırlar işledikleri günahların cezası olarak vanp kalacakları yer, cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan razı olasınız da şüphesiz ki Allah, fasiklar güruhundan razı olmaz. Tevbe sûresi, 9/95-96

Ka'b diyor ki: Âyette bizim geri bırakıldığımız zikredliyor. Bundan maksat, savaştan geri bırakılmamız değil, meselemizin ne olacağının geri bırakılması, özürler beyan ederek kendiler için af dilenilenlerden geri kalmamızdır. Bkz. Müslim, k. et-Tevbe, bab: 53, Hadis No: 2769

119

Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Doğrularla birlikte olun.

Ey iman edenler, Allah'ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkun. Daha dünyadayken Allah’a itaat edenlerden olun ki ahi: Me de cennete girip doğrularla beraber olasınız. Nâfı, Dehhak, Said b. Cübeyr buradaki doğrulardan maksadın, Resûlüllah, Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer ve diğir sahabiler olduğunu söylemişlerdir.

Abudllah İbn-i Mes'ud ise bu âyetin son bölümünü şeklinde okumuş ve âyetin manasının, "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğru söyleyenlerden olun." Olduğunu söylemiştir. Bu hususta Abdullah b. Mes'udun oğlu Ebû Ubeyde, babasının şunu söylediğim Rivâyet etmiştir. "Yalanı ne ciddi olarak söylemek helaldir ne de şaka olarak. Dilersiniz şu âyeti okuyun: "Ey iman edenler, Allah'tan korkun ve doğru söylenlerden olun."

Taberi, birinci kıraat şeklinin ve izahın doğru olduğunu söylemiştir. Çünkü müslümanların mushaflarında yazılı olan hat (......) şeklindedir. (......) şeklinde değildir.

120

Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Pegamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı Çünkü onlar için, Allah yolunda uğrayacaktan susuzluk, yorgunluk, açlık, düşmanlarını kızdıracak bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar karşılığında salih bir amel yazılır. Şüphesiz ki Allah, İyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.

Resûlüllah'ın şehri olan Medine halkının ve Medine'nin çevresinde bulunan Bedevilerin, mü’min oldukları halde Tebük savaşında Peygamberle birlikte savaşa gitmeyip yerlerinde kalmaları, yolculuk ve cihatda kendi canlarım onun canından daha Üstün tutmaları, onlara yakışmayan bir tutumdur. Zira onlar için, Allah yolunda karşılaş ac al an susuzluk, yorgunluk ve açlık karşılığında salih bir amel yazılır. Onlara, düşmanı kızdıracak herhangi bir yere ayak basmaları ve düşmana verdikleri her zarar karşılığında da büyük bir mükafaat yazılır. Şüphesiz ki Allah, kullarından, emir ve yasaklarına uyarak güzel amel işleyenlerin mükâfaatlarını asla zayi etmez. Bilakis onların karşılığını verir. Bu sebeple onların amellerini yazdırıp zaptettirir.

Müfessirler, bu âyet-i kerime'nin mensuh olup olmadığı hususunda iki görüş zikretmişlerdir.

a- Katadeye göre bu âyet-i kerime muhkemdir. Fakat sadece Resûlüllah’a mahsustur. Resûlüllah'tan sonra gelen idarecilerin yaptıkları, her savaşa, bütün mü’minlerin katılması gerekli değildir. Bu izaha göre bizzat Resûlüllah'ın savaş yapması halinde, özürlü olan kimseler dışında, herhangi bir müslümanın, savaştan geri kalması bu âyetle yasaklanmıştır. Nitekim Resûlüllah bu hususta bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur:

"Muhammedin nefsi, kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki şâyet (Benim savaşa gidip mü’minlerin geri kalmaları) ağırlarına gitmemiş olsaydı, Allah yolunda cihad eden hiçbir müfrezeden geri kalmazdım. Fakat ben onları taşıyacak binek tedarik etmek imkanını bulamıyorum. Onlar da benimle beraber gelme imkânını bulamıyorlar. Bu sebeple benden geri kalmaları hoşlarına gitmiyor. Müslim K. el-İmara bab: 106 Hadis No: 1876

b- İbn-i Zeyde göre ise bu âyet-i kerime, bundan sonra gelen, "Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." âyet-i kelimesiyle neshedilmiştir. Zira bu âyet-i kerime geldiğinde müslümanların sayısı az idi. Bütün mü’minlerin, Resûlüllah ile birlikte savaşa katılmaları gerektiğinden katımayanlar bu âyetle yerilmişlerdi. Ancak müslümanların sayısı çoğalınca bu âyet, bundan sonra gelen yüz yirmi ikinci âyette neshedildi.

Taberi diyor ki: "Bana göre doğru olan görüş "Âyet muhkemdir, mensuh değildir." diyen görüştür. Ancak bu âyet-i kerime, Resûlüllah'ın, herkesin katılmasını istediği Tebük seferinde ona katılmayanlar hakkında nazil olmuş ve on-ırı kınamıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki Resûlüllah’ın, herkesin katılmasını tediği savaşlarda, mü’minlerin, savaşa katılmamaları yasaklanmıştır. Buna mukabil, Resûlüllah’ın, herkesin katılmasını gerekli görmediği savaşlarda, savaşa atılmak mecburi değildir. Dileyen savaştan geri kalabilir. Bugün müslümanların, Halifesi'nin durumu da böyledir. Bütün müslümanların, Halifenin yaptığı bir savaşa katılmaları gerekli değlidir. Sadece Halifenin herkesin katılmasını gerekli gördüğü savaşlara katılmaları mecburidir.

Görüldüğü gibi Allahü teâlâ âyet-i kerime'de Tebük seferinde Resûlüllah’a katılmayan Medinelileri ve çevresindeki Bedevileri kınamakta, kendi canlan-ı, Resûlüllah’ın canından daha kıymetli saymalarını ayıplamakta ve bunların, ıvaş yolunda çekecekleri çileler karşılığında kazanmış olacakları büyük lükâfaatlan teptiklerini beyan etmekte, dolayısıyle mü’minleri cihada tevsik et-lektedir.

121

Sarfettikleri az veya çok herhangibir mal ve Allah yolunda aştıkları herhangibir vadi onlar için yazılıp tebit edilecektir ki Allah onları, yaptıklarının en güzeliyle mükâfaatlandırsın.

Mü’minlerin, Allah yolunda az veya çok herhangibir harcamada bulunmaları mutlaka tesbit edilir ve onun mükâfaatı verilir. Allah yolunda yapılan maddi harcamallar yazılıp tesbit edildiği gibi fiilen yapılan savaşlar ve bu mahiyetteki her türlü gayretler de yazılır, tesbit edilir ve karşılığı mükâfaat olarak verilir. Zira Allah, kullarının, kendi rızası için yaptıklan amelleri asla karşılaksız bırakmaz.

Hazret-i Osman (radıyallahü anh) "Zorluk ordusu" olarak adlandırılan, Tebük seferine çıkacak orduya büyük yardımlalrda bulunarak bu âyet-i kerime'nin işaret ettiği mükâfaatlara nail olmuştur. Bu hususta Abdurrahman b. Habbab es-Selemî diyor ki:

"Birgün Resûlüllah bir konuşma yaptı, konuşmasında zorluk ordusuna yardımı teşvik etti. Bunun üzerine Hazret-i Osman, keçeleri ve Semerleriyle birlikte yüz deve verdi. Resûlüllah, zorluk ordusuna yardım için yine teşvik etti, Hazret-i Osmanda da keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve daha bağışladı. Sonra Resûlüllah minberden bir basamak aşağı indi ve yine yardım için teşvik etti. Hazret-i Osman bu defa da keçeleri ve semerleriyle birlikte yüz deve bağışladı. İbn-i Habbab diyor ki: "Resûlüllah hayretle ellerini açarak (Kollarını hareket ettirerek) şöyle buyurdu "Bundan sonra Osman başka bir amel işlemese de sorumlu olmaz. Ahmed b. Hanbel, Müsned C: 4, S: 75

122

Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez: Her Topluluktan bir cemaatin, dinî iyi öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmaları için, savaştan geri kalmaları daha doğru olmaz mı? Gerekir ki böylece yanlış haraketlerinden sakınırlar.

a- Mücahide göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın çölde yaşayan bazı sahabileri hakkında nazil olmuştur. Resûlüllah onları, insanlara İslamı öğretmeleri için vahalara göndermişti. Bu sırada "Medine halkı ve çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmaktan geri kalmaları, kendi canlarım onun canından daha çok sevemeleri yakışmaz. Tevbe sûresi, 9/120 âyeti nazil oldu. Bu sahabiler, Resûlüllahtan geri kalmış sayacaklarından ve bu âyetin kınadığı kişilerden olacaklarından korkarak, vahaları bırakıp Resûlüllah’ın yanına döndüler. Bunun üzerine Allahü teâlâ, "Mü’minlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez." Âyetini indirerek bu sahabilerin mazur olduklarını beyan etti. Hepsinin, vahaları bırakıp Medine'ye gelmelerini hoş görmediğini ibildirdi. Bu hususta Mücahit de demiştir ki:

Sahabe-i Kiramdan bazıları, çöllerde yaşayan Bedevilere dini tebliğ etmek için gitmişler, tebliğde bulundukları insanlar tarafından ilgi ile karşılanmışlardı. Onlar, bu insanları hidâyete davet ediyorlardı. Diğer yandan sahabilerin bir kısmı da düşmanlara karşı savaşa çıkıyorlardı. Bu Bedeviler, kendilerine dini tebliğ eden sahabilere demişlerdi ki "Ne oluyor size? arkadaşlarınızı bırakıp bize geldiniz." Bunun üzerine tebliğde bulunan sahabiler bundan sıkıntı hissetmişler ve hepsi dönüp Medineye gelmişlerdir. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuş ve herkesin savaşa gitmesinin gerekli olmadığını beyan etmiştir. Böylece Bedevilere tebliğde bulunanların savaşa katılmamalarını mazur görmüş dini öğrenerek gidip Bedevileri uyarmalarını emretmiştir.

b- İbn-i Zeyd, Abdullah b. Abbas, Katade ve Dehhak'tan nakledilen diğer bir görüşe göre bu âyet-i kerime, Resûlüllah’ın gönderdiği müfrezelere herkesin katılmasının gerekli olmadığını beyan etmektedir. Âyette, Resûlüllah’ın gönderdiği her müfrezeye herkesin katılarak Resûlüllahı yalnız bırakmamaları her kabileden belli kişilerin, Resûlüllah’ın izni ile müfrezelere katılmaları diğerlerinin ise Resûlüllah ile birlikte kalıp yeni inen Âyetleri öğrenmeleri ve müfrezeden dönen mü’min kardeşlerine, öğrendiklerini öğretmeleri emredilmiştir. Bu izaha göre, belli insanlar timler halinde savaşa gönderildiklerinde geride kalan insanlar, dini hükümleri öğrenir ve savaştan geri dönen mücahidlere, onları öğretirler.

c- Ali b. Ebi Talha'nın, Abdullah b. Abbas'dan rivaye ettiği görüşe göre ise âyetin izahı söyledi: Abdullah b. Abbas diyor ki: "Bu âyet cihad hakkında nazil olmamıştır. Bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bi'ri Maûne âdisesinden sonra Mudar kabilesinin, kıtlığa düşmesi için beddua etti. Bunun üzerine mudar kabilesi kıtlığa düştü. Bu kabile, büyük topluluklar halinde Müslüman olduklarını söyleyerek akın akın Medineye gelmeye başladılar. Gerçekte Müslüman olmamışlardı. Onların, kalabalık gruplar halinde Medineye gelmeleri, sahabe-i Kiramı sıkıntıya soktu. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Onların mü’min olmadıkları bildirildi. Resûlüllah da onları geri çevirdi, henüz gelmemiş olanlara da gelmemeleri için uyanda bulundu. Bu izahata göre âyetin manası şöyledir: "Gerçek mü’minlerin akın edip hep birlikte gelmeleri yakışmaz onların her kabilesinden bir gurubun gelip dini öğrenmesi ve geri dönerek kabilelerini uyarması daha uygundur. Bölece uyarılanlar da Allah'ın azabından kaçınmış olurlar."

Abdullah b. Abbas'dan rivâyet edilen bir başka görüşe göre ise bu âyetin nüzul sebebi ve izahı şöyledir: Arap kabilelerinden Resûlüllah’a heyetler geliyor, dinlerini öğreniyor giderken de " Topluluğumuza döndüğümüzde onlara nasıl davranmamızı ve neleri bildirmemizi emrediyorsun?" diyorlardı. Resûlüllah da onlara "Allah’a ve Peygamberine itaat etmelerini emrediyor, topluluklarına namaz kılmalarını ve zekât vermelerini bildirmelerini söylüyordu. Onlar da topluluklarına döndüklerinde "Kim müslüman olursa o bizdendir." diyorlar ve onları uyarıyorlardı. Bu izahata göre âyetin manası şöyle anlaşılır: "Bütün mü’minlerin bizzat Medineye gelmeleri gerekmez. Onlardan bir topluluk, heyet halinde gelip dini öğrenmeleri ve geri döndüklerinde, kabilelerini Allah'ın azabıyla korkutup cenneüyle müjdelemeleri daha uygundur. Böylece kabileleri de uyarılmış olur." İkrime'nin naklettiği bir Rivâyete göre ise bu âyet-i kerime'nin nüzul sebebi ve izahı şöyledir: "Medine halkı çevresinde bulunan Bedevilere, Peygamberle birlikte savaşa çıkmatan geri kalmaları, kendi canlarını onun canından daha çok sevmeleri yakışmazdı..." âyeti inince münafıklar: Resûlüllah’ın, cihada çıkmayıp Bedevilere ve kendi kavimlerine dini tebliğ etmek için vazifelendirdiği sahabilerin ve bunların, kendilerine tebliğde bulundukları Bedevilerin helak olduklarını söylemişlerdir. İşte bunun üzerine âyet-i kerime nazil olmuş ve bu münafıkları yalanlamıştır. Buna göre âyetin manası şöyle anlışılır: "Bütün mü’minlerin cihada katılmalan gerekmez. Onlardan bazılarının geri kalıp dini öğrenmeleri ve Müslüman olmayan kavimlerine gidip onlara tebliğde bulunmaları ve onları uyarmaları daha uygundur. Böylece uyarılanlar, Allah'ın azabından sakınmış olurlar."

Taberinin de tercih ettiği, Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre ise bu âyetin izahı şöyledir: "Bütün mü’minlerin savaşa çıkıp Resûlüllahı Medinede yalnız basına bırakmaları onlara yakışmaz. Onların her topluluğundan bire emaatın cihada çıkıp. Allah'ın, kendilerine göstermiş olduğu zafer vasıtasıyla dini öğrenmeleri ve geri dönüp geldiklerinde cihada katılmayan münafık ve kâfirleri, Allah'ın azabiyla korkutmaları daha uygun olmaz mı? Böylece uyarılanlar, Allah'ın azabından korkarlar ve imana gelmiş olurlar." Bu görüşü tercih eden Taberi, özetle şöyle diyor: "Bu görüş tercihe sayındır. Çünkü cihada çıkanlar. Allah'ın, kendilerine nasibedeceği zafer sayesinde İslâm dininin birçok sır ve hikmetlerini öğrenmiş olacaklar ve savaştan sonra geri döndüklerinde, kavimlerinden, henüz iman etmemiş olan müşrikleri ve iman ettiklerini iddia eden münafıkları uyaracaklar, savaşta mağlup ettikleri müşriklerin düştükleri akıbete onların da düşeceklerini bildireceklerdir. Böylece kendilerine tebliğ edilenler, bunların uyarılarından korkarak Allah ve Peygambere iman edeceklerdir. Taberi devamla diyor ki: "Bu görüşü tercih ettik zira âyet-i kerime’de "Her topluluktan bir cemaatin ayrılıp gitmesi manasına gelen "Nefere" kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime tek başına kullanıldığında "Cihada çıkma" ve "Savaş yapma" manasına gelir. O halde burada, dini öğrenecek olanlar geride kalanlar değil cihada çıkanlaruır. Eğer "Dini, cihada çıkmayanların değil de çıkanların öğrenecekleri manasını nasıl çıkarıyorsun?" denecek olursan derim ki: "Aksi takdirde cihada çıkmayanlar, cihada çıkanları uyarmış olacaklardır. Cihada çıkanlar günah mı işlediler ki, geride kalanlar onları uyarsın? Mutlaka uyarılmak gerekiyorsa, cihad edenlerin, cihad etmeyenleri uyarması gerekir. Kaldı ki burada, uyarılacak olanlardan maksat, Allah’a iman etmeyenlerdir. Bunları, cihad edenler uyaracaktır.

123

Ey iman edenler, çevrenizde bulunan kâfirlerle savaşın. Sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah, takva sahipleriyle beraberdir.

Ey iman edenler, kâfirlerle, size en yakın olanlardan başlayarak savaşın. Savaşmaya sizden uzak olanlardan başlamayın, zira yakınınızdaki düşmana, gücünüz henüz zayi flamamı şken saldırmış olursunuz. Böylece onları mağlup etmeniz daha kolay olur. Onlar sizde bir sertlik bulsunlar, onlarla savaşmaktan çekinmeyin ve bilin ki Allah, mutlaka takva sahipleriyle beraberdir.

Mü’minin mü’mine karşı çok yumuşak ve halim selim olması gerekirken, kâfirleri inkârlarından caydırmak için onlara karşı da sert ve güçlü olması gerekir. Bu hususa işaret eden çeşitli âyetler mevcuttur. Allahü teâlâ bu âyetlerin birinde buyuruyor ki: "Ey iman edenler, sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah, onların yerine, kendisinin onları, onların da kendisini sevdiği, mü’minlere karşı alçak gönüllü kâfirlere karşı ise güçlü ve şerefli olan, Allah yolunda cihad eden ve kınayanın kınamasından korkmayan bir kavim getirir. İşte bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidir. Her şeyi çok iyi bilendir. Maide sûresi, 6/54

124

Kur'andan bir Sûre indiği vakit, kâfirlerden bazıları birbirlerine şöyle derler: "Bu Sûre hanginizin imanını artırdı?" Doğrusu inen Sûre, îman edenlerin imanını kuvvetlendirir. Onlar, bundan sevinç duyarlar.

Allah, Kur’an’ın surelerinden birini Peygamberi Muhammede indirdiğinde münafıklardan bazıları alaylı bir şekilde "Ey insanlar, bu inen Sûre sizin hanginizin imanını artırdı? Hanginizin, Allah ve âyetlerine olan imanınızı güçlendirdi?" derler. Doğrusu bu Lure, iman edenlerin imanım artırmıştır. Onlar, Allah'ın, kendilerine bahşettiği imandan dolayı sevinirler.

125

Kalblerinde hastalık olanlara gelince: Bu Sûre, onların murdarlıklarına murdarlık katar. Ve kâfir olarak ölürler.

Bu Sûre, kalblerinde müniıfılık ve şüphe hastalığı bulunanların ise münafıklıklarını ve şüphelerini artırarak murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar, iman etmeden, kâfir olarak ölüp giderler.

Evet, Kur'an-ı Kerim, mü’minlerin imanını artırırken, ona karşı cephe alan kâfirlerin kinlerini kamçılar, öfkelerini kabartır. Böylece murdarlıklarını iyice artırır.

Bu hususta diğer âyet-i kerime'lerde de şöyle buyuruluyor: "Biz, Kur'an-ı iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak hüsranını artırır." îsra sûresi, 17/82 "... O Kur'an, iman edenlere bir hidâyet rehberi ve şifadır. İman etmeyenlerin ise, kulaklarında bir ağırlık vardır. Onların gözleri Kur'ana karşı kördür. Onlar, tıpkı uzak bir yerden çağırılıp ta duymayan kimseler gibidirler." Fussilet sûresi, 41/44

126

Onlar, hiç görmüyorlar mı ki, yılda bir veya iki defa imtihan oluyorlar, yine de tevbe etmiyor ve öğüt almıyorlar.

O münafıklar hiç görmüyorlar mı ki, Allah onları her yıl bir veya iki defa açıklık, kıtlık, bela ve azap ile imtihan ediyor?

Onlar bütün bu imtihanlara rağmen yine münafıklıklarından vaz geçip tevbe etmiyorlar. Başlarına gelen felaketlerden öğüt ve ibret almıyorlar.

Müfessirler, âyette zikredilen 'imtihanlardan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler zikretmişlerdir."

Mücahide göre burada zikredilen imtihan'dan maksat, Allah’ın, her yıl bir veya iki defa, kalblerinde hastalık bulunan münafıkları, kıtlık ve çeşitli sıkıntılarla imtihan etmesidir.

Katadeye ve Hasan-ı Basriye göre ise Allah'ın, onları her yıl bir veya iki defa sefere çıkarmakla imtihan etmesidir.

Huzeyfeye göre ise burada zikredilen "imtihan" dan maksat, Resûlüllah’ın aleyhine müşriklerin yaydıkları yalan ve iftiralardır. Kalbleri hasta olan insanlar, bu tür iftiralara inanarak fitneye düşüp hak yol'dan sapıyorlardı. Sonra da tevbe edip doğru yola yönelmiyorlardı.

Taberi diyor ki; "Burada söylenecek dorğu söz şudur: "Allahü teâlâ bu âyet-i kerime ile mü’min kullarının, münafıkların haline hayretle bakmalarını emretmiş ve münafıkları çok az düşünmekle, Allah'ın nasihatianndan öğüt almamakla kınanmıştır. Allah'ın, münafıklara verdiği ibretli dersler açlık ve kıtlıkta olabilir, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i diğer kâfirlere galip getirmesi de olabilir, münafıkların, müşriklerin sözlerine aldanarak sapmalarını mü’minlere bildirmesi şeklinde de olabilir. Bunlardan herhangi birini diğerine tercih etmeye dair herhangi bir sahih haber yoktur.

127

Onlar, bir Sûre indiğinde birbirlerinin yüzüne bakarlar. Ve: "Sizi kimse görüyor mu?" derler .Sonra oradan uzaklaşırlar. Allah da onların kalblerini haktan uzaklaştırır. Çünkü onlar, anlamaz bir kavimdir.

Münafıklar, peygamberin meclisinde bulunurken, ayıplarını açıklayan bir Sûre indirildiğinde, birbirlerinin yüzlerine işaretleşerek bakarlar. Ve "Sizi aleyhinde bulunduğunuz müslümanlardan herhangi biri gönlümü? Kur'an onu da haber verir." derler. Sonra da kalkıp Peygamberin meclisinden ayrılır, sureyi dinlemeden giderler. Allah, bunların kalblerini, hayırı kabul etmekten uzaklaştırmıştır. Çünkü bunlar, münafıklıklarından ve böbürlenmelerinden dolayı, Allah'ın öğütlerini anlamayan bir kavimdir.

128

Ey insanlar, şüphesiz ki size, kendinizden bir Peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size, son derece düşkündür. Mü’minlere çok şefkatli ve merhametlidir.

Ey insanlar, şüphesiz ki sizlere, başkalarından değil kendi cinsinizden bir Peygamber gelmiştir. Size yaptığı öğütlerden dolayı onu itham etmemelisiniz. Size herhangi bir eziyet çile ve zorluğun dokunması ona ağır gelmektedir. O, sizin hidâyete kavuşmanızı kuvvetli bir arzu ile istemektedir. O, mü’minlere karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir.

129

Ey Peygamber, eğer yüzçevrirlerse de ki: "Allah bana yeter. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ona güvendim. O, yüce arşın rabbidir."

Ey Peygamber, şâyet onlar sana sırt çevirir, nasihatini dinlemez ve getirdiğin nuru ve hidâyeti kabul etmezlerse onlara de ki: "Rabbim olan Allah bana yeter. Ondan başka hakkıyla, kendisine kullak edilecek bir ilâh yoktur. Ben, ona dayandım, ona güvendim. Bana yardım edecek olan O'dur. O her şeyin yaratıcısı ve sahibidir. O, yüce arşın rabbidir.

Ebû Salih el-Hanefı demiştir ki: "Resûlüllah şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah merhamet edendir, her merhamet edeni sever ve rahmetini merhamet edenin üzerine koyar." Dediler ki "Ey. Allah’ın Resulü, bizim, kendimize mallarımıza ve eşlerimize merhamet etmemizle merhamet eden oluruz?" Resûlüllah da buyurdu ki: "Öyle değildir. Fakat sizler, Allah'ın buyurduğu gibi olun" Şüphesiz ki size, kendinizden bir peygamber gelmiştir. Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Mü’minlere çok şefkatli ve merhametlidir. Eğer yüzçevirirlerse de ki: "Allah bana yeter, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Ben ona güvendim. O, yüce arşın rabbidir."

Abdullah b. Abbas ve Yusuf b. Mihran'ın Rivâyetine göre Übey b. Ka'b, bu son iki âyetin, Kur'an'ın en son inen âyetleri olduğunu söylemiştir.

Zeyd b. Sabit el-Ensari, bu iki âyeti, Huzeymetül Ensari'nin getirip yazdırdığını Rivâyet etmiştir.

0 ﴿