SAD SÛRESİ

Sâd Sûresi seksen sekiz âyettir ve Mekke'de nazil olmuştur.

Bu sûre-i celile, kâfirlerin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in peygamberliğini yalanlamalarını ve onun getirdiği Tevhid inancına karşı çıkmalarını kınayarak başlamakta ve o müşriklerin, mağlup olmaya mahkum, derme çalma bir topluluk olduklarını beyan etmektedir.

Cenab-ı Hak, onlardan önce Nuh kavminin, Âd kavminin, Firavunun, Se-mud'un, Lût kavminin ve Eyke ashabının da peygamberleri yalanladıklarını haber vererek Resûlüllahı teselli etmektedir.

Sûre-i celilede devamla, Resûlüllah’ın, kâfirlerin söylediklerine sabretmesi tavsiye edilmekte ve Hazret-i Davud'u hatırlaması emredilmektedir ve buyurulmaktadır ki: "Şüphesiz ki biz, dağlan Davud'un emrine vermiştik. Onlar, Davud'la beraber gece kuşluk vakti tesbih ederlerdi." "Biz, kuşları da toplu olarak onun emrine venniştik. Hepsi de ona boyun eğiyorlardı. Sâd Sûresi, âyet: 18-19

Bundan sonra, Davud (aleyhisselam)a gelen davacılar haber verilmekte ve Hazret-i Davud'un, o davalılar arasındaki ihtilafta hüküm verdiği haber verilmekte ve onun, yeryüzünde halife kılındığı, insanlar arasında hak ile hükmetmesinin ve keyfine tabi olmamasının emredildiği beyan edilmektedir.

Daha sonra, Davud (aleyhisselam)a evlat olarak Hazret-i Süleyman'ın ihsan edildiği ve onun da güzel bir kul olduğu haber verilmektedir. Hazret-i Süleyman'ın atlarının bulunduğu, onları sevdiği, sonra hastalanarak çok zayıf düştüğü ve bilahare tekrar sağlığına kavuştuğu haber verilmektedir.

Hazret-i Süleyman, Allahü teâlâdan, kendisinden sonra gelecek hiçbir kimseye nasibolmayacak bir saltanat vermesini istiyor. Allahü teâlâ da şeytanlar ve diğer varlıklardan bir çoğunun emrine veriyor. Sûre-i celilede bu kıssaların beyanından sonra Eyyub aleyhisse(amin da hatırlanması emrediliyor.

Eyyub (aleyhisselam) hastalanıyor ve kendisine: Sâd Sûresi, âyet: 42.

"Ayağını yere vur. İşte sana yıkanılacak ve içilecek bir su."diye vahyediliyor. Ve onun, sabırlı, daima Allah’a yönelen ve güzel bir kul olduğu beyan ediliyor.

Allahü teâlâ Resûlüllah’a, kuvvetli ve basiret sahibi kullarından, İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırlamasını emrediyor ve onların, âhiret yurdunu hatırlama özelliğine sahibolduklarını ve kendi yanında seçkin ve hayırlı kimseler olduklarını açıklıyor. İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırlamasını istiyor, onların hepsinin de seçkin kimseler olduklarını beyan ediyor.

Sûre-i celilede devamla, Allah’tan korkan ve onun emir ve yasaklarına uyanlar için Adn cennetleri ve orada çeşitli nimetlerin bulunduğu, haddi aşan azgınlar için ise kötü bir akıbet ve cehennem olduğu, onların oraya girecekleri ve çok şiddetli bir azap görecekleri ve cehenneme girenlerin orada birbirlerini suçlayarak münakaşa edecekleri beyan ediliyor.

Bu sûre-i celilede, Hazret-i Âdem'in yaratılışı, Allah'ın emriyle bütün meleklerin ona secde ettikleri, iblis'in ise secde etmeyip kibirlenerek kâfirlerden olduğu, secde etmemesine gerekçe olarak ta Allah'ın, Âdem'i çamurdan kendisini ise ateşten yarattığı hususunu öne sürdüğü beyan ediliyor.

İblis, Allah'ın emrine karşı geldiği için Allah'ın rahmetinden kovuluyor ve ahiret gününe kadar Allah'ın lanetinin onun üzerine olacağı söyleniyor kendisine. İblis ise insanların tekrar dirilecekleri güne kadar kendisine mühlet verilmesini istiyor. Allahü teâlâ da ona "Sen, vakti belli olan bir güne kadar mühlet verilenlerdensin. Sâd Sûresi, âyet: 80-81

buyuruyor İblis diyor ki: "İzzet ve şerefine yemin olsun ki onlardan ihlaslı kulların hariç, bütün insanları yoldan çıkaracağım. Sâd Sûresi, âyet: 82-83

Ve Sûre-i Celile şu âyetlerle sona eriyor: "Bu Kur'an, sadece âlemlere bir öğüttür. Onun haberlerinin doğru olduğunu bir müddet sonra mutlaka öğreneceksiniz. Sâd Sûresi, âyet: 87-88

Rahman ve rahim olan Allah'ın ismiyle.

1

Sâd. Şeref ve öğüt dolu Kur'ana yemin olsun ki (durum, kâfirlerin iddia ettiği gibi değildir.)

*Bu âyetin başındaki "Sâd" kelimesi, çeşitli şekillerde izah edilmiştir. Hasan-i Basrî bu kelimenin manasının: "Amelini Kur’an’la karşılaştır." demek olduğunu söylemiştir. Süddî ise bu kelimenin, diğer bir kısım surelerin başında bulunan mukatta'a harflerinden biri olduğunu söylemiştir.

İbn-i Abbas'tan nakledilen bir görüşe göre ise bu kelime, Allahü teâlânın isimlerinden biridir. Allahü teâlâ bununla yemin etmiştir.

Katade ise bu kelimenin, Kur'an'ın isimlerinden biri olduğunu Allahü teâlânın Kur'an'ın bu ismiyle yemin ettiğini söylemiştir. Dehhak da bu kelimenin "Allah doğru söyledi." manasına geldiğini söylemiştir.

2

Bilakis onlar, boş bir gurur ve ihtilaf içindedirler.

Bazı müfessirler bu âyet-i kerime’nin, birinci âyetteki yeminin cevabı olduğunu söylemişler ve bu âyetlerin birlikte şöyle izah etmişlerdir. "Şeref sahibi olan ve öğüt veren Kur'ana yemin olsun ki, kâfirler gurur ve ayrılık içindedirler." Taberi de bu izah tarzını tercih etmektedir.

Âyet-i kerime’de, müşriklerin, cahiliyye taassubu içinde böbürlendikleri, Allah'ın ve peygamberinin emirlerine karşı ayrılığa düştükleri, bu itibarla öğüt veren Kur'andan ibret almadıkları ifade edilmektedir.

3

Biz, onlardan ünce nice nesilleri helak ettik. (Azabımız başlarına inerken kurtulmak için) onlar feryad ediyorlardı. Fakat zaman, kaçıp kurtulma zamanı değildi.

Biz, peygamberimiz Muhammed'i yalanlayan müşriklerden önce, kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayan nice kavimleri helak ettik. Azabımız gelip onlara çatınca, onun dehşetinden kurtulmak için o kavimler rablerine yalvarıp yakardılar. Yaptıklarından vazgeçip yardım istediler. Fakat azabın geldiği zaman artık kaçıp kurtulma anı değildi. Onlar, tevbenin fayda etmediği bir zamanda tevbe ettiler. Bu sebeple azaptan kurtulamadılar. İşte bu müşrikler de aynı akıbete düşeceklerinden korksunlar.

4

Bak. Âyet 5.

5

Kendilerine, içlerinden bir uyarıcı (Peygamber) gelmesine şaştılar. Kâfirler: "Bu, çok yalancı bir sihirbazdır. İlahları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu şaşılacak bir şey." dediler.

6

Bak. Âyet 8.

8

Kâfirlerin ileri gelenlerinden bir gurup, birbirlerine: "Haydi yürüyün, İlahlarınıza ibadet etmekte direnin, sizden beklenen de budur. Biz bu tevhidi başka bir dinde duymadık. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir. Kur'an, aramızdan ona mı indirildi?" diyerek kalkıp yürüdüler. Doğrusu onlar, benim vahyimden şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar, azabımı henüz tatmadılar.

Said b. Cübeyr, Abdullah b. Abbas'ın, bu âyetlerin nüzul sebebi hakkında şunları söylediğini rivâyet etmektedir. Abdullah b. Abbas demiştir ki:

"Ebû Talip hastalanınca, içlerinde Ebû Cehil'in de bulunduğu Kureyş'ten bir topluluk onu ziyarete geldi. Onlar: "Ey Ebû Talib, kardeşinin oğlu bizim Hanlarımıza sövüyor, onlar için şöyle şöyle diyor ve onlara şöyle şöyle yapıyor. Birini ona gönder de onu böyle yapmaktan vazgeçir." dediler. Bunun üzerine Ebû Talib birini Resûlüllah’a gönderdi. Ebû Talib'in yanında bir kişinin oturacağı kadar yer bulunuyordu. Ebû Cehil, Resûlüllah'ın, amcasının yanına gelip oraya oturursa amcasının ona şefkatli davranacağından korktu ve hemen gidip oraya oturdu. Resûlüllah içeri girince, kapının yanından başka oturacak bir yer bulamadı ve oraya oturdu. Ebû Talib ona: "Ey kardeşimin oğlu, kavmin senden şikâyetçi oluyor. Senin, onların putlarına sövdüğünü, onlara şunu şunu söylediğini ve onlara şunu şunu yaptığını sanıyorlar." dedi. Resûlüllah: "Ey amca, ben onlardan sadece bir sözü söylemelerini istiyorum. Onlar bunu söyledikleri takdirde bütün Araplar onlara boyun eğecek ve Acemler onlara cizye verecektir." dedi. Kureyşliler: "O söz nedir? Babanın şerefine yemin olsun ki biz onu ve onun on katını da söyleriz." dediler. Resûlüllah: "O söz, Lailahe İllallah, Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur." sözüdür." dedi. Bunun üzerine Kureyşliler oradan yaka silkerek ve şöyle diyerek kalkıp gittiler: "O ilahları bir tek ilâh mı yaptı?" İşte bunun üzerine bu âyetler nazil oldu. "O, ilahları bir tek ilâh mı yaptı? Doğrusu bu, şaşılacak bir şeydir. Haydi yürüyün, ilahlarınıza ibadet etmekte direnin, sizden beklenen de budur. Biz, bu tevhidi başka bir dinde duymadık. Bu, uydurmadan başka birşey değildir. Kur'an aramızdan ona mı indirildi? Doğrusu onlar, benim vahyimden şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar azabımı henüz tatmadılar. Ahmed b. Hanbel, Müsned, C. 1, S.362 / Tirmizî, K. Tefsir el-Kur'an, Sun;: 38, bab: 1, Hadis no: 3232.

Taberi bu âyetleri şöyle izah etmektedir: "Kureyş müşrikleri, kendilerinden bir uyananın Allah tarafından gönderilip onları uyarmasına şaştılar ki, bu uyarıcı da Muhammed'dir. Allah'ın birliğini inkâr eden bu kâfirler, kendilerini Allah'ın azabıyla uyaran Muhammed'e: "Bu, yalancı bir sihirbazdır. Bu, bütün ilahları tek bir ilâh mı yapıyor? O tek ilahın, hepimizin dualarını işiteceğini ve yaptığımız ibadetleri bileceğini mi sanıyor? Şüphesiz ki bu iddia, şaşılacak bir iddiadır." dediler.

Kâfirlerin ileri gelenleri Resûlüllah’ın yanından ayrılıp gittiler ve birbirlerine şöyle dediler: "Haydi yürüyün. İlahlarınıza tapmakta sabırlı olun. Düşmanlarınızın istediği, ilahlarınızdan ayrılmanızdır. Şüphesiz ki Muhammed, bizden, bu söylediğini kabul etmemizi ve böylece bizi tahakküm altına almayı istiyor. Muhammed'in bizi çağırdığı bu sözü, en son din olan Hıristiyanlıkta veya atalarımızın dininde de görmedik. Muhammed'in getirdiği bu Kur'an, onun uydurmasından başka bir şey değildir. Bizim aramızdan öğüt buna mı indirilmiş? Şereflilerimize değil de buna mı mahsus kılınmış?"

Allahü teâlâ bunlara cevaben buyuruyor ki: "Doğrusu bu müşrikler, bizim, Muhammed'e indirdiğimiz vahyin ve Kur'an'ın, bizim tarafımızdan gönderildiğinden şüphe ediyorlardı. Daha doğrusu bunlar, henüz azabımızı tatmadılar. Azabımızı tadacak olsalar, yalanladıkları şeyin gerçek olduğunu idrak ederler. Fakat o zaman bu onlara bir fayda vermez.

9

Yoksa onların yanında, herşeye galip ve ihsanı bol olan rabbinin rahmet hazineleri mi var?

Allah'ın, peygamberi Muhammed'e Kur’an’ı vahyetmiş olduğunu inkâr eden bu kâfirlerin elinde, herşeye galip olan ve kullarına bolca nimet veren rabbinin rahmet hazineleri mi var da onlar rabbinin sana verdiği lütuflara engel olmaya kalkışıyorlar?

10

Yoksa göklerin, yerin ve aralarındakilerin mülkü kendilerine mi aittir? Öyleyse yollarını bulup göklere çıksınlar.

Yoksa göklerin, yerin ve onların aralarında bulunanların mülkiyeti, gururlanan ve peygamberle ayrılığa düşen bu kâfirlere mi aittir de kendilerinde Allah’a ve peygambere karşı çıkma cesareti buluyorlar? Elbetteki göklerin, yerin ve aralarındakilerin mülkiyeti bana aittir. O halde benim mülkümde bana nasıl karşı çıkıyorlar? Eğer iddia ettikleri gibi göklerin ve yerin mülkiyeti onlara ait ise bir yolunu bularak oralara çıkıp gezsinler. Zira birşeye sahip olan kimsenin, kendi mülkünü gezip denetlenmesinin imkansız olması düşünülemez.

11

Onlar, orada çeşitli guruplardan meydana gelen, mağlup olmaya mahkum bir ordudur.

Böbürlenme ve ayrılık içinde bulunan bu kâfirler Bedir'de mağlubiyete mahkum olacak olan İblisin guruplarından oluşan bir ordudan başka bir şey değildir.

Katade bu âyeti izah ederken şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) daha Mekke'de iken Allah ona, müşriklerin ordusunu mağlup edeceğini bu âyette haber vermiş ve bu haber Bedir savaşında gerçekleşmiştir. Bu hususta başka âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır: "Yoksa onlar: "Biz, intikam alacak bir topluluğuz." mu diyorlar?" "Yakında o topluluk hezimete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklardır. Kamer Sûresi, âyet: 44-45

12

Bak. Âyet 13.

13

Onlardan önce Nuh kavmi, Âd, kazıklar sahibi (saltanat sahibi) Firavun, Semud, Lût kavmi ve Ashab- ı Eyke de (kendilerine gönderilen peygamberleri) yalanlamışlardı. İşte guruplaşanlar bunlardır.

14

Şüphesiz onların hepsi peygamberleri yalanlayıp azabımı hak ettiler.

Bütün ilahları tek bir ilâh mı yaptı?" diyen bu Kureyş müşriklerinden önce gelen Nuh kavmi, Ad kavmi, kazıklar sahibi Firavun, Semud kavmi, Lût kavmi ve Eyke halkı, işte bütün bu gruplar kendilerine gönderilen peygamberleri ve kitapları yalanladılar, Bütün bu ümmetler, Allah'ın kendilerine gönderdiği peygamberleri yalanlayanlardan başka birşey değillerdi. Bu yüzden benim onlara azabım hak oldu. Ey Rasûlüm, senin bu kavmin de onlar gibr davranırlarsa onların akıbetlerine uğrarlar.

Âyet-i kerime’de Firavun "Kazıklar sahibi" olarak vasıflandırılmıştır. Sa-id b. Cübeyr, Katade ve İbn-i Abbas, Firavunun böyle vasiflandınlmasının sebebinin, Firavunun birtakım kazıklarla oynamış olması olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Rebi' b. Enes ise Firavun'un bu şekilde sıfatlandinlmasinm sebebinin, insanlara kazıklarla işkence etmiş olması olduğunu söylemişlerdir. Dehhak ise "Bu ifadeden maksat, Firavun'un, çokça binalara sahip olduğunu ifade etmektir." demiştir.

"Eyke halkı"ndan maksat, Şuayb (aleyhisselam)in kendilerine peygamber olarak gönderildiği kavimdir. "Eyke" kelimesinin manası, "Birbirine girmiş sık ağaçlık." demektir. Bu kavim, Allah’a ortak koşmak, yol kesmek, ölçü ve tartıyı eksik yapmak gibi fiilleriyle zalim bir kavim olmuş bu sebeple de zelzele ve üzerlerini kaplayan siyah bir bulutla helak olup gitmişlerdir.

15

Onlar ancak bir çığlığı bekliyorlar. Onun geri dönüşü yoktur.

Bu âyet-i kerime iki şekilde izah edilmiştir. Birincisi şöyledir: Ey Rasûlüm, bu Kureyş müşrikleri, ancak birinci sur'a üflenirken meydana gelecek olan çığlığı beklemektedirler. O çığlık meydana gelince artık onun tesirinden kurtulmak mümkün değildir.

Diğer bir izah şekline göre de âyetin manası şöyledir: "Bu müşrikler ancak Allah'ın beklemektedirler. Onlara Allah'ın azabı geldikten sonra bir daha kendilerine gelemezler. Zira o azap onları helak eder."

16

Kâfirler; "Rabbimiz, hesap gününden önce payımıza düşen (azabı) hemen gönder." dediler.

Âyet-i kerime’de kâfirlerin, Allahü teâlâdan, paylarına düşen şeyi derhal kendilerine vermesini istedikleri zikredilmekte ve paydan düşen şeyden neyi kasdettikleri açıkça zikredilmemektedir. Bu itibarla müfessirler bu ifadeyi farklı şekillerde izah etmişlerdir.

- Abdullah b. Abbas. Mücahid ve Katade'den nakledilen görüşe göre, burada, kâfirlerin, acele olarak verilmesini istedikleri paylarından maksat, Resûlüllah'ın. kendilerine geleceğini haber verdiği ilahi azaptır. Bu izaha göre kâfirler, ilahi azabın derhal gelmesini isteyerek onunla alay etmişlerdir. Taberi, bundan sonra gelen âyetin, Resûlüllah’a sabretmeyi emrettiğini dikkate alarak bu görüşü tercih etmiştir. Zira Resûlüllah’ın sabrı, onların alaylarına karşı söz konusudur.

Süddî ise burada kâfirlerin, Allah’tan acele olarak kendilerine vermesini istedikleri paylarından maksadın, iman ettikleri takdirde cennette erişecekleri mevki ve makamları olduğunu söylemektedir. Kâfirler bunları dünyada iken hemen görmek istemişler ve böylece Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)in doğru söylediğine kanaat getirip ona iman etmek istemişlerdir.

Said b Cübeyr ise: "Burada kâfirler, âhiretteki paylarının kendilerine dünyada iken verilmesini istemişlerdir." demiştir.

İsmail b. Ebi Halid ise: "Kâfirler, kendilerine rableri tarafından takdir edilen rızkın derhal verilmesini istemişlerdir." demiştir.

Diğer bazı âlimlere göre ise burada kâfirlerin, Allahü teâlâdan acele olarak kendilerine vermesini istedikleri paydan maksat, amel defterleridir. Kur'an-ı Kerim, amel defterlerinin sağ ve soldan verilmesinin, insanların cennetlik veya cehennemlik olacaklarını gsöterdiğini zikretmiştir. Kâfirler Kur’an’la alay ederek Allahü teâlâdan amel defterlerinden olan paylarının dehhal kendilerine verilmesini, böylece kendilerinin ne olduğunu anlayarak hak yolu tutacaklarını alay yoluyla söylemek istemişlerdir.

17

Ey Rasûlüm, kâfirlerin söylediklerine sabret. Güç ve kuvvet sahibi olan kulumuz Davud'u hatırla. Şüphesiz ki o, Allah’a çokça yönelendi.

Ey Rasûlüm, sen, kavminin müşriklerinin sana söyledikleri kötü sözlere karşı sabret. Zira biz, senden önceki peygamberleri imtihan ettiğimiz gibi seni de imtihan ediyoruz. O peygamberler imtihanı başarınca biz onlara yüce mertebeler verdik. Allah’a itaatta ve eziyet ve işkencelere karşı sabretmede güç ve kuvvet sahibi olan kulumuz Davud da bu peygamberlerden biriydi. Sen onu an.. Şüphesiz ki Davud rabbine çokça yönelen biriydi.

Âyet-i kerime’de, Hazret-i Davud'un güç ve kuvvet sahibi olduğu zikredilmektedir. Buradaki güç ve kuvvetten maksat Allah’a kulluk ve ona itaatta metanetli olmak ve dinî anlamada güçlü olmaktır.

Ayrıca âyet-i kerime’de, Hazret-i Davud'un, Allah’a çokça yönelen biri olduğu zikredilmektedir. Onun Allah’a yönelmesinden maksat, Mücahid'e göre yaptığı kusurlardan derhal vazgeçmesi, Katade'ye göre Allah’a çokça itaat edip namaz kılması, Süddi'ye göre ise, Allah'ı çokça tesbih etmesidir.

Peygamber efendimiz, Hazret-i Davud'un Allah’a çokça yöneldiğini bir hadis-i şerifinde beyan ederek şöyle buyumıuştur:

"Allah’a oruçların en sevimlisi Davud'un orucu, yine namazların Allah’a en sevimlisi Davud'un namazıdır. Davud gecenin yarısına kadar uyuyor sonra kalkıp gecenin üçte birinde ibadet ediyordu ve geriye kalan altıda birini ise tekrar uyuyordu. O, yıl boyunca bir gün oruç tutar bir gün yerdi. Müslim, K.es-Sıyam, bab: 189, Hadis no: 1159

18

Şüphesiz biz dağları Davud'un merine vermiştik. Onlar Davud'la beraber gece ve kuşluk vakti tesbih ederlerdi.

19

Biz, kuşları da toplu olarak onun emrine vermiştik. Hepsi de ona boyun eğiyorlardı.

Âyet-i kerimelerin zahiri, dağların ve kuşların Hazret-i Davud'la birlikte Allah'ı tesbih ettiklerini göstermektedir. Bu, Hazret-i Davud'a verilen bir mucizedir. O, Zebur'u okurken gökte uçan kuşlar yerlerinde durup onunla birlikte Allah’ı tesbih ederler ve engin dağlar da onun sesinin yankısıyla Allah’ı tesbih ve tenzih eder adeta onun tesbihine iştirak ederlerdi.

Hazret-i Davud'un, Allah’ı zikretme vakitleri olarak gece ve kuşluk vakitleri belirtilmektedir. Abdullah b. Abbas, Ümmühuni (radıyallahü anhâ)dan nakledilen ve Resûlüllah’ın Mekke'yi fethettikten sonra sekiz reat kuşluk namazı kıldığını bildiren Rivâyetine dayanarak kuşluk vaktinde namaz kılmanın gerekli olduğunu söylemiş ve bu âyetteki kuşluk vaktini de bu Rivâyete göre yorumlamıştır.

20

Biz Davud'un mülkünü de kuvvetli kılmıştık. Ona, meseleleri ayırdetme kabiliyeti vermiştik.

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, Hazret-i Davud'un mülkünü kuvvetli kıldığı zikredilmektedir. Süddî "Bu kuvvetten maksut, Hazret-i Davud'un ordusunun kalabalık olmasıdır. Öyle ki gece gündüz kendisini dört bin asker beklemekteydi." demiştir.

Abdullah b. Abbas ise Hazret-i Davud'a verilen bu kuvvetten maksadın onun belli bir mesele hakkında venniş olduğu hükümden dolayı insanlar üzerindeki saygınlığı olduğunu söylemiştir.

Taberi ise âyet-i kerime’nin, Allahü teâlânın Hazret-i Davud'u genel manada her yönüyle güçlendirdiğini zikrettiğini, bunun şeklinin ordu gücüyle veya insanlar üzerinde elde edilen saygınlıkta meydana geldiğine dair herhangi bir şey söylemediğini bu itibarla âyetin genel manasına bağlı kalmanın daha uygun olacağını söylemiş ve bu güçlülüğün adı geçen sebeplerden herhangi biri olabileceği gibi her ikisinin de bunlardan başka herhangi bir şeyin olabileceğini zikretmiştir.

Âyet-i kerime’de Allahü teâlânın Hazret-i Davud'a hikmet verdiği zikredilmektedir. Süddi bu hikmetten makadın, peygamberlik olduğunu, Katade bundan maksadın sünnet olduğunu söylemiştir.

Mücahid ise bu hikmetten maksadın, anlayışlı olmak, akilli olmak, adaletli davranmak, doğruyu bulmak olduğunu izah etmiştir.

Âyet-i kerime’de Hazret-i Davud'a "Meseleleri ayırdetme kabiliyetinin" verildiği zikredilmektedir. Abdullah b. Abbas, Mücahid, Süddi ve İbn-i Zeyd, Hazret-i Davud'a verilen bu özellikten maksadın, onun verdiği kararlarda isabetli olması ve hakkı batıldan ayırdedecek bir anlayışa sahibolması olduğunu söylemişlerdir.

Kadi Şüreyh, Şa'bî ve Katade'ye göre ise Hazret-i Davud'a verilen kabiliyetten maksat, onun, davacıdan delil getirmesini davalıdan da yemin etmesini istemesidir.

Şa'bî'den nakledilen diğer bir görüşe göre ise Hazret-i Davud'a verilen "Meseleleri ayırdetme kabiliyetinden maksat, Hazret-i Davud'un konuşmaya başlarken, girişten sonra "Meseleye gelince" anlamına gelen "Emmâ Ba'd" ifadesini kullanmasıdır.

Taberi, âyet-i kerime’nin umumi ifadesine uygun olarak Hazret-i Davud'a, hüküm vermede, tartışmada ve konuşmada, meseleleri birbirinden ayırdetme ve kesin neticeye bağlama kabiliyeti verildiğini söylemenin daha doğru olacağım izah etmektedir.

21

Ey Rasûlüm, sana davacıların haberi geldi ini? Hani onlar (duvardan, Davudim ibadet ettiği yer olan) mihraba tırmanmışlardı.

22

Onlar Davud'un yanına girmişlerdi de Davud onları görünce korkmuştu. Onlar Davud'a "Korkma" demişlerdi. "Biz iki davacıyız. Birimiz diğerinin hakkına tecavüz etmiştir. Sen aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi, yolların doğrusuna ilet."

Ey Rasûlüm, Davud, evinin özel bir yerindeki yüksek mihrapta bulunurken iki davacının, onun mihrabına tırmandıkları ve onun yanına girdikleri haberi sana geldi mi? Onlar, Davud'un yanına kapıdan gitmeyip duvara tırmanarak girdikleri için Davud onlardan korkmuş onlar da Davud'a: "Sana birkötülük yapacağımızdan korkma. Biz, birbirlerine haksızlık eden iki hasımız. Sen, aramızda adaletle hüküm ver. Hükmünde taraf tutma ve haksızlığa kaçma, sen bize, gideceğimiz doğru yolu göster." demişlerdi.

Hazret-i Davud'un yanına tırmanan bu iki kişinin iki melek olduğu Rivâyet edilmiş, Hazret-i Davud'un bunlardan korkmasının sebebinin ise bunların, kapıdan gitmeyip duvardan tırmanarak Davud'un yanına girmeleri veya geceleyin gelmeleri olduğu izah edilmiştir.

23

Şüphesiz ki bu kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu vardır. Benim ise bir koyunum vardır." Onu bana ver de benimkilerle birlikte bakayım." dedi ve konuşmada beni yendi."

Bu âyet-i kerime’nin anlattığı olayın mahiyeti net olarak açıklanmamıştır. Bu hususta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)den de sahih bir hadis Rivâyet edilmemiştir. Ancak Taberi dahil bir kısım müfessirler bu olay hakkında çeşitli kıssalar zikretmişlerdir. Bu kıssaların sıhhatine güvenilmemektedir. Bu itibarla burada zikredilmemişlerdir.

24

Davud şöyle dedi: "Şüphesiz ki koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana zulmetmiştir. Gerçekten ortakların çoğu birbirlerine haksızlık ederler. İman edip salih ameller işleyenler bunun dışındadır, onlar da çok azdır. Davud, kendisini imtihan ettiğimizi sandı, rabbinden mağfiret diledi, eğilip secdeye kapandı ve Allah’a yöneldi.

Davud, arkadaşından şikâyetçi olan davacıya şöyle dedi: "Şüphesiz ki arkadaşın senin bir koyununu alıp kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana haksızlık etmiştir. Şurası bir gerçektir ki ortaklardan birçoğu birbirlerine karşı haksızlık ederler. Ancak iman edip salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Onlar da başkalarına nisbetle pek azdır."

Davud, bizim bu davacıları yanına göndererek kendisini imtihan ettiğimize kanaat getirdi. Bu sebeple rabbinden kusurlarının affını istedi. Rükua eğilip rabbine secdeye kapandı, rabbinin rızasına döndü.

25

Biz de Davud'u, bu acele hükmünden dolayı bağışladık. Şüphesiz onun, nezdimizde ayrı bir yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır.

Biz de Davud'u bu halinden dolayı affettik. Şüphesiz ki Davud'un, kıyamet gününde bizim nezdimizde yakınlığı ve güzel bir makamı vardır.

26

(O zaman biz Davud'a şöyle vahyetmiştik) "Ey Davud, şüphesiz ki biz seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanların arasında hak ile hükmet. Sakın keyfe tabi olma. Yoksa o seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz ki Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttukları için şiddetli bir azap vardır."

Biz Davud'a: "Ey Davud, şüphesiz ki biz seni, senden önceki peygamberlerden sonra yeryüzünde halife kıldık. Seni, yeryüzü halkına hakem tayin ettik. O halde sen, insanlar arasında adaletle hüküm ver. İnsanlar arasında hüküm verirken heva ve hevesinin etkisinde kalarak hükmünde haktan ayrılma. Çünkü hak yolundan sapanlara, hesap gününde sorguya çekileceklerini unuttukları için kıyamet gününde şiddetli bir azap vardır. O azap da cehennemdir.

27

Biz göğü, yeri ve aralarındakileri boşu boşuna yaratmadık. Bu, kafirlerin zannıdır. Uğrayacakları ateşten dolayı vay o kâfirlerin haline.

Biz, gökleri, yeri ve onların aralarında bulunan varlıkları boşu boşuna yaratmadık. Biz onları ancak kendimize itaat etme yeri olarak yarattık. Bizim, onları boşu boşuna yarattığımızı ancak kâfirler zannederler. Zira onlar Allah'ın birliğine inanmaz ve onun yüceliğini takdir edemezler. Bunlar, Allah'ın, boşuna bırşey yaratmayacağını idrak etmez ve bu zanlara düşerler. Cehennem ateşinden dolayı vay kâfirlerin haline. Onlar o ateşten ne kadar ızdırap çekeceklerini bir bilseler.

Allahü teâlâ bundan sonra gelen âyet-i kerime’de, adaleti ve hikmeti gereği, kendisinin birliğini inkâr eden kâfirlerle, ona iman eden mü’minleri aynı tutmayacağını ve herkese layık olduğu şekilde davranacağını beyan ederek buyuruyor ki:

28

Yoksa biz, iman edip salih amel işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’tan hakkıyla korkanları günahkarlar gibi mi tutacağız ?

Yoksa bizim, Allah'ı ve peygamberini tasdik eden. Allah'ın emrettiğini tutup yasaklarından kaçınan mü’minlerle, yeryüzünde bozgunculuk çıkaran ve Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelen kâfirleri aynı tutacağımızı mı zannediyorlar? Bizim, Allah’a itaat ederek ondan korkanları, Allah'ın haram kıldığı şeyleri işleyen günahkarlar gibi kılacağımızı mı tahmin ediyorlar? Elbetteki biz bunları bir tutmayacağız.

Allahü teâlâ bundan sonra gelen âyette, insanları cehaletin karanlıklarından çıkarıp hakkın aydınlığına ulaştıracak olan vasıtanın ancak Kur'an-ı Kerim olduğunu beyan ederek buyuruyor ki:

29

Bu Kur'an, âyetlerini iyice düşünsünler, akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.

Ey Rasûlüm, bu Kur'an, sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Biz bunu, içinde bulunan delilleri düşünüp onun hükümleriyle amel etsinler diye indirdik. Bir de akıl sahipleri ondaki âyetlerden öğüt ve ibret alsınlar, böylece sapıklığı bırakıp Kur’an’ın gösterdiği yolu tutsunlar.

30

Biz, Davud'a Süleyman'ı ihsan etmiştik. O, ne güzel bir kuldu. O, işlerinde daima Allah’a yönelirdi.

Biz Davud'a, oğlu Süleyman'ı bir peygamber olarak bahşettik. Süleyman ne güzel bir kul idi. O, Allah’a çokça yönelen, onu çokça tevbe eden ve onu çokça tesbih edendi.

31

Hani bir zaman akşamüstü Süleyman'a cins, üç ayağı üzerinde durup, dördüncüsünü tırnağının üzerine basıp dinlendiren ve rahvan atlar gösterilmişti.

Hazret-i Süleyman'ın birçok atının bulunduğu, bu atların birtakım özelliklerinin bulunduğu Rivâyet edilmektedir.

İbn-i Zeyd bu atların, cinler tarafından denizlerin dalgalarından çıkarılarak Hazret-i Süleyman'a verilen atlar olduklarını söylemiş İbrahim et-Teymî ise bu atların yirmi tane olduklarını ve kanatlan bulunduğunu söylemiştir.

İbn-i Ebi Hatim'in rivâyet ettiği başka bir görüşte ise Hazret-i Süleyman'a verilen atların yirmi bin kadar olduğu ve bunların, kendisini Allah'ı anmaktan alıkoymaları üzerine hepsini kestirdiği rivâyet edilmiştir.

32

Süleyman: "Gerçekten ben at sevgisine, rabbimin zikrinden dolayı düştüm." dedi. Nihâyet atlar gözden kayboldu.

Taberi bu âyet-i kerime’yi şu şekilde izah etmektedir: "Süleyman şöyle dedi: "Şüphesiz ki bana at sevgisi verildi ve bu sevgi beni, rabbimi anacağım namazdan alıkoydu. Nihâyet güneş batıp gözden kayboldu."

Bu izah tarzına göre Hazret-i Süleyman, kendisine atlar sevdirilerek imtihan edilmiş ve bu atlarla meşgul olurken ikindi namazını geçirmiştir. Burada, Hazret-i Süleyman'ın ikindi namazını geçirdiğini söyleyen görüş onun bu namazı unutarak geçirdiğini, bundan dolayı sorumlu olmadığını ilave etmiştir. Nitekim Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de Hendek savaşında ikindi namazını geçirip onu güneş battıktan sonra kılmıştır.

Bazı âlimler ise Hazret-i Süleyman'ın dininde, savaş gibi özürlerden dolayı namazın ertelenmesinin caiz olduğunu bu sebeple Hazret-i Süleyman'ın, savaş atlarıyla meşgul olurken, ikindi vaktini geçirmemek için fazla titiz davranmadığını söylemişlerdir.

33

Süleyman: "Onları bana geri getirin." dedi. Atlar gelince de bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.

Bu âyet-i kerime iki şekilde izah edilmiştir. Birincisi mealde verildiği şekildedir. Bu izah şekli Abdullah b. Abbas'tan rivâyet edilmektedir. Taberi de bu görüşü tercih etmiş ve daha sonra zikredilecek olan görüşte beyan edildiği gibi, Hazret-i Süleyman'ın durup dururken, Allah'ın kendisine vermiş olduğu atlan kesmesinin öyle bir peygambere yakışmayacağını söylemiştir.

Bu âyet-i kerime’yi, Katade, Süddî ve Hasan-ı Basrî ise şu şekilde izah etmişlerdir. "Süleyman, kendisini namazdan alıkoyan atların tekrar kendisine getirilmesini emretmiş ve onların ayaklarını kesip boyunlarını vurdurmuştur.

34

Şüphesiz ki biz, Süleyman'ı imtihan etmiştik. Onun tahtının üzerine bir ceset bıraktık. Sonra da sağlığına kavuşup eski haline dönmüştü.

Müfessirler bu âyet-i kerime’nin izahında, selef-i salihîn'den nakledilen ve ehl-i kitap'tan alındığı anlaşılan bazı kıssalar anlatmışlardır. Bu kıssaların sıhhatine güvenildiği için burada zikredilmemişlerdir. Bunlarda özellikle şu hususlar zikredilmektedir: Hazret-i Süleyman'ın iktidarının bir teminatı olan mühürü şeytanların eline geçmiş böylece Süleyman belli bir süre tahtından uzaklaşmış ve onun yürene eşeytanlar geçip mülkünü sevk ve idare etmişlerdir. Sonunda Hazret-i Süleyman mühürünü tekrar elde ederek tahtına oturmuş ve memleketini sevk ve idare etmeye devam etmiştir. İşte âyette zikredilen, Hazret-i Süleyman'ın imtihan edilmesi, tahtının üzerine bir cesedin konması ve sonunda da eski haline dönmesinden maksad, işte bu olayı beyan etmektir." denmiştir.

Yine bir kısım müfessirler, Hazret-i Süleyman'ın, hastalıkla imtihan edildiğini, öyle ki tahtının üzerinde oturan bir ceset haline geldiğini sonra da tekrar sıhhatına kavuşup eski haline döndüğünü söylemişlerdir.

35

Süleyman şöyle demişti: "Rabbim, beni bağışla. Bana, benden sonra kimseye nasib olmayan bir saltanat ihsan et. Şüphesiz ki, çokça lutfeden ancak sensin."

Buhari bu âyet-i kerime’yi izah ederken, Resûlüllah’ın şu hadis-i şerifini zikretmiştir. Ebû Hureyre (radıyallahü anh) diyor ki:

"Resûlüllah şöyle buyurdu: "Dün bana cinlerden bir ifrit namazımı bozdurmak için sataştı. Allah bana onu yakalama imkanı verdi. Ben onu, mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Tâ ki sabah olduğunda hepiniz onu göresiniz. Fakat ben, kardeşim Süleyman'ın: "Rabbim bana, benden sonra hiçkimseye nasip olmayan bir saltanat ihsan et." sözünü hatırladım." Ravilerden biri olan Revh diyor ki: "Resûlüllah o cini zelil bir şekilde Buhari, K. Tefsir el-Kur'an, Sûre: 38, bab: 2 kovdu.

36

Bunun üzerine biz de rüzgarı ona boyun eğdirdik. Rüzgar onun emriyle onun istediği yere kolayca eser giderdi.

Biz, Süleyman'ın duasını kabul ettik. Ve ona, kendisinden sonra hiçkimseye verilmeyecek bir mülk verdik. Öyle ki onu namazdan alıkoyan atların yerine rüzgarları onun emrine verdik. Rüzgarlar onun istediği yere yumuşak ve itaatkar bir şekilde esiyorlardı.

Peygamber efendimiz buyuruyor ki:

"Davud'un oğlu Süleyman, Kudüs'ü yapınca Allahü teâlâdan üç şey diledi: Diliyordu ki kendisine, Allah'ın hükmüne uygun bir şekilde hüküm verme kabiliyeti nasib edilsin. Ve bu ona nasib edildi. O, Allah’tan, kendisinden sonra hiçkimseye verilmeyecek olan bir mülk istedi. Kendisine o da verildi. Yine o, Mescid-i Aksâ'nın yapımını bitirdikten sonra, Mescid-i Aksu'ya ancak namaz kılmak için gelen bir kimsenin, mescitten çıkmadan, annesinden doğduğu gibi hatalarından arınmış olarak çıkmış olmasını istedi. Nesai, K. el-Mesacid, bab: 6 / İbn-i Mace, K.el-İkameti's-Salat, bab: 196, Hadis no: 1408.

Hasan-i Basrî diyor ki: "Atlarla meşgul olmak Hazret-i Süleyman'ı namaz kılmaktan alıkoyunca o bunlara kızdı ve hepsini kesti. Bunun üzerine Allahü teâlâ ona atlardan daha süratli olan rüzgarları müsahhar kıldı. Rüzgarlar Süleyman'ın emriyle yumuşak bir şekilde esip onu dilediği yere götürüyorlardı. Süleyman sabahleyin Kudüs'ten çıkıp öğleye kadar Kazvin'e gidiyordu. Öğlenden sonra Kazvin'den çıkıp akşama Kabil'e gidiyordu.

37

Bak. Âyet 38.

38

Her bina ustası ve dalgıç şeytanları ve birbirlerine zincirlerle bağlanmış diğer şeytanları da Süleyman'ın emrine âmâde kılmıştık.

Allahü teâlâ bu âyetlerde üç sınıf şeytanı Hazret-i Süleyman'ın emrine âmâde kıldığını beyan ediyor. Bunlardan birincilerin duvar ustaları olduklarını zikrediyor. Diğer bir âyette de bunların neler yaptıkları zikredilerek buyuruluyor ki: "Cinler Süleyman'ın istediği gibi, saraylar, heykeller, havuzlar kadar büyük çanaklar ve sabit kazanlar yaparlardı." Sebe' Sûresi, âyet: 13

Bunlardan ikincileri ise, denizlere dalarak oralardan Hazret-i Süleyman'a inci ve mercanları ve çeşitli mücevherleri çıkarıyorlardı. Bu şeytanların üçüncü sınıfı ise isyankâr olduklarından zincirlerle birbirlerine bağlanan şeytanlardır.

39

işte bizim ihsanımız budur. Onu başkalarına ver veya verrne. Bu yüzden asla hesaba çekilmeyeceksin.

Âyet-i kerime’de, Süleyman'a verildiği zikredilen "İhsan"dan maksat, Hasan-ı Basrî ve Dehhak'a göre, ona verilen mülktür. Allahü teâlâ Hazret-i Süleyman'ı bu mülkten dilediğini dilediğine vermekte serbest bırakmıştır. Taberi bu görüşü tercih etmiştir.

Katade ise: "Burada Süleyman'ın emrine verilen "İhsan"dan maksat, şeytanların onun emrine verilmesidir." demiştir. Bu izaha göre, Allahü teâlâ Hazret-i Süleyman'a, şeytanlardan dilediğini tutsak edip cezalandırmakta ve dilediğini hür bırakıp istihdam etmekte serbest bırakmıştır.

İkrime'nin Abdullah b. Abbas'dan naklettiği diğer bir görüşe göre ise burada Hazret-i Süleyman'a verildiği ifade edilen "İhsan"dan maksat, ona bahşedilen yüz erkek kuvvetidir. Bu görüşe göre Hazret-i Süleyman dilediği hanımla evlenmekte ve dilediğinden de ayrılmakta serbest bırakılmıştır.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerime’de, Hazret-i Süleyman'a daha dünyadayken büyük lütuflarda bulunduğunu zikrettikten sonra onun âhirette de büyük" mükafaatlara nail olacağım beyan ederek buyuruyor ki:

40

Şüphesiz Süleyman'ın, nezdimizde ayr. bir yakınlığı ve güzel bir akıbeti vardır.

Taberi, Hazret-i Süleyman'ın, bir peygamber olduğu halde Allah’tan nasıl olup da dünya malı istediğini ve kendisine verilen mülkün başka hiçbir kimseye verilmemesini nasıl dilemiş olduğunu beyan ederek özetle şunları söylemektedir: "Hazret-i Süleyman'ın Allahü teâlâdan dünya malın, istemesi, onun dünya sevgisinden değil Allah katındaki derecesini öğrenmek istemesindendir. Kendisine verilen mülkün, kendisinden sonra herhangi bir kimseye verilmemesini istemesi ise kendi zamanında, kendisinden sonra peygamber olmayan insanlara onun mülkü gibi bir mülkün verilmemesini istemesidir. Tâ ki onun hak peygamber olduğu ortaya çıkmış olsun.

41

Ey Rasûlüm, kulumuz Eyyub'u hatırla. Hani bir zaman o rabbine: "Gerçekten şeytan bana yorgunluk ve ızdirap dokundurdu." diye nida etmişti.

42

Ona: "Ayağını yere vur. İşte sana, yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su." dedik,

43

Nezdimizden bir rahmet ve akıl sahiplerine bor öğüt olmak üzere, biz ailesini ona bahşettik ve bir o kadar da artırdık.

Ey Rasûlüm, sen, kulumuz Eyyub'u an. Bir zaman o, içine düştüğü sıkıntıdan dolayı rabbine nida ederek şöyle demişti. "Rabbim, şüphesiz ki şeytan beni yıprattı. Bana çile ve meşakkat verdi. Biz de ona: "Sen ayağını yere vur. Senin için, yıkanılacak ve içilecek bir soğuk su çıkardık." dedik.

Vehb b. Münebbih diyor ki: "Eyüp (aleyhisselam) Allah'ın emri üzerine ayağını yere vurdu. Oradan bir pınar kaynadı. Eyüp onun içine girip yıkandı. Allah da ondan bu yolla bütün dertlerini giderdi.

Taberi ve İbn-i Ebi Hatim, Enes b. Mâlik'in, Hazret-i Eyüp hakkında Resûlüllah'tan şunu Rivâyet ettiğini söylemişlerdir: "Resûlüllah buyurdu ki: "Allah'ın peygamberi Eyüb'ün derdi on sekiz sene devam etmiştir. Uzak yakın herkes onu terketmiştir. Ancak kardeşlerinin en samimilerinden olan iki kişi onu terketmemişlerdir. Sabah akşam onun yanına gidip gelmişlerdir. Bu kişilerden biri diğerine şöyle demiştir: "Biliyor musun Eyüp öyle bir günah işlemiş ki, âlemlerden hiçbir kimse o günahı işlememiştir. Arkadaşı "Nedir o günah?" diye sormuş o da: "On sekiz seneden beri Allah ona merhamet edip ondaki derdi gidermemiştir. (Bu da onun böyle bir günah işlediğini gösterir) demiştir.

Bu iki kişi Eyüb'ün yanına gidince, kendisine Eyüb'ün günah işlediği anlatılan kişi sabredemeyip bunu Eyüb'e anlatmıştır. Bunun üzerine Eyüp demiştir ki: "Senin ne dediğini anlamıyorum. Ancak Allah da biliyor ki, ben, birbiriyle tartışan ve tartışırken Allah’ı da sözlerine katan iki adamın yanından geçtiğim zaman evime dönüyor, Allah’ı hak dışında anmalarını çirkin görerek onlardan uzak duruyordum."

Eyyub (aleyhisselam) tuvalet için dışarı çıkıp ihtiyacını giderdiğinde hanımı onun elinden tutuyor ve onu yerine getiriyordu. Birgün tuvalet ihtiyacı sırasında geç kaldı. Bu arada Allahü teâlâ Eyyub (aleyhisselam)a: "Ayağım yere vur işte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su." âyetini indirdi. Katlın, Eyyub'un geç kalmasından telaşlanmıştı. Ne yaptığını görmek için ona doğru döndü ve Eyyub'u karşısında gördü. Allah ondan derdini gidermişti. O, en güzel halindeydi. Katlın onu görünce: "Maşallah Bârekallah. Sen, Allah'ın dertlenen peygamberini gördünmü? Allah’a yemin olsun ki o sağlam iken ona senden daha çok benzeyen birini görmedim." dedi. Bunun üzerine Eyyub" Ben işte o peygamberim." dedi.

Eyyub'un bir buğday bir de arpa ambarı vardı. Allah iki bulut gönderdi. O bulutlardan biri buğday ambarının üzerine gelince oraya altın akıttı. Öyle ki ambar dolup taştı. Diğer bulut ise arpa ambarının üzerine gümüş akıttı o da dolup taştı.

Peygamberefendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyuruyor:

"Bir gün Eyyub soyunmuş yıkanırken onun üzerine altından çekirgeler düşmeye başladı. Eyyub onları avuçlayıp elbisesine doldurmaya başladı. Bunun üzerine rabbi ona: "Eyyub, ben seni, bu gördüklerine muhtaç olmayacak bir hale getirmedim mi?" diye seslendi. Eyyub: "Şerefine yemin olsun ki evet. Fakat ben senin bereketinden müstağni olamam." dedi. Buhari, K.el-Ğusl, bab: 20, K. et-Tevhid, bab: 35, K. el-Enbiya, bab: 20, Nesai, K.el-Ğusl, bab: 7.

44

Biz Eyyub'a: "Eline bir demet alıp onunla vur, yeminini bozma." demiştik. Gerçekten biz onu sabırlı bulmuştuk. O, ne güzel kuldu. O, daima Allah’a yönelirdi.

Ey Eyyub, sen, eline bir demet sap veya odun al da onunla hanımına vur ki yeminin yerine gelsin. Şüphesiz ki biz Eyyub'u sabırlı bulduk. O, ne güzel bir kuldu. O, her zaman rabbine yönelirdi.

Allahü teâlânın, Eyyub (aleyhisselam)a eline bir demet alıp hanımına vuı masını emretmesinin sebebi hakkında bazı Rivâyetler vardır. Bunlarda özetle şöyle den inektedir. "Eyyub (aleyhisselam) hasta iken hanımı bir meseleden dolayı onu kızdırmış bunun üzerine o da hanımına yüz değnek vuracağına dair yemin etmiştir. Eyyııb (aleyhisselam) hastalığından iyileşince, Allahü teâlâ, Eyyub'a hizmet eden ve ona karşı şefkatli ve merhametli davranan hanımının bu şekilde cezalandırılmasını hafifletmiş ve Eyyub'a, eline yüz sopa alarak ona bir defa vurmasını ve böylece yeminini yerine getirmiş olacağını emretmiştir.

45

Ey Rasûlüm, kuvvetli bir basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u hatırla.

Ey Rasûlüm, sen, peygamber olan kullarım, İbrahim, İsak ve Yakub'u an. Onlar Allah’a itaatte güçlü ve kuvvetli ve hakkı görmekte basiretli kişilerdi.

46

Biz onlara, âhiret yurdunu hatırlama özelliği verdik.

Bu âyet-i kerime, farklı şekillerde izah edilmiştir. İzahlardan biri, mealde verildiği şekildedir. Bu izah tarzı Mücahid'e aittir. Yani, Allah bu peygamberleri sadece âhiret için amel eden ve onu düşünen insanlar olarak yaratmıştır.

Katade ise şöyle izah etmiştir; "Şüphesiz ki biz, İbrahim, İshak ve Ya-kub'a, insanlara, Allah’ı ve âiret gününü hatırlatma özelliği verdik.

İbn-i Zeyd ise şöyle izah etmiştir: "Şüphesiz ki biz, İbrahim, İshak ve Yakub'a, âhiret yurdu olan cennetteki en üstün olan şeyleri tahsis ettik.

47

Şüphesiz onlar, nezdimizde seçkin ve hayırlı kimselerdendir.

Şüphesiz ki İbrahim, İshak ve Yakup, bizim nezdimizde, âhireti anmak : çtiğimiz, kendilerine peygamberlik verdiğimiz ve itaatimiz için seçtiği için seçtiğimiz kullardır.

48

Ey Rasûlüm, İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i hatırla. Hepsi de seçkin kimselerdendi.

Ey Rasûlüm, sen İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i ve onların, Allah’a itaat yolunda çektikleri çileleri hatırla. Onlarla teselli bul ve onların yolunu tut. Bunların hepsi de Allah tarafından seçilmiş kişilerdi.

49

İşte bu bir zikirdir. Şüphesiz, Allalıtan korkanlar için güzel bir akıbet vardır.

50

Bu da, kapıları kendilerine tamamen açılmış Adn cennetleridir.

51

Orada koltuklara yaslanarak çeşitli meyveler ve içecekler isterler.

52

Yanlarında, gözlerini kocalarından başka kimseye çevirmeyen yaşıt huriler vardır.

53

İşte bunlar hesap gününde size vaadolunanlardır.

54

Şüphesiz bu, bizim bitip tükenmeyen rızkımızdır.

Ey Rasûlüm, sana indirmiş olduğumuz bu Kur'un, senin ve kavmin için bir zikirdir. Biz onu sana ve kavmine hatırlattık ki emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınarak ondan korkanlar için dönecekleri güzel bir yer vardır. O da kapıları kendileri için açık tutulan Adn cennetleridir. Onlar o cennetlerde tahtlara yaslanacaklar ve orada birçok cennet meyvelerini ve içeceklerini talep edeceklerdir. Ayrıca onların yanında, gözlerini kocalarından ayırmayan aynı yaşta olun huriler vardır. Ey mü’minler, işte sizin için ahi ret gününde vaadedilen nimetler bunlardır. Bizim, takva sahiplerine verdiğimiz bu nimet ve lezzetler, bitmek tükenmek bilmeyen rızıklardır.

55

Bu böyle. Şüphesiz haddi aşan azgınlar için de kötü bir akıbet vardır.

56

O da cehennemdir. Onlar oraya gireceklerdir. Ne kötü döşektiro.

57

işte kaynar su ve irin. Tatsınlar onu.

58

Buna benzer daha başka çeşit çeşit azaplar.

Eve, cennetlikler için bu mükafaatlar vardır. Rablerine karşı gelen ve emirlerine isyan eden azgınlara gelince, bunlar için de kötü bir âkibet vardır. Bunların âhirette varacakları kötü âkibet, cehenmemdir. Onlar onun içine gireceklerdir. Cehennem azgınlar için ne kötü bir döşektir. Orada onlara denilecektir ki: "İşte kaynar sular, kan ve irinler. Siz bunları tadın. Bunların dışında bunlara benzeyen daha kat kat azaplar vardır.

Burada zikredilen "Kaynar sular"dan maksat, sıcaklığın son derecesine ulaşmış sulardır. "İrin" diye tercüme edilen "Gassak" kelimesinden maksat ise, Katade'yi göre, cehemnemliklerin vücutlarından akan kan ve irindir. Süddî'ye cöre. gözlerinden akan yaşlardır. İbn-i Zeyd'e göre cehennemliklerin vücutlarından ateşte eriyip giden parçalardır. Bu parçalar bir havuzda toplanır cehennemliklere içecek olarak sunulur. Kâ'b'a göre ise "Ğassak" yılan ve akrep gibi zehirli hayvanların zehirlerinin toplanarak pınar şeklinde akan bir gözedir. Cehennemlikler getirilip onun içine bir defa sokulup çıkarıldıklarında derileri ve etleri dökülür. Kemikleri ortaya çıkar, derileri topuklarına dolaşır. Etleri elbise parçalan gibi arkalarından sürüklenir.

Mücahid ve Dehhak'a göre ise: "Gassak" tahammül edilemeyecek derecede soğuk olan bir içecektir.

Abdullah b. Abbas'a göre ise "Ğassak" pis kokan bir içecektir.

Ebû Said el-Hudrî "Gassak" hakkında, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin şöyle buyurduğunu Rivâyet etmiştir:

"Şâyet Ğassak'tan dünyaya bir kova dökülecek olsa dünya halkı mutlaka kokar. Tirmizî, K.el-Cehennem, bab: 4, Hadis no: 2584 / Ahmed b. Hanbel, Müsned, C.3, S.25.

Taberi "Ğassak"ın, bu görüşlerden, cehennemliklerden akan irin olduğunu söyleyen görüşü tercih etmiştir.

Âyette geçen "Çeşit çeşit azap"tan maksat ise Abdullah b. Mes'ud'a göre "Dondurucu soğuk", Hasan-ı Basrî'ye göre ise "Dünyada benzeri olmayan azaplardır. Diğer âlimlere göre bu azaplar, vücudun gözeneklerinden işleyen güçlü ateş azabı, zakkum, uçurumlara yuvarlanma, tepelere tırmanma gibi azaplardır.

59

Kâfirlere: "İşte şu gurup da sizinle cehenneme atılacaktır." denir. Onlar da: "Onlara merhaba yok. Çünkü onlar da cehenneme gireceklerdir." derler,

60

Bunun üzerine (Dünyada onlara uyan guruplar da) "Asıl size merhaba yok. Bu cehennemi bize siz hazırladınız. Ne kötü yermiş" derler.

Allahü teâlâ bu âyet-i kerimelerde, cehennemliklerin birbirleriyle kavga ettiklerini ve birbirlerinden rahatsız olduklarını beyan etmektedir. Cehennemlikler hiçbir zaman huzur içinde olamayacaklar, birbirleriyle çekişecekler, birbirlerini yalanlayacaklar, birbirlerine lanet okuyacaklardır. Bu hususlar başka âyetlerde de izah edilmektedir. "Allah, kıyamet gününde onlara der ki: "Sizden önce geçmiş cin ve insan ümmetleriyle beraber cehennem ateşine girin." Cehenneme giren her ümmet, kendi din kardeşine lanet eder. Nihâyet hepsi oraya toplandığında, sonrakiler öncekiler hakkında derler ki: "Rabbimiz, işte şunlar bizi doğru yoldan saptırdı. Onlara cehennem ateşinden iki kat azap ver." Allah der ki: "Herkesin azabı kat kattır. Fakatız bilemezsiniz. A 'raf Sûresi, Syel: 38

61

Ey rabbimiz, bunu bize kim hazirladıysa onun cehennem ateşindeki azabını kat kat artır." derler.

Dünyada iken azgınlara tbi olan ve o azgınlar cehenneme girdikten sonra onların gidecekleri yerlere zorla atılan yandaşları, Allah’a yalvararak şöyle diyeceklerdir: "Ey rabbimiz, dünyada iken bizi buna sürükleyen amellere kim sevkettiyse sen onun ateşteki azabını kat kat yap.

62

O azgınlar (mü’minleri kasdederek) Ne oluyor bize? Dünyada kötü saydığımız adamları burada göremiyoruz.

63

Dünyadayken biz onlarla alay ederdik. Yoksa onlar, gözümüzden mi kaçtılar?

64

İşte cehennem halkının birbiriyle münakaşa etmesi, şüphe götürmez bir gerçektir.

Dünyada iken dini kabul etmeyip zorbalık yapan azgın kafirler cehenneme girdiklerinde, dünyadayken kendileriyle alay ettikleri ve hakir gördükleri mü’minleri orada göremeyecekler ve kendi kendilerine şöyle diyeceklerdir: "Ne oluyor bize ki, dünyadayken kötü saydığımız insanları burada yanımızda göremiyoruz. Halbuki biz dünyadayken onlarla alay ediyorduk. Yoksa onlar da cehenneme girdiler de gözden kayboldukları için mi onları göremiyoruz?

Görüldüğü gibi cehennemlikler birbirleriyle tartışacaklar ve huzursuz olacaklardır.

65

Bak. Âyet 66.

66

Ey Rasûlüm, sen şöyle de: "Ben ancak bir uyarıcıyım Bir de herşeye galip olan Allah’tan başka ilâh yoktur. O, göklerin, yerin ve aralarındakilerin rabbidir. O, herşeye galiptir, çok affedendir.

Ey Rasûlüm, de ki: "Ey Kureyş topluluğu, ben sadece sizi ilahi azapla uyaran birisiyim. İnkârınıza devam ettiğiniz takdirde bu azabın gelip sizi kuşatacağını biliyorum. O halde bu azaptan kaçının. Azap gelmeden evvel yaptıklarınızdan vazgeçin. Allah’tan başka kendisine kulluk edilecek ve boyun eğilecek hiçbir ilâh yoktu, O, birdir ve kahredicidir. Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların sahibi ve sevk ve idare edenidir. O, herşeye galiptir, çokça bağışlayandır.

67

Ey Rasûlüm, sen şöyle de: "O, çok büyük haberdir."

68

Siz ise ondan yüzçeviriyorsunuz.

69

Yüce varlıklar birbirleriyle münakaşa ederken benim onlar hakkında hiçbir bilgim yoktur.

70

Bana ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor.

Ey Rasûlüm, kavminden, senin peygamber olduğunu ve senin getirdiğin şeylerin yalan olduğunu söyleyen müşriklere de ki: "Bu Kur'an büyük bir haberdir. Fakat sizler ondan yüz çeviriyorsunuz ve onunla amel etmiyorsunuz. Onun delillerini düşünüp öğüt almıyorsunuz. Ey Rasûlüm, yine kavminin müşriklerine de ki: "Bana vahiy gönderilmeden önce yüce varlıklar olan meleklerin, Âdem'in yeryüzüne halife olarak gönderilmesindeki tartışmalarına dair hiçbir bildiğim yoktu. Bunları rabbim bana vahiyle bildirdi. Benim size bunlan bildirmem, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilmiş olduğuna dair apaçık bir delildir. Çünkü sizler de Kur'an inmeden önce, benim bu hususlarda herhangi bir bilgimin olmadığını çok iyi biliyordunuz.

*Bu izahtan da anlaşıldığı gibi âyette zikredilen "Yüce varlıklardan maksat, meleklerdir. Onların tartışma konulan, Hazret-i Âdem'in nefis sahibi bir beşer olarak yeryüzüne halife olarak gönderilmesidir. Bu husus başka bir âyet-i kerime’de şöyle ifade edilmektedir. "Bir zaman rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." demişti. Melekler de: "Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek tesbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi. Bakara Sûresi, Âyet: 30.

71

Bak. Âyet 72.

72

Hani bir zaman rabbin meleklere: "Ben, balçıktan bir insan yaratacağım. Şeklini tamamlayıp ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin," demişti.

73

Bunun üzerine bütün melekler birlikte secde etmişlerdi.

74

Yalnız İblis secde etmedi. Kibirlenip kâfirlerden oldu.

Meleklerin Âdem hakkında tartışmaları şu zaman olmuştu. Rabbin meleklere: "Ben, balçıktan bir insan yaratacağım." demişti. Ben onu tam düzgün hale koyup ve ona ruhumdan üflediğim zaman hepiniz ona secdeye kapanın." demişti. Bunun üzerine, göklerde ve yerde bulunan bütün melekler Âdem'e saygı secdesinde bulunmuşlardı. İblis hariç. O büyüklenerek ve İnkârcılardan olarak Âdem'e secde etmedi.

Âyet-i kerime’de, Allahü teâlânın, Âdem'e ruhundan üflediği zikredilmektedir. Dehhak burada zikredilen Ruh'dan maksadın, Allah'ın kudreti olduğunu zikretmiştir. Allahü teâlâ Âdem'e hareket etme kudretini verince o da hemen hareket etmeye başlamıştır.

75

Allah şöyle dedi: "Ey İblis, bizzat vasıtasız olarak yarattığıma Secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlendin mi? Yoksa şımaranlardan mı oldun?

İblis, Allah'ın emrine karşı gelip Âdem'e secde etmeyince Allah ona: "Bizzat benim yarattığım Âdem'e secde etmekten seni alıkoyan nedir? Sen, büyüklük mü tasladın? Yoksa sen, kendini yükseklerde gören ve şımaranlardan mı oldun? diye sordu.

76

İblis: "Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın." dedi.

İblis şu cevabı verdi: "Ben, senin secde etmemi emrettiğin Âdem'e secde etmedim. Zira sen beni ateşten yarattın, Âdem'i ise balçıktan yarattın. Ateş balçıktan daha üstündür. Zira ateş balçığı pişirir, yer ve bitirir."

Allahü teâlâ bu âyetlerde Hazret-i Âdem ile İblisin kıssasını anlatarak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)e karşı ktbirîenenleri kınamakta ve onların da İblisin durumuna düştüklerini beyan etmektedir.

77

Bak. Âyet 78.

78

Allah şöyle dedi: "O halde hemen oradan çık. Artık sen, rahmetimden kovuldun. Kıyamet gününe kadar benim lanetim senin üzerinedir."

Allah’a karşı itiraza kalkışan İblise Allah şöyle dedi: "Artık sen cennetten çık. Şüphesiz ki sen, kovulan birisin. Kıyamet gününe kadar benim lanetim senin üzerine olsun."

79

İblis: "Ey rabbim, insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver." dedi.

İblis ise: "Ey rabbim, insanların diriltilip kabirlerinden çıkarılacakları ve apaklarından hesaba çekilecekleri güne kadar bana mühlet ver de ben de yapacağımı yapayım." dedi.

80

Bak. Âyet 81.

81

Allah da: "Sen, vakti belli olan bir güne kadar mühlet verilenlerdensin." dedi.

Allah da: "Ey İblis, sen, tayin edilen bir vakte kadar kendisine mühlet verilenlerdensin." dedi.

82

Bak. Âyet 83.

83

İblis: "İzzet ve şerefine yemin olsun ki, onlardan ihlaslı kulların hariç, bütün insanları yoldan çıkaracağım." dedi.

İblis ise: "Ey rabbim, senin izzet ve şerefin hakkı için ben onların tümünü doğru yoldan saptıracağım. Ancak senin, sana kulluk etmeye muvaffak kıldığın kulların hariç. Bana onların üzerinde bir nüfuz vermedin. Benim onları saptırmaya ve onlara vesvese vermeye gücüm yetmez.

84

Bak. Âyet 85.

85

Allah şöyle dedi: "Ben, hakkım, hakkı söylerim. Yemin olsun ki ben cehennemi seninle ve onlardan bütün sana uyanlarla dolduracağım."

Allahü teâlâ bu âyetlerde, şeytanı ve şeytana uyanlan cehenneme koyacağını ve cehennemi bunlarla dolduracağını beyan etmektedir.

86

Ey Rasûlüm, sen onlara şöyle de: "Ben sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Ben, özenerek kendiliğinden birşey yapan kimselerden değilim.

87

Bu Kur'an, sadece âlemlere bir öğüttür.

88

Onun haberlerinin doğru olduğunu bir müddet sonra mutlaka öğreneceksiniz.

Ey Rasûlüm,: "Aramızda vahiy buna mı indirilmiş?" diyerek seninle alay eden kavminin müşriklerine de ki: "Bana inen bu Kur'andan dolayı ben sizden herhangi bir maddi menfaat beklemiyorum ve ben, zorla birşeyler ortaya koymaya çalışanlardan da değilim. Bu Kur'an ancak bütün âlemler için bir öğüt ve bir hatırlatandır. Allah bununla insanlara ve cinlere, kendisine iman edenleri kurtarıp kâfirleri helak edeceğini bildirmektedir. Ey Allah’a ortak koşan müşrikler, bu Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçek olduğunu belli bir süre sonra mutlaka bilmiş olacaksınız.

Âyette zikredilen "Belli bir süre"den maksat, "Ölüm"dür. Kişi ölünce Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçek olduğunu idrak edecektir.

İbn-i Zeyd'e göre buradaki "Belli bir zaman"dan maksat, kıyamettir. Kıyamet kopunca insanlar Kur’an’ın bildirdiği vaad ve tehditlerin gerçek olduğunu anlayacaklardır.

Süddî buradaki "Belli bir zaman"ı, Bedir savaşıyla yorumlamıştır. Bu izaha göre müşrikler, Bedir savaşından sonra Kur’an’ın bildirdiği haberlerin gerçek olduğunu anlamışlardır.

Taberi buradaki belli bir zamanın, herhangi bir zamanla tahsis edilmeyip genel bırakılmasının, Kur’an’ın ruhuna daha uygunluğunu söylemiş ve insanların, Kur’an’ın haberlerinin gerçek olduğunu, kişiden kişiye değişen belli zamanlarda anladıklarını beyan etmiştir. Şöyle ki, bir kısım insanlar, Kur’an’ın verdiği haberlerin gerçek olduğunu Bedir savaşından sonra anlamış diğer bir kısımları ise ölümlerinden sonra anlayacaklardır. Başka bir gurup ise kıyamet koptuktan sonra anlamış diğer bir kısımları ise ölümlerinden sonra anlayacaklardır. Başka bir gurup ise kıyamet koptuktan sonra anlayacaklardır.

0 ﴿