7Ne o gadap olunanların ne de sapgınların. (........) duasına başlanıyor. Bu talep ve dua isti'anenin ehem ve eşmel bir sureti tatbikiyesiyle beyanıdır. Çünkü nesteîn vakfında nefes alırken bu talebe nerden ve ne suretle başlıyacağımızı düşünmemiz lâzım geliyor. İşte bu ihtiyacımıza cevap olarak bu dua beyanen telkin buyurulmuştur ve bu suretle «ihdina, nesteîn» de bu da «iyyake na'büdü» ile beraber ehamdüde münderiç olduğundan bütün Fatihanın bir «elhamdülillâh» cümle-i tammesinin inkişafı olup sade başiyle değil, hey'eti mecmuasiyle kelâmı vahıd halinde bir «elhamdü» suresi teşkil ediyor. Ve bunun için evvelki iki vakıf, tam ve mutlâk olmakla beraber lâzım olmıyor. « اهد » hidayet masdarından emir sıgasıdır. Bu sıga ile yukarıdan aşağıya büyükten küçüğe cezmen vuku bulan talebi file, emir, aşağıdan yukarıya yapılan talebe, dua, müsaviden müsaviye yapılırsa iltimas denilir. Hidayet matluba isal edecek şeye lûtf-ü letafetle delâlet etmektir ki, yolu sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve hatta nihayete kadar götürüvermek suretlerinden biriyle tahakkuk edebilir, evvelkine delâleti gayri musıle veya irşat, ikinciye delâleti musıle veya tevfik tabir edilir. Bu delâlet te lûtuftan murat, unf-ü şiddet mukabili olan rıfk-u mülâyemettir. Letafetten murat ta inceliktir. Hidayet matlûbi hayra mahsustur, Meselâ hırsıza yol göstermeğe, rehberlik etmeğe hidayet denilmez (........) ayetinde olduğu gibi şerde istimali, tehekkûm ve tarız gibi bir nükteye binaen mecaz olur. Demek ki, hidayet her matlûba alelıtlâk rehberlik etmek değil, irşat gibi gayesinde hayır, keyfiyetinde lûtuf-ü letafet bulunan bir rehberliktir. Binaenaleyh «ihdina» nın mealinde en muvafık tabir lisanımızda maruf olduğu gibi, «bize hidayet et» demektir. Göster diyince götürmek kalır, götür diyince letafet kalır ve hiç biri tam manayi ifade etmez ve lisanımızda böyle maruf bir kelimenin yerine behemehal bir kelime koymağa çalışmak maksadı beyana münafi, kuru bir taassup olur. Allah tealânın hidayeti, hususiyatı itibariyle kâbili addü ihsa olmadığı gibi envaı itibariyle de öyledir. Bununla beraber ecnası müterettibe ile münhasıran mülâhaza olunabilir: 1- Ruhanî veya cismanî kuvvet ifazası ki, insanın mesalihini ikameye sebep olan havassı ve zahire ve batınasını, kuvvei akliye ve iradiyesini ve hatta ef'ali tabiiye ve hayvaniyesinin suduruna sebep olan kuvayi tabiiye ve hayvaniyesini ihsan ve idame etmek, iradelerle muratları tevfik eylemek gibi. 2- Hak ile batılı, salâh ile fesadı farkettiren delâil nasb-ü ikame etmek ki, (........) ayetlerindeki hidayet bu kabildendir. 3- İrsali rüsül ve inzali kütüb ile hidayet ki, (........) kavli ilâhîsinde hidayetten murat bu olduğu gibi (........) ayetinde de böyledir. 4- Vahiy veya ilham veya rüyayı sadıka gibi fekvalâde tariklerle kalplere serairi keşf edivermek ve eşyayı hakikatte oldukları gibi gösterivermektir ki, buna hidayeti hassa denilir. Çünkü bilhassa enbiya ve evliyaya vaki olur. Bunun için umum noktai nazarından bunun tarikleri, turuki fevkalâdedendir. Maamafih herkesin velev cüz'î olsun bundan bir hısseleri yok değildir, şu kadar ki, mertebei yakine yükselemez. Bunlar, enfüsî, afakî, tekvinî ve tenzilî olmak üzere dahi telhıs olunabilir. Kur’ân’da hidayet kelimesi kullanıldığı zaman, bunlardan hangisi murat olunabileceğini makamına göre anlamak iktiza eder. Hidayet mef'uli sanisine kâh (ilâ) ile bazan da burada olduğu gibi bizzat tadiye eder. Bunu vasıtanın hazfile hazf-ü isal tabir edilen sureti tadiye kabilinden sayanlar da vardır ki, bu takdirde aslı (........) veya (........) demek olur. Bunun lâzımı ve mutaviı ihtidadır. Hüda da hem hidayet ve hem ihtida manalarına gelir. İhtidanın zıddı dalâl, bütün aksamında hidaeytin zıddı da ıdlâldır. Dalâlette bulunanların hidayet istemesi, aslı hidayetin husulünü istemek, hidayette bulunanların hidayet istemesi de sebat veya ziyadei mertebe istemek olur. Halbuki (........) diyenlerde aslı hidayet vardır. Hidayetin ikinci mef'ulü yani mef'ulü ileyhi olan (........) lâmı ahd ile (........) = senin sıratın» terkibi izafîsinin manasını ifade eder ve doğrudan doğru hakkın tarikine sadık olur. Lâmı cins ile de henüz hususiyatı malûm olmamakla beraber alelitlâk cinsi malûm bulunan cadde manasını ifade eder ve bil'istiare tariki hakka müntabık olur ki, sırat lügatte cadde, şehrah, yani işlek büyük yol demek olup aslı (........) tır. Ve cümhurun lûgati budur. İbnikesirden Kunbul ve Yakupdan Rüveys rivayetlerinde de böyle sin ile essirat, sirat okunur fakat ranın tefhımi ve (........) nın itbakından dolayı sinin sadad kalbile sırat daha selis ve daha fasıhtır ki, Kureyşin lûgati de budur. Ve İmamda yani Mushafı Osmande böyle yazılmıştır ve aşereden diğer kıraetler de böyledir. Ancak Hamza kıraetinde «sad»a «za» kokusu verilerek bir işmam yapılır ki, bu da Kays lûgatidi. [Ebuhayyan]. Cadde manasına sırat kelimesi lisanımızda müstamel değildir. Ancak Cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe mecbur olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin inişli yokuşlu, düzlü bir köprü gibi tasavvur olunan ve zamanımız tabirince nâkil bir hattı havaî ile kabili ifham olan bir Ahıret caddesinin ismi dinîsi olarak maruftur ve burada buna da bir ima vardır. Hatta Amribni Ubeytten bu mana ile tefsiri de nakledilmiştir. Lâkin burada asıl murat bir istiarei temsiliye ile tariki hak ve milleti islâm olduğunu müfessirini kiram beyan edegelmişlerdir. Lûgati Arapta alelitlâk yola tarik, işlek yola sebil, işlek, doğru, büyük ve açık yola evsafından birinin buruzuna göre cadde, sırat, şarıa, şeria denilir ve bu sebeple bu sırat kelimesinin şeriat kelimesini ifham edeceği unutulmamalıdır. Müstakim, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmıyan dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırat dahi cihetinde doğru ise de inişi, yokuşu, bulunabileceğinden düzlük manasını da anlatmak için müstakim vasfı ile takyit olunmuştur. Bu sebepledir ki, bunu müstevi ile tefsir ederler. Şu halde doğru kelimesi tamamen müstakımin yerini tutamıyacaktır. Filvaki lisanımızda doğru kelimesi, müstakim, hak, sadık manalarına dahi kullanılır. Kur’ân’ı anlamak isterken elfazının ve terkiplerinin bütün inceliklerini gözetmek lâzımdır. Belâgati kur'aniyenin hasaisından biri de hakikatleri en zahir veçhinden gösterirken hututı dakikasını da mütenevvi nikâtı beyan içinde bütün inceliklerile toplamasıdır, Vücuhi beyan kat'iyet noktai nazarile lâakal on altı vechi ihtiva ettiği usulen malûmdur. İmaî ve gayri kat'î olan vücuhi belâgat ise İlmi belâgatin kabili ıhsa olmıyan ezvakiyle anlaşılır. Bu münasebetle burada bir düsturi kelâmî arz edelim. Şöyle ki, Tesadüf, müşahedei esrardan gafil olan cahilin nazarındadır. Hikmette tesadüf yoktur ve Hakîmi mutlâkın her ihtiyarında bir hikmeti mürecciha vardır. Gerçi irade zatında bir müreccihtir. Fakat iradei Hakîm vücubi haricî tahtı tesirinde olmıyarak bir hikmeti de tazammun eder, Binaenaleyh hakîm olan faili muhtarın kelâm ve kelimatının hususiyetleri hep hikmete müstenit bir ihtiyar eseri olacağından meselâ tarik demeyip te sırat demesi, müstevî demeyip te müstakim demesi, re'sen düşünülecek ve manaları ona göre tasavvur olunacak birer hikmeti dahi tazammun ederler. Kur’ân ise bir kitabı hakîmdir (........) bunun için evvelâ kelimelerin mefhumlarını iyice tesbit etmek, saniyen mevkilerinde lâfzan veya manen alâkadar olabileceği kelimat ve meanisi ile mukayese eylemek, salisen tarzı terkiplerini, siyak-u sibaklarını mülâhaza etmek, rabian bunlardan asıl manayı murat ile tezyinâtını temyiz eylemek lâzımdır. Manayı muradın tayininde dahi iki haysiyet vardır. Birisi kelimenin aslında veya makamındaki mefhumi zihnîsi, diğeri de onların vakideki mütenavelleri, masadaklarıdır ki, tamim, tahsıs, itlâk, takyit gibi hususat bu ikisi arasında cereyan eder, ve istinbatı ahkâmda bunların ehemmiyeti büyüktür. Tefsirlere baktığımız zaman (........) den murat ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Sıratullah, tarikı hak, şebili mutedil, kitabullah, iman ve tevabii iman, islâm ve şeriati islâm Peygamberimizin ve eazımı eshabının tarikı, sünen, tarikı sünnet ve cemaat, tarikı Cennet cisri Cehennem, nihayet bunları telhıs eden muhakkıkînin tarikı hak ve milleti islâm tefsiri. Şimdi senetleriyle beraber eslâfa ve eshaba kadar giden bu mütenevvi ifadeler, «lâm»ın ahdiyyeti veya cinsiyyeti mülâhazalarına nazaran bir kısmı mefhum ve ekserisi masadak üzerinde deveran eden beyanattır, cisri Cehennem istisna edilirse obirleri vakide ayni medlûlün evsafından birile ifadesinden başka bir şey olmadıkları halde mefhum ile masadak farkını bilmiyenler, bunlardan ne kadar ihtilâflara düşebilirler. Filvaki muhakkikinin tariki hak ve milleti islâm fezlekesi de bu iki haysiyete muntabıktır. Tariki hak mefhum, milleti islâm masadaktır. Bu iki farka bizzat nassı kur'anda tenbih için sırat iki def'a zikredilmiştir. «Sıratallezine» essırattan bedeldir -bedeli kül veya bazolabilir- ve kelâmda kasd-ü irade asıl bedele müteveccihdir. Mübdelü minih te külliyen metrûk ve matruh olmıyarak bu maksudun bir haysiyeti zahiresini temhit eder ve bu suretle her bedelde kısmen bir şerh-ü beyan ve kısmen te'kidi andıran bir kuvveti mana hasıl olur. Bu bedelde ise sıratı müstakimin hem zatını ve hem vasfını şerh-ü tavzıh eden kayitler vardır ki, birincisi sıratın muzafü ileyhi olan (........) ismi mevsul ve sılası, ikincisi bu mavsulün sıfatı olan (........) üçüncüsü de buna matuf olan (........) kayitleridir. İşte (........) den murat olan mana ve masadak, bunların heyeti mecmuası mülâhaza edildikten sonra taayyün edecektir. Bunun için de evvelâ kendindeki mefhumunu tesbit etmeğe ihtiyaç vardır. Vaz'ı lûgat itibariyle bu mefhum, müstakim cadde demek olduğunu görmüştük. Fakat bu mefhum bize evvelâ vakide yol dediğimiz bir mahsûsü gösterir. Halbuki sevki kelâm istianenin ve meunetin beyanı idi. Bu ise gayrı mahsûs bir mânadır. Binaenaleyh bu karinei kat'iye ile biz anlarız ki, bu yol mânevî yoldur ve hiç olmazsa manevî yola da şamil bir mecazı sarihtir ve daha açıkcası bir istiarei temsiliyedir. Evvelâ söylediğimiz gibi mahsûsattan işlek, büyük, vazih, düz, doğru bir yol tasavvur ediyoruz ve bunu hey'etiyle zihnimizde ahzediyoruz. Saniyen bizim temayülâtımızın, efkâr-ü harekâtımızın cereyanına bir esas teşkil ederek bizi doğruca ve selâmetle hayırlı muratlarımıza götürecek ilmî, amelî, vazih ve şümullu ve Hak teâlânın vaz'ı olan bir kanuni hak tasavvur ediyoruz bunu da hey'etiyle vicdanımıza alıyoruz. Salisen bu manevî hey'eti vüzuh ve îcaz ile anlatmak için evvelki mahsûs hey'ete mevzu olan sıratı müstakim lafzını istiare edip zikreylediğimiz karineye istinaden bunda kullanılıyor ve «ihdina» ile de buna bir teşrih yapıyoruz. Bu suretle bu mefhumun hasılı Hak teâlânın vaz'ı olup matlubi hayra hakkiyle götüren ve batıl olmıyan manevî yol olduğundan muhakkikinin tarikı hak tefsirleri, sıratımüstakımin mefhum ile manayi müradını beyan olduğu anlaşılır. Şimdi de masadakını bulalım: Yani tarikı hak ıtlâkına seza olan her tarık, matlup olan tarikı müstakime dahil midir? değil midir? burası cayi nazar ve az çok müphemdir. Evvelâ «nestain» de ilk hedefimiz meuneti ilâhiye oluyor ve sevki nazım bize iptida meuneti ilâhiyenin ehemm-ü akdemini talep etmemizi telkin ediyor. Bundan da alelumum meuneti ilâhiyeyi isticlâp eden bir tarikı vazıha hidayet talebi, istianelerin ehemm-ü akdemi, ona hidayet ihsan etmek te meunetlerin ehemm-ü akdemi olduğu anlaşılıyor. Halbuki tarikı hakkın bütün hususiyatı bir meuneti Hak ise de bu meunetlerin akdem-ü ehemmi olan hangisidir?. Burası cayi teemmül olur. Saniyen hidayet hayra masruf olur. Ve acaba manayi ammiyle tarikı hak içinde şerrolanlar yok mudur? doğrusu vardır. Çünkü olmasaydı şerre yol bulunamaz, hiç bir şey yapılamazdı, gerçi her tarikı hak, zatında hayrı mahızdır ve onun vaz'ı aslîsi rahmeti ilâhiyenin tecellisini göstermektir. Fakat âlemde mahlûkatın hususiyetine izafetle nef-u dar, hayr-ü şer hiçbir gaye tasavvur olunmaz ki, onun bir tarikı hakkı bulunmasın. Bunların her birisi için de hakkın bir sünneti, bir kanunu vardır. Ona sülûk eden doğru gâyesine gider. Hatta denilebilir ki, bunların hepsi de Allah tealâya götürür, lâkin birisi rızasına götürür, biri de gadabına götürür. Binaenaleyh tarikı hak, Hak teâlânın rızasına götüren tarik diye tefsir edilmedikçe burada matlup olmamak lâzım gelir, Filvaki «الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ» nazmı celili bize alelıtlâk tarikı hak mefhumundan daha ehas ve daha vazif bir manâ telkin ediyor. İşte bütün bu ibhamları izale için bedelin tezyiliyle mefhumun mütenaveli tefsir veya tahsis olunmuş ve dini islâmın bir hadditam ile tarifine muntabık bir surete ifrağ edilmek için (........) ilah... buyurulmuştur. Bu bize evvelâ her matlapta Hak teâlânın bir tarikı müstakimi bulunduğunu gösteriyor ve «ihdina» onu talep etmemizi telkin ediyor ve bu suretle ehemm-ü akdem meunet te iptida onun tarikı müstakimine hidayet olduğunu anlatıyor, Filvaki Allah tealâ rabbülâlemîn olduğundan âlemlerin hepsinde onun kanunları caridir. Kanunlar kâh vâzılarına ve kâh mevzularına, müteallâklarına nisbet olunur. Meselâ Solon kanunu vâzıına nisbet olduğu gibi Akar kanunu da mevzuuna, mahkûmlarına nisbettir. Tabiat dahi Hak kanunlarının mahkûmu olmak itibariyle bunların irade kanunundan madasına kavanini tabiiye namı dahi verilir. Lâkin hepsinin vazıı Hak teâlâ olduğundan bunlara kavanini hak ve sünneti ilâhiye demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilm-ü fen denildiği gibi onların hayra götürenlerine de din, millet, şeriat ıtlâk olunur. Vaz'ı ilâhi ve kanuni hak haricinde din aramak batıldır ve bununla beraber her kanuni hak da din değildir. Meselâ beynine kuvvetli bir tabanca sıkanın ölmesi bir kanunı haktır. Hak teâlânın hususî bir iradesi mani olmazsa o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir hayır, bir din değildir, ısyandır, şerdir, kendi milki olmıyan binai hakkı tahriptir. Bunun gibi insanların ef'alinden hangisi alınsa onun bir ciheti hayır veya şer ile muntabık olacağı bir kanuni Hak vardır. Hayır cihetiyle muntabık olduğu kanunı hak din, şer cihetiyle muntabık olduğu kanunı Hak, hilâfı dindir. İki cihetten de kanuni Hakka tatbik olunmıyan fiil, şer ve batıldır. Hasılı her kanunı hak bir vaz'ı ilâhî olduğundan müstakimdirler. Vaz'ı beşerî olan kanunlar ne ilim, ne din hiç biri olamazlar, bunlar ilim noktai nazarından batıl, din noktai nazarından şer teşkil ederler ve gayri müstakimdirler. Bunun için beşerin hakkı gerek ilimde ve gerek dinde kanun vazetmek değil Hakkın kanunlarını arayıp bulmak ve keşf-ü ızhar etmektir. Arşimit, muvazenei mayiat kanununu, Nevtun, cazibe kanununu, Aristo, tenakuz kanununu vazettiler demek doğru olmadığı gibi Ebuhanîfe Hazretleri de kıyası fıkhî kanunlarını vazetti demek doğru değildir. Bunlar onların vaz'ı olsa idi eğri ve yalan olurlardı, doğru olmaları kanunı Hakkın keşfine mazhar olmalarından naşidir. Bunun için ulema, mucit değil kâşif ve muzhirdirler. Zira kanunı Hakkın hafî olanları da vardır. (........) ise vazılı manasını dahi tazammun ettiğinden bunları ızhara vesile olacak vazıh ve işlek bir tarikı esasîyi ifham ediyor ve kanunı Hak olmıyan, meuneti ilâhiye ile hiç alâkası bulunmıyan eğri büğrü yolların hepsinden ihtiraz ettirdiği gibi hidayet de hayra masruf olacağından doğrudan doğru şerre götürmekte hak olan kanunlardan dahi ihtiraz edilmiş oluyor. Fakat bu son ihtirazda bir kaydi haysiyet aramak lâzım gelir? Çünkü şerden ihtiraz ettirmek için onu tanımak ve tanıtmak ta bir hayırdır. Yılanı bilmiyen ondan nasıl sakınır. Binaenaleyh hidayet kelimesindeki hayriyyet manası, sıratı müstakim, tarikı hak mefhumundan şer kanunlarının alelıtlâk tard-ü ıhracını değil, belki hayır kanunlarını evamir olarak müsbet ve şer kanunlarını nevahi olarak menfî bir haysiyetle takyit etmeği icap edecektir. İşte akıbinde bedel tarikiyle (........) ayetleri bu menfı ve müsbet haysiyetleri de ibraz ediyor. Demek ki, «essıratal müstakim» lâmı aht ile dini hakkın haddi tammıdır. Mabadi de bunun şerhidir. İn'am, nimet vermek, nimeti isal etmektir. Aslında müteaddidir. Lâkin tafdıl manasını tazammun ile mün'imin ulviyetini ve nimetin isti'lâsını ima için (........) ile sılalanır. Nimet aslında insanın telezzüz ettiği halet, yani haleti hasenedir ki, hazzı saadet demektir. Bundan alınarak bu telezzüze sebep olan şeylere ıtlâk olunmuştur. Aslı yumuşaklık demek olan nüumet ile alâkadardır. Arapça evvelki manada daha ziyade feth ile na'met kullanılır. Nitekim (........) denilmiştir. Yani nice nimet sahibi vardır ki, tena'ümü yoktur. Meselâ ekmeği vardır yiyemez, yirse tadını bulamaz. İn'amı ilâhî asıl bundadır. Allahü teâlânın nimetleri ise sayılamaz (........) Fakat başlıca Dünyevî ve Uhrevî olmak üzere iki menba'da mülâhaza olunabilir. Niami Dünyeviye iki kısımdır: Vehbî, kesbî. Vehbî ya ruhanî veya cismanîdir, tabiri aharle ya manevî veya maddîdir. Ruhanî olanlar nefhı ruh, işrakı akil ve zekâ ve bunlara tabi olan fehim, fikir, nutuk, selâmeti vicdan gibi, cismanî olanlar beden ve echizei bedeni ve bunlardaki kuvaı asabiye ve adaliye, hazmiye vesair kuvayı maddiyeyi, halât-ü heyeti hasılayı halk-u tekmil gibi şeyler. Kesbî olanlarda nefsi rezailden tasfiye, ilm-ü marifet, ahlâkı seniye ve melekâtı fadıla ile tahliye eylemek, bedeni hey'âtı matbua ve şemaili müstahsene ile tezyin etmek, câh, yani mevki ve haysiyeti içtimaiye mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir. Niamı uhreviye, Dünyada vaki olan ifrat-ü tefrıtlarını mağfiret ederek rızasına erdirmek, ve melâikei mukarrebin ile beraber âlâyı illiyinde ebedel'âbat huzurü istikrara nail kılmaktır ki, bu da vehbî ve kesbî, ruhanî ve cismanîye münkasim olur. Bunların hepsi başlı başına ve filhal mülâhaza edildikleri zaman şüphesiz birer nimettirler. Fakat her biri âtisine ve mabadına nisbetle mülâhaza edilince iptida nimet zannedilen birçok şeylerin hakikatte nikmet ve belâ çıkdığı da muhakkaktır. Bilakis iptida elem ve nıkmet görünen bazı musıbetlerin bilahare büyük bir nimet-ü saadete vesile olduğu da muhakkaktır. Ve safadan sonra cefa ne kadar acı ise cefadan sonraki safa da o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddî ve hakikî olan nimet-ü saadet âkıbeti her halde salim olanlardır. Binaenaleyh matlûbi aslî sadece iptidai nimet değil, âkıbete selâmetle yetiştiren nimetler olmak lâzım gelir. İslâm kelimesinin dahi ilham ettiği bu haysiyet (........) vasfiyle ifade ediliyor. Bu suretle «en'amtealeyhim» de nimet ve in'am umumı istiğrak ile lafzıam olmamakla beraber mefhumen ıtlâkiyle her türlü nimete muhtemel ve şamil olabileceğinden mütenaveli tahsıs olunmak için gadabü dalâlden selâmet kaydiyle takyidedilmiş ve tam manasile nimet ifade edilmiştir ki, bu da niami uhreviye ve ona vesile olan vehbî, kesbî, ruhanî, cismanî niami Dünyeviye demektir. Bunların başı da hakkı hayat, hakkı hurriyet, iman, selâmeti vicdan, hüsni ahlâk, salâhi içtimaî, ilmi nafi, ameli salihtir. Lisanı islâmda hürriyet, hukukuna malikiyet diye tarif olunur, [Keşfi pezdevî] ki, bunun zıddı hukukuna başkasının malik olması demek olan esaret ve rıkkiyettir. Aslı hukuk ise vaz'ı ilâhidir. Binaenaleyh her hangi bir ferdin vaz'ı beşerî ile tebdil, tagyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa o artık yalnız Allah’ın kurulu değildir. Ve onda bir hissei esaret vardır. Ve artık onun vecaip-ü vezaifi mahzı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf-ü iradesine tabidir. Binaenaleyh Hak teâlâyi tanımiyan kimse de hukukuna malikiyet manâsına hakkı hürriyet farzetmek bir tenakuz olduğu gibi, Hak teâlâdan başkasına kul olanlarda da hürriyet farzetmek imkânsızdır. Ve bunun için zâmanı hürriyet yalnız Allah’a ubudiyettedir. Ve sıratı müstakimin mebdei bu ubudiyet ve ilk gayei dünyeviyesi de nimeti uzma olan bu hakkı hürriyettir. Bunun başı da niamı vehbiyeden hayat, niamı kesbiyeden imandır. İşte bu ikisi usuli niamdır. Bunların mebdei de meunet ve hidayeti ilâhiyedir. İstenen tarik de bu meunetin tarikı müstakimdir. Ve işte nimeti islâm bu tarikı mustakimdir. (........) de iki vecih mümkindir. Birisi bervechibalâ hiçbir mef'ul gözetmiyerek (........) alelıtlâk fili in'amı ika ettin yani onları mes'ut kıldın manâsı, diğeri de (........) gibi mef'ulübih bir zamir takdir etmektir. Sahip keşşaf evvelkini, İbniceriri Taberî ikinciyi tercih etmişlerdir. Haziften selâmet itibariyle evvelkisi evlâ ve beliğ ve fakat bir kinâye mahiyetindedir. Bu sebeple fi'lin muktezası olan ikincisi zahirdir. Ancak İbn-i ceriri Taberî bu mefulü (........) karinesiyle tâat ve ibadete irca ederek «sen onlara tâat ve ibadetini in'am ettin» suretinde göstermiştir. Fehmi acizaneme göre bu takdirde zamiri sırate irca ile «sen onlara o sıratı in'am eyledin» mânasını vermek daha zahirdir. Ve en doğrusu burada zamiri takdir etmeksizin in'am fili mutlâkını, in'amı sırattan, yani (en'amte) yi (en'amtebih) ten kinaye yapmaktır ve İlmi meanide malûm olan mef'uli mahsusa taallûktan kinaye uslubu burada pek beliğdir. Ve bunda in'amı sıratın in'amı mutlâk ve hatta in'amı kül mesabesinde olduğu anlaşılır. Bunda calibi dikkat üç nokta vardır: Evvelâ, bizzat tarik ve sıratın ehemmi niam olan bir nimeti uzmâ olduğu anlaşılır. Saniyen, in'amı sırat, ehemmi meunet olduğu anlaşılır. Salisen, onlara izafe kılınan bu sırat kendi vazıları olmayıp, vazı ve in'amı ilâhî olduğu ve onların sıratı olması mazheriyet ve sulûkları itibariyle bulunduğu anlaşılır. Ve bu evsaf ile Allah’a müzaf olan ve doğru niam ve meuneti ilâhiyeye götüren sıratı müstakime intibak eder. Filvaki nimeti tarik, âzamı niamdır. Çünkü her hangi bir nimetin tarikıne, kanununa nail olmak, o nimete bir kerre değil, daima nail olmayı intaç eder. Ulûm-u fünununun ehemmiyeti de bundandır. Birisinden on liralık bir iane istemekle, daima on lira getirecek bir tarik, bir sebep istemek arasında ne kadar fark vardır. Cenâb-ı Allahtan «yarab bana iane et de fülan nimeti ver» diye dua ve istianede bulunmak pek küçük bir talep olur. Hattâ «her nimeti ver» demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul olunmakla o nimetlerin her zaman devam-ü istimrarı te'min edilmiş olmaz. Fakat «fülan nimetin tarikını in'am et ve o tarikte sebat nasip eyle» diye taleb-ü taharride bulunulacak olursa bu dua kabul olunduğu zaman o nimet bir kerre değil bin kerreler ve ilâ nıhaye elde edilmiş olur. Tarîkın en büyüğü de meuneti ilâhiyenin tarikı vurududur. Bunun en kısası da müstakim olan tariktır. Bu bulununca tarikı nimetin hepsi bulunur. Tarikı nimet bulununca nimetlerin hepsine aleddevam erilir ve burada iptida bize nimet ver denmeyipte (........) duasiyle doğru yol istemenin ta'lim buyrulması bu manayı ne güzel te'yit eder. Fatihaya (ta'limi mes'ele) isminin verilmesinde de bu nüktenin büyük bir hissesi olduğunu hatırlamalıyız. Halbuki bu taallûkı mahsus mülâhaza edilmediği takdirde bu manaları istihraç müşkil olacak ve sıratın onlara in'amı ilâhî olduğu hafi kalacaktır. Bu cihetle evvelki takdirdeki ıtlâkı nimetin belâgati bile bunun madununda demektir. Gerçi onda sıratın gayesi nimeti mutlâka olduğuna zahir bir ima vardır. Ve bu mâna avam için cazibelidir. Lâkin iptida kelâmın sevkinde gayei matlûbenin meuneti ilâhiye olduğu aşikâr ve bu münasebetle sıratın gayesi de o ve daha doğrusu bizzat Allahteala olmak mütebadirdir. Bütün niam da buna müteferrı'dir ve işte asıl siratı müstakim, tarikı hak bu manada alem gibidir. Çünkü bir nimetin bir tarikı bilinir ve sulûk de edilir de yine bizzat meuneti ilâhiye, tevfikı hak bulunmazsa bir mani zuhur eder, matlûp hasıl olmaz da tali böyle imiş denilir. Binaenaleyh her şeyden evvel bu meunet ve tevfike ermek için bütün metalibi aguşuna almış, büyük, açık, doğru, düz bir yol istemek zarurîdir. Bu yol (........) ahdinde sebat ile yürüdecek olan bir din ve millettir. Her hakikati ve matlebi aguşuna almış, bir din ve millet, bir sıratı müstakim istemek sade bir tasavvur ve hayalden ibaret bir istemek de değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her muradına nail olmuş, hem de kemali selâmet ve saadetle nail olmuş ehli nimet, tarihi beşerde inkâr olunamıyacak surette sabit ve böyle bir matlûp asarı müşahede ve tecribe ile bilfiil görülmüş bir emri vakidir. Ve işte (........) den sonra (........) buyrulması bunu da bilhassa göstermektir. Şimdi bunların kimler olduğunu anlamıya çalışalım. Bunların heyeti mecmuası bize ahdi haricî ile gösteriliverecek bir cemaati mahdude değildir. İptidai beşeriyetten bu ane kadar peyderpey gelmiş ve terbiyei hak ile devir devir ızharı kemal etmiş mütevaliyen münteşir ve gayri mahsur zevat ve cemaatlerdir. Biz bunları yalnız «mün'amün aleyhim - yani niamı ilâhiyeye ermiş olanlar» unvanile tanır ve vasılîn, erenler diye mülâhaza ederiz ve bu cinsin âlemde vücudunda hiç şüphe etmeyiz. Bu nokta yakinîdir. Ve alelıtlâk bunların sıratını talep etmek te bu yakin ile harekettir. Fakat tafsılâtına ve bu cinsin efrat ve envaından bir nümune almak için hariçte tayinlerine gelince: Bunu nimetin manasını takdirimiz nisbetinde bir ahdi zihnî ile mütalea edebiliriz. Bunun için (........) de ya tarifi cinsî veya ahdi zihnî melhuzdur. Cins olduğuna göre (........) bedel, ahdi zihnî olduğuna göre de sıfat olmak zahirdir. Binaenaleyh bunları iptidaen ahdi zihnî ile tasavvur edip bu evsafı haiz bir cemaati mes'ude arayacağız, ve Allahü teâlâdan onların yoluna hidayet talep edeceğiz ve muvaffak olduğumuz ande bizde o yolda o cinsten âleme nümunei imtisal olacak bir zümrei cemaat teşkil etmiş bulunacağız. Kur’ân bize bu cinsten birçok cemaatler gösterecektir ki, (........) ayeti bu bapta en cemiyetli olan ayetlerden biridir. Yani tam manasiyle mün'amün aleyhim olan süadâi hakikiye enbiya, sıddikîn, şüheda, salihin ve bunlara refik olan ehli imandır. Fakat bu izah iptidai islâma nazarendir. Bize gelince: Bu numunenin bütün iphamlarından ari bir ahdi haricîsi vardır ki, o da Hatemülenbiya Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizle eshab-ı kiramıdır. Az zaman içinde bunlarda tecelli eden nimeti muvaffakiyetin, saadeti dünyeviye ve uhreviyenin bir misalini daha tarihi beşer bugüne kadar kaydetmemiştir. Tarihi umumîyi okuyunuz ve bugün Dünyadaki akvama da bir ircai nazar ediniz. Bakınız, bunların içinde meselâ bir Hazret-i Ömer siyretinin nazîri olabilecek hiçbir misal bulabilecekmisiniz, bir taraftân fütuhat elektrik sür'atile şark-u garbe yayılırken diğer taraftan bütün adaleti ilâhiye yerleri gökleri dolduruyor ve bu nimetlerin içinde zevki hakka müstağrek olan Ömerin sırtındaki yamalı bir gömlek âlemin gözüne Kisraların, Kayserlerin tacı haşmetlerinden çok yüksek bir hissi ibtihaç saçıyordu. Fakat dünyanın bu teveccühü içinde hiçbir gün şaşırmiyan, metanetini zayi etmiyen Hazret-i Faruk vefati peygamberî günü farukiyetini gaybeder gibi göründüğü zaman, Hazret-i Sıddik bütün sıddikiyetile ibrazı vücut ederek onu ve herkesi irşat etmiş ve cemaatı kemafissabık sıratı Muhammedîde yürütmüştü. Daha evvel hicret günü müsahabeti nebeviyye ile gizlendikleri mağarada müşriklerin baskınına uğradıkları zaman Hazret-i Sıddika da hüzn-ü fütur ârız olmuş iken (........) diye onu tesliye ve tatmin bir ahdi zihnî mahiyetinde olan o cemaati mesude bütün beşeriyete ekmel bir nümunei imtisal olmak üzre taayyün etmiş olduğundan bize nazaren (........) ahdi haricî ile malumdur. Bunun için eslâf-ü ahlâftan birçok müfessirin (........) ayetini Hazret-i Muhammedin bu eshab-ı kiramının tarikı, sünneti ile tefsir etmişlerdir. Fakat mebde ve münteha beraber mülâhaza edildiği zaman bu manâ da mün'amün aleyhim cinsinden bir cemaat diye ahdi zihnî mahiyetinde olmuş olur. (........) Ellezinenin sıfatıdır. Ve islâmdaki hasleti tekvanın menşeini gösterir. Arapçada sıfat ile mevsuf arasında tarif veya tenkir cihetinden dahi mutabakat şarttır. Halbuki gayr kelimesi, elalimü gayrülcahil, elhareketü gayrüssükûn tarzında bir zıddıkâmiline müzaf olmakdıkça marifetlik iktisap edemiyeceği gibi ellezine ismi mevsulüde marife olduğundan ahdı zihnî manasına mahmul olmadıkca nekire ile tevsıf olunamaz. Binaenaleyh bunun sıfat olması, mevsulün ahdi zihnî manasına bir karinei zahiredir. Çünkü magdubialeyhim ve dâllîn vasıflarının alelıtlâk mün'amün aleyhim vasfına zıddıkâmil olması cayi nazardır. Mün'amün aleyh görünenler içinde hakikatta mahkûmi gadep veya dahlolan nice kimseler de bulunur. Ve âlemde nimetler içinde yüzer gibi görünen bir çok eşhas ve cemaât buna misal de gösterebilir. Bu itibar ile gayr sıfati gadep ve dalâli nefyederek mün'amün aleyhi bunların maadasına tahsıs ediyor ve o halde niamı salime ile mütena'im olanlar, bunların zıddıkâmili olurlarsa da alelıtlâk mütena'im olanlar böyle değildirler. Binaenaleyh in'am itlâkile mülâhaza edilir, ve ellezine de bu sıla ile cinsen veya ahdi haricî ile marife tanılır ise gayr ona sıfat olamaz, belki bedel olabilir, Keşşaf ve ona tebean Kazı ve saire bu bedeliyyeti tecviz etmişlerdir. Fakat Ebussuut tefsirinde bunu bihakkın reddeylemiştir. Çünkü bedel, kelâmdaki nisbette maksudi aslı olur. Mübdelü minih bilkülliye mühmel ve metrûk halinde olmamakla beraber kelâmda hedefe maksat olarak da kalmaz. O halde gayr bedel ise sırattan maksadı aslî, nimet değil, gadep-ü dalâletin intifası olmuş olacaktır. Ve bu surette mün'amün aleyhim demek Allah’ın gadabından ve dalâletten salim olanlar demek olacağını Sahip Keşşaf tasrih de etmiştir. Gerçi def'i mazarrat, celbi menfeatten evlâ ise de maksadı aslî sade def'i mazarrat değil, o mazarrattan salim olan nimet ve menfeattir, Bu ise bedelin değil ancak sıfatın manası olabilecektir. Binaenaleyh hedefi kelâm en'amte aleyhimdedir. Ve gadab-ü dalâlin nefyi ona tebean maksuttur. Ve mün'amü aleyhim demek, nimeti mutlâka ile gadap ve dalâlden selâmeti cami olanlar demek olur ki, islâm da budur. Ve filhakika islâmdaki takva budur, Ve Ebussuut tamamen haklıdır. Binaenaleyh gayirde sıfat ve ellezinede ahdi zihnî manası zahirdir. Maamafih nimeti mutlâkadan nimeti salime veya söylediğimiz gibi nimeti sırat, nimeti islâm kastedilirse gayir bunun zıddı kâmiline muzaf olmuş ve binaenaleyh tarif iktisap etmiş olacağından cins veya ahdi haricî suretinde sıfat olabilecektir. Gadab nefsin bir mekruh karşısında iradei intikam ile heyecanıdır ki, rızanın zıddıdır. Lisanımızda öfke, bir fark ile hiddet, hışım dahi denilir. Cenâb-ı Allah’a nisbet edildiği zaman gadab infialâtı nefsaniyeden tecrit ile münteha ve gayesinde istimal edilir de iradei intikam veya inzali ukubet manası murat olunur. Bu da rububiyeti rahimiyenin lâzımıdır. Yani gadab alelıtlâk rahmetin zıddı değildir. Meselâ zalime gadab, mazluma rahmetin muktezasıdır. Elmağdubi aleyh tabirinde bu unvan kendilerine adeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, gadaba mahkûm, gadap altında kalmış gitmiş demek olur. Binaenaleyh bazan bir ukubete uğramak, magdubu aleyh olmak değildir ve hele hakikatte bir takım niamı âtiye ve müstakbelenin mükaddimesi ve vesilesi olan elemler hiç bir zaman ukubet ve gadap değildir. (........) çünkü her işte itibar akıbetedir. Dalâl ve dalâlet, doğru yoldan amden veya hataen sapmaktır ki, hüdanın mukabilidir. Lisanımızda sapmak, sapıklık, sapkınlık dahi denilir. Dalâl bazan gafletten, şaşkınlıktan neş'et eder. Ve ekseriya da şaşkınlık onu takip eyler ve sonra yitmeğe ve daha sonra telef olmağa müncer olur. Bu münasebetlerle dalâl, gaflet, hayret, gaybubet, helâk manalarında da kullanılır. Esasında mahsûs ve maddî yoldan sapmaktır. Ve sonra maneviyat ve makulâtta da mütearef olmuştur. Ve biz alelekser dalâlet ve sapkınlığı sade dinde, dalâl ve sapıklığı da akilde ve sözde istimal ederiz. Binaenaleyh «dâllîn» tam manasiyle sapkınlar demektir. Burada gerek (........) ve gerek (........) deki harfi tariflerin istiğrak veya cins için olduğu zahirdir. Çünkü nimetin selâmeti kâmilesi bundandır. Bir çok müfessirin de böyle nefyi cins suretinin tefsirlerini ihtiyar etmişlerdir ki, bu surette nimet ve istikametin zıddı olan gadab-ü dalâl, kitaplı ve kitapsız, müşrik ve gayri müşrik bütün ehli küfrün yollarından sarahaten ihtiraz edilmiş olur. Maamafih harfi tariflerin akdem olan ahdi haricî manasına hamillerinde dahi ayni manayı dolayısile istihsal mümkindir. Ve bunda ayrıca bir belâgat de vardır. Zira magdubu aleyhim ve dallîn vasıfları müteyakkan olan edna ve ekallerine masruf olursa bunlardan ihtiraz obirlerinin hepsinden ihtirazı evleviyyetle müstelzim olur. Bu da milleti islâmın ağyarı beyninde bir tefavütü göstermek belâgatini haizdir. Aceba her ikisinin ekal mertebesiyle böyle bir ahdi haricî var mıdır? Evet, gerek kur'anda ve gerek ehadisi nebeviyyede ve umumiyetle şeriati islâmiyede buna dair deliller mevcuttur. Ve bunlar ehli kitap olan Yehud-ü Nasaradır. Gerek müşrik ve gerek gayri müşrik cemii küffar hakkında kur'anı azımüşşanda (........) ayetinde olduğu gibi gadabı ve (........) ayetinde olduğu gibi de dalâli tamimen tasrih etmiş olmakla beraber Yehud hakkında ekseriya (........) gibi gadabı, Nasara hakkında da (........) gibi dalâli tasrih buyurmuştur. Ve bununla beraber Yehud ile Nasaranın kesdiklerini yemek, ve kızlarını nikâh edebilmek gibi yakin muamelâtta diğer ehli şirkten farklarını da göstermişdir. Bunlardan anlaşılırki ehli kitap olan Yehud ve Nesârâ gadab-ü dalâlde diğer müşriklerden, dinsizlerden ve sair edyanı batıla erbabından ehvendir. Ve bunlar islâmın zıddı karibidirler. Binaenaleyh Fatihada magdubi aleyhimden mürat ahdi harcî ile Yehud, dâllînden müratta Nasaradır, diye tefsir olunursa «gayir» ve «lâ» ile evvelen ve bil'ibare bunların tarikı nefyedilmiş ve dolayisiyle bil'evleviyye yani dâl biddelâle olarak da bütün sairlerinden ihtiraz olunmuş olur. Ve bu tefsirin naklinde tarikleri kuvvetlidir. İbniceriri Taberî bir hayli âsâr nakletmiştir. Dürrimensurun beyanı veçhile İbniebi Hâtim demiştir ki, «mağdubu aleyhimin, Yehud ve dallînin Nasara ile tefsirinde beynelmüfessirin hilâf bilmiyorum» Nitekim İbnihibban ve hâkim bu baptaki hadîslerin sıhhatına, tirmizî de hüsnüne hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisin tahriç eylemişlerdir. [Şihap]. Nassın zahirdeki bu umumunu iki nev'a hasredecek veçhile takyit etmek usul noktai nazarından caiz olmiyacağı mülâhazasiyle bazı müfessirin buna ilişmiş ve nassın umumiyet üzere ipkasiyle Yehud ve Nasarayı birer misal olarak telâkki etmeği muvafık görmüştür. Yehud ve Nasara ehven ve ednaı müteyakkan olarak tasavvur edilmiyecek olursa bu itiraz bihakkın varittir. Çünkü ihtirazı onlara kasretmek manâsı islâmda hem akla ve hem nukuli kat'iyeye muhalif olduğundan böyle bir ahdi haricîye imkân yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar ednayi müteyakkan olarak tasavvur edilirse diğerlerinden ihtirazi âm bil'evleviyye sabit olacağı cihetle tahsıs, medfu ve mahzuru mündefidir ve zaten (.......) de şirkleri zahir olan müşrikini saireden vazıban ve bunlara nisbetle hafif olan Yehud ve Nasaradan da zımnan ihtiraz edilmiş olduğu cihetle burada da bunlardan vazıhan ve obirlerinden dolayisiyle ihtiraz edilm (........) iş olmasında da belâğat vardır. Binaenaleyh bu baptaki hadîslerden de bir nebze bahsedelim: aleyhissalâtü ves-selâm Efendimizin «Yehud magdubi aleyhim, Nasara de dullâldır» buyurduğunu Tirmizî sahibinin babı tefsirinde meşhur Hatimi taînin oğlu Hazret-i Adiden senediyle bir hadîsi hasen olmak üzere rivayet eylemiştir ki, meali şöyledir. «Adiy bini Hatim radıyallahü anh demiştir ki, «Resuliekrem sallalahü aleyhi veselleme gittim, mescidinde oturuyordu. Cemaat işte bu Adiy bini Hatimdir dediler. Ben ise emansız, mükâtebesiz gelmiştim, hemen huzuruna atıldım, derhal elimi tuttu «mukaddemada Allahtan ümit ederim ki, onun elimi benim elime koyacak» buyurmuştu. Akibinde kalktı o sırada bir kadın beraberinde bir sabi ile huzuruna geldiler ve bizim sana bir hacetimiz var dediler, onlarla beraber kalkıp hacetlerini bitirdi, sonra elimden tutup beni hanei saadetine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yasdık koydu ve üzerine cülus buyurdu ben de huzurunda oturdum. Binaenaleyh Allah’a hamd-ü sena etti ve şöyle buyurdu «lâilaheillâllah» demekten neye kaçıyorsun, ondan başka bir ilâh mı biliyorsun? Ben hayır dedim. Badehu biraz konuşduktan sonra «sen herhalde «Allahuekber» denilmesinden kaçıyorsun, demek Allahdan daha büyük birşey biliyorsun» buyurdu ben yine hayır dedim, buyurdu ki, (........) yani Yahudîler gadaba uğramış, magdubu aleyhim olmuşlar, Nasara da sapıtmış, dalâlete düşmüşler bunun üzerine ben de «ben müslüman oldum geldim» dedim ve baktım ki, veçhi saadeti ferahından inbisat ediyordu. Bil'ahare emretti, Ensardan bir zatin nezdine verildim, akşam sabah hep huzuruna gelir dururdum. Yine bir akşam yanında idim. Bir kavm geldiler, üzerlerinde yün elbise vardı. Resulullah kalktı, namaz kıldı, badehu onları tergibe başladı. Diyordu ki, «velev bir sâ' velev yarım sa' velev bir tutam velev bir tutam parçası olsun bununla her biriniz yüzünü Cehennemin -yahut ateşin- hararetinden vikaye ede, hatta velevse bir hurma danesi velevse yarım hurma danesi olsun. Her biriniz Allah’a varacak o da ona şu söyliyeceğimi söyliyecektir: Ben size göz kulak vermedim mi? Evet verdin der, mal ve evlât vermedim mi? Evet verdin der, o zaman Allahü teâlâ o halde hani sen kendin için önceden ne hazırlık gördün der» ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar da Cehennemin hararetinden yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz, her biriniz yüzünü ateşten vikaye etsin de velev yarım hurma ile olsun, bunu bulamazsa velev kelimei tayyibe ile -tatlı sözle- olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakr-ü fakadan korkmam, zira Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik korkusu nihayet Medine ile Hiyre arasında kârban giderken bindiğinin çalınması korkusu ne ise ondan fazla değildir» buyurdu. Adiy bini Hatim Hazretleri bunu rivayet ettikten sonra şunu da ilâve etmiş: «Bunu dinlerken ben gönlümden bu nerede? Tay dağlarının eşkiyası nerede? diyordum» demiştir. Fakat Yehud mağdubü aleyhimdir demekle elmağdubi aleyhim Yahuddur demek arasında büyük fark vardır. Binaenaleyh bu ve emsali hadîslere nazaran Yahudîlerin ve Nasaranın Fatihadaki «mağdubi aleyhim ve dallînden» birer misal oldukları anlaşılırsa da mantukun bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Maamafih ikinci suretle dahi rivayeti mazbuta vardır. Harfı tarifin en mukaddem manası olan ahdi haricîye hamli izahı sabık ile ehveniyyet dairesinde mümkin olunca mütevatir olmıyan hadîslerle takyidi nas mahzuru varit olmıyacağı cihetle bu hadîslerin dahi i'mali vacip olur. Binaenaleyh iki tefsir arasındaki fark birisinde yani cinste ihtirazı küllînin mantukan ve bil'ibare diğerinde de fehva ile biddelâle olmasındadır. Evvelkine göre nazarı islâmde müşrikin ile ehli kitap arasındaki fark Fatihada ifade edilmemiş, ikincide ise bu fark dahi gösterilmiş olur ki, biz bunu siyakı kur'ana daha muvafık buluyoruz. Bunda bizi düşündürecek pek mühim noktalar vardır. Acaba, Resulullah Efendimiz Yehud mağdubu aleyhim, Nasara dullâldır buyurduğu zaman, bunlar ne halde idiler, Yahudiler daha nice zaman evvel hubbi Dünya ve hodbinlik ile ahkâmı Tevratı ihmal ve tahrif ederek Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve binnetice nice Enbiyaı kirama ve bilhassa, Zekeriyya, Yahya, İsa aleyhimüsselâme olan haksızlıklariyle de hem hakkın gadabını ve hem halkın nefretini kazanmışlardı ve çoktan hürriyeti siyasiyelerini bütün bütün zayi etmişler ve darma dağınık olmuşlardı ve bu suretle zayi ettikleri cemaati zahireleri yerine ta Süleyman aleyhisselâm zamanındanberi takip edegeldikleri cem'iyyâtı hafiyye ile uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve âlem nazarında içleri dışlarına uymıyanların pişuvası sayılmışlardı ve bununla beraber esasında Dünyayı tenvir etmiş bir kitaba, havarık ile dolu bir tarihe mensup olduklarından binnisbe münevver ve lâakal mazileri ile halleri beynindeki nisbet itibariyle de pek ziyade şayanı ehemmiyet idiler. Mazide Hakka istinadı hasebiyle feyyaz olan dinlerini halde kavmiyyet çenberile bağlıyarak daima hakkın üzerine çıkmak istiyorlar ve istedikçe sukut eyliyorlardı. Nasaraya gelince: O zaman bunlar Romanın varisi, İstanbulun sahibi olarak yer yüzündeki iki büyük devletin biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran idi. Yani o günkü Nasraniyetin âlemdeki mevki'i bugünkü Nasraniyetten çok yüksek idi. Zahir nazarla bakıldığı zaman bunlar mün'amün aleyhim zannedilebilirlerdi. Halbuki hakikatte böyle değil idiler, fena bir akibete yürüyorlardı, akibetleri, ahiretleri cidden hatarnâk idi. Gerçi bunlar Yehudiler gibi kavmiyyet çenberine sıkışmış değildiler fakat mıkyası hakkı zayi etmişlerdi. Evvel emirde tevhidi Hakka bedel, akidei teslise saplanmışlar, ve en adî müşrikler gibi putlar içinde kalmışlardı. Gerçi Mâneviye ve Seneviyyeye nazaran bu teslisin başında bir peder ılâh tanıdığı cihetle az çok bir manâi tevhit yok değildi. Lâkin bu teslis İskenderiye felsefesinin muhtelif eşhası selâseden mürekkep ekanimi selâsesi yerine eşhası selâsenin ittihadına müstenit bir ekanimi selâse idi. o suretleki hem bir, hem üç idi, böyle aklın tenakuz kanununuda çiğneyen bir akidei teslis artık inkişafı aklîye meydan bırakmamış ve varis oldukları bütün ulum-ü fünunu çığırından çıkarmış ve tarikı isbattan ayrılıp sadece zevki kalbîye ve müstakim bir tarik takip etmiyen temayülâtı mahzaya istinat ederek dini keyfe mettefak ilcamı nasa bir vesil gibi takip etmişler ve bunun için ellerinde bulunan mantıkın tatbikatını atup münhasıren İlmiruhun temayülât ve ihtisasat fasliyle kulûbi avammı cezb için uğraşmışlar ve nice ifratlara sapmışlardı. Diğer taraftan fikri hukukîyi temamiyle çiğnemişlerdi. Nazarlarında hak, şeriat mefhumunun hakikatle alâkası yoktu, bunlar, ilmî, hakikî ve ilâhî bir mefhum değil idi. Nitekim elhâletü hâzihi Hıristiyan lisanlarından hukuk manâsına kullanılan kelimelerin hakk-u hakikat maddesiyle alâkası yoktur. (Druva) başka, (Verite) başkadır ve ayni zamanda sabık Romada olduğu gibi bir vaz'ı adî de değil idi. Binaenaleyh iradei halka da mütevakkıf değil idi, Hukuk sadece ruhanîlerin ve mecalisi ruhaniyenin vaz'ı idi. Ve bunlar hak üzerinde bir fikri ilmî ve ictihadî ile değil bir fikrî iradî ile temamen vazıı kanun sıfatile hareket ediyorlardı ve mamafih akidei teslisin neticesi olarak bunda lâhut ile nâsutun anlaşılmaz bir tedahülü vardı. Hukuki nasın böyle vaz'ı hakka istinad etmiyen vâzıların elinde istenilen şekle konulabilmesi ve tatbikatında da hüsniniyyet ile değil keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve esasen Hıristiyanlardan madasına hiçbir suretle hakkı hayat tanımaması hey'eti içtimaiyeyi büyük sukutlara ihzar ediyordu. Çünkü insanlar âlemde zevkı şairane ile muvakkat zaman için eğlenebilirlerse de bu zevk, zevkı hakkı çiğnemiye başladığı zaman derhal sönmeğe mahkûmdur. Hukuki nase nefsel'emirde sabit hiçbir kıymet atfedilmediği zaman melekûti ilâhiyenin hiçbir manâsı kalmaz ve temayülâtı kalbiyeyi tehyiç edecek diğer vesaitin hepsi hakkın karşısında akim kalır. Burada akideden neş'et etmiyen ve akide hilâfında vaki olan fisk-u fücurdan bahse lüzum görmiyoruz. Çünkü onlar mahiyeti diniyeye müzaf değildir. Bu suretle teslis, takimi ukul, saydi kulup, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve hasılı bir kelime ile hakk-u hakikatten tebâüt, işte Hıristiyanlığın o zamanki evsafi barizesi bunlar idi. Bu ise caddei enbiya olan tarikı hakdan udul idi ve dalâletin akibeti de elbette nıkmet olacaktır. Bunun için o sıradaki devletleriyle beraber Nasarâ zahiren mün'amü aleyh sayılsalar bile vicdanları, atileri salim değil idi. Dünyada inhitata ve Ahirette bu haksızlıkların ıkabına namzed ve dallîn idiler ve filhakika öyle de oldu ve Cenabıallah kullarına böyle şaibelerden, tehlikelerden âri ve salim ve istikbalde selâmeti kâmile ile nimeti ilâhiyeye musıl olan dini islâmı, tarikı hakkı ihsan buyurdu ve pek azbir zaman içinde de bununla tedeyyün edenlere vad ve in'amı ilâhî şekk-ü şüpheden azâde olarak tahakkuk etti ve bunlar cihanın en son ve en mütekâmil nümunei dinîsi oldular ve bu sıratı mustakimde sabit olanlar için ayni netice biavnihi tealâ ilel'ebet tahakkuk edecektir. İşte (........) misakile (........) bu hakikati natıktır. HULÂSA Sûrei Fatiha baş tarafında mebde ve meade müteallık bütün metalibiyle mebhasi marifetullahi, İlmi kur'anin ve Dini islâmın mevzuunu, mebadisini, vasatında İlmi kur'anın mevzuı hassı ve gayesi ve diyaneti islâmiyenin mebdei olup en büyük kanunı fıtrat bulunan nisbeti ilâhiye ile bütün esrarı içtimaiye ve mebadii hukukiyeyi tebliğ ve tescil ettikten sonra üç ayette de tarikı hakkın, Dini islâmın efradını cami, ağyarını mani bir haddi tammını tasvirine doyulmaz bir belâgat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini başındaki bir (........) cümle-i baligasına derc edip mer'iyyetini namı ilâhî ile ilân eylemiştir. Dini islâmın bu tarifi şu oluyor: Gadaba uğratmadan, dalâlete düşürmeden doğruca ve selâmetle Allah’a ve Allah’ın nimetlerine götürüp elhamdülillâh dedirten ve bu safi nimetlere kemali selâmetle ermiş, hakikaten mes'ut ve mahmut, gayri mağdub ve gayri dal zevat tarafından takip edildiği tarihen meşhut ve tecribeten ma'lûm bulunan büyük, aşikâr, düz, doğru, hak yolu, istikamet yolu. Bu din ile tedeyyünün, diyanetin mebdei evvelâ Allahü teâlâyı tanımak ve ona (........) diye kemali tevhit ile ahd-ü misak ve ondan sonra da kemali sebat ve ıhlâs ile icabını icra için hukuk-u vezaifin bütün hudutunu bildiren ve üzerinde sühulet ve selâmetle yürünmek mümkin olan müstakim bir caddei şeriate hidayet yani ilmen irşat ve amelen tefvik talep eylemektir ki, bu şuurlu talebin cevabı surei Bakarenin başından başlıyacaktır. Demek ki, talep ve diyanet bizden, din, şeriat, hidayet Allahtandır ve bu hidayet iki nevidir. Biri ilmî olan irşat, diğeri fi'lî olan tefiktir. Kur’ân’ı azîm irşadı ilmî talebinin cevabıdır. Tevfikı fi'lî talebinin cevabı da bu irşadı kabul ile diyaneti tafsıliyede her an ve her lâhza vaki olacaktır. İşte Dini islâm böyle bir kanunı haktır. Fatiha bunu tarif ederken mazmununu isbat için bidayetteki irşadatı akliye ve kalbiyeden sonra müşahede ve tecribeyi şehadeti tarihiyeyi gösterivermiş ve başkaca huccet ve burhane bile hacet bırakmamıştır. Bunda şüphe edenler misali şuhudî ve tecribîsini Hatemülenbiya Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellem Efendimizle eshab-ı kiramının bu sayede mazhar oldukları ni'ami ilâhiyenin azamet ve kudsiyetini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler. Elhamdüllillâh kitabı ilâhî bir harfine bile halel gelmeksizin aynen mevcut ve süneni Nebeviyye mahfuz olduğundan Dini islâmın hakikatine hiçbir inhiraf hiç bir dalâl arız olmamıştır. Bunun için Kur’ân mucizatı Muhammediyenin en bahiri, tarih de onun hakkiyetine sıdkı davasına şahittir. Ve bu suretle bizim için ilmi din akıl ve nakil ile memzuçtur. Bunları sıdk-u ıhlâs ile tatbik edecek olan heyeti içtimaiyelerin bittecribe sabit olan ayni netaici elde edeceklerinde şüphe etmek için hiç bir hak yoktur. İlm-ü fen namına böyle bir şüphe dermiyan etmek dün beni tenvir eden güneşin yarın tenvir edemiyeceğini iddia etmek gibi kanunı istikrayı inkârdır. Fakat ilm-ü fende, tecribe ve istikraye pek büyük ehemmiyet atfeden Avrupalılar bu istikrayı yerinde yapmiyarak teşvişi efkâr ediyorlar. Çünkü Dini islâmın künhünü, esasında ve bihakkın diyanetini haiz olan menabi'de teharri ile istıkra yapmiyorlar da şimdiki inhitat içinde yuvarlanan müslümanlarda arıyorlar. Halbuki hakikat, hâl ile mazi beynindeki iki istıkrarın mukayesesinden çıkacaktır. O zaman görülür ki, o tarikı müstakim üzerinde cidden yürüyenlerle cidden yürüyemiyenler arasında büyük fark vardır ve bu fark bir terakki ile bir tedenni farkıdır. Demek ki, sadıklar müterekki, gayri sadıklar mütedennidirler. Demek ki, din kanuni hak lâkin diyanet natamam ve gayri sadıktır. İlm-ü fendeki her kanuni hak da böyle değil midir? Meselâ iyi hısap bilen bir adam muamelâtında o hısabı yapmağa üşenir de tatbik etmezse kabahat İlmi hısabındır denebilir mi? Ve meselâ pis mikropların mazarratlarını bilen kimse sokaklarda gezdiği pabuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine kadar girmeyi itiyat ederse binnetice maruz olacağı felâketten mikrop ve hıfzısıhhat ilmini muahezeye hak kazanabilir mi? İnsanlar kendilerini kanuni hakka uydurmakla mükellef iken o kanuni hakkı kendilerine uydurmağa çalışırlarsa kusur o kanunun değil o insanın olur ve zararına mahkûm olan da insandır. Gadabı ilâhî evvelâ bunu bilerek yapanlar içindir. Bilmiyerek yapanlar da dallîndirler, bunlar da binnetice o akibete mahkûmdurlar. Maatteessüf asrı hazır insanlarında din hususunda kanunı hakkı kendilerine uydurmak sevdası galip görünmektedir. Ulûm-ü fünun ve sanayideki bu kadar terakkiyata rağmen bütün âlemde ıztırabatı beşeriyenin sureti umumiyede gittikçe artmasının sebebi de budur. Bu ıztırabatı ancak tarikı hakka sülûk kat'edebilir. "Allah’ım! Bize doğru yolu göster. Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil." Âmin, icabet et, kabul et manasına bir ismi fiildir âmin demeğe de te'min denilir. Bu, nazmı kur'andan cüz değildir. Bunun için Mushafa yazılmaz. Lâkin Buharî ve Müslimde dahi tahriç olunduğu üzere aleyhissalatü vesselâm Efendimiz buyurmuştur ki, «iman veleddallîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. Çünkü melekler âmin derler. Âmin demesi, melâikenin âminine tevafuk edenin geçmiş günahları mağfiret edilir». Diğer bir hadîsi mevkufta «ehli arzın saflarını ehli semanın safları velyeder. Binaenaleyh yerdeki âmin gökteki âmine tevafuk ederse abit mağfur olur». Binaenaleyh âmin sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından sirren yapılamalıdır. İmam gibi münferit olan dahi sirren söyler. |
﴾ 7 ﴿