4ve onlar ki, hem sana indirilene iman ederler hem senden evvel indirilene, ahırete yakinide bunlar edinirler (........) ve o müttekiler ki, hem sana vahy-ü inzal edilen ve edilmekte bulunan kitap ve şeriate, hem de senden evvel vehy-ü inzal edilmiş bulunan yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi kitaplara iman ederler, ki, bu iman da risaleti Muhammediyeye ve bütün enbiyayi salifenin nübüvvetlerine iman ile mümkindir. Zira habere iman muhbire imana mütevakkıf bulunduğu gibi onların cümle-i nümzelâtından birisi de nübüvvetleri davasıdır. Evvelki ayet alelûmun müslüman olan mü'minler, bu ayette mukaddema Ehli kitaptan olup ta müslüman olan mü'minler hakkında nazil olduğu beyan buyruluyor. Maamafih böyle olması iki ayetin yekdiğerini mütemmim ve muzıh olmasına mani değildir. Ve matekaddeme iman maziyi hikâyeden ibaret zannedilmemelidir. Binaenaleyh bütün kütübi münzeleye ve enbiyai salifeye esas itibarile iman dahi islâm iman ve akidesinden bir cüzdür ki, (........) gibi ayetlerde bu cihet tafsıl olunacaktır. Ve bunun için müslümanlık bütün edyanı semaviyenin şahidir. Zira mesaili imaniyede nesih yoktur ikmal vardır. Nesih şerayii ameliye itibarile caridir. Bu ve emsali ayatı Kuraniye ve süneni Nebeviye bize bilhassa şunu gösterir ki, müslümanlık dini umumîdir. Bütün insanlara şamil ve edyanı münzelenin hepsine hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise livai tâbiiyetleri altında diyanet itibarile kendilerinden başkalarını yaşatmazlar, hududı vicdanîleri dar ve kısadır. Bunlar kendilerinden başkasına bir hakkı hayat tanımamayı diyanetin muktezası bilirler. Tanırlarsa yalnız siyaseten bir ıztırar ile tanırlar, yakın zamanlara kadar Hıristiyan devletlerin içinde kendilerinden başka bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan akvama hâkim olamamıştı, son zamanlarda bu vicdan darlığındaki mazarrâtı siyasiyeyi gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık mubarezelerinden doğan bir hürriyeti vicdaniye davasiyle Fransa inkılâbı kebirinden sonra liberallık, lâyıklık, ve insaniyet kelimeleri altında kelimei Nasraniyyetten inhirafa doğru yürümüş ve o zamandanberi diğer akvam üzerinde hükûmet tesisine yol bulabilmişlerdir. Fakat bu kelimeler müsbet ve merhametli umumî bir vicdanı hak tesisine değil, dinsizliğe ve hodkâmlığa doğru menfi bir gidiş istihdaf ettiğinden terakkiyati ilmiye ve sinaiyesini hakka raptedecek yerde beşeriyeti haktan tebaüde, vicdansızlığa ve ihtirasata sürüklenmiş ve neticesi islâmiyetin gösterdiği hakikî ve müsbet hukukı hürriyet ile insanlığa temin ve tamim eylediği cihanşümul hayatı haktan uzaklaşmak ve ıztırabatı hayatı arttırmaktan ibaret olmuştur. Bu noktai nazarla denilebilir ki, beşeriyeti hazıra bi'seti Muhammediye zamanında olduğu gibi nuri islâmın umumî bir inkişafını ve müsalemeti amme için hakkın alelûmum insanlık üzerinde kuvvetli bir hâkimiyetini görmek derdile kıvranıp çabalamaktadır. Beşeriyyetin şimdiki dalâli, insaniyetin hak üzerinde hâkim olması fikrinde toplanıyor. Bu ise insanlar miyanında en kuvvetli görünenlerin bir halikı mabut gibi telâkkisine müncer oluyor. Bu ihtirasatın teşdidile hukukun çiğnenmesini ve emniyyet-ü müsalemeti umumîyenin haleldar olmasını intaç ediyor. Halbuki saadeti beşer hakikatte insaniyyetin hakka hâkimiyyeti davasında değil, hakkın insaniyyete hâkimiyeti esasındadır. Ve islâmın muadelei hayat için (........) misakiyle talim buyurduğu kanunı fıtrat de budur. Binaenaleyh beşeriyyet ya hakka galebe etmek davasiyle ihtiras ve ıztırap içinde birbirini yeyip gidecek veya Hak teâlâya iman ile onun hâkimiyeti mutlakasına tabi olmak için dini islâma ve tebliğatı Muhammediyeye sarılacaktır. Hakkı insanın madununda gören dar vicdanların felâh bulacaklarını ve dairei beşeriyet için bir kutbi müsbet olabileceklerini zannetmek ne büyük hatadır. Büyük vicdanlar hakkı bir bilir ve haktan gelenin hepsine, her birisinin kendi mikdarına göre kıymet verir. Ve işte kalbi islâm bu büyük iman ve vicdanın sahibidir. O herkese bu imaniyle sinesine açar. Bütün vicdani beşeri bu vüs'at ve semahatle hakka takrip etmeğe çalışır. Bunu kavrıyamıyan bu yüksekliğe eremiyenleri de hakkın vahdet ve şümulüne taarruz etmemek ve hakka cüz'î küllî intisabı kabul etmek şartiyle kendi sâhai diyanetlerinde hür tutarak sinesinde yaşatır ve onların hakkı hayatına hürmeti de sade zaharî bir siyasetin değil, hakikî dininin müktazası bilir. Filvaki (........) ahırete yakın sahibi olacak olanlar da ancak bunlardır, bu şümullü imana malik olanlardır. Mesela «Hazret-i Mûsa Peygamber idi amma İsa değil idi. Tevrat kitabullahdır. İncil değildir. Yahut Mûsa ve İsa aleyhimesselâm Peygamber idiler amma haşâ Muhammed aleyhisselâm değildir. Olsa bile o bizim değil Arapların Peygamberidir. Tevrat ve İncil kitabullahdır amma Kur’ân değildir» gibi sözlerle Allah’ın Peygamberlerini tefrik eden, kimine inanıp kimine inanmıyarak Muhammed aleyhisselâmın nübüvvetini ve ona nazil olan kitap ve şeriati tanımıyanların Ahiret hakkında bir takım zanları, bazı kanaatleri bulunsa bile yakînları yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir fikreti ahiret vardır. Fakat bunların çoğu bürhansız bir takım emaniden, ideallerden ibaret kalır. Çünkü mesail ve tariki Ahıretin imkânı vücudü akıl ve kâlp ile her zaman sabit olursa da tahakkukunda bürhanı aklî, farzıyat, temenniyatı kalbiye kâfi değildir. O ancak min tarafillah gelen enbiyai zi şanın haberi sadıkları ile bilinebilecek umuri gaybiyedendir. Bunu hatm-ü ikmal eden ise Hatemül'enbiya olan Muhammed Mustafa sâllallahü aleyhi vesellemdir. Binaenaleyh enbiyaya iman etmiyenlerin Ahırete, doğru imanları olamıyacağı gibi enbiyayi salifeye iman edenler dahi Hatemül'enbiyaya ve ona inzal olunan kitap ve şeriate iman etmedikçe Ahıret hakkındaki iman ve kanaatleri yakin mertebesini bulamaz, vakii hakka mutabık olamaz. Meselâ Musevîler «Cennete ancak Yehudî olanlar girecektir ve bize nari Cehennem olsa olsa sayılı birkaç gün temas edecektir» derler, İsevîler de ayni sözü kendileri hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına Dünya ve Ahırette hakkı hayat ve saadet tanımazlar ve sonra naîmi cennet dünya nimetleri cinsinden midir? daimî midir, değil midir. O bir bekayi ruh mes'elesi midir değil midir? diye ihtilâf ederler, halbuki Allah’ı bir bilip bütün enbiyayi tasdik ve resulü ahirrüzzamanın risaletine ve ona inzal olunan kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman indî ve nefsî olan o gibi zununi fasideleri hakikate muvafık olmıyan itikatları tebligatı Muhammediyeye imanla gider de ahiret hakkında vakıa mutabık iken hasıl ederler. Dünya hak, Ahıret de hak, hayat hak, ölüm ve kıyamet de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir hak, sual hak, hisap hak, mizan hak, sırat hak, sevap hak, ıkap hak, cennet hak, cehennem hak, ve hepsinin fevkinde rıdvanı ekber ve müşahedei cemalullah da hak, Allah’ın izniyle mü'minlere şefaat da hak, cennet ebedî, cehennem de ebedi, maamafih o ebedî cehenneme girdikten sonra kurtulup çıkacak ve nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde dünya nimetlerine benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik şeyler de var. Şu fark ile ki, naimi ahiret ebedî ve elemsiz dünyanın kavanini ilmiyesi ahıretin tahlilâtı külliyesiyle tafsılâtını idrake müsaid de değil, onu künhiyle bilmek, künhi hakkı bilmeğe mütevakıftır. Kavanini ilmiye bize onun akla muhalif bir muhal olmadığını ve nihayet alelıtlak bir âlemi gaybin mevcut olduğunu ve bugünün herhalde bir yarını bulunduğunu ve ona hazırlanmamız lüzumunu isbat ve ifham eder. Fakat o yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir. Ve gayptan haberdar olan enbiyai kiram haber verebilir. Ahıret, esasen ahır sıfatının müennesidir ki, son ve sonraki manasına sıfat iken lisanı şeri'de dari ahıre ve hayatı ahıre ve neş'eti ahıre terkiplerinin muhaffeti olarak ism olmuştur. Mukabili olan Dünya da böyledir. Ahıret kâh Dünya ve kâh ulâ mukabili kullanılır. Dâri ahıret, hayatı mahza, hayatı ebediyedir. Hayatı mahzayı insanların kimisi yalnız aklî ve ruhanî telâkki eder, kimisi de hissî ve cismanî. Fakat hakikatini henüz bilmediğimiz hayatın bizce kemali hem akliyet ve hem hissiyetindedir. Kur’ân’ın bize bildirdiği hayatı ahıre ise Ekmeli hayat olduğundan biz ona inanırız, ta'mikatı felsefiyesiyle uğraşmayı zait addederiz. Ben, «ben» dediğim zaman ruhaniyet ve cismaniyetimin noktai vahdetine basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Âlemi gaybın bu günkü âlemi şehadetten namütenahi derecede evsâ ve ekmel olduğunu biliyoruz ve her halde yarın için daha ekmel bir hayatın muhakkak olduğu şüphesizdir. Buna «acaba!» diyenler kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, maddei külle karışır, kuvvetimiz dağılır kuvveti külle karışır, hepsi erir Hak teâlâya raci olur. Mukaddema Allahtan kendime geldim, yine Allah’a gideceğim, gidersem, rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim. Niçin rahmetlerine iremiyeyim, hemen Cenabı hak hüsni hatime nasıp etsin felsefenin: olan yine olacaktır, diyen ıttırat kanunu, bekayı illiyet kanunu bile bu ikanlarımı zarurî kılmaz mı? aleyhissalâtü vesselam Efendimizden rivayet olunuyor ki, şöyle buyurmuşlar: «Taaccüp bütün taaccüp ona ki, Allah’ın halkını görüp dururken Allahda şek eder. Şuna taaccüp olunur ki, neş'eti ulâyı tanır da neş'eti uhrayı inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, her gün her gece ölüp dirilip dururken ba'sü nüşuru inkâr eder. Şuna da taaccüp olunur ki, Cennete ve naimi Cennete iman eder de yine darülgurur için çalışır, şuna da taaccüp olunur ki, evvelinin bulaşık bir nutfe, ahırinin mülevves bir ciyfe olduğunu bilir de yine tekebbür ve tefahur eder». Bu hadîs Ahıret hakkında ilim ve fen noktai nazarından başlıca iki hakikati gösterir. Birincisi neş'eti ulâ ve uhra tabirile hem hakikati ahırete ve hem ıttırad ve tekerrür kanununa işarettir. İkincisi zahiren nevm-ü yakazayı gösteren her gün her gece ölüp dirilmek meselesidir ki, hakikati hayat ve hakikati Ahiret noktai nazarından pek mühimdir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmıya neye muhtaç oluyoruz? Çünkü bedenimiz, eczayı bedenimiz her gün ve hattâ her saat, her lâhza mütemadiyen ölüyor, ve yerine yenisi halk olunuyor ve bu halk olunurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece zahirî değil, hakikaten de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün ifrazatımız, eczaı bedenimizin cenazeleridir. Demek ki, hayat ancak teceddüdi emsal ile halkı cedit sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? benim birliğim nedir? Bu da bir kanunu ıttırat ve temasül ve tekâmül tecellîsidir. Binaenaleyh hayatı Dünyeviyemin zâmanı zatinde benim ruhaniyet ve cismaniyeti sabitem değil halkulllah, bakaullahtur. Ve işte hayatı Ahıret de böyledir. İkan, yakin sahibi olmaktır. İkan istikan teyakkun yakin hepsi bir manaya gelir yakin, vakıa mutabık ve her hangi bir teşkik ile zail olmıyacak surette şekk-ü şüpheden âri olan sabit ve cazım bir itikat demektir. Tabiri aharle yakin, şekk-ü şüphe bulunmıyan ilmi mütkan, rayb karışmıyan ilim, nakzına ihtimal bulunmıyan ilimdir. Maamafih yalnız cezmi kalbî manasına da yakin ıtlâk edildiği vardır. Şu anda şüphem yok ki, bu böyledir. Şimdi ve ileride şüphe edilmez bu böyledir. Başka türlü olmak mümteni bu böyledir. Bunun üçüne de yakin denilir, Fakat asıl yakin ikinci ile üçüncüdür, yani birinci tariftir. İlmi ilâhîye yakin ıtlâk edilmez. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi esma ve sıfatı ilâhiye tevkifîdir. Kitap ve sünnette ise ilmullaha yakın ıtlâkı görülmemiştir. İkincisi yakin ve ikan şekk-ü şüphe şanından olanlar hakkında kullanılır. Bunun için ulûmı zaruriyeye yani huzurî olan bedihiyata, bedihiyatı evveliyeye yakin denilemiyeceğine sahip olanlar bile vardır. Yakinda matlûp olan vakıa mutabakat ve ademi raybdir. Fakat bu vakiin zarurî olması değil ancak vaki olması şarttır. Binaenaleyh müşahedat, mücerrabat, mütevatirat ve istidlâlâtı sahiha dahi yakin ifade ederler. Bazı Garp feylesoflarının iddia ettikleri gibi yakin yalnız ilmi zarurî ve huzurî demek değildir. Yakinin meratibi vardır. Meselâ riyaziyat, istintacatı mantıkıye yakinî ve zarurî olduğu gibi ulûmi adiye ve mücerrebe, ulûmi tabiiye miyanında kimya ve fizik ilimleri zarurî olmıyarak yakinîdirler. Ancak bunların vakıatı mücerrebesinden istidlâlatı faside ile intaç edilen nazariyat ve farziyatın hepsi yakinî değildir. Bu esbaba mebni tayyareleri yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız. Acaba mümkin değil midir. Mümkin olmasa idi vücude gelmezdi. Allahü teâlâ onları evvelen ve bizzat ve sonra maddeleri tohumları vasıtasile yarattığı gibi bizim elimizle de yaradabilir. Nitekim Peygamberlerin ellerinde yapabileceğine dair nümuneler de gösterdiğini Kur’ân haber de veriyor. (........) Bunun için ulûm ve fünuni tabiiye bizim kudretullah hakkındaki yakinimizi ve imkânı zatî hususundaki vüs'ati imanımızı yıkacak değil, takviye edip tevsi edecek delâil telâkki edilmek lâzım gelir. Fenleri kendi hudutları dahilinde takip ve terakki ettirmeliyiz. Fakat onlara inanırken hiç bir zaman kudretullâhı tükettik Dünya ve Ahıreti bitirdik zannetmemeliyiz yakiniyatı adiyeye, yakiniyatı zaruriyeyi feda eylememeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz var ise, Allahü teâlâ ve onun ilm-ü kudreti daha evvel var. Bu günkü âlemi şehadet var ise yarınki âlemli gayip de bittabi var. Bu gün olmıyanlar yarın olur. Bu gün inanmadıklarımıza yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak, ye'si küllîye düşmemek istiyorsak hiç bir hâdisenin yıkamıyacağı hiç bir teşkikin izale edemiyeceği en hak ve en küllî esaslara iman etmeliyiz ki, dairei yakinimiz daralmasın ilm-ü fenni boğmıyalım, sahai imkânı kısaltmıyalım, mümkine muhal demiyelim, hayır yerine şerre koşmıyalım muhal zannettiklerimizin imkânını, hattâ vukuunu gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan ateş, ölüden diri çıkar mı biiznillâh çıkar, hayat yapılır mı biiznillâh yapılır. Göklere çıkılır mı biiznillâh çıkılır. Kabirde sual sorulur mu biiznillâh sorulur. Ölen dirilir mi biizinillâh dirilir. Lâkin iki kerre iki tek olur mu olmaz. Cüz küllünden büyük olur mu olmaz. Malûl illetini geçer mi geçmez, insan bizzat halik ve bizzat ma'but olabilir mi olamaz. O Allah’ın izniyle kuş da yapsa, ölüleri diriltse yine kuldur yine kuldur. Bütün imkânlar kudretullahdadır. Ve istikbal dediğimiz zaman namütenahidir. Ve o namütenahide bizim nice serencamımız ve mes'uliyetlerimiz olacaktır. Ve işte Hazret-i Muhammed bize mutlâk olan bu imanı küllîyi bu akidei tevhidi ve buna göre ameli salihi talim için bas'a buyrulmuştur. Ona iman edenler hiç bir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn sahibi olurlar. |
﴾ 4 ﴿