7

Allah kalblerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azîm bir azaptır

(........) Allahü azimüşşan onların kalplerini ve samialarını mühürlemiştir. Hakikati kendilerinden sezip düşünüp bulmağa, olmadığı halde dinleyip işitmeğe, hüsni telâkki etmeğe isti'datları kalmamıştır. Asli kalb mevcuttur ve fakat iptidayı fıtratteki selâmetlerini zayi etmişler, sui i'tiyadlariyle onu örten bir tabiat saniye iktisap eylemişlerdir. Bu iktisabı da Allahü teâlâ infaz etmiştir. Artık onlar kendilerinden, kendi heva-vü heveslerinden, ağrazı şahsıye ve nefsaniyelerinden başka hiç bir şeye iltifat etmezler. İdraki hakikat için yaradılmış olan o kalblerin bütün failiyyet ve kabiliyyetleri nefsaniyyetle boğulmuş velev atideki menfaatleri namına olsun, kendilerinden, haldeki garazlarından hariç, hakaikı gaybiyeye karşı inat ile kaplanmışlar, onlar (........) medlûlünce Allah tealânın bahşettiği devrei tezekküri itmam etmişler ve artık küfür onların takarrur etmiş müktesebatları, tabiat ve hilkatı saniyeleri olmuştur. Onlar ne hakikatı kalb gibi delaili enfüsiyyeyi ne de Kur’ân gibi daima bahir bir mucizei maneviye ve akliyeyi teemmül ederler ve hatta ne dinlerler ne dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez, bilseler de kabul etmezler. Bunlardan başka (........) gözlerinin üzerinde de bir perde vardır. Âlemi şehadette, hey'eti âlem, teşekküli meadin, sureti nebatat-u hayvanat, teşrihi beşer gibi gözle görülebilen delâili hakkı, bakmak isteseler bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehevât, nefsaniyyet, hodgâmlık perdesi bürümüştür. Meselâ her gün semalara bakar, o manzarai dilnevazı görür de, şu yerdeki, şu bedendeki, şu küçücük gözün, küçücük hadekasına intiba eden bir lemhai zıya ile hariçten o kadar uzak ve geniş eb'ad-ü mesafe içindeki büyük manzarai hariciyenin nasıl ve ne ile idrak edildiğini görmez ve düşünmez, acıktığı zaman ekmeğe koşar da haricindeki ekmeği nasıl idrak ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet ve intıbak edebildiğini düşünmez ve görmez ilah, ilh... Hasılı onlar idraki hak için şart olan kalb-ü akıl, havassi selime, semaı haber denilen üç sebebi ilmin üçünden de mahrum bir haldedirler.

Görülüyor ki, ayette «kulub» ile «ebsar» cemi ve aradaki «semi» ise müfret olarak irad edilmiştir. Bunun hakkında müteaddit vecihler söylenmiştir. Lâkin bizim anladığımıza göre bunun sebebi, imanda ayatı kalbiye ve ayatı afakiye turukı fikriye ve şuhudiyenin tenevvü-ü kesretile beraber dinde tariki sem'ın, delili naklînin bir yani merkezi nübüvvet olduğuna işarettir. Şurası şayanı ıhtardır ki,

Arabcada «üzün» ile «semi ve samia», «ayn» ile «basar» ve «basıre» pek güzel temyiz ve tefrik edilmiştir. Lâkin Türkçemizde hem üzne, hem samiaya sade kulak dediğimiz gibi «ayn» ile «basar» ı ayırmıyarak ikisine de göz deriz. Halbuki cismanî kulak sağır da, cismanî göz bakar körde dahi mevcuttur. Burada ruh ve cisim tahliline ihtiyaç vardır. Ve bu noksanı lisanımızda Arabca ile ikmal etmiye mecbur olmuşuzdur.

Kalb nasıl mühürlenir? Malûm ya üzeri mühürlenmek, zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların kalbleri de ulûm-u maarifin zuruf ve ev'iyesi gibidir. Ne kadar idrakâtımız varsa orada saklıdır. Samia da bir kapı gibidir, mesmuat oradan girer, Bilhassa mazideki, atide ve haldeki ahbarı gaybiyyeye ait haberler, mezamini kütüb, semi tarikile bilinir. Binaenaleyh kalbin mühürlenmesi zarfın mühürlenmesine, sem'in mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine benzer. aleyhissalâtü vessellam Efendimiz hadîslerinde şu mealde buyurmuştur ki, İbtida bir günah yapıldığı zaman kalbde bir nüktei sevda yani kara bir leke olur, eğer sahibi pişman olur, tevbe-ü istiğfar ederse kalb yine parlar, etmez de günah tekerrür ederse o leke de artar nihayet arta arta bir raddeye gelir ki, leke bir gılıf gibi bütün kalbi kaplar ki, surei Mutaffifinde (........) ayetindeki (........)

= reyn»de budur. Bu hadîs gösteriyor ki, zunub tevali ettikçe kalbleri gılıf gibi kaplar. Ve işte o zaman işbu (........) ayetinde buyurulduğu gibi mentarafillâh hatm-ü tabı yapılır. O müstevlî leke o kalbe basılıp tabedilir. Bidayeten aharlı mücellâ leke o kalbe basılıp tabedilir. Bidayeten aharlı mücellâ bir abadî kâğıt üzerine dökülmüş silinmesi kabil bir mürekkep gibi iken, bundan sonra matbu, silinmez bir hale gelir, tabiri aharla bil'itiyat bir tabiati saniye olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu kalır nede küfürden kurtulmıya çare. Bu hatm-ü tab'ın kesbi ibaddan, hakkı Allahdandır. Binaenaleyh burada hatmin Allah’a isnadı mecazı aklî değil, Ehl-i Sünnetin anladığı gibi.. hakikattir ve cebir yoktur. Bu hadîs ve ayet ahlâkta i'tiyat mes'elesini ne güzel izah eder. Ahlâkın ve dinin kıymeti devam ve itiyadda olduğunu ne güzel anlatır. Bu nokta terbiye meselesinin sirridir. Şer'an bir günahta ısrar ile ademi ısrarın farkı da bundandır. İstihlâli ma'siyetin, haramı halâl saymanın küfrolması da bununla alâkadardır. İman mes'elesinde kâfirler için bu neticei i'tiyat, bu tabiatı saniye bu melekei rasiha ne ise amel mes'elesinde mü'minler için dahi böyledir.

Hasenata i'tiyat ile alışılır. Seyyiat da i'tiyat ile içinden çıkılmaz bir tabiatı saniye olur. Cereyanı hayat bu i'tiyadın iktisabı demektir. İlk fıtrette iradei beşerin alâkası yoktur. Fakat i'tiyadda ilk hıssesi mühimdir. Maamafih bunun üzerine intihaen halk yine Allah’ındır. Binaenaleyh bu mes'elelerde fıtreti ulâ gibi cebir yoktur. Ayni zamanda insaniyyetin halikiyeti de yoktur. Yalnız kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaradılmışı alır, diğer taraftan yaradılacağı kazanır onun kalbi Allah’ın halkı ve halkının güzergâhıdır. İnsan asil değil naibdir. Allahü teâlâ onlara iptida kalb vermeseydi veyahut bizatihi mühürlü olarak verseydi o zaman cebir olurdu, halbuki ayet öyle demiyor. Binaenaleyh bazı Avrupalıların yaptığı gibi bu ayetlerle cebir isnadına kalkışmak, ayeti anlamamaktır. Yalnız Allahü teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği halde yine îman ile mükellef tutmuştur. Halbuki Allah’ın ilmî hilâfına bir şey olmıyacağından dolayı bu iman teklifi malâyütak değil midir suali irat edilmiştir. Lâkin bunu da şöyle anlamak lâzım gelir. Bu teklif fıtreti ulâya nazaran malâyütak değildir. Ve onun için yapılmıştır. Gerçi tabiati saniyeye nazaran malâyütaktır. Lâkin onun için yapılmamış sade bilinmiştir.

Hikmeti Kur’ân ve usuli islâmiyeye nazaran ilimde cebri fi'lî yoktur. Bundan «vücubi aklî yoktur» diye de tabir ederler. Cebir ve icab iradenin ve tekvinin eseridir. Faili muhtarın önden veya sondan bir şeyi bilmesi, onu yapması ve yapdırması demek değildir. Ne bilen yapmıya mecburdur ne de bilinen yapılmıya mecburdur. İradenin fi'le çıkması bile kudrete, kudretle beraber birde tekvine mütevakkıftır. Bunun içindir ki, biz kendimizde iradeye ıktiran etmiyen ilimler ve hattâ kudret bulunduğu halde fi'le çıkmamış nice iradeler buluruz. Bütün bunlar bize gösterir ki, ilim, irade, kudret, tekvin, mütemayiz sıfatlardır. Ve binaenaleyh Allahü teâlânın bilmiş olması da cebren yaptırmış olması demek değildir. Ve Allahü teâlâ hatmi, tabiati saniyeyi abdin iradesinden ve bahşettiği kudretinden sonra halk buyurmuştur ve teklifi mezkûr nihayet izafî ve arazî bir suretle malâyütak olmuştur. Bu ise hem caiz ve hem vakidir. Ve öyle olması yakışır, hasılı kader, cebir değildir. Bunlar Allah’ın ilminden dolayı kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından dolayı Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Takdiri musıbin manası, düşünülürse bu pek kolay anlaşılır.

(.......) Bunlar için felâh da yok büyük bir azap vardır. Çünkü bunlarda balâda zikrolunan iman ve Ahırete ikan yoktur. Allah, kitabullah, Peygamber, Ahıret denildikçe o mühürlü kalbler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli gözler teprenir etrafa yalpa vurur. Öldükten sonra da narı Cahimi boylarlar. Bunun tafsılâtını da ileride görürsünüz.

SEBEBİ NÜZULÜ - İbn-i Abbas Hazretlerinden bir kaç tarik ile hasılı rivayet mealen şudur: Resulûllah Efendimiz bütün insanların iman etmesine ve hidayeti ilâhiyeye tabi olmasına fevkal'âde şevk-u hahiş beslerdi. Medineyi teşriflerinden sonra da nevahisindeki Yehud ve rüesayı Yehud bile bile çıfıtlık ediyorlar, inkâr ve cuhud da ileri gidiyorlardı. Binaenaleyh Cenabıallah bir taraftan zikri evvelde, ilmi ezelîde herkesin imanı ve saadeti mukarrer olmadığını, bazı kalblerin mukadder olan kabiliyeti iman devresinden istifade edemiyerek kapanacağı da nezdi ilâhîde bittakdir bilinmiş bulunduğunu ve ilmi ilâhînin şaşmıyacağı ihbar-ü i'lâm ve tesliye, bir taraftan da onları tevbih ve tekdir buyurmuştur. Ve bu suretle Sûrei bakarenin başından yüz ayetin ahbarı Yehuddan, Evs ve Hezreç münafıklarından bir takım kimseler hakkında nazil olduğu ve hattâ İbn-i Abbas Hazretlerinin bunları isimleriyle, şahıslariyle, nesebleriyle zikrettiği rivayet olunmuştur. Rabi İbn-i Enesden vaki olan rivayette de bu iki ayetin nüzulü. (........) ve alelhusus yevmi Bedirde katlolunanlar ile alâkadar olduğu zikrolunmuştur. Gerçi sebeb-i nüzulün hususiyeti, hükmün umumiyetine mani değilse de bu ayetteki (........) dan umumi istiğrakî ile alel'ıtlak kefere murat olunmadığı da edillei şuhudiye ve karinei saire ile malûmdur. Ezcümle bundan mukaddem (........) ayetlerinde her nevi şirk ve küfürden imana intikal edenler dahi dahil bulunuyordu. Ve onların sebeb-i nüzulü de onlar olmuştu. Binaen'aleyh bidayetten kâfirler iki kısımdır. Bir kısmı mahtu mülkulûbdurlar, iman etmezler, diğer kısmı ise henüz öyle değildirler. Bilâhare ihtida ederler ve hattâ havassı ümmetten ve etkıyadan olurlar. Şu halde (........) karinei siyak-u sibak ile bilhasebissıdk muhassasdır, lâkin yalnız sebeb-i nüzullerine mahsus zannedilmemelidir. Bihasebilmeal mukayyet kuvvesindedir. Bunun için balâda sade küfredenler bir kerre küfretmiş bulunanlar diye değil, küfürleri takarrür etmiş olanlar diye izah edilmiştir. Böyle kâfirler yine olabilir.

Buraya kadar iki nakız olan bilkuvve veya bilfiil iman ile küfre nazaran insanlar, aralarında vasıta bulunmıyan iki kısmı mütekabile tasnif edilmiştir. Bundan sonra da taksimi sanevîde kâfirlerin en muzır cinsi olan ve küfr ile iman beyninde dolaşır gibi görünen münafıkîn tavsîf olunacaktır ki, evvelkilere, keferei inat, bunlara da ilmen veya amelen keferei reyb diyebiliriz. Bunlar ayrı bir kıssa ile kâfirin kıssasına rabten beyan ediliyor. Fakat mü'mini hakkında dört ayet, kavilleri ve fiileri bir olan keferei malûme hakkında ancak iki ayet inzal buyrulduğu halde kavileri fiillerine benzemiyen bu münafikîn hakkında on üç ayet inzal buyurulmuş ve bu surede kâfirîn sınfının ayetleri on beşe baliğ olmuştur. Ve bütün bunlar, evvelâ Resulûllahı, saniyen mü'minleri irşat içindir.

SEBEBİ NÜZULÜ - Bu ayetlerin Medine ve civarındaki bir takım münafikîn hakkında nazil olduğu müttefekun aleyhtir. Rivayet olunduğuna göre bunlar Evs veya Hezreç kabilelerine mensup bazı kimselerle onlara hemhal olanlardır ki, reisleri Abdullah İbn-i Übeyyibni Selûldür Peygamberimizin Ensari olan Evs ve Hezrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medinenin en esaslı unsuru idiler ki, ikisine birden Ma'şeri Hazrec dahi denilirdi. Bunlardan başka Medine civarında Kureyza, Beni Nadîr, Beni Kaynuka gibi Yehudi kabileleri vardı, Medine içinde sakin Yahudiler de bulunuyordu, büyük bir Peygamberin gelmek üzere bulunduğu ulemaı Yehud beyninde söyleniyor ve Medine halkı arasında intişar ediyordu. Yehudiler, Hazret-i Mûsanın «bana benzer Peygamber» dediği Peygambere, o peygambere Arabca (........) unvanile intizar ediyorlardı ve karaine nazaran bunun zamanı geldiğini seziyorlardı ve fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah İbn-i Übey de kendini Evs ve hazrec içinde Yesrib hükûmdarlığına namzet gibi görüyordu. Enfüs-ü afakdaki bu ahvalden bihikmetillahı tealâ en evvel intibaha gelen Evs ve hazrec oldu. Hac mevsiminde Mekkeye gidip Akabei ulâda on iki, ertesi sene Akabei saniyede yetmiş kişi Hazret-i Peygambere biat ettiler, onun ensari olmağa başladılar, şirkden kurtulup gaybe iman ettiler, hattâ bir çokları Hazret-i Peygamberin gıyabında iman ettiler, nihayet aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz hicret buyurdular, Yesrib darülhicre oldu, ve Medine yani şehir namını aldı, Peygamberimizin burada istıkrarından sonra kelimei islâm sür'atle ahali beyninde intişar etti. Müslümanlık ve müslümanlar çoğaldı, abedei evsane, müşrikine karşı kahir bir ekseriyet aldı, maamafih Evs ve Hazrec içinde iman etmiyen bir ekalliyet de vardı, Yehut ehli kitaptan ise de bilâkis ekserisi saika hasedle küfürde inat etmiş ve maamafih en büyük ulemadan Abdullah İbn-i selâm Hazretleri gibi bazı zevatı kalile dahi (........) medihasına mazhar olarak imanı ezelîlerini izhar etmişlerdi. İman etmiyen ve (........) ayetinin sebeb-i nüzulü olan ahbarı Yehud gizli gizli cem'iyyatı hafiyye rolü oynuyorlardı, Bunlar Peygambere ve müslümanlara husumet etmek için obirlerinden iman etmiyen ekalliyet ile gizlice ittifak ederek islâm miyanında onlardan zahiren iman etmiş görünen bir münafikîn zümresi teşkil etmişlerdi ki, bunların reisleri Abdullah İbn-i Übeyyibni Selûl idi: İfhamı ilâhî ile Peygamberimiz onları tanıyordu, ve havassı eshabına da bildiriyordu. Bu sebeble bunların esami ve ensabı bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde zikirleri manasızdır. Bu münafikîn müslümanların ibadatında ve bütün hususatı diniyelerine zahiren ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmiye çalışırlardı, şayanı dikkatdir ki, bunlar zahiren ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmiye çalışırlardı, şayanı dikkatdir ki, bunlar zahiren mucibi küfrolan bir şeyi göstermemeye çalışırlar ve yalnız zahiri muhafaza ettiklerinden dolayı bihikmetillahi tealâ cemaati islâmiyeden tardolunmazlardı. İşte zahiren malûm olan küffardan ziyade bu gibilere karşı inzıbatı islâmîyi muhafaza etmek vazifei risalette ve islâmda pek ehemmiyetli bir mes'ele teşkil ettiğinden Cenabiallah bunlar vesilesile balâdaki on üç ayeti inzal buyurarak mahiyetlerini tavsif etmiştir.

7 ﴿