30

Ve düşün ki, rabbin melâikeye "Ben Yerde muhakkak bir halife yapacağım" dediği vakıt "Â!.. Orada fesat edecek ve kanlar dökecek bir mahlûk mu yaratacaksın?. biz hamdinle tesbih ve seni takdis edip dururken" dediler. "Her halde ben sizin bilemiyeceğiniz şeyler bilirim" buyurdu

«vâv» yine mazmunı sabıka matuftur. «Ya Muhammed, ey Adem oğlu, zikr olunan nimetleri unutma ve o vaktı da unutma ki, insanlar Yer yüzünde zuhur etmeden evvel rabbın iradei ezeliyesini ızhar ve kudreti lâyezalîsini ibraz ederek (........) ben mutlaka Yer yüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim demişti ki, meali: Kendi irademden kudret ve sıfatımdan ona bazı salâhiyetler vereceğim, o bana izafeten, bana niyabeten mahlûkatım üzerinde bir takım tasarrufata sahip olacak, benim namıma ahkâmımı icra ve tenfiz eyleyecek, o bu hususta asîl olmıyacak, kendi zatı ve şahsı namına bilasale icrayı ahkâm edecek değil, ancak benim bir naibim, bir kalfam olacak, iradesile benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbika memur bulunacak sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak ayni, vazifeyi icra edecek olanlar bulunacak, (........)

sirri zahir olacak. » Bu manâ Ashabı kiramdan ve tâbiînden uzun uzadıya nakledile gelen tefsirlerin hulâsası ve hasılıdır.

Burada «yapacağım = (........)» demek, acaba «halkedeceğim = (........)» demek midir, değil midir? Bu tefsir yok değildir. (........) bir mef'ule müteaddi olursa halk demek olur. Burada da (........) halkdan eam ve daha mutlaktır. Ve ikisine de muhtemil bulunuyor. Halk mes'elesi ileride (........) ayetlerile tasrih olunacaktır ki, işbu (........) tebliği (........) takdirinden sonra görünüyor. Arada takdiri zat ile takdiri sıfat farkı vardır. Lisanımızda kalfa tabirinin sahihi olan halife kelimesi, (yani birinin arkasından makamına kaim olmak manasile alâkadar olarak) (........) bima'na (........) dir. Yani aslı «halif» tir. Ve «ta» sı mubalâğa içindir. Binaenaleyh isim olarak kullanılan sıfatı galibedendir ki, Fransızca «reprezantan» kelimesi de bu ma'nanın mümessilidir, cem'i halâif ve hulefa gelir. Masdarı da hilâfettir. Hilâfet vekâlet gibi asaletin mukabili olarak başkasına niyabet etmek yani az veya çok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir. Râgıbın Müfredatında beyanı veçhile bu niyabet de ya aslın gaybubetinden veya bir meunetten veya aczinden, yahut da bunların hiç biri olmadığı halde mahza asîlin naibine bir şeref bahşederek tekrim etmesinden neş'et eder. Ve işte Cenâb-ı Allah’ın Arzda evliyasını istihlâfı bu kabildendir. İlah.., demek ki, her naibin, halifenin kıymet ve şerefi, asîlin şerefi ve niyabetin derecesile mütenasiptir. Cenabıallah da Arzda bir halife yapacağım deyince kendilerini bir istişare makamında gören melâike bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da Yerdeki bir mahlûka mintarafillâh böyle yüksek bir salâhiyeti iradiye bahşedilmesinde bir şer ihitmalinden de korktular. «Yerde» deyince (........) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu salâhiyeti alan, hüsni istimal edebilecek mi? acaba bunu asalet zannederek kendi hısabına ıcrayı ahkâma kalkışırsa yer yüzüne fesad vermiyecek mi? Cenab-ı Hak henüz bu noktaları ve o salâhiyetin derecesini ve hıkemi hafiyesini bildirmemiş olmakla melekler (........) orada yani Yer yüzünde onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? (........) halbuki biz hep sana hamdederek daima tesbih ediyoruz ve sana mahsus takdisat ile arzı takdis eyleriz. Veya: senin için kendimizi daima temizler, temiz tutarız, dediler. Ve bu suretle maksatları haşa itiraz olmayıp hikmetini bir istifsar olduğunu bildirdiler maamafih bununla hilâfete zımnen bir rağbet de ızhar ettiler.

TESBİH, Allahü teâlâyı tenzih etmek, yani zati akdesini i'tikaden ve kavlen ve amelen lâyık olmıyan her türlü şaibden arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek demek olan (........) masdarındandır ki, tef'ili teksir ifade eder. Allah’ı takdis de böyledir. Bu dahi esasında pey uzağa gitmek demek olan (........) den me'huz olarak tathir etmek, pek temiz tutmak manâsınadır. Çünkü tathir, pislikten çok uzaklaştırmaktır. Maamafih «ve nükaddisü leke», «nükaddisü taksiden leke» demek olduğu gibi «nükaddisü nüfusena li'eclike» demek de olabilir ki, ikisile de rivayet varit olmuş ve bunun için balâda ikisine de işaret edilmiştir.

MELÂİKE VE MELEK NEDİR?

Evvelâ ciheti lisaniyesini tetkik edelim: Ebû Hayyanı Endelüsî gerek Bahrımuhît namındaki tefsiri kebirinde ve gerek Nehrimad ismindeki tefsiri mülâhhasında der ki, (melek) mimi aslî olarak kuvvet demek olan «melk» den «feal» dir. Feâlie ve feail vezninde melâike ve melâik diye cemilenmesi şaz tarikiledir. Ebû Ubeyde buna kail olmuştur. İlah..... Binaenaleyh melek lûgaten kav'i zülkuvve demektir, lâmın kesrile «melik» ve lâmın fethile «meleke» kelimelerinin manâlarile alâkadardır. Lâkin bu surette melâike cem'i kıyasî olmamış olur. Halbuki Arapçada aslı bulmak için cemi, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mimi zait olup aslı mel'ektir deniliyor ki, İbn-i Ceriri Taberî dahi Camiulbeyanında bunu şöyle izah eder: melâike (........) in cem'idir. Şu kadar ki, Arapta müfredinin hemzesizi hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. Melâikeden bir melek derler, hemzesini hazfederek harekesini makablindeki sakin olacak olan lâma naklederler ve cemi'ledikleri zaman hemze ile aslına reddederek melâike derler ki, bunun misali çoktur: (........) gibi. Maamafih müfredin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim şair şöyle demiştir.

(........) ki, burada (........) demektir. Bazan müfredinde mel'ek de denilir ki, bu da (........) yerine (........) yerine (........), denilmesi gibi bir kalbtir. Lisanımızda da bu gibi kalbin emsali çoktur. Meselâ köprü, toprak, ekşi yerine köprü, toprak, eşki gibi. Fakat müfredinde (........) denildiği zaman cem'inde de (........) denilmek lâzımgelirdi. Halbuki böyle cemi'lendiği mahfuzum değildir. Bazan melâik ve melâike diye cemi'lenir. Mesma mesami mesamia gibi işbu melek kelimesinin aslı (........) mef'al vezninde risalet yani elçilik manasınadır ki, (........) manasına «elektü ileyhi elketen ve me'leketen ve üluken» filinden masdarı mimîdir. Adiyy İbn-i Zeydil'imadî:

(........) demiştir ki, diğer lûgat ile (........) me'leken diye dahi inşat olunuyor. Bu manâda daha bazı şevahid vardır. İşte melâike de bu risalet manâsile melâike tesmiye edilmişlerdir. Çünkü melâike Allah’ın resulleri elçileridir. Enbiyasına ve gönderdiği ibadına gönderir ilâh..... Yani «melek» ismi mekân olmak üzere mevzu risalet veya mef'ul manâsile Resul, mürsel, âmili risalet, vesaitı rabbaniye demekdir. Ehli lisan da, müfessirîn de bu iştikakı tercih edenler çoktur. Ragıp da melaike lâfzında bunu tercih etmiş ve melekte demiştir ki, Nahviyun meleki de melâikeden muştak ve mimini zait yaptılar. Halbuki bazı muhakkıkîn bunun mülkden olduğunu söylemiş ve şöyle izah etmiştir: Melâikenin siyasattan bir şey'e memur ve müstevli olanına lâmın fethile «melek», beşerde olana da lâmın kesrile «melik» denilir. Binaenaleyh her melek melâikedir. Fakat her melâike melek değildir. Melek (........) gibi âyetlerde işaret olunandır ki, melekülmevt bu cümledendir. (........) Bir de der ki, melâike, vahide ve cem'a ıtlak olunur ilah... Binaenaleyh bu izaha göre de melek lâfzı kuvvet ve tedbirden, melâike de risalet manâsından me'huz olmuş oluyor. Ve ayni zamanda melâike, melekten eam ve onun cinsi bulunuyor. Şu halde her ikisinde bir kerre manâyı risalet vardır.

Acaba bu risalet sadece tebliği emir midir? Yoksa tebliği fiil midir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir tebliği ruhî mi yapıyorlar, yoksa bilfiil kudret ve tekvini ilahînin de mübelliği oluyorlar mı? Âyâtı Kur’âniyenin delâletlerine göre her ikisini dahi bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hattâ yine melâikeye evamiri ilâhiyeyi tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve sair hususatta fi'len kuvvet ve imdat getiren melâike de bulunuyor ve bir de (........) = erruh» ismi mahsusiyle bir meleki mahsus dahi okuyoruz. Halbuki âlemde hiç bir hâdise olamaz ki, ona kudreti ilâhiyenin bir taallûkı mahsusu bulunmasın, binaenaleyh cinsi melâike kudret ve tekvini ilâhînin vahdetten kesrete tevezzüunu ve onun tenevvüat ve taayyünatı mahsusasını ifade eden mebadii faile olarak mülâhaza edilmek lâzımgelir. Ve kâinatta hiç bir şey, hiç bir hâdise, hiç bir fil-ü hareket tasavvur olunamaz ki, böyle bir risalet ile vaki olmuş olmasın, bundan başka bir nevi melâike daha vardır ki, bunlar hâdisatı tekviniyeden mukaddem şuuni emriye ve kelâmiyeyi, tabiri âharle şuuni ruhiyeyi mevcudatı akılenin cereyanı ruhîsine ait evamir ve irşadatı rabbaniyenin tecelliyatı mahsusasının ifade ederler. Bunlar daha evvel resuli idrakdirler, müdrik ve muhtar olan mebadii faileye kablel fiil hayrın ve rızayı ilâhînin viçhesini ira'e eylerler ve melâikeye olduğu gibi beşere de müvekkeldirler. Şeytanın melâikeye tekabülü de bu cihettendir ve alelekser melâike yalnız bunlar zannedilmiştir. Biz her hâdiseyi iki mebde ile tasavvur ederiz ki, biri mebdei fail, diğeri mebdei kabildir. Meşhudatımız bu ikisinin haysiyeti müşterekesidir. Asıl madde bu mebdei kabilden ibarettir. Biz asıl maddeyi görmeyiz, gördüğümüz hep eseri failiyettir. Görülen her fi'l-ü hareket, her şe'n-ü hâdisede bizzat veya bilvasıta bir mebdei fail tanırız. Şüphe yok ki, muharriksiz bir hareket yoktur ve madde kendi kendine âtıldır. Bundaki her hareket veya sükûn bizzat veya bilvasıta fail bir kudreti muharrikenin eseridir ve her hâdise böyle bir faili müessirin tezahürüdür. Biz eseri görür, eseri idrak ederiz. Halbuki ayni eserle hakikatte idrakimize tezahür eden o faili müessirin bir lemhasıdır. Madde onun altında bir ma'kuldür. Gördüklerini madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler. Buradan feylesofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak bütün kuvvet ve kudretin Hak teâlâ da tevahhüd ettiğini ve kudreti ilâhiyenin ilk vasıtai taayyün ve tecellisi melâikenin risaleti demek olduğunu ıhtar etmek kolay olur. Lâkin bunlar miyanında kuvayı müdrike de vardır ki, onlar da vakıatı kablel vuku tefhim eden rububiyeti ilâhiyenin mübelliğidirler ve binaenaleyh melâikesiz bir hâdise tasavvuru gayri mümkindir, melâikesiz bir katra yağmur bile düşmez, şu kadar ki, iradei insaniye ile alâkadar kuvayı tâliyedeki şerr-ü fesad âmili gibi icrayı tesvilât eden ervah-ü kuvayi şeytaniye de balâda izah olduğu üzere bu melâikeye mukabildir.

Bu izahatı serdettikten sonra melâikenin mahiyet ve envaı hakkındaki akvali de icmal etmek faideli olacaktır. Vaz'ı mesele şudur: melâikenin bizatiha kaim zevat, tabiri âharle cevahir kabilinden olduklarında ukalânın ittifakı vardır. Fakat bunlar mütehayyiz midirler, mücerret midirler? Bunda ıhtilâf ediliyor:

1- Mütehayyizdirler. Melâike bir takım ecsamı lâtifei esiriyedir ki, eşkâli muhtelife ile teşekküle kadirdirler. Bu kavil ekseri mütekellimîn kavlidir. Çünkü diyorlar Peygamberler bunları şekillerile görmüştür şekiller ise cismanîdirler, haizi eb'addırlar. Bir de maddesiz kuvveti mücerrede tasavvuru bizzat kudreti ilâhiye tasavvuru demektir. Allahdan maada zati mücerret yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman tasavvur olunan kuvvet ve kudreti mahza ayni kudreti ilâhiyeden ibaret kalır. Henüz hiç bir teşekkülü haiz olmıyan eczai lâyetecezza halindeki maddei mahza ise kabil ve atılı mahızıdır. Onda hiç bir failiyet ve kuvvet yoktur. Bunlara failiyet demek olan kuvvet ifaza edildiği zaman teşekkülü haiz mürtabıt bir cismi esirî olurlar. Denebilir ki, teşekkül bunların hakikatleri değil maddede tezahürleridir. Binaenaleyh kendileri maverayı maddedir. Buna şu cevap verilir ki, melâike ve resul tabiri de bu haysiyetledir. Yoksa maverayı maddede bunlar ayni kudreti ilâhiyeye raci'dirler. Bu kavil asrı hazırda ekseri Hikmeti tabiiye ulemasının esirsiz kuvvet tasavvur etmemelerine müşabihdir.

2- Hükemanın ve bilhassa hükemai islâmiyenin kavilleridir ki, melâike ne mütahayyiz, ne ecsamdırlar, bunlar nüfusı natıkai beşeriye yani ruhı insanî gibi cevahiri mücerrededirler, fakat mahiyetçe bunlardan başkadırlar, kuvvetce daha mükemmel ve ilimleri daha çoktur. Aralarındaki nisbet güneş ile ziyasının nisbeti gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar, bir kısmı marifeti Hakka müstağrak ve başkasile iştigalden mütenezzihdirler (........) bir kısmı da kalemi kaza vü kaderin cereyanına göre Semadan Arza tedbiri umur ederler ki, bunlar da (........) dırlar, ve bunların Semavî ve Arzî olanları vardır. Evvelkiler de bunların ruhları mesabesindedirler.

NASÂRÂ'dan bir taifenin de melâike bedenlerinden müfarekat etmiş ervahı fazılei beşeriye diye telakki ettikleri tefsirlerimizde ve kütübi kelâmiyemizde zikrolunuyor. Zamanımızda gayri islâmî felsefelerin maddeyi kuvvet kuvveti ruha icra eden nazariyeleri de esasında hükemanın salifüzzikir cevahiri mücerrede nazariyesidir. Mücerredatı umurı itibariye addedenler de mütekellimîn mezhebine irca olunabilirler.

Balâda beyan olunan kavli muhtar veçhile bütün kâinatı maddiye bir sema olduğuna ve bunlardan maada Semalar bulunduğuna göre hakikati melâikenin ve bunların makamlarının ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir. Bunların kesretlerini anlatmak için aleyhissalâtü ves-selâm Efendimizin şöyle buyurduğu naklolunmaktadır: Sema gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir kadem mevzii yoktur ki, bunda bir meleki sacit veya raki bulunmasın. Bu bapta temsilen şöyle bir nisbeti mütezayide dahi rivayet olunmuştur: Beni Adem cinnin uşrü, bunlar hayvanatı berriyenin uşrü ve bütün bunlar Arza müvekkel olan melâikenin uşrü mesabesindedir. Sonra Semai dünya melâikesi bütün bunlardan o nisbette çok ziyade, Semaı saniye melâikesi de o nisbette ziyada, Semaı sabıaya kadar mütezayiden hep böyle, sonra bunların heyeti mecmuası melâikei Kürsiye nazaran az bir şey, sonra hepsinin mecmuı adedi altı yüz bine baliğ olan süradıkati Arştan birinin melâikesine nazaran onda bir kalmaz. Ve bunlardan bir süradikın yani bir büyük perdenin tûl ve irtifaına nazaran Semavat-ü Arz ve içindekiler ve araları bir kadri mahsûs teşkil etmezler ve bunun her karışında bir meleki sacit veya raki veya kaim vardır ki, tesbih ve takdis eder. Sonra bunların mecmuu Arş etrafında dönen melâikeye karşı denizden bir katra kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın eşyaı olan melâikei Levh ve Cibril aleyhisselâmın cunudu olan melâike lâyuhsadır. Cinslerini, müddeti ömürlerini, keyfiyeti ibadetlerini ancak Allah bilir (........) yine aleyhissalâtü ves-selâm Efendimizden şöyle rivayet olunmuştur ki, «Semaya urûc buyurdukları zaman kal'a burcları gibi bir mevkide bir takım melâike görmüştü. Bunlar biribirlerinin yüzüne doğru mütekabilen yürüyüp gidiyorlardı. Bunlar nereye gidiyorlar diye Resulûllah Cebraile sordu, Cebrail bilmiyorum. Ancak yaradıldığımdan beri ben bunları görürüm ve evvel gördüğümün bir tanesini bir daha görmem dedi. Onlardan birine, ikisi birden sen ne zaman halk olundun? Diye sordular. O da bilmiyorum ancak Canabıallah her dört yüz bin senede bir yıldız halkeder. Ben yaradıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız yarattı diye cevap verdi. Melâikenin kesretini ve kudreti ilâhiyenin vüs'ati tecelliyatını anlamalı.

(........) Şüphe yok ki, bu tenvirat asrı hazırdaki heyet fikrinden de çok yüksektir ve bunların hepsini ecsamı lâtıfei esiriye ile tahdit etmek de pek muvafık olmasa gerektir. Onlar nihayet melâikei arziyeyi ve semaı dünya melâikesini izah edebilir. Meğer ki, Semaı dünyanın dar manasile tefsirinde ısrar edilsin. Bu ise mütekellimînin muhtarı değildir. Bu ayette zikrolunan melâike hakkında da cüz'î bir ıhtilâf vardır. Bundan murat melâikei Arzdır, diyenler olmuştur ki, bu da dahhakin İbn-i Abbas radıyallahü anhümadan bir rivayetine müntehi olmaktadır. Lâkin ekser Sahabe ve Tabiîn rıdvanullahı aleyhim ecmaîn Hazaratı lâfzın umumuna ve muhassıs bulunmadığına mebni bütün melâike olduğunu söylemişlerdir.

İşte bütün melâike Arzda hilâfete müteallik böyle bir takdiri ezelînin kendilerine tebliği üzerine hıtabı ilâhî karşısında (........) diye maruzatta bulundular. Cevaben rabbımın (........) her halde ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim buyurdu. -Şüphe yok ki, alelıtlak düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilmi ilâhînin kendilerinden çok ziyade ve yüksek bulunduğunu melâike bilirlerdi. Öyle iken makamı inkârda te'kit ifade eden (........) ile takviye ederek Cenâb-ı Allah’ın bunu tekrar ıhbar etmesi gösterir ki, muradı ilâhî bu umum içinde bir hususı yani istihlâf meselesini istihdaf etmektedir ki, melâikeye hafi kalan ve şer ihtimali karşısında taaccüp-ü istib'at ve arzı ıhtısas ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Binaenaleyh siyakı ma'na, hilâfetin hikmet ve devaîsi ve ona liyakat mes'elesi hakkında bilmediğiniz cihetler var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi bunu da bilirim demek olur. Ve bununla cevap suale her veçhile mutabık olmak için bu bapta yalnız hısali melekînin ademi kifayetine ve talebin ademi cevazına da zımnen işaret buyrulmuştur. Burada (........) hikmetine de tenbih vardır.

Cenabıallah onlar bu cevabı verdi

30 ﴿