87Celâlim hakkı için: Mûsaya o kitabı verdik arkasından bir takım Peygamberlerle de takib ettik, hele Meryemin oğlu İsaya beyyineler verdik ve onu ruhülkudüs ile te'yit eyledik, ya artık size nefislerinizin hoşlanmayacağı bir emr ile bir Peygamber geldikçe her def'asında kafa tutarsınız kibrinize dokunduğu için kimine yalan der kimini öldürür müsünüz? (........) kasem için, (........) cevabı, (........), harfi tahkiktir (........) demektir. Yani namı üluhiyete kasem olsun ki, muhakkak biz azimüşşan Mûsaya o kitabı' Beni İsrailin berveçhibalâ ahkâmını nakzedegeldikleri Tevratı verdik (........) ve arkasından onun izinde ve ayni şeriatle memur nice Peygamberler daha gönderdik -ki, bunlar Yuşâ, Işmuil, Şem'un, Davut, Süleyman, Şa'ya, Armiya, Uzeyr, Hazkıl, İlyas, El'yesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya aleyhimüsselâm ve sair Enbiyadır. (........) hem İsabni Meryeme beyyineler verdik.- BEYYİNE, gün gibi gayet açık, vazıh ve celi, manasına vasfiyetten ismiyete menkul bir kelimedir ki, kendisi gayet açık ve aşikâr olan ve bir davayı açık bir surette isbat eden yani kendi beyyin, gayrı mübeyyin olan delili vazıh demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu kabildendir, binaenaleyh İsanın beyyineleri, nübüvvetini vazıhan gösteren açık mucizeleri demek olur ki, tafsılâtı ileride zikrolunacaktır. «İSA», Süryanîce «İşû» dur. Nitekim bazı Hıristiyanlar «Yesû» Firenkler «Jezü» derler. Bunun ismi mensubu olan «Jezvit» «İsevî» tabiri aharle «Yesuî» demek ise de Katolik Papaslarının cemiyeti mahsusalarına alem olmuştur ki, lisanımızda «Cizvit» tabir olunur. MERYEM, Süryanîde hâdim manasınadır. Arapça kadınlarda Meryem, erkeklerdeki zir gibi bir manaya kullanılır zir, kadınlara ihtilâtı ve ziyareti çok olan erkek demektir. Nitekim Arap şairi Rü'benin: (........) beyti bu manalar ile müfesserdir ki, biz «Meryem dudu» deriz. Hazret-i Mûsadan sonraki Peygamberler miyanında Hazret-i İsanın bilhassa ismile zikredilmesi dini İsevînin Tevrattaki bazı ahkâmı nasih bir hususiyeti haiz olması hasebiledir ki, bu cihetle Nasraniyet Museviyetten başka bir din olmuştur. İsaya bu beyyinatı verdikten başka (........) bir de onu ruhulkudüs ile teyid-ü takviye ettik.- Râgıbın tarifine göre ruh, esasen hayvanın öyle bir cüzü'dür ki, hayat bununla hasıl olur ilah... Ruh ile nefis bir midir değil midir? Bunda da uzun uzadıya ıhtilâflar vaki olmuştur. Nefis her halde (ben) dediğim şeydir. Fakat ruh da bu mudur? Bunun bu âleti midir? Bu bapta hususî tasnifler yapılmıştır ki, (........) âyetinde inşaallah mümkin olan izahata destres oluruz. Şimdilik şu kadar söyliyelim ki, ötedenberi mahiyet ruh hakkında söz söyliyenler bunu başlıca üç noktai nazardan düşünmüşlerdir. Hareket, hayat, idrak. Evvelâ, ruh bizzat bir mebdei hareket olârak tasavvur edilmiştir. Bizzat tahrik eden her muharrik bir ruh ve bizzat vaki olan her hareket bir eseri ruhdur. Buna göre hiç bir hareket tasavvur olunamaz ki, bir ruh ile alâkadar olmasın. Şu kadar ki, bizzat müteharrik olanlar bizzat, bilvasıta müteharrik olanlar da bilvasıta bir ruhı muharrike istinat eder. Bu manaca ruh, alel'ıtlak kuvvet müradifi demektir, basit olsun, zülvücuh olsun, şuurî olsun, lâşuurî olsun, iradî olsun, lâiradî olsun, zatî olan her muharrik kuvvet bir ruhtur. Frenkler tarihi edyan kitaplarında bu mezhebe (........) namını vermişlerdir. Lâkin ruhun bu manası umumî değildir. Bu hareketi, hareketi iradiyeye tahsıs edecek olursak o zaman ikinci ve üçüncü manalara müradif veya müsavi veya onlardan ahas bir ruhı amelî ve ahlâkî manası ifade etmiş olur. Çünkü hareketi iradiye, hayat ve idrak ile müterafık veya onlardan ehastır. Sâniyen ruh bir meb'dei hayat olarak tasavvur olunmuştur ki, bu evvelkinden ehastır. Zira hareketi zatiye meb'dei hayatın şeraitinden biridir. Her hayatta bir hareketi zatiye vardır. Fakat burada hayattan murat hayatı hayvanîdir. Çünkü hayatı nebatîye hayat ıtlakı tevatu' tarikile değildir. Zira hayatı nebatîde kütlevî hareketi zatiye yoktur. Ve en meşhur manasile ruh denilince işbu mebdei hayat manası anlaşılır ve ruh bizatihi mevcut ve lizatihi hay bir meb'de olmak üzere tarif olunur ki, Ragıp da bunu ifade etmiş demektir. Salisen ruh, gerek cüz'î ve gerek küllî bir meb'dei idrak olmak üzere mülâhaza olunmuştur ki, bu da ikinciden ehastır. Zira hayat idrakin şeraitinden biridir. Veya idrak meratibine göre hayatın bir eseridir. Demek ki, her ruhı müdrik, hay ve her hay, muharrik bizzattır. Lâkin her muharrik veya müteharrik bizzat, zihayat olmak lâzım gelmiyeceği gibi her zihayatın da bir ruhı müdrik sahibi olması cayi nazardır. Bu surette ruh veya ziruh denildiği zaman ilk mertebei şuurdan akla ve kuvvei kudsiyeye varıncaya kadar mütefavit meratibe mütehammil olan ve vücudun asılî ve zıllî bir ikiliğini tazammun eyliyen şuur ve idrak mebdei kasdedilir ki, bazılarınca irade ve tahriki zatî buna müteferri olur. Maamafih hiss-ü şuur, ruhun en umumî mümeyyizi olmakla beraber irade ve tahrikin yalnız şuura terettübü cayi nazardır. Bu takdirde akıl, ruhun ekmel sureti olmuş olacaktır. Halbuki iradenin şuur veya akıl ile terafüku teslim olunsa bile vücutta onlardan mütemayiz bir kıymeti mahsusası bulunduğunda şüphe yoktur. Akla mahkûm iradeler bulunduğu gibi şehevat-ü hissiyata mahkûm nice akıllar da vardır. Binaenaleyh ruh denildiği zaman hiss-ü şuur, akl-ü idrak kuvvelerinden başka irade, kudret gibi evsafı dahi haiz daha cem'iyetli bir mebdei cevherî anlaşılmak lâzım gelir ve filvaki İlmi ruhtan bahsedenler, ruhun nazarî, amelî melekâtını nazarı dikkate almağa mecbur olmuşlardır. Asrı hazır İlmi ruh kitaplarında şuur, ruhun en umumî hâdisesi addolunmakla beraber kuvayı ruh, elem-ü lezzet, mahabbet-ü nefret gibi kuvvei hissiye idrakât, tasavvurat ve efkâr gibi kuvvei zihniye ve akliye, irade gibi kuvvei muharrike ve ameliye olmak üzere başlıca üç kuvvenin mebdei olarak mülâhaza olunmaktadır. O halde manayı ehassile ruh denilirken hareketi zatiye daha doğrusu tahriki zatî, hayat, idrak haysiyetlerinin üçü birden mülâhaza olunmak daha muvafıktır. Yani ruh, lizatihi muharrik, lizatihi zihayat, lizatihi müdrik bir mevcuttur. Eğer vasattaki hayat kelimesi sade bir manayı kimyevî ile ahz edilmeyip de bu üçünün mümessili olarak ahzedilirse bizatihi mevcut ve lizatihi hay ta'rifi ayni manayı ifade ederek manayı ehassile ruhun edna mertebesini göstermiş olur. Filvaki biz hassas hayvanatı mütekâmilede ve bilhassa nefsi insanîde bu üçünün birleştiğini görüyoruz. Binaenaleyh meşhur-ü mütearef olduğu üzere ruhun ekallî ma'nası hayat ile mülâhaza edilir ve her kuvvete ruh denilmez, manayı hayat ne kadar yükselirse ma'nayı ruh da o nisbette yükselmiş olur. Daha doğrusu ruh ne nisbette yükselirse ma'nayı hayat da o nisbette yükselir ve tahassus eder. Ma'nayı eammiyle ruhun, atıl bizatihi olan maddeye tekabülü zahirdir. Maddei ulâ ruhsuz bulunabilir fakat bu ma'naca ruhsuz bir cisim var mıdır? Bu münakaşa edilebilirse de maddei ulâdan mürekkep olan her cisim, terkib-ü te'lifi noktai nazarından bizzat bir kuvvete, bir mebdei harekete sahip olmak lâzım geleceğinden her cisimde eam ma'nasiyle bir ruh var demektir. Fakat ma'nayı mutavassıt veya ehassiyle ruhsuz cisimlerin vücudunda iştibah etmeyiz. Nitekim nice ziruhların ruhlarından mufarakat ederek öldükleri meşhudumuzdur. Demek ruhun cisimden infikâkiyle temayüzü şüphe edilecek birşey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun hakikati cevheriyesi, cismin hakikati cevheriyesinden büsbütün mütemayiz olarak âlemde iki cins cevher var mıdır? Yoksa cevheri cisim, cevheri ruha veyahut cevheri ruh, cevheri cisme raci olmak üzere yalnız bir cins cevher mi vardır? Yani fezayı âlemden cevheri ecsamın büsbütün kaldırıldığı farzolunursa ervah dahi kalkar mı? Yahut bilâkis cevheri ruh kalkmış olsa ecsam da kalkmış olur mu? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak kalabilir mi? Ulûmi hikemiyede her birinin taraftarı bulunan bu muhtelif nazariyelerden şimdilik kat'ı nazar ederek şunu derpiş edelim ki, ruhun hakikati cinsiyesi her ne olursa olsun hakaikı neviyesi ve hattâ nev'i vahit içinde meratibi muhtelifesi bulunduğu şüphesizdir. İnsanların diğer hayvanlardan farkı ruhlarının hakikati nev'iyeleri dolayısile olduğu gibi efrat ve sunufı beşer arasındaki fark da lâakal meratip farkının kesretini göstermektedir. Alelûmum Enbiyai kiram ise derece farklariyle beraber kıssai Ademden anlaşıldığı üzere fıtrati ulâya nazaran nev'iyyeti beşeriye dahilinde haizi niyabeti ilâhîye olmuş yüksek bir mertebei ruhun mazharı te'yididirler. O suretle ki, adeta mafevkannevi addedilebilecek bir temayüzleri vardır. Bu te'yid-ü temayüz, kâh ilm-ü idrak haysiyetinden ve kâh kudreti tasarruf ifade eden tahrik-ü irade haysiyetinden ve kâh her ikisile olmak üzere muhtelif meratipte tecelli eder ki, her biri beşerin mutad olan ruh nevîsinden mütemayiz olmakla harikulâde bir haysiyeti haiz olur. Ve bu harikulâdelerdir ki, o Enbiyanın muhtelif meratipte mucizelerini teşkil ederler. Bunun için ulumı Enbiyada aklı beşerin hasbettekerrür mutad olan ulûm ve idrakâtı fevkında bir ilim, tasarrufatı Enbiyada da yine mutad olan sınaatı beşeriye fevkında bir kudret-ü irade zuhur edegelmiştir. Bunun için ruhların bizzat izafeti ilâhiyeye müntehi olan mutad ve gayri mutad bütün kuvvelerini enva ve meratibini nazarı mülâhazaya almıyanlar veya alamıyanlar ve bu suretle ruhun en yüksek mertebesini aklı adî halinde mülahaza ederek harıka denilen hâdisatı garibe ve nadireyi daima mutad olan aklı adî mıkyasile halletmeğe çalışanlar, mucizatı Enbiya karşısında hep inkâr-ü te'vil vadisine sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da vardır ki, mucizat nazariyesine sarılarak alelumum aklın ve ulûmı nev'iyenin hükmünü ıskata çalışmışlardır. Bunların biri ifrat biri tefrittir. Ne alelıtlak ıttırad-ü tekerrür kanununa dayanarak kavanini hılkati ulûm-u fünuni mutade hududuna hasr etmeğe hak vardır, ne de yalnız harikalara dayanarak ulum-ü fünuni müstekırreyi keenlemyekün addetmeğe hak vardır. Bir taraftan keşfiyatı cedide ile hîtai fünunun ilâ gayrinnihaye kabili tevessü olduğu inkâr olunamaz. Diğer taraftan da aklı adî ile ulûm-ü fünuni müstekırrenin hiç bir zaman kabili ihmal olmıyan bazı hakaikı ezeliyeyi muhtevi bulundukları da inkâr edilemez ki, ezcümle illiyet ve tenakuz kanunları bu cümledendir. İlmiyet daha ziyade ıttırat kanunlarının hükmüne racidir. Lâkin âlemde alelıtlak tahavvül dahi bir kanunı ilmîdir. Halbuki her tahavvül ilk vukuunda ittırat kanununa karşı bir harıka ifade eder. Bunun için imanı ilmî maıyetinde imanı i'cazın irade noktai nazarından mühim bir kıymeti vardır. Çok zamanlar görülür ki, ilmî adamların hududı ıttırat haricindeki ameliyatta iradeleri zayıf ve hattâ mefkut olur. Buna mukabil hiç bir mıkyası ilmî bilmiyen bazı cahiller ulemanın muvaffak olamadığı işleri yapabilecek iradeler izhar ederler. Bu nokta ilmen binnazariye sabittir ve fakat tatbikatı ameliyesi ilmiyetten hariç bir hasısai ameliyeye mütevakkıftır ki, bu da harikaya iman hasletine raci olur. Dini islâm bu hakikati tesbit ve ahlâkiyeti istikmal etmek için muhkematı ilmiye-vü akliye ile beraber imanı lâzımgelen mucizat bürhanlarını da göstermiştir. Bu sebeple hakikî din adamlarının ilmiyeti, iradiyetini zayıflandırmaz; o, sahai ilimde ilmî, ahvali fevkalâde de ise i'caza inanmış iradî bir adamdır. Adî insanların sevindikleri noktada onun korktuğu, nasın me'yus olup ağladıkları noktalarda onun ümide revaç verdiği cihetler bulunur. Hasılı ruhı beşerden ye's-ü füturı izale etmek için ı'cazın pek büyük bir te'siri vardır. Sırf aklî ve mantıkî düşüncelerin yeisten başka bir şey göremedikleri muzlim dakikalarda hârıka imanı, hicran günlerinde parlıyan nurı aşk gibi azm-ü iradenin bütün yeislerini silmeğe kâfi gelebilir. Fakat şurası unutulmamak lâzımgelir ki, isminin de delâlet ettiği veçhile hârıka imanı bir düsturı küllî ittihaz edilmemek ıktıza eder. Asıl, imanı aklî ve harekâtı ilmiyedir. Ne ilme ne dine ehemmiyet vermiyerek her lâhza hârıka peşinde koşanlar ve daima ibda fikrile yaşamak istiyenler hiç bir zaman iptidaîlikten çıkmıyacak ve beynelbeşer hiç bir rabıta bırakmıyacak derecede cahil, dâll-ü mudıl kalırlar. Buna binaendir ki, mucizatı Kur’ân, mucizatı sairenin fevkındadır. Ve işte ervahı Enbiya mertebelerine göre bu iki cihetle hususî bir surette mazharı te'yidatı rabbaniye olmuşlardır. Bu te'yidatın alâimi zahiresinden biri de ahlâkiyetleridir. Ruhı nübüvvet ısmeti ahlâkiyeye maliktir. Bu sebeple dini islâm noktai nazarından Enbiyanın hepsi rezaili ahlâkiyeden müberradırlar. Gerçi hasbelbeşeriye bazan zelle ve hatanın suduru mümkindir. Fakat bunda ısrar ve istıkrar yoktur. Avni ilâhî ile derhal tashih edilir. Biz eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında Enbiyai salifeye isnat edilen gayri ahlâkî bazı fücur ve kabayihin tahrifat cümlesinden olduğunda iştibah etmeyiz. Cenab-ı Hak ervahı Enbiyaya meratibi muhtelifede isnat ettiği bu te'yidata Hazret-i İsa hakkında bilhassa (........) fıkrasile bir hususiyet vermiştir. İsebni Meryem envaı ervahtan bilhassa ruhulkudüs ile müeyyet olmuştur. Bu gösterir ki, ruhulkudüs' şahsiyeti İsanın cüz'ü değil onun müeyyididir. Binaenaleyh Nasaranın ruhulkudüsü şahsıyeti İseviye de dahil bir uknumi zatî olarak tasavvur etmeleri batıldır. Acaba ruhulkudüsten mürat nedir? «Ruhulkudüs» kelime itibarile fevkal'âde temizlik, taharet ve nezahet, yahut bereket ruhu, yahut ruhı mukaddes demek ise de mâsadakında müfessirîn bir kaç rivayet nakletmişlerdir. 1- Mücahit ve Rebiin beyanına göre «elkudüs», «elkuddus» gibi esmai ilâhîyedendir. Binaenaleyh ruhulkudüs ruhullah demek olabilir. Nitekim bu te'yid dolayısile Hazret-i İsaya «ruhullah» dahi denilir. 2- İbn-i Abbastan bir rivayete göre burada «ruhulkudüs» Allah’ın ismi a'zamıdır ki, Hazret-i İsa bununla mevtayı ihya ederdi. 3- İncildir, nitekim (........) ayeti kerimesinde Kur’âna dahi ruh ıtlak edilmiştir. 4- Katade, Süddi, Dahhak ve Rebiin beyanına ve İbn-i Abbastan diğer rivayete göre ruhulkudüs Cebraildir. Ve buna esahhi akval demişlerdir. Çünkü Resulûllah Efendimiz Hassan İbn-i Sabit radıyallahü anhe bir kerre (........) = Kureyşi hecvet ruhulkudüs seninledir.» buyurduğu gibi diğer bir def'asında da (........) Cebrail seninledir» buyurmuştur. Demek ki, Ruhulkudüs Cebrailin «Ruhi emin gibi diğer bir ismidir. Nitekim Hazret-i Hassan dahi: (........) beytinde = Allah’ın Resulü olan Cibril bizdedir, o ruhulkudüsün ise küfvü yoktur» diyerek ruhulkudüsün Cibril olduğunu göstermiştir. Cebraile ruhullah dahi denilmesi, diğer bir ismi ilâhî ile ruhulkudüsün de ayni manaya olduğunu te'yit eder. Lisanı Kur’âna ait bu nukulü lûgaviye karşısında ruhulkudüs Cebrail demek olduğu anlaşılır. Lâkin bu takdirde şu sual hatıra gelir: Cebrail Hazret-i İsadan başka Enbiyai ızama de nazil olduğu halde burada (........) fıkrasında zamire Hazret-i Mûsa bile iştirak ettirilmiyerek Hazret-i İsaya tahsısının ma'nası nedir? Bundan ruhulkudüsün Cebrailden başka bir ruhı mahsus olduğu anlaşılmaz mı? Müfessirînin beyanına göre cevap, hayır; bu tahsısın veçhi şudur: Cebrailin Hazret-i İsaya başka bir ıhtisası vardır ki, diğer Enbiyada bunun misli yoktur. Çünkü Hazret-i Meryeme onun vilâdetini tebşir eden odur. İsa onun nefhıle doğmuş ve onun terbiye ve te'yidile büyümüş, her nereye gittiyse beraberinde gitmiştir. Nitekim surei Meryemde (........) buyurulmuştur ki, «ruhana» ruhullah, ruhulkudüs, Cebrail demektir. Bundan başka malûmdur ki, Beni İsrailin Hazret-i İsa ve validesi hakkında ısmet-ü kudsiyetlerine muhalif sözler söylemiş olmaları ve burada hıtap dahi bilhassa onlara olduğu cihetle tahsıs için değil, bilhassa onlara karşı Hazret-i İsayı tenzih için bu teyidat sureti hususıyede zikredilmiş ve bundan dolayı taharete delâlet eden «ruhulkudüs» ismi tercih buyurulmuştur. Şunu da ıhtar etmek lâzım gelir ki, İsa ruhulkudüs ile müeyyettir fakat ruhulkudüs ile müeyyet olan yalnız İsa değildir. (........) buyurulduğu veçhile Resulûllahe Kur’ân’ı indiren de ruhulkudüstür. Halbuki Kur’ân’ı indiren Cebrildir demek ki, ruhulkudüs Cibril, Cibril ruhulkudüstür. Kuvveti noktai nazarından Cibril ısmet-ü nezaheti noktai nazarından ruhulkudüstür. İşte ey Beni İsrail, Allahü teâlânın Peygamber ve kitap göndermesi emsalsiz bir şey değil ötedenberi cari bir sünneti ilâhiyedir. Ve zikrolunduğu üzere bilhassa size Hazret-i Mûsadan Hazret-i İsaya kadar bunca Peygamberler göndermiş ve (........) ya artık size nefsinizin hevasına uymıyan emri ilâhî ile yeni bir Resul geldikçe (........) ona tabi olmayı kibrinize yediremeyip kafa tutacaksınız da (........) o Peygamberlerin bir kısmını tekzip edecek, (........) bir kısmını da tekzip ile iktifa etmeyip Zekeriya, Yahya vesaire gibi -öldürecek misiniz?- yok artık o meydanı bulamıyacaksınız. Bunda ise aleyhıssalâtü vesselâm Efendimizi dahi katletmek azminde bulunduklarına sarih bir işaret vardır. İstifham, bunu yüzlerine çarpmak üzere tevbih-ü takri' içindir. Bunlar, haklarında nazil olan bütün o güzel nasıhatlere, davetlere, acı tatlı ıhtarlara, tebşirlere, inzarlara, taltıflere, tekdirlere karşı bakınız ne dediler: (........) GULF, ağlefin cem'i, ağlef, gulfe veya gılâfdan kabuklu yani sünnetsiz veyahut gılıflı demektir ki, burada «kaşerli, kaşerlenmiş» mealindedir. Hasılı bunlar |
﴾ 87 ﴿