96

her halde onları insanların hayata en harisı, müşriklerden de haris bulacaksın, her biri arzu eder ki, bin sene mu'ammer olsa, halbuki mu'ammer olmak kendisini azabdan uzaklaştıracak değil Allah görüyor onlar neler yapıyorlar

(........) istıkrâ edersek insanların tek hayata en harisı bunları bulursun. -Bunların Ahırete, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları olsa idi, yalnız bu Dünya hayatına böyle herkesten hattâ müşriklerden bile ziyade hırs ederler mi idi? (........) müşriklerden de harîs. (........) her biri arzu eder ki, bin sene muammer olsa.- Bazı müfessirîn bu müşriklerden murad Mecuslar olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanki İranîler demek olur (........) halbuki o muammer olmak kendini azabdan uzaklaştıracak değil (........) Allah onların gizli açık yaptıklarını, yapacaklarını görüp duruyor. -Yakub kıraetinde hıtap ile (........) okunur yani Allah hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek olur.

BASIR, âmanın zıddıdır. Bununla beraber ya basardan veya basîretten sıfatı müşebbehe olduğu için habîr, her veçhile vâkıfı umur yani işlerin zahir-ü batınına, ledünniyatına aşina manasına kullanılır. İşte Allah böyle basırdîr. Ona göre hayra hayır ile mükâfat, şerre de şer ile mücazat edecek ve herkesin Ahıreti ömrüne göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki amel de iman ile mütenasibdir. Ahıreti tanımadıkları için Müşriklerin hayata bu kadar harıs olanları vardır. Yehudîleri ise her halde bunlardan daha harıs bulursun, binaenaleyh bunların Ahırete Müşrikler kadar bile yüzleri yoktur.

Bu haleti ruhiye bizzarure iki sebebin birinden hâli değildir. Ya bunlar dâri Ahıret saadeti sırf bizimdir. Ateş bize olsa olsa sayılı bir kaç gün dokunup geçecektir derken bunun yalan olduğunu bilerek söyliyorlar, bu surette Ahırete aslâ imanları yoktur. Ahırete iman davasında kendilerini yine kendileri tekzib etmektedir. Ve yahut dâri Ahıretten maksadları öldükten sonra olan hakikaten Ahıret değil de Dünyada tasavvur ettikleri bir istikbaldir. Deniliyor ki, bunlar son zamanlarda Ahıret mefhumunu te'vil ve tahrif ederek şu ümniyeye zahib olmuşlardır: Dünyada en nihayet Beytülmakdisin bulunduğu Arzı mukaddes kendilerinin olacak ve orada bir hükûmet ve devlet kuracaklar ve ondan sonra bütün Dünyayı istîlâ edecekler, Dünyanın yegâne devleti olacaklarmış ve o zaman başkaları mahv-ü kahrolacak Dünya bunların olacakmış, dâri Ahiret bu imiş, bu takdirde «dâri Ahıret diğer insanların hissesi olmıyarak hâlıs bizimdir» Demeleri buna işaret ve eyyamı madude sözü de o zamana kadar geçecek olan müddette her ferdin ömründen kinaye olur. Bu gün bütün Dünyadaki Yehudîlerin bu ümniye üzerinde birleşmek istedikleri de anlaşılıyor. Onlar buna inanmış olabilirler lâkin Allahü teâlâ Ahıret imanının bundan ibaret olmadığını, Ahıretin böyle telâkkisi caiz olmıyacağını, Ahıret akidesi böyle olmayınca böyle bir fikrin tehakkuku mümkin olamıyacağını da üslûbı hakîm ile ve mülzim bir surette bilvücuh beyan buyurmuştur. Haydi bu millet-ü cemaat noktai nazarından, bir nevi Ahıret, bir ba's ba'delmevt demek olsun. Lâkin ruhı millî ve hayatı nev'î ne ile kaimdir? Hayatı efrad ile değil mi? O halde bunu kazanmak o efradın mesaisine ve fedakârlığına mütevakkıftır. Bu tahakkuk edinceye kadar nice ferdler geçmeli ve bu uğurda ifnayı hayat etmelidir ki, ölmüş bir millet ba's badelmevte mazhar olsun, halbuki öldükten sonra ferd için Dünyasındaki bu fedakârlığın mükâfat ve mücazatını zamin olan diğer bir hayat, yani hakikî manasile bir hayatı Ahıre bir dâri Ahıret imanı bulunmadıkça öyle nev'î bir ümniyetin tahakkukuna imkân yoktur. Öldükden sonra ruhı şahsînin bakasına daha doğrusu şahsın ba's ba'delmevt diğer bir neş'et ve ebedî bir hayat ile ba'sine inanmıyan ve eyyamı ma'dude olan hayatı Dünyaya veda edince büsbütün hiç olup gideceğine ve bu hiçlikten tekrar çıkması imkânı bulunmadığına kail olan ferdler böyle fedakârlığa ve nice nice hayatların ifnasına mütevakkıf bulunan öyle nev'î bir ümniye için nasıl can verebilirler, nasıl fedakârlık edebilirler? Öldükden sonra hakikî Ahıret mükâfatı yoksa asırlarca sonra gelecek insanların konacağı bir saadet için bu günkü insanlar nasıl ve neden dolayı bezli mesai ve fedakârlık etsin? Butün bunlar mahza hayr olduğundan dolayı, mahza Allah rızası için yapılacaksa ba'delmevt, ma'dumı mahz olacaklarını zanneden kimseler için hayrın, Allah rızasının manası nedir? Âlemde böyle ferdlerden mürekkeb bir heyeti içtimaiyenin öyle bir ümniyeyi tahakkuk ettirmesine asla imkân yoktur. Bunu yapabilecek milletin efradı her halde Dünyada fedayı hayatı göze aldırabilmelidir. Bunu yapabilmek de ba'delmevt bir mükâfatın tahakkukuna iman ile mümkindir. Yehudîler ise böyle bir Ahırete inanmadıkları için Müşriklerden ziyade hayata harıstırlar, ölümden fevkalâde korkarlar, dari Ahıret namını verdikleri Arzı mukaddes ve Devleti Dünya ümniyesi de bu şerait altında tahakkuku kabil olmıyan mütenakız bir ümniyeden ibarettir. Eğer onlar hakikî Ahırete inanmadan buna inanıyorlarsa yalana inanmaktan ibaret bir imanı Şeytanî olur. Buna da (........) okunur. Diğer taraftan onlarca Ahıret yalnız bu ise ve eyyamı ma'dude azab, o vakte kadar geçecek fertlerin Dünyadaki ömürleri müddetinden kinaye ise bu ümniye uğrunda ve ondan evvel çalışıp ölmüş olanların hepsinin canı Cehennemden başka bir şey görmiyecek demektir. Bu ise bir zulümdür. Bu telâkkiyi veren din ne zalimane bir din olur. Ve bu fikir altında hubbi hayat Cehennem muhabbetinden ibaret bir delilik değil midir? O halde bunlar için saadetin bir manası varsa o da hiç olmak için bir an evvel ölüp kurtulmaktan ibarettir binaenaleyh hepsi ölümü temenni etmelidir ki, bir gün evvel eyyamı ma'dudeyi bitirsin, halbuki bunlar kadar ölümden kaçınan, bunlar kadar hayata hırs gösteren hiç bir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da yalandır. Bilfarz bu hırs Arzı mukaddes ümniyesinin ancak Dünyada görülebileceği için olsun o halde Dünyada fedayı hayata mütevakkıf, uzun mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın istihsali mümkin olmıyan Dünyevî bir gayeye böyle bir hubbi hayat ile irişmek sevdası tenakuzlarla dolu bir hayali muhalden başka ne olur? Bu gayenin tahakkukunu istiyenler bu uğurda şehid olmak için mevti temenni edebilmelidirler. Bunu yapabilmek ise hakikî manasile Ahıret imanına tevakkuf eder. Bu da ancak (........) hükmünce Hatemül'enbiyayı ve ona nazil olan kitabı tasdik ile mümkindir. Ve ancak o zamandır ki, (.......) va'di tahakkuk edebilir. Görülüyor ki, burada sade Yehudîler için değil bu münasebetle umum beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.

Bir de bu Yehudîler vahiy ve nübüvvet aleyhinde söz söylemiş olmak için vasıtai vahyolan Cibrili emine «o bizim adüvvümüzdür» diye ızharı adavet etmişlerdi ki, buna karşı şu iki âyet nazil olmuştur: (........)

Bu âyetlerin sebeb-i nüzulü olan bu adavetin sureti izharı hakkında bir kaç rivayet vardır:

Birincisi - Turuki muhtelifeden varid olan rivayetlerin hasılına göre aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz Medineye hicret buyurdukları zaman Fedek Yehudîlerinin ahbarından Abdullah İbn-i Suriya, münazara etmek için bir kaç kişi ile gelmiş.

Evvelâ: ya Muhammed! demiş, uykun nasıldır. Zira âhır zamanda gelecek Peygamberlerin uykusu bize haber verilmiştir. aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz «gözlerim uyur kalbim uyumaz» buyurunca, doğru, demiş.

Saniyen nutfe babadan iken çocuk anasına nasıl benzer? haber verir misin demiş, Resulullah «kadının da suyu vardır hangisi galebe ederse müşabehet ona olur» buyurmuş, doğru, demiş, salisen «İsrailin nefsine haram kıldığı taam ne idi haber ver, Tevrata nazaran nebiyyi ümmî bunu haber verecektir.» demiş. Resulullah Efendimiz buyurmuş ki, «Mûsaya Tevratı indiren Allah namına söylerim, bilir misiniz? İsrail şiddetli bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman Allah kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği taamı, şarabı kendisine haram olsun diye nezretti ki, deve eti ve deve sütü idi». Abdullah buna da evet dedikten sonra «rabian bir şey kaldı, onu da söylersen sana iman ettim: sana hangi Melek geliyor da Allah tarafından söylediklerini getiriyor?» diye sormuş, Resulullah «Cibril» buyurmuş, bunun üzerine Yehudî «o bizim düşmanımızdır, o kıtal, şiddet getirir, bizim Resulümüz -sefirimiz- Mîkâildir ki, müjde, ucuzluk, bolluk getirir, sana gelen o olsa idi iman ederdik» demiş, derhal hazreti Ömer sormuş: «Bu adavet ne zaman başladı?» İbn-i Suriya «bunun iptidası demiş: Buhtü nassar denilir bir adam tarafından Beytülmakdisin tahrip olunacağını Allahü teâlâ Peygamberimize vahyen bildirmiş ve onu ta'rif etmiş idi. Biz de aradık bulduk, onu öldürmek için adamlar gönderdik o zaman Babilde henüz miskin bir çocuktu, fakat Cibril «eğer Allah sizi bunun katline musallat kılarsa haber verdiği adam bu değilmiş demek olur, binaenaleyh bunun katli faidesizdir» diye onu müdafaa etti, sonra o, büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu, harb açtı, Beytülmakdisi tahrib etti ve bize katliâm yaptı, bunun için biz onu düşman tanırız». Bunun üzerine bu ayetler nâzil olmuştur.

İkincisi - Sebeb-i nüzul doğrudan doğruya Hazret-i Ömerle olan bir muhavere olmuştur şöyle ki, Medinenin yukarı tarafında müşarünileyhin bir tarlası vardı, ona gelir giderken yolu Yehudîlerin dershaneleri önünden geçerdi, o da ara sıra gider onları dinlerdi. Bir gün «ya Ömer!. dediler eshabı Muhammed içinde senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, iltifat etmez, canımızı sıkar, sen öyle yapmazsın bunun için sana çok ümid besliyoruz.» Müşarünileyh sordu, sizce en büyük yemin nedir? Turisinada Mûsaya Tevratı indiren rahman namına yemindir» dediler, binaenaleyh bu suretle kendilerine yemin vererek «Muhammedi kitabınızda buluyor musunuz» diye sordu, sükût ettiler «ne oluyorsunuz söyleyin vallah ben size dinimde şekkim bulunduğu için sual sormuyorum» dedi, birbirlerinin yüzüne baktılar, içlerinden biri kalktı, «söyleyin veya söyleyeceğim» dedi, onun üzerine dediler ki, «evet biz onu kitabda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibrildir, Cibril ise bizim düşmanımızdır, o hep azab, kital, zelzele gibi şiddetlerin sahibidir, eğer ona gelen Mîkâil olsa idi her halde iman ederdik, çünkü Mîkâil bütün rahmet-ü merhamete, ucuzluğa, selâmete müvekkeldir.» Hazret-i Ömer sordu

«Turısinada Mûsaya Tevratı indiren rahman hakkı için söyleyin indallah Cibrilin mevkii nedir?» dediler ki, Cibril sağında, Mîkâil solundadır» müşarünileyh: Öyle ise şahid olun ki, Allah’ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşmandırlar ve bunlara düşman olan Allah’a da düşmandır» dedi ve macerayı Peygambere haber vermek için avdet etti, huzurı risalete varınca gördü ki, Cibril ondan evvel vahiy getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri okuyuvermiştir.

Üçüncüsü - «Allah teala Cibrile nübüvveti bize getirmesini emrettiği halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı düşmanımızdır» dedikleri de mervidir. Filvaki birinci âyetin mazmununa nazaran sebebi adavetin Kur’ân’ı kalbi Muhammedîye indirmesinden başka bir şey olmadığı ve bunun ise Allah’ın iznile yapıldığı ve ayni zamanda getirdiği Kur’ân’ın şiddet-ü azab değil, kütübi salifeyi müeyyid ve müminlere hidayet ve bişaret olduğu beyan buyurularak onlar tarafından dermiyan edilen diğer sebeblerin sebebi hakikî olarak değil yalan olarak söylendiği ifham olunmuştur.

FAİDE - Cibril esasen «cibr» ve «il» kelimelerinden mürekkeb İbranî bir kelime olarak fahri kâinat Efendimize vahiy getiren melekin ismidir. İbranîde Abdullah gibi ve rivayete nazaran ayni manada bir terkibi izafî ise de Arabca Ba'lebek gibi terkibi mezcîye şebih bir tarzda kullanılmıştır. Alemiyet ve ucmeden dolayı gayri munsarıftır. Arablar bunu sekiz lûgat üzere söylemişlerdir ki, bunlardan meşhuru dörttür ve kıraeti Aşerede varid olmuştur:

1- Selsebil vezninde cebreil, Hamze ve kisaî kıraetleri.

2- Cebreil, Ebubekir rivayetile Asım kıraeti,

3- Cebril, İbn-i kesir kıraeti,

4- Cimin kesrile cibril, mütebaki altı iman ile rivayeti Hafs üzere Asım kıraeti ki, bizim kıraetimiz budur ve Hicaz lûgatıdır. Diğer dördü de cebraiyl, cebrail, cebral, cebrindir. Arabın gayrı bazı lisanlarda da gabriyel, gabraiyl, gabril isimleri bundandır ki, cimin Mısır lehçesile okunmasıdır.

Bu terkibin alemiyetten kat'ı nazarla esası mefhumu hakkında İbranîce cebr (abd) manasına, il de Allah isimlerinden biri olmakla Abdullah demek olduğu ekseriyetle söylenmekte ise de bazı müfessirîn bunun (........) manasına olduğunu göstermişlerdir. Filvaki kelimenin Arapça (........) maddesile zahirî bir alâkası vardır. Binaenaleyh Cibril, karşısında hiç bir kuvvetin müzahamesine imkân olmıyan ve asârında gerek ilmî ve gerek amelî her veçhile kat'iyet, zaruret, mübremiyet sabit olan, hasılı her melekin, her kuvvetin, her satvetin her ruhun fevkında bulunan bir melek mefhumunu ifade etmektedir. Filvaki vahiy de bu suretle bir ilmi zarurî ifade edib şekk-ü şüpheye, kesb-ü iradei beşerin haylûletine imkân bırakmadığından vasıtai vahyin bu isim ile tesmiyesi bir ta'rif mahiyetini de haiz demek olur. Buna ruh, ruhullah ve ruhı emin ve ruhulkudüs denilmesi (........) evsafile tavsıf buyurulması dahi bu manayı müeyyiddir. Bundan vahyin ve mu'cizatı Enbiyanın ne kadar büyük bir kat'iyeti haiz olabileceğini anlamak kolay olacaktır. Binaenaleyh burada Yehudîlere karşı kendi lisanlarile alâkadar olan bu ismin ıhtiyar buyurulması, buna karşı adavetin ve ne kadar manasız ve ne kadar mecnunane ve ne kadar kâfirane olduğunu ifham için ne büyük bir belâğat olmuştur. Binaenaleyh âyetlerin manasına geçelim:

96 ﴿