164Şüphesiz Göklerin ve Yerin yaradılışında, gece ile gündüzün biribiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeylerle denizde akan gemide, Allah’ın yukarıdan bir su indirib de onunla Arzı ölmüşken diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanati yaymasında, rüzgârları, değiştirmesinde, Gök ile Yer arasında müsahhar bulutta, şüphesiz hep bunlar da akıllı olan bir ümmet için elbet Allah’ın birliğine âyetler var (........) şu üstünüzdeki bu'dı muhit içinde sayısız ecramı ulviyesi ve aralarındaki eb'ad ve bu eb'adı işgal eden heva ve zıya gibi mer'î veya gayri mer'î ecsam veya keyfiyatı lâtife ve esiriyesi ve her birinin sey'r-ü hareketleri ile çizdikleri tabaka tabaka medarları, mahrekları ve nizamı içtimaîleri ile teşkil ettikleri câbeca manzumeleri, burcları ile şu Semavata ve o ecramdan biri olub denizlerile karalarile, dağlarile, derelerile, ovalarile, çöllerile, pınarlarile, ırmaklarile, maadini ile, nebatatı ile, ormanlarile, seyranlarile ve bütün o Semavata direksiz kuşaksız irtibat ve münasebetile ayağınızın altında yuvarlanan şu Arza bir bakınız, işte mekân denilen fezayı bikeran içinde hey'eti âlem namını alan bu Semavat-ü Arzın halk-u ibdaında, nizamı hılkatinde (........) ve gece ile gündüzün değişmesinde, uzayıp kısalmasında, biribiri ardı sıra teakub etmesinde ve bu teakub ve tevali ile tecelli eyleyen vez'ı mekânîde, sirri zemanîde ve mahalli vahide tevarüdi azdadda (........) ve insanlara nafi' humulelerle denizde akıb giden ve ecrabı Semavîyenin bu'di kebudi -Semada seyirlerini andıran gemilerin cereyanında ve cereyan ettiği denizlerin sirri hılkatinde, bunlardaki bu cereyan ile tecelli eden hareket-ü sükûn kanunlarında ve bu kanunların insanlara te'min ettiği menafiın tarzı husulünde (........) Allah’ın yukarıdan indirdiği suda, indirib de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar hayat vermesinde ve bu hayatı nebatînin tarzı tekvininde (........) ve bu Arzda zevilukule varıncaya kadar her türlü hayvanatı sınıf sınıf, cins cins, nevi nevi tefrik-ü tasnif edip yaymasında ve bu hayatı hayvanînin husulünde (........) ve türlü türlü rüzgârları bir taraftan bir tarafa, bir halden diğer hale evirip çevirmesinde (........) Sema ile Arz arasında müsahhar olan bulutlarda (........) hiç şüphesiz bir çok âyetler, maddî manevî, dinî dünyevî nimetler, istediğinizden daha i'cazkâr mu'cizeler vardır: Vardır amma (........) akledecek bir kavim için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için. Binaenaleyh akıl da bu âyâtın biri ve belki en büyüğüdür.» AKIL: Madeni kalb ve ruhda, şuaı dimağda bulunan bir nurı manevîdir ki, insan bununla mahsûs olmıyan şeyleri idrak eder. Akletmek; esbab ile müsebbebat, eser ile müessir arasındaki alâkayı, yani ılliyet kanununu ve ona müteferri' lüzum alâkalarını idrak ederek eserden müessire veya müessirden esere ve yahud bir müessirin iki eserinin birinden diğerine intikal eylemektir ki, mantık denilen bu intikal sayesinde bir eseri mahsûsdan gayri mahsûs olan müessiri, meselâ mahsûs bir hışıltıdan gayri mahsûs bir hayvan veya mahsûs bir müssirden gayri mahsûs eseri, meselâ görülen bir bal arasından gayri mahsûs olan bal, yahud mahsûs bir eserden alâkadar bulunduğu diğer bir eser, meselâ görülmiyen bir arının vızıltısından henüz gayri mahsûs bulunan balı ve yeri keşf-ü idrak olunur. Ve işte böyle mahsûsdan gayri mahsûse intikale vesile olan veya gayri mahsus bir manayı bizzat ve bilbedahe keşfeden âleti idrake akıl tesmiye edilir. Ve bu intikalin başlıca üç nev'i vardır. Birincisi, cüz'îden cüz'îye, ferdden ferde intikaldir ki, buna temsil veya kıyasi fıkhî denilir. İkincisi, cüz'îden küllîye vahidi ferdîden vahidi nev'îye veya vahidi nev'îden vahidi cinsîye intikaldir ki, buna istıkra tesmiye edilir. Kazayayı külliyenin ve kavaidi fünunun ekserisi ve belki umumu bu tarik ile keşf edilegelmiştir. Bunda müşahede ve tecribenin ehemmiyeti büyüktür. Üçüncüsü, küllîden cüz'îye vahidi cinsîden vahidi nev'îye veya vahidi nev'îden vahidi ferdîye intikaldir ki, buna da manayı ahassile istintac veya kıyası Mahtıkî veya sadece kıyas tabir olunur ki, bütün ulûmun tatbikatı fi'liyesi bununla yapılır. İstıkraların netaici ameliyesi bununla istihsal olunur. Ve turukı İlmiyenin en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda bir taraftan te'sis, diğer taraftan te'kid vardır. Bütün ulûm-u fünunun ve her türlü mazhariyeti beşeriyenin medarı olan ılliyyet kanununu hüsni idrak ve tatbik sayesinde akıl, bu âyetlerden bu tariklerle vücud ve vahdaniyeti ilâhiyeyi ve rahmeti şamilesini bizzarure anlar keşfeder. Bu tariklerden birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki nevi' seyri vardır. Birincisi ağır, tedricî ve zemanî olan teemmülî seyridir ki, buna fikir tesmiye olunur. Diğeri de bir lâhzada, bir hamlede matlûe vasıl oluverecek derecede seri olan anî seyridir ki, buna da hads tesmiye edilir. Bu hads de iki kısımdır: Birisi her birinde mevzuuna göre uzun müddet vakı olan tahsıl, tecribe ve mümareseden mütehassıl melekei itiyaddır ki, kesbîdir. Nazarî amelî tahsıl ve terbiyei İlmiye bu gayeye irmek içindir. Buna aklı mesmu dahi denilir. Diğeri doğrudan doğru fıtrette merkuz ve sırf vehbi ilâhî olan melekedir ki, buna da kuvvei kudsiye veya aklı matbu veya garizî tesmiye olunur. Bunda esas itibariyle sa'y-ü kesbin hiç hükmü yoktur. Ve herkesin bu nevi o bir aklı mesmuun hiç hükmü olmaz. Bunun kabili tahdid olmıyan bir çok meratibi vardır ki, bir zekâyi basitten ukuli Enbiya' mertebelerine kadar gider. En yüksek mertebesine aklı evvel denilir ki, mebde'den gayeyi, gayeden mebdei, evvelden ahırı, âhirden evveli kemali yakîn ile gören bu aklı evvel kelemi ilâhî ve nuri Muhammedîdir. Netekim Hadîs-i şerifte (........) buyurulmuştur. Ukulün derecatındaki ıhtilâf noksanlarından münba'istir. Yoksa esas itibariyle ukul için tarik birdir, o da tarikı haktır. Bizim ılliyyet mebdei, tenakuz mebdei gibi idraki hakka vesile olan esbabı asliye hakkındaki idrakâtı bedihiyemiz, aklı evvelin künhi idrakini gösteren birer hıssemizdir. Biz bu sayede her nevi malûmatı böyle bir tarzı bedahetle idrak eden aklı evvelin, kuvvei kudsiyei mutlakanın kemalini isbata bir beyyine buluruz. Bizim nisbî ve cüz'î olan kuvvei hadsiyemizle aklı evvele böyle bir ittisalimiz ve bu sayede hakka bir vusulümüz vardır. Bütün meratibile hadsi vehbî, kesbî olmadığı için bunda sa'y-ü iradei beşer amil değil ise de bunda bilûtfihi tealâ malik olduğumuz hissemiz nisbetinde aklı fikrî ve bu babdeki medid tercibeden mütehassıl hadsi itiyadî melekesi kesbî olduğundan Kur’ân’ında cenabı Hak umum insanları bu tarika hidayet ve sevk için (........) buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğru hislerde icrayı te'sir edecek olan mu'cizatın büyük bir faidesi olmıyacağnıı anlatmıştır. Kur’ân’ın bu gibi âyetlerinde insanları idrak ve istidlâl için mucizattan ziyade ma'kulâtı külliyeye sevk vardır. Ve bunun için Kur’ân, a'zamı mucizattır. Fakat bundan ba'zılarının zannetmek istediği gibi mucizatı Enbiyanın imtinaına ve Hatemülenbiya' Efendimizin maddî mucizeler göstermediğine ve göstermiyeceğine işaret gibi bir ma'na çıkarmağa kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu âyette icmal edilen ve her biri nefsel'emirde en büyük harikai bedia olan asar ve âyâtı izhar eden kudreti baliga düşünlüdüğü zaman, Safa tepesinin altına kalbedilivermesi bu kudrete nazaran hiç bir ehemmiyeti haiz olamıyacağı ve bir muhal teşkil edemiyeceği suhuletle anlaşılır. Binaenaleyh cenabı Hak sebeb-i nüzul noktai nazarından bu ayetle şunu da anlatmış oluyor ki, Semavat ve Arzın halk-u ibdaı ve bunlar üzerinde zikrolunan tasarrufatı bedianın icrası gibi en büyük mucizeler ve müstemirrolan bu mucizelerin idrakinden hasıl olacak faidelerin yanında Safanın altına kalbedilmesi gibi muvakkat ve münferid bir hadisei harika talebi pek küçük bir şeydir. Bu büyük ve müstemir mu'cizeleri idrak ve mütalea edenler ve bu mütalea ile halık tealânın kanunlarına vukuf ile ittiba eyleyenler Safa tepesini altın yapmak gibi bir matlûbı bilâhare kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu sayede yalnız Safanın değil bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile mümkin olur. Allahü teâlâ bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız meadin kanunlarını iyice idrak etmek bu matlaba kâfi gelir. Binaberîn Allahtan ve Peygamberden daha büyük, daha hayatî, kudsî, küllî ve ebedî metalib istemek iktıza eder. (........) de âyât, alâmati vazıha ve delâili kat'iye karşısında ciddî olarak hiç bir söz söylenmek ihtimali bulunmıyan mu'cizei bahire demektir ki, Kur’ân’ın âyetlerine âyet denilmesi de bu ma'na ile alakadardır. Demek ki, Allahü teâlânın iki nevi âyâtı vardır. Birisi, kitabı tekvin ve hılkatteki âyâtı fi'liye, diğeri de kitabı münzeldeki âyatı kavliyedir. Bunların ikisi de zat-ü sıfat ve ahkâm-ü iradatı ilâhiyeye delâlet ettiklerinden dolayı âyet tesmiye olunmuşlardır. Bu iki kitabın ve bu iki nevi âyâtı mütekabilen yekdiğerlerinin dâl ve medlûlü, şerh-ü tefsiridirler. Kemali marifet, kitabı münzelin âyâtı kavliyesinden kitabı hılkatin âyâtı fi'liyesini ve ondan Hak teâlânın zat-ü sıfatını okuyub anlamak ve anladıktan sonra onun kanunlarına, evamirine, ahkâmına ittiba ederek tarikı müstakimden radıye ve mardıye makamlarını ihraz ile bakabillâha vasıl olmaktır. İşte Kur’ân’ın bu âyeti kavliyesi bize bir çok âyâtı fi'liyeyi icmal ve irae ederek bu devleti kâinatın hadd-ü payansız ıhtilâfatını müstemir bir nizamı i'cazkâr ile ibda' ve tanzim-ü tensik eden hâlıkı müdebbirin ve akl ile ma'kulün, hariç ile zihnin noktai intıbakında kayyumı kül olan vücudi vahidini ızhar eyliyen Hak teâlânin zatı ehadiyetine ve kudret ve rahmeti şamilesine ve binaenaleyh bütün insanlara ve kâffei mevcudata kâfi ve vafi, şerik-ü nazîrden münezzeh bir ilah olduğuna delâlet eden bir çok edillei beyyineyi gayet veciz ve vecazetile beraber gayet basıt ve vazıh surette cemedivermiştir ki, bunda mekşuf ve gayri mekşuf nice nice ulûm-u fünunun mevzu ve gayeleri vardır. Bunu en âdî ve en basıt bir akıl duyar ve en yüksek akıllar bunda ebedî bir gayeyi tetkik ve müşahede bulur. Ve binnetice hiç bir akıl bu karardan dışarı çıkamaz. İşte Kur’ân en yüksek matalıbi ulûm ve fünunun bu veçhle cezrini alarak bütün havass-u avammın vuzuh ile anlayacağı derecede basıtlendirib ta'lim ediverir. Vehm-ü hayalin şi'rî Edebiyatında hiç bir hakikate intibakı olmıyan ve bigayri hakkin ibda' namı verilen ve kuvvei vâhimenin gelib geçici bir lâhzai kâzibesini okşıyarak insanı bir ân için ve bir daha tekerrür etmemek şartile çarpıb geçen boş müeddalarında bir zevkı teselli aramağa alışmış olan ruhlar, Kur’ân’ın bütün fıtrate mir'at olan nazmı bediinde i'cazkâr bir yükseklik duyamazlarsa bunun sebebi zevkı fıtrîlerinin ve akıllarının hevaiyyat içinde iflâs etmiş olmasında aramalıdırlar. Bu gibiler hakkı hep acı diye talâkki etmiş ve aklı hakka vusul için bir âlet tanıyacak yerde onu hakkı redd-ü ibtal ile mağlûb edebilecek gaddar bir silâh gibi kullanmak istiyen zalim müşriklerdir. Filhakika: (........) Vahdâniyet ve kudreti ilâhiye bu kadar âyâtı fi'liye ve kavliyesiyle zahir-ü bahir iken buna karşı |
﴾ 164 ﴿