186

Ve şayed kullarım sana benden sual ettilerse muhakkak ki, ben çok yakınımdır, bana dua edince duacının duasına icabet ederim o halde onlar da benim da'vetime koşsunlar ve bana hakkile iman etsinler ki, rüşd ile gidebilsinler

(........) kullarım sana benden sual ettiklerinde cevabı şudur: (........) ben muhakkak yakınım, yani bana dua ettiği vakit dua edenin duasına icabet ederim, onu her halde bir cevab ile karşılarım. -Demek ki, Allah’ın yakınlığının ma'nası bu veçhile sür'ati icabet demektir, Kurbi mekânî kurbi cihet demek değildir. Zati ülûhiyyetin bu veçihle tavsif-ü ta'rifinde evvelâ, halıkı kâinat olan Hak teâlâyı bilmez, işitmez, kör sağır bir kuvvet farz ederek namaz, oruç, dua gibi ibadetleri, müracaatları faidesiz, lüzumsuz gibi zümeden cehelei tabiiyyun, kezalik mebdei kader olan ilmi ilâhîyi ve mebdei kaza olan iradei ilâhiyeyi dahi bir kadere tabi' tutarak ıhtiyarı ilâhîyi inkâr eden İcabiyeyi şiddetli bir red vardır. Yaradıcı kudreti inkâr etmek cehli mahz olduğu gibi yaradanın cehlini, ilmi hakkın yaradıcılığını inkâr etmek de ayni veçhile cehli mahızdır.

Saniyen, Allah’ı zor bilir ve zor işitir gibi zannedib de dua ve ibadetinde bağırıb çağıranlara, gürültü patırtı edenlere red vardır. Netekim bu âyetin esbabı nüzulü miyanında rivayet edilmiştir ki, bir muharebede Ashabı kiram seslerini yükselterek tekbir, tahlil, dua ediyorlardı, aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz «siz, sağıra veya gaibe dua etmiyorsunuz her halde bir semiı karibe dua ediyorsunuz» buyurmuştu. Ve balâda zikr olunan sebeb-i nüzulden de anlaşıldığı üzere bu âyet, Allah’ı uzak zannedip de dualarında bağıranları red için nazil olmuştur. Cehelei tabiiyyun ve icabiyeyi reddetmesi bunun lâzımı olarak eyleviyyetle sabittir. Bunun için duanın şeraitinden biri de hudu-ü huşu'dur. Zira insanlar Allahdan uzak olsalar da «Allah karib»dir, bize şah damarımızdan daha karibdir (........) hattâ bize bizden ziyade karibdir.

İmam Fahruddini Razî der ki, «işbu (........) kavli ilâhîsinde bir sirri aklî vardır. Şöyle ki, mahiyyatı mümkinatın vücudlariyle ittisafı ancak icadi sanı' iledir. Binaenaleyh icadi sanı' mümkinatın mahiyyetleriyle vücudları beyninde mutavassıt gibidir ve binaenaleyh sanı' teala her mümkinin mahiyyetine o mahiyyetin vücudundan akrebdir. Hattâ bu makamda daha yüksek bir kelâm vardır: «sanı' o zatı âlâdır ki, mahiyyatı mümkinatın mevcud olması onun içindir. Bu böyle olduğu gibi cevherin cevher, sevadın sevad, aklın akıl, nefsin nefis olması da onun içindir. Mahiyyatın mevcud olması, onun te'sir-ü tekviniyle olduğu gibi her mahiyyetin o mahiyyet olması da onun te'sir-ü tekvini iledir», binaenaleyh sanı' tealâ her mahiyyete kendinden daha karibdir.» ilah... Razînin birinci takriri mahiyyatın gayri mec'ul olmasına, ikinci takriri de mec'ul olmasına göredir, bunda vücud ile mahiyyetin farkı yoktur. Felâsife ve Sufiyye evvelkine, mütekellimîn ikinciye kaildirler. Evvelkinde ilmin iradeye, ikincide iradenin ilme itibaren bir tekaddümü var demektir. Çünkü sıfatı ilâhiye zaten (........) me'î olmakla beraber i'tibaren bir terettüb bulunabilir: Şunda hiç şübhe yoktur ki, Allahü teâlâ bütün zaruriyyatın zarurîsidir. Mümkinatın vücud ile ittisafı zarurî olmadığı herkesçe müsellemdir, fakat velev mümkin olsun her hangi bir şeyin nefsine hamli ve o şey'in o şey olmakla ittisafı zaruriyyatın en kuvvetlisi görünür. Bunun bizzat bir zaruret olduğunda da şüphe yoktur. Ve bunun içindir ki, mahiyyat o mahiyyat olmak ma'nasına gayri mac'ul zannedilmiştir. Fakat bunun lizzat ve liâclizzat bir zaruret olduğu iddia edilmez. Böyle bir iddia bizatihi ve lizatihi mebadii zaruriyenin, lizatihi vacibülvücudin taaddüdüne kail olmaktır. Halbuki bizatihi ve lizatihi ılletülılel birdir, o da Allahü teâlâdır. Vücudı ilâhîyi isbat eden ılliyyet kanunu mucebince ılleti ulâ olan zati hak üzerinde bir kader farzını istilzam edecek gayri mac'ul, ezelî mahiyyattan bahsetmek, kezalik zati ilâhî üzerinde icabı ifade edecek bir mebde' ahzetmek İcabiyenin ilimde istinad ettikleri ılliyyet kanununu dönüb nakzetmek demektir. Hakikatte bir şey'in o şey, bir mahiyyeti mümkinenin o mahiyyet olması hakkındaki hükmi zarurî zati hakkın bizatihî ve lizatihi vücubu mülâhazasına müteferri bir zarurettir.

Evvelâ lizatihi vücubi hak mülâhaza edilmemiş olsa idi, insan insandır hükmü bizzarure teslim olunamazdı. Bu suretle her nefselemir tasdikı tasdikı vacibe mütevakkıftır. Binaenaleyh bütün vücubların, zaruretlerin manşei Cenabı haktır. Vücudatı mümkine vücudı vacibden müstefad olduğu gibi umuri külliyye ve mahiyyatı mümkine dahi vücudı haktan münteze'dir. Allahsız vücud olamıyacağı gibi Allahsız mantık da olamaz. Binaenaleyh Allah’ın bu âyet mucebince karib olduğunda şüphe olmadığı gibi (........) âyeti mucebince bize bizden ekreb olduğunda da aklen ve naklen tereddüd edilmemek lâzım gelir ve biz kendimizin ve başkalarının reca ve temenniyatını duyub bilebiliyor ve onlara işittiğimiz zaman cevab da verebiliyorsak bize bizden daha yakın olan Allahü teâlânın dualarımızı, münacatlarımızı daha evvel işideceğine iman etmek zarurî olur.

DUA, esasen davet gibi çağırmak ma'nasına masdardır. Sonra küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya vaki olan taleb-ü niyaz ma'nasına urf olmuş ve ismolarak da kullanılmıştır ki, dua dinledim, dua okudum denilir. Duanın hakikati, kulun rabbı celle celâlühudan istimdad ve inayet-ü meunet istid'a etmesidir. İlimden dem vuran bazı cahiller duayı faidesiz bir şey zannetmişlerdir. Bunların başında kudreti fatıreyi bir kuvveti amya zümeden kör kuvvetçiler vardır. Fakat bunlardan başka İcab veya Cebir nazariyelerine saplananlardan da bu babda bir takım şüpheler iradına kalkışanlar olmuştur. Şöyle ki,

1- Dua ile matlûb, indallah ya ma'lûmülvukudur, ya gayri ma'lûmülvukudur. Ma'lûmülvuku' ise vacibülvukudur, duaya hacet yoktur. Gayrı ma'lûmülvuku ise mümteniülvukudur, yine duaya hacet yoktur.

2- Bu âlemdeki bütün hâdisatın bir müessiri kadime müntehi olduğunda şüphe yoktur. O halde bu müessiri kadimin ezelde vücudunu ıktıza ettiği şey vacibülvukudur, etmediği de mümteniülvukudur. Bunlar ezelde sabit ve mukadder olunca duanın da elbette te'siri olamaz. Bu nokta muhtelif ta'birlerle de ifade olunur. Derler ki, kaderler sabık, kazalar mütekaddimdir, dualar bunu ne tezyid eder ne de tenkıs, o halde duanın faidesi ne?

aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz bile (........) = Allah mekadiri, halkı halk etmezden şu kadar ve şu kadar sene mukaddem takdir etti», kezalik (........) buyurmamış mıdır? (........) = dört şeyden ferağat hasıl olmuştur: ömür, rızık, halk, ahlâk» hadîsi de merviy değil midir? O halde duadan ne faide?.

3- Hak sübhanehu allâmül guyubdur. Gözlerin hain bakışını, sinelerin gizli tuttuğu niyyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cibril aleyhisselâm bile bu mealdeki kelâm ile ıhlâsu ubudiyetin en yüksek derecesine ermiş, Hazret-i İbrahim ateşe atılırken (........) demekle makamı hülleti kazanmış diyorlar, şevahidi akliyye ve ehadîs-i sahiha ile sabit olduğuna göre makamatı sıddıkînin en yükseği Allah’ın kazasına rıza değil mi? Dua ise nefsin muradını Allah’ın muradına tercih ve hıssai beşeriyyeti taleb-ü iltimas demek olduğuna nazaran buna münafi olmaz mı? Fatihada beyan olunduğu üzere bir hadîsi kudsîde (........) buyurulmamış mı dır? Binaenaleyh duayı terk etmek evlâ olduğu bu vücuh ile sabit olmaz mı? Demeğe kadar varanlar olmuştur. Bunlara karşı ukalâ ve ulemanın cümhurı a'zamı duanın ehemmi makamatı ubudiyyet olduğunda tereddüd etmemişlerdir. Ve buna aklî ve naklî pek çok deliller vardır:

1- Görülüyor ki, balâdaki şüphelerin başı kader mes'elesinden Cebr-ü İcaba dayanmaktır. Halbuki bununla duayı inkâra kalkışmak tenakuz olur. Zira bu surette insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi ezelde ma'lûmülvuku ise o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe ilka ederek iptale çalışmak, cebr-ü kaderden bahsetmek ma'nasız, ve eğer ma'lûmül'adem ise inkâra kalkışmağa hacet yoktur. O dua zaten yapılmıyacaktır. Ezelde duaya merbut olarak takdir olunan matalıbin de her halde dua şartile malûmülvuku olması lâzım gelir. Meselâ yemek yemek şartile doyması mukadder olanın, taleb-ü azmetmek şartile muvaffakiyeti mukadder olanın, doyması, muvaffak olması, yemeye, taleb-ü azme mütevakkıf olduğu gibi dua da öyledir. Binaenaleyh birinci ve ikinci şüphelerde ıtlak üzere yapılan terdid noksandır. Taleb ile, dua ile mukayyed olarak ma'lûmülvuku olan mukadderat vardır.

2- Cenâb-ı Allah evveli küldür, bu ma'na iyi düşünülünce anlaşılır ki, kadere mahkûm olan Allah değil mahlûkattır. Kaderler sabık ise, Cenâb-ı Allah da kaza ve kadere sabık ve dua bu takaddümü ikrar-ü i'tiraf olduğu için ehemmi makamatı ubudiyyettir. Bize gelince Allahü teâlânın ilmi ve keyfiyyeti kaza ve kaderi akıllarımızın gıyabındadır. Sirri kader vukuundan evvel ma'lûm olmaz. Bu veçhile hikmeti ilâhıye abdin ümid-ü ıhtiraz arasında koşub korunmasını ıktıza etmiştir. Ümid-ü reca saikı muvaffakıyyet havf-ü ihtiraz nazımı muvaffakiyyettir. Yaşamak bu iki hasletin muvazenesidir. Vücud ile adem beyninde deveran eden mümkinin mahiyeti de budur. Bunun için ilmi ilâhî muhiti kül, kaza ve kaderi ilâhî umumda cari olmakla beraber tekâlif de sahihtir. Biz hem kanunsuz yaşamadığımızı biliriz, hem iradenin ve azmin dahi bir kanun olduğunu biliriz. Ümid-ü ihtiraz, taleb-ü azim kanunlarının biri de duadır. Bütün vukuat esbaba merbut ise dua da o esbabdan birisidir.

3- Eshab-ı kiram Resulullaha Cebr-ü kader mes'elesini sormuşlar: «Ya Resulallah nasıl görürsün? Bizim amellerimiz mefruğun minih bir şey mi? Yoksa bir emri müste'nef midir?» demişler (........) buyurulunca «o halde amel nerede kalır?» sualini irad eylemişlerdi. Bunun üzerine (........) = çalışınız herkes mahulika lehine müyesserdir» buyurulmuştu. Hem kaderin sebkını ve hem müyesser olmak için çalışıb amel etmenin lüzumunu göstererek işin ne cebr-u icabı mahiz,

ne de hürriyeti mutlaka olmadığını, belki ikisi arasında mutavassıt ve icab ile ıhtiyarın hasılası «emrun beyne emreyn» olduğunu göstermiş ve müsahhar değil müyesser buyurmuştur. Şaşıranlar bu noktai itidalin ya ifrat veya tefritine düşenlerdir.

4- Duadan maksud, i'lâm değil, izharı ubudiyyet, arzı zillet-ü inkisar ile müracaattır. Maksud bu olunca, kaza ve kaderine rıza ile beraber Allah’a dua etmek, hıssai beşeriyeti tercih değil, kudreti ilâhiyeye her şeyden ziyade ta'zimdir. Bu da en büyük makamdır. Cebrailin ve Hazret-i İbrahimin zikrolunan sözleri de makamına göre duanın en beligıdir. Tasrihi sual duanın zaruriyatından değildir. Zaman olur ki, edeb ve makamanı bilen ehli huzur için hal, kalden daha beliğ olur. «Yarab huzurundayım halim sana ma'lûm» demek, söyleyenin makamına kalbinin derecei sıdk-u ıhlâsına göre en beliğ dualardan daha beliğ olur. Daha doğrusu dua sarih olduğu gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu noktai nazardandır ki, kerîmi cevada karşi arzı hamd-ü sena duayı da tazammun eder ve bu sebeble (........) buyurulmuştur.

5- Dua hakkında edillei nakliye o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler inkâr edebilirler, ezcümle, bu âyetten başka (........) gibi nice âyetler vardır. Sonuncusu gösteriyor ki, Allah istemiyenlere gadab eder. Daha evvel surei Fatihanın Sûrei dua ve Ta'limi mes'ele isimlerini de haiz olduğu ve bununla edebi duanın ta'lim buyrulduğu geçmişti. Duanın ehemmiyetini anlamak için yalnız sadedinde bulunduğumuz âyeti düşünmek kifayet edecektir. Çünkü Cenâb-ı Allah kitabının on dört yerinde sual ve cevabı zikretmiştir ki, bunların bazısı (........) gibi usule, bazısı da (........) gibi fürua mütealliktir. Bunların cevabları da üç suretle varid olmuştur: Ekserisinde (........) yerinde (........) buyurulmuştur ki, bu (........) da cevabın müsta'celiyyetine ve derakab tebliğine tenbih vardır.

Üçüncüsü de dua hakkında bu âyettir ki, burada (........) kul veya fekul diye tasrih edilmiyerek cevabında doğrudan doğru (........) buyurulmuş, vasıta hazfedilmiş ve kurbiyyet de icabeti dua ile beyan kılınmıştır ki, bunda büyük bir nükte vardır. Cenâb-ı Allah duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın tavassutunu istemiyor ve keenne diyor ki, «Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında mühtac olabilirse de dua vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur. Ben ona böyle karibim.» Ben yakınım buyurulub da kullarım bana yakındır buyurulmaması da gayet ma'nalıdır. Zira kul, mümkinülvücud olduğundan kul olduğu haysiyyetle merkezi ademde ve hadıdı fenadadır. Bunun Hak teâlâya bizzat kurbi mümkin değildir. Binaenaleyh kurbiyyet tarafı abidden değil tarafı hakdandır. Şimdi bu iki nükte mülâhaza edilirse şu hakikate erilir ki, dua eden kimsenin gönlü Allah’ın gayrısile meşğul olduğu müddetce hakikaten dua etmiş olmaz. Masivallahın hebsinden fena bulduğu vakit de ehadi hakkı ma'rifete müstağrak olur. Ve bu makamda kaldıkca kendi hakkını mülâhaza ve nasıbi beşeriyeti talebden imtina eder, vesait bilkülliye mürtefı' olur ve o zaman kurbi hak husul bulur. Çünkü abid kendi garazına iltifatkâr oldukça Allah’a takarrüb edemez, o garaz, vasıtai hacibe olur. Bu mürtefi' olduğu zaman ise (........) tafvizı kemali samimiyyetle tecelli etmiş bulunur. Göz, didei hak olarak görür, kulak, sem'i hakkolarak işitir, kalb miratı hakkolarak bilir, duyar, ister ve o zaman milyonlarca esbabın, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, meşiyyeti ilâhiye hükmile (.......) demekle oluverir. İşte dua böyle bir vasıtai kurbdur ve binaenaleyh efdali ibadâttır. Netekim aleyhissalâtü ves-selâm Efendimiz (........) = dua ibadetin ilikidir.» Buyurmuş, diğer bir Hadîs-i şerifde ise (........) = ibadet duadan ibarettir» diyerek (........) âyetini okumuştur. Dikkat edilirse görülür ki, duayı mühimsemeyenler, ibadeti mühimsemeyenlerdir. Bunlar ise Allah’ın karîbi mücîb olduğunu bilmeyen ve hatta Allah’a endad ittihaz edenlerdir. Bunlar hakka yalvarmaktan kaçınırlar da mahlûkun teveccühüne mazhar olmayı cana minnet bilirler. İşte Cenâb-ı Allah bu babdaki bütün şüpheleri defi' ve ibadini irşad için duanın ehemmiyetine ve hali sıyamın buna en münasib bir hal olduğuna işareten emri sıyamdan sonra Resulüne buyuruyor ki,

Kullarım sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman dua edenin duasına icabet ederim. Binaenaleyh (........) onlar da benim emirlerime candan icabet-ü imtisal etsinler (........) ve bana inansınlar, orucun fezaili hakkındaki beyanatımı tastık eylesinler (........) ki, rüşdlerine erebileler, doğruca naili meram olabileler.

Ma'lûmdur ki, dua ile emir, ayni sıga ile yapılan birer talebdirler. Bir düşkünün «aman yetiş» diye bağırışı bir dua, buna karşı bir imdatkârın «haydi kalk!» demesi bir icabet ve bir emirdir. Küçüklerin istimdadına inayet büyüklüğün şiarı olduğu gibi büyüğün emrine itaat de muktezayı edeb olduktan başka küçüklerin menfaatleri icabından ve akl-ü hikmet muktezasından olan bir vecibedir. Muktezayı akıl üzere harekete ise rüşdü ta'bir olunur. Büyüklerin büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi olan Allahü teâlâ ise tekbir-ü şükrana ehak ekberi mutlaktır. Ta'biri ma'rufile her yerde hazır-ü nazır, mahlûkatının her türlü hacetlerini is'afa kadir ve onlara kendilerinden daha karîb ve akrebdir. (........) diye ayrıca bir va'di icabette de bulunmuştur. Ve bu Allah’ı ekberdir ki, kullarına ve mahza kullarının menfaati hisabına bir takım ahkâm teşri' etmiş ve bu babda sıyama müteallık emirler vermiştir. Allah o azamet-ü kibriyasile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleblerine icabet ederse acz-ü fena içinde puyan olan kulların, onun emirlerine icabet ve candan imtisal-ü itaat eylemeleri lüzumu edeb-ü ahlâk noktai nazarından evleviyyetle sabit olacak bir feriza teşkil eder. Hattâ sade ahlâk değil muktezayı akl-ü menfaat olan bir rüşd-ü sedad olur. Binaenaleyh ancak Allah’a ve akhâmına iman ile icabet-ü itaat edenlerdir ki, akl-ü rüşdlerini isbat etmiş olur, ve meramlarına doğruca erebilirler. Bu suretle âyet ahkâmı sıyamın meriyyeti icrasını i'lân için beliğ esbab-ü hikmeti havi bir fermanı vesîk olmuştur. Bu tevsik ıtlakiyle bütün evamir-ü ahkâma şamil ise de bilhassa emri sıyamı ta'kib etmesi şayanı dikkattir. Oruc devaıi nefsin hilâfına bir teklif göründüğü için diğerlerinden ziyade zor ve zahmetli telakki edileceğinden bu tevsikı mahsus ile ihmalinden tahzir buyurulmuştur. O halde dua hakkındaki diğer tafsılâtı gelecek olan diğer âyetlere bırakarak oruca devam edelim:

Rivayet olunuyor ki, bidayeten müslümanlar oruc tutacakları zaman ancak akşamdan yatsı namazını kılıncaya veyahut uyuyuncaya kadar yeyib içebilirler ve mukareneti zevciyyede bulunabilirlerdi, ya'ni imsak yatsı namazından veya uykudan itibaren başlardı. Bir gün Hazret-i Ömer yatsıdan sonra mübaşerette bulundu ve derhal nedamet edib huzuri Nebevîye keldi, arzı i'tizar eyledi, derken hazırundan bir takım zatlar daha yatsıdan sonra yaptıklarını yani veçihle i'tiraf ettiler, bunun üzerine şu âyet nazil oldu:

(........)

Ey mü'minler!

186 ﴿