274Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâr hayra sarfeden kimseler, işte onların rablarının yanında ecirleri sırf kendilerinindir ve onlara bir korku yoktur ve mahzun olacak değildir onlar (........) mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikâre infak edenler, yani her vakıt ve her suretle infak yapabilmek melekesini ihraz eyliyenler yok mu (........) bu infakları sebebiyle bunların rabbülâlemîn indinde baliğan mabelağ ecirleri vardır. (........) ve bunlara bir korku olmadığı gibi hiç bir zaman mahzun da olmazlar. - Verdiklerini Dünya ve Ahıret kat kat alırlar, bütün korkulardan selâmet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzn-ü esef duymayıb memnun oldukları gibi Ahırette de mahrumlar mahzun olurken, bunlar her türlü hüzn-ü kederden azade kalır, mes'ud olurlar.» Hazret-i Ebi Bekir radıyallahüanh malik olduğu kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini alenî olmak üzere birden tasadduk etmiş idi ve bu âyet bunun hakkında nâzil olmuştur deniliyor. Hazret-i Ali radıyallahüanh dahi dört dirhem gümüşten başka bir şeye malik değil iken bunun birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açıktan olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi, Resulullah da neye böyle yaptın yaptın diye sorduğunda «rabbımın va'dine müstehık olmak için» demiş, cevaben de (........) = o, senin» buyurulmuş idi ki, sebeb-i nüzulün bu olduğu da mervidir. Bir rivayette bu âyetin fisebilillâh cihad için atlar besleyib buna masraf edenler hakkında nâzil olduğu söylenmiştir. Hazret-i Ebi Hüreyre besili bir at gördüğü zaman bu âyeti okurmuş. Bunlardan başka bu âyetin umumı evkat ve ahvalde sadaka veren ve her hangi bir muhtacın ihtiyacına agâh oldukları zaman te'hir etmeksizin derhal o haceti bitiren ve başka bir hal-ü vakta ta'lık etmiyen zevat hakkında ta'mimi hayra tergib için nâzil olduğu da naklolunmuştur ki, Fahrüddini Razî «sebeb-i nüzule dair ziredilen vücuhun içinde en güzeli budur. Çünkü bu âyet ahkâmı infakı beyan eden âyetlerin sonu olduğundan hiç şüphe yoktur ki, bunda vücuhı infakın ekmeli zikredilmiştir» diye bunu tercih etmiştir. Hikmet ve sünneti ilâhiyeye nazaran böyle gece gündüz, gizli açık demeyib her zaman ve her halde infaka devam edebilmek az olsun çok olsun infakın ekmeli vücuhu olan bu tarzı sahibinin tarikı kesbine nazaran muhtelif meratibe mütehammildir. Bunun esasında emvalin intifaa tahsısıyle ihtikâr-ü iddihardan sıyaneti ve tedavülün tesrii gibi hayatî, malî, iktısadî hikmetler vardır. En calibi dikkat nokta iktısadı ferdî ile iktasıdı umumîyi telif etmektir. Cemiyetin nizamı umumîsi servetin tedavüli küllîsine mani ve iddiharı şahsî hırsını tervice müsaid olduğu zaman sukutı içtimaî başlamış olduğunu bilmek lâzım gelir ve o zaman ehli imanın eshabı emvaline bu babda yüksek vazifeler terettüb eder ki, bunlar bütün meksubatın sarfına kadar müntehi olabilir. Maamafih bu tarzı infak behemehal bütün malinin infakını muktazı değildir. Bilâkis balâda geçen (........) âyeti medlûlünce feraızda nisab nazarı dikkate alınacağı gibi tetavvuatta da tarikına nazaran kesbin idamesi için meşrut olan masarif veya ihtiyat sermayesi az çok nazarı dikkatten dur tutulmamak, ya'ni ekmeli infaka devam için infakta dahi i'tidal-ü iktısada muraat etmek dahi bir mes'ele teşkil eder. Fukaranın hacatını defi, marzıyyi İlâhî olmakla defi hacet edenin muhtac bir halde kalması matlûbı İlâhî değildir, netekim surei «esra» de (........) âyeti bu noktayı tesbit buyurmuştur. Bu hikmete mebni olsa gerektir ki, İbn-i Ceriri Taberînin nakline göre işbu (........) âyetinde Katade şöyle rivayet etmiştir: «Bunlar ehli Cennettirler, bize nakledildi ki, Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem (........) = müksirler ya'ni çok servet toplıyanlar alçaktırlar» buyuruyordu, Eshab (........) = müstesnaları kimler» dediler (........) buyurdu, (........) dediler (........) buyurdu (........) dediler, fakat nâkabili red bir mes'ele vukuundan korkdular, nihayet Hazret-i Peygamber yedi saadetleriyle işaret ederek «ancak maliyle- sağından ve solundan şöyle ve şöyle, önünden şöyle ve arkasından şöyle diye etrafı erbaasına infak ederek malına hükmeden müstesna, bunlar da pek az, işte bunlar Allah’ın farz kılındığı ve razı olduğu yolda israfsız, imlâksız, tebzirsiz, fesadsız infak edenlerdir» buyurdu. Demek olur ki, ıktısad-ü i'tidal bu âyetteki infakta dahi mu'teberdir. Fakat bizzat âyetin ıtlakı az veya çok elde mevcud cemii malın infakını muktazı olmamakla beraber mani de görünmüyor. Netekim sebeb-i nüzulde zikrolunduğu üzere Hazret-i Alinin yaptığı bu kabildendir. Ve bu noktai nazardan kemmiyet, mevzuı bahs da değildir. Bunun için bu ıtlakın kaydi ıktısad ile takyidi zikrolunan âyetlerden birile veyahud diğer bin nass ile min vechin nesih veya tahsısını ıktiza edecektir, bunun için ba'zı müfessirîn (........) dan buraya kadar olan âyetler surei (........) deki tafsıli zekât âyetleri nazil olmazdan evvel ma'mulün bih olub «Berae» nazil olunca ona kasredildiğini nakletmiştir. Lâkin buradaki sadakat, muhtara göre zekât ve nafileden emamolduğu cihetle bu beyan dahi kâfi olamıyacaktır. Şu halde buradaki infak, farz, vacib, nafile her nevi infaka mütenavil olmak ve ayni zamanda infakın ekmeli vücuhunu da mutazammın bulunmak haysiyetiyle ıtlakı üzere ahz olunub sebebi infak olan hacetin muktezayatına ezmine ve emkinenin, eşhas-u ahvalin icabına göre tatbikını eshabı infakın hikmet-ü kemaldeki derecatı mütefaviteleriyle mütenasib irfan ve ictihadlarına bırakmak daha muvafık olacaktır. Zaman olur ki, evlad-ü ıyal, din-ü millet uğurunda bütün emvalin sarf-ü ınfakı kaidei ıktisadın bile dairei şumulüne girer. Sonra mal olsa olsa canın bir yongası hükmündedir. Halbuki mütevekkilen Allah fedayı hayattan bile çekinilmemesi lâzım gleen öyle vazaifi insaniye vardır ki, bu gibi yerlerde infakı küllî elbette daha hafif kalır ve diğer cihetten (........) hayırda israf olmaz dahi buyurulmuştur. Fakat bu derecei âliye en büyük erbabı kemalin kârıdır ki, bunlar (........) medihasına mazhardırlar. Bundan hıssayab olabilecek derecede sabr-ü tahammüle, kuvveti kalbe malik olmayıb yaptığı hayra binnetice müteessir ve pişman olacak olanların bütün mamelekini infak etmeleri tehlükeden salim olmadığı için kendi haklarında da bir hayır teşkil etmez, neuzübillah bil'âhare küfre kadar müncer bile olabilir. Zira bu gibiler hakkın da (........) buyurulmuştur. Bu hususta şahsî kıymet kadar ve hatta daha ziyade muhitı ictimaînin dahi büyük bir ehemmiyeti vardır. Çünkü fazlılete hasm olan ve efradı kendi hayırhah ve fazıletkâr insanlar maazallah ya bozulmıya veya boğulub boğulub gitmiye mahkûm olurlar. Bu müşkilâtın ıhlâsını ıktiham etmek ise tevfikı rabbanî ile yüksek bir kuvvei kudsiyeye mütevakkıftır. Ve işte Kur’ân’ın baştan beri infakat hakkında devam edegelen beyanatı beligasi de bermucebi hikmet insanlar arasında böyle feyyaz, ebedşümul bir ictimaiyet te'min edecek (........) mısdakınca nice nice tehlükelerin önüne geçecek bir ahlâkı kudsî ta'limini natıktır ki, Ahırette mev'ud olan ecr-ü mesubatı muzaafe ahlâkı ilâhiye ile tahallûk ederek niyabet anillâh şerefini bahşedecek olan bu hasletlere merbuttur. Binaenaleyh rehber ve muslıh olabilecek havassın daha doğrusu havassı ve muslıh olabilecek havassın daha doğrusu havassı havassın melekâtı müslihanesiyle onlara peyrev olacak avammın melekâtı salihası ahkâmı mütefavit olabileceği gibi devri ıslah ile devri salâhın da ahkâmında tefavüt bulunabilir ve bu noktai nazarla infakı küllî avamm için hayır yerine şerr-ü zarar intac ederken ehli vilâyet olan ekâbiri Havass için hayrı mahız ve hattâ vazıfe bile olabilir. Şu da unutulmamak icab eder ki, sırf infakatı hayriye yüzünden iflâs etmiş, perişan olmuş bir zengine tesadüf edilmemiştir. Halbuki hevai nefsanî yoluna sarfedilen gayri meşru infakat ile nice hanümanlar söndüğü daima meşhuddur. Hatta muamelâtı ticariyedeki iflâsların ekserisi ve belki hepsi bir taraftan fazla kazanmak hırsıyli girişilen muamelâtı fasidenin, diğer taraftan hissi iddıhar ve ihtikârın icab ettiği habsi servet ve tazyikı a'malin netaicidir ki, bunların cümlesi (........) mazmununa dahildirler. Tedavüli serveti te'mim ve tesri' eden infakatı hayriyede ise bu tehkükelerin hiç biri yoktur. Bunlarda (........) hükmü caridir. Ya'ni infakatı hayriye behemehal müsmirdir. Şu kadar ki, bunun semeratı muhtelifesindeki ezvak ve tena'um eşhasın ve ahvalin ıhtilâfiyle muhtelif olabileceği gibi bir takım kimselerde de bu semerelerin müddeti idarik kadar sabr-ü tahammül bulunmıyabilir. Bunun için sureti umumiyede infaktan bahsedildiği zaman balâda beyan olunduğu üzere «melûm-ü mahsur» kalmak endişesinden azade bir surette ıktısad-ü itidal unutulmak lâzım gelir. Fakat beşeriyeti gafile hevâ ve heves yolunda neticesiz, semeresiz, istihlâki mahz olan nice nice masarifi bihude bile emvalini israf etmekte ifrat eyler de infakatı hayriyeye gelince bunda ıktisad-ü itidal şöyle dursun kırkta bir zekâtını vermekten bile kaçınır. Öyleleri vardır ki, oyun masalarında avuc avuc paraları hevaya atmaktan korkmaz da beri tarafta devlet-ü milletin eksiğini düşünmez, karşısında yoksulluktan kıvranan hemşehrisinin, hemcinsinin kursağına bir lokma ekmek yediştirmekten tiksinir, kıskanır. Fazla olarak ona karşı görüyor musun işte sen açsın ben tokum, sen inlersin ben zevk ederim gibi bir hissi gurur ve iftihar ile çalım da satar düşünmez ki, ferdin sefaleti hey'eti içtimaiyenin sukutudur. Ve hey'eti içtimaiyenin sukutu sefaleti erinde, gecinde bütün efradına saridir. Düşünmez ki, bir insanın muhitındaki sefalet-ü ihtiyaç kendi sefalet-ü ihtiyacıdır. Serhadlerdeki gedikler hanenin gedikleridir. Âilesinden, akribasında, komşusunda, hemşehrilerinde, hencinslerindeki açlıkların, hastalıkların, perişanlıkların, felâketlerin hepsi insanın kendi mevcudiyetindeki rahnelerdir. Fukaraların gözleri önünde açık lokantaların süslü masalarında ve yahud velvelei hây-ü huyı etrafı çınlatan gümbürtülü hanelerin yemek salonlarında hayatı umumiyeye göz yumarak kahkahalarla yeyib içen, servetler israf eden erbabı gaflet düşünmez ki, fazla kaçırdığı her lokma belki bir fakırin bir iki günlük, kuti lâyemutu olurdu. Bir lokma belki binlerle kimselerin hakkı hayatından sıyrılmış, sızdırılmış bir hasılei sa'y-ü amel bulunuyordu. Düşünmez ki, her kahkaha bir çok erbabı ihtiyacın gayzı derunîsini kaynatacak, ehli iffetin kuvvei tahammüliyelerini çatlatacak, namuskârları fesadlara, sirkat-ü şekavetlere sevkedecek bir mıdrabı heyecan olabilir. Evet, kuvvet nedir bilmezsin ey mağrurı mahvet sen Ezer bir müşti kudret beynini yevmi mesarinda Ekseriyet bu hasleti gafilede iken alel'ıtlak infaka tergib, i'tidali te'min ile salâh ve müvazenei içtimaiyeyi istihdaf ve te'min eder. Ondan sonra infakta ifrat ile zenginlerin fakırleşmeğe başladığı ve bu suretle muvazenei içtimaiyenin bozulacağı zaman gelince de (........) irşadına lüzum vardır. İnsan düşünmelidir ki, hiç bir kimsenin kesbi ni'metinin ılleti kâfiyesi değildir, Bunda evvelâ hâlikın mevahibi fıtriyesi vardır. Her doğan çır çıplak, fakır ve muhtac olarak doğar, umuma küşade, olan bu sufrai hılkate konar. Bir sineği def'etmeğe kudreti yokken etrafından kendine nasıbi kadar ni'metler sunulur. Sunulan ni'metleri alıb, hazmedecek kabiliyyetler bahşedilir, feryadlarına cazibeli, müessir nağmeler konulur, etrafında bunlara cevab verecek hizmetciler ta'biye edilir, ne suretle olursa olsun devri kesbe kadar yaşamış olan hiç bir ferd yoktur ki, bunlardan hali kalmış bulunsun binaenaleyh her kesb birinci mertebede hâlıkın bu in'amlarına borçludur. Bu suretle defteri hayatın ilk hisabı zimmet sahifeleriyle açılır. Saniyen hayatı beşerde her kesb bir çok kesblerin hıssai teavününe medyundur. Hiç bir kesbi ferdî tasavvur olunamaz ki, onda cemiyetin bir zâmanı, diğer efradı cemiyetin bir alâkai iktisabı karışmamış bulunsun. Tok, sofrasında karnını doyururken anda karşıdan geçen bir açın henüz ödenmemiş bir hakkı bulunmadığı iddia edilemez. İktisabatı gayrı meşruaıy kale almıyalım, fakat en hukukî olan iktisabatın mübadele esasına müstenid olduğu tasavvur edildiği zaman ribh-u ticaret zaruret ve ıhtiyaciyle alâkadar olan mübadelenin tam bir müvazene üzerinde yürümiyeceği ve binaenaleyh bu yüzden tevzi' emvalde bir çok açıkların teraküm etmesi de zarurî bulunacağı gibi serveti umumiyede hıssasi sebkeden emsalsız bir takım amal-ü mesainin hayatı Dünyada kabili mübadele emsal ve esmanı bulunamıyacağı da teemmül edilirse her yenen lokmanın pek derin hukuk ile alâkadar olduğu ve bu hukukun edası mübadele kanunlarından başka infakatı hayriye kanunlariyle mümkin olabileceğini anlamak kolay olur. İhtimal ki, bir lokmanın karşısında yutkunacak fakır onu kaniyle, caniyle temin eden bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Böyle de olmasa nef'i hayat için yaradılmış olan malı habs veya itlâf edib de ifnayi hayat etmek ne büyük haksızlıktır, gafleti beşeriye ile bu ince ve derin vazıfeleri düşünmiyen zenginlerin bir çoğu servetleri boşu boşuna sarf veya kilitli yerlerde habsetmekten zevk alır, hey'eti içtimaiyesiyle ve onun evlâdı olan fukarasiyle gereği gibi alâkadar olmaz, ağhiya ile fukara arasında cidal-ü husumet ihdas eder, cemiyetin salâbetini bozar ve binnetice kendilerine zulmetmiş olurlar. Burada bilhassa bu sui istimalin islâhı sureti mutlakada matlûb olduğundan umumî itidale takrib için âyet, havassı ekabirin infakı küllî ile îsare müteveccih olan makamı vilâyetleri üzere varid olmuştur. Kur’ân’ın daha bir çok yerlerinde infakın mütenevvi' haysiyyetlerini gösterecek âyetler gelecektir, burada Kur’ân infakı, ahlakî ve içtimaî haysiyyetiyle beraber daha ziyade iktisadî noktai nazarla talim edib her şeyden evvel bize şunu gösteriyor ki,, kesb-ü istihsali tanzım etmek için evvel emirde gayei istihsal olan infakı tanzım ve tedavülü tesri' ve ta'mim etmek lâzımdır. Zamanımızda ilmi ıktisad erababının «istihlâk = konsumasyon» tabir ettikleri infak, sureti umumiyede iki neva ayrılır. Birisi, ferdî, içtimaî hiç bir menfaat terettüb etmiyen abes veya muzır ve habîs infaklardır ki, ıstihlâki mahzolan bu infakattan Hak teâlâ men-ü tahzir buyurmuştur. Diğeri, her hangi bir menfaati hayatiyeye masruf olan infakatı hayriyedir ki, emvali hayata kalbetmek demek olan bu infakat haddi zatında istihlâk değil gayei istihsaldir. Ve bu istihsal ne kadar umumî, ne kadar temiz ise kıymeti de o kadar yüksektir. Mesaisini ındallah hayatı ebediyeye kalbedib de Dünya ve Ahıretin havf-ü hüznünden kurtulmak istiyenler bu hayriyete, bu ahlâka, bu içtimaiyete, bu tarikı iktisada sülûk etmeli, bununla mütenasib kesb-ü istihsale sa'y-ü ıkdam eylemeledir. Bunun tam zıddına gidenlerin ahvaline gelince: (........) (........) KIRAET - (........) Asımdan Ebû Bekir şu'be ile Hamze kıraetlerinde (........) nin meddi ve (........) lin kesrile (........) Nâfi kıraetinde (........) nin zammile (........) Hafstan maadasında (........) ın da şeddesile (........) Ebû Amir ve Yakub kıraetlerinde (........) nın fethi ve «cimin» kesrile (........) okunur. RİBA; aslı lûgatte ziyadelenmek, fazlalanmak manâsına masdar olup faiz dediğimiz ziyadei mahsusanın ismi olmuştur. Lisanı şeri'de, bir akdi muavaza zımnında ıvazsız kalan her hangi bir fazla demektir. Riba bir muamelede hem ıvaz kasdı hem ıvazsızlık suretinde bir yalancılık bir tenakuzdur. Binaenaleyh bir akdi muavaza zımnında olmayınca riba tasavvur olunamaz. Cinsi, ölçüsü bir olan şeyler biribirlerile mübadele edildiği zaman iki bedel beynindeki tefazul tahakkuk edebileceğinden o vakıt ziyade tahakkuk eder. Yani mıkyası riba' cins ve mıkdar veya her biridir. Akdi muavazanın esası malı mala bitterazı mübadele demek olan beyidir ki, bey'i menfaat demek olan icare de buna mülhaktır. Gerçi bey'i bazan ribh ifade eder. Fakat bu ribih bir değil lâakal iki akdin semeresi olduğundan ıvazsız olamaz. On kuruşa alınna bir şey on bir kuruşa satıldığı zamandır ki, bir kuruş kâr denilir. Riba ise bir akid zımnında olur. Bir akidde cins ve mıkdarı müttehid iki mal biribirine tekabül ettirilerek mubadele edilmiş olduğu halde arada bir tarafa bedelli olmak üzere verildiği halde karşılığı yokdur, Meselâ birine bedelini bilâhare almak üzere karzan on lira verdiğiniz, harcetti, bir müddet sonra yerine on lira getirib verdi, verdiği anda bu muamele bey'ı saft suretile iki on lirayı bir mukabeledir. Bunlar cins ve mıkdarında tamamen mütekabildir. Fakat o on lira yerine, meselâ on lira on kuruş verilirse bu on kuruş açıktan, bedelsiz verilmiş bir ziyadedir. İşte bu ayet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş nukud ikrazile riba devri caliliye Arablarında ma'ruf idi. Hatta agniyasının alelkekser yediği içtiği hep riba demekti, biri diğerine bir va'de ile altın veya gümüş bir mikdar para ıkraz eder ve o müddet için mıkdarı istıkraza aralarindaki terazıye göre bir mıkdar ziyade de şart eylerdi. Bu âyet nazil olduğu zaman beyinlerinde en meşhur olan riba bu idi. Her hangi bir borçta va'de hulûl ettiği zaman borçlu veremezse alacaklısına «veremiyeceğim, irba et ya'ni artır» derdi, yine bir mıkdar daha riba zammedilir ve bu suretle va'de yenilendikçe borcun mıkdarı artardı ve arta arta aslının bir veya bir kaç mislini bulurdu. Aslı deyne re'sülmal ve ziyadesine riba ta'bir edilirdi. Her va'denin tecdidinde zammedilecek ribanın yalnız re'sülmal hisabile veya evvelkinin re'sülmale zammile mecmuu üzerine yürütülmesi de şekli terazıye tabi olurdu ki, zamanımız ta'birine göre biri basit faız, biri mürekkeb faız demektir ve ribanın re'sülmale geçib az'âfı muzaaf olması faizı mürekkebde daha seri olmakla beraber ikisinde de vakı olur. Cihanın bu günkü faiz muamelâtı da mahiyyeten devri cahiliyenin bu âdetinden başka bir şey değildir. Zaman zaman faız mıkdarının ve eşkâlinin çoğalması veya azalması ise mahiyyeti muameleyi tebdil etmez. İşte urfi Arabda riba, tam ma'nasiyle zamanımızda nukudun faizı veia güzeşte veya neması ta'bir olunan fazlasıdır. Bunun karzdan başka düyunatta tatbikı dahi böyledir. Şüphe yok ki, lûgate nazaran bunun en munasib ismi riba, ziyade, fazla, artık olmak lâzım gelir, büna faiz veya nema ıtlakı (........) medlûlünce bey-ü ticarete teşbihen verilmiş yalan bir ıtlaktır. Ribanın ziyadei nukudda mütearef olan bu ma'nası şeri'de diğer emvale ve nesieye dahi tatbik olunmuştur. Netekim (........) Hadîs-i şerifi mucebince muamelei sarrafiye de mücerred nesie ya'ni veresi başlı başına bir ribadır. Kezalik (........) diye hurmayı, tuzu, altını, gümüşü, hasılı altı şeyi ayni vechile sayan meşhur hâdisi şerifte fadıl hem yeden biyedin pişîn ve hem mislen bimislin müsavi mukabili olduğundan müsavi olduğu halde pişîn olmamak suretiyle tahakkuk eden fazlın sırf veresi olmaktan ibaret ziyadei hükmiyeye şümulü müttefekun aleyhtır. Bununla beraber bu hadîste ribanın gümüş nukuddan maada şeylerde dahi tahakkuku gösterilmiştir ki, bunlar urfi lûgatte ribadan ma'dud değil idiler. Binaenaleyh riba kelimesi ma'nayı örfîsinden ta'minen menkul bir ismi şer'î olmuştur. Böyle olduğu şununla da müeyyeddir ki, Hazret-i Ömerülfaruk radıyallahü anh (........) = ribanın gizli olmıyan bir takım ebvabı vardır ki, sinde ya'ni hayvanda selem bu cümledendir.» buyurmuştur ki, bu bir taraftan ribanın ebvabı hafiyyesi dahi bulunduğunu tasrih etmiştir. Ahkâmı Kur’ân’da beyan olunduğu üzere yine Hazret-i Ömer demiştir ki, «riba âyeti Kur’ân’ın en son nazil olan âyetlerindendir» Hazret-i Peygamber sallalahü aleyhi vesellem bunu bize tamamen beyan etmeden irtihal etti. Binaenaleyh (........) = ribayı ve ribeyi bırakınız, ya'ni beyanatı mevcudeye nazaran riba olduğu açıktan ma'lûm olanları bıraktığınız gibi riba reybi, riba şüphesi bulunanları da bırakınız» buna binaendir ki, islâmda (........) hadîsi Nebevîsi muktezasınca alel'umum şübühattan ihtıraz bir nedb, bir takva mes'elesi olduğu halde bilhassa şüphei ribadan ihtıraz vacibattan olmuştur. Bunun için ilmi Fıkıhta «şüphei riba, ribadır, zira ribada şüphe mu'teberdir» diye bir kaide vardır. Müslümanların bunları bilmesi icab eder. Zikrolunan eşyayı sitte hadîsiyle nususı sairenin ıstıkrasından Eimmei Hanefiyenin istinbatına göre gerek nukud ve gerek sair emvalde ribanın ılleti, mıkyası iki şeydir: cins, mıkdar, Fakat Şafi'ıye nukuddan maadasında bunlardan başka ta'mı, Malikiye de kut ma'nasını ilâve eylemişlerdir. Ahkâmı riba, bı'seti seniyyenin son senelerinde ve fethi Mekke sıralarında nâzil olmuştur. Ve hattâ tatbikatı umumiyesi ile i'lânı Haccetülvedaa müsadif bulunmuştur. Bu sıralar ise (........) âyeti mucebince dini islâmın devrei ikmali bulunuyordu. Evvelâ surei Ali ımrandaki (........) ba'dehü bu âyetler nâzil oldu. Bu bize gösterir ki, ribanın ref'i bir gayei tekâmüldür. Riba cari olan hey'eti ictimaiye henüz tekemmül etmemiştir ve tekemmül etmiyen akvam ve milelden de riba ref'olunamayacaktır. Ahlâkı dinîsi yükselmemiş, teavüni içtimaîsi ağızlardan kalblere geçmemiş, ictimaiyyetleri tağallüb ve tahakkümden kurtulub dairei uhuvvete girmemiş olan cemiyyetler ribadan kurtulamazlar, kurtulmadıkça da marzıyi hakkolan kemali ahlâkî ve ictimaîyi bulamaz, menafi'ı âmme ile menafiı hassa tesadümünü ref'edemezler. Her hangi bir hey'eti içtimaiyyede fâizsiz yaşanamıyacağı hissi çoğalmıya ve fâizin meşruiyyetine çareler aranmağa başladı mı orada sukut ve inhıtat ve devri cahiliyeye irtica' başlamıştır. Iztırar ise ibaha kapısını açar, bu günkü cemiyyeti beşeriyenin riba devrinden kurtulabilmesi ciddî bir salâhı ictimaî iktisab etmesine mütevakkıftır. Fakr azalıb salâhı ictimaî ilerledikçe fâizler tenezzül edecek ve bir gün gelib kalkacaktır. Fakat riba devam ettikçe de servetler inhisardan kurtulmıyacak, fakr azalmayacaktır. Umumî noktai nazarla bu günün Dünyasında fâizin ref'i bir mefkûre olarak düşünülmeğe başlamış ise de doğrusu temayülâtı hazıra henüz ref'i değil tenzili üzerinde dolaşabilmektedir. İşte bütün Dünyanın henüz tahakkuk ettiremediği bu ümniyye mintarafillâh içtimaiyyeti islâmiyede tahakkuk etmiş idi. Bu suretle Kur’ân ve dini islâm hali hazırdaki bütün beşeriyyete dahi en yüksek bir tekâmülün ilhamını bahşedecek bir kitabı mübin, bir kanunı ilâhîdir. Iktısadı amını te'min için infakı hayır usulünü ta'mim eden cemiyyetler fakrın tedavisini ahassı amâl ittihaz eyler, bil'akis tevziı emvalde riba usullerini tervic eden cemiyyetler dahi servette inhisar ile fakrın ta'mimini istihdaf, eylerler. Fâizci riba almak için daima bir muhtac gözetir. Ve her riba bir bedel verilmeden alınan açık bir fazla olduğu için muhtacın ihtiyacını tehvin yerine sa'y-ü amelini mukabilsiz gasbederek dolayısile teşdid eder ve hakikatte o cemiyyet ribacılara münhasır olur. Fukara kısmı ne kadar faziletkâr olursa olsun cemiyetin haricinde ağyar vaz'ıyyetinde bırakılır. Bu da o cemiyyeti mütemadiyen ıhtilâle sürükler, nâ meşru' makasıdden doğan efkârı ıhtilâl ile fıtrî sebeblere istinad eden ıhtilâlin ise âzîm farkı vardır. Rahmeti ilâhiye ağniya ve fukarının bir teavüni samimî içinde sufrai hılkatten mütena'im olmalarını ıktıza ederken bunun zıddına hareket eden ve karşılarında fakr ihdas etmedikçe mütena'ım olmayacağını zanneden cemiyetler, hiç bir zaman ıztırab ve ıhtilâli içtimaîden kurtulamazlar. Böyle tevziı emvalde ribayı i'tiyad eden cemiyetlerin efradı için riba tiryakilerin afyonu gibi hasret çekilir bir ihtiyac halini alır. O zaman bir re'sülmale malik faziletkâr ferdlerin de bundan tevakkisi müteassir olur. Hepsi çar-ü naçar bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu müşkilâtı ıktiham edib de etrafındakilere bir nefes aldırabilen eazım balâdaki (........) tebşirine ma'sadak olurlar. Ribacılar ise ebedî bir sar'ai ıhtilâlin ıhtılâcatı içindeki kıvranır giderler. İşte Hak teâlâ bunların bu hallerini beyan için buyuruyor ki, |
﴾ 274 ﴿