ÂL-Î İMRÂN

İşbu Ali Imran suresi medenî olduğuna bütün müfessirînin ittifâkı vardır. Medinede nâzil olmuştur.

Ve iki yüz âyettir. Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, Sûrei istiğfar ve Tayyibe dahi denilir. Sûrei Bakare ile buna «Zehraveyn» tesmiye edildiği de geçmiş idi.

Âyetleri iki yüz,

Kelimatı üç bin dört yüz seksendir.

Muhtelefünfih âyetler - (........), (ikinci) (........) (........) . (........) ve bazılarının kavlinde (birinci) (........)

FASILASI - (........) mecmuu: (........) ancak bir fasıla (........) üç fasıladadır.

Âli Imran, lisanımız tabirince Imran familyesi, Imran ailesi demektir, görüleceği üzere bu surei celilenin en mühim makasıdından biri, dini hakkı takrir ve onun hakkı hâkimiyyetini te'yid ve ilân edib Nasârânın ülûhiyyet iddiasiyle ifrat, bil'akis Yehudîlerin de bir takım kadh-ü isnadat ile tefrıt ettikleri Hazret-i İsa mes'elesinin halli ve bu suretle asılları bir olduğu halde ruhı diyaneti gaybettirmiş ve hırs-u taassub ile tarafeyni tahrifi hakaika sevkeylemiş olan bu münazaa ve mücadele yüzünden ikisi bir yere gelmek ihtimali kalmamış bulunan bu iki din mensubları arasında te'mini sulh-ü müsalemet için hakem olmak üzere yetiştirilmiş olan ümmeti vasata her hususta hakk-u batılı tefrik eden bir ferman bahşetmek olduğundan bu sure müşarünileyhin nesebini gösteren Âli (........)

ımran ismile tevsim olunmuştur. Ve sebeb-i nüzulünü Yehudîlerden ziyade Nasârâ teşkil etmiştir. İsimlerinden dahi anlaşılacağı üzere surei Bakare ehli kitabdan evvelâ Yahudîlere, bu surede evvelâ Nasârâya tevcihi da'vet etmiş, binaenaleyh surei Bakare birinci cüz'ünde görüldüğü üzere iptida ruh-u lisanı Tevrat ile, bu sure de bidayeten ondan doğmuş olan ruh-u lisanı İncil ile alâkadar olarak tahrifatı vakıayı izale ve akaidi nası tashih için âyâtı hakdaki temsilâtı tahkikata, müteşabihatı muhkemata irca' esasını öğretmiştir. Ve Allahü a'lem bu iki surenin müteşabihattan olan birer (.......) ile başlamış olmalarında bu hikmete de bir telmih vardır. Bu suretle bu iki sure beynindeki münasebet ve fark, Tevrat ile İncil arasındaki fark ve münasebet gibidir. Biri mukaddem biri tâli, biri asıl diğeri onun fer'i demektir. Biri mukaddem biri tâli, biri asıl diğeri onun fer'i demektir. Sûrei Bakaredeki icmallerin çoğu burada şerh-ü izah edilmiştir ki, bunlara «Zehraveyn» tesmiyesinde de buna işaret vardır. Sûrei Bakare (........) duasiyle hitam bulmuştu. Bu sure ise o duaya bir icabet olarak başlamıştı. Ve galebei diniyye ve ilmiyyenin galabei maddiyyeden ehem ve onun bir şartı mütekaddimi olduğunu tefhim için evvel emirde nusreti ilmiyyeyi te'min etmiştir. Bu sevk-u münasebet iki sureyi biribirine öyle raptetmiştir ki, birinin ahıriyle diğerinin evveli surei Bakarede (........) diye Âyetelkürsînin makabline irtibatı şeklini ahzetmiş ve bu (........) o (........) in bu noktasında toplanan bütün hakaik ve vazaifi ıhtar ederek başlamıştır. Binaenaleyh zehrayı ulâ ile zehrayı saniye birbirlerine büyük ve küçük iki hemşire denecek kadar mütekarib bir ana ile bir kız vaz'iyyetindedirler. Hasılı bu iki surenin alelumum mündericatları i'tibariyle aralarında bir çok cihetten telâzüm ve tenazur vardır ki, bunlardan kıssai Âdem ile kıssai İsanın temasülünü zikretmek kâfidir.

SEBEBİ NÜZULÜ - Mukatil İbn-i Süleyman bu surenin evvelinde ba'zı âyetlerin nüzulü yine Yehudîler olduğuna, Muhammed İbn-i İshak da surenin ibtidasından mübahele âyetinin nihayetine ya'ni (........) âyetinin başına kadar sebeb-i nüzulü Nasârâ olduğuna kail olmuşlardır ki, Cumhûrı müfessirîn bunun üzerindedirler. Çünkü surenin tevhid ve tenzihi ilâhî ile başlaması evvel emirde da'vayı Nasârâ aleyhindedir. Bu iki rivayetten bazı âyetlerin bilhassa Yehudîler veya her ikisi dolayısiyle nâzil olmuş bulunması neticesini almak da mümkindir. Filvaki (........) iki âyetin Yehudîler hakkında olduğu daha kuvvetle mervidir. Yehudîlerin Hazret-i İsaya buğuzları ve validesine kazifleri nübüvvetini ve İncili inkarları diğer âyetlerin nüzulüne de sebebiyyet verebilires de daha ziyade buna Nasârânın Resulullah ile olan bir münazarası sebeb olmuştur ki, bu suretle rivayet edilmektedir: Resulullaha Necrandan murahhas olarak bir hey'eti Nasârâ gelmişlerdi ki, buna «vefdi necran» denilir, bunlar altmış süvari olub içlerinden on dördü büyükleri ve bu on dördün içinde üçü de en büyükleri idiler. Bunların birisi El'âkıb dedikleri emîrleri ve sahib reyleri «Abdülmesih» ikincisi seyyid ta'bir ettikleri vezir ve müşirleri (........) üçüncüsü de âlimleri ve üskuf ya'ni piskosposları ve reisi tedrisleri idi ki, ismi Ebû Harise İbn-i Alkame ve kendisi beni Bekr İbn-i vâilden birisi idi. Dini Nasraniyyette tedrisatı, hizmeti, sa'y-ü ictihadı ve ilmi ile şöhretyab olduğundan Rum mülûkü tarafından mazharı i'zaz ve ikram olmuş bir çok mallar verilmiş, tahti idaresinde hayli kilisalar yaptırılmış idi. Bu altmış miyanında biraderi Kürz İbn-i Alkame dahi yanında bulunuyordu. Bunlar gelmişler, bir gün ikindi namazından sonra Mescidi saadette huzurı risalete girmişlerdi, üzerlerinde süslü cübbeler, fahır ridalerle Papas elbiseleri vardı. Bunları gören bazı Eshab-ı kiram biz böyle bir vak'a görmedik demişlerdi. O sırada onların da namaz vakitleri gelmiş olduğundan Mescidi saadet içinde namaz (........)

kalkmışlar, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem de «bırakınız kılsınlar» buyurmuş, Meşrika müteveccihen kılmışlar. Piskopos Ebü harise, Âkıb Abdülmesih, Eleyhem Seyyid, üçü Hazret-i Resulallah ile mükâleme etmişler ve bir kaç gün Medinede kalmışlardı. Esnayı mükâlemede Hazret-i İsaya gâh Allahdır diyorlar, gâh ibnullahdır diyorlar, gâh da salisü selâse diyorlardı. Allahdır demelerine «çünkü ölüleri diriltirdi, hastaları eyi ederdi, gayıbları haber verir, çamurdan kuş sureti gibi bir halk yapar, ona üfler, o da uçardı» diye ihticac ederler, Allah’ın veledi iddiasına «çünkü ma'lûm bir babası yoktu» diye istidlâl eylerler, salisü selâse, üçün üçüncüsü sözüne de «çünkü Allah «yaptik, kıldık» diyor, eğer bir olsa idi «yapdım» derdi diye istidlâl ediyorlardı, bunun üzerine Resulullah bunlara (........) islâma giriniz» buyurdu «biz senden evvel islâma girmişiz» dediler, aleyhissalâtü ves-selâm «yalan söylediniz, siz Allahü teâlâya veled isnad edib dururken islâmınız nasıl sahih olur» buyurdu «Allah’ın veledi değilse o halde bunun babası kim» dediler, ba'dehu Fahrı risalet onlarla şöyle bir münazaraya şüru' buyurdu:

Resulullah - Bilmiyor musunuz, Allah hayyü lâyemuttur, İsaya ise fena ârız olur?

Onlar - Evet.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, babasına müşabeheti olmıyan hiç bir veled yoktur?

Onlar - Evet.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, rabbımız her şey üzerine kayyumdur, onu hıfzeder, merzuk eder, halbuki İsa bundan hiç bir şeye malik midir?

Onlar - Hayır.

Resulullah - Bilmiyor musunuz, Allahü teâlâya yerde ve gökte hiç bir şeyi hafi değildir, İsa ise Allah’ın bildirdiğinden başka bunlardan bir şey bilir mi?

Onlar - Hayır.

(........)

Resulullah - Rabbımız İsayı rahimde dilediği gibi tasvir etti bunu biliyor musunuz?

Onlar - Evet.

Resulullah - Rabbımız, yemez, içmez, hadesten münezzehtir, bunu da biliyor musunuz?

Onlar - Evet.

Resulullah - O halde İsa zu'mettiğiniz gibi nasıl olur? Buyurdu, onlar da sükût ettiler.

Maamafih sonra yine inad ettiler de «ya Muhammed! Sen onun (........) = Allah’ın kelimesi ve ondan bir ruh» olduğu zu'munda değil misin? dediler «evet» buyuruldu, «eyh, işte bu bize yeter» diye cehudluğa gittiler. Allah da bu surenin evvelinden seksen küsur âyet inzal buyurdu ki, (........) âyeti bu cuhud ile alâkadardır. Allah nihayet (........) âyeti ile onları mübaheleye, ya'ni açıktan mülâaneye da'vet etmesini hazreti Peygambere emr etti, Rasulullah da bu daveti yapınca «ya Ebel Kasım bizi bırak, işimizi görelim de sonra gelir, dediğini yaparız» dediler kittiler, beyinlerinde konuşdukları zaman o üçten birisi: «Anladınız ya Muhammed hakikaten nebiyyi Mürsel, sahıbiniz hakkındaki niza'ı ne güzel hall'ü fasl etti. Bilirsiniz ki, her hangi bir kavim bir Peygamber ile mülâaneye kalkışırsa büyüğü küçüğü mahv olur, Eğer bunu yaparsanız kökünüz kazınır, madam ki, olduğunuz dininizde kalmak isteyorsunuz, bu zatla müvadea ve müsaleha akd ediniz, memleketinize gidiniz» demiş, bunun üzerine geldiler «ya Ebel Kasım! biz seninle mülâane etmemeğe ve seni dininde bırakıb biz de kendi dinimizde kalmaya karar (........)

verdik, binaenaleyh ashabından bize bir zat gönder de mallarımızda ıhtilâfımız olan şeylerde bize hâkim olsun, zira biz senden razıyızı» dediler, Aleyhissalatü vesselâm «öğle sonu bana geliniz de sizinle beraber kaviy, emin bir hakem göndereyim» buyurdu. Hazret-i Ömer der imiş ki, «ben hiç bir zaman imareti hoşlanmadım, fakat o gün benim ta'yin olunmamı ümid etmişdim, Öğle namazını kıldık, Rasulullah sağ ve solun atfı nazar ediyordu, ben de beni görsün diye uzanıryordum. O mütemadiyen göz gezdiriyordu. Nihayet Ebû Ubeydutibnilcerrahı gördü, çağırdı, «Onlarla git, aralarında vakı' olan ıhtilâflarında bir vechi hal hükm et» buyurdu. Bir kerre arzu ettiğim bu me'muriyeti de Ebû Ubeyde alıb gitti» ilah...

Hasılı Necranlılar dini İslâma girmemiş iseler de akdı müsaleha ile tabi'ıyyeti İslamı kabul etmişler ve bir hâkim alıb gitmişlerdi. Ancak bu hey'et içinde piskopus Ebû harise İbn-i Alkamenin biraderi Kürz İbn-i Alkame kabul islâm etmiş ve bu babda ma'lûmat da vermiştir. Ezcümle «Necrandan hareket ettikleri sırada biraderi piskapos Ebû Harisenin yanında imiş, beraber gelirken Ebû Harisenin bindiği katır bir hayvanlık etmiş, Kürz (........) = o ebede kahren» demiş ve bununla Rasulullahı kasdediyormuş, biraderi Ebû hârise «Hayır anan kahrolsun» diye mukabele edince «niçin birader» diye sormuş, cevaben «vallah o bizim intizar etmekte olduğumuz Peygamber» demiş, Kürz «O halde bunu biliyorsun da ondan seni men' eden ne?» diye sual eylemiş, o da «çünkü, şu kırallah bize bir çok servetler verdiler, ikramlar ettiler, şimdi buna iman etsek hepsini elimizden alırlar» diye cevab olduğunu ve bu cevab Kürzün kalbine bir ukde olmuş, nihayet vak'anın cereyanını ta'kib ettikten sonra kabuli islâm eylemiş olduğunu kendisi hikâye etmiştir. (........) muktezasınca hubbi Dünya bir çokları işte böyle kabuli haktan men'eylemişdir. (........)

âyeti bu haleti ruhiyyeyi ne güzel anlatmıştır. (........) . (........)

Mu'cemülbüldanda tefsıl olunduğu üzere Necran, Yemende, Havranda, Kûfe cıvarında olmak üzere bir kaç kasabanın ismidir. Burada Yemen Necranidir ki, Yemenin Mekke tarafında ve Arabistanın merkezi nasraniyyeti olan ehemmiyyetli bir kasaba idi. Nasraniyyet ta ibtidayi zuhurunda hazreti İsanın getirdiği safveti asliyyesiyle Ceziretülarabın evvelâ bu kasabasında intişar etmiş ve bu intişar Yemen hükümdarları tarafından «Uhdud» vak'alariyle basdırılmak istenilmiş idi ki, Sûrei bürucda tafsıli gelecektir. Bilâhare dinlerine bid'atler karışmış, safveti asliyyesi bozulmuştur. Bu kasabada Abdülmedan İbn-i deyyanihârisî tarafından bina edilmiş bir kilise varmış ki, Kâ'bei muazzamaya karşılık olmak üzere buna «Kâ'bei necran» namını vermişler ve çok ta'zım ederlermiş ve bunda bir haylı esakıfe -piskaposlar- bulunurmuş ki, hazreti Peygambere gelen hey'et bunlardan idi. Bu Kilise Necranda bir nehir kenarında olub o zaman Abdulmesıh İbn-i Daris İbn-i Adî ibnimu'tellin tahti hükmünde imiş ve bu şehirden on bin dinar kadar varidat alırmış. Bu Necran hicretin onuncu senesi sulhan fethedilmiştir. İşte nusratı İlâhiyeden ilmî amelî bir numune:

(........)

(........)

1

(........)

(........)

1 ﴿