3

Size şunlar haram kılındı: ölü, kan ınzir eti, Allahdan başkâsının namına boğazlanan, bir de boğulmuş, yahud vurulmuş yahud yuvarlanmış, yahud süsülmüş, yahud canavar yırtmış olub da canı üzerinde iken kesmedikleriniz ve dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve zararla kısmet paylaşmanız, hep bunlar birer fisk (yoldan çıkıştır) bu gün kâfirler deninizi söndürebilmekten ümidlerini kestiler, onlardan korkmayın, yalnız benden korkun, işte bugün sizin için dinininiz kemale yetirdim, üzerinizdeki ni'metimi tamâma irdirdim, ve size din olarak islâma rıza verdim, şu kadar ki, her kim son derece açlık halinde çaresiz kalırda günaha meyl maksadı olmaksızın onlardan yemeğe muztarr olursa elbette Allah gafur, rahîmdir

(.........) size şunlar haram edildi:

1- (.........) Meyte -ya'ni zebihsiz olen, daha doğrusu tezkiyesiz ölen»- meyte canlı mukabili ölü demek değil, hiç biri te'siri haricî olmadan ölen demek de değil, mezbuh mukabili ölü, (.........) tam ma'nâyı şer'îsiyle söylenecek olursa (.........) mukabili ölüdür ki, aşağıda gelecek olan (.........) bu tekabülü gösterecektir.

2- (.........) Dem, ya'ni kan -ki, murad demi mesfuh olduğu diğer bir yerde ezcümle Sûre-i «En'am» da mübeyyendir. Meyte,meyte, dem de, dem olduğu için liayniha pis ve haramdırlar. Fakat kanın böyle hurmeti şunu Meyte eder ki, meytenin haram olmasında akabilecek kanın temamen içinde kalmış olmasının da az çok bir hıssası vardır. Ve meytenin ma'nâsında bu dahildir. Ba'zı müşrikler meyteyi yerler ve «kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz

da Allah’ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?» derlermiş. Kezalik kanı bağırsaklara doldururlar ve kızartır, müsafirlerine yedirirlermiş.

3- (.........) Domuz eti» -ki, Sûre-i «En'am» da (.........) buyurulduğu üzere domuzun kendisi aynen necistir. Domuz eti de domuz eti olduğu için liayniha haramdır. Domuz kendisi alel'ıtlak haram olduğu halde burada (.........) denilmeyib de (.........) denilmesi aşağıdaki tezkiye istisnasına bunun hiç taallûku olamıyacağını iyi anlatmak içindir.

4- (.........) Zebhedilirken üstüne Allahdan başkasının ismi çekilen ve meselâ «bismillâti vel'uzzâ» denilen» -ki, beraberindeki bismillâh gerek denilsin ve gerek denilmesin. Bu da Allah’ın gayrısı namına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaradan, insana musahhar eden ve buna onu kesmek hak ve kudretini veren Allah olduğu halde o hayvanı Allahdan başkasının namına kesmek bir zulmi azîm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da ma'nevî ve hukukî haysiyetle murdar ve haramdır.

Bu dört esastır. Bundan sonrakiler şer'an bunların şümulünde dahidir. Onun için bir çok âyetlerde yalnız bunların zikriyle iktifa olunmuştur. Fakat cahiliyyede bir takım kimseler meyteyi yemedikleri halde meyteyi bir te'siri haricî olmaksızın kendi kendine ölen diye telâkkı ederler ve hakıkatte meyte kabilinden olan bervechi âtî ölüleri yerlerdi ki, müslimanlar haricinde böyle kimseler hâlâ vardır. Binaenaleyh burada şer'an meyte aksamından ba'zıları şu suretle tafsıl olunuyor:

5- (.........) Boğulan -ya'ni gerek takıldığı iple ve gerek kemendile ve gerek el ile ve gerek ağaç ve taş

arasına sıkışarak, velhasıl her hangi bir suretle nefesi tıkanarak boğulub ölen.

6- (.........) vurulmuş -ya'ni yakından veya uzakdan her hangi bir darbe ile vurulub ölmüş olan,

7- (.........) Tereddî eden -ya'ni yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşüb helâk olan,

8- (.........) Tosuşan -ya'ni süsülmüş ve süsmüş olan- at veya diğer bir hayvan ciftesile ölen de bu ma'nâda olmakla beraber daha evvel mevkuzede dahildir.

9- (.........) Sebu' ya'ni canavar yiyen, yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen»- belli ki, bundan maksad hayvanın boğazına giden değil, artığı ve hattâ yırttığıdır.

SEBU'; «nâb» ta'bir olunur sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurd, köpek vesaire gibi adeten saldırır, kapar, carih, katil her hangi bir yırtıcı hayvan demektir ki, muhleb ta'bir olunur, pençesi bulunan yırtıcı kuşlar dahi ayni ma'nâda dahildir. Lisanımızda canavar «cânver» ismi üç ma'nâ ile isti'mal olunmuştur. Birisi canlı ma'nâsına alel'umum hayvan demektir ki, bu isti'mal şimdi kalmamış denecek kadar nadirdir.

İkincisi bilhassa hınzıra veya kurda ıtlakıdır ki, kara canavar ve boz canavar diye tefrık olunur.

Üçüncüsü cana saldıran yırtıcı hayvan demektir ki, örfümüzüde canavarın asıl ma'nâsı budur, sebu' de bu demektir. Cahiliyyede meyteyi yemeyenler içinde de münhanikadan buraya kadar ta'dad olunan beş ölüyü yiyenler bulunuyordu. Netekim elyevm hıristiyanlar domuz etini yedikleri gibi mevkuzeyi de yerler ve bilhassa domuzu tepesinden ağır bir demirle «vakz» ederek yerler. Gûya bunları, bir ılleti, dahiliyye ile ölmeyib bir insan veya hayvan fi'l-ü te'sirile ölmüş olduklarından meyte gibi değil mezbuh gibi telâkkı ederler. Halbuki bunların beşi de zebh ile kanları akıtılmamış olduğundan temamen meytedirler ve haramdırlar.

(.........) Ancak tezkiye ettikleriniz müstesnadır.

Ya'ni henüz canları çıkmadan yitişib zebh ile hayatlarına hıtam verdikleriniz haram değildir.»- Binaenaleyh debelenirken, henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu oynatır veya bacağını depretirken bile yetişilib kesilebilenler halâl olur. Ba'zı müfessirîn işbu (.........) istisnasının istisnai münkatı' olduğuna, ya'ni yukarıda zikrolunan hiç birini hurmetten ihrac etmiş olmayıb hepsine mukabil olarak halâl olanların tekabülünü ifade etmekten başka bir şey değildir. Diğer ba'zı müfessirîn ise bu istisnanın en sondaki (.........) fıkrasına muhtass bir istisnai muttasıl olduğunu söylemişlerdir. Zira lâfzan akreb olan budur. Bir de bunun mefhumı lûgavîsiyle mefhum: şer'îsi beyninde bir fark yoktur. Halbuki makablindeki natîha, müterddiye, mevkuze, münhanika mefhumı lûğavîlerinden başka mevt ma'nâsını da mutazammın olarak meyte aksamından birer ismi şer'îdirler. Binaenaleyh onlara nazaran istisna ancak münkatı' olabilir. Bir istisna ise hem muttasıl, hem munkati' olamıyacağı ve muttasıl mümkin iken munkatı'a gidilemiyeceği için bu da muttasıl olarak yalnız sonuncuya merbut olabilir. Ancak bunların mevt ma'nâsını tazammunları aslı mefhumlarına nazaran değil, istisnayi mülâhazadan sonra hukmi hurmete nazaran olduğu ve ma'nâyı şer'îleri de bununla takarrur ettiği mülâhaza edilirse (.........) makablindeki (.........) den münhanikaya kadar beşinden bir istisnai muttasıl olduğu anlaşılır. Meselâ münhanika mefhumu lûgaten ölmüş ve ölmemiş olana şamil bulunduğundan

henüz ölmeden kesilebilenler hurmetten ihrac edilmiş, ölmüş olanlarda haram kısmında kalmış bulunur. Filvakı' Hazret-i Ali, İbn-i Abbas, Hasen, Katade bunun münhanikadan (.........) a kadar mecmuundan istisna olduğunu söylemişler, ve Cumhûrı müfessirîn de bunu ıhtiyar etmişlerdir. Ve maamafih bu üç sureti rabtın hiç birinde hukmi şer'îye nazaran bir ıhtılâf yoktur. Daha yukarıdaki dürde gelince: Bu istisnanın onlara hiç ittisali ve onlardan bir şeyi hurmetten ihrac etmesi ihtimali yoktur. Çünkü mezbuhun bir daha zebhi muhal olduğundan bir kerre (.........) ün (.........) e ittisali bulunmadığı bizzarure ma'lûmdur. Bunu atlayıb da daha üstündekilere merbut olamıyacağı da kavaidi lisan ile ma'lûmdur. Bundan başka balâda ıhtar ettiğimiz vechile hınzırın kesilmesi mümkin isede lâhmın zebh edilmesi mutasavver değildir. Kezalik kan ve meytede böyledir. Bunun için hiç kimse bu istisnanın münhanikadan daha yukarısına ittisali ıhtimaline kail olmamıştır. Ancak mecmuundan munkatı' olduğunu söyleyenler bulunmuştur. Binaenaleyh, o dört içinden tezkiye ile tahlil edilebilmesi melhuz hiç bir şey tasavvur olunamaz. Gelelim tezkiyeye:

TEZKİYE, (.........) sülâsîsinden (.........) dir ki, zekât yapmak demektir. Burada zekâtına yetişmek diye müfesserdir. Asa vezninde zekâ ve necat vezninde zekât lûgatte zebhetmek, ya'ni boğazlamak ma'nasınadır. Bu maddenin aslı, lûgatte bir tamamlanmak ma'nasiyle alâkadar olduğu beyan olunuyor. Netekim ateşin parlamasına (.........) denilir ki, tamam iştial demektir. Kezalik fehme (.........) denilir ki, tamamı fehim demektir. Sonra sinnin kemaline (.........) denilir ki, şebabın nihayetine gelib tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da kanını akıtarak ve harareti gariziyyesini teskin edecek hayatına temamen hıtam vermek demek olduğundan zekâ ve zekât tesmiye olunmuştur. İşte kelimenin lûgaten ma'nası ve esası budur. Ve bundan ma'nayı şer'îye naklolunarak (.........) bir ismi şer'î olmuştur ki, zebhı luğavîden min vechin ehass ve min vechin eamdır.

Evvelâ ehasstır. Çünkü gerek bu âyet ve gerek diğer hususa nazaran zekâtı şer'îde mevzu zekât ve kesilecek kısım, âlet, diyanet, Besmele gibi bazı şeraitı mahsusa mu'teberdir. Binaenaleyh her mezbuh müzekkâ değildir.

Saniyen zekâtı şer'îde dahi zebh asıl olmakla beraber av hayvanatında olduğu gibi zebha kudret bulunmadığı zaman mücerred cerh ve isalei dem ile veya zebh şanından olmıyan balıkda her hangi bir sebebi haricî ile hudusi mevt şer'an zekât olmağa kâfidir. Halbuki bunlara ne şer'an ne lûgaten zebh denilmez, bu suretle zekâtı şer'î, zekâtı ıhtıyar ve zekâtı ıztırar namiyle iki kısımdır. Zekâtı ıhtıyar mümkin olan yerde zekâtı ıztırar kifayet etmez. Bunları biraz tafsıl edelim:

EVVELÂ, zebhı makdur olan hayvanda mevzı'ı zekât «lebbe» denilen boyun dibinden, ya'ni gerdandan çene altına kadardır. Resulullah (.........) buyurmuştur. İmamı a'zam Ebû Hanife demiştir ki, «halkın, ya'ni boğazın esfeli, evsatı, a'lâsı hepsinde zebh lâbe'se bihtir.»

SANİYEN, kesilmesi vacib olan şey (.........) ta'bir olunan dört şeydir ki, (.........) ya'ni nefes borusu olan gırtlak, (.........) ya'ni yeyib içecek geçen mi'de yolu, bir de şah damarları ta'bir olunan iki damak ki, hulkum ile meri' bunların aralarındadır. Bunların dördü de güzelce kesildimi zekât tamamile ve sünneti veçh üzere yapılmış olur. Bu dörtten eksik kesilirse eimmei Hanefiyye «evdacın ekserisi kesilirse yenir, bunların her hangi taraftan olursa olsun üçü kesilirse yenir» demişler. Maamafih Ebû Yusüf şunu tasrıh etmiştir ki, «hulkum ve meri ve iki damarın biri kesilmedikce yenmez» İmam Malik ve Leys ise «evdac ve hulkum kesilmelidir, biri bırakılırsa olmaz» demişlerdir. Servî de «evdac kesilirse hulkum kesilmese bile beis yoktur» demiş, İmamı Şafiî Hazretleri de «zekâtın kifayet edecek ednâ derecesi hulkum ile meriyi kesmektir, vedeceyn, ya'ni iki damar da kesilmelidir. Maahaza bunlar kesilmez de hulkum ile meri kesilirse caiz olur» demiştir.

SALİSEN, âlet; evdacı yarıb kanı fışkırtabilecek keskince her hangi bir âlette beis yoktur, zekât sahihtir. Yerinde duran diş ve tırnak ile yarmak caiz değildir. Çıkmış tırnak veya kemik veya boynuz veya diş ile yarmak mekruhtur. Kezalik kör bıçakla da mekruhtur, Aleyhissalatü vesselâm buyurmuştur «Allahü teâlâ her şey'e ihsanı yazmıştır, binaenaleyh katle müstahık birini katlettiğiniz zaman da zabhi güzel yapınız, her biriniz bıçağını bilesin ve keseceği hayvanı rahatça yatırsın.»

RABIAN, diyanet, ya'ni kesenin Müslim veya ehli kitab olması, Müslim ile ıhramda bulunmaması.

HAMİSEN, besmele çekilmesi,

SADİSEN, zekâtı ıztırarî olan av mesaili bundan sonra da gelecektir. İşte zekâtı şer'î budur. Binaenaleyh (.........) ile olan bu maddeyi (.........) ile olan ve esasen «taharet ve nema» ma'nâsına gelen zekâ, zekât, tezkiye maddesiyle karıştırmamalıdır. Böyle bir galât ile (.........) tathir ve tasfiye ettiğiniz müstesnadır gibi bir ma'nâ vermeğe kalkışmamalıdır. Tezkiye ile pis hayvan temizlenmez, temiz hayvan pis ölmekten kurtarılır. Bu tafsıl ve izahtan maksadımız zamanımızda bir tabibin müslimanlara domuz eti yedirmek için yazdığı bir risalede düşmüş olduğu dalâleti ıhtar etmektir. Ma'lûmdur ki, domuz etinde muzır bir mıkrop (Trişin) bulunduğu son zamanlarda fennen anlaşılmıştır. Bu zat da evvelâ Kur’ân’da lâhmi hınzirin haram kılınması hınzir olduğu için aynen değil, ancak bu mıkrobdan dolayı olduğuna kendince bir karar vermiş, sonra hınzır etinde bu ma'lûm olan mıkrobun fennen ve bilkimya itlâf

edilebildiğini mutalea ve bunun hınziri bir tathir demek olduğuna da hukmeylemiş, bunun üzerine (.........) ile (.........) yı, (.........) ile (.........),(.........) ile (.........) yi tefrık etmiyerek (.........) istisnasını ele almış, bunun tathir demek olduğunu ve lâhmı hınzire kadar hepsine şâmil bulunduğunu, tahlil ve tasfiyei kimyeviyyenin de bir tathir olması hasebiyle hınzir etini temizliyeceğini ve binaenaleyh hınzir eti zebhile halâl olmadığı halde tasfiyei kimyeviye ile halâl olabileceğini, diğerlerinde de aynı hukmün cereyan edeceğini iddia eylemiştir. Halbuki burada (.........) ve (.........) maddelerinin farkından kat'ı nazarla dahi böyle bir mülâhazaya imkân yoktur. Zira bu mülâhazaya göre domuz meytesinin yenmesi caiz olacakda meselâ boğulmak üzere bulunan bir koyunu ölmeden zebhedib yemek caiz olmayacak, bu surette tathir ma'nâsiyle (.........) zebha da şâmildir denecek olursa o zaman domuzunun da zebhedilib yenmesi tecviz edilmiş bulunacak ve domuz eti haram değildir denilmiş olacakdır. Ve eğer bunun hınzire taallûku olmadığı i'tiraf edilecek ise aynı kelimenin mazmunu olduğu iddia edilen mıkrob tasfiyesinin hınzire taallûkundan bahsetmek büyük tenakuz teşkil edecektir. Sonra unutmamak lâzım gelir ki, Kur’ân’ın haram kıldığı domuz etinin sade mıkrobu değil, kendisidir. Buna karşı domuzun mücerred bu mıkrobdan dolayı pis ve haram olduğunu ve bunda maddî veya ma'nevî daha diğer esbab-ü hikmet bulunamıyacağını iddia etmek ise re'sen bir tahakküm ve bir haksızlıktır. Daha sonra etin içindeki mıkropları bilkimya itlâf edib öldürmek etin kendisinde tasfiye denebilecek bir tahlili kimyevî yapmak da değildir. Binaenaleyh buna bir tahtir demek de yanlıştır. Eğer maksad tam ma'nâsiyle bir tahlil veya te'siri kimyevî ise her hangi bir lâhım, sınaî veya hılkî bir surette bilkimya tam bir tahlil ve tahvile tabi' tutulduğu zaman o artık lâhım ismini gaib eder, diğer bir mahiyyete inkılâb eyler ve başka bir isim alır, şer'an onu hıll-ü hurmeti de yeni aldığı isim ve mahiyyete göre ayrıca mülâhaza ve takdir olunur. Netekim pis olan bir şey yanıb kül olduğu zaman tâhir olur, domuz kemiklerinden istihsal olunacak fahmın veya fosforun diğerlerinden farkı olmaz, lâkin bunlar diğer mes'elelerdir.

Bu izahattan sonra sadedimize rücu' edelim:

10- «(.........) Nusub üzerinde zebholunanlar» -bu fıkra (.........), üzerine ma'tuftur, bu da haramdır. Demek ki, her zebih zekâtı şer'î değildir.

NUSUB, mansub ma'nâsına müfred veya nısabın veya nusbenin cem'idir, bunun cem'i de ensab gelir, ba'zı müfessirîn bunu asnam diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri asnam ile ensabın farkını göstermişlerdir. Şöyle ki, Asnam musavver ve menkuş taşlar, putlardır. Nusub ise hıracei mansube ya'ni dikili taşlardır ki, musavver veya menkuş olması şart değildir vesen gibidir. Netekim Adiyy İbn-i hâtim boynunda salib ile geldiği zaman Resulullah «boynundan şu veseni at» buyurmuş, salîbe vesen tesmiye etmiş idi. Demek ki, nusub musavver ve menkuş olması şart olmayarak evsan kabilinden ıhtiram için vaz-u nasbedilmiş taşlardır ki, zamanımızda âbide ta'bir ederler. Bunlar yekpare bir taştan ibaret olabileceği gibi bir çok taşların içtimaından da olabilir ve sadece bir yığın halinde de bulunabilir. Nusubun müfred veya cemi' olması mülâhazası da bundandır. Ensab da müteaddid nusublar demektir.

Hasılı, cahiliyyede ve Kâ'benin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş bir takım taşlar vardı ki, bunlara hurmet ve ta'zım ederler ve üzerlerinde kurban keserlerdi ve hattâ bunlara bile kurban keserlerdi ve Mekkede olduğu gibi diğer bilâdı Arabda dahi böyle ta'zım ve ıhtıram edilir ensab vardı ki, «Sa'd» dedikleri taş da bunlardan biri idi. İşte Mücahid ve Katade ve sairlerinin dedikleri gibi nusub bu taşlardır. Mücahidin beyanına göre ehli cahiliyye bunların üzerinde kurban keserler ve isterlerse bunları daha hoşlarına giden diğer taşlarla tebdil de ederlerdi. İbn-i Abbas Hazretlerinden de «bunlar üzerinde kurban keserler ve bunlar üzerinde ıhramdan çıkarlardı» diye menkuldür. İbn-i Cerir demiştir ki, «bunlar üzerinde kurban keserler ve bunlar üzerinde ıhramdan çıkarlardı» diye menkuldür. İbn-i Cerir demiştir ki, «bunlar asnam değildirler, sanem musavver olur, bunlar ise üç yüz altmış kadar dikilmiş taşlardı, derler ki, bunun üç yüzü Huza'ada idi, kurbanları zebhettikleri vakit bunların Kâ'beye gelen taraflarına kanları serperler ve etleri yarıb bu taşların üstlerine korlardı, müslimanlar «ya Resulallah cahiliyye ahalisi Beyte dem ile ta'zım ederlerdi, bu ise bize daha ziyade lâyık değil mi» demişler Resulullah hayır dememişti, bunun üzerine (.........) âyeti nâzil olmuştu.»

İşte (.........) bütün bunları tahrim etmiştir. Çünkü bunlar ya açıktan açığa (.........) dır veya o kabildendir, o ma'nâdadır. Bu vechile (.........) iki ma'nâ ile tefsir olunmuştur. Birisi (.........) «lâm» ma'asına olarak «nusub için zebholunan» demektir. Fakat bunun (.........) cümlesinden olduğu muhtacı beyan değildir. Diğeri: «nusuba karşı ya'ni ona bir hurmeti mutazammın olarak üzerinde veya dibinde ve yanında her ne nama olursa olsun kesilen» demektir ki, bu surette zebholunurken nusubun veya asnamın veya diğer bir namın zikredilib edilmemesinden eam olur. Ve hattâ nusuba hurmet fikri beslemek üzere yalnız ismullah zikrolunsa bile yine haram olur. Bu ise (.........) ma'nasında olmakla beraber vazıh değildir ve binaenaleyh tansısı, meyteye nazaran munhanıka ve saire gibi bir fâidei mühimmeyi mutazammındır. Hulâsa (.........) her halde nusubun üzerinde ve üstünde kesilene munhasır değildir. Ve bununla yalnız mezbuhun hurmeti değil bir tarzı zebhin hurmeti de beyan kılınmıştır. İşte bütün bu manalarla (.........) harâm olduğundan dolayıdır ki, bir emîrin veya eazımdan birinin kudumundan dolayı kurban kesmek haramdır. Fakat Allah için müsafire ikram veya fukaraya tasadduk olmak üzere kesmek caizdir.

11- (.........) ezlâm ya'ni zarlarla kısmet istemeniz veya almanız»- câhiliyye Arabları bir sefere, bir gazaya, bir ticarete, bir nikâha, hasılı mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir kısmet çekerlermiş, zarın birinde «Rabbım emretti» yahud «yap» diye emir, diğerinde «Rabbım nehy etti» yahud «yapma» diye nehiy yazılı, biri de boş olurmuş torbaya elini sokar birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, nehiy çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkarlarmış. İşte burada böyle falcılıktan nehyolunmuştur. Cumhurun kavli budur. Bu surette istıksam, rızk ve sâir havacie müteallık hayır ve şer kısmeti bilmek sevdası demek olur. Tefsiri Kaffalde derki bu istıksam Câhiliyyenin bir ibdaı idi ve mat'umat hakkında yaptıklarına da muvafık idi, çünkü zebih alennusub Kâ'benin yanında yapıldığı gibi orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı. Mücahid, burada ezlâm, Fürs ve Rumun kumar oynadıkları kiab ya'ni muka'ab surette olan tavla zarları ile Arabın ok gibi olan zarlarında eamm olduğunu söylemiştir. Maamafih Arabda küçük çakıl taşlarından zarlar olduğuda nakledilmiştir. Diyorlar ki, asıl ezlâmı Arab üç nevi' idi. Birisi zikrolunduğu üzere üç zar ki, herkes kendisi edinebilirdi.

İkincisi yedi zarki Kâ'benin içinde «Hübel» denilen putun yanında dururdu birinde (.........) yazılı ki, diyet işlerinde bu yediyi çekerler, (.........) kime çıkarsa diyet ona lâzım gelir idi, birinde (.........) diğerinde (.........) yazılı, çekerler, çıkan ile amel ederlerdi. Birinde (.........) birinde (.........) birinde (.........) yazılı, bir

insanın kendilerinden olub olmadığını tanımak için çekerler, çıkana ittaba' ederlerdi. Birinde de (.........) yazılı idi, su için çıktıklarında da bunu çekerlerdi. Bu yedi zar kâhinlerin ve hukkâmın nezdinde de hübelin yanındaki gibi bulunurdu.

Üçüncüsü de on zar ki, Bu da Sûre-i «Bakare» de (.........) âyetinde tafsıl olunan meysir ve piyanko zarları idi, ba'zı müfessirîn burada istıksam bil'ezlâmdan murad yine bu meysir olduğuna kail olmuşlardır. Filvakı' bunun mat'umata münasebeti zahirdir. Çünkü (.........) un bir sureti taksimi demektir. Bu surette istıksam, kısmet almak demek olur. Maamafih fal ile kısmet aramak da rızk ve taam mesailine alâkadardır. Velhasıl bir ma'nâya göre falcılık, bir ma'nâya göre de kumarcılık nehyedilmiştir. Meysir başkaca nehyedilmiş olduğundan Cumhûr burada obir ma'nâyı tercih etmişlerdir. Ve her iki surette = ......... kuranın da her şeyde caiz olamıyacağı anlaşılmıştır.

(.........) Bütün bunlar fisıktır. Bu ta'dat olunan muharemmata el uzatmak Allah’a itaatten ve Allah yolundan çıkmaktır.» -Binaenaleyh müslimanlar bunlara aslâ el sunmamalıdırlar. Sofralarını, kursaklarını, şahıslarını, cemaatlerini bu gibi habaisten tenzih etmelidirler.

(.........) Bugün şu zamanı hazırda, şu sinini âhire zarfında veya bilhassa şu âyetin nâzil olduğu şu günde şu demde»- ki, bu âyet onuncu senei hicriyyede hıccetülveda'da yevmi Arefe olan Cum'a günü ikindiden sonra aleyhıssalâtü vesselâm Arafatta «Adbâ» namındaki nakai seniyyelerinin üzerinde Vakfede iken nâzil olmuştu, nakanın kolları şiddeti vahy ile üzerinden basan humulei saadetin ağırlığına tahammül edemeyib çöküvermişti.

Bugün (.........) kâfirler sizin dininizden artık me'yus oldular. Bu dini bozmak ve sizi kendilerine çevirmekten veya bu dine karşı size galebe edebilmekten ümidlerini kestiler. Binaenaleyh (.........) siz o kâfirlerden korkmayın, korkub da yemenizde içmenizde ve sair ef'al ve harekâtınızda onlara mümaşat etmeyi hatırınıza getirmeyin, onlardan endişe etmeyin de (.........) ancak benden korkun, benden korkun da emirlerimi, nehiylerimi temamen icra ve akıdleriniz husni ifa edin. (.........) bugün sizin dininizi kemaline yetirdim, size bütün îman ve akaid-ü ahlâk kaidelerini tansıs ve en mükemmel usuli teşri' ve kavanini ictihadı ta'lim ettim, bundan sonra bu ahkâmın bu hıll-ü hurmetin nesh olunması ıhtimali kalmadı (.........) ve size ni'metimi itmam eyledim» -tevfik-u hidayetle saadeti tammeye eriştirdım, mansur-ü muzaffer kıldım, Mekkeyi fetıh ve cahiliyye nişanelerini hedim, müşrikleri Kâ'beye takarrubden ve çıplak tavaftan men'edecek ve sizi bugün kemali emniyyet ve galibiyyetle edayı hac ve icrayı ahkâm ettiğiniz şu makamı mes'ude iysal ve mücahedelerinizin semeratını ıktitaf ettirerek velhasıl sizi bir kuveeti azıme (.........) diyebilen bir hey'eti ictimaiyyei vahdaniyye haline getirerek bulunduğunuz şu makamı mukaddeste (.........) diye i'lâi kelimetillah ve i'lânı hamdeden alınları ak, gönülleri pâk mümtaz ve mübeccel bir ümmeti Muhammed kıldım da (.........) va'dini incaz ettim (.........) ve size din olmak üzere islâmı beğendim, ona razı oldum -ki, ındallah dini marzıy başkası değil, ancak odur- ve işte ta'dad olunan tahrimat bu dini ekmel ve bu ni'meti tamme ve bu İslâm cümlesindendir. Binaenaleyh

Müslimanlar bundan böyle başka tebliğâta muntazır olmıyarak ve bu hurmetlerin nesholunabileceğini hatıra getirmiyerek bu din mucebince akıdlerini ifaya ihtimam ve niamı İlâhiyye ile mütena'im olmakta devam etmelidir.

Eshabı asar demişlerdir ki, bu günden sonra Hazret-i Peygamber nihayet seksen bir veya seksen iki gün kadar muammer oldu ve ba'dema ahkâmı şeriatte ne bir ziyade ne bir nesh, ne bir tebdil vakı' olmadı, Bununla Hazret-i Peygambere vazifei risaletin hıtamı ve binaenaleyh vefatının takarrübü ıhbar edilmiş bulunuyordu. Rivayet olunuyor ki, Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem bu âyeti kıraet ettiği zaman Eshab-ı kiram cidden ferahlanmış ve pek büyük sürurlar ızhar etmişler ve fakat Hazret-i Ebi Bekr ağlamış idi, sual olundukta «bu âyet Resulullahın vefatı takarrüb ettiğine delâlet ediyor» demiş ve bundan vazifei tebliğin hıtama irdiğini anlamıştı. Ve yine rivayet olunduğuna göre aynı ma'nayı Hazret-i Ömer de idrak etmiş idi. Sûre-i «Bakare» de beyan olunduğu üzere ercahı rivayete göre (.........) âyeti de bundan sonra ertesi gün yevmi Nahırde, ya'ni Kurban bayramının birinci günü nâzil olmuş ve seksen bir gün sonra irtihali Nebevî vuku bulmuştu. Merviydir ki, Hazret-i Ömerin hilâfetinde bir gün Yehudîlerden birisi «ya Emîrel'mü'minîn siz kitabınızda okuyorsunuz bir âyet var, eğer bu, bizim ma'şeri Yehude nâzil olmuş olsa idi o günü biz bayram yapardık» demiş, «hangi âyet?» diye sormuş (.........) olduğunu söylemiş, Hazret-i Ömer radıyallahü anh de «biz o günü ve o gün bunun Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve selleme nâzil olduğu mekânı tanırız, Cum'a günü Arefe de kaim bulunuyordu» buyurmuş ve o günün bayramımız olduğuna işaret eylemiştir. İbn-i Abbastan dahi yevmi Iyd ve yevmi Cum'a iki bayramın birleştiği bir günde nâzil oldu diye menkuldür.

(.........) den buraya kadar gelen (.........) hıtabı ızzetleri haram olan mat'umatın beyanı sırasında bir cümle-i mu'tarıza siyakında derc olunmuştur ki, bun hikmeti de bu tahrimatın bir zarar ve tazyık değil bir dîni kâmil ve bir ni'meti tamme cümlesinden olduğunu ve indallah dîni marzıy olan dîni islâmın ahkâmı muhkemesinden bulunduğunu ve müslimanların bu habâise aslâ tenezzül etmemeleri icab ettiğini bilhassa tefhim ile hurmeti te'kid ve ictinabı takrir etmektir. Binaenaleyh bunu ta'kıb eden (.........) bu cümeli mu'tarızaya değil makablindeki tahrimata merbuttur. Fakat bu cümle-i ı'tirazıyenin haysiyyeti te'kidile balâda işaret ettiğimiz vechle bu irtibata şöyle bir siyakı ifade verilmiş oluyor:

İmdi mü'minler bu gün bu kemali dinîye irdiklerinden ve böyle habislerden kurtulub temiz ve musaffa bir ni'meti tammeye nail olduklarından dolayı Allah’a islâm ve inkıyad ile hamd-ü şükr etsinler, bayram yapsınlar ve sakın taati İlâhiyyeden çıkıb da harama el sürmesinler ve bu haramların halâl olabileceğini hatırlarına getirmesinler (.........) ancak her kim bir mahmasada ya'ni karın kasığa geçmiş, ölümden veya ölüm mukaddimatından korkulur bir açlık halinde muztarr olur da (.........) bir günaha meyl etmiyerek ya'ni zaruret mıkdarını tecavüz eylemiyerek veya diğer bir muztarrın elinden almıyarak bunlardan yerse (.........) Allah gafur rahîmdir, muâhaze etmez». -zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar. Fakat ıztırar, gayrın hakkını ibtal etmez, netekim bu ma'na Sûre-i Bakarede (.........) diye ifade olunmuş idi. Muharrematın buvech ile tafsılini müteakıb bunların zıddı olan halâlların tafsılı siyakında buyuruluyor ki,

(.........)

3 ﴿