ENÂM

(.........) Bu Sûre-i (.........) Mekkîdir.

Ancak altı veya üç âyeti müstesna. İbn-i Abbas radıyallahüanh demiştir ki, bu sûre Mekkîdir cümlesi birden bir gecede nâzil olmuş ve yetmiş bin Melek teşyı etmiştir. Resuli ekrem sallâllahüaleyhi vesellem kâtiblerin hepsini çağırdı ve cümlesini o gece yazdılar. Ancak altı âyet müstesnadır ki, bunlar da (.........) âyetleridir. Müşarün'ileyhten ve Mücahid ve Kelbîden diğer bir rivayette ancak (.........) ilâ (.........) üç âyet Medinede nâzil olmuştur. Katâde ancak (.........) âyetleri, Kisaî de ancak iki âyet (.........) ile mürtebıtı Medinede nâzil oldu demişlerdir. Bir de (.........) âyetinin Mekkede Arefe günü nâzil olduğu zikr edilmiştir.

Hazret-i Enes Radıyallahü anhten rivayet olunduğuna göre Resulullah şöyle buyurmuştur ki,

“ «Kur’ân’da Sûre-i «En'am» ın gayri bir Sûre bana cümleten nâzil olmadı ve Şeytanlar bu Sûre için toplandıkları kadar hiç bir Sûre için toplanmamışlardı. Bu Sûre bana Cibril ile maiyyetinde elli bin Melek olduğu halde gönderildi,bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler, havuza su kor gibi sadrimde kararlaştırdılar. Allahü teâlâ bununla beni ve sizi öyle i'zaz etti ki, artık bundan sonra ilel'ebed izlâl etmez. Bunda müşriklerin bütün huccetlerinin ibtali ve Allah’ın hulfü nâkabil bir va'di vardır.». ”

Muhammed İbn-i Münkedirden dahi merviydir ki, Sûre-i «En'am» nâzil olduğu zaman Resulullah tesbih etmiş ve bu Sûreyi ufuku seddedecek kadar Melâike teşyi' etti buyurmuştur.

bunu kuşatmışlar, bir düğün debdebesiyle getirdiler, havuza su kor gibi sadrimde kararlaştırdılar. Allahü teâlâ bununla beni ve sizi öyle i'zaz etti ki, artık bundan sonra ilel'ebed izlâl etmez. Bunda müşriklerin bütün huccetlerinin ibtali ve Allah’ın hulfü nâkabil bir va'di vardır.». Muhammed İbn-i Münkedirden dahi merviydir ki, Sûre-i «En'am» nâzil olduğu zaman Resulullah tesbih etmiş ve bu Sûreyi ufuku seddedecek kadar Melâike teşyi' etti buyurmuştur.

Âyetleri - Yüz altmış beştir. Kûfî.

Kelimatı - Üç bin elli iki

Hurufu - On iki bin iki yüz kırk

Fasılası - (.........)

İsimleri - «Sûretül'en'am», «Sûretülhucce», çünkü En'am mükerrer surette zikredilmiştir. Esası da hucceti nübüvveti tezkirdir. (.........) Bu Sûrede tevhıd, adl, nübüvvet, mead delilleri ve ehli butlân ve ilhadın mezheblerini ibtal ve Sûre-i «Mâide» de geçen En'amın hıll-ü hurmetine müteallık tafsılât vardır. Binaenaleyh Sûre-i «Mâide» yi Sûre-i «En'am» ın ta'kıb etmesi de pek ma'nidardır. Sûre-i «Maide» (.........) mazmununu muhtevi olmak ve nüzulde muahhar bulunmak i'tibariyle bir gayei kemali ıhtiva ediyordu. Sûre-i «En'am» ise evvel emirde bu tekemmülün seyri inkişafını muhtevidir. Bunun için mâideye mütekaddim olan bu inkişafın tertibi Kur’ân’da onu ta'kıb etmesi de (.........) den sonra abdest ve teyemmüm âyetinin (.........) fıkrasında beyan olunan hıkmeti tazammun eder. Ve bundan anlaşılır ki, Kur’ân’da Sûre-i «En'am» dan i'tibaren Sûre-i Fatihanın ikinci bir devrei inkişaf ve tafsıline başlanmaktadır. Bu suretle «Mâide» nin hıtamında hamd-ü şükranı telkın ederek başlayan Sûre-i «En'am»

Fatihanın (.........) mebdeini bir sureti mahsusada bast-u tavzıh ile iptida etmiş ve bu veçhile her nihayet bir bidayetin medhali olduğunu göstermiştir. Buna binaen Semavat-ü Arz saltanatı kendisinin mülkü olan (.........) bulunan Allahü teâlâya sıdk-u ıhlâs ile şu suretle hamd-ü senâ ve arzı ta'zımat etmeliyiz: (.........)

(.........)

1

Hamd o Allah’ın hakkıdır ki, Gökleri ve yeri yarattı zulmetleri ve nuru yaptı, sonra da Hakkı tanımayanlar bunları kendilerini yaratana denk tutuyorlar

(.........) hamd hep Allah’a (.........) Ki, başların üstündeki Semavatı ve ayakların altındaki Arzı halketti (.........) ve zulûmat-ü nûru yaptı.»- Binaenaleyh onun bunlar üzerindeki mülk-ü saltanatı ve rübubiyyeti yalnız vücudlerinden sonraki tedbir ve tekemmülleri, avarızı lâhıkaları üzerinde cereyan eden ve zatı ve tabiatlerine mahkûm bulunan tâlî ve ma'lül bir mülk-ü rububiyyet değil, daha evvel halk-u ca'l ile bütün mevcudiyyetlerine dahi hâkim olan bir mülk-ü saltanattır. Ve bunun için bütün hamd-ü sena, bütün ta'zîm-u şükran ancak ve ancak Allah’ın hakkıdır. Zaten ve sıfaten Allah’a mahsustur. Kur’ân’da beş Sûrenin evvelinde (.........), salisen Sûre-i «Kehf» de (.........) kelimei tayyibesi mezkûrdur.

Evvelâ Fatihada (.......), saniyen bu Sûrede (.........), salisen Sûre-i

«Kehf» de (.........), rabian Sûre-i «Sebe'» de (.........), hamisen Sûre-i «Fâtır» da (.........) buyurulmuştur ki, bunların hepsi Fatihadaki (.........) tahmidile âlemînde rübubiyyeti ilâhiyyenin vücuh ile tafsıl-ü izahıdır. «Mâide» nin hatimesinden intikalen burada görülüyor ki, Semavat-ü Arz hakkında «halk», zulümat ve nur hakkında «ca'l» ta'bir olunmuştur.

Müfessirîn diyorlar ki, «ca'l» de «halk» gibi bir inşa ve ibda'dır. Şu kadar ki, halk inşai tekvînîye muhtass ve bir takdir-ü tesviye ma'nasını da mutazammındır.

Ya'ni halkta mahlûkun her veçhile mekadiri mahsusasını ibda' ve takdir eden mütekaddim bir ilmi muhıt ve ona göre gerek bilâ madde ve gerek bir maddeden tekvin ve tevsiye ma'nası vardır. Ve bu suretle fıtrat mefhumu halk ve hılkat mefhumundan bir cüzdür. Ca'l ise bu âyette olduğu gibi inşai tekvînî ile (.........) âyetinde olduğu veçhile inşai teşriîden eamm olduğu gibi bundan başka ca'lde bir tasyîr-ü tazmin ma'nası, ya'ni mef'ulünün diğer bir şey ile zarfiyyet veya gâiyyet veya mebdeiyyet veya diğer her hangi bir veçhile mülâbesesi ma'nası dahi vardır ki, bu şey' arada kâh zımnî bir kayd olarak ve kâh ikinci bir mef'ul suretinde umdei kelâm olarak mülâhaza olunur. Evvelkinde ca'l velev zımnen olsun mukayyed bir mef'ule taalluk eder. (.........) gibi iki mef'ule teallûk eder. Ve makamına göre bu ikinci şey'in bir kaydı zımnî veya umdei kelâm olub olmadığını tefrık etmek kelimelerile ifade olunabilir. Netekim karanlık yaptı, aydınlık yaptı, geceyi gündüz, gündüzü gece yaptı, karanlığı nâhoş, aydınlığı hoş kıldı denilebilir. Demek olur ki, zulûmat-ü nurun mec'uliyyeti yekdiğerile teakubu ve Semavat-ü Arzdaki eşyanın vücud mahlukları zımninde birer hadisei mütekabile olmaları ı'tibariledir. Ve bundan zâtı zulmetin nur gibi bir emri vücudî ve a'damı asliyyenin umurı mevcude olması ve eşyadan kat'ı nazarla zamanın leyl-ü neharın haddı zâtında mevcud bulunması lâzım gelmez. Demek ki, Mânicilerin dediği gibi zulûmat-ü nurun biri hâlikı şer, biri halikı hayr iki mebdei evvel olmaları şöyle dursun bunlar Semavat-ü Arzın hılkati zımnında mec'uli tâli ve zımnî, nisbî ve izafî birer hâdiseden başka bir şey' değillerdir. Zulümatın nure takdimi eşyayi mahlûkada a'damı aslıyyenin melekâte mukaddem olmasına işarettir. Zulümatın cemi', nurun müfred olarak iradı da zulmetin kesret, şirk-ü teşettüt ile alâkadar bulunduğuna ve bunda vahdet ve ferdaniyyetin kesrette istiğrakıne, nurun ise tevhıd ile alâkadar olduğuna ve bunda kesretin vahdette istiğrakına bir tenbih gibidir. Ve bu cem'ü takdim ile ifrad ve te'hırde zulümat-ü nurun Semavat-ü Arz karinesine ayrıca bir husni tekabülü de vardır. Sonra zulümat ve nurdan murad leyl-ü neharın teakubünde görüldüğü üzere mahsûs olan iki hâdisei mütekabile olduğu zahirdir, Zira lâfızların hakıkati luğaviyyeleri budur. Maamafih nur, inşiraha; zulmet, gumuma sebeb olmak i'tibariyle bunlar küfr-ü îman, cehl-ü ilim, keder-ü sürur, şerr-ü hayr gibi ma'neviyyata iymadan da hâlî değildirler. Ve hattâ bu ma'nâlarda mecazı mütearef olmak üzere müsta'meldirler. Bundan dolayı ba'zı müfessirîn bununla tefsir etmişler, Vahidî de zulümat-ü nurun mahsûs ve ma'kul her ikisine şamil bulunduğunu göstermiştir ki, umumı mecaz demek olur. Filvakı' delili ma'rifet ve tevhid olan nurun yalnız bir hâdisei afâkıyye ve cismaniyye olmasında ısrar doğru değildir. Bunda enfüsiyyet ile afâkıyyetin, maddiyyet ile ma'neviyyetin bir intibakı, bir lemhai visali vardır ki, biz ona idrak ve şühud ve şuurı vicdan tesmiye ederiz. Binaenaleyh nurda her halde bir ma'nâ gözedilmeli ve mahsûs ve ma'kulü cami' bir ma'nâyı âmm mülâhaza olunmalıdır. Havassin tenevvüune rağmen nurun müfred olarak iradı da hepsinin nurı şuur ve idrakte toplandığını ifham eder.

İşte Allah öyle bir rabbül'âlemîndir ki, maddiyyat ve ma'neviyyatiyle Semavat ve Arzı halketmiş ve zulümat-ü nuru yapmıştır. (.........) sonra bütün bu ni'metlere nankörlük edib küfredenler, (.........) o yaradan rablarına bu mahlûkatı veya bunlardan ba'zılarını denk tutuyorlar. -Bir kısmı tutuyor tabiati eşyaya tapıyor, bir kısmı tutuyor nücuma, Güneşe tapıyor. Bir kısmı tutuyor hayr ilâhı, şer ilâhı, Yezdan ve Ehremen diye zulmete ve nura tapıyor, bir kısmı tutuyor hararete, ateşe tapıyor, bir kısmı tutuyor, taşlara, topraklara, ma'denlere ve bunlardan yaptıkları putlara tapıyor, bir kısmı tutuyor nebatata ve hayvanata tapıyor, bir kısmı tutuyor inâsa tapıyor. Bir kısmı tutuyor Fir'avn ve Nümrud gibi azgın Tagutlara tapıyor. Bir kısmı da Isâ ve anası veya Melâike gibi ıbadullaha tapıyorlar.- Ki, bütün bunların hâlık tealâya karşı ne büyük bir küfran, ne kadar bir iz'ansızlık olduğu bedihîdir.

Aceba bunlar bu küfr-ü küfranın mes'uliyyetini hiç düşünmiyorlar, o halık tealânın kendilerine hiç bir şey yapamıyacağını mı zannediyorlar. Ey insanlar,

1 ﴿