RA'D

Bu Ra'ıd sûresi : Hasen, Ikrime, Atâ, kavillerinde Mekkîdir. Ancak Atâdan (.........) ve gayrısından (.........) -ilâ- (.........) âyetlerinin istisnası menkuldür. İbn-i Abbas, Kelbî, Mukatil, katâde kavillerinde Medenîdir. Ancak İbn-i Abbas ve Katâde (.........) den iki âyeti ve bir rivayette (.........) âyetini istisnâ etmiş ve Mekkede nâzil oldu demişlerdir. (Ebû Hayyan, Bahir ). Keşşaf «muhtelefün fih» demiş, Kazı beyzavî ve Ebû ssüud (.........) demişler, Fahruddîni razî mekkî olmasını tercih ile beraber Esammın tefsirinde (.........) den maadası bil'icma' medeniyyedir» dediğini de kaydeylemiştir.

Âyetleri : - Kırk üç

Kelimeleri : - Sekiz yüz elli beş

Harfleri: - Üçbin beşyüz altı

Fasılası : - (.........) Harfleridir.

Bu sûre (.........) âyeti celilesinde «ra'd» zikr olunması ve bu mazmun üzere makamı inzarda nâzil olması hasebile bu ismi almıştır. Bu suretle ekser nasın iymansızlığından bahs ile Sûre-i «Yusüf» ün hatimesinde zikri geçen (.........) âyetinde icmal edildiği üzere Göklerde ve Yerde herkesin nazarına çarpıp duran ba'zı âyatı tekvîniyye ve delâili akliyyeyi ıhtar eden bu Sûrenin işaret olunduğunu vechile makabline münasebeti pek aşikârdır : (.........)

1

İşte bunlar sana o kitabın âyetleri ve sana rabbından indirilen haktır, ve nasın ekserisi îman etmezler

(.........) Allahü a'lemü bimuradih («Bakare» ve «Yunüs» sûrelerinin başına bak) bunda da İbn-i Abbastan şöyle bir te'vil nakl edilir: (.........) : ben Allah, bilir ve görürüm. Sûrenin ismi ve hece harflerine işaret olması kavline göre biz burada da şu ma'nâyı ta'kıb edelim: elif lâm mim ra (.........) işte onlar - o hece harfleri veya bu Sûre (.........) kitab âyetleridir. - Ayrı ayrı münferiden mülâhaza olundukları takdirde hiç bir ma'nâsı yok gibi zannolunan o harfler, o sesler Allah tarafından kendilerine verilen şekli nazım ve terkib ile ma'nâlı ma'nâlı bi takım kelimeler teşkil ederek kitabı hakkın mazmununa delâlet eden ve bâtını zâhire çıkaran açık deliller, zâhir alâmetler, sarih ve kat'î beyyineler olur ve bu harflerden müteşekkil olan bu Sûre de kitabı ekmel olan Kur’ân’ın Semavât ve Arzda gafillerin üzerinden geçip de görmedikleri âyâtı ilâhiyyeyi gösteren bir takım âyetleridir. (.........) Ve rabbından sana indirilen tamamen haktır. -Hakikaten vakıa mutabıktır ya Muhammed (.........) ve lâkin nâsın ekserîsi îman etmezler - hak olduğuna inanmazlar. (.........)

(.........)

2

Allah odur ki, Semalara direksiz irtifa' verdi, onları görüyorsunuz, sonra Arş üzerine istivâ buyurdu ve Şems-ü Kameri teshır eyledi, her biri müsemmâ bir ecel için cereyan ediyor, emri tedbir, âyetleri tafsıl eyliyor ki, sizler rabbınızın likasına yakîn hasıl edesiniz

(.........) Allah odur ki, (.........) Semaları direksiz, dayaksız yucalttı - ne yapmak için iskeleye, ne kaldırmak için manivelaya, ne de dayamak için direğe, dikmeye muhtac olmadan mahzâ kudret ile yaptı ve yükseklere kaldırdı tuttu (.........) onları görüyorsunuz - ya'ni üzerinizde o Semavatı: o yüksek ecsam-ü ecramı öylece direksiz olarak görüp duruyorsunuz veya görüyorsunuz. İşte Allah, onlara öyle direksiz irtifa' veren ve böyle size gösteren kadiri mutlaktır. Bu ma'nâda (.........) zamiri direksiz Semavâta raci'dir. Ve cümle, bir cümle-i istînafiyyedir. Ba'zı müfessirîn, bunun amede raci' ve cümlenin ona sıfat olma ıhtimalini de nazarı ı'tibara almışlardır ki, şöyle demek olur: Semaları sizin göreceğiniz hiç birdirek olmaksızın yükseltti. Bu ma'nâya göre Semavâtın görünmez bir takım direklerle dayanıp tutulmakta olması ıhtimali iyham edilmiş olur. Zira görünür direklerin bulunmaması görünmez bir takım direkleri olması tasavvuruna mani' olmaz. Fakat görünmez direklerden ne anlaşılır? Eğer bundan Batlimyos hey'etinde mülâhaza olunan eflâk gibi yıldızların istinad ettiği gayrı mer'î ba'zı ecsam kasdolunursa bu surette asıl o cisimlerin nereye dayandığı suâli sorulacak bu ise direksiz ma'nâsına raci' olacaktır. Ve eğer bundan cazibe, dafia gibi sırf akl ile mülâhaza olunabilecek ba'zı kuvvetler kasdolunursa bunlara amud ıtlakı mecaz olacağı cihetle bu da hakikatte evvelki ma'nâ gibi direksiz mefhumuna raci' olarak muvazenei âlemde Allahü teâlânın melekût ve kudretini anlatmış olur. (.........) Sûre-i rahmene bak. Binaenaleyh asıl ma'nâ, evvelki demek olur.

Ya'ni

(.........) zamiri «amede» raci' olarak cümle, sıfat değil, Semavâte raci' olarak bir cümle-i istînafiyyedir. Onun için (.........) üzerinde vakıf, evlâdır. Burada bir cim secavendi vardır. Semaların irtıfaı görünmez amudlarla değil, zâhirde ve rasadatta göründüğü gibi direksiz olarak doğrudan doğru Allah’ın kudretine istinad etmekte ve onu isbat eylemektedir. Ma'lûmdur ki, her cisim, mütehayyizdir, bir hacim ve mikdar ile fezadan bir hayyiz işgal eder. Bir vakıt Fizikçiler, ya'ni ecsamın harekâtından bahseden ve hikmeti tabi'ıyye namı verilen fenn ile iştigal edenler, cisimlerde biri tabiî biri de gayrı tabiî olmak üzere iki nevi' hayyiz mülâhaza ederlerdi ve derlerdi ki, «her cismin bizatihi taleb ettiği tabiî bir hayyizi vardır, kendine bırakılan cisim, oraya gider durur ve oradan diğer bir hayyize hareketi gayrı tabiî, ya'ni haricî bir kuvvetin te'sirile kasrî surette olur. Ve bir cismin böyle gayrı tabiî olan bir hayyizde durabilmesi de ancak bir vasıtaya istinad ile mümkin olabilir. Meselâ ağır olan cismin hayyizi tabiîsi aşağıda, hafif olânın da yukarılardadır. Onun için taş suyun dibine iner, hava da üstüne çıkar. Ve binaenaleyh bir taşın havaya doğru hareketi kasrî, ya'ni zorlama ile olur ve yukarıda durabilmesi bir direğe dayanmasına tevakkuf eder.» İşte Batlimyos hey'etçileri de bu nazariyye ile yürüyerek Seyyarattaki muhtelif hareketleri mutalea ettiklerinde her Seyyareye nazaran bu hareketlerin birisi tabiî bir hareket addedilse bile diğerinin gayrı tabiî ve binaenaleyh bir sebebi haricî ile kasrî olması lâzım geleceği cihetle muhtelif hareketlerin amili olmak üzere ayrı ayrı birer felek tesavvur etmişler ve her Seyyareyi gayrı mer'î bir felek küresine dayamışlardı ve bu felekin mihveri âlem üzere hareketi, tabi'yyesi o Seyyarenin tabiî görünen hareketini husule getirdiği gibi bunun merbut bulunduğu mafevk bir felekin ve meselâ hepsini muhıt olan feleki Atlasın ma'kûs olan hareketi tabiiyyesi de o Seyyarenin gayrı tabiî olan hareketini husule getiriyor diye farzediyorlardı ve bu suretle bu nazariyyede bir hareketi tabiiyye fikri esas olduğu gibi tepemizdeki ecramı ulviyyenin irtifa'ları gayrı mer'î bir takım kürelere istinad ettirilmiş oluyor. Ve bu feleklerin hayyizi tabiîlerinde devrettikleri ve onun için direğe muhtac olmıyacakları mülâhaza ediliyor ve bu halde hareketlerine sebeb kalmamış olacağından bütün harekete sebeb olmak üzere de her birinde bir nefis farzına kadar gidiliyor ve ancak kürei arzın hepsinin ortasında bir merkez noktası olarak hayyizi tabiîsinde sâbit farzolunuyordu. Ve garibdir ki, bu felsefede sâbit farzedilen Arz, anasından mürekkeb bir kevn-ü fesad âlemi bulunduğu halde muteharrik olan eflâk ve ecram, basît ve bozulmaz yıkılmaz zu'm olunuyordu. Halbuki bütün mülâhazaların kökünü teşkil eden hayyizi tabiî nazariyyesi muhtelif cisimlerle fezanın parçaları arasında başka başka birer cazibei mahsusa farzını tezammun ediyordu. Bu ise aklın tabiatına muhalif bir tenakuz oluyordu. Çünkü diğer ecsamdan kat'ı nazarla başlı başına vücudî bir şey olduğu bile kabul edilemiyen ve nihayet basît ve yeknesak ve her noktası mümasil bir bu'di mücerred olarak teakkul edilebilen fezanın her noktası her hangi bir cism için müsavi olmak ıktıza etmezmiydi? Elbette mekânı mutlakın tabiaten filân tarafı filân cisme, filân tarafı da filân cisme mahsustur, o cisim ancak ona meyleder. Veya o, onu cezbeder demek basıtı mürekkeb veya ademîyi vücudî farzetmek gibi bir tenakuz oluyordu. Cisim mefhumunda yalnız bu'd ve imtidad, kâfi görülüb hayyiz dahi mücerred bir cismi hâvî olarak mülâhaza edilse yine böyle olurdu. Velhasıl her hangi bir cismin mutlak hayyizden bir noktaya vaz'u tahsısıne ne cismin ne de hayyizin tabiati kâfi gelemezdi, buna bilhassa bir müreccih aramak aklen zarurî idi. Onun için hareket ve sukut hâdiselerini ne cismin ne de hayyizin tabiatinde değil, muhtelif cisimler arasında izafî olarak bir meyl-ü incizab nisbeti gibi mülâhaza etmek ve bu nisbeti tutan bir kudreti baliga düşünmek daha ma'kul olacaktı. Bunun için sonraki Fizikçiler hayyizi tabiî ve hareketi tabi'ıyye da'valarını reddederek bütün ecsamda ve maddede ataleti dahi bir tabiat olarak kabul ettiler ve her cismin hayyizdeki vaz'ı mahsusu, hareket ve sükûnu haricî bir kuvvetin tazyık ve te'sirine merbut olduğuna kani' oldular ve sıkletler beyninde mütekabil bir tenasüb buldular. Ve bunu Mihanik fennine esas ittihaz edip alel'umum madde kütleleri beyninde mesafeleri atlatarak amil olan bir cazibe ve dafia kuvvetinin vücuduna kail oldular ve ecramı Semaviyyenin mücerred bu kuvvet ile yekdiğerine tutunduğuna hukm ederek hey'eti de bu nazariyye üzerine mutaleaya başladılar ki, Sema mihanikiyyetinin bu suretle iyzaha (.........) mazmununa her iki ma'nâya göre muvafıktır. Buna hem göründüğü gibi direksiz demek doğru hem de sıkletleri dayanan direklerin hizmetini görmesi i'tibarile «görünmez direkler» ıtlakı da sahih olur. Ancak bu babda bir kaç noktayi nazarı dikkatten kaçırmamak da lâzımdır:

Birincisi - kuvei cazibe, maddeye teallûku i'tibariyle maddî bir kuvvet gibi mülâhaza edilirse de mensub olduğu madde kütlesinin hayyizinden çok uzak mesafelere kadar taallûku i'tibariyle haddi zatında kuvvetin maddeden temayüz ve tecerrüdüne pek güzel bir misal olacak ma'kul bir emir demektir. Biz bunu ancak sıkletler beynindeki muvazene nisbetiyle mülâhaza edebiliriz. Netekim «Errahman» sûresinde (.........) buyurulması bunu izah eder. Büyük bir sıkletin küçük bir sıkleti tutması sureti umumiyyede cazibe ta'bir olunan bu mizana tabi' olmakla beraber şunda da şüphe yoktur ki, meselâ cazibei Arzın Kameri, cazibei Şemsin Arzı çekip dayaması bir direk üzerindeki lüks lâmbasını dayaması gibi yalnız madde hududu dahilinde tezahür eden meşhud bir kuvvet değildir. İki kütle beyninde uzaktan uzağa aklen mülâhaza olunabilen bir müvazene nisbetidir ki, biz bunu bir mevzua isnad etmeden tesavvur edemediğimiz için taraflarındaki kütlelere izafetle mülâhaza ederiz. Yoksa bir cazibe tesavvuru hakikatte bir Melek tesavvurundan başka bir şey değildir.

2- Atâlet ve cazibe kanunlarıla mülâhaza olunan ecramı Semviyyenin mihanikiyyeti en evvel bize şunu anlatır ki, hey'eti âlemde ecramdan her birinin vaz'u hareketi kendi haricinden bir tazyık ve te'sire merbuttur. Hiç birinin ılleti kendisinde değildir.

Ya'ni tabiî değildir. Hiç şüphe yok ki, her biri kendinin haricinden müteessir olan ecram ve ecsamın yekûnu da böyledir. Hey'eti mecmuasının vaz'u harekâtı da bizzarure mecmuunun fevkında bir müessere tabi'dir. Binaenaleyh âlem makinasının sanı' ve cazibei umumiyye denilen muvazene kanunu da ancak o sanı'ın bir kudretidir. Semavâta direksiz irtifa' veren odur. Bunu daha vazıh olarak anlamak için:

3 - Şüphe yok ki, meselâ Şems gibi bir madde kûtlesinden bir cazibe veya dafia gibi her hangi bir kuvvetin intişarı ve uzaktaki diğer bir kütleye teallûku bir faıliyyettir. Maddenin tabiatı olan atalet ise bunun zıddıdır. Demek ki, bu faıliyyet de maddeye kendi haricinden verilmektedir. Ve işte bunu veren Allahdır. (.........)

4 - Ne kadar şayanı dikkattir ki, âyette Semavâtın direksiz irtifaıle mihanikî haysiyyetten kudretullaha delâleti gösterildikten sonra bir de (.........) buyurulmuştur. Gerek ammenin alel'ade temaşasında ve gerek ehli fennin rasadlarındaki ru'yetlerin hepsine şamil olan bu ru'yet fi'linin bu «görüyorsunuz veya görürsünüz» cümlesinin burada beliğ bir tenbih ifade ettiği hafî değildir. Bununla hey'eti Semayı mutalea için vahiy gözetmiyerek rasad ve ruyetin esas ittihaz edilmesi hususuna tenbih olunduğu gibi âlemin mihanikiyyeti mukabilinde bir de rûh ve şuûr hâdisatı cereyan ettiğine nazarı dikkat celbolunarak afâk ile enfüs beynindeki münasebat ıhtar edilmiş ve binaenaleyh delâili hakkın yalnız mihanikiyyet ile değil asıl bu münasebatı ruhiyye ile tecelli edeceği anlatılmış ve (.........) mazmununa bir mukaddime olmak üzere kudreti ilâhiyyeyi afâk-u enfüsün mertebei cem'ıyyeti üzerinde tefekkür ettirmek için bir ıhzar yapılmıştır.

5 - Burada Semavâti ru'yetimiz mes'elesine müteallık da ba'zı izahat ıktiza ederse de ilerideki Sûreler de daha buna benzer âyetler geleceği cihetle sözü uzatmamak için onu da inşallah oralarda ta'kıb edeceğiz. Şimdilik şu kadar söyliyeyim ki, ru'yet noktai nazarından merkezi âlem, daima nefsimizdir. Üzerimizde nazarımızı tahdid eden muhıtı Semâ her noktasından gözlerimize birer nısıf kutur gibi varîd olan hutıtı şuaıyye ile muvacehemizde bir bu'di mahsusta bir kubbe gibi nısıf küre halinde irtisam eder de mihanikî merkez ne olursa olsun merkezi ru'yet biz oluruz. Muhıt, nazarımızdan Semâi Dünyayı teşkil eder. Semâvatın mihanikî haysiyyeti nasıl muhayyirül'ukul ise «optigue » ya'ni menazır haysiyyeti de ve hattâ daha ziyâde hayret engizdir. Hulâsa Allah bunları öyle direksiz yükseltti o gördüğünüz menazırı verdi (.........) sonra da Arş üzerine istivâ eyledi - taht üzerine kuruldu, halk ettikten sonra hepsinin üzerinde icrayı ahkâma da başladı (Sûre-i A'rafa ve Sûre-i Hûda bak), (.........) ve Şems-ü Kameri teshır etti - kuvvet ve kudreti altında emrine müsahhar ve münkad kıldı. Diğer âyetlerde (.........) buyurulduğu vechile bütün nücum da müsahhardır. Binaenaleyh Şems ve Kameri zikir, tahsıs için değil, ru'yetteki ehemmiyetlerine mebni diğerlerinin teshıri evleviyyetle olduğunu göstermek içindir. Netekim ta'minen buyurulur ki, (.........) her biri - o Semâvat ve eczasından gerek Şems-ü Kamer ve gerek nücumundan birer birer hepsi (.........) bir eceli müsemmâ için cereyan ediyor. - Indallah muayyen bir müddet için akıp gidiyor. Semadaki bu kadar ecramdan hiç biri vazifeden, hareketten hâlî olmuyor. Hepsi nizamı mahsusile bu'di

Sema içinde mihver veya medarında yüzüyor, akıyor, muayyen bir gaye için zemânını ta'kıb ediyor, yolunu şaşırmıyor, yekdiğerine müsademe etmiyor, fakat bu zeman, namütenâhî değildir. Her birinin muayyen bir eceli, bir müddeti vardır ki, o gelince o cereyan kesilir. Vakıt gelecek ki, Güneş tekvir olunacak (.........) yıldızlar bulanacak (.........) Sema çatlıyacak, dürülecek (.........) Ay, Güneş derlenip toplanacak (.........) İşte her biri böyle muayyen bir ecel için cereyan ediyor. Allah hep bunları böyle emr-ü iradesine müsahhar kılmış, Arş üzerine istivâ eylemiştir.

Ya'ni (.........) emri tedbir ediyor - yaratmış olduğu mahlûkatın her birine âid ef'al ve şüunun vücubunu ta'yin ile hey'eti umumiyyesinin ahenki cereyanını idare ediyor, eşyanın hudûslerine hâkim olduğu gibi bekalarına da hâkim oluyor. (.........) ve âyetleri tafsıl eyliyor - kudreti kâmile ve hikmeti bâliğasına delâlet eden delilleri, alâmetleri, âlemleri ilk hılkatteki gibi icmalde ve bir tabiatte bırakmıyor da hurıfı hecadan mufassal, beliğ, hak kitab âyetleri inzal ettiği gibi peyderpey hâdisatı acîbe ve muntazama ile tafsıl, tenvi' ve teksir ediyor (.........) ki, siz rabbınızın likasına yakîn hasıl edebilesiniz -yakînen bilesiniz ki, bir gün olup sizin de eceliniz gelecek, bu günkü cereyanınız kesilecek, amellerinizin cezasını çekmek üzere ister istemez rabbınızın huzuruna varacaksınız. Allah’ın âyetleri tafsıline ve tabiatler üzerindeki tasrifatına bir nümune olmak üzere Arzda en zâhir olan şu âyetlere bakınız:

3

Hem o, odur ki, Arza bir imtidad verdi ve onda oturaklı dağlar ve ırmaklar yaptı ve meyvelerin hepsinden onda iki çift yarattı, geceyi gündüze bürüyüp duruyor, her halde bunda tefekkür edecek bir kavm için âyetler var

(.........) ve o: ya'ni Allah (.........) odur ki, (.........) Arzı meddeti -kudretile çekti, ona mahsus bir imtidad verdi.

(.........) mantukunca Semâvattan Arzı ayırd edip bilhassa bir hacim ve sath ile enine boyuna uzattı sündürdü, bir ucundan bir ucu görünmiyecek kadar yaydı, döşedi. Meddi Arz mefhumu maddei Arzın alâstikiyyeti, hacim ve binaenaleyh bir tahriki mahsusa ve sathının ibtidai halde düzgünlüğü ile tûlen ve arzan imtidadı gibi ma'nâları tazammun eder. Ve bir sathın basît ve memdud, ya'ni yumurta gibi girintisiz çıkıntısız olması kürevî olmasına mani' olmıyacağı cihetle bundan sathı Arzın müstevî olduğu ma'nâsı anlaşılmıyacağı da unutulmamalıdır. Her madde değilse bile her cisim bir imtidadı mahsusu haizdir ki, cismiyyeti onunladır. Netekim ta'limî cisim namı verilen Hendese cismi mücerred eb'adı selâse ile tasavvur olunur. Cismi tabiî dahi denilen maddî cisim de maddenin bir imtidadı mahsusu ile mevcud olabilir ve maddeye o imtidadı veren kim ise o cismi yapan odur. Arz da insanların ilk madde hissini edindikleri büyük bir cismi maddîdir ki, kendine mahsus bir mıkdari imtidad ile mütemayizdir. İşte Arz maddesine bu mıkdarı imtidadı tahsıs edip de onu ecramı Semaviyyeden temayüz ettiren Allahdır. Zira aklen ve bittecribe ma'lûm ki, Arz maddesi muhtelif eşkâl ve imtidadı kabil olduğundan bulunduğu imtidadı mahsusu alması her halde bir muhassısa muhtactır. Ve alel'ıtlak madde mutlak bir imtidaddan hâlî olmasa bile her hangi bir imtidadı mahsus ile tahassus ve temayüz etmesine madde tabiati kâfi gelmez. Yok kendini var edemiyeceği için Arzın kendi kendine bilâ sebeb teşekkül etmesine imkân olmadığı gibi ecramı Semaviyyenin tabiati de kendilerinden bir madde ifraziyle ona böyle bir şekli mahsus vermeğe kifayet etmez. Çünkü her hangi bir tabiatin kendini nakzetmesi tenakuz olur. Ve onun içindir ki, (.........) bâtıldır. Sema muvazenei umumiyyede kendisine merbut olan Arzı tabiatiyle kendisinden ayırıp fırlatamaz. Arzın teşekkülü için ne kadar esbabı tabiiyye mülâhaza edilirse edilsin Arz maddesinin bir mıkdarı mahsus ile diğerlerinden ayırılıp gördüğümüz vechile meddolunması ilk evvel tabiatin kanunu olan ıttırad ve istıshabı tagyir ve tebdil eden bir faıli muhtarın ılm-ü iradesile kudreti fâtıresine mütevakkıftır. Bir de âyetin siyakına nazaran ahvalı Arz makamı tafsılde zikr olunmuştur. Demek ki, Arzın hılkati sureti tafsılde vakı' olmuştur.

Ya'ni Arzın maddesi bed'i halkte sureti icmâlde yaradılmış olan maddei ulâdan veya ecsamı ibtidaiyyeden veya ecramı Semaviyyeden fasl-ü fetkolunarak meddedilmiştir. Binaenaleyh Âleme yeni bir cirm ilâve etmiş olan meddi Arz mahlûkatı Arzıyyeye nazaran bir mebde' olmakla beraber kendisinden mukaddem olan mahlûkata nazaran bir tâlîdir. Fakat iş yalnız tabiate kalmış olsa idi bu tâlî o mukaddemlerden infisal edip de yeni bir tabiat olarak teşekkül edemezdi. Meselâ Laplas nazariyyesinde söylenildiği gibi Arzın Şemisten koptuğunu farzedelim. Gerek maddei ulâya verilen indifa' ve inbisat kuvveti düşünülsün. Gerek Şemsin anilmerkez kuvveti hisaba alınsın ve gerekse bütün ecramı Semaviyyenin tazyıkı tasavvur olunsun zeman ve mekânda bir mıkdarı mahsus ile Arzın teşekkülünü ta'yin ve iycab « determine» etmek için bunların o an için faaliyyetlerini ıktiza eden fevkattabia bir emri mahsus bulunmak her halde zarurîdir. Yoksa şeriatı sabıkanın değişmemesi lâzım gelirdi. Buna tekâmül veya tahavvül namı vermekle mes'ele halledilmiş olmaz. Zira tahavvül veya tekâmül dahi ıllete muhtac bir hâdise olmaktan ileri geçemezler. Her hangi bir şey'in gerek lâhzadan lâhzaya ve gerekse milyarlarca seneden sonra uğradığı tahavvül veya tekâmülü tabiate isnad etmek tabiat kendini değiştirdi demektir. Bu ise tabiat farzedilenin tabiat olmadığını ı'tiraftır. Zira tabiat tabiat olmak haysiyyetile ancak lâ yetegayyer olmak üzere tasavvur edilebilir. Ve onun içindir ki, tabiat kanunları «lâ yetegayyer» dir denilir. Halbuki tabiatte tahavvül ve tekâmül, tekessür ve tenevvü' emri vaki' dir. O halde bed'i halk gibi tabiatin bütün tahavvül noktalarında da ılleti mucibe, tabiat değil, tabiat üzerinden müessir olan rabbanî bir emr-ü iradedir ki, tabiatleri hem iycad hem tafsıl ediyor, ediyor da ortada yok olan tabiatler var oluyor ve kendine kalsa ataletten çıkamıyacak, değişemiyecek olan o tabiatler, tahavvül kanununa tabi' olarak değişiyor ve tekâmül ederek başka bir tabiat da oluyor. Semavâtta lâyuadd hususiyyetlere ayrılan ve direksiz cereyan eden o ecram mukabilinde bir kısım madde de bir meddi mahsus ile çekilmiş Arz olarak başka bir cereyan almış bulunuyor. Hak taalânın emr-ü faslı olmasa, iradei rabbaniyyesi taallûk etmemiş bulunsa idi maddei Arzın tabiati ataletten nasıl çıkabilirdi. Şemsin anilmerkez kuvveti mukabili olan ilelmerkez kuvvetine kendi tabiatile nasıl galebe edebilirdi ? Veya muhitın hangi tabiati sabık muvazeneyi bozar, maddei Arzı koparıp fırlatır da yeni bir muvazene vaz'edebilirdi veya ılm-ü iradesi yok hangi kimyager o kaynar Güneş potasından bir madde alır, diğer bir kalıba döker, soğutur da mehbi beşer olan kışrı Arzı i'mal edebilirdi? Şemside veya diğer ecramda Arzın maddei ibtidaiyyesi bu kadardan mı ıbaret idi? Daha fazla veya daha eksik olmayıp da şimdiki mıkdarı mahsusa intihab ve ıstıfa eden muhassıs ne idi? Sonra çeken veya iten kuvvete nazaran Arzın Şarka doğru yuvarlanmasıyle Garba doğru yuvarlanması beyninde fark olmamak lâzım gelirken onu Şarka doğru döndüren müreccih, ne idi? (.........) Yeni tabiatler vaz'eden ve onlara başka başka cereyanlar veren bütün bu tahvilât-ü tahsısat ve hattâ bütün hâdisat hep Allah teâlanın ılm-ü iradesile kudreti baligasını gösteren âyâtı tafsıliyyedirler. Ki, kâfirler bunların üzerine uğrarlar da yüz çevirir geçerler. Tabiatın her tahavvülü muhavvile mütevakkıf olduğu için her hâdise vücudi barîye bir delil teşkil ederse de iradei ilâhiyyenin istivası takdirinde, ya'ni bir ıttırad ile taallûk ettiği muttarıd ve müteşabih hâdiselerde muahhar, mukaddemin tabiatine nisbet olunabilmek ihtimaline mebni bu delâlet oldukça bir silsile tasavvuruna muhtac olacak kadar hafî görünür. Fakat muttarıd ve müteşabih olmıyan hılâfı ade ve münferid hâdiselerin tabiate isnad olunamıyacağı aşikâr bulunduğundan harikul'ade veya ender olan vukuatın doğrudan doğru bir âyeti ilâhiyye olduğu zâhir olur. Onun içindir ki, ekser nâs, Allah teâlayı ancak fevkal'ade hâdisat karşısında hatırlar. Bu hikmet dolayısile burada da avmm-ü havas herkesin ıttıradı tabiat kanununa muhalif olduğundan açıktan açığa görüp anlıyabileceği münferid ibdaât, ıhtar olunmuştur ki, birisi meddi Arzdır. Zira Arzı yayan san'at başlı başına bir bediadir. Ve işte Allah, bunu yapandır. O, Arzı meddetti, bundan başka: (.........) Ve onda rasiyeler - ya'ni sâbit ve ağır dağlar (.........) ve ırmaklar da yaptı - ya'ni tabiati Arzı da tafsıl etti. Dağlar, nehirler yekdigerine zıdd iki tabiattirler. Bu suretle sathı arz denizlerde olduğu gibi ilk tabiati olan sadeliğile kalmayıp dağlar ve derelerle girintili çıkıntılı, sulb ve mayi', sâbit ve câri muhtelif tabiatlere ayrıldı. Halbuki tabiatte bırakılsa idi Arz, ilk meddindeki gibi yeknesak kalmak ıktıza ederdi. İki zıdd tabiat bir tabiatten nasıl doğabilirdi? Allah, bunları ayırdı (.........) meyvelerin hepsinden onda (O Arzda) iki, çift eş de yaptı - zevceyn; ya'ni zevc, erkek ve dişi gibi zevc ve zevceden mürekkeb bir çift eş demektir. Bunun bir de «isneyn» diye iki ile tevsif olunması, te'kid veya ikişer manasına tevzi' için olduğu söyleniyorsa da bunun bir taksim olması daha zâhirdir. Şöyle ki, her meyvenin çiçeğinde hayvanatın erkek ve dişisi mesabesinde bir çift eş vardır ki, o meyve bunların izdivac ve telkıhinden hasıl olur. Netekim (.........) buyurulmuştur. Sonra bu zevceyn de iki kısımdır. Bir kısmı ayrı ayrı menşe'lerde meselâ incirin erkeği başka ağaçta, dişisi başka ağaçta çıkar. Bir kısmı da hem uzvi tezkir hem de uzvi te'nisi haiz olan hunsâ halinde ayni menşe'de çıkar ki, ekser çiçekler böyledir. İşte zevceyn ta'birile her meyvede çiftleşen alel'ıtlak erkek ile dişi, isneyn, tavsıfile de bunların hunsası ve gayri hunsası anlatılmıştır. Hurma ve incir gibi ba'zı meyvelerin erkeği dişisi bulunduğu ve meyve hasıl olmak için bunların telkıhi lâzım geldiği eskiden beri ma'lûm idise de her meyvenin, her çiçeğin de zevceyni olduğu yakın zamanlara kadar bilinmiyordu. Bu ahîren hurdebînlerin ı'mali ile nebatatın vezâifül'a'zâsı «fiziyoloji» ılminde hasıl olan terakkıden sonra anlaşıldı. Onun için müfessirînin bu âyetteki «zevceyn isneyn» e dâir olan izahları ibhamdan hâlî değildir. Bunu iki sınıf veya iki zıdd mefhumuna irca' ederek hassı âmm ile tefsir edercesine izaha çalışmişlar, hurma ve incir gibi bütün meyvelerde de baba ve ana mesabesinde bir zevc ve zevce izdivacı bulunduğuna umumiyyetle hukmedememişlerdir. Maamafih Keşşaf ve Fahruddini razînin ifadelirinde buna bir takarrüb vardır.

Bâhusus Râzî bunu insanın mebdeindeki Âdem ve Havvâ ile tanzır ederek cemi'i eşcar ve zürua ta'mim eylemiştir ki, mahzâ mazmunı âyetin sevkıle bir beyandır. Binaenaleyh biz bu günkü nebatat ılminin şehadetile anlıyoruz ki, bu âyetin bu cümlesinde başlı başına bir mu'cizei ılmiyye vardır. Bu hakıkatin bin bu kadar sene evvel Kur’ân’da haber verilmiş olması Kur’ân’ın kitabullah ve bunu getirenin hak Peygamber olduğuna re'sen bir delili bâhir teşkil eder. Sûrenin başında geçtiği üzere hakıkaten (.........) dır. Şimdi düşünmeli ki, Arzda ne kadar muhtelif ve mütenevvi' meyveler var. Hepsi ayni Semâ altında ve ayni Arzda oldukları halde her nev'ı başka bir tabiatte bulunan ve yekdiğerine zıdd bir takım hassaları haiz olan bu meyvelerin hey'eti mecmuasındaki bu ıhtilâf ve tenevvü', elbette Arzın tabiatine de isnad olunamaz. Bununla beraber bu meyvelerden her biri kendi nev'ıne ve kendi tohumunun tabiatine de isnad olunamıyacaktır. Zira her meyve evvel emirde muhtelif tabiatte bulunan iki zevc ile mesbuktur. Bu bir çift eş husule geldikten ve telkıh olunduktan sonra ıttırad bir tabiat gibi mülâhaza olunsa bile her meyvenin ilk iki eşi tabiati Arz arasında münasebet bile yoktur. Arzın ilk meddolunduğu zamanki hali şöyle dursun cibal ve enharın bile câmid tabiatleri bu muhtelif çiftlerin hayatı hususiyyelerinden ne kadar uzaktır. Maddei Arz ilk aldığı tabiatinden kendi kendine veya her hangi bir tabiatin icabı olarak bu varyeteleri, bu muhtelif tahvvülâtı bulacak, bu semereleri verecek derecede tafsıl olunabilir mi? Böyle bir tasavvur, tenakuz olmaz mı? Doğrusu tabiî noktai nazardan düşünüldüğü zaman Pastörün dediği gibi her zîhayet tohum ile mesbuk olmak lâzım gelir. Arzda ilk erkek dişi huceyrelerinin tekevvünü ve tabiatlerin ıhtilâf ve tenevvüü mes'elesi ise fevkattabîa bir harikai san'attir. Tabiatin ıstıfa ve tekâmülü bir vakıa ise de bu bir tabiat eseri değil, ancak faıli muhtar bir rabbı müdebbirin esari san'at ve iradesi olabilir. Her hangi bir şeyde tabiî ya'ni kendi kendine bir ıstıfa veya tekâmül farzetmek yoğun varlığa ıllet olabileceğini farzetmektir ki, sırf tenakuzdur. İşte Allah, o sani'ı hakîmdir ki, Arzı meddetmiş ve onda cibal-ü enharı ve bütün meyvelerin mebdei olan çiftlerini de ilk evvel fevkattabîa olarak ikişer ikişer yapmış ve böyle kudret-ü iradesine delâlet eden âyetlerini tafsıl eylemiş ve eylemektedir. Öyle ki, elhalete hâzihi hiç birini tabiatinde bırakmıyor (.........) geceyi gündüze bürüyüp duruyor. - (Sûre-i «A'raf» a bak) (.........) hiç şüphe yok ki, tefekkür edecek bir kavm için bunda, bu medd ve ca'l-ü gasiyden her birinde bir çok âyetler vardır. - Düşünen ferd veya cem'iyyetler bunlarda Allahü teâlânın kudreti bâligasına ve tabiat üzerindeki tasarrufatına ve binaenaleyh mebde'-ü meade dâir çok ve pek çok deliller bulurlar. Lâkin ekser nâs düşünmezler. Maamafih o kadar uzağa gitmeğe ve ince düşünmeğe de lüzum yoktur.

4

Arzda mütecavir kıt'alar, üzüm bağları, ekinler, hurmalıklar, çatallı çatalsız hepsi, bir su ile sulanır, halbuki yemişlerinde ba'zısını ba'zısına tafdıl ediyoruz, her halde bunda aklı olan bir kavm için âyetler var

(.........) Arzda birbirine mücavir bir takım kıt'alar da var - ki, birbirine yakın veya muttasıl oldukları halde ahval ve evsafları yekdiğerine benzemez, ekalîm ve arazı ne kadar mütefavittir. Şurası çorak şurası münbit ilh... Tabiat hâkim olsa bunlar olabilir mi idi (.........) ve türlü türlü üzüm bagçeleri (.........) ve ekinle (.........) ve hurmalıklar var ki, (.........) çatallı ve çatalsız (.........) hep bunlar bir su ile sulanır. -

Ya'ni esbab ve şeraitı tabiıyye hepsinde müsavi, böyle iken (.........)

biz onların yemişlerinde ba'zısını diğerine fâık kılarız. - Üzüm üzüme, hurma hurmaya benzemez. Bir ağaçta yanyana biten iki yemişin biri diğerinden daha tatlı olur. Demek ki, tabiat hâlen de tahavvül etmektedir. Ve bu herkesin gördüğü ve anlaşılabileceği bir vechi delâlettir. (.........) Şüphesiz bunda, ya'ni tabiî mebdein vahdaniyyetile beraber bu tafsıl ve tafdılde (.........) aklı olan bir kavm için her halde bir çok âyetler vardır. - Aklı olan ve mucebince amel eyleyen ferdler veya cemaatler her halde tabiatler üzerinde bu ibdaât ve tagyirâtı yapıp duran kudreti fatıranın ibdaye de iadeye de kadir olduğunu anlar ve likaullaha yakîn hasıl ederler. (Sûre-i «En'am» da (.........) sahifesine ve alelhusus (.........) kayidlerine bak) bunları anlamıyanların ya akılları yoktur veya aklın muktezasına bakmazlar da hevaları peşinde koşarlar.

5

Eğer teaccüb edeceksen işte teaccüb edilecek şey: onların şu lâkırdısı: biz bir toprak olduğumuz vakıt mı, hele hele biz mi mutlaka yeni bir hılkat içinde bulunacağız!... İşte bunlar rablarına küfretmiş olanlar ve işte bunlar tomrukları boyunlarında ve işte bunlar eshabı nar, hep onda kalacaklardır

(.........) Ve ey muhatab, şayed sen teaccüb edersen - bir şeye teaccüb edecek olursan (.........) işte yegâne aceb -

âlemde yegâne teaccüb edilecek şey (.........) onların - o kâfirlerin - şu sözlerdir: (.........) Bir toprak olduğumuz vakıt mı? Hakikaten biz mi muhakkak yeni bir hılkat içinde bulunacağız ?

Ya'ni bunca âyetler karşısında böyle diyerek Âhıreti inkâr etmeleridir. Halkı cedid, acîb değil, onu inkâr acîbdir. Âlemdeki bu kadar tahavvül ve teceddüdü ve bu tahavvülâttaki tevalîyi görüp dururken Allah’ın kudretinden yeni bir halkı, ba's-ü meadı istib'ad etmek kadar acîb, ya'ni sebebsiz, ma'nâsız bir şey yoktur. (.........) onlar öyle kimselerdir ki, (.........) rablarına küfretmişlerdir. -

Ya'ni Âhıreti inkâr etmek Allah’a küfretmektir. Çünkü Allah’ın kudretini, ılmini, rubbubiyyetini, sıdkını inkâr etmenin neticesidir. Bunlar, bu Dünyada kendilerine hayat ve irade veren Allahü teâlâyı ne yaptığını bilmez ve yaptığını bil'ıztırar yapan bir tabiatten ıbaret farzederek rububiyyetine karşı küfr-ü küfranda bulunduklarından dolayı öyle derler (.........) ve onlar - o kâfirler (.........) öyle bedbahttırlar ki, tomruklar boyunlarındadır. Şekavet tomrukları şimdiden boyunlarına geçmiş sürüklenmektedirler. Veya Kıyamette öyle sürükleneceklerdir. (.........) onlar - o gidişte o vaz'ıyyette olanlar (.........) eshabı nardırlar. - Cehennem ateşine lâyık ve ondan ayrılmıyacak kimselerdir (.........) hep onda muhalled kalacaklardır.

6

Bir de senden haseneden evvel seyyieyi isti'cal ediyorlar, halbuki önlerinde misal olacak ukubetler geçti ve hakıkat rabbın insanların zulümlerine karşı mağrifet sahibi, bununla beraber rabbın pek şedidül'ıkab

(.........) Bir de sana haseneden evvel seyyieyi isti'cal ederler -

iyiliği, güzelliği bırakırlar da kötülüğü, azâbı ivmek isterler.

Ya'ni ey Resuli hakk! Sen beşîr ve nezîr olduğundan dolayı bir çok güzel şeyler tebşir eder ve fenalıklardan inzar ve tahzir eylersin, onlar ise îman-ü amel, afiyet, hidâyet, nusrat, sevab, rahmet, ihsan gibi güzel şeyleri bırakırlar da kendileri hakkında kötü olan şeyleri isterler. Ve bizi korkutmak istediğin azâbı neye geriye bırakıyorsun ? Şimdiden getirsene.... Diye iverler. Ki, bu onların boyunlarına geçmiş olan tomruklardan birisidir. (.........) halbuki onlardan evvel bir çok emsal geçmiştir. - Mâzıyde, ümemi salifede böylelerine ne müdhiş azâblar inmiştir, onları düşünmez, ıbret almazlar da kötülükte isti'cal ederler. (.........) Rabbın ise şüphesiz (.........) insanlar için büyük bir mağrifet sahibidir. (.........) onlar zulm üzerine iken, - ya'ni onlar ısyan ile kendilerine yazık ederlerken Allah hemen muahaze edivermez de günahlarını setreder, tevbelerine imkân ve zaman bırakır. Rahmetini gadabına takdim eder. (.........) bununla beraber (.........) yine şüphe yok ki, rabbın şedidül'ıkabdır.

7

O küfredenler diyorlar ki, ona rabbından bambaşka bir âyet indirilse ya... Sen ancak bir münzirsin, her kavm için yalnız bir hâdî var

(.........) Hem o küfredenler derler ki, (.........) onun üzerine rabbından bir âyet indirilse idi ya-ya'ni ya Muhammed! Sana indirilen bunca âyetlere mu'cizelere inanmaz, küfrederler. Küfür, tomruk gibi boyunlarına geçmiş bulunduğu için onları nübüvvetine kâfi delil saymazlar da «bir âyet indirilse idi» diye dillerini tutacak bir cebir mu'cizesi isterler dururlar, bunlara karşı (.........) sen ancak bir münzirsin - ya'ni bunların tebşir ile hiç münasebetleri yoktur. Sen onları tebşir edecek veya halkı hidayetle yola getirecek değilsin, bunlar hakkında vazifen inzardan ıbarettir. (.........) ve kavm için bir hadî vardır. - Ki,

8

Allah, o bilir her dişi neyi hamil olur? Ve rahimler, ne eksiltir ne artırır, her şey onun ındinde bir mıkdar iledir,

(.........) Allah - hidâyeti halkeden odur. (.........) o Allah, bilir ki, (.........) her dişi neyi hamil olur? - Gerek insandan gerek hayvandan ve hattâ nebattan her hangi bir dişinin hamli nedendir? Hangi tohumdan? Halâldan mıdır haramdan mıdır? İlh... Sonra nedir? Erkek midir dişi midir? Ne olacaktır? Yaşıyacak mı yaşamıyacak mı? Said mi şakıy mı? Mü'min mi kâfir mi? (.........) ve rahimler neler eksiltir, neler artırır? - Aldığı alûkta ne tahlil yapar? Ne maddeler tarheder neler ilâve eyler, kendisinde gizliden sarfettiği ne, büyüttüğü nelerdir? Hamlinde neyi sakatlar neyi tamamlar, saniyen müddet ı'tibariyle: vaktı er mi geç mi oluyor? Hamlin ekalli müddetinde mi, ekseri müddetinde mi veya ikisi arasında mı doğurur?

Salisen aded ı'tibariyle bir mi? İki veya daha ziyade mi olur? Allah hep bunları bu bilinmez zannedilen sirleri bilir binaenaleyh tevellüdatta mu'taddan nâkıs veya zâid olarak vakı' olan şeyler bile kör körüne vakı' oluvermiş bir takım galetat değil, âlemi sirde Allahü teâlânın ılmi tahtinde cereyan eden şeylerdir. Bunlar tabiat da'vasr aleyhine irade delili olduğu gibi ayni zamanda ılmi de müsteniddir. Bir ılmi hayat vardır ki, onu bilen ve halka kudreti olan böyle dilediğini yapabilir. Bir rahimin döktüğü dem, yetiştirdiği yumurta, aldığı telkıh beslediği evlâd, nâkıs veya zâid haiz olduğu bütün menafi' ve havassı hayatiyye hepsi bir ılm ile ve hisab iledir. (.........) hem de bunlar değil (.........) her şeye (.........) Allah’ın ındinde (.........) bir mıkdar iledir. - Evvel ve âhirinden bir hadd ile mahdud ve mukadderdir, nefsinde ölçülmüş biçilmiştir. Her şeyin meratibi tekvinde tecavüz edemiyeceği muayyen bir haddi, bir vaktı bir hali mahsusa vardır ve bütün silsilei esbab Allah’a dayanır ve Allah’ın ılmile muhat olmıyan hiç bir şey yoktur. Her şeyin nefsel'emirde her hangi bir mertebei vücudda tahakkuku veya ona isti'dadı Allahü teâlâya nisbetle bir ılmi huzurîdir.

9

gayb-ü şehadeti bilen keberi müteâl

(.........) o, gaybe ve şehadete de âlim - Allah, hıslerden gaib olanı da bilir, hazır olanı da. Ve yâhud ma'dumu da mevcudu da bilir. Binaenaleyh âyet istiyenlerin hidayet için mi inad için mi ne gibi bir maksadla istediklerini de bilir (.........) kebîr - ya'ni her şey kendisinin dununda olan ve hiç bir vechile kabili ihata olmıyan yegâne büyük ve (.........) mütealîdir. -

Ya'ni kudretile her şeyden üstün, mikdar ve tenahî vesaire gibi evsafı mahlûkattan münezzeh ve âli yegâne yüksektir. Onun için hidayet ona âiddir. Ve onun ılm-ü kudretinden haric kalacak ve huzur-u likasına çıkmayacak hiç bir şeyi yoktur. Onca

10

Ona içinizden sözü sirreden ve açığa vuran, gece gizlenen, gündüz, beliren müsavidir, her biri için önünden ve arkasından ta'kıb eden Melâike vardır, onu Allah’ın emrinden dolayı gözetirler

(.........) müsavidir (.........) içinizden sözünü gizliyen - Küfrü gönlünde söyliyen (.........) ile açıklayan - Başkasına söyliyen (.........) ve geceleyin saklanan (.........) ve gündüzün meydanda gezen -

Ya'ni hepsini alesseviye işitir ve görür.

11

Her halde Allah, bir kavme verdiğini onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz, bir kavme de Allah, bir kötülük irade buyurdumu artık onun reddine çare bulunmaz, öyleya onlar için ondan başka bir vâli yok

(.........) her biri için - (.........) önünden ve arkasından bir takım muakkıbler: ta'kıb edici kuvvetler vardırki (.........) onu hıfz ederler - Her birinin sözünü ve fi'lini zabt eder veya o kimseyi mütevaliyen hıfz ederler. (.........) Ki, Allah’ın emrindendirler -

Ya'ni bu ta'kib kuvvetleri (.........) mueddasınca Allah’ın emrinden ıbaret bir takım ervah veya Melâikedirler. Binaenaleyh her birinizin bütün akval ve harekâtı Allahü teâlânın murakebe ve muhafazası tahtindedir. Ve bu ta'kıb-ü muhafaza tahtindedir ki, devamı hal ve cereyan ahval mümkin olur. O halde hepsi mahfuz olan ve hepsi ta'kıb olunmakta bulunan gizli veya açık akval ef'aliniz cezasız kalır mı? (.........) muhakkak ki, Allah (.........) Her hangi bir kavmindeki hali tagyîr etmez - Bahşettiği ni'met ve ikbali veya iyi kötü her hangi bir hali değiştirmez (.........) ta onlar nefislerindekini tagyir edinceye kadar -

Ya'ni bir müddet için iradelerinde serbettirler ve mes'uliyyetleri iradeleriyle mütenasibdir. (Sûre-i enfalde (.........) âyetine bak). (.........) Maamafih Allah bir kavme bir fenalık murad ettiği vakıt da (.........) artık onun reddine çare yoktur. -İsteseler de istemeselerde o Allah’ın murad ettiği vechile muvakkatse muvakkaten müebbedse müebbeden vaki' olur. (.........) Ve onların Allandan başka bir tek valileri yoktur. - Ki, reddine çare bulsun.

(.........)

12

odur ki, size korku ve ümid içinde şimşek gösterir, ve o ağırlıkla bulutları inşa eder

(.........) O - Allah - odur ki, (.........) size şimşek gösterir (.........) korku ve tama' için - şimşeği çaktırır size gösterir ve siz insanlar onu görünce hem korkar hem tama' edersiniz - hem çarpmasından korkarsınız hem de zulmetleri yaran yaldırayışından neş'elenir, rahmet ümidini besler, rızıklarınızda feyz-ü bereket gözetirsiniz. Ki, Kur’ân ve bâhusus bu Sûre de böyledir. (.........) ve ağır sehablar inşa eder - ya'ni hafif hafif buhar eczasından cevvi hevaya uzanıp çekilmiş ve yağmurla dolu ağır ağır bulutlar inşa eder. Ki, istıkbalin feyzı îman ile memlû mü'min cemaatlerini de böyle inşa edecektir.

13

Ra'd hamdile tesbih eyler, Melekler de korkusundan, ve saıkalar gönderir de onunla dilediğini çarpar, onlarsa Allah hakkında mücadele ediyorlardır, halbuki onun muhavvilesi çok şiddetlidir

(.........) ve ra'd ona hamd ile tesbih eder. - (Ra'd-ü Berkın ta'rifi hakkında Sûre-i Bakareye bak). O berk ile beraber olan ve müteakıben işitilen o ra'd, o yürekleri yerinden oynatacak gibi tepede patlayıp Yerleri, Gökleri sarsarcasına afâka yayılan o çatlayış ve gürleyiş Allahü teâlânın ya ni'met-ü rahmetiyle azemeti kibriyasını ı'lân ederek onun şanı ülûhiyyetini tesbih ve tenzih eden bir sestir ki, (.........) mazmununu bütün âleme haykırır. Veya işitenlere bu ma'nâyı telkın eder. (.........) Melâikede heybetinden - ya'ni Allahdan korktuklarından öyle tesbih ederler. Onun için ra'din mütevalî bir velvelei in'ıkâsı duyurulur.

(.........) ve Allah saıkalar gönderir de (.........) her kimi dilerse onlarla musab eder - vurur, yakar (.........) böyle iken onlar - o kâfirler hadlerini bilmezler de - Allahda mücadele ederler (.........) halbuki onun havl-ü kuvveti veya mukabil hiylesi pek şiddetlidir. Burada Erbeb İbn-i Rebîa ile Âmir ibnit Tufeyl vak'asına işaret olunduğu naklediliyor. Şöyle ki, meşhur şâır Lebîd İbn-i rabianın biraderi Erbed İbn-i Rabîa ile Âmir ibnit Tufeyl ikisi bir Resulullaha gaile çıkarmak için gelmişler mescide girmişlerdi. Aleyhıssalâtü vesselâm da eshabından bir kaç kişi ile oturuyorlardı, Âmir, çok yakışıklı idi, cemali, eshabından nazarı dikkatini celbetti ona bakışıyorlardı. Âmir arkadaşı Erbede evvelce şöyle tenbih etmiş, beni Muhammed ile konuşuyor gördüğün zaman yavaşça arkasına dolaş ve onu kılıçla vur» demişti, aleyhıssalâtü vesselâm Âmir ile konuşmağa başlamış, Erbed de arkasına dolaşmıştı, kılıcını bir karış kadar çekmiş fakat Allahü teâlâ müsaade etmediğinden sıyıramamıştı, Âmir, haydisene gibi göziyle, kaşiyle iyma etmeğe başladı, aleyhıssalâtü vesselâm da hali gördü (.........) diye duâ etti. Defi'oldular gittiler, Allahü teâlâ, Erbede açık bir yaz günü bir yıldırım indirdi yaktı, Âmir de kaçarak gitti Benî Selûldan bir kadının evine indi, sabah olunca silâhını aldı, rengi bozulmuş atına bindi, sahrada sürüyor ve çık karşıma ey melekül'mevt diyor, şiır söylüyordu ve kasem olsun ki, şu sahrada Muhammed ve sahibi, ya'ni melekül'mevt karşıma çıksa ikisini de mızrağımla deler geçerim diyordu, derken Allahü teâlâ bir melek gönderdi onu bir kanadile çarptı, yere yuvarladı, o vakıt dizinde büyük bir gudde, hıyarcık çıkmıştı, ya'ni vebaya tutulmuştu, bunun üzerine kadının evine avdet etti «deve guddesi gibi gudde ve Selûliyyenin evinde ölüm!» diyordu, sonra yine atını istedi bindi ve sürdü ve sırtında öldü (.........).

14

Hak duâ ancak onadır, ondan başka yalvarıp durdukları ise onları hiç bir şeyle icabet etmezler, onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucuna açana benzer ki, o, ona gelmez, kâfirlerin duâsı hep bir dalâl içindedir

(.........) Hakk daveti ancak onundur. - Bunda bir kaç ma'nâ vardır ki, hepsi de sahihtir :

1 - Hakka da'vet, insanları hakk ma'bude, hakk dine da'vet ancak ona olan da'vettir. Allahdan başkası namına yapılan da'vetler, propağandalar hep bâtıldır.

2 - Hakka da'vet, ya'ni hak dua, hak yalvarış veya hak duâ, ya'ni yerine masruf olan ve icabet görecek olan duâ, ancak Allah’a olun duâ ve ıbadettir.

3 - Hakk matlûba da'vet evvelen ve bizzat hakkı gösterip hidayet edecek olan odur. (.........) bak. Allah’ın beyan ve irşadına istinâd etmeksizin hakka da'vet olunamaz.

(.........) Ve onların, o kâfirlerin Allahdan başka da'vet ettikleri veya duâ edip durdukları - ya'ni namlarına propağanda yaptıkları, hacet diledikleri ma'budlar, imdada çağırdıkları, yalvardıkları kimseler (.........) onlara hiç bir şeyle icabet edemezler - hiç bir dileklerini kendiliklerinden yerine getiremezler (.........) ancak ağzına erişsin diye suya doğru iki avucunu açan susuz gibi - boşuna avuç açmış olurlar. Ki, uzaktan avuç açmakla su gelip te ağzına girmez. Bunun gibi (.........) kâfirlerin duâsı da sırf dalâldedir. Alel'umum camidât gibi putlarında hiç bir duâya cevb veremiyecekleri aşikârdır. Fakat âyette (.........) mevsulü zevil'ukulde zâhir olduğu cihetle bunu yalnız asnam ile te'vil etmek hılâfi zâhirdir. Binaenaleyh burada yalnız şuursuz putlar değil, Allah’ın madununda ma'bud ittihaz edilen yalvarılan zevil'ukulün de putlar gibi hiç bir duâya icabet edemiyecekleri mevzuı bahis demektir. Gizli olan duâ ve münacatta bu da aşikâr ise de açıktan olan duâ ve feryadlar hakkında (.........) buyurulması zâhiren garib görünür, çünkü insanların dahi alenî istimdadları duyduğu ve kısmen olsun icabet de edebildiği dermiyan olunur. Şu halde duâ, kalbî ve hafi olana tahsıs edilecek olursa öyle bir ı'tiraza mahal kalmıyacak ise de bu tahsıs veya takyide başkaca bir karine olmadığı gibi âyetin tevhide müteallık olan siyak-u mezakı da buna muhaliftir. Ve doğrusu burada pek büyük ve gayet derin bir hakikat beyan olunmuştur. Ve hakikatte Allahdan kat'ı nazarla hiç kimsenin duâya icabet etmesine imkân olmadığı anlaşılmıştır ki, bunu burada biraz izah etmek ıktıza eder : Ma'lûm ki, yekdiğerinden mütemayiz olan a'yanı eşyadan her ferdi diğerinden temamen ayrıdır. Ayrı olduğu içindir ki, her biri ayrı bir şeydir. Şu taş başka? Bu taş başka, Zeyd başka, Amir başkadır. Ve hiç birinin nefsi diğerinde hâzır değildir. Onun için biz, bunları birbirinden seçer, ayrı ayrı tanırız, yekdiğerine karıştırmayız ve yekdiğerimizin nefsaniyyetine mâlik de olmayız, tedahul etmeyiz. Birbirinden bizzat ayrı ve her biri diğer bir ayn olan mütemayiz şeylerin velev bir vechile olsun kendiliklerinden irtibat ve ittisalini farzetmek ise tenakuzdur. Bunun içindir ki, iki cevherin birinden diğerine eser geçebilecek tebliğ ve tebelluğ vaki' olabilecek surette münasebetleri «Cominications des substances» mes'elesi feylesofları hayrette bırakan en mu'dıl mes'elei felsefiyye olmuştur.

Bir madde kendinden ayrı olan diğer bir maddeye nasıl icrayı tesir edebiliyor? Ruh cisme, cisim ruha nasıl eserini geçirebiliyor? Bu öyle bir vakıadır ki, ancak tevhide iltica ile hallolunabilir. Eğer âlemde eşyayı mütemayizenin hepsinin üzerinde hâkim olan vahidı a'lâdan, o kebîri müteâlden kat'ı nazar edilecek olursa bütün âlem ikisi bir yere gelmek ihtımali olmıyan darmadağınık, ayrı ayrı şeylerden ıbaret kalır ve beyinlerinde yekdiğerine teâtı edecek hiç bir münasebet bulunmaz. Şimşekler çakmaz, bulutlar inşa edilmez, yağmurlar yağmaz, yıldırımlar düşmezdi, Zeydin feryadı Amrin kulağına varmak, vicdanına nüfuz etmek şöyle dursun, sesi bile çıkmaz, hattâ kendisi vücude gelmezdi. Bunlar olabiliyorsa hiç şüphe yok ki, hep rabbül'âlemînin emr-ü tedbirile oluyor. Onun için duanın hakkı da ancak onundur. Şimdi her hangi bir ihtiyacı için dua ve istimdad edecek olan şahs, Allahdan başka her neye ve her kime müraceat etse kendisinden ayrı ve uzaktır. Kendindeki bir hissi, bir şeyi diğerine nakletmesine imkân yoktur. Susuz bir kimse uzaktan suya el açmakla susuzluğunu suya doyuramıyacağı ve suyun kendi kendine gelip ağzına giremeyeceği gibi bir insanın karşısında bütün mahlûkat da böyledir. Allahü teâlânın izn-ü müsaadesi olmayınca insan, hava içinde nefes bile alamaz. Netekim ecel gelip « emri rabb » olan ruh, kabz olduğu zaman Dünyanın tabibleri toplansa ölüye bir nefes veremezler bir insanın feryad-ü ilticasını diğer insanların veya Melâikenin işidebilmesi sem-ü ibsare malik olan Allahü teâlânın emr-ü müsaadesi sayesinde olduğu gibi mümkin olan icabet ve ianede bulunabilmeleri de öyledir. Yoksa Allah, müsaade etmeyince duyan kulaklar duymaz, istiyen gönüller istemez oluverir. İşte Allah’ın madunundakiler nefislerinde birbirlerinden uzak oldukları evvelen ve bizzat bir şeyi halketmekten de âciz bulundukları için kendiliklerinden bir muhtacın duasına hiç bir şeyle icabet edemezler. Fakat âlimülgaybi veşşahadetilkebîrül- müteal olan Allahü teâlâ, herkese kendinden bile karibdir (Sûre-i «Bakare» de (.........) En gizli duâları bile işidir: icabet eder, vereceği mevcud değilse yaratır, haliktır. Birbirinden ayrı olan şeyleri kudretile, melekûtile yekdiğerine ulaştırır. Dilerse insanı suyun yanına götürür, dilerse suyu onun ağzına getirir. Bütün eşya beynindeki irtibat ve münasebet hep onun halk-u emriledir. Netekim bu ma'nâ şöyle tavzih ve tefsıl olunuyor :

15

Halbuki Göklerde ve Yerde kim varsa ister istemez Allah’a secde eder kendileri de gölgeleri de sabah akşam

«SECDE AYETİDİR» (.........) Halbu ise munhasıren Allah’adır ki, (.........) secde eder -Boyun eğer inkıyad eyler (.........) bütün Göklerdeki kimseler -

Ya'ni Melâike veya yukarı makamlarda bulunan ukul-ü ervah ve kuvayı âliye (.........) ve Yerdeki kimseler -

Ya'ni umumiyetle İns-ü cin, sekaleyn, veya aşağıda bulunan nüfusı sâfile (.........) gerek tavan ve gerek ker'hen - İster istemez (.........) ve bunların sabah akşam gölgeleri - ya'ni sade kendileri değil, gölgesi bulunanların gölgeleri de tav'an değilse kerhen ve bilmecburiyye Allah’a secde ederler. Gölgelerin bile yerlere kapanışı sahiblerinin değil, Allah’ın emrine inkıyaddır. Burada ukul-ü ervah mukabilinde ebdan-ü ecsamın birer gölge mesabesinde olduğuna da işaret vardır denebilir. Zira ervah, nûranî ecsam, zulmanîdir. (.........)

(.........)

16

Göklerin ve Yerin Rabbı kim? de, Allah de, daha de: ondan başka kendi kendilerine ne bir menfeate ne bir mazarrata malik olmıyan bir takım velîler mi tutuyorsunuz? Hiç de: Kör ile gören bir olur mu?

Yâhud zulûmât ile nûr bir olur mu? Yoksa Allah’a onun hâlkı gibi mahlûkat yaradan şerikler buldular da halk, kendilerine müteşabih mi oldu? Allah, de: Her şeyin hâliki ve o, öyle vahıd öyle kahhar

(.........) Ya Muhammed, de ki, (.........) Semavât ve Arzın rabbı kim? Bunu sor ve onların cevabını beklemeyerek (.........) Allah, de (.........) o halde, de, siz onun madunundan bir takım velîler mi ittihaz ettiniz? -Sizin ümid umduğunuz, işinizi görür sanıp himayelerine sığındınız o velîler, o putlar öyle âcizdirler ki, (.........) kendi kendilerine ne bir menfeate ne de bir mazarrate malik değildirler. - Kendi başlarına size şöyle dursun kendilerine bile ne bir menfeat halkedebilirler, ne de bir zararı def' edebilirler. Meğer ki, Allah, ıkdar etmiş olsun. Cemadat mekulesi putlar kendi kendilerine fi'l-ü te'sirden nasıl âciz ise Allah’a karşı bütün mâsiva da böyledir. (.........) hiç, de: kör görenle müsavi olur mu? - Ibadetin hakkını ve müstahıkkını bilmiyen cahil,

müşrik, kalb gözü görmez bir a'ma, onu bilen de hakkı gören bir basîrdir.

Yâhud a'mâ, gafil ma'bud, basîr de her şey'e âlim olan ma'budı hakka işarettir.

Ya'ni âyâtı kudreti bu kadar zâhir olan Allah’a karşı nedir bu körlük? (.........) veya zulmetler, nûr ile müsavi olur mu? -Küfür ve şirk kat kat zulmetlerdir, delili yok, önü sonu karanlık katmerli cehalettir. Ma'rifetullah : îmanı tevhid ise bir nûrdur. Önü sonu vazıh delâili her tarafta parlaktır. Aklı olan nasıl olur da nûrı tevhidi bırakıb da şirke sapar? Bu ne körlük? Ne budalalıktır? O müşrikler (.........) yoksa Allah’a şöyle şerikler mi yaptılar ki, bunlar (.........) onun halkı gibi - Semavat ve Arzı ve bütün bunlardaki mahlûkatı yaradışı gibi - mahlûklar halk ettiler de (.........) halk onlara teşabüh mü etti ? - Allah’ın yarattığile onlarınki farkolunamıyacak derecede birbirine benzedi de şüphede mi kaldılar? Böyle bir ihtimale imkân var mı ki, hatâlarının sebebi budur denilsin. Sen onlara (.........) deki (.........) Allah, her şey'in hâlikıdır. - Şey denebilir ne var hepsini yaratan odur. Hattâ (.........) mantukunca sizin yaptığınız şeylerin de hâlikı odur. (.........) ve o, o vahid, o hahhardır. - Ülûhiyyette şerik-ü nazîri olmıyan ve bütün mâsivayı tahti hükmünde makhur edib hepsinin mukadderatını yedi kudretinde tutan bir rabdır.

17

Yukarıdan bir su indirdi de vâdiler kendi mıkdarınca seyl oldu, seyl de yüze çıkan bir köpük yüklendi, bir ziynet veya bir meta' yapmak için ateşte üzerini körükledikleri madenlerden de onun gibi bir köpük vardır, İşte Allah, hakkile batılı böyle çarpıştırır, ammâ köpük atılır gider, nâsa menfeati olan ise Arzda kalır, işte Allah, emsali böyle darbeder

(.........) Semadan bir su indirdi (.........) de vadîler mikdarlarınca seyl oldu - boş maddeler feyzi hayat ile aktı

(.........) seyl de yüze gelen bir kef (köpük) yüklendi (.........) bir ziynet veya bir meta' yapmak maksadile ateşte üzerine ocak yaptıkları şeylerden de onun gibi kef olur -

Ya'ni Allahü teâlâ, sudan başka Arza altın gümüş bakır kalay ve saire gibi bir takım ma'denler de indirmiştir. İnsanlar bunları huliyyat veya kullanacak âlât ve edevat gibi emtiadan bir meta' yapmak maksadiyle eritmek ve tasfiye etmek için üzerlerine ocaklar yakarlar, ve onlar da Allahü teâlânın her birine tahsıs ettiği şeriat ve derecei hararette erir, su gibi mayi' haline gelirler. Seyl suyunda olduğu gibi bunlardan da bir kef hasıl olur. Binaenaleyh birbirine benzer iki kef bulunur ki, evvelkinde hiç insan sun'u bulunamadığı halde ikincisinde insanların sa'y-ü kasdı da bulunur. (.........) Allah, hakk ile hâtıle böyle mesel darbeder - böyle temsil ve tasvir yapar. (.........) imdi - ya'ni her iki meseldeki o köpük (.........) atılır gider -Ki, bâtıl böyledir. Hak cereyan ve galeyan ederken her ne kadar ba'zan yüze çıkarsa da nihayet köpük ve kef atılır söner gider. (.........) Amma insanlara nafı' olan (.........) Yerde meks eder kalır - su kısmen göllerde, havuzlarda kalır, kısmen yerin damarlarına nufuzeder, kuyular, pınarlar, ırmaklar olur. Süzülmüş ma'denler huliyyat veya emtia yapılır. Elden ele dolaşır, bir müddet insanlar onlardan intifa ederler ki, hak da böyledir. Semadan inen ve medarı hayat olan halıs su, Kur’ân’ın, vahyi hakkın temsilidir. Ki, bundan kesbi beşerin hiç dahli yoktur. Ocaklarda izabe olunan maadin de beşerin kesb-ü ictihadı ile istinbat ve te'lif olunan hak ma'lûmatın temsilidir. Ve bunların ikisi de esas ı'tibarile dadi haktır. (.........) Allah, böyle meseller darb eder. - Ve böyle bir çok hakıkatleri tavzıh eden güzel temsillerle de hakka da'vet eyler.

18

Rablarının emrine icabet edenlere daha güzeli var, ona icabet etmiyenler ise Arzda bulunanın cemiisi bir misli de beraber kendilerinin olsa, hepsini fidyei necat olarak verirlerdi, işte onlar, hisabın kötüsü onlar içindir, me'vaları da Cehennemdir, ve o, ne fena yataktır

(.........) Rablarına icabet edenler - hakkı da'vet kendisine mahsus olan Allahü teâlânın da'vetini dinleyip kabul eden kullar için (.........) en hüzel gaye vardır. - Ki, o Cennettir (.........) ona icabet etmiyenler: hak da'vetini dinlemiyenler ise (.........) Arzdaki şeylerin hepsi, bir misli de berâber, kendilerinin olsa her halde onu feda edip kurtulmak isterlerdi (.........) bunlar yok mu? Hisabın kötüsü bunlar içindir (.........) ve varacakları yer Cehennemdir. (.........) ve o ne fena yataktır. Gelelim hak da'vetinin ve ona icabet etmiyenlerin ve husna ile sui hisabın tafsıl-ü beyanına : (.........)

(.........)

19

Şimdi Rabbından sana indirilenin hakikaten hakkolduğunu bilir kimse âmâ olan gibi olur mu? Fakat onu ancak akıl ve vicdanı temiz olanlar idrâk eder

(.........) İmdi - ya Muhammed - sana rabbından inzal olunanın hakıkaten hakk olduğunu bilen - ve binaenaleyh bu suretle rabbının hak da'vetine icabet eden kimse (.........) a'mâ olan gibi olur mu? -

Ya'ni o hakkı görmiyen, tanımıyan köre benzer mi? Elbette benzemez (.........) amma bunu ancak ülül'elbab tezekkür eder. -

Ya'ni beyni olanlar, temiz akıllılar idrâk eder. Bu âyetin Hazret-i Hamza ile Ebû cehil veya Hazret-i Ömer ile Ebû cehil veya Hazret-i Ammar İbn-i Yâsir ile Ebû cehil hakkında olduğuna dair üç kavil, menkuldür.

Maahazâ mefhumunun âmmolduğunda da şüphe yoktur. Netekim arkasından şu suretle tafsıl ve ta'mim olunuyor: O ülül'elbab kimlerdir bilir misiniz?

20

Onlar ki, Allah’ın ahdine vefâ ederler ve misâki bozmazlar

(.........) Onlar ki, - bervechi atî vasf ile muttasıf olurlar:

1 -

21

ve onlar ki, Allah’ın riayet edilmesini emrettiği hukuka riâyet ederler, Rablarına saygı besler! ve hisâbın kötülüğünden korkarlar

(.........) Allah ahdini ifa ederler. - Sûre-i «A'raf » da (.........) âyetinde beyan olunduğu vechile Allahü teâlânın rübubiyyetini ı'tiraf etmek üzere nefislerinde fıtratlarile teahhüd ettikleri tevhıd ahdini vefa ederler (.........) ve o mîsaki bozmazlar. - Binaenaleyh Allah’a karşı verdikleri hiç bir sözden caymaz, teahhüdlerini, yeminlerini bozmazlar.

2 - (.........) Ve Allah’ın vaslını emrettiği şeyleri vaslederler - hukuka riayet ederler. Ki, Enbiyanın, veresei Enbiya olan ulemanın, erham-ü akribanın, komşusunun ve bütün mü'minlerin ve hattâ zimmeti bulunan alel'umum insanların ve kendisine tavuğuna varıncıya kadar her hangi bir hakkı taallûk eden hayvanat ve belki nebatat ve eşyanın hukukuna riayet mes'eleleri hep burada dahildir.

3 - (.........) Ve rablarından haşyet ederler - Allahü teâlânın celâl-ü gazabından sakınır, ma'sıyetten çekinirler.

4 - (.........) Ve kötü hisabdan korkarlar. -

Ya'ni Âhirete ve sonunda amellerinin hisabını vereceklerine inanırlar da kötü hisabdan korkar ve ondan evvel kendi nefislerini murakabe muhasebe eder dururlar.

22

Ve onlar ki, Mevlâlarının rızasına ermek için sabretmekte, namazı dürüst kılmakda, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli açık infak eylemektedirler, ve seyyieyi hasene ile defederler, işte bunlar, Dünya yurdunun ukbası onlara

(.........) Ve onlar ki,

5 - (.........) Rablarının rıza ve cemaline ermek için sabr etmekte -ya'ni ne halka karşı gösteriş ne de gönüllerinde ziynet ve iftihar hıssi beslemiyerek mahza Allah rızası için zahmetlere katlanıb hak yolunda sabr-ü sebat etmekte,

6 - (.........) Ve namazı ikame eylemekte,

7 - (.........) Ve kendilerine nasîb ettiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak yapmaktadırlar.

8 - (.........) Ve kötülüğü iyilikle def' ederler. Zira «hamim» lerde geleceği üzere (.........) ise de (.........) dır. Sûre-i «Bakare» de geçdiği üzere (.........) mucebince mütecavize mukabele bilmisil, mutlak bir azimet değil ruhsattır. Ve kötülüğe kötülükle mukabele için değil, zulm-ü tecavüz seyyiesini katı' veya tevkıf için bir hasene mahiyyetinde olmak üzere meşru'dur. Çünkü (.........) dır. Yoksa zarara zarar, şerre şerr ile mukabele caiz değildir. (.........) dır. Ehadîs-i sahihada varid olduğu üzere «şerden hayır gelirme? Ya Resulallah» diye sual olunmuş, aleyhıssalâtü vessalâm da hayır ancak hayırdan gelir, hayır ancak hayırdan gelir,hayır ancak hayırdan gelir» buyurmuştu. Lisanımızda dahi şöyle bir darbı mesel vardır : «iyiliğe iyilik her kişinin kârı, kemliğe iyilik erkişinin kârıdır». Demişlerdir ki, burada ta'dad olunan sekiz amel Cennetin sekiz kapısına işarettir. (.........) Bunlar - bu sekiz hasletle muttasıf olan ülül'elbab - yok mu (.........) bu darın ukbası onlar içindir. -Darı Dünyanın akıbeti, sonunda müntehi olacağı Âhıret saadeti onlara mahsustur.

Bu dârın ukbâsı nedir bilir misiniz ? : (.........)

23

Adin cennetleri: onlara girecekler, atalarından ve zevcelerinden ve zürriyyetlerinden salih olanlar da beraber, öyle ki, Melekler her kapıdan yerlerine girerek diyecekler

24

Selâm sizlere, sabrettiğiniz için bakın ne güzel: yurdun ukbası

Buna mukabil: (.........)

25

Amma Allah’ın ahdini misak ile tevsık ettikten sonra nakzedenler ve Allah’ın raptedilmesini emrettiği rabıtaları koparanlar ve yer yüzünü fesada verenler, işte bunlar, lânet onlara, ve yurdun kötüsü onlara

(.........) - Mukatilden menkul olduğuna göre bu ehli kitab hakkında nâzil olmuştur. (.........)

26

Allah dilediği kimseye rızkı genişletir, daraltır da, onlar ise Dünya hayat ile ferahlamaktalar, halbuki Dünya hayat Âhıretin yanında bir yol azığından ibarettir

(.........) - İbn-i Abbastan naklolunduğuna göre bu da Mekke müşrikleri dolayısiyle nâzil olmuştur. Bu kadar âyetlerle hakka da'vet karşısında hâlâ: (.........)

27

Yine o küfredenler diyorlar ki, Ona Rabbından bir âyet indirilseydi ya!.. De ki,, hakikat Allah dilediği kimseyi şaşırtıyorkim de gönül verirse kendini hidayet buyuruyor

(.........) Küfredenler ona rabbından bir âyet indirilse idi diyip duruyorlar - ülül'elbabın tezekkür edeceği bunca âyâtı, âyet ya'ni Allah tarafından risaleti Muhammediyyenin sıdkına delâlet eden alâmet ve delil saymıyorlar da kimsenin kabul etmemek ihtimali kalmıyacak surette cebrî ve hikmeti ilâhiyyeye muhalif bir âyet isteyip duruyorlar. Bunların bu sözlerinin burada bir daha tekrar buyurulması delâlet eder ki, Sûrenin başlıca esbabi nüzulünden birisi kâfirlerin bu suretle olan muanedeleridir. Bunların cevaben: (.........) De ki, (.........) hakikaten Allah, dilediğini şaşırtır, dalâlete düşürür - onda hidayet değil, de dalâlet halk eder.

Ya'ni ey kâfirler sizin öyle demeniz dalâletten şaşkınlıktan başka bir şey değildir. Sizi Allah şaşırtmıştır. O kimi dilerse böyle şaşırtır. Maamafih bunda sizin için bir ma'ziret de yoktur. Bu ıdlâlin sebebi sizin ona inabe etmemenizdir. (.........) halbuki o her inabe edeni kendisine hidayet eder. -

İNABE, hakka ıkbal-ü teveccüh ve âyâtı hakkı teemmül ile tevbedir ki, asıl hakıkati hayır nevbetine girmek demektir. Binaenaleyh hidayetin şartı nefsanî iradeden çıkıp Hak teâlânın iradesine ikbal ve teveccühü ifade eden iradei cüz'iyyedir. Yukarıdan beri bir kaç mahalde izah olunduğu üzere her şahsın ömründe - yekdiğerine müsavî olmasa bile az çok - bir müddet vardır ki, o müddet zarfında hidayeti ıhtiyare bir imkân bahşedilmiştir. Bu müddette hidayet ve dalâlet ıhtiyarîdir. Fakat o müddet içinde ıhtiyarını husni isti'mal ile hakka inabe etmiyenler için dalâlet, cebrî bir tabiat olur ki, ondan sonra arzu da etse muvaffak olamaz, Ve işte ıdlâl meşiyyeti ilâhiyyenin taallûku mümkin olan vaktinde inabe etmemelerile alâkadar olduğuna tenbih için de bu cümle terdif buyurularak cebir ı'tirazınâ mahal bırakılmamıştır. O inabe edip hidayete irenler kimlerdir bilir misiniz?

28

Onlar ki, îman etmişlerdir ve kalbleri Allah’ın zikri ile yatışır, evet Allah’ın zikriyledir ki, kalbler yatışır

(.........) Ki, bunlar Allah’ın zikrile kalbleri mutmainn olarak îman edenlerdir. - Burada zikrullahdan murad (.........) ve (.........) ve (.........) âyetleri mantukunca Kur’ândır.

Ya'ni bunlar îman etmek için Allah’ın bir tezkiri mahsusu, eblağ bir muhtırası olan Kur’ân’dan daha büyük ve daha müfid bir âyet ve mu'cize olamıyacağını bilirler. Ve kalbleri bununla ıtmi'nan bulur da tezkir değil, ilzam ifade edecek ve binaenaleyh iymanın vereceği fâideyi veremiyecek olan zorlama âyetlerini gözetmezler. (.........) Evet - başkasile değil (.........) ancak Allah’ın zikrile - Allah’ın verdiği zikr ile veya Allah’ı anmak, hatırlamakladır ki, (.........) kalbler mutmeinn olur. - Gönüllerin ıztırabı sükûn bulur, yatışır, zira mebde-ü meâd ancak Allah’a müntehi olur ve bütün esbab, Allah’a istinad eder. Mümkinâtın silsilei ihtimalâti Allahda kesilir. Allah, mafevkı, maverâsı olmıyan ve tenahi ve mıkdardan münezzeh olan kebiri müteal olduğundan gerek vücudde,

gerek vicdanda ondan ilerisi yoktur ki, fazla bir hareketi kalbiyyeye imkân ve ihtimal bulunsun. Allah deyince fikirler gaiye teharrisine irmiş, mantıklar durmuş, bütün hassiyat, bütün ümidler, korkular son merci'ine dayanmış bulunur. Gönüller mâsivadan temayül ettiği hangi şeye vasıl olsa hepsinin mâverâsı bulunduğundan hiç birinde karar edemez, hiç birinde ıtmi'nanını bulamaz, hiç birisi ruhun iştiyakını teskin, heyecanını tatmin edemez. Lezzet ve gıbtada daha yükseğine intikal etmek ister. Fakat maarifi ilâhiyyeden zevkyab olmağa başladımı bütün metalibin ve bütün umurun Allah’a raci' olduğunu anlar ve artık ondan yüksek bir merci' ve maksude intikal mümkin olmaz. Onun içindir ki, ma'rifetullaha yükselemiyen, Allah’ı zikr etmiyen kâfir veya gafil kalbler hiç bir zaman ıztırabdan kurtulamaz, huzurı kalb veya cem'ıyyeti dil denilen saadeti itmi'nanı bulamaz, çarpınır da çarpınır. Hem bu çarpınış bir neşvei aşkın uyandırdığı heyecanı visal değil, fani sebeblerin, emellerin sarsılıp sarsılıp yıkılışından hasıl olan bir ıztırabı hicrandır ki, Allah, demeyince mütevaliyen teselsül eder gider. Allah’ı zikretse yine Allahü teâlânın tezkirile olur ki, iki mertebe üzere tecelli eder.

Birincisi doğrudan doğru zikir fi'lini kalblerde halketmesidir ki, hidayeti fi'liyyedir.

İkincisi de Allah’ı hatırlatacak âyât ve delâili halk veya inzal buyurmasıdır. Bunlar da iki kısımdır. Bir kısmı, Asayı ejder yapmak, ateşe yaktırmamak dağları yerinden oynatmak, ölüyü diriltmek, Semadan mâide indirmek Kameri şekketmek gibi hissen idrâk olunabilecek âyetlerdir ki, bunların kuvvei tezkiriyyeleri vaki' olduğu âne veya müşahedelerine munhasır olacağından muvakkat ve mahduddur. Binaenaleyh bunlar bütün kalblerin ıtmi'nanına sebeb olamıyacağı gibi olduğu takdirde de hıslerin çarpması i'tibariyle değil, akılların Allah’ı zikrine sebeb olması i'tibariyle müfid olabilirler. Bir kısmı da her zaman ve herkes için müzekkir olan âyâtı akliyye ve berahîni kelâmiyyedir ki, işte Kur’ân böyle bir zikrullahtır. Kur’ân’ın tezkirâtıyle Allah’ı zikretmiyen ve bununla ıtmi'nan bulamıyan kalblerin hiç bir âyetle ıtmi'nandan bulmalarına imkân yoktur. Bunlar ilel'ebed ıtmi'nandan mahrum olarak ıztırab içinde çarpınacak; ah, bir âyet indirilse idi deyip gideceklerdir. Allahü teâlâ bunlarda zikir ve ıtmi'nanını yaratmaz. Artık bunlar kalbi selîm değildirler. Kalb olmaktan çıkmış, vicdanı sahihleri kalmamış, tefessüh etmiştir. Onun için tezkir âyetinden müstefid olmaz da cebr-ü azâb âyetini gözetirler. Zikrullah ile mutmeinn olmıyan bu kâfirler (.........) mısdakınca füadları boş heva olmuş kalmış kalbsizler, vicdansızlar- dır.

29

Onlar ki, îman etmişlerdir ve salih ameller işlemektedirler, ne hoş, tubâ onların, istikbal güzelliği onların

(.........) o kimselerdir ki, (.........) îman ettiler ve salih salih ameller yaptılar - kalblerin böyle zevat ile beyanında şayanı dikkat iki nükte vardır: bu bir taraftan şunu iyma eder ki, insan asıl kalb demektir. Netekim Ebülfethilbustî bu ma'nâyı şu beytile anlatmıştır:

(.........) ya'ni nefse dikkat et ve onun fazıletlerini kemâllandır. Çünkü sen cism ile değil, ruh ile insansın. Bir taraftan da şunu iyma eder ki, hasletleri îman ve a'mali saliha olan kulubı mutmeinne eshabı bütün cem'iyyeti beşeriyyenin ve hattâ bütün âlemin kalbleri makamındadır (.........) tubâ onlara husni meab onlara. - Denilmiştir ki,

TÛBA, Habeş veya Hind lügatile Cennetin ismidir. Ebû Hüreyre, bir rivayette İbn-i Abbas, Muattib İbn-i Semiy, Ubeyd İbn-i Umeyr, Vehb İbn-i Münebbih Cennette bir şecere demişler ve Utbe İbn-i Ubeydi sülemî hadîsinden Resulüllaha merfu' olarak da rivayet edilmiştir. Demiştir ki, bir a'rabî «ya resulallah cennette fakihe varmı dır?» diye suâl etmişti, buyurdu ki, «evet onda bir şecere vardır ki, ona Tubâ denilir. İlh.. » Kurtubî der ki, «sahıhi şeceredir. Çünkü hadîsi merfu' olan Utbe hadisi vardır. Ve Süheylînin zikrettiği üzere bu, hadîs-i sahihtir. Bunu Temhidde Ebû Amir de kezalik Sa'lebî de zikretmişlerdir. (.........). Kelimenin lügat noktai nazarından iştîkak ve mefhumuna gelince: Cumhur demişlerdir ki, Tubâ, Ukbâ gibi Büşrâ vezninden tîb maddesinden masdardır ki, misk gibi tayyib olmak demek olur. Ya, sakin, makabli mazmum olduğu için Musâ gibi vâva kalbolunmuştur. Tîb ma'lûm ki, temiz ve güzel kokular veya bunlardaki hoşluktur. Ve (.........) terkibi (.........) gibi bir cümle-i duâiyye uslubundadır. Ve şu halde mefhumu: mutayyeb olmak, hoşluk ve güzellik, kutluluk hayr-ü saadet, hasılı tîbi hayat onlara demek olur. Ki, gıbta onlara, nu'mâ onlara, hüsnâ onlara, hayri daim onlara, keramet onlara, ferah ve kurretül'ayn onlara diye muhtelif ta'birlerle tefsir ve ifade edilmiştir. Maamafih tubâ, atyebin müennesi olarak hüsnâ gibi ismi tafdıl olmak da muhtemildir. Ve hadîsteki ıtlak buna daha ziyade münasibdir. Hulâsa ne mutlu o kulubı mutmeinneye ki, en hoş zevk onların, istikbal güzelliği onlarındır. (.........)

(.........)

30

İşte böyle kendilerinden evvel nice ümmetler geçmiş olan bir ümmet içinde gönderdik ki, onlar rahmana küfredenlerken sen onlara karşı sana vahyettiğimiz kitabı okuyasın, de ki, o rahman benim Rabbım, ondan başka ilâh yok, ben ona dayandım tevbem de onadır

(.........) İşte böyle - zikrullah ile kalblere itmi'nan verecek en yüksek âyetleri hâmil şanlı bir risaletle ya Muhammed (.........) biz seni resul yaptık,

gönderdik (.........) bir ümmet içinde ki, onlardan evvel bir çok ümmetler geçti (.........) seni gönderdik ki, sana vahyettiğimiz Kur’ân’ı onlara tilâvet edesin - mütevaliyyen okuyasın da geçen ümmetler gibi helâk olmayıp tubâ ve hüsni meâba nail olmak esbabını anlatasın (.........) halbuki onlar rahmana küfrediyorlar - rahmeti her şey'e vasi' ni'meti bütün eşyaya şamil olan ve âlemine bir rahmet olmak üzere seni ve bu Kur’ân’ı gönderen Allahü teâlânın beliğ rahmetini tanımıyor, hattâ rahmân ismini inkâr ediyorlar. (.........) rahmân ne imiş? demeğe kadar varıyorlar. Öyle me'yus ve nankör bir halde ve o kadar fena ahlâk ve şeraıt içine düşmüşler ki, hılkat hakkında bedbîn «pesimist» olmuşlar, cebr-ü ceberruttan başka bir şey tanımıyorlar. İyi ameller boşuna gidecek sanıyor halkı cedide, tûbâya ve husni meâba inanmıyor. Hak teâlâ rahmetile sevgili bir kuluna risalet ihsan edip göndermez zannediyorlar da âlemîne rahmet olan risaletini ve haklarında pek büyük bir ni'met olmak üzere tilâvet eylediğin bu vahyi ilâhiyi en belîğ bir mu'cize olan bu Kur’ân’ı nazarı ı'tibare almıyarak rahmân tealâya küfr-ü küfranda bulunuyorlar. (.........) Sen de ki, (.........) o - rahmân (.........) benim rabbımdır. - Beni halk-u terbiye edip gönderen mevlâmdır. (.........) Ondan başka ilâh yoktur. (.........) ben ancak ona mütevekkilim (.........) tevbem de: rücuun da ancak onadır. - Bu Kur’ân, öyle büyük bir âyet ve mu'cizedir ki,

31

Bir kur'an, onunla dağlar yürütülse veya onunla Arz parçalansa veya onunla ölüler konuşturulsa!.. Fakat bütün emir Allah’ın, daha îman edenler, kâfirlerden ümidi kesip anlamadılar mı ki, Allah dilese idi elbette insanlara hep birden hidayet buyurdu, o küfredenler onların kendi san'atlar ile başlarına musîbet inip duracak veya hud yurtlarının yakınına konacak, nihayet Allah’ın va'di gelecek, her halde Allah miadını şaşırmaz

(.........) eğer bir Kur’ân - okunacak bir kitab

(.........) onunla - ya'ni onun veya kıraeti ile dağlar yürütülmüş (.........) veya Arz parçalanmış (.........) veya ölüler söyletilmiş olsa idi... -

Ya'ni bu Kur’ân ile olurdu. Zira bu Kur’ân, şimdiye kadar nâzil olmuş kütübi ilâhiyyenin ekmeli ve okunacak kitabların gayei kusvasıdır. Bunda kudreti ilâhiyyenin öyle acaib meknun ve öyle heybeti iclâli müncelîdir ki, (.........) mantukunca bu Kur’ân, bittemsil bir dağa indirilmiş olsa idi o dağı haşyetullahdan başını eğmiş, çatlamış, hurd-ü haş görürdün. Bu Kur’ân, böyle büyük bir âyeti ilâhiyyedir. Fakat onun hıkmeti nüzulü bunlar değil tilâvet-ü tezekkür ve mucebince îman ve ameli salih ile tûbâ ve husni meâba irmek içindir. Onun için Kur’ân’ın mücerred inzali veya tilâvet ve kıraeti ile ne dağlar yürütülür, ne Arz parçalanır, ne ölüler söyletilir. Geçmiş olan ümmetlere indirilmiş olan kitabların hiç birinin mücerred kıraeti ile bunlar olmamıştır. Olsa idi hiç şüphesiz bu Kur’ân ile olurdu. Rivayet olunur ki, Mekke kâfirleri, bir gün Mekkenin kenarına çıkmış oturuyorlardı. Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem yanlarına vardı, islâmı arzetti, içlerinden Abdullah İbn-i ümeyyetelmahzumî «Mekkenin, demişti, şu iki dağı bizi çok sıkıyor, bunları buradan yürüt yerimiz genişlesin, orada bize aralarından çaylar, kıt'a kıt'a mezraalar aç, âbâ-ü ecdadımızdan filân ve filânları da dirilt söylesinler bakalım söylediklerin doğru mu, değil mi? Bunun üzerine bu âyet nâzil olmuştur. (.........). Ve binaenaleyh anlatılmıştır ki, irsali Resulün ve inzali Kur’ân’ın hıkmet ve gayesi bunlar değildir. Gerçi Kur’ân’ın ulviyyetindeki fevkal'adelik bu gibi hadîselere dahi sebeb olabilmekten uzak değilse de mücerred Kur’ân veya kıraet hiç bir zaman bunların illeti kâfiyesi değildir; Kur’ân’ın feyzını böyle maddiyyattan evvel kalblerde gözetmek lâzım gelir. O her şeyden evvel kalbleri zikrullah ile tatmin ve tenvir edecek ve onun için tilâvet olunacak bir âyeti rahmettir. Dağlar yürütülse, Arz parçalansa, mevtâ da söyletilse bunların delâletinden hasıl olacak faide Kur’ân’ın tezkir ve ıhtarı kadar beliğ ve vazıh ve şamil bir rahmet olamazdı. Kur’ân’dan alınacak olan ıtmi'nani kalb bunlardan alınamazdı. Maamafih bu noktai nazardan da yalnız Kur’ân veya kıraeti Kur’ân ılleti kâfiye değildir. Dağlar gibi camid ve serkeş Kur’ân Arzı parçalar parçalanacak ve ölüler gibi hıtaba gayri lâyık öyle kalpsizler vardır ki, bunlar sade üzerlerine Kur’ân tilâvet etmekle zikri hakkı duymaz, îmana gelmezler. Bu da delâleti Kur’ân’ın noksanından değildir. (.........) belki emrin cemiisi Allah’ındır. - Mâddi ma'nevî bütün kudret ve te'sir onundur. O, dilerse kalblerde zikrini yaratır, ıtmi'nan ve îman bahşeder, dilerse etmez. Dilerse dağları yürütür, Arzı parçalatır, ölüleri konuşturur, dilerse yapmaz binaenaleyh (.........) da zikir, fâiline muzaftır. Ve murad, yalnız zikri kavlî değil zikri fi'lî ve tekvinîdir. Demek ki, bâlâda izah olunduğu üzere Allahü teâlâ, rahmetine küfreden o kâfirlerin kalblerinde zikrini halketmemiş, hidayet ve tevfık nasıb eylememiştir. (.........) Artık îman edenlerin ma'lûmu olmadı mı? -

Müfessirînin beyanlarına göre burada (.........) kelimesi ılim ma'nâsınadır ki, Hevazin ve Nah'a lûgatidir. Ve yâhud bir şey'e ılim, nakızından kat'i ümidi müstelzim olmak ı'tibarile lâzımdır.

Ya'ni zikrullah ile mutma'inn olub Kur’ân’ın tezkiri mucebinde Allah’ı ve Resulü tasdık edenlerin başka ihtimalden kat'ı nazar ederek şu hakıkate tam bir kanaati ılmiyyeleri hasıl olmadı mı? (.........)

Allah, dileyecek olsa idi elbette nâsın cemiisine hidayet verirdi -mâdem ki, vermedi, demek dilemedi, onun için rahmaniyyetine küfredenleri, itmi'nan ve iymandan, ameli salihten; tubâdan ve hüsni meâbden mahrum bıraktı (.........) ve o küfredenleri sanîaları sebebile başkalarına karıa isabet edip duracaktır - Ki, karıa, gülle ve tokmak gibi baştan çarpan şiddetli musıybet demektir (.........) veya - o karıa -yurdlarının yakınına hulûl edecek (.........) nihayet Allah’ın va'di gelinciye kadar - ya'ni isabet için ta'yin ettiği miy'adı gelinciye kadar evlerinin vatanlarının yakınında vaktını bekleyip duracak, bu gün olmazsa yarın başlarında patlıyacaktır. (.........) her halde Allah, miy'adına hulfetmez. (.........)

(.........)

32

Kasem olsun ki, senden evvel ki, peygamberlerle istihza edildi de ben o küfredenlere bir müddet meydan verdim sonra da tuttum ıkaba çektim, o vakıt ıkabım nasıl oldu?

(.........) emîn ol senden evvel bir çok Resullerle istihza olundu - ya Muhammed!

Ya'ni bir âyet olsa, dağ yürüse, şu olsa bu olsa diyip duran kâfirlerin maksadları îman etmek için cidden bir âyet ve delil talebetmek değil mücerred istihzadır. Onun için bunlara her ne türlü bir âyet indirilse yine îman etmezler, ıkab beklerler. Ve böyle istihza yalnız sana karşı vaki' olmuş bir şey değildir. Mazıde nice Peygamberlerle istihza edildi de (.........) ilh...

33

Böyle her nefsin bütün kazanciyle üzerinde kaim olan zata küfredilirmi? tuttular Allah’a şerikler koştular, de ki, Söyleyin bakalım onların isimlerini, ya ona bu Arzda bilmediği bir şeymi haber vereceksiniz? Yoksa ma'nâsı yok sırf zahirî bir lâf mı? Doğrusu küfre saplananlara mekirleri hoş gösterildi ve hak yolundan saptırıldılar, her kimi de Allah saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur

(.........) İmdi her bir nefsin meksubatıle üzerine kaim olan zatı a'lâya mı? - Küfrediyorlar?

Ya'ni her nefis üzerine nigehban ve hâkim olan, her nefse taleb ve kesb etmiş olduğu hayır veya şer kazancı veren ve onu onunla mes'ul eden, hasılı rahmân olmakla beraber (.........) ismi celîlinin de sahibi bulunan zatı ecell-ü a'lâyamı? Karşı geliyorlar? Hiç böyle bir zatı a'lâ ile uğraşılır mı? Ona şirk koşulur mu? O başkasına kıyas olunur mu? Hasılı (.........) bu isme bihakkın sahib bulunan kimdir? Allah değil mi? (.........) Halbuki onlar Allah’a şerikler uydurdular. (.........) De ki, - ya Muhammed (.........) onların isimlerini söyleyin bakayım? - O uydurduğunuz şerikler içinde (.........) ismine müsemmâ olabilecek bir tane bile bulunabilir mi? (.........) Aceba Yer yüzünde ona; o Allah’a bilemiyeceği bir şey mi haber vereceksiniz - ya'ni Semavatı ve Arzı ve bütün enfüs-ü afakı yaratan Allahü teâlâ biliyor ki, kendisinden başka (.........) yoktur. Biz yerde onun bilmediğini bilecek de filân da var diye haber mi vereceksiniz? Şüphe yok ki, bu mümtenidir. (.........) Yoksa sırf zahiri, ya'ni lâfzı var ma'nâsı ve hakikati yok bir lâf mı söyliyeceksiniz? - Zenciye kâfur demek gibi sırf lâfzî bir isim mi uyduracaksınız? Hiç şüphe yok ki, şeriklerinizin isimlerini söyliyecek olursanız Allah’a şerik olacak bir isim bulamıyacaksınız. Olsa olsa bir misal olarak müsemmâsız bir isim, hakikatte ma'nâsı yok mücerred bir lâfız, yalan bir lâf atacaksınız, saçmalıyacaksınız. (.........) Fakat kâfirlere mekirleri tezyin edilmiştir. (.........) ve yoldan meni' olunmuşlardır.

34

Onlara Dünya hayatta bir azâb vardır, Âhıret azâbı ise elbette daha zorlu, onları Allahdan vikaye edecek de yoktur

35

Müttekilere va'dolunan Cennetin temsili; altından ırmaklar akar, yemişleri daim, sayesi de, bu işte takva yolunu tutanların ukbası, kâfirlerin ukbası ise ateş

(.........) Müttekilere va'd olunan Cennetin meseli - ya'ni garabette bir mesel gibi gelecek olan sıfatı acibesi veya vasfı, bittemsîl tasviri -şudur: (.........) altından ırmaklar akar - öyle ırmaklar ki, Sûre-i «Muhammed» de geleceği üzere halıs sudan olanı var, südden olanı var, süzülmüş baldan olanı var, lezzetli şarabdan olanı var (.........) yemişleri daimî - hiç inkıta' etmez, ardı arası kesilmez, tükenmez Dünya yemişleri gibi fani ve muvakkat değil (.........) gölgesi de - öyle, çekilmez, zeval bulmaz, yanması yok, zulmeti yok, ebedî istirahatgâh. (.........) İşte o - Cennet (.........) ittika edenlerin - küfr-ü küfrandan korunanların akıbeti (.........) kâfirlerin akıbeti ise ateş. Ehli kitap olanlar bunların hangisinden denilirse:

(.........)

36

Bir de kendilerine kitab verdiklerimiz sana indirilen bu kur'an ile ferah duyuyorlar, ahzapdan bazısını inkâr eden de var, de ki, Ben ancak Allah’a kulluk etmekle ve ona şirk koşmamakla emrolundum, ben ona davet ederim, varacağım o

(.........) Mukaddemâ kendilerine kitab verdiklerimiz de - ezcümle Yehûd ve Nesarâ da (.........) sana inzal olunan - bu kitab ya'ni Kur’ân -ile ferahlanırlar. Gerek Yehûd ve gerek Nesarâdan olsun Ehli kitab Kur’âna agâh olunca mutlaka bir ferah duyarlar. Fakat bunlar iki kısımdır. Bir kısmı Abdullah İbn-i selâm ve eşbahı gibi tam ma'nâsile ehli kitab olan Tevrat ve İncilin hakıkî mazmununu kalben idrâk ve amelen ikame edenlerdir ki, Kur’ân’ın hepsinden ferah ve inşirah duyar ve derhal Allah’ın vahdaniyyetile risaleti Muhammediyyeyi tasdık eder müsliman olurlar. Diğer bir kısmı da vardır ki, Kur’ân’ın (.........) gibi Enbiya ve kütübi salifeyi medh-u tasdık ve ahkâm ve şeriatlerini takrir eden ba'zı âyetlerinden ferahlanırlar ve yalnız bu noktalara kalsa risaleti Muhammediyyeyi tasdık etmek isterlerse de kendilerinin inhirafat ve tahrifatı ve nesıh ahkâmı gibi diğer âyetlere gelince hoşlarına gitmez, inkâra saparlar. Onun için buyuruluyor ki,

(.........) Ahzabdan da - ya'ni Ehli kitabın Resulullaha karşı husumet ve adavette toplanıp yekdiğerine muhalif hızipler teşkil eden muhtelif fırkalarından da (.........) öyle kimseler vardır ki, - Kur’ân’ın hepsini inkâr edememekle beraber (.........) ba'zısını inkâr eder. -

Ya'ni hoşlanmaz da küfreder. Çünkü hevalarına uymaz meselâ Yehûd hizbi (.........) âyetini inkâr eder, Nesarâ hızibleri de bununla ferahlanır da (.........) gibi âyetleri inkâr ederler. (.........) Sen de ki, (.........) ben ancak Allah’a ibadet etmeğe - ancak Allah’ı ma'bud tanıyıp ona kulluk etmeğe (.........) ve ona hiç bir şirk koşmamağa me'murum (.........) ancak ona da'vet ediyorum - (.........) diyorum (.........) ve merciim ancak odur.

37

Ve işte biz o Kur’ân’ı böyle arabiyyen hâkim olmak üzere indirdik, kasem olsun ki, eğer sen sana vahyile gelen bu ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan sana Allahtan ne bir velîy vardır, ne de vikaye edecek

(.........) ve işte böyle - esas ı'tibariyle bütün Ehli kitaba ferah verecek ve üzerinde ittifak edilecek müttefekunaleyh usulü ve muvafık-u muhalifi seçecek furu' ve şuabâtı ıhtiva eden ve bütün hedefi tevhid ile Allah’a rücu' olan bir indirişle (.........) Arabiyyen bir huhüm - ya'ni Arab lisanile ifade edilmiş ve bu şart ile bütün ıhtilâfâta hâkim bir kanun - olarak indirdik onu - o sana indirilen kitabın ya Muhammed! İşte Kur’ân böyle her kitabın fevkında ve bütün milletler üzerinde hâkim bir kitâbı haktır. Bununla beraber Arabcadır. Arab lisanı ile nâzil olmuş ve nâtık olduğu ahkâmı hak, Arabî olarak ifade edilmiştir. Ve hâkimiyyeti; nazmı Arabîsi ile meşruttur. Binaenaleyh diğer kütübi münzelenin Kur’âna muhalif olan, Kur’ân’ın tasdikına ıktiran etmiyen âhkâmiyle amel caiz olamıyacağı gibi Kur’ân’ın tercemelerine de bu hâkimiyyet, isnad edilemez ve doğrudan doğru onlardan ahkâm istinbatına kalkışmak da doğru olamaz. Huküm, asıl münzel olan nazmı Arabîsinindir. Demek ki, Kur’ân, yalnız tilâvet olunmakla kalmamalı, mucebince beynennâs icrayi hukm-ü hukûmet de edilmelidir. (Sûrei « Mâide » de (.........) ve Sûrei «Nisa» (.........) âyetlerine bak). (.........) ve sana gelen ılimden sonra onların hevalarına ittiba edecek olursan - ya'ni Kur’ân’ın ba'zı ahkâmını inkâr eden hıziblerin inkârları hevadır. Onlar hakkın hükmünü hoşlanmazlar da hevalarına, gönüllerinin arzusuna uyarlar, kendi hevaları hâkim olsun isterler. Sana gelen ise ılimdir. Binaenaleyh bu ılim geldikten, bu kitabın nassı ile hükmi hak, ma'lûmun olduktan sonra bil'farz onların hevalarına uyacak olursan alimallah (.........) Allahtan sana ne bir veliy bulunur, ne de bir vâkıy - Ki, o takdirde gelecek masaibe karşı dostun veya vikayecin olabilsin. Kur’ân’ın ba'zı noktalarını inkâr ile risaleti Muhammediyeye ı'tiraz etmek istiyen muhtelif hıziblerin inkâr ve iddiaları bak ne kadar heva, ne kadar vâhîdir: (.........)

38

Kasem olsun ki, biz senden evvel de Resuller gönderdik, onlara da hem zevceleri verdik hem zürriyyet, hiç bir Resulün ise Allah’ın iznine iktiran etmedikçe bir âyet getirmek haddi değildir, her ecel için bir yazı vardır

(.........) Kasem olsun ki, biz hakikaten senden evvel de Resuller gönderdik (.........) onlara da hem zevceler verdik hem zürriyet -binaenaleyh senin de meşru' zevcelerin ve evlâdın bulunması risaletine neye mâni' olsun. Ehli kitabdan muhtelif hızibler kendi hevalarınca risaleti Muhammediyyeyi inkâr için ba'zı şüpheler ileri sürmek istemişlerdir ki, başlıcaları şunlardır :

1 - Müşriklerle beraber bir takımları « Allah resulü fevkalbeşer olmalı, Melek cinsinden olmalı» diye tutturmuşlar ve bu suretle beşerî fıtrati risalete münafi farz ederek «biz bizim gibi bir beşere ittiba'mı ederiz?» «Bu nasıl Peygamber yemek yiyor ve sokaklarda geziyor» diye Resulullahı ta'yib ve inkâra kalkışmışlardı ki, bu noktalara diğer sûrelerde tasrihan taarruz edilmiştir. Yine bu kuruntuya müteferri' olarak bir takım hıristiyanlarda Resulullahı zevcelerinin taaddüdile ta'yib etmek istiyor. Ve «eğer Muhammed Peygamber olsa idi böyle kadınlarla meşgul olub evlâd ve ıyal ile uğraşır mı idi? Yahya ve Isâ gibi onlardan sarfı nazar edib tecerrüd hayatı yaşaması ıktıza etmez miydi?» diyorlardı ki, bu gün de Nesârâ hızibleri halâ bu propagandaya geri vermek istiyorlar. Halbuki böyle bir iddia Yahya ve Isâ aleyhimesselâmdan evvel gelmiş ve onlar tarafından tasdık ve te'yid edilmiş olan bir çok Peygamberlere, ya'ni ta Musâya ve İbrahime ve hattâ Nuh ve Âdem’e varıncıya kadar ahdi cedid ve ahdi atık kitablarının haber verdiği silsilei enbiyaya küfr etmek kabilinden bir tenakuzdur ki, bu da iddia olunan hıristiyanlığı kökünden inkâr etmektir. Zira bu Peygamberlerin çoğu bir değil, müteaddid ve hattâ Davud aleyhisselâm gibi ba'zıları yüz kadar zevcelerle tezevvüc etmiş, güzîde zürriyyetler yetiştirmiş ve bu suretle beşeriyyeti ahirenin maddeten ve ma'nen abai tâhiresi olmuşlardır. Ve işte bu âyette evvelâ bu hakikati tarihiyye beyan olunarak o kısım ehli kitab hıziblerinin Resulullaha karşı ezvac-ü evlâd ile inkâr ve i'tirazları yalnız risaleti Muhammediyyeye değil, alel'umum Enbiyai sâlifeye, ya'ni bunların zürriyyeti ve musaddıkı olmaları i'tibariyle Yahya ve Isâ aleyhimesselâma dahi küfür demek olan bir tenakuzdan ıbaret olduğu anlatılmış ve bu suretle Resulün fevkalbeşer olması hevasının butlânı da dolayısiyle isbat edilmiştir.

2 - Bir kısmı da Resulü bir ilâh gibi farz ederek ve mu'cizeleri Peygamberler kendileri yaparmış gibi tevehhüm ederek; «Muhammed demişler Resul olsa idi diğer Peygamberler gibi kendisinden her ne âyet, her hangi bir mu'cize taleb edilirse derhal yapıvermesi lâzım gelmez mi idi?». Buna cevaben de buyurulur ki,

(.........) Ve hiç bir Resul için Allah’ın izniyle olandan başka bir âyet getirmek yoktur.

3 - Resulullah gayibden haber olmak üzere kâfirleri azâb ile inzar ve mü'minleri nusrat ve rahmet ile tebşir ettikçe bâlâda da geçtiği üzere kâfirler isti'cal ediyor, bunların taahhurunu şüpheye vesile ittihaz ederek «haniye o va'd-ü vaıdler nerede kaldı, demek ki, yalan imiş» diyorlardı, buna cevaben de buyurulur ki, (.........)99 Her ecelin bir kitabı vardır. -

Ya'ni haber verilen o va'd-ü vaıdler her biri bir vakıt ve müddetle müecceldir. Ve her vakıt ve müddetin ındallah ayrı ayrı bir yazısı, bir hukmi mahsusu vardır ki, ahvalin ıhtilâfile muhtelif olarak muktezayı hikmete göre yazılmıştır. Ve bu müddet zarfında kesbi halâs veya istihkakı azâb için insanlara bir mühlet ve müsaade verilmiştir. Binaenaleyh her birinin vakti yazısını gözetir. Ve bundan dolayı muhtelif zamanlar için başka başka kitablar nâzil olmuştur. Meselâ Musâ zamanının kitabı başka, Isâ zamanının kitabı başka, Hatemül'enbiya zamanının kitabı başkadır, Velhasıl her zaman için bir kitab vardır. Ve son zamanın kitabı Kur’ândır. Onun için bir hukmi Arabi olan bu kitab evvelki kitabların esasını tahkim ve tasdık ederken onlardaki ba'zı ahkâmı değiştirir, nesheder.

4 - Ehli kitabdan Yehûd hızbi gibi bir kısmı neshı inkâr ediyor ve öyle zu'meyliyorlardı ki, «nesıh bir «beda» yı, ya'ni önce bilinmiyen bir ılmin sünuh ve zuhurile evvelki hukümden caymayı istilzam eder. Allahü teâlâ ise cehilden münezzeh olduğundan ahkâmi ilâhiyyede nesıh olamaz» ve mademki Kur’ân’da kütüb ve şerayi'i sâlifenin ba'zı ahkâmını nesheden âyetler vardır. O halde bu, bir kitabullah ve bunu getiren zat da Resulullah olmamak ıktiza eder» diyorlardı. Ve bu suretle Yehûdîler Kur’ân’ın

Musâyı ve Tevratı esas ı'tibariyle tasdık etmesinden bilistifade Tevratı nesıh kabul etmez hâkim bir ana kitab ve şeriati Musâyı lâ yetegayyer bir din farzederek İncili de Kur’ân’ı Muhammediyyeyi de tanımak istemiyorlardı ve sanki şeriati Musâ da Ya'kub ve İshak ve İsmail ve İbrahimden Nuh ve Âdem’e varıncıya kadar geçmiş olan Enbiyai mütekaddimînin şeriatlerinden hiç bir huküm değiştirilmemiş gibi bir da'vâ tutturuyorlardı. Fakat Nasrâniyyette Yehûdîliğin ba'zı ahkâmı ma'rufesi değiştirilmiş olduğu ve ezcümle Cumartesinin Pazara tahvili inkâr olunamıyacak bir vakıa bulunduğu cihetle yakın zamanlara kadar Nesârâ neshı inkâr etmiyorlardı. Çünkü neshı inkâr ettikleri takdirde Musevîlere karşı Isevîliğin hiç bir ma'nâsı kalmazdı. Fakat son zamanlarda Protestanlar bunu düşünmiyerek müslimanlara karşı Yehûdîler gibi neshı inkâra kalkıştılar (bu babda Hindli Rahmetullah Efendi merhumun Izharül'hak nam kitabına bak). İşte her hangi hızibden olursa olsun nesıh mes'elesini inkâr edenlere karşı buyurulur ki,

39

Allah dilediği mahv-ü isbat da eder ve ümmülkitab onun nezdindedir

(.........) Allah dilediğini mahv-ü isbat eyler - gerek tekvinde ve gerek teşri'de dilediğini mahveder. Vücuddan siler hukümden iskat, eserini izale eyler. Dilediğini de onun yerine veya resen sâbit kılar.

Evvelâ tekvin hususunda görülüyor ki, Allahü teâlâ, âlemde bir takım şeyleri ifnâ ve izale ederken diğer bir takım şeyleri durduruyor veya yeniden vücuda getiriyor. Meselâ bir milleti mahvediyor, diğer bir milleti yaşatıyor, ayni bir kavm içinde Zeyd ölürken Amir duruyor veya yeni doğuyor. Ayni bir şahısta ve aynı bir şey'in ahvalinde bile böyle nice mahivler nice isbatlar yapar. Meselâ ticaretinde kâh zarar ettirir kâh kâr, rızkını kâh tenkıs eder, kâh tezyid, ecelini, ömrünü kısaltır uzatır, saadetini şekavete veya şekavetini saadete tahvil eder. Tevbekârın defteri a'malinden seyyiâtı mahveder hasenât yazar. (.........)... Öyle ki, kâinât, bir taraftan harfleri veya satırları silinip diğer taraftan yazılan bir kitab gibidir. Böyle iken sahaifi ekvanın nizamı hikmetinde ne bir hâk ne bir silinti ile kusur bulunmaz. İşte tekvinde böyle olduğu gibi teşri' hususunda da böyledir. Allahü teâlâ, bir zaman için meşru' kıldığı ahkâmın ba'zısını diğer bir zaman için nesheder. (.........) mantukunca onun yerine daha hayırlısına veya lâekal mislini ikame eder de ahval-ü ezmine ve emkinenin ıhtilâfina göre muhtelif şeriatler bulunur (.........) olur. Çünkü kitablar, şeriatler mebde ve meadda nasın ahvalini ıslâh içindir. Meşiyyeti ilâhiyye muktezasınca zaman zaman ahvali nâs muhtelif olduğu için ona göre ahkâmın ıhtilâfı da hikmeti ilâhiyye muktezasındandır. Bununla beraber Allahü teâlâ, dilediği ba'zı ahkâmı da her zaman için gayri kabili nesh olmak üzere muhkem ve sâbit kılar ki, bunlar her zaman için usuli şeriat, diğerleri de furuı şeriattir. Sûre-i «Maide» de (.........) bak. Bundan dolayı Kur’ân, Tevrat ve İncil ve sair kütübi ilâhiyyenin havi oldukları usulden bir kısmını te'yid ederek Ehli kitabın hepsini ferahlandırırken onlarda zamanı ahîrin ahvalile mütenasib olmıyan bir takım ahkâmı da nesh eder. Ve hattâ nefsi Kur’ân’da nasıh ve mensuh âyetler vardır. Ve bu vechiledir ki, Kur’ân bütün kitablar üzerinde müheyyim ve bütün ezmanın ıhtilâfâtına hâkim Arabî bir huküm kitabıdır. Allah, böyle dilediğini mahıv dilediğini isbat eyler (.........) ve Ümmülkitab ancak onun ındindedir. - Bütün kitabların mebdei, asl-ü esası olan, hiç bir vechile değişmiyen, mahv-ü isbatı mümkin olmıyan, lâyetegayyer, ana kitab, daha doğrusu kitab anası, düsturi a'lâ, kütük ancak Allah’ın ındindedir ki, Levh-ı Mahfuz veya ılmi ezelîi ilâhîdir. Değişecek, değişmeyecek, giden kalan her şey onda yazılıdır. Hepsi ma'lûmdur. Onun için fer'î olan diğer kitablarda cereyan eden nesihten, mahv-ü isbattan Allahü teâlâya bedâ lâzım gelmez. Ve yine onun içindir ki, tekvin ve teşri'de mahv-ü isbat cereyan ettiği halde Ümmülkitaba nazaran (.........) dir. Her şey yazılmış bitmiştir, kalem kurumuştur. Yeniden yazılacak hiç bir şey yoktur. Binaenaleyh Kur’ân’dan evvel nâzil olmuş bulunan Tevrat veya İncili «Ümmülkitab» gibi farzedip de nasıh kabul etmez diye iddia eden o münkir Ehli kitab hıziblerinin inkârları ne kadar boş ne kadar hevadır. Halbuki Kur’ân’dan evvelki kitablar sâde nesıhten değil tariften bile sâlim kalamamışlardır.

40

Onlara yaptığımız vaıydin bazısını sana muhakkak göstersek de yâhud seni vefat ettirsek de her halde belağ sana, hisab bizedir

(.........) Onlara yaptığımız vaıydlerin ba'zısını sana gösterirsek de veya seni alırsak da - ya'ni o münkirlere mev'ud olan ıkab-ü azâbın hepsi tahakkuk edecek ve sen her halde ba'zısını bu Dünyada göreceksin. Maamafih hiç birini sana göstermeden seni bu Dünyadan alacak da olsak sen bununla mukayyed olmıyarak, görüb görmiyeceğini düşünmiyerek vazifeni yap, hiç birini görmeden vefat edecek olsan yine yap. Gerek gör gerek görmeden öl, her iki takdirde: (.........) üzerine vâcib olan ancak belâğdır. -

Ya'ni sen bir Resul olduğundan üzerine vacib olan vaziyfe, risaletin ahkâmını tamamen tebliğden ıbarettir. O tebligatın mazmununu icra ve binnetice hisabını ru'yet ve bu cümleden olmak üzere onlara tebliğ eylediğin vaıydlerin tahakkukunu bu Dünya da görmek değildir. Belâğ sana (.........) ve hisab bize âiddir. - O münkirlerin hisabını görecek, amellerinin cezasını verecek olan, biziz. Binanealeyh sen, semerei mesaîni görüp görmiyeceğini hisaba almıyarak çalış, bu uğurda can vermek de lâzım gelse vazifen olan tebliği yap, ilersini bize bırak. O münkirler

41

Ya görmüyorlar mı da? Biz o arzı etrafından eksiltip duruyoruz ve Allah öyle hukm-ü hukümet eder ki, humünü takib edecek yoktur, hem o çok seri hisablıdır

(.........) görmüyorlar mı ki, (.........) biz kudretimizle Arza geliyor (.........) onu etrafından eksiltip duruyoruz. -

Ya'ni bizim mahv-ü isbata kudretimizi teslim etmek istemiyen o münkirler baksalar'a, balâda beyan olunduğu üzere önce rahmet ve kudretimizle meddetmiş, ayaklarının altına sermiş olduğumuz Arzı, aynı halde bırakıyor muyuz, o memdud Arzı, üzerinde yaşadıkları o geniş toprakları etrafından kudretimizle sarıb tenkıs ve tazyık etmiyor muyuz? O medde mukabil cezirler yapmıyor muyuz?Veya muhtelif hâdisat ile Arzı aşındırıp parçalamıyor muyuz veya o münkirlerin vatanlarını peyderpey etrafından eksiltip küçültmiyor muyuz? Nüsuflarını, cem'ıyyetlerini kırarak feyz-ü bereketlerini azaltarak, arazilerini daraltarak, ızzetlerini zillete, kemallerini noksana tebdil etmiyor muyuz? Arzdaki bu tağyirâtı veya vatanlarındaki bu tazyikatı görmüyorlar mı? (.........) Allah, öyle bir huküm ve hukûmet yapar ki, (.........) onun hukmüne muakkıb yoktur. - Onun verdiği hukmü arkasından ta'kıb edip de nakz-u reddedebilecek hiç bir kuvvet, hiç bir devlet, hiç bir mahkeme hiç bir merci' yoktur. (.........) hem o seriul'hisabdır. -Binaenaleyh o hisab ve azâb demleri uzakdır da zannedilmesin, Allah murad edince bir göz açıp yummadan geliverir.

42

Evet onlardan evvelkiler de mekrettiler fakat binnetice bütün mekir Allah’ındır, o bilir, her nefis ne kesbediyor, yarın kâfirler de bilecek ki, o yurdun ukbâsı kimin?

(.........) Onlardan evvelkiler de mekrettiler - Allah’a, Peygamberi- ne, kitablarına, mü'minlerine karşı hud'alar yaptılar, entrikalar çevirdiler (.........) fakat binnetice mekir, bütün mekir ancak Allah’ındır. -Allah’ın mekrine nazaran diğerlerininki hiçtir. Zira mekrin hakikati başkasına gizli, anlaşılmaz bir surette bir mekruh iysal etmektir. Halbuki Allahdan başkasının bütün yaptıkları ve yapacakları Allahü teâlânın ılm-ü kudreti tahtinde cereyan ettiği için mekir yapanların yaptıkları da bir kesibden başka bir şey değildir. Bütün halk-u te'sir, Allahdandır. Bu suretle onlar mekre çalışırken evvel emirde kendilerini aldatmış kendi kendilerine mekre sebeb olmuş olurlar. Allah, bir raddeye kadar kesiblerini halkeder ve binaenaleyh onlar muvaffak oluyoruz zannederken kesiblerinin cezası olarak Allah tarafından zanlarının hılâfına öyle gizli bir surette çarpılırlar ki, mahvolurlar giderler. O halde mekkârlık, hîlekârlık yapmağa çalışanlar, bilmelidirler ki, yaptıkları mekirler, binnetice hep Allah’ın kendilerine bir mekridir. Allah, onların hiç haberleri olmaksızın bir anda mekirlerini başlarına geçirir de aldatıyoruz zannettikleri müstekım kullarını müsâb kılar. Çünkü Allah, aldanmaz (.........) her nefis, her ne kesbederse bilir (.......) = o kâfirler de ileride bileceklerdir ki, (.........) Bu darın akıbeti kimindir?

43

O küfretmekte olanlar, sen bir mürsel değilsin diyorlar? de ki, benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter bir de nezdinde kitab ılmi bulunan?

(.........) Küfredenler bir de derler ki, (.........) sen Mürsel değilsin -ya'ni Allah tarafından gönderilmiş Resul değilsin diyerek hak Peygamber olduğunu inkâr nim ederler ya Muhammed! (.........) deki be aramda sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. -

Ya'ni Allahü teâlâ, bende ızhar-ü inzal eylediği kat'î deliler, açık âyetler, beyyinelerle benim risaletime öyle şehadet etmektedir ki, her şehadetten yüksek olan bu Allah şehadeti diğer şâhidlerin şehadetinden mugnî ve sıdk-u sadakatimi isbat için kâfidir. (.........) ve o âlim ki, ındinde ılmülkitab vardır. - Ilmi Kur’âna veya alel'ıtlak hak kitab ılmine sahibdir.

Ya'ni bir hukmi Arabî olan bu kitab, bu Kur’ân, risaletime başlı başına bir bürhandır. Ancak bunun böyle olduğunu bilmek için kitab ılmine sahib olmak bu kitabın beyanındaki fesahat ve belâgati haber verdiği ma'lûmâtı gaybiyyeyi anlamak, ifade ettiği ulûmı kesireyi bilmek ve binanealeyh hak kitabı takdir etmek lâzımdır. Bunu bilen (.........) onun hakkolduğunu bilir ve mucebince risaleti Muhammediyyeye şehadet eyler. Ve hattâ bundan evvelki kitablarda ezcümle Tevrat ve İncilde dahi risaleti Muhammediyyeye temhid ve tebşir eden deliller vardır. Bunları hakkıyle bilen ve ılmine sahib olub da taassub ve hevaya tâbi' olmıyan munsıf ehli kitab uleması da buna şehadet ettiler. Bak Allahü teâlâ, nasıl şehadet ediyor:

0 ﴿