İSRA

İsrâ sûresi Mekkiyyedir. Ebû Hayyanın nakline göre sahibül'gunyan «bilicma'» demiştir. Ancak (.......) âyetinden (.......) âyetine kadar sekiz âyetin müstesnâ olarak Medinede nâzil olduğu da katâdeden merviydir. Ba'zıları da bunu (.......) âyetleri olmak üzere iki âyet diye İbn-i Abbastan rivayet etmiştir. Bunlardan başka bir de (.......) âyetinin dahi Medenî olduğunu söyleyenler olmuştur.

Âyetleri - Kûfiyyun ta'dâdında yüz on bir, diğerlerinde yüz ondur.

Kelimeleri - Bin beş yüz altmış üçtür.

Harfleri - Altı bin dört yüz altmış.

Fasılası - (.......) harfleridir. (.......) yalnız birinci İsrâ âyetindedir.

Bununla (.......) kasrı gibi İsrânın yalnız mazheriyyeti Muhammediyyede vakı' olmuş mümtaz bir âyet olduğuna işaret edilmiş oluyor.

Bu Sûreye «Sübhan» veya Sûre-i «Beni İsraîl» dahi denilir.

İSRÂ. hüdâ vezninde «Sürâ» dan if'aldir. Sürâ, mesrâ, sirayet, gerek piyade gerek süvarî olsun gece yürüyüşü demektir. İsrâ da öyledir. Ancak burada olduğu gibi ta'diyesi halinde yürütmek demek olur.

Bu Sûrenin Sûre-i «Nahıl» hatimesine münasebeti vücuh iledir.

Evvelâ; onun sonunda (.......) âyeti ile bu Sûrenin evvelindeki münasebet irâe ile isbat ve tavzıhidir.

Saniyen; daha evvelki (.......)

âyetile münasebeti vardır. Zira nakledildiğine göre: (.......) nin sebeb-i nüzulü şudur: Resulullah İsrâyi Kureyş ânlattı, onlar bunu şiddetli bir şematet ile tekzib ettiler. Ve binaenaleyh Allahü teâlâ Resulünü tasdıkan bunu inzal buyurdu.

Salisen; biraz evvelinde Hazret-i İbrahim medhedilip (.......) buyurulmuş olmakla milleti İbrahime ittiba' emrinden mertebei Muhammedînin mertebei İbrahimden madun olması gibi bir ma'nâ tevehhüm olunmamak için bu Sûre, makamı Muhammedînin yüksekliğini gösteren bir âyetle başlamış ve ilersinde (.......) âyitile bu ma'nâ daha ziyade yükseltilerek tasrih olunmuştur.

Rabian; orada ahkâm ve ahvali Yehûde işaret ve Eshabı sebtin ıhtilâfına taarruz olunduğu gibi burada da Beni İsraîlin mukadderatı zikrolunmuş ve bu mukadderatın kendilerinin ihsan ve isaelerile alâkadar olduğu anlatılarak (.......) hatimesini aksi noktai nazarından da bir misali tavzıh verilmiştir. Bu münasebetle onların fesadı yüzünden ve mes'uliyyetleri noktai nazarından Mescidi Aksânın tahribi kıssası zikrolunacağından Sûrenin evvelinde İsrâ vak'ası tasdır olunarak rikâbı Muhammedînin şerefi hulûlile o tahribin cebr-ü telâfisi ma'nâsına işaret buyurulmuştur. Şöyle ki,

1

Tenzih o Sübhana ki, kulunu bir gece Mescidiharamdan o havalisini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâya isrâ buyurdu ona âyetlerimizden gösterelim diye, hakıkat bu: odur o işiden gören

(.......) Tesbih ona ki, - tesbihin iştikakı ve ma'nâsı hakkında Sûre-i Bakarede söz geçmişti. Sahib Keşşaf der ki, (.......) tesbiha alemdir, recüle Osman gibi. Mansub olması da ızharı metruk bir fi'li muzmer iledir ki, takdiri: (.......) dir, sonra sübhan fiil yerine konmuş ve makamını tutmuştur. Ve Allah düşmanlarının ona nisbet eyledikleri kabayihin cemiisinden tenzihi beliga delâlet etmektedir (.......) Sûre-i Nurda da demiştir ki, «bunda asıl, acaib bir sun'u ilâhî görüldüğü zaman Allah’a tesbih olunmaktadır. Sonradan her teaccub olunanda isti'mal bile edilmiştir (.......) Demek ki, asıl ma'nâsı tesbih, tenzihi beliğdir. Bununla beraber makamı taacübde kullanılır. Ba'zıları bu surette tesbih ma'nâsının sakıt olacağını zannetmişlerse de doğru değildir. Zira asıl, taaccüb üzerine tesbihtir, Maamafih (.......) in Osman gibi ismi alem olmasına ilişenler ve alemiyyetini izafet halinin gayrisine tahsıs etmek istiyenler olmuştur. Onun için Kazı Beyzavî (.......) demekle iktifa etmiştir. Netekim İbn-i Cerir de (.......) demiştir. Kamus sahibi Besairde der ki, tesbih, Allah’ı takdis demek olub sebahadan me'huzdur. Allah’a ıbadette sür'at eylemek ma'nâsında isti'mal olunup ba'dehu kavlî ve fi'lî ıbadatta ta'mim olunmuştur. Sübhane lâfzı da fil'asıl gufran gibi masdardır, ba'dehu tesbihte alem olmuştur, masdar olarak dahi istimal olunur (.......) Lâkin çokları bunun masdar olduğunu kabul etmiyerek sahib kamusu tahtıe etmişlerdir. Zira tesbih filinin sülâsîsi müsta'mel değildir. Ve onun içindir ki, masdar mevzı'ına konmuş isim denilmiştir. Ancak sorulmak lâzım gelir ki, bunun mevzı'ına konduğu masdar nedir? Tesbih masdarı tenzih ve takdis gibi tefıldir. Bunda tesbih olunan Allahü teâlânın vasfı ise nezahat ve kudsiyyet gibi lâzım bir ma'nâ olmak yaraşır. Binaenaleyh Ebussuudun da naklettiği vechile burada (.......) yi tenzih ile değil (.......) diye tenezzüh ile tefsir daha ma'nâlıdır. Demek ki, subhan, tesbihin sülâsî masdarı değil ise o makama vazolunmuş bir isimdir ki, Allahü teâlânın nezahat ve kudsiyyeti zatiyyesini ifade eder. Biz buna subhaniyyet veya subbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü subhan esmai husnadan da olur. Gerçi tesbih masdarı mebni lilmeful olarak hasıliyle tefsir olunursa ya'ni münezzehiyyet ma'nâsına hamledilirse bu ma'nâya yaklaşırsa da nezaheti zatiyyede nassolmıyacağı için aynı değildir. Tesbih (.......) dan me'huzdur. Ve (.......) ın faıline muzaf olması daha zahirdir. Mukadder fı-li makamına göre takdir olunur. Netekim (.......) âyeti (.......) ma'nâsile emir ifade eder.

Hazret-i Peygamberden rivayet olunan bir haberde (.......) varid olmuştur ki, bunu ba'zıları Allahü teâlânın envari vechi, cemali, ba'zıları da «celâl ve azameti ile tefsir eylemişlerdir. Maamafih bunda da zahir olan «sübhaniyyet tecelliyatı» demek olmasıdır. Bahsimizle alâkadar olan bu hadîs İbn-i Esirin nihayede nakline göre şöyledir: (.......) ya'ni Cibrîl aleyhisselâm dedi ki, Allah’ın dunelarş yetmiş hicabı vardır. Biz, birine yaklaşsak rabbımızın sübühatı vechi bizi yakıverirdi».

Diğer bir hadîsde (.......) ya'ni; hicabı nur ve yanardır, onu açsa sübühatı vechi gözü ilişen her şeyi yakıverirdi (.......) Netekim (.......)

Sonra bu sûrenin böyle beliğ ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması maba'dinde zikrolunacak ef'ali acîbenin ehemmiyyeti ile alâkadardır. Bunda evvelâ; muhayyirülukul olan isra harikasını tebcil ve onu tasdık için kulûbün tasfiyesini temhid ve makamın nezaketi hasebile teşbih tevehhümatından umumiyyetle ictinabı ıhtar vardır.

Saniyen onu mümkin görmiyen münkirlere karşı Allahü teâlânın sıfatı noksandan münezzeh bulunduğunu ve binaenaleyh aciz ve kizib gibi şâibelerden uzak olduğunu beyan ile kudret ve ihsanının azamet ve ulviyyetini i'lân vardır.

Salisen zikri âti mescidi aksanın tahribi hadisesi dolayısıle de bu tenzihin bir ehemmiyyeti mahsusası vardır.

Rabian sureti umumiyyede bu sûre mazmununun nezaheti ilâhiyye ile alâkasına tenbih vardır.

Evet o, öyle bir sübhandır ki, (.......) abdini - ona ıbadetle mümtaz olan ma'lûm has kulunu, ya'ni Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellemi (.......) geceleyin - ya'ni bir gecenin mikdari yesirinde (.......) Mescidi haramdan - Mescidi haram Kâ'beyi muhıt olan ve Haremi şerif denilen mesciddir. Bunun muhıtı de hududi mahsusasına kadar Haremdir. O haremi şerif içinden veya muhıtından (.......) Mescidi aksaya - ki, beytülmakdistir - ısra etti. (.......) o Mescidi aksa ki, (.......) havalîsini mubarek kıldık - ya'ni çevresini din-ü Dünya berekâtiyle bereketlemiştik. Çünkü Musâ aleyhisselâmdan Isâ aleyhisselâma kadar vahiy mehbitı Enbiya ıbadetgâhı olmuş, hem de enhar ve eşcar, ezhar ve esmar ile donanmış idi. Bu kerre de şerefi isra ile mubareklendi.

MESCİDİ aksâ Kudüsteki «beytülmakdis» tir. Netekim isra hadîsinde de «Buraka bindim beytülmakdise vardım»

diye varid olmuştur. Bunun havli de Kudüs ve civarı demek olur. Şifai şerîf şerhinde Aliyyülkarî Dülcîden naklen şöyle bir hadîs nakleder: (.......) Allah, Ariş ile Furat mabeynini mubarek kılmış ve bilhassa Filestıni takdis eylemiştir.

Görülüyor ki, âyetin bu noktasında gıyabından tekellüme iltifat vakı olmuş ve bu iltifat ile hikmeti isra şöyle beyan buyurulmuştur:

(.......) İsrâ ettik ki, ona âyetlerimizden gösterelim için - ya'ni acaibatı azîmemizden göstereceğimizi göstermek, Mi'raca çıkarmak için (.......) Buharî ve saire de rivâyâtı sahiha ile rivayet olunduğu üzere aleyhissalâtü ves-selâm Bürak ile Beytülmakside vardıktan sonra Sahradan Semaya uruc ettirildi, her birinde Enbiyadan biriyle görüştü, nice nice Melekler gördü. Cennet ve Cehennemin ahvaline muttalı' oldu, Sidrei müntehayı geçti, melekûti ilâhiyyeden bir çok acaibat müşahede etti ((.......) Sûresine bak). Nihayet beş vakıt namazın farzıyyeti emriyle aynı gecede avdet eyledi sabahleyin mescidi çıkıb Kureyşe haber verdi, taaccüb ve inkârdan kimi el çırpıyor kimi elini başına koyuyordu, îman etmiş olanlardan ba'zıları dönüp irtidad etti, bir takım rical Ebû bekre koştular «eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur» dedi, «onu buna karşı da mı tasdık ediyorsunuz?» dediler, o da «ben onu bundan eb'adinde tasdık ediyorum, sabah akşam Semâ haberini ya'ni nübüvvetini tasdık ediyorum» dedi. Bunun üzerine sıddık tesmiye edildi. Kavmın içinde Beytülmakdisi o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar onun evsaf-ü ahvaline müteallık sualler sordular ta'rifini istediler derhal Resulullaha Beytülmakdis tecelli ettirildi binaenaleyh ona bakıp tavsıf ediyordu. Gerçi tavsıfınde isabet etti dediler, sonra

Haydi bakalım bizim kerbanı haber ver o, bizce daha mühimdir, onlardan bir şey'e rast geldin mi? Dediler. «Evet, Fülanların kârbanına rast geldim, «Revha» da idi. Bir deve yitirmişler arıyorlardı, yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine kemakân yerine koydum, geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı? buyurdu, bu da diğer bir âyettir dediler, sonra adedlerini, yüklerini, hey'etlerini sordular. Bu kerre de kârban temessül ettiriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi ve buyurdu ki, «içlerinde falan ve filân, önde «bir Cemeli evrak» ya'ni karamtık beyaz bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde filân günü tulû'ı Şems ile beraber gelirler». Binaenaleyh bu da diğer bir âyettir dediler ve o gün bir hızla Seniyyeye doğru çıktılar, Güneş ne zaman doğacak da onu yalan çıkaracağız diye bakıyorlardı, derken içlerinden falan ve filân da var, tıpkı dediği gibi» dedi. Böyle iken yine îman etmediler de (.......) dediler. (Mi'racın tafsılâtı için Kütübi ehadise müraceat oluna.).

Ba'zıları urucun da «Bürak» üzerinde cereyân ettiğini söylemişler ise de tahkıkı Mescidi Aksaya kadar isrâ Bürak ile olmuş ba'dehu Mi'rac - asansör - kurulmuştur. Ebi Saıdi Hudrîden, radıyallahü anh, rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki, «Beytülmakdiste olandan fariğ olduğumda Mı'rac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim ve o, odur ki, meyyitiniz ihtizar vaktında gözlerini ona diker, sahibim beni onun içinde tâ kapılardan bir kapıya müntehî oluncıya kadar çıkardı ki, ona (.......) denilir. (.......) Hafaza kapısı Semâ muhafızlarının beklediği Semâi Dünya kapısıdır. Netekim bu babda (.......) buyurulmuştur. Ve Ebi Saıdi Hüdrînin diğer rivayetinde şu tafsıl vardır:

«Sonra Mı'rac getirildi - ki, Beni Âdem’in ervahı onda uruc eder -baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli, görmez misin meyyit ona basarını nasıl diker. Binaenaleyh Semâı Dünya kapısına kadar uruc ettirildik. Cebrail onun açılmasını söyledi, kim o denildi, Cibril, dedi yanındaki kim? Denildi, Muhammed dedi, ya! O irsal edildi mi? Denildi evet dedi, hemen açtılar ve beni selâmladılar, ne bakayım müvekkel bir Melek ileyim ki, Semâyı muhafaza ediyor ve ona İsma'il deniliyor, maıyyetinde yetmiş bin Melek ve her birinin maıyyetinde yüz bin Melek var. Bu noktada Resulullah şu âyeti okudu (.......) ve buyurdu ki, derken bir racül ileyim ki, hey'eti Allah’ın halkettiği günki gibi ondan hiç bir şey tagayyür etmemiş, kendisine zürriyyetinin ruhu arzediliyor; mü'min ruhu ise: hoş ruh, hoş rayiha bunun kitabını (.......) de kılın diyor. Kâfir ruhu ise: habîs ruh. habîs koku, bunun kitabını (.......) de kılın diyor. Yâ Cibrîl. bu kim ? dedim baban Âdem dedi ve o, bana selâm verdi, tatyiyb etti, hayr ile dua eyledi (.......) dedi. Sonra baktım bir kavm gördüm ki, dudakları deve dudağı gibi bunlara bir takım me'murlar müvekkel kılınmış dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, aşağılarından çıkıyor, yâ Cibrîl, bunlar kimler? dedim, yetimlerin mallarını zulmen yiyenler dedi, sonra baktım bir kavm var ki, derinlerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. Yâ Cibrîl, bunlar kimler? Dedim, bunlar o hemmazlar, gammazlar ki, nâsın etlerini yerler ve sebebile ırz ve namuslarına taarruz ederler dedi. Sonra baktım bir kavim var ki, önlerine en güzelinden kebaplar var, etraflarında da ciyfeler, onlar o güzel etleri bırakıp bu ciyfelerden yemeğe başladılar, bunlar kim? Ya Cebrail, dedim, bunlar zinakârlar dedi. Allah’ın halâl kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler, sonra baktım bir kavim var ki, karınları evler gibi, bunlar Âli Fir'avnın yolu üzerinde bulunuyor. Âli Fi'avn sabah ve akşam nâra arz olunurken bunlara uğruyor, uğradımı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının meylile düşüyor ve binaenaleyh Âli Fir'avn bunları ayaklarile çiğniyorlar, ya Cibrîl, dedim bunlar kimler? Dedi ki, bunlar karınlarında riba yiyenler (.......) sonra baktım bir takım kadınlar memelerinden asılmış ve bir takım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. Ya Cibrîl. bunlar kimler? dedim, bunlar, dedi, zinâ eden ve evlâdlarını öldüren kadınlar. Sonra ikinci Semâya çıktık, orada Yusüf ile buluştum, ümmetimden kendisine tabi' olanlar da etrafında idi, yüzü bedir gecesi Ay gibi idi bana selâm verdi, merhabâ etti, sonra üçüncü Semâya geçtik orada iki teyze zade: Yahya ve Isâ ile buluştum geyimleri ve tüyleri birbirine benziyordu, bana selâm verdiler, merhaba dediler. Sonra dördüncü Semâya geçtik. İdris ile buluştum bana selâm verdi, merhaba etti netekim Allahü teâlâ (.......) buyurdu. Sonra beşinci Semâya geçtik. Orada kavmine sevdirilmiş olan Hârun ile buluştum. Etrafında ümmetinden bir çok teba'ası vardı, uzun sakallı idi, sakalı hemen hemen göbeğine değecekti, beni selâmladı. merhaba etti, sonra altıncı Semâya geçtik orada Musâ İbn-i Imrân ile buluştum, çok kıllı idi, üzerinde iki gömlek olsa kılları onlardan çıkardı. Musâ dedi ki, nâs beni (.......) zu'meder, bu ise Allah’a benden ekrem yalnız olsa idi mübalât etmezdim velâkin her Peygamber ümmetinden kendine tabi' olanlarladır. Sonra yedinci Semâya geçtik ben, orada İbrahim ile buluştum, sırtını Beyti ma'mure dayamış beni selâmladı (.......) dedi binaenaleyh bana denildi ki, işte senin mekânın ve ümmetinin mekânı - sonra Resulullah (.......) âyetini tilâvet etti ve buyurdu ki, - sonra Beyti ma'mura girdim içinde namaz kıldım, ona her gün yetmiş bin Melek girer. Kıyamete kadar avdet de etmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki, bir yaprağı bu ümmeti bürür, bunun kökünde bir menba' akıyor iki şu'beye münşaıb, yâ Cibrîl, bu nedir? dedim «şu rahmet nehri, şu da Allah’ın sana verdiği kevser» dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım geçmiş gelecek zenbimden mağrifet olundum, sonra Kevser istikametini tuttum, ta Cennete girdim ne bakayım orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşer kalbine hutur etmedik şeyler var, sonra Allahü teâlâ bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı, ba'dehu Musâya uğradım rabbın ne emretti dedi, üzerime elli namaz farz kıldı, dedim dön dedi, rabbından tahfif niyaz et, çünkü ümmetim bunun altından kalkamaz. Rabbıma döndüm tahfif niyaz ettim, benden on tenzil etti, sonra Musâya döndüm. Bu suretle Musâya uğradıkça rabbıma dönüyordum. Sonunda beş namaz farz kıldı. Musâ, yine rabbına dön tahfif iste dedi, çok müracaat ettim artık utandım dedim, binaenaleyh bana denildi ki, sana bu beş namaz, elli namazdır, hasene on misliledir. Her kim haseneye himmet eder de onu işlemezse bir hasene yazıldı, işleyene de on hasene yazıldı, her kim de bir seyyieye himmet eder de işlemezse bir şey yazılmadı, işlerse bir yazıldı» (.......)

Kütübi sitte vesair hadîs kitablarında Mi'rac hadîslerinin müteaddid rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadîsin senedleri de İbn-i cerir tefsirinde mezkûrdur. Görülüyor ki, bunda Semai Dünyaya kadar urucun Mi'rac ile olduğu musarrah daha ilersinde ise muhtemildir. Fakat Alâmî tefsirinden Âlûsî nin nakline göre Resulullahın isra gecesi biynidi beş idi: evvelkisi beytülmakdise kadar burak.

İkincisi semai Dünyaya kadar mi'rac, üçüncüsü yedinci Semaya kadar ecnihai Melâike, dördüncüsü Sidrei müntehaya kadar cenahı Cibril, beşincisi Kabe kavseyne kadar refref (.......)

Gerçi kudreti ilâhiyyeye nazaran bu vesaıtaya lüzum yoktur. Allahü teâlâ, dilediğini bir anda her hangi bir mevzıa iysal etmeğe kadirdir. Fakat bütün bunlar iraei âyât ile ızharı tekrim cümlesindendir. Çünkü (.......) mucebince hıkmeti isra iraei âyâttır.

Müfessirînden ba'zıları ecramı Semâviyye harekâtının sür'atlerinden fennî misaller getirerek isra ve Mi'racdaki sür'ati seyri ukule takrib etmeğe çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğru âyâtı ilâhiyyeden olan bir harika, tabiî bir noktai nazarla izah olunabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasavyur, emsal ile tasavvur demektir. Halbuki misli görülmemiş bir hadiseyi emsal ile tesavvura kalkışmak tenakuz olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi israyı mülâhaza edebilmek için burak hadisi bize bir mebdei tasavvur vermiyor değildir. Zira zahir ki, burak lâfzı berk maddesinden müştaktır. Hadîsi nebevîde ta'rifi de şu mealdedir. «Merkebden büyük katırdan küçük hacimde bir dabbe ki, ayağını gözünün müntehasına basar» bu ise bir berk ya'ni şimşek ve elektrik sür'atini anlatır. Biz bu mebde'le isranın sür'atini bir dereceye kadar mülâhaza ve böyle bir vasıtai nakliyye üzerinde rakibin cereyandan müteessir olmıyarak hiç sarsılmaksızın kemali sükûn ve huzur içinde tayyı mesafe edebileceğin tasavvur da edebiliriz. Ve bu suretle burak ve mi'rac vasıtalarının tahsısına bir vechi hıkmet de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, nihayet aklı nakıstan kâmile takrib edecek îman deliller olabilir. Yoksa keyfiyyeti mekân, zaman, hareket, ruh mes'elelerinin künhiyle alâkadar bulunan ve kudreti rabbaniyyenin âyatı kübrasından olan mi'rac harikası fikri, aklın mıkyasi idrakinden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki, o mi'rac, tekyif olunabilmekten ecelldir. Bu babda şundan başka ne söylenebilir? O muhibbi kadir, lâyû'cizühu şeydir. Nurundan halkettiği habîbini ziyaretine da'vet etmiş, Melâikesinin havassından gönderdiklerini göndermiş, Cibrîl, binidinin rikâbını, Miykâil de zimâmını tutmuş ta bir hadde kadar varmış, sonra da subhanehu ve tealâ emrine dilediği vechile kendisi tevellî etmiş, imdi o habibi rabbanîye uzun gelecek hangi mesafe ve o cesedi nuranîye mumaneat edecek hangi tasavvur olunabilir? (.......)

Farisî bir şi'ırde de şöyle denilmiştir :

Renk âleminden mücerred olan mi'rac kıssasını ben bidile, ya'ni vecde müstağrak olmuş bayılmış olan bana sorma: Katre derya oldu ya'ni ben bir katre iken derya oldum bilmem ki, Peygamber ne oldu? (.......) Ancak bu makam, tefekkür edilirken hulûl ve ittihad şaibelerinden sakınılmak (.......) tenzihinden asla gaflet edilmemek lâzımdır.

Mulla Cami Kuddise sirrüh Mı'racın Arşa kadar ruh, maalcesed cereyan ettiğini tasviren demiştir ki,

Vakta ki, Refref onun vücudi şerifinden müşerref oldu Arş Refrefin elinden sür'atini aldı, arş ovasında teni bir hırka gibi bıraktı, sancağını lâmekâna hırkasız olarak ref'etti, bir gülü götürdüler bu aşağı dihlizden o dergâha vâlâya el el üstünde, ciheti, muhresi altı kapıdan kurtardı, mekânı, binidi darlıktan sıçratti, mekândan dahi halî bir makam buldu ki, oraya ten de mahrem değil idi can da'».

Maamafih Mescidiaksâya isradan sonrasının ruhânî olarak cereyan ettiğine kail olanlar da vardır. Ba'zıları bununla alâkadar olarak demişlerdir ki, ruhun iki cesedi vardır, biri âlemi gaybden lâtif bir ceseddir ki, onda anasırın mürekkebdir. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem, uruc ederken cesedi unsurî anasırdan hepsini kendi küresinde bıraktı ve ancak cesedi lâtif ile kaldı ve ilâ mâşâallah onunla çıktı, sonra da o bıraktığı cesede rucu' etti (.......) Bu ifade Mı'rac mes'elesinde ruhanî ta'birinin sadece fikrî bir uruc demek olmadığını anlatmak gibi bir faideyi müfid olmakla beraber Mı'racı Sofiyyenin insilâhı küllî ta'bir ettikleri vakıa mahiyyetinde gösteriyor demektir. Halbu ki, insilâhı küllînin efradı ümmetden nice ricalullahda bile mükerreren vukuu nakledilegelmiştir. Ve elbette Mı'racı nebevînin insilâhtan çok yüksek bir âyeti ilâhiyye olduğunda şüphe edilmemek lâzım gelir.

Muhammedden diğer yok dâhil olmuş kabe kavseyne

Keramı enbiyadan girmedi bir ferd o mübeyne

Haremgâhı visale Ahmedi tenhâ alıp Mevlâ

O halvet oldu mahsus hazreti sultanı kevneyne

İbn-i Atıyye gibi ba'zı müfessirîn (.......) kavli keriminin ma'nâsını şöyle beyan etmişlerdir: onu ya'ni Muhammed aleyhisselâmı âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik - bu suretle mı'rac, Peygambere âyet göstermekten ıbaret değil, Peygamberin kendisi bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Filvaki' «Vennecmi» sûresinin nüzulü daha mukaddem olduğuna göre hakkında (.......) daha evvel mütehakkıktır. Ve o, kendisi âyatı ilâhiyyeden en büyük bir âyettir. Ve hıkmeti isra da ona iraeden ziyade onu iraeye daha mülâyimdir.

(.......) Çünkü odur ancak o semî', o basîr. - Cumhuri müfessirîn, bu zamiri Allah sübhanehu ve tealâya raci' olmak üzere tefsir etmişler ve mealini şöyle beyan eylemişlerdir: o zatı subhanîdir ancak o kulunun hafî celî bütün söylediklerini işiden, bütün yaptıklarını gören, ya'ni bütün ahvaline hakikatiyle şahid ve muttali' olan ve binaenaleyh bu yüksek makama ehliyyet ve liyakatını bilen. Onun için bu makamı ona tahsıs etmiş ve ona bu suretle ikram eylemiştir. Bu surette âyet, gıyabdan tekellüme iltifat ile başlamış ve tekellümden gıyaba iltifat ile nihayet bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir ma'nâyı tehdidi de istilzam eder. Ebülbekanın naklettiği vechile ba'zı müfessirîn de zamirin Peygambere raci' olduğunu söylemiş ve mealinde demiştir ki, «hakikaten o kuldur ancak kelâmımızı işiden ve zatımızı gören». Bu surette gıyaba iltifat yoktur ve kelâm, muktezayı zahir üzeredir. Ancak « zatımızı gören » diye tefsire karîne zahir değildir. «O gösterdiğimiz âyetleri gören» demek daha zahirdir. Maahaza Tıybî demiştir ki,» zamirin böyle iki vechile muhtemil olarak gelmesinin sirri aleyhissalâtü ves-selâmın rabbulızzeti görmesi ve kelâmı sübhanîyi işitmesi ve ancak (.......) Hadîs-i şerifi mazmunu üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Sûre-i Yunüste (.......) bak).

Şimdi İsrâdan bahsedilirken her halde Mîkati Musâ hatırlanacaktır. Binaenaleyh Musânın (.......) hıtâbile karşılandığı (.......) âyetiyle Muhammedi ru'yete götüren işbu isrâ âyeti arasında bir mülâhaza yapılırsa makamı Kelîm ile makamı Habîb beynindeki fark vazıhan anlaşılır. Buna işareten isrâdan Musâya nakli kelâm ile buyuruluyor ki, :

2

Mûsaya da kitab verdik ve onu Beni İsrail için bir hidayet rehberi kıldık, şöyle ki, benden başka bir vekil tutmayın diye

(.......) Şöyle diye ki, - ya'ni Tevratın hidayetinin esası şu idi ki, (.......) benden başka vekîl ittihaz etmeyin - umurunuzu tefvız edecek, benden başka rab tanımayın

3

Ey Nuh ile beraber yüklediğimiz kimselerin zürriyyeti!, o doğrusu çok şükredici bir kul idi

(.......) Nuh ile beraber yüklediklerimizin zürriyyeti - ey Nûh’un maıyyetinde gemiye bindirip tufandan kurtardığımız bir kaç mü'minin zürriyyeti - ya'ni ey bu günkü insanlar, siz bu mahiyyetinizi düşünmelisiniz, yalnız bunu düşünseniz başka vekil ittihaz edilemiyeceğini anlarsınız. (.......) O Nuh, hakıkaten bir abdi şekûr idi - her halinde şükrederdi ya'ni siz, neye nankörlük ediyorsunuz?.

4

Biz Beni İsraîle kitabda şu kazıyyeyi de takdir ettik, muhakkak siz Arzda iki kerre fesad yapacaksınız, ve muhakkak büyük bir yükseliş yükseleceksiniz

(.......) Biz, kitabta Benî İsraile şu kazıyyeleri bildirmiştik: (.......) lâbüd siz, bu Arzda (Arzı mukaddes) te iki kerre fesad yapacaksınız ve lâbüd kabaracak kibirleneceksiniz - fesadın menşei bu olacak

5

İmdi birincisinin va'desi geldiği vakıt üzerinize milkiniz, şiddetli harb ehli bir takım kullar göndereceğiz de onlar tâ evlerin arabalarına girib araştıracaklar, ve bu fı'le çıkarılmış bir va'd oldu

(.......) imdi birincisinin mîadı geldiği vakıt - birinci fesad devrenizin va'desi yetip ceza sırası geldiği zaman ki, İbn-i İshakın rivayetine göre Şa'ya aleyhisselâmı katlettikleri zamandır. İbn-i Cerir tefsirinde tafsıl olunmuş olan bu kıssa, ıbret alınacak mevaızı muhtevî olduğundan burada nakli faideli olacaktır. Şöyle ki,

Benî İsraîlde bir çok hâdiseler vuku' bulmuş, günahlar işlenmişti. Cenâb-ı Allah, bunlarla muahaze etmemiş, kendilerine lûtf-ü ihsan ile muamele etmişti. Nihayet mülûki Benî İsrailden Sıdıka namındaki melikleri zamanında vukuatları büyümüştü o zaman Şa'ya aleyhisselâm ba's buyurulmuş ve Babil hukûmdarı Sencaribin hücum ve istîlâsı defnedilmişti. Şa'ya İbn-i Emsıya aleyhisselâm Isâ ve Muhammed aleyhimesselâmı tebşir eden bir Peygamber idi. Sıdıka onun vahiy ve nesayihi ile amel etmiş ve muvaffak olmuştu, vefat edince Benî İsraîlin umuru karışmış, hukûmette münafeseye düşmüşler, birbirlerini öldürmeğe başlamışlardı. Şa'yâ aleyhisselâmı dinlemiyorlar, nasihatlarını kabul etmiyorlardı. O vakıt Cenâb-ı Allah Şa'ya aleyhisselâma buyurmuş ki, kalk kavmin içinde senin lisanın üzere vahyedeceğim; müşarün'ileyh kıyam etmiş Allahü teâlâ da onun lisanını vahy ile intak edip buyurmuş ki, ey Semâ dinle, ey Arz sus! Zira Allahü teâlâ Beni İsraîlin halini anlatacak, o Beni İsraîl ki, ni'metiyle büyütmüş, kendisi için ıstıfa etmiş, kerametile mümtaz kılmış, ıbadına tafdıl eylemiş, kerametile mufaddal kılmıştı.

Halbuki onlar zayi' olmuş çobanı yok davar gibi idiler. Öyle iken ürkenlerini yatıştırdı, yitenlerini topladı, kırıklarını sardı, hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi, semizlerini hıfzetti. Vaktâ ki, bunu yaptı azdılar, koçları tosuşmağa başladı, birbirlerini öldürüyorlar, hattâ kırığı kendine sarılacak sağlam bir kemik kalmadı, vay bu hatakâr ümmete! Vay şu hatakâr kavme ki, ölümün kendilerine nereden geldiğini idrâk etmiyorlar. Deve bile vatanını hatırlar da ona döner gelir. Eşek bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar da ona müraceat eder. Öküz bile semizlendiği şenliği hatırlar da ona döner gelir. Bu kavm ise öküz değil, eşek değil, zevil'ukul, oldukları halde ölümün kendilerine nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir temsil yapacağım dinlesinler, söyle onlara:

Bir zaman boş, harab, umrandan halî ölü bir arazî vardı ve bunun kuvvetli ve bilgili bir de sahibi vardı onu ı'mara başladı, kendi kuvvetli iken arazısinin harab olmasını veya âlim iken tazyı' etti denilmesini istemedi, etrafını duvarla çevirdi içinde müşeyyed köşk yaptı, ortasından ırmak geçirdi, zeytinden, rummandan, hurmadan, üzümden ve türlü türlü meyvelerin hepsinden sınıf sınıf ağaçlar dikti ve onu kavi, emin, re'y-ü himmet sahibi bir muhafızın hıfzına da tevdi' eyledi, nemâsına muntazır oldu. Vaktâ ki, tomurcuklandı, meyveleri keçi boynuzu çıktı, ay bu ne fena Arz! Bunun duvarını, kasrını yıkalım, ırmağını kapıyalım, bekçisini yakalıyalım, ağaçlarını yakalım, kemakân harab olsun, umrandan eser kalmasın dediler. Nasıl, ne dersiniz buna? Allah buyurdu ki, : o duvar, benim zimmetim, kasır şeriatım, nehir kitabım, muhafız Peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o ağaçların çıkardığı keçi boynuzu da onların habîs amelleri. Ben de onlara kendilerinin aleyhlerine verdikleri hukmü hukm ettim. O, onlara Allah’ın darbettiği bir meseldir. Bana sığır, koyun kesmekle tekarrub etmek istiyorlar. Halbuki et, bana irmez ve ben, onu yemem. Bana takva ile ve tahrim ettiğim nüfusu boğazlamaktan sakınmakla tekarrübü bırakıyorlar. Kanlarla elleri boyanmış, elbiseleri bulaşmış benim için evler ve ma'bedler teşyid ediyorlar ve onların içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve cisimlerini pisliyorlar ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve ma'bedleri yaldızlı nakışlarla tezyin ediyorlar da akıllarını, fikirlerini tahrib ve ifsad ediyorlar. Benim teşyidi büyûte ne ihtiyacım var? Ben onlara sakin olmam, benim nakışlı ma'bedlere ihtiyacım mı var? Ben onlara girmem, ben onların yükseldilmesini ancak içlerinde zikr-ü tesbih olunmaklığım için ve namaz kılmak istiyenlere bir ma'lem olsun için emr ettim.

Diyorlar ki, Eğer Allah, bizim ülfetimizi toplamağa kadir olsa idi elbette toplardı, ve eğer Allah bizim kalblerimize anlatmağa kadir olsa idi her halde anlatırdı. İki kuru ağaç al, en çok tecemmü' ettikleri bir sırada mecma'larına var. O iki ağaca hıtaben Allah de size ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor. Bunu söyleyince iki ağaç birbirine karışıp birleşiverdi. Binaenaleyh Allah, buyurdu ki, söyle onlara gördünüzya ben iki ağacı te'lif etmeğe kadirim. Eğer dilese idim sizin ülfetinizi cemi' etmez mi idim? Veya kalblerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben suret verdim.

Diyorlar ki, oruç tutmak sıyamımız refi' olunmadı, namaz kıldık namazımız nurlanmadı, tesadduk ettik sadekalarımız nemalanmadı, güvercin gibi inliyerek dualar ettik, kurtlar gibi uluyarak ağladık hiç biri işidilmedi, müstecab olmuyoruz.

Allah buyurdu ki, sor olanlara benim icabetime mani' olan ne? Ben sâmi'lerin esmei, nâzırların ebsarı, mücîblerin akrebi, râhimînin erhamı değilmiyim? Elimde kimi az? Nasıl olur ki, benim ellerim hayre açık, dilediğim gibi sarfederim ve bütün hazînelerin anahtarları benim ındimde, onları benden başkası ne açar ne kapatır. Filhakika benim rahmetim her şeye vasi'dir. Yekdiğerini merhamet edenler ancak o sayede ederler. Yoksa bana budulmü arız oldu? Ben ekremînin ekremi, bütün hayırların fettahı, verenlerin en cevadı, kendisinden dilek istenenlerin en keremlisi değilmiyim? Eğer şu kavim benim kalblerinde parlattığım badehu kendilerinin onu atıp da Dünyayı iştira ettikleri hikmet ile nefislerine bir atfı nazar etselerdi, nereden, vurulduklarını görürler ve en büyük düşmanları kendi nefisleri olduğunu teyakkun ederlerdi.

Ben onların yalan sözle telbis ettikleri, haram yemekle kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl kabul ederim? Onların kalbleri benimle harbetmeğe, yarışmağa kalkışan, meharimimi hetkedenlere ısga edip dururken namazlarını nasıl nurlandırırım? Veya sadekaları benim ındimde nasıl zekâtını bulur ki, başkalarının mallarını tesadduk ediyorlar. Ben onlarla ancak gasbedilmiş olan sahiblerini me'cur kılarım. Hem dualarına nasıl icabet ederim ki, o ancak dillerile bir söz, fiıl ise ondan çok uzak. Ben ancak vâziı leyyini müstecab kılarım, ancak müstaz'afı miskînin sözünü dinlerim ve miskînlerin rızası benim rızamın alâmetindendir. Fukaraya merhamet, zua'fayı takrib, mazluma insaf, mağsube yardım, gaibe adalet dullara ve yetîme ve miskîne ve her hak sahibine hakkını eda etselerâ. Bana beşerle konuşmak yaraşsa idi onlarla konuşurdum.

Ve o vakıt gözlerinin nûru, kulaklarının sem'i, kalblerinin ma'kulü olurdum, ve o vakıt bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti olurdum ve o vakıt bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti olurdum ve o vakıt dillerini ve akıllarını tesbit ederdim. Sen benim risaletlerimi tebliğ ederek kelâmımı işittikleri zaman: bunlar uydurma lâflar, mütevaris lakırdılar, sahirlerin ve kâhinlerin te'lifâtından bir te'lif diyorlar. Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve Şeytanların onlara yapacağı vahy ile gaybe muttali' olabilirler diye zu'mediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sir tutuyor. Halbu ise bilirler ki, ben Semavât ve Arzın gaybını bilirim ve onların açıkladıkları ve ketmettikleri şeyleri de bilirim. Ben Semavât ve Arzı halkettiğim gün kendime isbat eylediğim bir huküm hukmettim ve ona önünde müeccel bir ecel ta'yin eyledim ki, lâüdd o, vaki' olacaktır.

Eğer onlar ılmi gayıbdan intihallerinde sadık iseler haydı sana haber versinler ben o hukmü ne vakıt tenfiz edeceğim, o hangi zamanda olacak?. Eğer onlar dilediklerini yapmağa kadir iseler benim onu icra edeceğim kudret gibi bir kudret ızhar etsinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağmen her dinin üstüne çıkaracağım. Eğer onlar dileklerini söylemeğe kadir iseler o hukmün emrini tebdir edeceğim, hikmetin mislini te'lif etsinler. Zira ben Semavât ve Arzı yarattığım gün hukümettim ki, nübüvveti ecîrler içinde kılayım, mülkü çobanlara, ızzi zelillere, kuvveti zaıyflara, gınayı fukaraya, serveti ekıllâya, şehirleri kırlara, kal'aları çöllere, beredayı enginlere, ılmi cahillere, hukmü ümmîlere tahvil edeyim.

İmdi sor onlara bu ne zaman? Ve bunun başına geçecek kim? Kimin elile ben bu sünneti açacağım? Bu işin a'van ve ensârı kimler? Biliyorlarsa söylesinler, ben bunun için bir nebiyyi ümmî ba's edeceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, fuhş ile tezeyyün etmez, edebe mugayir söz söylemez, ben ona her güzellik için istikamet vereceğim, her hulkı kerîmi bahşedeceğim, sekineti libası, birri şıarı, tekvayı zamiri, hikmeti ma'kulü, sıdk-u vefayı tabiati, afv-ü ma'rufu hulku, adl-ü ma'rufu siyreti, hakkı şeriati, hüdayı imamı, islâmı milleti, ahmedi ismi kılacağım. Dalâletten sonra onunla hidayet edeceğim. Cehaletten sonra onunla ta'lim edeceğim, düşgünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken onunla şan vereceğim azlıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla zenginleştireceğim, tefrikadan sonra onunla toplıyacağım, muhtelif kalbleri, dağınık arzuları, müteferrık ümmetleri onunla te'lif edeceğim. Ümmetini insanlar için çıkarılmış hayrı ümmet yapacağım.

Beni tevhid için bana îman ve ıhlâs ile ma'rufu emir, münkeri nehyedecekler, kıyamen, kuuden, rukûan, sucûden bana namaz kılacaklar, benim yolumda saffen ve zahfen mukatele edecekler, benim rıdvanıma irmek için mallarından, diyarlarından çıkacaklar, ben onlara mescidlerinde, meclislerinde, yattıkları, gezdikleri yerlerde tekbir, tevhid, tesbih, hamd, midhat, tahmid ilham edeceğim, sokak başlarında tekbir, tehlil, takdis edecekler, bellerine esvab bağlıyacaklar, kurbanları kanları, kitabları sineleri, gece ruhban, gündüz arslan. O benim bir fazlım ki, dilediğime veririm ve ben çok büyük fadıl sahibiyim. Şe'ya aleyhisselâm sözünü bitirince öldürmek için üzerine saldırmışlar, o da kaçıp ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda olan ucunu görmüşler, destereyı dayayıp ağaç ile beraber biçmişler Allahü teâlâ da Buhtu nassari teslît edip belâlarını vermişti. Netekim buyuruluyor ki,

(.......) Şiddetli harb ve savlet sahibi müstenker kullarımızdan üzerinize saldık - burada izafetle ma'rife olarak (.......) buyurulmayıp nekire olarak (.......) buyurulması bunların, Allah’a izafetle yad olunacak makbul ma'rifet-ü ıbadet kulları olmadığına işarettir.

Ya'ni bu tenkirde (.......) ta'rifi gibi izafeti mahsusa ile bir teşrif ma'nâsı değil, şiddetli bir tehvil ve tedhiş ma'nâsı vardır. Fil'vaki' Allahü teâlâ rabbül'âlemin olduğu için haddi zatında mü'min de kâfir de onun kuludur ve düşünmeli ki, mü'min iken azan bir kavme kâfir bir kavmin taslitı ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslâh kabul etmiyen akvamı bekliyen akıbet de budur. Ba'zı müfessirîn bu vak'anın Câlût vak'ası olduğunu söylemişlerse de ekseriyyet «Buhtu nassar» vak'ası demişlerdir. Maamafih asıl haizi ehemmiyyet olan cihet, vak'anın zaman ve eşhası değil, mahiyyeti mahsusasile hıkmetidir. Kur’ân’da da ancak bu nokta anlatılmıştır. Onun için en doğrusu eşhas ve ezmanın ta'yinile uğraşmıyarak vak'ayı beyanı vechile cezr-ü hıkmetiyle mülâhaza etmektir.

Azameti ilâhiyye onlara o korkunç kulları saldırdı (.......) de evlerin aralarını yokladılar - ya'ni öyle istilâ ettiler, öyle katli amm yaptılar ki, umumî mahallerden maada evlerin aralarını taharri edip öldürecek Beni İsraîl aradılar (.......) ve bu, fi'ile çıkarılmış bir va'd oldu - ya'ni birinci fesad devresinde mev'ud olan humk-ü kaza bu suretle fiile çıkarıldı, tamam oldu. (Sûre-i «Bakare» de (.......) âyetine bak).

6

Sonra size tekrar onların üzerine devleti iâde ettik ve size mallarla ve oğullarla imdad verdik ve sizi cemıyyetce daha çoğalttık

(.......) Sonra da sizin onlar üzerine tekrar savletinizi iade ettik - devletinizi tekrar verdik (.......) ve size mallar ve oğullarla imdad eyledik (.......) ve sizi orduca daha kesretli kıldık - şöyle diyerek ki,

7

Eğer güzellik yaparsanız kendinize güzellik etmiş olursunuz, yok eğer kötülük yaparsanız o da ona, derken sonrakinin va'desi geliverdi mi! Yüzlerinizi kötületsinler için, evvelki defa girdikleri gibi yine Mescide girsinler için ve her istilâ ettiklerini mahvetsinler de etsinler için

(.......) eğer güzel işlerseniz - Allah’a itaat, emr-ü nehyine riayetle güzel çalışır, hasenât yaparsınız (.......) kendinize ihsan etmiş olursunuz - çünkü o ihsan ve itaatın berakâtıyle Allahü teâlâ, size her türlü hayr-u bereket kapılarını açar (.......)

ve eğer kötülük yaparsanız o da kendinizedir - Allah’a ısyan eder, menhiyyât ve fesad peşinde gidersiniz kendinize fenalık etmiş olursunuz. Çünkü ısyan ve fesadın şeâmetile üzerinize Dünya ve Âhıret ukubât kapıları açılır. Demek ki, Beni İsraîl devletinin bu suretle iadesi bir imdadı ilâhî olmakla beraber aynı zamanda kendilerinin husni mesailerile de alâkadar idi. O acı terbiye ile tevbekâr olub kesbi salâh ederek güzel çalışmışlar (.......) medlûlünce yüz seneden sonra da olsa muvaffak olmuşlardı. Fakat bu ihsan devam etmeyip ikinci fesadları başlıyacak ve o vakıt son va'dleri gelecek, kötülükleri yüzlerine çarpılacak, devletleri başlarına yıkılacaktı. Netekim şöyle buyurulmuştur :

(.......) Bunun üzerine sonrakinin va'di gelince - mukaddemâ haber verilen iki merrei ifsaddan sonuncusunun va'desi geldiği vakıt - ki, Yahya aleyhisselâmı katl ve Isâ aleyhisselâmı katl-ü salbe kıyam ettikleri zamandır. (.......) vücuhunuzu kötülesinler için (.......) ve evvelki def'a girdikleri gibi mescide girsinler için (.......) ve her istîlâ ettiklerini mahvetsinler de etsinler içindir - Mülûk tavaifinden Babil melîki Cuder veya Cürdus diye rivayet edenler olmuşsa da bu üç akıbeti fecia bir vak'anın safahatı veya müteaddid vak'aların silsilei tevalîsi olarak mülâhaza edilebilir. Her birinde «lâm» ın tasrihi ikinci ihtimali daha ziyade andırır. Bu tahribi yapan be'si şedid sahibleri de ma'lûmatı tarihiyyeye nazaran Totıstan Kostantıne kadar Romalılar olmuştu.

Sûre-i «Bakare» de (.......) bak).

Bundan sonrasına gelince :

8

Ola ki, rabbınız size rahmetini göndere, eğer yine dönerseniz biz de döneriz öyle ya biz Cehennemi kâfirlere hısar yapmışız

(.......) Rabbınızın size rahmet etmesi yakındır. -

Ya'ni rahmeten lil'âlemîn olan ahir zaman Peygamberinin gönderilmesi ve sizin o tasallutlardan kurtulmanız ümidi artık yakındır. Şu şart ile siz salah yolunu tutarsınız (.......) şayed yine dönersiniz - eskisi gibi fesada avdet edersiniz (.......) biz de döneriz - yine ıkab ederiz (.......) ve biz Cehennemi kâfirler için bir hasır - çıkılması nâ kabil bir mahbis -kılmışızdır. - Allahü teâlânın hukm-ü kazası olan bu kazıyyeler vaktiyle Beni İsraîle gönderilen kitabda Tevrat ve levahıkı suhufte bildirilmiş idi. Onların mukadderatı bu idi.

Şimdi o yakın olan rahmet hani ya? Diyecek olurlarsa işte:

9

Haberiniz olsun ki, bu Kur’ân, insanları en doğru yola hidayet eder ve salih salih ameller yapan mü'minlere tebşir eyler ki, kendilerine büyük bir ecir vardır

(.......) hakıkaten işte bu Kur’ân (.......) en doğru en sağlam yola irşad eder (.......) ve salihatı, ya'ni Kur’ân’da beyan olunan iyi amelleri işliyen Mü'minlere tebşir eyler ki, (.......) kendileri için büyük bir ecir, muhakkak

10

Âhırete inanmıyanlara dahi elîm bir azâb hazırlamışızdır

(.......) Âhırete îman etmiyenler, bunlara da elîm bir azâb hazırladığımız muhakkak. - Binaenaleyh buna karşı insanların yapacağı şey, îman ile salıh amelleri işleyip o büyük ecri istemek ve o elîm azâbdan korunmaktır. Fakat :

11

İnsan da şerri öyle da'vet ediyor ki, hayra duâ eder gibi, ve insan pek aceleci olmuştur

(.......) İnsan, hayra dua eder gibi şerre dua veya şerri da'vet eder. - Sanki o büyük ecre dua ediyormuş gibi o elîm azâba duâ eder. Veya ef'alile o azâbı da'vet eyler. Bunun sebebi de şudur: (.......) insan aculdür - pek acelecidir. Sonra olacak şey'i vaktından evvel oluversin ister. Sabr-ü tehammül gücüne gelir de îman ile salıh amellere ıkdam ederek o büyük ecri istiyecek yerde acelesinden iymansızlar hakkında hazırlanmış olan azabı elîme duâ eder, onun bir an evvel icra edilivermesini bir hayır ister gibi ister ve bu suretle kendisine şer da'vet etmiş olur. Zira bir şey'i vaktından evvel isti'cal eden mahrumiyyetile muateb olur. Binaenaleyh mü'minler şerre duâ etmemeli sabr-ü teenni ile hayra duâ etmeli ve a'meli salihaya ıkdam ile hayra da'vet eylemelidirler.

İnsanın acul olması bir de şu ma'nayı tazammun eder:

İnsan peşincidir. Veresieden ziyade heves eder, Âhıreti Dünyada görmek ister, onun için insanların bir çoğu Âhıreti bırakır da Dünyayı ister, o büyük ecre ehemmiyyet vermez, o azabı elîmi hisaba almaz da bu suretle kendisine hayır istiyormuş gibi şerri da'vet eder. Ki, bu ma'nâ biraz sonra (.......) âyetile tavzıh olunacaktır. Hâsılı her ferdinde veya bütün ahvalinde değil cinsi ı'tibarile veya ba'zı ahvalde insan aculdür. Ve acelesinden hayr-ü şerri tefrık etmez, sonunu gözetmez. Zaman âyetlerini hisaba almaz da kendini hayri da'vet ediyormuş gibi bir tehalükle şerri da'vet eder.

12

Halbuki biz geceyi, gündüzü iki âyet yaptık, sonra gece âyetini mahvettik ve gündüz âyetini gösterici gıldık ki, rabbınızdan fadıl taleb etmiş te etmişiz

(.......) Halbuki biz gece ve gündüz iki âyet yaptık - gece ve gündüz denilen iki mühim alâmet ki, ıhtilâf ve teakubile zamanın cereyanına mıkyas ve onun üzerinde icrayi huküm ve tesarruf eden kudreti ilâhiyyeden birer nişanedirler. Bunları (.......) yaparken gece âyetini mahvettik - bu nazım, san'ati ıhtibâk kabîlinden bir iycaz ile şu ma'nâyı iş'ar eder ki, gece ve gündüzün kendilerini iki âyet yaparken her biri için de birer âyet yaptık ve bunun için gece âyetini mahvettik (.......) gece âyeti zulmet veya Kamer, gündüz âyeti de zıya veya. Güneştir. Lâkin burada âyetülleyl zulmet ile tefsir edilecek olursa zulmetin mahvı âyeti nehar müfadı demek olacağından bu fıkra ikinciden fazla bir faide ifade etmemiş olacaktır. Binaenaleyh âyetülleylden murad, Kamer olmak ve zulmet bunun mahvinde anlaşılmak daha zâhirdir. O halde mahvı Kamerden murad nedir? İbn-i Abbas demiştir ki, âyetülleyl olan Kamer, Şems gibi mudıy idi mahv edildi ve Kamerin yüzündeki karaltı o mahvın eseridir. İbn-i ebi hâtemin tahric ettiği vechile Muhammed İbn-i Kâ'bi Kurazî demiştir ki, gece bir Güneş, gündüz de bir Güneş vardı gece Güneşi mahvedildi ve işte Kamerdeki mahıv, odur. Delâilünnübüvvede Beyhekî ve İbn-i Asakir, Saidi Makbürîden şöyle tahric etmişlerdir ki, Abdullah İbn-i Selâm, Nebiyyi ekrem sallallahü aleyhi vesellemden Kamerdeki karaltıyı sual etti. Resulullah ikisi de Şems idi dedi ve dedi ki, Allahü teâlâ (.......) buyurdu. İmdi gördüğün karaltı o mahivdir» (.......) Bunlar gibi daha diğer asâr dahi vardır. Demek ki, ay evvel Güneş gibi mudıy olarak yaratılmıştı o da bir Güneş demekti ve o halde Güneş gibi harareti de vardı, sonra Allahü teâlâ o Güneşi mahvetti ya'ni söndürdü ve bu suretle şimdi bildiğimiz gece âyeti olan Kamer husule geldi. Şu halde gerek Kamerin yüzündeki karaltı ve gerek aksettirdiği nurunun büyüyüp küçülmesi ve nihayet mihakta kaybolup yeni bir hilâl olarak zuhur etmesi o mahvın bir eser ve neticesidir. Kamerin nuru bizatihi olmayıp Şemsten müstefad olduğu eskiden beri Ilmi hey'et eshabınca ma'lûm ise de onun mukaddemâ Güneş gibi mudıy iken sonradan böyle mahvedilip sönmüş olduğu bilinmiyordu. Kur’ân’ın haber vermiş olduğu bu hakıkati nihayet zamanımız eshabı fenni almış kabul etmiş ve bu günkü mülâhazatı fenniyyelerini bu esas üzerine ta'kıb etmekte bulunmuşlardır. Ecramı Semâviyyenin sureti teşekkülüne müteallık nazariyyata yol açmış olan bu mahvı Kamer mes'elesi ılmî noktai nazardan çok hâizi ehemmiyyet olduğu gibi dinî noktai nazardan da öyledir. Çünkü ahvali Kıyametten (.......) âyetlerile haber verilen tekviri Şems, inkidarı nücum hâdiselerinin tesavvur ve tasdıkını bir misali mütekaddim ile nazarı ıbarete vaz'etmektedir. Kıyamet ve Âhıreti hisaba aldırmak için zamanın seyri inkılâbını mutalea ettirmek hıkmetiyle gece ve gündüz âyetlerini mevzuı bahseden bu âyetin siyakı da bilhassa bu ıbret ile alâkadardır. Bu suretle Buyuruluyor ki, gece âyetini mahvettik (.......) ve gündüz âyetini bir gösterici kıldık -ya'ni Güneşi gözü olanlara her şey'i görecek bir vasıtai ru'yet olan zıya ile parlak yaptık ve mahvetmedik (.......) ki, rabbınızdan fadıl taleb edesiniz - bu hıtabın cinsi beşere müteveccih olduğu nazarı dikkate alınırsa bundan anlaşılır ki, Arz üzerinde insan cinsi Kamerin mahvinden sonra vücude gelmiş ve gece ile gündüzün tefrıkı hayati beşerin esbabı feyzınden birisi olmuştur. Bu suretle ma'nâ şu olur: bunların böyle yapılması şu hikmetler içindir ki, siz, hayata mazber olup basar ve basîret sahibi insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren rabbınızın büyüklüğünü anlıyarak çalışasınız, fakat şer ve nuksan için değil, onun lûtf-ü kereminden hayırlı kâr ve terakkı istemek için çalışasınız. (.......) ve senelerin adedini ve hisabı bilesiniz -geceleriyle ve gündüzleriyle aylarıyle ve yıllarıyle zamanı ölçüp önünü sonunu Dünyayı ve Âhıreti hisab edesiniz de sonra olacak şeyleri acele ile önden istemiyesiniz ve Dünyaya güvenip Âhıretteki hisabı unutmıyasınız diye bunları böyle yaptık (.......) ve herşeyi tafsıl ettik de ettik - ya'ni âlemi tekvinde her şeyi ayırd edip âyeti nehar ile gösterdiğimiz gibi Kur’ân’da da Din-ü Dünyanıza, hayr-ü şerrinize müteallık her şeyi âyetlerile beyan ettik, bu suretle Kur’ân, âyeti nehar gibidir. Bunun karşısında kütübi salife ise mahvedilmiş âyeti leyl gibi mensuhtur. Bu tafsıl cümlesinden olmak üzere :

13

Her insanın da kuşunu boynunda kendine takmışızdır ve onun için Kıyamet günü bir kitab çıkarırız ki, neşrolunarak onu şöyle karşılar

(.......) Her insanın da kuşunu boynunda kendisine takdık - ya'ni baht-ü kaderini, âlemi gaybdan uçup gelecek olan hayır veya şer nasıbini kendi zimmetine ilzam eyledik, mes'uliyyeti kendi taleb ve ameline tahsıs ettik ve yahud vebalini kendi nefsine bağladık (.......) ve ona yevmi kıyamette bir kitab - a'malini kayd ve hisabını irâe eden bir defter - çıkaracağız (.......) ki, o kitab açık olarak yahud neşrolunarak ona şöyle çatacak

14

Oku kitabını, muhasebeci bugün üzerinde nefsin yeter

(.......) oku kitabını, bu gün üzerinde hisabcı kendi nefsin yeter. - Onun için insan Dünyada da her gün kendini okumalı, hisaba çekilmezken evvel kendini muhasebeye çekmeli (.......)

Böyle her insanın tairi kendi boynuna ilzam olanmasının hasılı ma'nâsı daha ziyade izah olunarak buyuruluyor ki,

15

Kim doğru giderse sırf kendi lehine gider, kim de sapıklık ederse ancak aleyhine eder ve hiç bir vizir çeken diğerinin vizrini çekmez, biz bir Resul göndericiye kadar ta'zib de etmeyiz

İyi amma herkes hidayet ve dalâleti nasıl ta'yin etsin? Denecek olursa bu süali mukaddere cevaben buyuruluyor ki,

(.......) Biz, bir Resul gönderinciye kadar ta'zib de etmeyiz - Resul gönderilince de hidayet ve dalalet tebliğ edilmiş bulunur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin kendi boynuna, kendi iradesine bağlıdır.

Bu suretle herkesin tairi kendi boynuna ilzam edilmiş olması, her insanın sırf kendi boynundaki vebalile mes'ul tutulması yalnız ferdlere mahsus olmayıp her cem'ıyyetin yıkımı da kendi içinden, kendi boynuna geçirilen baykuşlarından naşi olduğunu anlatmak için de buyuruluyor ki, :

16

Bir memleketi helâk etmek murad ettiğimiz vakıt ise onun devletlerine (itaat) emrederiz, onlar itaat etmez de orada fısk yaparlar, bunun üzerine o memleket aleyhine huküm, hakkolur artık onu tedmir eder de ederiz

(.......) ilâ...

17

Hem Nuhtan sonra ne kadar karnler helâk ettik, kullarının günahlarına rabbının habîr basîr olması yeter

18

Her kim peşin istiyorsa ona Dünyada peşin veririz, dilediğimiz kadar istediğimize, sonra da ona Cehennemi tahsıs ederiz, mezmun, matrud bir halde ona yaslanır

(.......) Her kim peşini kasdederse - ya'ni Dünya için çalışır, amelinin ecrini ölmeden bu hayatı Dünyada almak isterse (.......) ona burada, bu Dünyada peşin veririz - fakat alesseviyye herkese istediği kadar değil (.......) her kime istersek dileyeceğimiz kadar - çünkü her hangi bir amelin kıymeti çalışanın istediği ile değil, çalıştıranın kabul ile teayyün eder. Maamafih (.......)

mantukunca hepsinin ameline vefa edilir, hiç birinin hakkı yenmez (.......) ilâ - işte acul olmanın önü hoş gibi görünürse de akıbeti böyle vahimdir.

19

Her kim de Âhıreti ister ona lâyık bir sa'yiıne onun için mü'min olarak çalısırsa işte bunların sa'ıyleri meşkûr olur

(.......) Her kim de Âhıreti murad eder (.......) ve ona îman ederek lâyıkı vechile sa'y de eylerse (.......) işte bunların sa'yleri meşkûr olur

20

Hepsine imdad ederiz: hem onlara hem onlara, mahzâ rabbının atâsından, rabbının atâsı yasak değildir

(.......) hepsine: onlara da onlara da, yani Dünya için çalışanlara da Âhıret için çalışanlara da rabbın atasından imdad ederiz. -

Ya'ni amellerinin mukabili olarak değil, rabbına mahsus olan nâmütenâhî atıyyeden sırf bahşış olarak imdad ederiz (.......) ve rabbının atâsı memnu' değildir. - Peşin için çalışana da verilir, veresiye çalışanlara da verilir. Binaenaleyh Dünya için çalışanlara Dünyalıkları verilirken Âhıret için çalışanlar Dünyada mahrum olur zannedilmemelidir.

21

Bak bir kısmını diğerine nasıl tafdıl etmişiz ve elbette Âhıret derecatca da daha büyük, tafdılce de daha büyüktür

(.......) bak onların ba'zısını ba'zısına nasıl ta'fdıl etmişizdir. - Her iki kısımdan insanların bu Dünyadaki atâ ve imdad cihetiyle mertebeleri ne kadar mütefavit, Dünya menafındeki nisbetleri ne kadar mütefadıl olduğu mahsûsdur. Bu fark-u tefavütün esası mahzâ Allahü teâlânın bir tercih ve tafdilidir. Ve ancak onun eseri meşiyyetidir. Her insanın bahtı boynuna böyle ilzam olunmuştur (.......) ve her halde Âhıret derecatca da daha büyük, tafdılce de daha büyüktür. - Binaenaleyh insan acele etmemeli, sa'yi meşkûr olmak için bütün makasıdında Âhıreti tercih eylemelidir.

Ey insan!

22

Allah’ın ma'ıyyetinde diğer bir ilâh yapma ki, mezmun, mahzul kalmıyasın

(.......) Allah’ın maıyyetinde diğer bir ilâh uydurma, sonra mezmun mahzul kalırsın - Allah ındinde mezmun olur, kendini kurtaracak hiç bir yardımcı bulamazsın. Çünkü şirk, çok büyük zulm, en büyük haksızlıktır, zâlim ise her zaman mezmum ve akıbet mahzudür. Halbu ki, her sa'y kuvvete mütevakkıftır. En büyük kuvvet ise haktır. Hakkın başı da tevhiddir. (.......) dır. Âhırete lâyık sa'y için ilk şart, îman olduğu cihetle evvelâ iymanın birinci rüknü olan tevhid emrinden bed' ile sa'y-ü amelde düsturı hareket ittihaz edilmesi lâzım gelen ahlâk ve a'mali saliha esaslarını tesbit eden ve nihayet yine tevhid emrini te'kid ile şirki müaheze edecek olan bervechiâti evâmir ve nevahi dikkat ediniz ne güzel hikmetlerdir:

23

Rabbın şunları kat'î ferman buyurdu: ondan başkasına ıbadet etmeyin, ebeveyne güzellik edin, ya birisi yâhud ikisi de yanında ıhtiyarlık haline gelirse sakın onlara üff deme ve onları azarlama ikisine de ikramlı söz söyle

24

İkisine de merhametten döşenerek kanad indir ve de ki, rabbım! İkisine de merhamet buyur, beni küçükken terbiye ettikleri gibi

25

Rabbınız nefislerinizdekini daha iyi bilir, eğer siz ehli salâh iseniz; Şüphesiz ki, o çok tevbekâr olanlara bir gafûr bulunuyor

26

Karabet sahibine de hakkını ver, miskîne de, yolda kalmış da, bununla beraber saçıp savurma

27

Çünkü saçıp savuranlar Şeytanın ıhvanıdırlar, Şeytan ise rabbına çok nankör bulunuyor

28

Ve eğer rabbından ümid ettiğin bir rahmeti aramak için o müstahıklardan sarfı nazar etmek mecburiyyetinde isen o vakıt da onlara yumuşak bir söz söyle

29

Hem elini bağlayıp boynuna asma, hem de onu büsbütün açıp saçma ki, pişman olur, açık kalırsın

30

Çünkü rabbın hem dilediğine rızkı basteder, hem de sıkar, çünkü o kullarına habîr, basîr bulunuyor

31

bir de Züğürtlük korkusiyle evlâdlarınızı öldürmeyip, onlara da rızkı biz veririz size de, elbette onları öldürmek büyük cinayet bulunuyor

32

Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkin, yolca da pek fena bulunuyor

33

Allah’ın tahrim eylediği nefsi katil de etmeyin, meğer ki, hak sebeble ola, ve her kim mazlûmen katledilirse onun velisi için biz bir tesallut hakkı vermişizdir, o da katil de israf etmesin, çünkü o mensur bulunuyor

34

Yetîm malına da yaklaşmayın ancak rüşdüne irinciye kadar en güzel olan suretle başka, ahdi de yerine getirin, çünkü ahidden mes'uliyyet muhakkak bulunuyor

35

Ölçtüğünüz vakıt da tam ölçün ve doğru terazi ile tartın, bu hem hayırlı hem de akıbetçe daha güzeldir

36

Bir de hiç bilmediğin bir şey'in ardınca gitme, çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri ondan mes'ul bulunuyor

37

Hem Yer yüzünde azametle yürüme, çünkü sen ne Arzı yırtabilirsin, ne de boyca dağlara yetişebilirsin

38

Bütün bunların menhiy olanı rabbın ındinde mekruh bulunuyor

39

İşte bunlar rabbının sana vahyettiği hikmetlerdendir, sakın Allah ile beraber diğer bir ilâh uydurma ki, sonra levm-ü tard olunarak Cehenneme atılırsın

40

Ya şimdi rabbınız sizi oğullarla mümtaz kıldı da kendisi Melâikeden dişiler edindi öylemi? Hakıkaten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz

41

Biz bu ıhtarı bu Kur’ân’da türlü şekillerle ifade ettik ki, düşünüp akıllarını başlarına alsınlar, halbuki o onların ancak ürkekliğini artırıyor

42

De ki, Allah ile beraber dedikleri gibi ilâhlar olsa idi o takdirde onlar o Arşın sahibine elbet bir yol ararlardı

(.......) O takdirde mutlak o Arşin sahibine bir yol ararlardı - buna iki ma'nâ verilmiştir: birisi her biri o mâlikülmülke galebe etmek çaresini arardı, çünkü, galib olmadan ilâh olamazdı, bu surette (.......) müeddasınca bürhanı temanüa' işaret olur.

İkincisi de «Her biri onun zati ehadiyyetinden kuvvet ve kudret iktisab etmeksizin bir şey yapamıyacaklarını, bir Cumhûriyyetin reissiz olamıyacağını bildiklerinden hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı, bu surette ise hiç biri ilâh olamaz, onun ülûhiyyetini teslim etmiş olurlardı» demektir.

43

O sübhan, onların dediklerinden çok münezzeh ve çok yüksek, hem pek büyük bir yükseklikle yüksektir

44

Onu yedi Semâ ile Arz ve bütün bunlardaki zevil'ukul tesbih eder ve hattâ hiç bir şey yoktur ki, onu hamdiyle tesbih etmesin ve lâkin siz onların tesbihlerini iyi anlamazsınız, o, cidden halîm gafur bulunuyor

(.......) Ve hiç bir şey yoktur ki, Allah’a hamd ile tesbih eder olmasın ve lâkin siz onların tesbihlerini anlamazsınız - çokları bu tesbihin lisani hal ile delâlet veya hal-ü kalden eamm olduğuna kail olmuşlardır. - Fakat ba'zı müfessirîn ma'nâyı hakıkîsi üzere kavlen tesbih demek olduğunda ısrar etmiştir. Ekseriyyetin kavli ukuli avama emess görünürse de Âlûsî  tefsirinde tafsıl olunduğu üzere Resulullahın elinde taşların

45

Bir de sen Kur’ân’ı kıraet ettiğin vakıt biz seninle Âhırete inanmıyanların arasına görünmez bir hıcab çekeriz

46

Ve kalblerinin üzerine onu iyi anlamalarına mani' kabuklar geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz

47

Rabbını Kur’ân’da vâhid olarak andığın vakıt da ürkerek arkalarına döner giderler

48

Biz pek âlâ biliyoruz seni dinlerken ne suretle dinliyorlar? Birbirleriyle fısıldaşırlarken de ve o zalimler derlerken de: başka değil, sırf bir sihirli adama tâbi' oluyorsunuz

49

Bak seni nelere kıyas ettiler de nasıl dalâlete düştüler, onun için bir yol bulmağa tab-ü tüvanları yok

50

Bir de dediler ki, biz bir sürü kemik olduğumuz ve ufalanıp tozduğumuz vakıt mı cidden biz mi yeni bir hılkatle ba's olunacağız?

51

De ki, muhakkak, ister taş olun ister demir isterse gönlünüzde büyüyen her hangi bir halk, o halde bizi kim iade edebilir? Diyecekler, sizi, de: ilk defa yaratmış olan kudret sahibi, o vakıt sana başlarını sallıyacaklar da "ne vakıt o? " Diyecekler, de ki, "yakın olması me'mul"

52

O sizi çağıracağı gün derhal ona kemali ta'zîm ile icabet edeceksiniz ve zannedeceksiniz ki, pek az bir müddet kaldınız

tesbihi duyulması gibi bir çok ehadîs ve asâri vâride ba'zın kavlini te'yid etmektedir. Muhyiddini Arabî ve sair bir çok Soffiyye dahi buna kaildirler.

53

Kullarıma söyle ki, en güzel olan kelimeyi söylesinler çünkü Şeytan aralarını gıcıklar, çünkü Şeytan insana açık bir düşman bulunuyor

54

Rabbınız sizi daha çok bilir, dilerse size merhamet buyurur, dilerse size azâb eder, seni de üzerlerine vekîl göndermedik

55

Hem rabbın Göklerde ve Yerde kim varsa hepsine a'lemdir, celâlim hakkı için Peygamberlerin de ba'zısını ba'zısına tafdıl ettik ve Davûda bir Zebûr verdik

(.......) Burada bilhassa Davûd ve Zebûrun zikredilmesinin vechi:

1 - Kureyş, Peygambere karşı mücadele için Yehûdîlere müracaat ediyorlar, Yehûdîler de «Musâdan sonra Peygamber yoktur. Tevrattan sonra kitab yoktur» diyorlar. Binaenaleyh bununla onların bu iddiaları nakzedilmiştir.

2 - Bununla tafdilin haysiyyetine tenbih olunmuştur. Zira Davûd büyük bir melik idi. Böyle iken burada onun mülkü kale alınmayıb da Zebûrun tahsis edilmesi zikr olunan tefdılden murad mal ve mülk ile değil, ılim ve din ile tafdıl demek olduğunu gösterir.

3 - Zebûrda Hatemül'enbiya ve onun ümmetinin hayrül'ümem olduğu yazılmıştı. Netekim (.......) buyurulmuştur (Sûre-i «Enbiya»ya bak).

56

De ki, ondan başka zu'mettiklerinize çağırın, anlarsınız ki, başınızdan sıkıntıyı ne def'edebilirler ne de tahvil

57

Onların yalvarıp durdukları, rablarına hangisi daha yakın diye vesîle ararlar ve rahmetini umarlar azâbından korkarlar, çünkü rabbının azâbı korkunç bulunuyor

58

Hiç bir memleket de yoktur ki, biz onu Kıyamet gününden evvel helâk edecek veya şiddetli bir azâb ile ta'zib eyliyecek olmıyalım, kitabda bu mestur bulunuyor

(.......) Burada kitabdan Murad Levh-ı Mahfuzdur.

59

O istenilen âyetler (mu'cizeler) le risalet vermekten bizi men'eden de yoktur, ancak onları evvelki ümmetler tekzib ettiler, Semûde gözleri göre göre o nakayı verdik de onunla kendilerine zulmettiler, halbuki biz o âyetleri ancak korkutmak için göndeririz

(.......) O âyetlerle resul göndermekten bizi hiç bir şey menetmiş değil (.......) ancak onları evvelkiler tezib ettiler - ve binaenaleyh kökünden mahv-ü tedmir edildiler.

Âyât, ya'ni kudreti ilâhiyyeye delâlet eden alâmetler üç kısımdır. Bir kısmı her şeye amdır.

Her şeyde onun bir âyeti vardır ki, vahid olduğuna delâlet eder. Ulemanın fikri bundadır. Bir kısmı ra'd, küsuf gibi mu'taddır. Cehelenin fikri de bundadır. Bir kısmı harikul'adedir. Ki, Enbiyanın mu'cizâtı, evliyanın keramâtı bu kabildendir. Mu'cizeler miyanında ınadına taleb ve ısrar olunan bir kısım vardır ki, bunlara «âyatı mukteraha» ta'bir olunur. Bunlar gösterildiği zaman tekzib edenler Kavmi Semûd gibi azâbi istiysal ile derhal ihlâk olunmuşlardır.

Buradaki (.......) lâmi ahd ile işte bu kabilden âyâtı mukterahaya işarettir ki, Kureyş müriklerinin ınadına olarak taleb eyledikleri âyât demektir. Netekim biraz sonra  diye tasrih olunacaktır.

(.......) Halbuki biz bu âyetleri ancak tahvif için gönderiyoruz - ya'ni sana gönderdiğimiz âyetleri ya Muhammed! Azâb ve ihlâk için değil, Âhıret azâbından korkutmak için gönderiyoruz. Binaenaleyh onların ınadına istedikleri âyetlerin gönderilmemesi kudreti ilâhiyyeye karşı bir mani' bulunduğundan dolayı değil, ümmeti Muhammed hakkında Kavmi Semûd gibi azâbı istiysal muradı ilâhî olmadığından dolayıdır.

Bu âyetin sebeb-i nüzulünde İbn-i Abbastan varid olan rivayete göre: Mekke ahalisi Safanın altın yapılmasını ve Mekke civarındaki dağların izale olunub kabili ziraat arazı yapılıvermesini istemişlerdi. Resulüllah bunu Allahü teâlâdan dileyince buyuruldu ki, istersen yaparım ve lâkin şu şart ile ki, küfrederlerse evvelki kavimler gibi ihlâk ederim. Bunun üzerine Resulullah onu istemem yarabbi! teenni arzu ederim dedi ve binaenaleyh bu âyet nazil oldu. Bu rivayeti Ahmed, Nesâî , Hâkim, Taberanî ve saire tahric etmişlerdir.

Buna karşı belki bunlar tekzib etmezlerdi gibi bir ihtimal hatıra gelmemek için buyuruluyor ki,

60

Ve unutma ki, vaktiyle sana haberin olsun ki,, dedik: rabbın o insanları ihata etmiştir, o sana gösterdiğimiz temaşayı ve Kur’ân’da lâ'net edilen ağacı da sırf insanlara bir imtihan için yapmışızdır, biz onları tehdid ediyoruz, o onlara büyük bir tuğyan artırmaktan başka netice vermiyor

(.......) Hani hatırlarsın â biz sana demiştik ki, hiç şüphe yok ki, rabbın nası ihata etmiştir. -

Ya'ni ılmiyle muhîttir. (.......) Buyurulduğu üzere hepsinin içini dışını, önünü sonunu tamamen bilir. Binaenaleyh istedikleri âyetler gönderildiği takdirde evvelkiler gibi bunların dahi tekzib edecekleri onun ma'lûmudur. Kezalik kudretiyle de muhîttir. Her insana tairini ilzam eden odur. Bir de onların tekzib edecekleri şundan istidlâl ile de anlaşılır: baksan â :

(.......) Sana göstermiş olduğumuz o ru'yayı o gece görüşüne o nas için bir fitne, bir imtihandan başka bir şey kılmadık - ru'yayı ba'zıları Sûre-i Fetihde gelecek olan Fethi Mekke ru'yası, ba'zıları da Bedirde Sanadidi müşrikînden her birinin yıkılacakları mevki'leri gösteren Bedr ru'yası demişlerdir. Fakat bu âyet mekkî olduğu cihetle Medinede olan o ru'yalarla te'vili müvafık olamaz. Sahihi Cumhûrun beyanı vechile bu irac ve Ru'ya sûrenin başında geçen isra âyetindeki (.......) ru'yetine işaret olmasıdır. Zira orada tafsıl edildiği vechile bu harika üzerine o müşrikler îman etmek şöyle dursun îman edenlerden ba'zılarının bile irtidadi gibi büyük bir fitne olmuştu burada ru'ya tabir edildiğinden doylayı miracın menamda cereyan eden bir ru'ya olduğunu zannedenler olmuşsa da bu da doğru değildir. Çünkü uykudaki ru'yada şuraya buraya gitmek, Semavâta çıkmak her keste vaki' olabilir. Ve bedihîdir ki, böyle bir ru'ya gördüğünü söyleyen kimseye karşı inkâr ile hücum da edilmez. Eğer mi'rac menamda bir ru'yadan ıbaret olsa idi onun bir fitne yapılmasının ma'nâsı olmazdı. Doğrusu ru'ya esasen büşrâ vezninde masdardır. Urfte uyku halinde görülenlere isim olmuş ise de esas ı'tibariyle ma'nâsı ruyettir, görmek demektir. Bu âyette de bu ma'nâyi aslî üzere varid olmuştur. Ancak burada buna ru'yet denilmeyip de ru'ya ıtlak olunmasının nüktesini düşünmek lâzım gelir. Bunda üç vecih vardır.

Evvelâ bu ru'yet geceleyin vakı, olmuş bir ru'yettir.

Saniyen bu anlatıldığı zaman müşrikler sen bir ru'ya görmüşsün demişler.

Salisen Mi'rac hadîslerinde görüldüğü üzere o ru'yetler miyanında ru'yadaki gibi misalî olarak gösterilmiş kısım da var idi. Meselâ Cennet-ü Cehennemi ıyanen görürken içlerinde bütün ehli Cennet ve ehli nârı da görmüş idi. Halbuki bunların bir çoğu henüz Dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların kablel'vuku' sureti misaliyyleriyle görülmüş oldukları anlaşılır. İmdi hâsılı ma'nâ şu olur: İsrâ gecesi sana hakıkaten bizim gösterdiğimiz o Mi'rac görüşü âyetlerimizden bir âyeti kübrâ olduğu halde biz onu inadına âyet taleb etmekte olan o nâs için sırf bir fitne ve imtihan yaptık, gösterilen harikul'âde alâmetlere rağmen inanmadılar da ınadına tekzib ettiler. Binaenaleyh rabbının bildiği gibi bu imtihan ile de anlaşılır ki, her ne âyet gösterilse tekzib edeceklerdir.

(.......) Kur’ân’da lâ'net edilmiş olan şecereyi de - kezalik onlar için bir fitne kıldık. Bu mel'un şecereden murad Buharî ve sairede rivayet olunduğu üzere şeceri zakkumdur. Ki, Sûre-i

«Saffat» ta (.......) Sûre-i «Duhan» da (.......) Sûre-i «Vakıa» da (.......) buyurulmuştur. Rivayet olunur ki, bunlar nâzil olduğu zaman Ebû cehil demiş ki, «Muhammed sizi bir ateşle korkutuyor ki, taşları yakarmış. Sonra da diyor ki, o ateşte ağaç biter!... İbnüzziba'ra de biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız demiş binaenaleyh Ebû cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış da arkadaşlarına (.......) haydi zakkumlanın demiş ve bunun üzerine zakkuma meftun olup irtidad edenler olmuştu. Bu süfehâ deve kuşunun köz ve kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri halde bunları yapan kudreti ilâhiyyenin ateşin aslından Cehennemin dibinden çıkaracağı ağacı inkâr ve istihfaf etmekle ne fena aldanmışlardı. Bu şecerei mel'une hakkında bir kaç kavil daha söylenmiş ise de mu'temed olan esahhı şecerei zakkum olmasıdır. Bunun bu suretle bu âyete tezyil edilmesi ise İsrâyi tekzib eden o muanidlerin lâ'nete meftuniyyetlerini iş'ar eden müdhiş bir inzardır. Netekim buyuruluyor (.......) ve biz onları tahvif ediyoruz (.......) de o - tahvif - onlara başka bir şey artırmıyor ancak büyük bir tuğyan.

Neden mi?

61

Yine unutma ki, bir vakıt Melâikeye Âdem için secde edin demiştik derhal secde ettiler, lâkin İblîs hiç dedi: ben bir çamur halinde yarattığın kimseye secde mi ederim?

62

Baksan a dedi: şu benim üzerime tekrim ettiğine, kasem ederim ki, eğer beni Kıyamet gününe kadar te'hır edersen ben onun zürriyyetini pek azı müstesna olmak üzere mutlak kumandan altına alırım

63

Allah buyurdu ki, def'ol haydi onlardan her kim sana tabi' olursa haberiniz olsun ki, Cehennem de sizin cezanızdır, mükemmel bir ceza

64

Hem onlardan gücün yettiğini sesinle oynat, süvarilerin ve piyadelerinle üzerlerine bas gürültüyü, ve mallarına evlâdlarına ortak ol ve onlarla va'dler yap, fakat Şeytan onlara bir aldanıştan başka ne va'd eder?

(.......) Burada izafet teşrif içindir. Murad ıbadı muhlisîndir. (.......) buyurulduğu gibi.

Ey insanlar !

65

Doğrusu o benim kullarım yok mu! Senin onlar üzerine hiç bir saltanatın yoktur, vekîl ise rabbın yeter

66

Rabbınız o kadirdir ki, fadlından nasîb arayasınız diye sizin için denizde gemiler sevkediyor, hakıkaten o size rahîm bulunuyor

67

Denizde size bir tazyık elverdiği vakıt ondan başka yalvardıklarınız gaib olur, derken o sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yüzü çeviriverirsiniz. İnsan da çok nankör bulunuyor

68

Ya çıktığınızda kara tarafında sizi yere geçirivermesinden veya üzerinize çakıllı bir rüzgâr salıvermesinden sonra da kendinize hiç vekîl bulamamanızdan emniyyete mi erdiniz?

69

Yoksa sizi bir def'a daha oraya iade edip de üstünüze kırıp büken bir fırtına salıvererek hepinizi ettiğiniz küfrân ile gark edivermesinden, sonra da bize karşı onun bir öcünü alacak bulamamanızdan emin mi oldunuz?

70

Şanım hakkı için biz benî ademi tekrîm ettik karada ve denizde binidlere yükledik ve hoş hoş ni'metlerden besledik, yarattıklarımızdan çoğunun üzerine geçirdik

Dünyada böyle Âhırete gelince :

71

Günün birinde her sınıf insanları imamlarile çağıracağız, o gün her kime kitabı sağ elile verilirse işte onlar kitablarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmiyecekler

(.......) düşünmeli o günü ki, her insan cemiyyetini imamlarile çağıracağız - İmam, hidayet veya dalâlette öne geçirilib arkasına düşülen metbu' demektir ki, bir Peygambere bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya her hangi bir reiys, bir kumandana ıtlak olunabilir. Binaenaleyh o gün her insan cemiyyeti ilâhî veya şeytanî metbu'larına izafetle meselâ ey İbrahim ümmeti, ey Musâ ümmeti, ey Isâ ümmeti, ey Muhammed ümmeti diye veya ey fir'avn tebaası, ey Nümrud tebaası ilh diye veyahud dinlerine, kitablarına, mezheplerine nisbet ile ey filân ümmet, filân millet diye çağıracaklar (.......)

72

Her kim de bu Dünyada körlük ettise o artık Âhırette daha kör ve gidişçe daha şaşgındır

(.......) ve burada kör olan - ya'ni bu Dünyada kalb gözü kör olub da doğru yolu görmiyen, hak imama uymayan, o tekrîm ve tafdıl nı'metlerine karşı nankörlük eden (.......) Âhırette, ya'ni Âhıret hususunda daha gör (.......) ve yolcu daha sapıktır. - Onun için Âhırette kör ve sağır ve dilsiz olarak ve yüzün koyu sürünerek haşrolunacaklar ve kitabları sollarından verilecektir.

Sen şuna bak :

73

Az daha seni bile, sana vahyettiğimizden gayrısını bize karşı iftira edesin diye, fitneye düşüreceklerdi ve o takdirde seni halîl ittihaz edeceklerdi

74

Ve eğer biz sana sebat vermemiş olsa idik sen onlara az bir şey meyledeyazdındı

75

Ve o takdirde biz sana muhakkak hayatın da katmerli, mematın da katmerli acısını tattırdık, sonra bize karşı kendin için hiç bir yardımcı bulamazdın

76

Ve az daha seni bu Arzdan çıkarmak için iz'ac edeceklerdi ve o takdirde kendileri de arkandan pek az kalacaklardı

77

Senden evvel gönderdiğimiz bütün Peygamberlerin sünneti vechile ki, sen bizim sünnetimize bir tahvil bulamazsın

78

Güneşin kaymasından gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl, bir de kıraetiyle mümtaz olan sabah namazını, zira sabah Kur’ân’ı hakıkaten meşhuddur (şühuda mazhardır)

(.......) Namazı devam ile kıl ve kıldır (.......) Güneşin dülûkü, ya'ni zevali dolayısiyle gece karanlığına kadar - ki, öğle, ikindi, akşam, yatsı vakıtlarını havidir. Rivayet olunduğu üzere aleyhıssalâtü vesselâm buyurmuştur ki, «Şemsin dülûkünde zeval bulduğu vakıt Cibrîl geldi, bana öğle namazını kıldırdı» (.......) sabah Kur’ân’ını da - ya'ni kıraeti bilhassa mühim olan sabah namazını da ikame et (.......) ki, sabah Kur’ân’ı hakikaten meşhuddur. - Ona gece Melâikeside gündüz Melâikesi de hâzır ve şâhid olur ve bütün fıtrat uyanır, insanın zevkı şuhudu yükselir

79

Geceden de sana mahsus fazla bir namaz olarak uykudan kalk, Kur’ân ile teheccüd kıl, yakındır ki, rabbın seni bir makamı mahmuda ba'sede

(.......) geceden de bunun üzerine nafile, ya'ni fazla olarak kendin için teheccüh kıl. (.......) ki, rabbının seni mahmud bir makama ba's etmesi yakın - burada (.......) hadîsi Kudsîsi mazmuniyle alâka sarıhtır. Makamı Mahmud: herkesin hamd ile tebcil edeceği muazzam makam demektir ki, hakıkati hamdin müteallekı olan kurbi mutlak makamı ya'ni eHadîs-i şerifede varid olduğu üzere Livâül'hamd altında şefaati kübrâ makamıdır.

80

Ve de ki, rabbım beni sıdık girdirimi girdir ve sıdık çıkarışı çıkar ve benim için ledünnünden bir sultanı nasîr kıl

(.......) Ve de ki, - ya'ni teheccüdü kılıp şöyle duâ et ki, (.......) rabbım beni sıdık girimi girdir (.......) ve sıdık çıkarışı çıkar - ya'ni her hangi işe veya her hangi bir yere idhal ederken kemali sıdk ile makbul, mardıy, memduh bir surette idhal eyle ve her hangi bir işe veya bir yere çıkarırken de yine kemali sıdk ile makbul ve mardıy, memduh bir surette çıkar. Binaenaleyh emrettiğin ubudiyyet vezaifinin giriminde çıkımında, tahmil eylediğin risâlet umurunun iyfa ve ikmalinde sıdk-u sadakatle muvaffakıyyet ihsan edip medhali Âhıret olan kabre koyduğunda aynı sıdk olarak koy ve çıkarıp ba'settiğinde de aynı sıdk olarak ba'set (.......) ve benim için ledünnünden nasîr bir sultan kıl -bana canibi gaybden bir hucceti kahire, bir kudreti galibe tahsıs et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlûb ve makhur, mü'minler mansur-ü muzaffer olsun.

Şayâni dikkattir ki, bu duânın kabulünü tebşir siyakında da şöyle buyurulmuştur:

81

Ve de ki, hak geldi bâtıl zevale erdi hakıkaten bâtıl pek zavallıdır

(.......) hem de ki, hak geldi ve bâtıl muzmahill oldu (.......) filhakıka bâtıl, muzmahill olagelmiştir. - Risâleti Muhammediyye ile dini hakkın vürudü ânından ı'tibaren hakıkatte küfr-ü şirkin ızmihlâli başlamış, bil'ahare Mekke feth olunduğu zaman Kâ'beden putları atarken Resulullah bu âyeti okuyarak bu ıhbarı mütekaddimin sıdkını ı'lân eylemişti.

Hak ne ile geldi? Denecek olursa işte cevabı:

82

Biz de Kur’ân’dan peyderpey öylesini indiririz ki, mü'minler için o bir şifâ ve bir rahmettir, zalimlerin ise ancak hasarını artırır

(.......) biz Kuranda öyle âyetler indirip duruyoruz ki, mü'minler için aynı şifa ve rahmettir. - Burada Dünya türlü türlü derd-ü emraz, belâ ve mihnetle dolu bir hastahaneye, Peygamber bir tabîbe, Kur’ân da devai Şâfîye ve gıdâi Vâfîye teşbih edilmiş oluyor. Reyb-ü nifak, küfr-ü şikak, zulm-ü udvan, hırs, yeis, atalet, cehalet, taklid, taassub sui niyyet gibi ahlâkî, ictimaî emrazı ruhaniyyeye karşı Kur’ân’ın aynı şifa ve rahmet olduğu şüphesizdir. Bundan başka tababeti maddiyyenin âciz kaldığı nice emrazı cismaniyyeye karşı da Kur’ân’ın havassı şifâ bahşası ehlinin meşhudu olagelmiştir. Bununla beraber

(.......) zalimlerin ancak hasarını artırır. - Hakkı sevmiyenler inanmazlar da o şifa ve rahmetten istifade etmezler ve bu suretle zararlarını artırmaktan başka bir şey yapmazlar, kendi nefislerine zulmederler. Bunun sebebi de:

83

Öyleya biz insana ni'met verdiğimiz zaman aldırmaz, yan büker, kendisine şer dokunduğu zaman da pek me'yus olur

(.......) biz o insana - o zalûm-ü cehul olan insana - ni'met verdiğimiz zaman (.......) yüz çevirir ve yan çızarak uzaklaşır - ni'metle şımarır, mün'ımden yüz çevirir, nankörlük eder (.......) ona şer dokununca da son derece ye'se düşer. - İşte böyle ni'met halinde şükür, şer halinde ümid ve duâ hasleti bulunmıyan insanlardır ki, o zalimlerdir. Kur’ân böylelerinin hasarını artırır. Böyleleri tebşir ile de yola gelmez, inzar ile de

84

De ki, : her biri kendi uyarına göre hareket ediyor, o halde yolca en doğru olan kim olduğunu daha ziyade rabbınız bilir

(.......) de ki, (.......) hepsi - îman edenler de etmiyenler de (.......) kendi şâkilesi üzere amel eder.

- ŞÂKİLE kelimesi; tabiat, âdet, din, hulk, niyyet, seciyye ve cibillet, tarıkı müşâkil gibi muhtelif ve fakat mütekarib ma'nalarla tefsir edilmiş ise de en cem'ıyyetlisi sonuncusudur.

Ya'ni herkes kendi hâl ve mizacına uygun olan yolda hareket eder. Ta'biri âharle hissiyyatı mahsusasına göre iş yapar. (.......) İmdi en doğru yola gideni rabbınız a'lemdir. -

Ya'ni herkes kendi şâkilesine göre hareket ederek uyarına giden yol tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb her hangi bir ferdin veya kavmin mizac ve hissiyyetine uygun gelmekle doğru oluvermez. Hak din, Allah’ın kitab ve Resuliyle bildirdiğidir. Binaenaleyh ne mutlu o kimselere ki, şâkilesi hakka uygun ola.

Şâkile, ruh mes'elesine temass etmek hasebile:

85

Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki, ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir

(.......) Sana ruhtan da sual eder: veya ediyorlar. - Siyerde İbn-i Abbastan nakledildiğine göre Kureyş Nadr İbn-i Hâris ile Ukbe İbn-i ebî Müaytı Medinedeki Yehûd ahbarına gönderip: onlar, ehli kitabdırlar sizde bulunmıyan ma'lûmat onlarda bulunur. Muhammedi sorun bakalım demişler, binaenaleyh ikisi bir Mekkeden çıkıp Medineye varmışlar ve sormuşlar. Yehûd «ona Eshabı «Kehif» ten ve Zil'karneynden ve ruhtan sorunuz, eğer hepsine cevab verir veya sükût ederse nebiy değildir. Ve eğer ba'zısına cevab verip ba'zısından sükût ederse nebiydir» demişler. Çünkü ruh, Tevratta mübhem imiş, gelmişler suâl etmişler binaenaleyh iki kıssa beyan olunup ruh, icmal edilmiş olmakla sorduklarına nedamet etmişler (Sûre-i «Kehf» e bak).

Ahmed, Nesâî , Tirmizî ve Hâkim ve İbn-i Hıbban ve daha bir takımlarının İbn-i Abbastan tahricinde ise Kureyş, Yehûde demişler ki, «ruhtan sorunuz» demişler, sormuşlar, binaenaleyh bu âyet nâzil olmuştur (.......) Bunlara göre bu âyet de Mekkîdir. Lâkin Buharîde ve Müslimde ve sairede tahric edildiğine göre Abdullah İbn-i Mes'ud radıyallahü anh demiştir ki, «ben Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem ile Medinede bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu, o sırada bir bölük Yehûd tesadüf etti, birbirlerine şuna ruhtan suâl ediniz dediler. Binaenaleyh ba'zısı kalktı ruhtan suâl etti, edince Resulullah, ona karşı bir şey söylemeyip sükûte daldı. Ben derhal bildim ki, vahyolunuyordu, olduğum yerimde dikildim, vaktâ ki, vahiy nâzil oldu, buyurdu ki, (.......) Buna göre ise bu âyet, Medenî demektir. Bundan dolayı ba'zıları bu âyetin biri Mekkede biri Medinede olmak üzere iki def'a nâzil olduğuna kail olmuşlardır. (Sûre-i «Kehf» e bak).

Yukarılarda da sebkettiği üzere ruh denildiği zaman başlıca üç noktai nazar mülâhaza edilegelmiştir. Mâbihilhareke ya'ni hareket ya'ni hareket mebdei, mâbihilhayat, ya'ni hayat mebdei, mâbihil'idrâk, ya'ni idrâk mebdei. Hareket mebdei mülâhazasiyle ruh, maddenin tam mukabili olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu mülâhaza kasdedilir. Bu ma'nâ ruhun en eamm ma'nâsıdır. Meselâ elektrik bu ma'nâca bir ruh ve her kuvvei muharrike bir ruh demektir. Hayat mebdei mülâhazasile ruh ise bundan ehastır. Zira kuvvei hayatiyye, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi eamm ma'nâsiyle hayattır ki, nebatî hayata da şamil olur. Bu ma'nâcadır ki, alel'umum nebatata dahi ruh ıtlak edildiği vakı'dir.

Birisi de meşhur ma'nâsiyle hayat, ya'ni hayati hayvaniyyedir ki, hayati insaniyye müntehî olur. Bu ma'nâca ruh, ruhi nebatîden ehass ve binaenaleyh onu da mutazammındır. Sonra idrâk mebdei, ya'ni ihsasa ıktiran eden vicdanı basîtten ma'rifet, taakkul, ılim, irade, kelâm ve saire gibi en yüksek derecelere kadar alel'umum şuur hâdisatının ve binaenaleyh bir hayati ma'neviyyenin medarı olmak mülâhazasiyle ruh gelir ki, ruhun en mümtaz haysiyyetini ifade eden bu ma'nânın en bâriz tezahürü nefsi insanîde tecellî ettiğinden buna ruhi insanî tesmiye edilmiştir. Nefsi insanîyi ruhi hayvanîden temyiz ettiren ve insanî ma'rifeti hakka iysal ederek kendini ve gayrını bildiren bu ruh hakkındadır ki, (.......) buyurulmuştur. Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irade, taakkul, kelâmı bâtınî gibi asârile tanırız. Her insanda bu ruhun bir lemhası bulunduğunda şüphe yoksa da nefsi insanî bunun aynı olup olmadığında ıhtilâf edilmiştir. Fakat ruhun hakıkati, hakıkati insaniyyenin mâverasında olmasa idi insan, a'yâni eşyadan hiç bir hakıkati idrâk edemez veya bütün hakıkat, insandan ıbaret olmak lâzım gelirdi. Halbuki insanın mechulâtı pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binaenaleyh mebdei idrâk olan ruh, insanın hayati cismaniyyesinde bedenine nefholunan heva, zıya, hararet gibi hayati ma'neviyyesinde nefsine nefholan bir mebde'dir. Ki, nefsi insanînin şâkilesi hidayet ve dalâldeki hıssası bunun derecei nefhı ile mütenasibtir.

(.......) De ki, ruh, rabbımın emrindendir. - Burada emir, umurun müfredi, ya'ni şein, iş.

Yâhud evâmirin müfredi, ya'ni kumanda ma'nâsına gelir.

Müfessirînin bir çoğu «min» beyaniyye veya teb'îzıyye, emir şein, emrin rabba izafeti ıhtisası ılmî ma'nâsına olmak üzere şöyle tefsir etmişlerdir. «Ruh, ancak rabbımın bileceği iştendir, ruhun hakikati öyle umurdandır ki, ılmini Allahü teâlâ kendisine tahsıs etmiştir». Bu surette cevab (.......) denilmiş gibi olur. Eğer ruhtan suâl «niçin herkese aynı derecede ruh verilmiyor da şâkile, ıhtilâf ediyor?» diye herkesin ahvali ruhiyyesindeki ihtilâfın hikmitinden suâl olursa bu tefsire diyecek yoktur. Çünkü bu cihet, lâyüs'elü ammâ yef'al olan Allahü teâlânın mücerred meşiyyeti rabbaniyyesine aid olduğundan ancak onun bileceği bir iştir. Âyetin akıbinde (.......) buyurulması da bununla alâkadardır.

Lâkin ruhun hakikatı veya ahkâmı noktai nazarından suâl mülâhaza olunduğu zaman, bu cevabda hiç bir şey bildirilmemiş denemez. Bil'akis bunda ruhun künh-ü hukmüne müteallık bütün maba'dettabiî münakaşaları kesib atan bir ta'rif verilmiştir. Şöyle ki, (.......) âyeti mucebince rabbın emri, bir şeyi irade edince Allah’ın işi başka hiç bir şart ve sebebe muhtac olmaksızın mücerred ol! demekle olduruvermekten ıbaret bir emirdir: bir ibdaı filîdir. Bir iycab-ü te'sirdir ki, (.......) medlûlü üzere basît bir basar lemhasının ifade ettiği anî bir irade veya şuur şe'ni gibi vahiddir. Binaenaleyh ruhun emri rabdan olması Hak teâlânın mücerred «kün» emrinden ibda' olunan ve başka bir unsur ve menşei bulunmıyan bir bediai rabbaniyye olması demek olur. Bir takım müfessirîn de bu ma'nâyı ıhtiyar etmişlerdir.

Bu ma'nâda belli ki, emir, failine muzaftır. «Min», ibtidaiyye olduğu takdirde ruh, emrin eseri olan basît ve ibdaî bir cevheri mahsus olarak mülâhaza edilebilir. «Min», beyaniyye olduğu takdirde ise ruh, rabbın emri cinsinden bir fili mahız, bir te'siri mahsus demek olur. Burada şöyle meşhur bir suâl vardır : Allah, halikı külli şey ve her şey, Allahü teâlânın emri tekvinîsi ile mükevven ve mahlûk olduğu cihetle bu ma'nâ «ruh, eşyadan bir şey veya ef'alden bir fiildir» demeğe müsavi olmaz mı? Ve o halde bununla ruhun hususıyyetini ifade eden bir ta'rif verilmiş olduğu nasıl söylenebilir?» Bâlâdaki beyanâtta bu suâli ıskat eden kuyud ve işaret yok değildir. Bunu daha ziyade bir vuzuh ile anlamak için de (.......) kavli mecîdini nazarı dikkate almak ıktıza eder. Görülüyor ki, bunda emir, halka tekabül ettirilmiştir. Bunda ise iki vecih vardır : birisi halk, takdir, ya'ni mikdar ve kemmiyyet vermek ma'nâsı i'tibarile madde ve ecsamı tekvin ve iycaddır. Mutlak iycadda isti'mali ta'mimendir. O halde buna mukabil emir, maddeye mukabil ve hacimsiz olarak mülâhaza edilen alel'umum kuvvetler gibi mücerred olan şuunâtı iycab eden fiıl ve te'sirdir. Netekim Âdem hakkında (.......) buyurulması bu farkı gösterir.

İkincisi emirde kumanda ma'nâsının esas olmasıdır. Bu cihetle emir, halkedilen bütün mahlûkat üzerinde cereyan eden ve edecek olan tasarruf ve hâkimiyyet şuunâtiyle bu şuunâtı husule getiren iycab ve te'sir filine muntabık olur ki, rübubiyyet sıfatının tecellisi bununladır. (.......) Bunu müş'irdir. Şu halde halk, emrin mahalli tatbikatını vücude getiren fiıl, emir de mahlûkatın cebrî veya iradî terbiyesi şuunâtını ifade eden fiıldir. Ve ruhun ta'rifindeki emir, halka mukabil olan bu rabbanî haysiyyeti ifade için bilhassa rab ismine muzaf kılınmıştır. Maamafih bu izafet, ruhun bütün kuvvetlere şâmil olan eamm ma'nâsını temyiz ettirirse de hass ma'nâsıyle ruhun ancak cinsine iş'ar eder. Bu cins içinden ma'nâyı haysiyle ruhu tanıtacak olan hususiyyet ise rabbın nefsi mütekellim vahdeye olan «rabbî» izâfetidir. Şu halde «emri rabb» ruhun cinsi, rabbın nefsi mütekellime izafeti mahsusası da faslı mesabesinde olarak hakikatine müteallık bir haddini ifade eden ta'rifini vermiş olur. Ma'nâ şu olur :

Ruh, benim malikim olup beni terbiye eden rabbımın bütün mahlûkat üzerindeki rübubiyyeti emrinden bir emirdir ki, bana kendimi ve rabbımı tanıtır». Demek ki, bir ruh tasavvurunda esas şu üç şuurdur. Ene, emir, rabb. Ve ruh, işte eneye rabbın bir te'siri mahsusu ile izafetini ifade eden emirdir. Bu izafeti mahsusa, bu emir olmayınca kimse kendini duymaz, herkes bu nisbeti izafiyyenin hususiyyetine göre kendini duyar. Kendini duymayanda ruh olmaz. Kendini tanımayan o nisbeti izafiyyeden hıssasına göre ruhu duyar, ruhu duyan rabbını duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu rabb zannedenler, rabba ruh diyenler, teslise sapanlar olmuştur. Onun için (.......) cevabında bu galatlar da tashıh olunarak anlatılmıştır ki, ne ene ne ruh, rabb değildir. Ruh «enenin rabbının emrindendir»

Burada şayani dikkat mühim bir nokta daha vardır. (.......) hıtabında rabbın müzafün ileyhi olan nefsi mütekellim zamiri olan (.......) evvel emirde Resulullahın (.......) sidir. Ona olan izafeti rabbaniyye, hakıkati Muhammediyyede teayyün eden tecelliyât ise (.......) diye tasrıh olunacağı üzere çok büyük olduğundan bu noktai nazrdan izafetin ifade ettiği ta'rif, ruhul'kudüs ve ruhul'emîn ıtlak olunan Cibrîli dahi mazmununa alan yüksek bir cemıyyeti hâizdir. Bu haysiyyetle (.......) ta'rifinden tasavvur edebileceğimiz ma'nâ şu olur: «ruh, beni terbiye eden, ez cümle bana vahiy ve risalet veren, Beni isrâ ile mi'race ı'lâ eyliyen, beni makamı Mahmûde ba's buyuran ve bana Kur’ân’ı indirmekte bulunan rabbımın emrinden bir emirdir ki, ben kendimi ve rabbım Hak teâlâyı onunla bilirim».

(.......) ve size ılimden ancak bir az verildi - hiç verilmedi değil fakat az. Bildiğiniz de az, bilişinizde azdır. Çünkü hadîstir, izafîdir. Sofestaîlerin dediği gibi hiç bir şey bilmez değilsinizdir. Sofestaîlerin dediği gibi bütün hakıkati bilir de değilsiniz, haktan ba'zı şeyler bilirsiniz amma hakıkatin bütün derinliğiyle değil, ba'zı vücuh ile, ruhunuzun mertebesine göre, rabbınızı tanıyacak vazifelerinizi anlıyacak kadar nisbî bir surette bilirsiniz. Binaenaleyh ruh hakkında bile bileceğiniz de bu kadardır.

Ba'zı müfessirîn bu hıtabın suâli soranlara âid olduğunu söylemişlerdir. Çünkü (.......) emrinin mekulünde dahil olarak cevabın tetimmesinden olması akrebdir. Lâkin rivayet olunuyor ki, Yehûd, bu cevabı işitince bu hıtab bize mi muhtas? Demişler, aleyhıssalâtü vesselâm da «belki biz ve siz» buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki, «halin amma da acaib, gâh (.......) dersin, gâh da böyle söylersin. Bize Tevrat verildiği ve onda her şey'in tibyanı bulunduğunu tilâvet ettiğin halde bize verilen ılme az nasıl dersin?» Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem de «o Allah’ın ılmine nazaran azdır. Allah, size o kadarını vermişti ki, amel etseniz intifa' ederdiniz» buyurmuş ve bu sebeble (.......) âyeti nâzil olmuştur. Şu halde bu hıtab, (.......) emrinde dahıl olmayıp istînafen ona tezyil edilmiş bir cümle olarak bütün insanlara âmm bir hıtab demektir. Bütün ılmi beşer ılmullaha nazaran kalildir, verme, izafî, mütenahîdir, muhattır. Ilmullah ise zatî muhît ve ma'lûmâtı, nâmütenahîdir. Ilmin tamamı Hak teâlânın zati hakıkatini bilmeğe mütevakkıftır ki, onu ancak kendi bilir.

Burada şu faideleri kaydedelim :

1 - demeki (.......) mucebince Âdem’e bütün esmânın ta'limi, bütün hakayıkı müsemmeyatın ta'limi demek değildir. Ta'limi esmâ, ılmullaha nazaran bir ılmi kalîldir. Bu nokta Felsefede «İsmiyye» mezhebine bir esas olabilir.

2 - (.......) gibi âyetler, bütün eşyanın hakayıkı ma'nâsına olmayıp insanların din ve ahkâm noktai nazarından muhtac oldukları her şey ma'nâsına izafî bir şümulü haiz demektir. Ve netekim öyle tefsir olunagelmiştir.

3 - Ilmi beşerin kılleti yalnız Ilmi ruh noktai nazarından zannedilmemelidir. Zira diğer şeylere müteallık ma'lûmatımızın dahi medarı ruh olduğu cihetle onlara müteallık şuurumuz ruhumuza aid olandan çok değildir.

4 - Bu hıtabta insanlara ılimden hıssa veren bir şeref ve aynı zamanda beşerin gururı ılmîsini kıran bir darbe ile huzurı hakta (.......) ı'tirafiyle tevazua da'vet eden bir ıhtar vardır. Demek ındi ilâhîde ılmin nâmütenahîliği insanlar için her hususta ılmin imkânını selbeden bir yeis delili değil, ılimde terakkı imkânının nâmütenahîliğini te'min eden bir mebdei ma'rifettir. Binaenaleyh insan nâmütenahîye giden bir aşk-u îman ile Allah için ılme çalışmak ve lâkin her hangi mertebei terakkıye vasıl olursa olsun ılmi beşerin az yine az yine az, ılmullaha nisbetle bir katrenin denizlere nisbetinden bile az olduğunu bilerek hiç bir zaman mağrur olmamak lâzımdır.

Şunu da unutmamak ıktiza eder ki, ılmi beşer verilme olduğu gibi kabili zevaldir de. Bir insana en büyük ruhun en yüksek mertebei ılmin verildiği de farzedilse onu emriyle dilerse bir ânda alıverir. İşte gururdan sakınmak için bu hakıkatin bilinmesi gayet mühimm olduğundan dolayı bakınız Allahü teâlâ, Resulüne olan fazlının büyüklüğünü tansıs ile ona verdiği ılmin kılletten müstesnâ olduğunu beyan sırasında evvel emirde bu hakıkati takdimen tasrih ederek hem de kasem ve te'kid ile ve azamet-ü celâl ifade eden cemi' sıygasile ve diğerlerine gayet müessir ve ma'nîdar bir ıbret olmak için bilhassa Resulullaha hıtabda tasrih ederek buyurmuştur ki,

86

Celâlim hakkı için dilersek sana vahyettiğimizi de tamamen gideriveririz, sonra bize karşı kendine bir vekîl de bulamazsın

(.......) Kasem olsun ki, dilersek o sana vahyettiğimizi elbet gideriveririz. -

Ya'ni ruhül'kudüsle indirdiğimiz, bütün fitnetlere karşı tesbit ettiğimiz, mü'minlere şifa ve ılminizin ruhu olan o Kur’ân’ı azîmüşşanı bile hafızalarınızdan siler alıveririz. (.......) sonra kendin için bize karşı bir vekîl de bulamazsın - ya'ni aldığımızı bizden bil'esale geri alamıyacağın gibi bilvasıta istirdad edebilmek için ne ruhtan ve saireden dayanacak bir vekîl, tutunacak bir kuvvet bulmana da imkân yoktur

87

Ancak rabbından bir rahmet başka, hakıkat senin üzerinde onun fazlı pek büyük bulunuyor

(.......) ancak rabbından bir rahmet - evvel-ü âhir yalnız ona dayanabilirsin ve işte onu vahyettiğimiz gibi hıfz-u ibka eden de odur. Rabbının sana izafeti mahsusa ile in'am ve ihsanı ve bu yüzden âlemîne neşretmek istediği rahmeti vâsiasıdır. (.......) emîn ol onun - o rabbının - sana olan fadlı, ihsan-ü ınayeti çok büyüktür. -Diğerlerine kıyas kabul etmiyecek derecede büyüktür. Onun için kemali emniyyetle

88

De ki, yemin ederim eğer İns-ü Cinn bu Kur’ân’ın mislini getirmek üzere toplansalar bir mislini getiremezler, birbirlerine zahîr de olsalar

(.......) de ki, (.......) Alimallah, bütün İns-ü Cinn bu Kur’ân’ın getirilmeleri üzere ictima' ya'ni ittifak etseler (.......) hiç bir mislini getiremezler. - İns ayrı Cinn ayrı uğraşsalar getiremezler ya (.......)

yekdiğerine zahîr olsalar bile getiremezler - Kur’ân böyle büyük bir mu'cizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar şümullü, ne kadar kuvvetli, bütün İns-ü Cinn ile istikbal üzerinde böyle en yüksek bir yakîn ile huküm ne büyük bir ılmi gaybi ihtivâ ettiğini ve binaenaleyh başlı başına nasıl büyük bir mu'cizei bakıye teşkil eylediğini insaf ile teemmül etmeli, bu kelâmın ılmullahdan bir ılim getirmiş olduğuna nasıl şüphe edilebilir?

Bunun sebeb-i nüzulünde rivayet olunur ki, evvelki Yehûdîlerden bir taife «ya Muhammed, demişler, bize şu getirdiğin hakkı haber ver, bu min ındillâh bir hak mıdır? Zira biz bunu Tevrâtın tenasüku gibi mütenasık görmüyoruz» aleyhıssalâtü vesselâm da buyurmuş ki, «vallahi siz, bunun üzerine «amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana getiririz.» Demişlerdi ve binaenaleyh Allahü teâlâ, bu âyeti inzal buyurdu. Diğer taraftan Kureyşten bir cemaat de «bize bu Kur’ân’dan başka bir âyeti garîbe getir, yoksa bunun mislini biz de yapabiliriz» demişlerdir ki, âyeti garîbe dedikleri bundan sonra (.......) âyetlerinde beyan olunacak olan mukterehat olacaktır. Bu âyet ile bütün bunlara cevabı kat'î verilmiş, o gün bu gün bunca asırlardan beri bütün tecribe ve teşebbüslerin karşısında bu cevab, kemali sıdk-u tahakkukla heybet-ü azametini artırmış durmuştur. (Sûre-i «Bakare» de (.......) Sûre-i «Hûd» da (.......) ilâ - (.......) Sûre-i «Hıcir» de (.......) bak).

İşte Kur’ân’ın her hukmü böyle ılim, böyle lâreybdir.

89

Celâlim hakkı için biz bu Kur’ân’da dillere dasitan olacak her ma'nâda türlü türlü ifadeler yaptık, yine nâsın ekserisi gâvurlukta ısrar ettiler

90

Ve biz dediler: sana ıhtimali yok inanmayız, tâ ki, bizim için şu yerden bir menba' akıtasın

91

Yâhud senin için hurmalıklardan ve üzümlüklerden bir bağçe ola da aralarında şarıl şarıl çaylar akıtasın

92

Yâhud zu'mettiğin gibi üzerimize Semayı kıt'a kıt'a düşüresin, yâhud Allah’ı ve Melekleri kefil getiresin

93

Yâhud senin altından bir evin olsun,

Yâhud Semaya çıkasın, ona çıktığına da aslâ inanmayız tâ ki, üzerimize okuyacağımız bir mektub indiresin, de ki, sübhanallah ben ancak beşer bir Resulüm

Böyle bir Peygamberi gören o kâfirlerin îman etmeyip de bu kadar ınad etmelerinin sebebi nedir? Denecek olursa:

94

Kendilerine doğru yolu gösteren hidayetci geldiğinde nâsın îman etmelerine ancak şöyle demeleri mani' oldu: Allah bir beşeri mi Resul gönderdi?

95

Söyle onlara eğer, Arzda hep uslu uslu yürüyen Melâike olsa idi elbette onlara Semâdan Melek bir Resul gönderdik

96

De ki, Allah sizinle benim aramda şâhid yeter, her halde o, kullarına habîr basîr bulunuyor

97

Ve her kime Allah hidayet ederse o doğru yolu tutar, her kimi de dalâlette bırakırsa artık onlar için onun berisinden velîler bulamazsın ve biz onları Kıyamet günü kör, dilsiz, sağır oldukları halde yüzleri üstü haşrederiz, varacakları yer Cehennem, her dindikçe onlara bir saîr artırırız

98

O onların cezalarıdır, çünkü onlar âyetlerimize küfrettiler de: ya biz bir yığın kemik olduğumuz ve ufalanıp tozduğumuz vakıt mı, biz mi cidden yeni bir hılkatle ba'solunacağız? Dediler

99

Gökleri ve Yeri yaratmış olan Allah’ın kendilerinin mislini yaratmağa kadir olduğunu görmedilerde mi? Kendileri için de bir ecel ta'yin etmiş onda hiç şüphe yok? Fakat zalimlerin gâvurluktan başkasına baktıkları yok

100

De ki, rabbımın rahmeti hazînelerine siz malik olsa idiniz o vakıt elden çıkarmak korkusuyla imsâk ederdiniz, insan bir de cimri olmuştur

Netekim

101

Celâlim hakkı için Musâya açık açık dokuz âyet verdik, sor Benî İsraîle, onlara geldiği vakıt Fir'avn ona dedi ki, her halde ben seni ya Musâ! Bir büyüye tutulmuş zannediyorum

102

Alimallah dedi: pek âlâ bilirsin ki, bunları o Göklerin Yerin rabbı, sırf birer basîret olmak üzere indirdi, her halde ben de seni ya Fir'avn! Helâk olmuş zannediyorum

103

Derken onları Arzdan belinletmek istedi, biz de hem kendisine ve hem maıyyetindekileri hepsini birden garkediverdik

104

Arkasından da Benî İsraîle dedik ki, haydin Arzda sâkin olun, sonra Âhıret va'di geldiği vakıt hepinizi dürüp bükerek getireceğiz

(.......) Âhıret va'di geldiği vakıt topunuzu dürüp bükerek getireceğiz - Buradaki (.......) sûrenin başında geçen (.......) ya'ni ikinci gerekki fesadın va'desi ma'nâsına olmak melhuz ise de (.......) mezmununa nâzır olarak (.......) ma'nâsına olmak tekrardan sâlim ve binaenaleyh daha zâhirdir. Ki, Kıyamet demek olur..

Hasılı ya Muhammed!

105

Bunu da bihakkın indirdik ve bihakkın indi ve seni ancak sevabımızın müjdecisi ve azâbımızın habercisi olarak gönderdik

(.......) Onu - Kur’ân’ı - hakk ile indirdik ve hakkıle indi - ya'ni bozulmadan indirdiğimiz gibi bihakkın indi, nazmı da hak ma'nâsı da hak, inişi de hak indiği de haktır. Hikmeti hakk ile hakikaten hak Peygambere inmiştir. Onun haber verdikleri muhakkak olacaktır. (.......) Ve seni ancak bir mübeşşir ve nezîr olarak gönderdik - îman ve itaat edenlere sevabı ve kâfirlere, asıylere ıkabı haber vereceksin, yoksa herkesin istediğini yapacak, anud kâfirlere zorla îman verib kurtaracak değilsin. Binaenaleyh sen tebşir ve inzar vazifeni yap, sonundan korkma, fakat o tebşir ve inzar bir def'ada bitecek değil, ta'kıb olunmak lâzımdır.

106

Hem onu bir Kur’ân olmak üzere âyet âyet ayırdık ki, nâsa dura dura okuyasın hem de tenzil suretiyle ceste ceste indirdik

(.......) Hem bir Kur’ân olarak ki, (.......) ağır ağır, vakıt vakıt nâsa kıraet edesin için biz onu ayırd ettik - kısım kısım yaptık (.......) ve tenzîlen indirdik - ya'ni hepsini birden değil, usulden furua doğru nâsın her türlü mesalih ve ihtiyacatına ve ahvalin muktezayatına mutabık olmak üzere tedricen indirdik. Onun için Kur’ân’dan bir hizib veya bir aşır ve hattâ ba'zan bir âyet müstekıl bir kitab gibi başlı başına tebşir ve inzarı muhtevi bir derstir.

Alusî tefsirinde der ki, «beyhekî şa'binde Ömer radıyallahü anhten şöyle dediğini tahric etmiştir:» Kur’ân’ı beşer âyet beşer âyet teallüm ediniz. Zira Cibril aleyhisselâm onu beşer beşer indirirdi». İbn-i asakir de Ebû Nadre tarikından tahric etmiştir ki, «Ebû Saidi hudrî bize Kur’ân’ı sabah beş akşam beş âyet ta'lim eder ve Cibrîl aleyhisselâm beşer âyet beşer âyet indirdi diye haber verir idi» demiştir. Maamafih beşten daha fazla ve daha az olarak nüzulünün vaki' olduğu da sahihan sâbit bulunduğundan murad, ekseriyya demektir». (.......)

107

De ki, "ister inanın ona ister inanmayın, çünkü bundan evvel ılim verilmiş olanlar kendilerine tilâvet olununca çeneleri üstü secdelere kapanıyorlar

«SECDE AYETİ» (.......) De ki, - ey bu Kur’âna inanmıyan cahiller! (.......) siz buna ister inanın ister inanmayın - ya'ni Kur’ân’ın hakkıyyetine ve kemaline karşı sizin gibilerin inanıp inanmamasının hiç ehemmiyyeti yoktur inanmanız onun kemalini artırmaz, inanmamanız da ona nekısa vermez, îman edersiniz faidesi kendinize, etmezseniz zararı yine kendinize, artık siz düşünün (.......) şu muhakkak ki, bundan evvel ılim verilmiş olan zevat Kur’ân nâzil olmazdan evvel kütübi salifeyi tedkık etmiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatin ne olduğunu anlamış, delâili nübüvvete vakıf olmuş değerli âlimler (.......) kendilerine Kur’ân tilâvet olununca (.......)

çeneleri üstü düşerek secdelere kapanıyorlar

108

Ve diyorlar ki, tesbih rabbımıza "hakıkat rabbımızın va'di kat'ıyyen fı'le çıkarılmış bulunuyor

(.......) da tesbih rabbımıza, ne büyük şa'n rabbımızın va'di hakıkaten fıle çıktı diyorlar. -

Ya'ni evvelki kitablarda va'dettiği o Peygamber geldi, haber verdikleri hep olacaktır diye tesbih ve şükrediyorlar

109

Ve ağlıyarak çeneleri üstü kapanıyorlar, o onların huşûunu da artırıyor

(.......) ve ağlıyarak çeneleri üstü kapanıyorlar (.......) ve o - Kur’ân okundukça -onların huşu'larına artırıyor - bunun bir nazîri de  idi.

110

De ki, Allah diyin rahman diyin hangisini deseniz hep onundur o en güzel isimler; bununla beraber salâhatında pek bağırma, pek de gizleme ikisinin arası bir yol tut

(.......) De ki, Allah diye duâ ediniz veya rahman diye duâ ediniz (.......) hangi isme çağırsanız - güzeldir. Çünkü (.......) o en güzel isimler hep onundur. - O zatı ehadindir. Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem bir gün Mekkede « ya Allah ya rahman » diye duâ ederken müşrikler işitmişler «Muhammed bir ilâhe da'vet ediyordu, halbuki kendisi iki ilâhe duâ ediyor» demişler, cevaben bu emri ilâhî nâzil olmuştur.

Ya'ni Allahü teâlânın bir çok isimleri vardır ki, en güzel isimlerdir. En yüksek cemal ve celâl ve ikram ifade eden esmai husnâ hep onundur. Bunların her hangisiyle olursa olsun duâ caizdir. Çünkü ismin teaddüdünden müsemmanın teaddüdü lâzım gelmez. Bütün esmai husnâ ile duâ, lâşerîkeleh olan o zatı ehade duadır.

(.......) Hem salâtında büsbütün cehir de etme - namazda kıraet veya duâ ederken bağırma, gösteriş, saygısızlık şâibesi olmasın (.......) büsbütün muhafete de yapma - ya'ni kendin işitmiyecek kadar da gizleme, masivadan korkuyormuş gibi olmasın (.......) bunun arasında bir yol tut

111

Ve şöyle de: hamd o Allah ki, hiç bir veled edinmedi, ona milkte bir şerik de olmadı, ona zülden bir veliy de olmadı, onu tekbir ile büyükle de büyükle

(.......) ve de ki, (.......) hamd, Allah’a -her türlü ta'zîmat ile şükür, Allah’a (.......) O Allah ki, (.......) veled ittiaz etmedi - doğurmaktan münezzeh olduğu gibi evlâdlık da edinmedi. Binaenaleyh edindi diyenler onun şanına bilmediler. Yalan söylediler (.......) ona mülkte şerîk yok - iki veya üç diyenler, başkalarını karıştıranlar iftira ettiler (.......) onun için zülden veliy de yok - ya'ni züllüden neş'et eden, zilletten kurunmak, ızzet bulmak için muavenetine muhtac olunan veliyden, yâr-ü yaverden, dosttan müttefıkten de münezzehtir. Fadl-ü rahmetiyle sevdiği, velâyet verdiği, veliyyullah denebilecek sadık kulları olmaz değil ise de her hangi bir ihtiyacdan dolayı dost edindiği hiç bir veliy de yoktur. Zilletten münezzeh bizatihi azîz ve kaviydir. (.......) ve onu tekbir ile büyükle de büyükle - zatında da büyükle, sıfatında da büyükle, de büyükle - zatında da büyükle, sıfatında da büyükle, ef'alinde de büyükle, esmasında da büyükle (.......)

Rivayet olunur ki, Abdulmuttalib evlâdından söylemeğe başlıyan her oğlan çocuğuna Resuli ekrem işbu (.......) âyetini belletirdi ve buna (.......) namına vermişti. Tesbih ve isra ile başlıyan bu sûrenin bu (.......) de hamd-ü tekbir emirleriyle hıtamı ne kadar güzel ne kadar beliğdir. Bu hamd-ü tekbir emrinin (.......) ni'metine şüphesiz bir terettübi mahsusu vardır.

İmam Ahmed ibni Hanbel, Tirmizî, Nesâî ve gayrıları Hazret-i Aişeden rivayet etmişlerdir ki, Resuli Ekrem sallahlahü aleyhi vesellem, bu sûre ile Sûre-i Zümeri her gece okurdu. Sahîhı Buharîde İbn-i Mes'udden rivayet olunduğu üzere Resuli Ekrem bu sûre ile bunu ta'kıb eden Kehif, Meryem, Taha, Enbiya sûreleri hakkında buyurmuştur ki, (.......) bunlar ilk nefaistendir, ya'ni Mekkede nâzil olanlardandır ve bunlar benim serveti kadimemdendir, ya'ni şan ve makamı Muhammediye alâkai mahsusası olan mahfuzatı kadîmemden, havas ve evradımdandır. İşte (.......) tebşirini veren Sûre-i İsradan (.......) tebciline müntehi olan Sûre-i Enbiyaya kadar bu beş sûrenin tertibi de bu esas üzeredir. Bakınız hamd-ü tekbir emrile hıtam bulan Sûre-i İsrayi müteakıb Sûre-i «Kehf» in hamd ile başlaması ne ahenkdârdır.

0 ﴿