İSRAİsrâ sûresi Mekkiyyedir. Ebû Hayyanın nakline göre sahibül'gunyan «bilicma'» demiştir. Ancak (.......) âyetinden (.......) âyetine kadar sekiz âyetin müstesnâ olarak Medinede nâzil olduğu da katâdeden merviydir. Ba'zıları da bunu (.......) âyetleri olmak üzere iki âyet diye İbn-i Abbastan rivayet etmiştir. Bunlardan başka bir de (.......) âyetinin dahi Medenî olduğunu söyleyenler olmuştur. Âyetleri - Kûfiyyun ta'dâdında yüz on bir, diğerlerinde yüz ondur. Kelimeleri - Bin beş yüz altmış üçtür. Harfleri - Altı bin dört yüz altmış. Fasılası - (.......) harfleridir. (.......) yalnız birinci İsrâ âyetindedir. Bununla (.......) kasrı gibi İsrânın yalnız mazheriyyeti Muhammediyyede vakı' olmuş mümtaz bir âyet olduğuna işaret edilmiş oluyor. Bu Sûreye «Sübhan» veya Sûre-i «Beni İsraîl» dahi denilir. İSRÂ. hüdâ vezninde «Sürâ» dan if'aldir. Sürâ, mesrâ, sirayet, gerek piyade gerek süvarî olsun gece yürüyüşü demektir. İsrâ da öyledir. Ancak burada olduğu gibi ta'diyesi halinde yürütmek demek olur. Bu Sûrenin Sûre-i «Nahıl» hatimesine münasebeti vücuh iledir. Evvelâ; onun sonunda (.......) âyeti ile bu Sûrenin evvelindeki münasebet irâe ile isbat ve tavzıhidir. Saniyen; daha evvelki (.......) âyetile münasebeti vardır. Zira nakledildiğine göre: (.......) nin sebeb-i nüzulü şudur: Resulullah İsrâyi Kureyş ânlattı, onlar bunu şiddetli bir şematet ile tekzib ettiler. Ve binaenaleyh Allahü teâlâ Resulünü tasdıkan bunu inzal buyurdu. Salisen; biraz evvelinde Hazret-i İbrahim medhedilip (.......) buyurulmuş olmakla milleti İbrahime ittiba' emrinden mertebei Muhammedînin mertebei İbrahimden madun olması gibi bir ma'nâ tevehhüm olunmamak için bu Sûre, makamı Muhammedînin yüksekliğini gösteren bir âyetle başlamış ve ilersinde (.......) âyitile bu ma'nâ daha ziyade yükseltilerek tasrih olunmuştur. Rabian; orada ahkâm ve ahvali Yehûde işaret ve Eshabı sebtin ıhtilâfına taarruz olunduğu gibi burada da Beni İsraîlin mukadderatı zikrolunmuş ve bu mukadderatın kendilerinin ihsan ve isaelerile alâkadar olduğu anlatılarak (.......) hatimesini aksi noktai nazarından da bir misali tavzıh verilmiştir. Bu münasebetle onların fesadı yüzünden ve mes'uliyyetleri noktai nazarından Mescidi Aksânın tahribi kıssası zikrolunacağından Sûrenin evvelinde İsrâ vak'ası tasdır olunarak rikâbı Muhammedînin şerefi hulûlile o tahribin cebr-ü telâfisi ma'nâsına işaret buyurulmuştur. Şöyle ki, 1Tenzih o Sübhana ki, kulunu bir gece Mescidiharamdan o havalisini mübarek kıldığımız Mescidi Aksâya isrâ buyurdu ona âyetlerimizden gösterelim diye, hakıkat bu: odur o işiden gören (.......) Tesbih ona ki, - tesbihin iştikakı ve ma'nâsı hakkında Sûre-i Bakarede söz geçmişti. Sahib Keşşaf der ki, (.......) tesbiha alemdir, recüle Osman gibi. Mansub olması da ızharı metruk bir fi'li muzmer iledir ki, takdiri: (.......) dir, sonra sübhan fiil yerine konmuş ve makamını tutmuştur. Ve Allah düşmanlarının ona nisbet eyledikleri kabayihin cemiisinden tenzihi beliga delâlet etmektedir (.......) Sûre-i Nurda da demiştir ki, «bunda asıl, acaib bir sun'u ilâhî görüldüğü zaman Allah’a tesbih olunmaktadır. Sonradan her teaccub olunanda isti'mal bile edilmiştir (.......) Demek ki, asıl ma'nâsı tesbih, tenzihi beliğdir. Bununla beraber makamı taacübde kullanılır. Ba'zıları bu surette tesbih ma'nâsının sakıt olacağını zannetmişlerse de doğru değildir. Zira asıl, taaccüb üzerine tesbihtir, Maamafih (.......) in Osman gibi ismi alem olmasına ilişenler ve alemiyyetini izafet halinin gayrisine tahsıs etmek istiyenler olmuştur. Onun için Kazı Beyzavî (.......) demekle iktifa etmiştir. Netekim İbn-i Cerir de (.......) demiştir. Kamus sahibi Besairde der ki, tesbih, Allah’ı takdis demek olub sebahadan me'huzdur. Allah’a ıbadette sür'at eylemek ma'nâsında isti'mal olunup ba'dehu kavlî ve fi'lî ıbadatta ta'mim olunmuştur. Sübhane lâfzı da fil'asıl gufran gibi masdardır, ba'dehu tesbihte alem olmuştur, masdar olarak dahi istimal olunur (.......) Lâkin çokları bunun masdar olduğunu kabul etmiyerek sahib kamusu tahtıe etmişlerdir. Zira tesbih filinin sülâsîsi müsta'mel değildir. Ve onun içindir ki, masdar mevzı'ına konmuş isim denilmiştir. Ancak sorulmak lâzım gelir ki, bunun mevzı'ına konduğu masdar nedir? Tesbih masdarı tenzih ve takdis gibi tefıldir. Bunda tesbih olunan Allahü teâlânın vasfı ise nezahat ve kudsiyyet gibi lâzım bir ma'nâ olmak yaraşır. Binaenaleyh Ebussuudun da naklettiği vechile burada (.......) yi tenzih ile değil (.......) diye tenezzüh ile tefsir daha ma'nâlıdır. Demek ki, subhan, tesbihin sülâsî masdarı değil ise o makama vazolunmuş bir isimdir ki, Allahü teâlânın nezahat ve kudsiyyeti zatiyyesini ifade eder. Biz buna subhaniyyet veya subbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü subhan esmai husnadan da olur. Gerçi tesbih masdarı mebni lilmeful olarak hasıliyle tefsir olunursa ya'ni münezzehiyyet ma'nâsına hamledilirse bu ma'nâya yaklaşırsa da nezaheti zatiyyede nassolmıyacağı için aynı değildir. Tesbih (.......) dan me'huzdur. Ve (.......) ın faıline muzaf olması daha zahirdir. Mukadder fı-li makamına göre takdir olunur. Netekim (.......) âyeti (.......) ma'nâsile emir ifade eder. Hazret-i Peygamberden rivayet olunan bir haberde (.......) varid olmuştur ki, bunu ba'zıları Allahü teâlânın envari vechi, cemali, ba'zıları da «celâl ve azameti ile tefsir eylemişlerdir. Maamafih bunda da zahir olan «sübhaniyyet tecelliyatı» demek olmasıdır. Bahsimizle alâkadar olan bu hadîs İbn-i Esirin nihayede nakline göre şöyledir: (.......) ya'ni Cibrîl aleyhisselâm dedi ki, Allah’ın dunelarş yetmiş hicabı vardır. Biz, birine yaklaşsak rabbımızın sübühatı vechi bizi yakıverirdi». Diğer bir hadîsde (.......) ya'ni; hicabı nur ve yanardır, onu açsa sübühatı vechi gözü ilişen her şeyi yakıverirdi (.......) Netekim (.......) Sonra bu sûrenin böyle beliğ ve yüksek bir tesbih ve tenzih ile başlaması maba'dinde zikrolunacak ef'ali acîbenin ehemmiyyeti ile alâkadardır. Bunda evvelâ; muhayyirülukul olan isra harikasını tebcil ve onu tasdık için kulûbün tasfiyesini temhid ve makamın nezaketi hasebile teşbih tevehhümatından umumiyyetle ictinabı ıhtar vardır. Saniyen onu mümkin görmiyen münkirlere karşı Allahü teâlânın sıfatı noksandan münezzeh bulunduğunu ve binaenaleyh aciz ve kizib gibi şâibelerden uzak olduğunu beyan ile kudret ve ihsanının azamet ve ulviyyetini i'lân vardır. Salisen zikri âti mescidi aksanın tahribi hadisesi dolayısıle de bu tenzihin bir ehemmiyyeti mahsusası vardır. Rabian sureti umumiyyede bu sûre mazmununun nezaheti ilâhiyye ile alâkasına tenbih vardır. Evet o, öyle bir sübhandır ki, (.......) abdini - ona ıbadetle mümtaz olan ma'lûm has kulunu, ya'ni Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellemi (.......) geceleyin - ya'ni bir gecenin mikdari yesirinde (.......) Mescidi haramdan - Mescidi haram Kâ'beyi muhıt olan ve Haremi şerif denilen mesciddir. Bunun muhıtı de hududi mahsusasına kadar Haremdir. O haremi şerif içinden veya muhıtından (.......) Mescidi aksaya - ki, beytülmakdistir - ısra etti. (.......) o Mescidi aksa ki, (.......) havalîsini mubarek kıldık - ya'ni çevresini din-ü Dünya berekâtiyle bereketlemiştik. Çünkü Musâ aleyhisselâmdan Isâ aleyhisselâma kadar vahiy mehbitı Enbiya ıbadetgâhı olmuş, hem de enhar ve eşcar, ezhar ve esmar ile donanmış idi. Bu kerre de şerefi isra ile mubareklendi. MESCİDİ aksâ Kudüsteki «beytülmakdis» tir. Netekim isra hadîsinde de «Buraka bindim beytülmakdise vardım» diye varid olmuştur. Bunun havli de Kudüs ve civarı demek olur. Şifai şerîf şerhinde Aliyyülkarî Dülcîden naklen şöyle bir hadîs nakleder: (.......) Allah, Ariş ile Furat mabeynini mubarek kılmış ve bilhassa Filestıni takdis eylemiştir. Görülüyor ki, âyetin bu noktasında gıyabından tekellüme iltifat vakı olmuş ve bu iltifat ile hikmeti isra şöyle beyan buyurulmuştur: (.......) İsrâ ettik ki, ona âyetlerimizden gösterelim için - ya'ni acaibatı azîmemizden göstereceğimizi göstermek, Mi'raca çıkarmak için (.......) Buharî ve saire de rivâyâtı sahiha ile rivayet olunduğu üzere aleyhissalâtü ves-selâm Bürak ile Beytülmakside vardıktan sonra Sahradan Semaya uruc ettirildi, her birinde Enbiyadan biriyle görüştü, nice nice Melekler gördü. Cennet ve Cehennemin ahvaline muttalı' oldu, Sidrei müntehayı geçti, melekûti ilâhiyyeden bir çok acaibat müşahede etti ((.......) Sûresine bak). Nihayet beş vakıt namazın farzıyyeti emriyle aynı gecede avdet eyledi sabahleyin mescidi çıkıb Kureyşe haber verdi, taaccüb ve inkârdan kimi el çırpıyor kimi elini başına koyuyordu, îman etmiş olanlardan ba'zıları dönüp irtidad etti, bir takım rical Ebû bekre koştular «eğer o, bunu söylediyse şüphesiz doğrudur» dedi, «onu buna karşı da mı tasdık ediyorsunuz?» dediler, o da «ben onu bundan eb'adinde tasdık ediyorum, sabah akşam Semâ haberini ya'ni nübüvvetini tasdık ediyorum» dedi. Bunun üzerine sıddık tesmiye edildi. Kavmın içinde Beytülmakdisi o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar onun evsaf-ü ahvaline müteallık sualler sordular ta'rifini istediler derhal Resulullaha Beytülmakdis tecelli ettirildi binaenaleyh ona bakıp tavsıf ediyordu. Gerçi tavsıfınde isabet etti dediler, sonra Haydi bakalım bizim kerbanı haber ver o, bizce daha mühimdir, onlardan bir şey'e rast geldin mi? Dediler. «Evet, Fülanların kârbanına rast geldim, «Revha» da idi. Bir deve yitirmişler arıyorlardı, yüklerinde bir su kadehi vardı. Susadım onu alıp su içtim ve yine kemakân yerine koydum, geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı? buyurdu, bu da diğer bir âyettir dediler, sonra adedlerini, yüklerini, hey'etlerini sordular. Bu kerre de kârban temessül ettiriliverdi ve sorduklarının hepsini haber verdi ve buyurdu ki, «içlerinde falan ve filân, önde «bir Cemeli evrak» ya'ni karamtık beyaz bir deve üzerinde dikilmiş iki harar olduğu halde filân günü tulû'ı Şems ile beraber gelirler». Binaenaleyh bu da diğer bir âyettir dediler ve o gün bir hızla Seniyyeye doğru çıktılar, Güneş ne zaman doğacak da onu yalan çıkaracağız diye bakıyorlardı, derken içlerinden falan ve filân da var, tıpkı dediği gibi» dedi. Böyle iken yine îman etmediler de (.......) dediler. (Mi'racın tafsılâtı için Kütübi ehadise müraceat oluna.). Ba'zıları urucun da «Bürak» üzerinde cereyân ettiğini söylemişler ise de tahkıkı Mescidi Aksaya kadar isrâ Bürak ile olmuş ba'dehu Mi'rac - asansör - kurulmuştur. Ebi Saıdi Hudrîden, radıyallahü anh, rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki, «Beytülmakdiste olandan fariğ olduğumda Mı'rac getirildi ki, ben ondan güzel bir şey görmedim ve o, odur ki, meyyitiniz ihtizar vaktında gözlerini ona diker, sahibim beni onun içinde tâ kapılardan bir kapıya müntehî oluncıya kadar çıkardı ki, ona (.......) denilir. (.......) Hafaza kapısı Semâ muhafızlarının beklediği Semâi Dünya kapısıdır. Netekim bu babda (.......) buyurulmuştur. Ve Ebi Saıdi Hüdrînin diğer rivayetinde şu tafsıl vardır: «Sonra Mı'rac getirildi - ki, Beni Âdem’in ervahı onda uruc eder -baktım ki, gördüğüm şeylerin en güzeli, görmez misin meyyit ona basarını nasıl diker. Binaenaleyh Semâı Dünya kapısına kadar uruc ettirildik. Cebrail onun açılmasını söyledi, kim o denildi, Cibril, dedi yanındaki kim? Denildi, Muhammed dedi, ya! O irsal edildi mi? Denildi evet dedi, hemen açtılar ve beni selâmladılar, ne bakayım müvekkel bir Melek ileyim ki, Semâyı muhafaza ediyor ve ona İsma'il deniliyor, maıyyetinde yetmiş bin Melek ve her birinin maıyyetinde yüz bin Melek var. Bu noktada Resulullah şu âyeti okudu (.......) ve buyurdu ki, derken bir racül ileyim ki, hey'eti Allah’ın halkettiği günki gibi ondan hiç bir şey tagayyür etmemiş, kendisine zürriyyetinin ruhu arzediliyor; mü'min ruhu ise: hoş ruh, hoş rayiha bunun kitabını (.......) de kılın diyor. Kâfir ruhu ise: habîs ruh. habîs koku, bunun kitabını (.......) de kılın diyor. Yâ Cibrîl. bu kim ? dedim baban Âdem dedi ve o, bana selâm verdi, tatyiyb etti, hayr ile dua eyledi (.......) dedi. Sonra baktım bir kavm gördüm ki, dudakları deve dudağı gibi bunlara bir takım me'murlar müvekkel kılınmış dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına ateşten bir taş koyuyorlar, aşağılarından çıkıyor, yâ Cibrîl, bunlar kimler? dedim, yetimlerin mallarını zulmen yiyenler dedi, sonra baktım bir kavm var ki, derinlerinden sırım kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. Yâ Cibrîl, bunlar kimler? Dedim, bunlar o hemmazlar, gammazlar ki, nâsın etlerini yerler ve sebebile ırz ve namuslarına taarruz ederler dedi. Sonra baktım bir kavim var ki, önlerine en güzelinden kebaplar var, etraflarında da ciyfeler, onlar o güzel etleri bırakıp bu ciyfelerden yemeğe başladılar, bunlar kim? Ya Cebrail, dedim, bunlar zinakârlar dedi. Allah’ın halâl kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler, sonra baktım bir kavim var ki, karınları evler gibi, bunlar Âli Fir'avnın yolu üzerinde bulunuyor. Âli Fi'avn sabah ve akşam nâra arz olunurken bunlara uğruyor, uğradımı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri karnının meylile düşüyor ve binaenaleyh Âli Fir'avn bunları ayaklarile çiğniyorlar, ya Cibrîl, dedim bunlar kimler? Dedi ki, bunlar karınlarında riba yiyenler (.......) sonra baktım bir takım kadınlar memelerinden asılmış ve bir takım kadınlar, baş aşağı ayaklarından asılmış. Ya Cibrîl. bunlar kimler? dedim, bunlar, dedi, zinâ eden ve evlâdlarını öldüren kadınlar. Sonra ikinci Semâya çıktık, orada Yusüf ile buluştum, ümmetimden kendisine tabi' olanlar da etrafında idi, yüzü bedir gecesi Ay gibi idi bana selâm verdi, merhabâ etti, sonra üçüncü Semâya geçtik orada iki teyze zade: Yahya ve Isâ ile buluştum geyimleri ve tüyleri birbirine benziyordu, bana selâm verdiler, merhaba dediler. Sonra dördüncü Semâya geçtik. İdris ile buluştum bana selâm verdi, merhaba etti netekim Allahü teâlâ (.......) buyurdu. Sonra beşinci Semâya geçtik. Orada kavmine sevdirilmiş olan Hârun ile buluştum. Etrafında ümmetinden bir çok teba'ası vardı, uzun sakallı idi, sakalı hemen hemen göbeğine değecekti, beni selâmladı. merhaba etti, sonra altıncı Semâya geçtik orada Musâ İbn-i Imrân ile buluştum, çok kıllı idi, üzerinde iki gömlek olsa kılları onlardan çıkardı. Musâ dedi ki, nâs beni (.......) zu'meder, bu ise Allah’a benden ekrem yalnız olsa idi mübalât etmezdim velâkin her Peygamber ümmetinden kendine tabi' olanlarladır. Sonra yedinci Semâya geçtik ben, orada İbrahim ile buluştum, sırtını Beyti ma'mure dayamış beni selâmladı (.......) dedi binaenaleyh bana denildi ki, işte senin mekânın ve ümmetinin mekânı - sonra Resulullah (.......) âyetini tilâvet etti ve buyurdu ki, - sonra Beyti ma'mura girdim içinde namaz kıldım, ona her gün yetmiş bin Melek girer. Kıyamete kadar avdet de etmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki, bir yaprağı bu ümmeti bürür, bunun kökünde bir menba' akıyor iki şu'beye münşaıb, yâ Cibrîl, bu nedir? dedim «şu rahmet nehri, şu da Allah’ın sana verdiği kevser» dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım geçmiş gelecek zenbimden mağrifet olundum, sonra Kevser istikametini tuttum, ta Cennete girdim ne bakayım orada göz görmedik, kulak işitmedik, beşer kalbine hutur etmedik şeyler var, sonra Allahü teâlâ bana emrini emretti ve elli namaz farz kıldı, ba'dehu Musâya uğradım rabbın ne emretti dedi, üzerime elli namaz farz kıldı, dedim dön dedi, rabbından tahfif niyaz et, çünkü ümmetim bunun altından kalkamaz. Rabbıma döndüm tahfif niyaz ettim, benden on tenzil etti, sonra Musâya döndüm. Bu suretle Musâya uğradıkça rabbıma dönüyordum. Sonunda beş namaz farz kıldı. Musâ, yine rabbına dön tahfif iste dedi, çok müracaat ettim artık utandım dedim, binaenaleyh bana denildi ki, sana bu beş namaz, elli namazdır, hasene on misliledir. Her kim haseneye himmet eder de onu işlemezse bir hasene yazıldı, işleyene de on hasene yazıldı, her kim de bir seyyieye himmet eder de işlemezse bir şey yazılmadı, işlerse bir yazıldı» (.......) Kütübi sitte vesair hadîs kitablarında Mi'rac hadîslerinin müteaddid rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadîsin senedleri de İbn-i cerir tefsirinde mezkûrdur. Görülüyor ki, bunda Semai Dünyaya kadar urucun Mi'rac ile olduğu musarrah daha ilersinde ise muhtemildir. Fakat Alâmî tefsirinden Âlûsî nin nakline göre Resulullahın isra gecesi biynidi beş idi: evvelkisi beytülmakdise kadar burak. İkincisi semai Dünyaya kadar mi'rac, üçüncüsü yedinci Semaya kadar ecnihai Melâike, dördüncüsü Sidrei müntehaya kadar cenahı Cibril, beşincisi Kabe kavseyne kadar refref (.......) Gerçi kudreti ilâhiyyeye nazaran bu vesaıtaya lüzum yoktur. Allahü teâlâ, dilediğini bir anda her hangi bir mevzıa iysal etmeğe kadirdir. Fakat bütün bunlar iraei âyât ile ızharı tekrim cümlesindendir. Çünkü (.......) mucebince hıkmeti isra iraei âyâttır. Müfessirînden ba'zıları ecramı Semâviyye harekâtının sür'atlerinden fennî misaller getirerek isra ve Mi'racdaki sür'ati seyri ukule takrib etmeğe çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğru âyâtı ilâhiyyeden olan bir harika, tabiî bir noktai nazarla izah olunabilmekten uzaktır. Tabiî bir tasavyur, emsal ile tasavvur demektir. Halbuki misli görülmemiş bir hadiseyi emsal ile tesavvura kalkışmak tenakuz olur. O, ancak müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi israyı mülâhaza edebilmek için burak hadisi bize bir mebdei tasavvur vermiyor değildir. Zira zahir ki, burak lâfzı berk maddesinden müştaktır. Hadîsi nebevîde ta'rifi de şu mealdedir. «Merkebden büyük katırdan küçük hacimde bir dabbe ki, ayağını gözünün müntehasına basar» bu ise bir berk ya'ni şimşek ve elektrik sür'atini anlatır. Biz bu mebde'le isranın sür'atini bir dereceye kadar mülâhaza ve böyle bir vasıtai nakliyye üzerinde rakibin cereyandan müteessir olmıyarak hiç sarsılmaksızın kemali sükûn ve huzur içinde tayyı mesafe edebileceğin tasavvur da edebiliriz. Ve bu suretle burak ve mi'rac vasıtalarının tahsısına bir vechi hıkmet de düşünebiliriz. Fakat bütün bunlar, nihayet aklı nakıstan kâmile takrib edecek îman deliller olabilir. Yoksa keyfiyyeti mekân, zaman, hareket, ruh mes'elelerinin künhiyle alâkadar bulunan ve kudreti rabbaniyyenin âyatı kübrasından olan mi'rac harikası fikri, aklın mıkyasi idrakinden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki, o mi'rac, tekyif olunabilmekten ecelldir. Bu babda şundan başka ne söylenebilir? O muhibbi kadir, lâyû'cizühu şeydir. Nurundan halkettiği habîbini ziyaretine da'vet etmiş, Melâikesinin havassından gönderdiklerini göndermiş, Cibrîl, binidinin rikâbını, Miykâil de zimâmını tutmuş ta bir hadde kadar varmış, sonra da subhanehu ve tealâ emrine dilediği vechile kendisi tevellî etmiş, imdi o habibi rabbanîye uzun gelecek hangi mesafe ve o cesedi nuranîye mumaneat edecek hangi tasavvur olunabilir? (.......) Farisî bir şi'ırde de şöyle denilmiştir : Renk âleminden mücerred olan mi'rac kıssasını ben bidile, ya'ni vecde müstağrak olmuş bayılmış olan bana sorma: Katre derya oldu ya'ni ben bir katre iken derya oldum bilmem ki, Peygamber ne oldu? (.......) Ancak bu makam, tefekkür edilirken hulûl ve ittihad şaibelerinden sakınılmak (.......) tenzihinden asla gaflet edilmemek lâzımdır. Mulla Cami Kuddise sirrüh Mı'racın Arşa kadar ruh, maalcesed cereyan ettiğini tasviren demiştir ki, Vakta ki, Refref onun vücudi şerifinden müşerref oldu Arş Refrefin elinden sür'atini aldı, arş ovasında teni bir hırka gibi bıraktı, sancağını lâmekâna hırkasız olarak ref'etti, bir gülü götürdüler bu aşağı dihlizden o dergâha vâlâya el el üstünde, ciheti, muhresi altı kapıdan kurtardı, mekânı, binidi darlıktan sıçratti, mekândan dahi halî bir makam buldu ki, oraya ten de mahrem değil idi can da'». Maamafih Mescidiaksâya isradan sonrasının ruhânî olarak cereyan ettiğine kail olanlar da vardır. Ba'zıları bununla alâkadar olarak demişlerdir ki, ruhun iki cesedi vardır, biri âlemi gaybden lâtif bir ceseddir ki, onda anasırın mürekkebdir. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem, uruc ederken cesedi unsurî anasırdan hepsini kendi küresinde bıraktı ve ancak cesedi lâtif ile kaldı ve ilâ mâşâallah onunla çıktı, sonra da o bıraktığı cesede rucu' etti (.......) Bu ifade Mı'rac mes'elesinde ruhanî ta'birinin sadece fikrî bir uruc demek olmadığını anlatmak gibi bir faideyi müfid olmakla beraber Mı'racı Sofiyyenin insilâhı küllî ta'bir ettikleri vakıa mahiyyetinde gösteriyor demektir. Halbu ki, insilâhı küllînin efradı ümmetden nice ricalullahda bile mükerreren vukuu nakledilegelmiştir. Ve elbette Mı'racı nebevînin insilâhtan çok yüksek bir âyeti ilâhiyye olduğunda şüphe edilmemek lâzım gelir. Muhammedden diğer yok dâhil olmuş kabe kavseyne Keramı enbiyadan girmedi bir ferd o mübeyne Haremgâhı visale Ahmedi tenhâ alıp Mevlâ O halvet oldu mahsus hazreti sultanı kevneyne İbn-i Atıyye gibi ba'zı müfessirîn (.......) kavli keriminin ma'nâsını şöyle beyan etmişlerdir: onu ya'ni Muhammed aleyhisselâmı âyetlerimizden olarak gösterelim için isra ettik - bu suretle mı'rac, Peygambere âyet göstermekten ıbaret değil, Peygamberin kendisi bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur. Filvaki' «Vennecmi» sûresinin nüzulü daha mukaddem olduğuna göre hakkında (.......) daha evvel mütehakkıktır. Ve o, kendisi âyatı ilâhiyyeden en büyük bir âyettir. Ve hıkmeti isra da ona iraeden ziyade onu iraeye daha mülâyimdir. (.......) Çünkü odur ancak o semî', o basîr. - Cumhuri müfessirîn, bu zamiri Allah sübhanehu ve tealâya raci' olmak üzere tefsir etmişler ve mealini şöyle beyan eylemişlerdir: o zatı subhanîdir ancak o kulunun hafî celî bütün söylediklerini işiden, bütün yaptıklarını gören, ya'ni bütün ahvaline hakikatiyle şahid ve muttali' olan ve binaenaleyh bu yüksek makama ehliyyet ve liyakatını bilen. Onun için bu makamı ona tahsıs etmiş ve ona bu suretle ikram eylemiştir. Bu surette âyet, gıyabdan tekellüme iltifat ile başlamış ve tekellümden gıyaba iltifat ile nihayet bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı bir ma'nâyı tehdidi de istilzam eder. Ebülbekanın naklettiği vechile ba'zı müfessirîn de zamirin Peygambere raci' olduğunu söylemiş ve mealinde demiştir ki, «hakikaten o kuldur ancak kelâmımızı işiden ve zatımızı gören». Bu surette gıyaba iltifat yoktur ve kelâm, muktezayı zahir üzeredir. Ancak « zatımızı gören » diye tefsire karîne zahir değildir. «O gösterdiğimiz âyetleri gören» demek daha zahirdir. Maahaza Tıybî demiştir ki,» zamirin böyle iki vechile muhtemil olarak gelmesinin sirri aleyhissalâtü ves-selâmın rabbulızzeti görmesi ve kelâmı sübhanîyi işitmesi ve ancak (.......) Hadîs-i şerifi mazmunu üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Sûre-i Yunüste (.......) bak). Şimdi İsrâdan bahsedilirken her halde Mîkati Musâ hatırlanacaktır. Binaenaleyh Musânın (.......) hıtâbile karşılandığı (.......) âyetiyle Muhammedi ru'yete götüren işbu isrâ âyeti arasında bir mülâhaza yapılırsa makamı Kelîm ile makamı Habîb beynindeki fark vazıhan anlaşılır. Buna işareten isrâdan Musâya nakli kelâm ile buyuruluyor ki, : |
﴾ 1 ﴿