KEHF

Sûre-i «Kehif» de Mekkîdir. Ancak (.......) âyetinin Medenî olduğuna dair bir kavil de vardır.

Âyetleri - Yüz on.

Kelimeleri - Bin beş yüz yetmiş yedi.

Harfleri - Altı bin üçyüz altmış.

Fasılası - (.......) harfidir.

Sebeb-i nüzulünde sahib Siyer İbn-i İshakın şöyle bir rivayet naklettiği zikrolunuyor: Nadr İbn-i Hâris Kureyşin Şeytanlarından idi, Resulullaha ezâ ederdi, adâvete kalkışırdı. Hıyreye gitmiş orada Rüstem ve İsfendiyar hikâyelerini öğrenmişti. Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bir meclise oturup Allah’ı zikir ve ümemi salifenin başlarına gelen musıbetleri kavmine tahdis ettiği vakıt kalkar kalkmaz Nadr arkasından gelip o meclise oturur, ey ma'şeri Kureyş, vallahi ben ondan daha güzel söylerim, geliniz size onun anlattıklarından daha güzelini anlatayım der sonra onlara Fâris mülûkünden anlatırdı. Kureyş, bunu Utbe İbn-i Müayt ile beraber Medinedeki ahbari Yehûde göndermişler ve demişler ki, onlara Muhammedden ve sıfatından sorunuz ve kelâmını haber veriniz. Çünkü onlar eski kitab ehlidir. Onlar da Enbiya ılminden bizde bulunmıyan ma'lûmat vardır. Binaenaleyh ikisi çıkıp Medineye varmışlar, dedikleri gibi ahbari Yehûde sormuşlar ahbâri yehûd demişler ki, ona şu üçten sorunuz:

1 - O fityeden (o genc yiğitlerden) ki, evvel zamanda gittiler, işleri ne idi? Zira bunların hikâyesi acîbdir.

2 - O recüli tavvaftan (ya'ni o dolaşan adamdan) ki, Arzın Meşrıklarına ve Mağriblerine irmişti, bunun kıssası nedir?

3 - Ruhtan sorunuz nedir o? Eğer size onları haber verirse nebiydir ittiba' ediniz, yoksa bir lâfcıdır, ne isterseniz yapınız. Bunun üzerine Nadr ve refıkı Mekkeye avdet edip Kureyşe: «size Muhammed ile aramıza fasledecek şey getirdik» diyerek Yehûdun dediklerini haber vermişler, gemişler, Resulullaha suâl etmişler, Resulullah «sorduklarınızı yarın haber veririm» buyurmuş, istisnâ yapmamış, ya'ni inşallah = Allah dilerse dememiş, gitmişler, Resulullah on beş gece durmuş vahiy gelmemiş, hattâ Mekke ehalisi: Muhammed bize yarına va'detti halbuki bu gün on beş gün, sorduğumuza cevab vermiyor diye dedikoduya başlamışlar, binaenaleyh çok sıkılmıştı derken Cebraîl Allahü teâlâdan «Eshabı Kehif» sûresile geldi ki, onlara huznünden dolayı Allah’ın muatebesini ve sordukları o fitye ile o racüli tavvafın kıssalarını muhtevidir. (.......) kavli celîli de beraberdi. (.......) Tefsirlerin bir çoğunda tesadüf edilen bu rivayetin esası işte bu suretle İbn-i İshakın bir nakline raci'dir. Gerçi vahiy, Resulullahın yedi ihtıyarında olmıyan bir ıhbari ilâhî olduğu cihetle onun arzusuna tabi' değildir. Ümid edildiği zamanda gelmemesi ve lihikmetin teahhur etmesi caizdir. Ve bu onun za'fı değil, bil'âkis ındî olmadığına delâlet eden bir kuvveti olur. İbtidai nübüvvetten, risaletin vüruduna kadar vahyin bir müddet için tevakkuf ettiği de vakı'dır. Ancak ahkâm terettüb eden hususatta beyanın vakti hacetten teahhuru caiz olmamak kavli muhtardır. «Vedduhâ» sûresinin de bir iki gün vahyin te'hiri dolayısile nâzil olduğu sahihtir. Binaenaleyh Cenabı hakkın ilk vahyini Gari hırada gönderdiği

Resulüne Sûre-i Kehfi indireceği zaman da ona evvel emirde beş on gün eshabı Kehfin çektiği sıkıntılardan bilfiil bir nümune müşahade ettirerek indirmiş olması çok ma'kuldür. Maamafih İbn-i İshakın bu rivayeti usuli hadisçe salih bir haber değildir.

Evvelen - İbn-i Cerîri Taberi gösteriyor ki, bunun senedinde İbn-i İshak (.......) kırk küsur seneden beri gelmiş Mısırlı bir şeyh bana tahdis etti, o Ikrimeden o İbn-i Abbastan demiştir» binaenaleyh senedde bir mechul vardır. Rivayeti zaıfedir. İbn-i İshak rivayetine zaıyf görmüş, iltizam etmemiştir.

Saniyen - Bâlâda ruh suâlinde nakl ettiğimiz vechile sahihi Buharî ile sahihı müslimde Abdullah İbn-i Mes'udden tahric edilen rivayete muhaliftir.

Salisen - Ekser rivayâta vi İbn-i İshakın dahi tafsıline göre bu sûrede haber verilen Eshabı Kehif halıs dini Isâ üzere iymani tevhid ile hareket etmiş ve kendilerini puta taptırmak veya i'dam etmek için ta'kib ve tazyık eden kavimlerine karşı mücahedeye azm ile dinlerinin muhafazası uğrunda dağa çıkmış, mağaraya gizlenmiş bir kaç gençten ıbaret Isevî bir zümrei mü'minîndir. Binaenaleyh bunların kıssası tarihi Nesarâya teallûk ettiğinden Hazret-i Isâyı kabul etmiyen Yehûd ahbarının bu gençlere aid bir keramet kıssasını kabul ederek suâl ettirmiş olmaları müsteb'ad görünür. Gerçi Fahruddini Razînin beyanına göre ba'zıları Eshabı Kehfin Musâ aleyhisselâmdan evvel olub Hazret-i Musânın bunları zikrettiğini ve Yehûdun suâl etmelerinin sebebi de bu olduğunu söylemiş, ba'zıları da Isâ aleyhisselâmdan evvel Kehfe girdiklerini ve Hazret-i Isâ bunların haberini ıhbar eylemiş olduğunu ve Isâ ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki vakıtta ba's olunduklarını söylemiş, diğer ba'zıları da Isâ aleyhisselâmdan sonra girdiklerini söylemiştir, ki, Kaffalden ve Taberîden de nakledildiği üzere İbn-i İshaktan merviy olan da budur. Şu halde İbn-i İshakın kavlince Yehûdun bunu suâl etmemesi iycab eder.

Rabian - Bu sûrede başlıca üç kıssa vardır ki, Eshabı Kehif kıssası ve mütemmimatı, Musâ ve Hızır kıssası, Zül karneyn kıssasıdır. Eğer sebeb-i nüzul üç suâl idiyse her biri bunlardan birine dair olmak lâzım gelirdi. Yoksa burada istıtraden diğer bir kıssaya geçilmiş de ruh suâlinin cevabı başka bir Sûreye ifraz edilmiş demek münasib olmazdı.

Hamisen - Evvelki Sûrede ruh âyetinin, bu sûrede Zülkarneyn kıssasının sarih bir suâle cevab oldukları Kur’ân’da musarrah olduğundan muhakkaktır. Ve zâhir olan da bu iki suâlin aynı zamandan değil, ayrıca sorulmuş olmalarıdır. Bununla beraber bu ikisinde (.......) diye suâl tasrih edilmiş olduğu halde Eshabı Kehif kıssasının bu suretle iyrad edilmemesi bunun da Musâ ve Hızır kıssası gibi doğrudan doğru bir tezkir olduğunu ifade eder. Rivayeti mezkûre bu cihetle de makduhtur.

Sadisen - Bunda «huznünden dolayı bir muatebe» denilmesi de doğru değildir. Bundan murad (.......) ilâ - (.......) âyetidir. Bu ise bir muabete değil, Sûrenin başındaki zevkı hamd ile mütenasib bir irşad ve takviyedir.

Velhasıl sebeb-i nüzul hakkındaki mezkûr üç suâl rivayeti vücuhen makduhtur. Ve netekim Sıhahta tahric edilmemiştir. Binaenaleyh bu Sûrenin tefsirinde buna istinad câiz olamaz.

Sûrenin ibtidasındaki âyetler gösteriyor ki, asıl sebeb-i nüzul (.......) denilmiş olmasıdır. Bunun ılimde yeri olmıyan büyük bir yalan olduğunu beyan ile kaillerini inzar ve tevhide da'vet için bu Sûre inzal buyurulmuş, Zülkarneyn suâlinin cevabı da bunun tetimmesinden olmuştur.

Evvelâ Nasrâniyyetin müşriklere karşı gizli çalıştığı ilk devrine teallûk eden ve Nesârâca ma'ruf bulunan Eshabı Kehif kıssası Allahdan başka ilâh ittihaz eden bir kavme mahza tevhid için mücahede etmek ve Allah’ın rahmet ve tevfikına irmek üzere çekilmiş bir kaç genç bir gün veya daha az bir zaman gibi gelip geçen nice senelerden sonra nihayet gayei halâsa ermiş olmasından ıbaret ve diğer âyâtı ilâhiyyeye nazaran teaccüb edilmemesi lâzım gelen bir kıssai keramet olduğu beyaniyle sonraki Hıristiyanlar gibi Allah’a veled isnad edenlerin kizbine ve âyâtı ilâhiyyeyi inkâr eyliyenlerin mahvına istidlâl edilmek için sevkedilmiş ve nihayetinde de (.......) emriyle muvaffakıyyeti Muhammediyyenin bundan pek yakın bir müddette zuhuru ümidi va'd-ü tebşir olunmuş, ya'ni onların beklediği üçyüz dokuz seneden çok az bir müddet zarfında islâmın galebesi tahakkuk edeceği anlatılmıştır. Ve bu suretle bu Sûredeki üç kıssadan her biriyle mazhariyyeti Muhammediyyede cereyan edecek meratibi tecelliyâta misal verilerek (.......) da'veti i'lan olunmuştur.

1

Hamd o Allah’a ki, kuluna kitab indirdi, hem ona hiç bir yamıklık yapmaksızın

(.......) elhamdülillah (.......) o öyle bir Allah ki, (.......) kitabı kuluna indirdi (.......) hem de onun için hiç bir ı'vicac yapmıyarak - dolambaçlı değil, çarpık değil, yalanı yanlışı yok

2

Dosdoğru, ledünnünden şiddetli bir beis ile inzar etmek, ve salih salih ameller yapan mü'minlere şunu müjdelemek için ki, kendilerine cidden güzel bir ecir var

(.......) dosdoğru bir hâkim olmak üzere - indirdi (.......) ki, tarafından bir be'si şedidi - pek şiddetli bir azâb olan Âhıret azâbını inzar ile haber versin (.......) ve iyi işler yapan mü'minlere şunu müjdelesin

3

Ebediyyen onda arâm edecekler

(.......) onlara öyle güzel bir ecir muhakkak ki, onda ebediyyen kalacaklar.

İnzarın kimlere olacağına gelince:

4

Hem şunları inzar etmek için ki, "Allah veled edindi" demekteler

(.......) Hem şunları inzar etsin için ki, (.......) Allah, veled ittihaz etti dediler - bunlar Melâikeye Allah’ın kızları diyen Yehûd, Mesih Allah’ın oğlu diyen Nesârâdır. Maamafih bu hususta Nesârâ hepsinden ziyade musırdır. Zira bunu dinlerinin birinci esası addetmişlerdir.

5

Buna dâir ne kendilerinin ılmi vardır ne de babalarının, o ne büyük bir kelime ki, ağızlarından çıkıyor, sırf bir yalan söylüyorlar

(.......) bunun hakkında ne kendilerinin ne babalarının hiç bir ılimleri yoktur. -

Ya'ni bunu söyliyenler bildiklerinden değil, bilmediklerinden, babalarını ya'ni atalarını yahud baba ta'bir ettikleri papalarını taklid ederek söylerler, halbuki babalarınınki de ılimden değildir. Zira ılim bunu kabul etmez (.......)

sade ağızlarından çıkan bir kelime olmak cihetile büyüdü - Allah’a karşı büyük bir cür'et, azîm bir kebire olan büyük bir lâf oldu.

Burada âba ve kelime ta'birlerinin Nesarâ ıstılâhından olduğuna dikkat edilirse bu kelimenin en ziyade onların ağzından çıktığına ve onların ağzından büyüdüğüne bir tenbih anlaşılır.

Müfessirîn bunu ıhtara lüzum görmemişlerse de bu işaret vazıhdır. Abai Nesarâ Mesih oğlumdur diye Semadan bir ses geldi derler dururlar. (.......) başka değil, sırf bir yalan söylerler.

6

Şimdi bu söze inanmazlarsa belki arkalarından esef ile kendini üzeceksin

(.......) İmdi onlar bu hadîse, ya'ni bu yeni kitaba inanmazlarsa sen arkalarından esef ile hemen hemen kendini tüketeceksin - ya'ni ey bu kitabı kendisine indirdiğim kulum ve Resulüm Muhammed! Bu kitaba inanmıyanlar helâk olacaklar, fakat sen o büyük söyliyen yalancıların îman etmediklerine şimdiden öyle üzülüyoruz ki, îman etmezler de helâk olurlarsa arkalarından edeceğin esef adetâ kendini tüketecek dereceyi bulacak binaenaleyh sen onlara esef etme, gam yeme de sana bu kitabı indiren Allah’a hamdederek ifayı vazife et.

7

Biz Yer yüzündeki şeyleri ona bir ziynet yaptık ki, insanları imtihan edelim: hangisi daha güzel bir amel yapacak?

(.......) Çünki biz Yer yüzünde ki, şeyleri ona - ya'ni Arza - bir ziynet kıldık (.......) ki, onları, yan'i mü'min ve gayrı mü'min insanları mübtelâ kılalım, hangisi amelen daha güzel imtihan edelim - ya'ni tecribe eder gibi fi'len tebeyyün ettirelim de ona göre güzel iş yapan muhlislere ecri hasen, kötülere de be'si şedid verelim

8

Bununla beraber şu da muhakkak ki, biz onun üzerinde ne varsa hepsini bir kuru toprak etmekteyiz

(.......) bununla beraber şu da muhakkak ki, biz o Yer yüzündekileri kuru bir toprağa çevirmekteyiz -bu gün gözler kamaştıran o ziynetler, yarın bakarsın dünden yokmuş gibi harab-ü türab olub gidecek. Onun için güzel amel o fâni ziynetlere kapılmakta değil, onun bâkı olan halıkına hizmet etmektedir. Binaenaleyh o helâk olacakları esef ile üzülmemeli, vakıt geçirmemeli de bu imtihan meydanında en güzel amele çalışmalıdır.

9

Yoksa Eshabı Kehf-ü Rakıym bizim âyâtımızdan bir acîbe oldular mısandın

(.......) yoksa zannettin mi ki, (.......) Eshabı kehf-ü rakıym - KEHF, dagda mağara ve bilhassa geniş olanı ki, küçüğüne gar denilir. Türçesi «in» dir. RAKIYM, bizim kitâbe ta'bir ettiğimiz yazılı taş veya ma'den veya saireden levha demektir.

Ya'ni bervechi âti kıssaları zikrolunacak olan Kehif ve Rakıym sahibleri (.......) âyetlerimizden bir acîbe oldular? -

Ya'ni kuru topraklardan şayanı hayret ziynetler çıkarıp insanları ibtilâ ile imtihan eden ve bu suretle en güzel amelleri ibtilâ içinde ızhar eyliyen ve nihayet bütün o ziynetleri mahvettiği halde güzel iş yapanları güzel ecr ile ebedîleştirecek olan kudreti ilâhiyyemizin hepsi acaib ve bedi' olan âsar-u alâmâtı miyadından eshabı Kehif ve Rakıym tek bir acîbe, şaşılacak bir âyet mi oldular sandın? Hayır bunda şaşılacak bir şey yoktur. En güzel amelleri en şayanı hayret alâmetleri sonu türab olan Dünya ziynetine, Dünya hayatına aldanmıyan mübtelâlar içinden ızhar etmek âdeti ilâhiyyedir. Allah ona benzemez daha neler yapmış ve yapacaktır. Binaenaleyh başkaları taaccüb etseler de daha büyük âyetlere mazhar ve daha güzel amel kendisinden matlûb olan sen ozanda bulunmıyarak şunu yad et : (.......)

10

O vakıt ki, o genç yiğitler Kehfe çekildiler de şöyle dediler: ya rabbenâ! Bizlere ledünnünden bir rahmet ihsan eyle ve bizim için işimizden bir muvaffakıyyet hazırla

11

Bunun üzerine müteaddin seneler kehifte kulakları üzerine vurduk

(.......) Derken kulakları üzerine vurduk - ya'ni yatırdık uyuttuk

12

Sonra da onları ba'settik ki, hep bilelim: iki hızbin hangisi bekledikleri gayeyi iyi hisab etmiş?

(.......) bilelim iki hızbin hangisi ilh... - burada bilelim demek fı'len tebeyyün, tahakkuk ettirelim de kendileri dahi anlasın ve iki hızibden birisi müvahhid, mü'min olan Eshabı Kehif birisi de hasımları olan müşriklerdir. Âyette görüleceği üzere Eshabı Kehif uyandıkları zaman işlerinde muvaffak olduklarını, gayelerini isabet ettiklerini gördüler ve rahmeti ilâhiyyeye kavuştular.

Bu icmalden sonra bunların dinleri, işleri ne idi? Kehfe ne gaye için çekildiler ve nasıl kaldılar, sonra da nasıl ba's olundular? Tafsıline gelince :

13

Biz sana onların kıssalarını doğru olarak naklediyoruz: hakıkat bunlar, bir kaç genç yiğit rablarına îman ettiler, biz de hidayetlerini artırdık ve kalblerine rabıta verdik

(.......) Biz sana bunların mühim haberlerini hakkıyle kıssa ederek anlatıyoruz - Şöyle ki, :

(.......) Hakikaten bunlar bir fityedir. -

FİTYE, genç, delikanlı, yiğit demek olan « fetâ » nın cem'i kılletidir. Demek ki, kıssanın ıbret teşkil eden hakikatinde bunların isimleri ve adedleri ve memleketleri bellenmek lâzım değildir. Hüviyyetleri olmak üzere şayanı ehemmiyet olan birinci nokta şu vasıflarıdır : bir kaç genç yiğitten ıbaret bir cem'i kıllet (.......) ki, kendilerinin rabbına îman ettiler ve kendilerine hidayeti müzdad kıldık

14

O vakıt ki, kıyam ettiler de dediler: bizim rabbımız Göklerin ve Yerin rabbı, biz ıhtimali yok ondan başka bir ilâhe tapmayız, doğrusu o surette cidden saçma söylemiş oluruz

(.......) ve kalblerine rabıta verdik - metanetleştirdik (.......) o vakıt kıyam ettiler de dediler ki, (.......) bizim rabbımız, bütün Semavât-ü Arzın rabbıdır (.......) biz ondan başkasına hiç bir vakıt ilâh demeyiz (.......) doğrusu o vakıt akıldan uzak, hadden efzun bir yalan söylemiş oluruz - çünkü ondan başka ilâh, muhaldır. Yalandır - işte bu yiğitlerin işlerinin esası bu idi : Müşriklere karşı kıyam ile i'lânı tevhid.

Bu kıyamın sureti cereyanı hakkında muhtelif rivayetler vardır. Muhammed İbn-i İshakın nakline göre şöyle zikredilmiştir, ehli İncilin işi herc-ü merc oldu, içlerinde ceraim büyüdü, mülûk, tûğyan etti, bu melikler putlara tapıyor, putlar için kurbanlar kesiyorlardı. Bu babda pek ileri gidenlerden biri de Rum mülûkünden Dekyanus idi. Rum diyarını dolaşıp putperestliği kabul etmiyen Isevîleri katl ediyordu, nihayet Eshabı Kehfin şehri olan «Dekinos» a idi. İner inmez ehli îmanı ta'kıb ve derdestini emretti, ehli îman şuraya buraya kaçıp gizlenmişlerdi. Şehrin küffarından ta'yin ettiği zabıtası ehli îmanı ta'kib ediyor, gizlendikleri yerlerden çıkarıp Dekyanosa getiriyorlardı, o da putlara kurban kesilen mezbahalara sevkedip putperestlikle katil beyninde tahyir ediyordu. Alçak Dünya hayatına rağbet edip bu katilden korkanlar dediğini yapıyorlar, hayatı ebediyyeyi tercih edenleri de katledip, parçalayıp şehrin sûruna ve kapılarına asıyordu.

Bunu gören o bir kaç genç, Rumuz zadegânından ve bir kavle göre melikin havassından hur gençlerdi, çok müteessir oldular, bu fitnenin def'i için Allahü teâlâya göz yaşlarıle tezarru' ederek namaz kılıp dua ediyorlardı. Cebbarın avenesi bunları ıhbar ettiler, binaenaleyh halvetlerinde bastırıp huzuruna ıhzar ettirdi ve biraz şeyler söyledikten sonra bunları ya putlara ıbadet veya ölüm ile tahyir etti. O vakıt o yiğitler de «bizim, dediler: bir ilâhımız vardır ki, azamet ve ceberutu Semavât ve Arzı doldurdu. Biz ondan başka birine ilâh demeyiz, asla taabbüd etmeyiz, senin da'vetine ıkrar vermek ıhtimalimiz ebediyyen yoktur, hukmün ne ise yap». Binaenaleyh üzerlerindeki fâhir elbiselerin soyulmasını emredip yanında çıkardı ve kendisi mühim bir iş için Ninova şehrine gitti ve avdet edinciye kadar onlara teemmül için mühlet verdi, ıttiba' ederlerse ederler, yoksa diğer müslimîne yaptığını yapacaktı. Bunun üzerine yiğitler dinlerini muhafaza için karar verip şehrin yakınındaki «Benclüs» dağında sarp bir mağaraya gizlenmeğe karar verdiler her biri babasının hanesinden bir şey aldı, ba'zısını tasadduk ettiler, mütebakısını nefaka edindiler ve gidip mağaraya sığındılar, gece gündüz namaz kılıyorlar, Allahü teâlâya enîn ve figan ile niyaz ediyorlardı. Nefakaları işini Yemlihaya tafvız ettiler. O sabahleyin bir miskin kıyafetine girerek şehre giriyor, lâzım olanı alıyor, biraz da havadis tecessüs edip arkadaşlarına dönüyordu.

Cebbar, şehre avdet edinceye kadar bu suretle durdular. Gelir gelmez bunları taleb ve babalarını celbettirdi. Babaları onların kendilerine ısyan ve mallarını yağma ile çarşularda israf edip dağa kaçtıklarını söyliyerek ı'tiraz ettiler. Yemliha, fenalığı görünce pek az azık alıp ağlıyarak vardı ve arkadaşlarına dehşeti haber verdi. Ağlaşarak secdelere kapanıp Allah’a yalvardılar, sonra başkalarını kaldırıp oturdular, yapacakları iş hakkında konuşuyorlardı. Derken Allahü teâlâ, bunlara bir uyku verdi, yattılar, nefakaları baş uçlarında uyudular kaldılar. Beride

Dekyanus hıddetinden ne yapacağını düşünüyordu. Onları uyutan Allahü teâlâ bunun gönlüne de mağaranın kapısını seddetmeği getirdi. Binaenaleyh Dekyanus mağaranın kapısını ördürülmesini emretti. Açlıktan susuzluktan ölsünler, mağaraları kabirleri olsun dedi, öyle yaptılar. Dekyanusun hanesinde iymanını gizliyen iki mü'min vardı, birinin adı «Pendros» o birininki «Runas» idi, bunlar Eshabı Kehfin isimlerini ve meseblerini ve kıssalarını iki kurşun levhaya yazıp bir bakır tabuta koyarak yapılan duvarın içine koymağı kararlaştırdılar ve yaptılar ilh... (.......)

Hasılı bu yiğitler Allahdan başka ilâh tanımaz, hakıkaten mü'min idiler, işleri de Allah’ın hidayet ve ısmetiyle dinlerini muhafaza için cebbar müşriklerin cebr-ü şiddetine karşı kıyam olmuştu. Şirke sapan ve Mesiha rab, ilâh diyen, Dünya ziynet ve hayatına rağbet eyliyen Nasârâya benzemiyorlardı, kalktılar, sözü bir edip kemali rabıta ve metaneti kalb ile ı'lânı tevhid ederek (.......) dediler ve kendilerile beraber böyle demeyip şirke sapan kavmlerini tahkır ve takbih için de şöyle söylediler :

15

Şunlar şu bizim kavmimiz olacaklar, tuttular ondan başka ilâhlar edindiler, onlara karşı açık bir bürhan getirselerdi ya, artık bir yalanı Allah’a iftira edenden daha zalim kim olabilir?

(.......) bak hele şunlar, şu bizim kavim (.......) ondan başka ilâhlar tutular - hafî değil ki, her ne suretle olursa olsun putlara boyun eğenler ve alel'umum müşrikler bu ta'birde dahil olduğu gibi Mesih, ilâhdır diyenler dahi dahil olur (.......) onlara açık bir sultan getirselera - ya'ni Allahü teâlânın ulûhiyyetine ve azameti rübubiyyetine Semavât ve Arz gibi beyyineler, vazıh deliller var. Fakat ondan başkasının ulûhiyyetine dair öyle bir beyyine, zahir bir bürhan getirselera bakalım? Ne mümkin?.. Delilsiz da'va kabul edilir mi? Veya şunun bunun keyfi tahakkümü, tasallutu delil tutulur mu?

Burada şu ma'nâ da muhtemildir: onlar aleyhine bizim yaptığımız gibi ılmî amelî, kavlî fiilî müessir bir beyyine getirmiyorlar da o yalancılığı irtikâb ediyorlar? (.......) İmdi bir yalanı uydurup da Allah’a iftira edenden daha zalim kimdir? - Bu fasılanın yukarıda geçen (.......) fasılasına lâfzan ve ma'nen terdif ve ircaı açıktır. Bu suretle kıssanın müşrikler aleyhine olan hukmü fezleke edilirken aynı zamanda bunun (.......) diyenler aleyhine hukmü ıhtiva eden bir delil olduğu da anlatılmıştır. yiğitler, kavmlerinden de böyle istikrah ettikten sonra çekilip kendilerine dediler ki,

16

Madem ki, onlardan ve Allahdan maada taptıklarından uzleti ıhtiyar ettiniz, o halde kehfe (mağaraya) çekilin ki, sizin için rabbınız rahmetinden kısmet neşretsin ve size işinizden bir kolaylık hazırlasın

(.......) ve madem onlardan ve Allah’ın gayrı taptıklarından çekildiniz (.......) o halde mağaraya yataklanınız ki, (.......) sizin için rabbınızın rahmetinden neşretsin - yayıp düşesin, zira nurı iymanın akıbet rahmeti rahmana kavuşturacağı muhakkaktır (.......) ve size işinizden bir rıfk sebebi hazırlasın - teshilât halketsin de kıyam ettiğiniz maksadınızda muvaffak kılsın. İşte bunun üzerine idi ki, balâdaki icmalde zikr edildiği üzere kehfe çekilip (.......) dediler ve mintarafillâh kulaklarının üzerine vurulup ya'ni o zalimler tarafından bir keder işidilmemek için yatırılıp ve yahud mağaranın kapısına bir bina kurdurulup senelerce uyutuldular. Hem öyle rahat ki,

17

Güneşi görüyorsun â doğduğu vakıt kehiflerinden sağ tarafa meyleder, battığı vakıt da onları sol tarafa makaslar ve onlar, onun içinde bir geniş sahadadır, bu işte Allah’ın âyâtındandır, Allah her kime hidayet ederse işte o, irmiştir, her kimi de saptırırsa artık onu irşad edecek bir veliy bulamazsın

(.......) bakarsın Güneş doğduğu vakıt (.......) mağaralarından sağ tarafa meyillenir (.......) gurub ettiğinde de onları soldan makaslar, kırkar. -

Ya'ni üzerlerine gün bile değmez, değse değse nihayet gurub sırasında sol taraflarına gelen cihetten biraz kırkar geçer - Demek ki, mağaranın vaz'ıyyeti budur. Her tarafı mahfuz ancak kapısı biraz garbe mail olarak şimalîdir. (.......) onlar ise onun bir meydanında - mağaranın bir geniş yerinde sıkıntısız yatıyorlar (.......) o yok mu - ya'ni Eshabı Kehfin o suretle Allah için kıyamı ve kavmlerini terkedip Allah’a mütevekkilen Kehfe çekilişi ve Kehifteki vaz'ıyyetleri yok mu (.......) Allah’ın âyetlerinden - ilâhi alâmetlerden, kudret ve rahmeti ilâhiyye bürhanlarından biridir, bir keramettir. (.......) Allah her kime hidayet ederse doğru yolu tutan odur. - Netekim Eshabı Kehif böyledir. (.......) her kimi de şaşırırsa artık onu irşad edecek bir veliy bulamazsın -netekim o zalimler, o müfterîler, o yalancılar öyle Eshabı Kehif gibi keramet sahiblerinin irşadıyle yola gelmemiş, dalâlette kalmış gitmişlerdir.

Allah’ın âyetini anlamalı ki,

18

Bir de onları uyanıklar zannedersin halbuki uykudalardır, ve biz onları sağa sola çeviririz, köpekleri de medhalde iki kolunu uzatmış, üzerlerine çıkıversen mutlaka onlardan döner kaçardım ve her halde onlardan dehşet dolardın

(.......) baksan onları uyanık zannedersin halbuki uykudadırlar. - Demek ki, uykuda oldukları halde gözleri açık (.......) ve biz onları sağa ve sola çeviririz (.......) köpekleri de kollarını sermiş ağızda - mağaranın medhalinde (.......) sen onlara muttalı' olsa idin - üzerlerine çıka varsa idin -

mutlak döner kaçardın. (.......) ve mutlak korkudan dolardın -vaz'ıyyetleri öyle heybetli, öyle korkunç idi: Demek ki, kendilerine kimsenin ıttılaı kabil değildi.

19

Yine böyle onları ba's de ettik ki, aralarında soruşsunlar diye: içlerinden bir söyliyen "ne kadar durdunuz?" Dedi, bir gün yâhud bir gün yâhud bir günün birazı dediler, ne kadar durduğunuza dediler: rabbınız a'lemdir, şimdi siz birinizi şu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın hangisi yiyecekçe daha temiz ondan size bir rızık getirsin, hem çok kurnaz davransın ve zinhar sizi birine sezdirmesin

(.......) ve işte böylece - ya'ni bir âyet olarak senelerce uyutub muhafaza ettiğimiz gibi (.......) onları ba's ettik - yine bir âyet olmak üzere ölü diriltir gibi uyandırdık (.......) ki, aralarında soruşsunlar - ılmi hal akdemi umur olduğundan ba'slerinin ilk hikmeti kendi hallerini anlamak için şu suretle soruşturmaları oldu. Bunun için (.......) içlerinden biri ne kadar durdunuz? dedi (.......) bir gün, dediler veya bir günün bir azı - kimi öyle dedi kimi öyle - Netekim Kıyamette ba'solunacaklar hep böyle sanacaklar (Sûre-i Bakarede (.......) ilh. bak.). Bu muhavere esnasında kimi de ziyade durulduğunu sezerek ıhtilâfı kat'etmek için (.......) ne kadar durduğunuza, dediler: rabbınız a'lemdir. - Binaenaleyh ıhtilâfı bırakınız da (.......) hemen birinizi şu gümüşünüzle şehre gönderiniz (.......) de en temiz yiyecek hangisi baksın (.......) ve size ondan bir rızk getirsin (.......) ve çok dikkat ve nezaketle hareket etsin (.......) ve sakın sizi kimseye sezdirmesin

20

Çünkü ellerine geçirirlerse sizi muhakkak recmederler yâhud milletlerine döndürürler ve bu takdirde ebedâ felâh bulamazsınız

(.......) zira başınıza binerlerse şüphe yok ki, ya

(.......) sizi recmedecekler, öldürecekler (.......) veya milletlerine döndürecekler - irtidad ettirecekler (.......) ve o vakıt ebedâ felâh bulamazsınız. -

Ya'ni recim takdirinde şehid olur kurtulursunuz, fakat dönüp küfredersiniz Dünyada kurtulamıyacağınız gibi Âhırette de ebedâ kurtulamazsınız. Zira hayatı Dünya fanîdir, herkese ölüm muhakkaktır Âhırette küfrün azâbı ise ebedîdir.

Burada şöyle bir suâl vardır : böyle recim tehdidi altında ikrah bir ma'ziret değil midir? Bunlar kalblerindeki îmanı bozmadan ikrah ile zâhiren dönmüş olsalardı (.......) istisnasına dahil olmazlarmiydi. O halde ebeden felâh bulamazsınız demeleri neden? Cevab; bunun bir kaç hikmeti vardır:

Birincisi, bunlar azîmet ricali yiğitlerdir. Gözettikleri felâh, yalnız mes'uliyyetten halâs değil, zâhiren ve bâtınen neşri rahmettir. Onun için ruhsat ile ameli «hasenâtül'ebrar seyyiatülmukarrebîn » mantukunca mahzurdan sâlim görmemişlerdir.

İkincisi; bu söz henüz ikrah halinde değil, ikrah vaz'ıyyetine düşmekten son derece ihtiraz için söylenmiştir; zira tevakkide taksır edip de ikraha düşüldüğü zaman mes'uliyyet, mürtefi' olmaz.

Üçüncüsü: a'meli küfre i'tiyad gibi her hangi bir sebeble kalbin îmana itmi'nanını sarsacak surette devam edeceği muhakkak olan ikrahlara muvafakatin de (.......) tehlükesi vardır.

Hasılı öyle dediler

21

Bu suretle de kendilerine vukuf peyda ettirdik ki, Allah’ın va'di hakk olduğunu ve saat, hakıkaten şüphesiz bulunduğunu bilsinler, o sırada aralarında emirlerine niza' ediyorlardı, bunun üzerine dediler ki, üstlerine bir bina yapın, rabları onları daha iyi bilir, onların emri üzerine galebe etmiş olanlar elbette, dediler: biz bunların üzerine bir mescid ediniriz

(.......) ve işte böyle üzerlerine ıttıla' peyda ettirdik - ya'ni o sözü kabul ettiler ve o suretle içlerinden birini şehre gönderdiler fakat takdiri hudaya bakın ki, o derece sakınmalarına rağmen Allah, bu suretle kendilerini tanıttırdı. Rivayete nazaran gidenin elindeki para yakalanmasına sebeb olmuş ve bu yüzden Allahü teâlâ üzerlerine halkı muttali' kılmış (.......) ki, Allah’ın va'di hak ve saat şüphesiz muhakkak olduğunu bilsinler için - zira ne kadar durduklarını bilemeyen Eshabı Kehf senelerce yattıkları mağaralarından kabirden kalkar gibi uyanıp kalktıklarını anlamış ve vaktıle kıyam ettikleri müşriklere karşı muvaffak olduklarını ve taleb-ü ümid ettikleri merhameti ilâhiyyenin bir tecellîsini görmek ve binaenaleyh mukaddemâ îman ettikleri vechile Allah’ın va'di hakkolduğunu bilmüşahede bilmiş oluyorlar.

Ve bu suretle gerek kendileri ve gerek sairleri için Kıyametin şüphesiz olduğuna da bir delil ve misal olmuş bulunuyorlardı. (.......) hani aralarında emirlerinin münazeasını yapıyorlardı - ya'ni düşün o vaktı ki, bunlar işine münazea ediyorlardı (.......) da üzerlerine bir bina yapın demişlerdi - mağarayı kabirleri olsun diye üzerlerine bir bina ile seddetmişlerdi (.......) rabları onlara a'lemdir. (.......) diye îman ve i'lân eyledikleri Allahü teâlâ mücahedelerini zayi' etmedi (.......) buyurduğu vechile en nihayet gayelerinde isabetlerini gösterdi, niza' eden hasımlarını mağlûb etti (.......) onların emri üzerine galebe etmiş olanlar - ya'ni Eshabı Kehfin ta'kıb ettiği emir üzerine giderek düşmanlarına karşı galebeye nâil olmuş olan hızb (.......) elbette biz bunların üzerine bir Mescid yaparız dediler - bununla beraber ıhtilâf ettiler -

22

Üçtür, dördüncüleri köpekleri diyecekler, beştir, altıncıları köpekleri diyecekler, gayb taşlama, yedidir ve sekizincileri köpekleri diyecekler, de ki, onların adedlerine rabbım a'lemdir, onları ancak pek azı bilir, artık bunlar hakkında kimse ile zâhiri bir münakaşadan başka münakaşa etme ve bunlar hakkında onlardan kimseye bir şey sorma

(.......) üçtür, dördüncüsü kelbleri diyecekler (.......) beştir, altıncısı kelbleri diyecekler (.......) bunlar - recmen bilgaybdir - bu iki kavvil gayib taşlama kabîlindendir. (.......) yedidir ve sekizincisi kelbleridir de diyecekler - demek ki, bu kavil, evvelkiler gibi gayb taşlama değildir. Ayni hakıkat olmasa bile akrebdir.

Doğrusu (.......) de ki, onların adedini rabbım a'lemdir. - Adedlerinin bilinmesi kıssa noktai nazarından herkese lâzım değildir. (.......) onları hakkıle bilenler, pek azdır (.......) binaenaleyh bunlar hakkında zâhir bir münakaşadan başka münakaşa etme - pek azlarının bile bileceği Eshabı Kehif hakkında bervechi balâ bildirildiği gibi rabbım a'lemdir bilenler azdır, çoğu gayib taşlıyorlar. Onun için zâhiri bir münakaşadan başka bir mücadele ve mübahaseye dalma. (.......) ve haklarında onlardan - o muhtelif akval sahiblerinden - hiç birine istifta etme, sorma - çünkü kıssanın bilinmesi lâzım gelen noktaları hakkıyle bilindi. Şu halde Eshabı Kehif kıssasını yalnız Kur’ân’ın beyanına dikkat ederek okumalı, şundan bundan sormağa kalkışmamalıdır,

Şimdi bu kıssadan alınacak hıssayı beyan için bervechi atî ta'limât ile buyuruluyor ki,

23

Hiç bir şey hakkında da Allah’ın meşiyyetiyle takyid etmeden "ben bunu yarın muhakkak yaparım" deme ve unuttuğun vakıt Allah’ı zikret ve şöyle de: ola ki, rabbım beni bundan daha yakın bir vakıtta dosdoğru bir muvaffakıyyete îysal buyur

(.......) Ve sakın hiç bir şey için «ben yarın onu muhakkak yapacağım» deme - insanın azm-ü iradesi bir şeyin husulü için sebebi kâfi değildir. (.......)

24

Onlar kehiflerinde üçyüz sene durdular, dokuz da ziyade ettiler

(.......) ancak Allah’ın dilemesi müstesnâ -

vakıt yapabilirsin. Binaenaleyh istikbalde bir fi'le azmederken işi Allah’ın iradesine bağlamalı, inşaallah demeği unutmamalı (.......) unuttuğun vakıt da rabbını an - ya'ni bu istisnâyı hasbel'beşeriyye unutmuş bulunursan hatırladığın zaman inşaallah diyerek veya tesbih ve istiğfar ederek Allah’ı zikret ki, bu suretle sözün hukmü değişmezse de kusûra keffaret olur. İsimden kurtulunur. Veya her hangi bir şeyi unuttuğun zaman aczi beşerîyi düşünüp Allah’ı yadet ki, unuttuğunu hatırlayabilesin. Hâsılı Allah’ın iradesini kale almıyarak yarın muhakkak şöyle yapacağım böyle yapacağım demenin mahzurlarını anlamak için bir insan lâekal unutup yalan çıkacağını düşünmek bile kifayet eder. Bu nehiy ve emrile Allahü teâlâ, Resulüne her azminin meşiyyeti ilâhiyyeye rabtını ta'lim ettikten sonra kıssadan hıssaya tebliğ için buyuruluyor ki,

(.......) Rabbımın, de: bundan (ya'ni Eshabı Kehfin muvaffakıyyetinden) daha çok yakın bir suretle beni muvaffakıyyete eriştirmesi pek me'muldür.

Onlar ne kadar durdular?

25

Allah, de: ne kadar durduklarını daha iyi bilir, Göklerin Yerin gaybi onundur, o, öyle güzel görür öyle güzel işitir ki,!... Bütün onlara ondan başka velâyet eden yoktur, o, kimseyi hukmünde teşrik de etmez

(.......) onlar mağaralarında üç yüz sene durdular (.......) dokuz da fazla - denilmiş ki, senei Şemsiyye üç yüz, dokuz fazlası da senei Kameriyye hisabiledir. Ba'zı müfessirîn bu müddetin beyanı ilâhî olduğuna kail olmuş, ba'zıları İbn-i mes'uddan merviy olduğu üzere (.......) takdirile adedde ıhtilâf edenlerin sözünü hikâye olduğunu söylemiş ve diğer ba'zıları da tâ yokarıda (.......) deki (.......) nin mekulüne ma'tuf olarak mescid yapalım diyenlerin sözü olmasını tercih etmişlerdir. Maamafih bunun böyle kıssadan ayrı olarak sureti mahsusada zikri bize yeni bir ma'nâ telkın etmektedir. (.......) istinafiyye ve (.......) zamiri

Eshabı Kehfin hızbi demek olan ve mescid yapalım diyen (.......) ya racı' olmak suretiyle bunu şöyle anlıyabiliriz: «emre galebe eden ve mağaraya mescid yapan Eshabı Kehif hızbi o galebeye irinciye kadar mağaralarında, ıhtifagâhlarında üç yüz dokuz sene durdular.» Filvakı' Nesârânın müşrik Romalılara galebe ile meydana çıkmaları Miylâdın dördüncü asrı bidayetlerinde vakı' olduğuna göre o zamana kadar üç yüz küsür sene durmuşlar demektir. Bu suretle üç yüz dokuz bu müddeti tashıhan beyan olur. Ve işte onlar galebe edinciye kadar, üç yüz dokuz sene gizli durdukları halde risaleti Muhammediyye ile dini islâmın bundan çok az bir müddet zarfında ve daha seri' ve daha güzel bir surette galebeye muvaffak olacağı va'dolunmuş ve filhakıka hicretten ı'tibaren bu zuhur ve galebe başlamıştır.

Bunların durdukları bu üç yüz dokuz sene müddet hakkında daha çok veya daha azdır diye ıhtilâf edecek olurlarsa

26

(.......) ne kadar durduklarına, de: Allah a'lemdir. - Netekim Eshabı Kehif kendileri de (.......) demişlerdi. Çünkü (.......) Semavât ve Arzın gaybi onundur. (.......) onun görmesi de işitmesi de şayanı hayrettir (.......) onların Allahdan başka veliysi yoktur. -

Ya'ni Eshabı Kehif (.......) diyenlerden değildir. (.......) böyledi.

27

Öyle de ve rabbından sana vahyolunanı tilâvet eyle, onun kelimatını tebdil edecek yoktur ve ondan başka bir penah bulamazsın

28

Nefsince de o kullarla beraber sabret ki, sabah akşam (her vakıt) rablarına duâ eder cemalini isterler, sen Dünya ziynetini arzu ederek onlardan gözlerini ayırma ve o kimseye itaat etme ki, kalbini zikrimizden gafil bırakmışız, keyfinin ardına düşmüş ve işi haddini aşmak olmuştur

29

Ve de ki, o hak rabbınızdandır, artık dileyen îman etsin, dileyen küfr, çünkü biz, zalimler için öyle bir ateş müheyyâ kılmışızdır ki, sertakları kendilerini kuşatmaktadır ve eker istigase ederlerse erimiş cesed gibi bir su ile imdad edilirler, yüzleri civirir, o ne fena içki ve o ne fena kurultay!

30

Amma îman edip salih salih ameller işliyenler, şüphe yok ki, biz öyle güzel amel işliyenin ecrini zayi' etmeyiz

31

Öyleler, işte onlara adin Cennetleri var, altlarından nehirler akar, orada altın bileziklerden ziynetlenecekler, sündüs ve istebraktan yeşil esvab giyecekler, erîkeler üzerine dayanıp kurulacaklar o, ne güzel sevab ve ne güzel kurultay!

32

Ve onlara iki adamı temsil getir: birine her türlü üzümden iki bağ vermişiz ve ikisinin de etrafını hurmalarla donatmışız ikisinin arasına da bir ekinlik yapmışız

33

İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş, hiç bir şey noksan bırakmamış, ikisinin ortasından bir de nehir akıtmışız

34

Başkaca da bir geliri var, bundan dolayı bu adam arkadaşına muhavere ederek: ben senden malca daha servetli, cem'ıyyetçe daha ızzetliyim dedi

35

Ve bağına girdi, kendine yazık ediyordu, dedi: ebedâ zannetmem ki, bu helâk olsun ve

36

zannetmem ki, Kıyamet kopsun, bununla beraber şayed rabbıma reddedilirsem her halde bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum

37

Arkadaşı da ona muhavere ederek: dedi ki, sen o rabbına küfür mü ediyorsun ki, seni bir topraktan sonra bir nutfeden yarattı, sonra da seni bir adam seviyyesine getirdi

38

Lâkin benim o Allah, rabbım ve ben rabbıma kimseyi şerik koşamam

39

Bağına girdiğin vakıt (.......) dese idin olmaz mıydı? eğer malca, evlâdca beni kendinden az görüyorsan

40

ne bilirsin belki rabbım bana senin bağından daha hayırlısını verir, seninkinin üzerine de Semadan bir afet indiriverir de yalçın bir toprak olakalır

41

Yahûd suyu çekiliverir de bir daha onu aramakla bulunamazsın

42

Derken bütün serveti istîlâ ediliverdi, bunun üzerine ona yaptığı masraflara kaarşı avuçlarını oğuşturup kaldı, o, çardakları üzerine çökmüş kalmıştı, ah, diyordu, nolaydım rabbıma hiç bir şerik koşmamış olaydım

43

Allahdan başka yardım edecek bir cemaati de olmadı, kendi kendine de kurtaramadı

44

İşte burada velâyet elhak, Allah’ındır, o sevabca da hayır, ukbaca da hayırdır

45

Onlara Dünya hayatın meselesi de şöyle yap: Sanki bir su, onu Semadan indirmişiz, derken onunla Arzın nebatâtı birbirine karışmış, derken bir çöp kırıntısı olmuştur, rüzgârlar onu savurur gider, Allah her şey'e muktedir bulunuyor

46

O mal ve oğullar Dünya hayatın ziynetidir, bâkı kalacak salih ameller ise Rabbının ındinde sevabca da hayırlıdır, emelce de hayırlıdır

47

Düşün o günü ki, dağları yürütürüz, Arzı görürsün çır çıplak ve onları hep mahşere toplamışızdır da hiç bir kimse bırakmamışızdır

48

Ve hepsi saffolarak Rabbına arz edilmişlerdir, işte buyurur celâlim hakkı için ilk def'a yarattığımız gibi bize geldiniz, fakat size hiç bir mev'id yapmıyacağız zuummetmiştiniz değilmi

49

Defter de konulmuştur, artık o mücrimleri görürsün bulundukları haileden halecanlar içinde titreşiyor ve diyorlardır: "Eyvah bize! bu defter de ne acayib ne küçük komuş ne büyük hepsini zaptetmiş" ve bütün yaptıklarını hazır bulmuşlardır, Rabbın kimseye zulmetmez

50

Yine düşün o vakıt ki, Melâikeye Âdem için secde edin demiştik hemen secde ettiler, ancak İblis, Cinden idi de Rabbının emrinden çıktı, ya şimdi siz beni bırakıp da onu ve zürriyyetini kendinize evliyamı ittihaz ediyorsunuz onlar size öyle düşman iken? zalimler için ne fena bedel

51

Ben onları ne Göklerin ve Yerin yaradılışına ne de kendilerinin yaradılışına şâhid kılmadım ve hiç bir zaman mudılleri kol tutmuş değilim

52

Ve o gün ki, dîyecek: "önneyin bakalım o zuumettiğiniz şeriklerime" derken onlara çağırmışlar yalvarmışlardır fakat kendilerine icabet etmemişlerdir ve aralarına biz bir mehleke koymuşuzdur

53

Ve mücrimler ateşi görmüş, artık ona düşüneceklerini anlatmışlardır da ondan savuşacak bir yer bulamamışlardır

54

Şanım hakkı için, hakikat, biz bu Kur’ân’da insanlara ibret olacak her türlü meselden tasriyf yapmışızdır, insan ise her şeyin cedelce ekseri olmuştur

55

Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber geldiği halde insanları iman etmekten ve günahlarının mağrifetini istemekten alıkoyan da başka değil, ancak kendilerine evvelkilerin sünneti gelmesi veya Âhıret azâbının gözleri önüne gelmesi kazıyyesidir

56

Halbuki biz gönderdiğimiz Peygamberleri ancak mübeşşir ve münzir olmak üzere göndeririz, küfredenler ise hakkı bâtılla kaydırmak için mücadele ediyorlar âyetlerimizi ve kendilerine edilen inzârı eğlence yerine tuttular

57

O kimseden daha zâlim de kim olabilir ki, Rabbının âyâtı ile nasıhat edilmiştir de onlardan yüz çevirmiş ve ellerinin takdim ettiği şeyleri unutmuştur; çünkü biz onların kalbleri üzerine onu iyi anlamalarına mani bir takım kabuklar ve kulaklarına bir ağırlık koymuşuzdur, sen onları doğru yola çağırsan da o halde onlar ebeden yola gelmezler

58

Hem o mağrifeti çok rahmet sahibi rabbın onları kesibleriyle derhal muâhaze ediverecek olsa idi haklarında azâbı elbette ta'cil buyururdu, fakat onlar için bir mîy'âd vardır ki, o gelince hiç bir çarei necat bulamazlar

59

Daha o memleketler ki, biz onları zulmettiklerinde helâk etmişiz ve helâklarıne bir mîy'âd ta'yin eylemişiz

60

Bir vakit de Musâ fetâsına demişti ki, durmıyacağım tâ iki denizin cemolduğu yere kadar varacağım, yâhud senelerce gideceğim

(.......) Bir vakıt Musâ fetasına demişti ki, - Yehûdiler Hazret-i Musânın bu kıssasını kabul etmek istememişler, muhaddisîn ve müverrihînden bunun Musâ İbn-i Imran değil, Musâ İbn-i Mişa olduğunu zannedenler de olmuştur. Netekim Buharî, Müslim, Tirtimizî Nesâî ve sairede rivayet olunduğu üzere Said İbn-i Cübeyr, şöyle demiştir: İbn-i Abbas radıyallahü anhümaya dedim ki, «Nevfi bükâlî, sahibi hızır olan Musâ, sahibi Beni İsraîl olan Musâ değil zu'münde bulunuyor» bunun üzerine İbn-i Abbas «yalan söylemiş adüvullah» deyib uzun bir hadîs ile bunun ma'ruf Hazret-i Musâ olduğunu Resulullahdan naklen anlatmıştır. Ve filhakika Kur’ân’da zikrolunan Musâdan diğer bir Musâ anlaşılamaz.

Musânın fetâsı, ya'ni delikanlısı da ekser rivayete göre Yuşa' İbn-i Nundur. Çünkü hızmet ediyor, taallüm eyliyordu, hâdimler alel'ekser genç yaşta olduklarından Arabda hadime feta ıtlak olunmak da lisanı edebdir. Bir Hadîs-i şerifte de «hizmetçilerinize kölem, cariyem demeyiniz, fetam deyiniz» buyurulmuştur. Gerçi ba'zılarının dediği vechile bir başkası olmak da muhtemildir. Fakat ahbari sahihada Yuşa' varid olmuştur. O halde vak'a Mısırdan hurucdan sonra sahrayı tihte iken vuku' bulmuş demek olur. Bu kıssanın sebebi bir rivayette şöyle nakl edilmiştir:

Musâ aleyhisselâm rabbına suâl edib «ya rabb! kullarının sana en sevgilisi hangisidir?» Demiş, buyurulmuş ki, «beni zikreden ve unutmıyan», «eyh en hâkim kulun hangisi?» Demiş, buyurulmuş ki, «hakk ile hukmeden ve hevasına uymıyan», «en âlim kulun kim?» demiş, buyurulmuş ki, «belki bir kelimeyi rast gelirim de bir hidayete delâlet eder veya bir felâketten kurtarır diye nasın ılmini tetebbu' ile kendi ılmine zammeden». Binaenaleyh Musâ aleyhisselâm demiş ki, «yarabbi kullarından benden a'lemi varsa bana göster», «var» buyurulmuş «o halde onu nerede arayayım» demiş «Mecmeulbahreynde sahrenin yanında balığı gaib edeceğin yerde» diye ilh... ta'rif buyurulmuş.

(.......) İki denizin cemolduğu yer ki, zâhir olan bir boğaz olmasıdır. Netekim Kâ'bi kurazîden Tanca, ya'ni Sebte boğazı olduğu rivayet edilmiştir. Übeyden de Afrikiyye olduğu menkuldür. Lâkin mücahid ve Katadeden Bahrı farıs ile Bahrı rumun mültekası diye rivayet olunmuştur. Bu surette murad bir boğaz değil, bir berzah olmak ıktıza eder. Çünkü Bahri faris Basra körfezi, Bahrı rum da Akdeniz olduğuna göre Basra körfezi ile Ak denizi birleştirir bir boğaz yoktur. Binaenaleyh bu olsa olsa Bahrı farisin mensub olduğu Bahri muhıtı hindî ile Ak deniz arasında Süveyş kanalının açıldığı bir berzah olsa gerektir. Sahreden zâhir olan da Kudüsteki ma'ruf Sahretullah olmak çok muhtemildir. İbn-i Atıyye demiştir ki, «o - ya'ni Bahri faris - Bahrı muhıttan bir koldur ki, Azerbaycanın arkasından başlıyan Faris arzında Şimalden Cenubadır. Şu halde bu kavle göre bahreynin ictima'gâhı iki denizin berrüşamı velyeden cihetten ictimaına rüknolan yerdir» .

Müfessirîn burada bahreyn kelimesini bahrin tesniyesi olmak üzere iki deniz ma'nâsına telâkkı etmiş, bir ismi hass olmasını nazarı i'tibara almamış görünüyorlar. Halbuki Mu'cemülbüldanda mezkûr olduğu vechile Bahreyn, Bahrı muhıtı hindî sahilinde Basra ile Umân arasında bilâdı müteaddideyi muhtevi bir kıt'anın ismi hassı olduğu da ma'lûm bulunduğundan bu ma'nâ mülâhaza edilecek olursa mecmeulbahreyn, Bahreyn kıt'asının toplu yeri veya mekarrı demek olur. İsmi hass, ismi ammdan daha zâhir olmak i'tibariyle bu ma'nâ, hem açık hem de sebte boğazından akrebdir. Daha evvel Medyene gitmiş olan Musânın ba'dehu Bahreyne bir seyahati de müsteb'ad değildir. Ancak müfessirîn, buna taarruz etmemiş olduklarından naklen kuvvei te'yidiyyesi bulunamıyor. Netekim İstanbul boğazı hakkındaki şayiada da böyledir.

Müfessirînin bu ma'nâyı kale almamalarının sebebi Allahü a'lem bundan sonraki ayette tesniye zamiri ile (.......) buyurulmuş olmasıdır. Zira ismi hassolsa idi zamir müfred olacaktı, maamafih bu tesniye zamirini Musâ ile sahibine görenlerde olmuştur. Bir de ba'zıları buradaki bahreynin biri acı biri tatlı, ya'ni bir nehir olduğuna kail olduğu gibi diğer ba'zıları da Azerbaycan tarafındaki «Kürr ve ress» nehirleri olduğunu söylemiştir. (.......) bak» nihayet mecmeul'bahreyn iki ılim denizi demek olan Musâ ile Hızırın içtima' ettikleri mahal demektir diyenler olmuştur. Keşşaf bunun hakkında: bid'at tefsirlerden demiş, Ebû Hayyan: bu bâtıniyye tefsirine benziyor demiş, daha bir çoklariyle beraber sofiyyeden olan Nîsaburî tefsirinde dahi redd-ü cerholunmuştur. Maamafih şunu ı'tiraf etmek lâzım gelir ki, bu ma'nâ lâfzan baıd olmakla beraber mealen sabittir. Çünkü bervechi balâ naklolunan ıhtilâfat karşısında (.......) ifadesinden anlaşılabilen kat'î müfad Musâ ile Hızırın buluşacakları bir mahal olmasından ıbaret kalıyor.

61

Bunun üzerine ikisi bir vaktaki iki deniz arasının cemolduğu yere vardılar balıklarını unuttular o vakıt o, denizde bir deliğe yolunu tutmuştu

(.......) Vaktâ ki, ikisi arasının mecmaına vardılar - burada (.......) buyurulmayıp da araya bir de «beyn» ilâve edilmiş olmasının nüktesi düşünülmelidir. (.......) balıklarını unuttular - ya'ni aradıklarını bulmak için nişane olacak olan balığın ne halde olduğuna dikkat etmek hatırlarına gelmedi. Siyaktan anlaşılıyor ki, Musâ, sormayı unuttu, fetâsı da söylemeyi unuttu ilerideki (.......) dan anlaşılacağı üzere bu balık demek ki, yiyecekleri gıdaları idi, binaenaleyh diri değil idi (.......) halbuki o denizdeki yolunu tutmuş bir deliğe girmişti - demek ki, ölülerin dirilmesine nümune olan bir mu'cize vuku' bulmuştu. Musânın haberi olmadığınna nazaran bu artık aranan zatın bir mu'cizesi oluyordu. Fetâ bunu görmüş her nasılsa haber vermeyi unutmuştu, onun için varacakları yere vardıklarının farkına varamıyarak geçtiler gittiler

62

Bu sûretle vakta ki, geçtiler fetâsına getir, dedi: Kuşluk yemeğimizi, hakikaten biz bu seferimizden yorgunluğa giriftar olduk

(.......) ilh.. -

63

Gördünmü? dedi: kayaya sığındığımız vakıt doğrusu ben balığı unuttum, ve bana onu söylememi her halde Şeytan unutturdu, o âcayib bir sûrette denizdeki yolunu tutmuştu

(.......) Fetâ dedi ki, (.......) gördün mü sahreye sığındığımızda ben balığı unutmuşum - ya'ni orada ne olduğunu söylememişim. -

Müfessirînin ifadelerinden buradaki sahre deniz kenarında meçhul bir kaya imiş gibi anlaşılıyor. Çünkü balığın denize gittiği zikrolunmasından bu kayanın da deniz kenarında olması ıktiza eder gibidir. Fakat biz bunun Kudüsteki ma'ruf Sahre olduğuna hukmetmek istiyoruz. Zira «essahre» den zâhir ve mütebadir olan budur. Balığın denizdeki yolunu tutup bir deliğe girmiş olması da orada bir su deliğine sıçramış olmasiyle izah olunabilir. Filvakı' bu sahrenin yanında Musâ ile Hızır buluştuğundan sonra ileride (.......) buyurulacağı vechile gemiye bininceye kadar hayli gitmiş olduklarına nazaran buradan denize kadar epiy bir mesafe bulunduğu da anlaşılmaz değildir. Ve Allahü a'lem, bu suretle bu vak'ada Sahrenin takdisi mündericdir.

(.......) onu söylememi bana her halde Şeytan unutturdu - yoksa bu unutulacak gibi bir şey değildi (.......) acaib bir surette denizdeki yolunu tutu vermişti. Fetânın bu ıhbar ve ı'tizarına karşı Musâ

64

İşte dedi: aradığımız o ya, bunun üzerine izlerini ta'kıb ederek gerisin geri döndüler

(.......) o işte aradığımız ya dedi - burada «nebği» fı'li müzariı meczum olmadığından kıyasen (.......) nebği okunmalı idi, fakat alâ hılâfil kıyas olarak «yâ» hazfedilmiştir ki, bu hazif kıyasa muhalif olmakla beraber lisanı muhalif değildir. Tilâvette daha fasıh olmuş, artık talebin imtidat etmediğine bir iyma olmak ı'tibarile ma'nâda beliğ düşmüştür. Maamafih «yâ» ile kıraet de vardır.

(.......) Binaenaleyh izlerini ta'kıb ederek geri döndüler

65

Derken kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona nezdimizden bir rahmet vermiş ve ledünnimizden bir ılim öğretmiştik

(.......) derken kullarımızdan bir kul buldular ki, (.......) biz ona ındimizden bir rahmet vermiştik - ya'ni vahiy ve nübüvveti ni'metile mütena'ım kılmış (.......) ve ledünnümüzden ona bir ılim ta'lim eylemiştik - ba'zıları bu zatın kim olduğu hakkında ıhtilâf etmişlerse de ekser müfessirin Hızır olduğunu nakl-ü beyan eylemişlerdir. Sofiyye muhaddisînce tashih edilemiyen ba'zı haberlerle Hızrın hiç vefat etmediğine ve ba'zen görüldüğüne kaildirler. Onun için buradaki rahmeti tûli hayat ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddini Arabî hazretlerinin futuhatı mekkiyyesinde Hızrın hayatına dair bir takım bahisler ve hikâyeler görülür. İbn-i Salâh ve Nevevî gibi ba'zı zevatı fiham, Hızrın hayatı hakkında meşayihın icmaını nakletmişler, fakat ta'kıyb olunmuşlardır. Buna mukabil bir çok ulemada ba'zı hadîslerle (.......) âyetiyle aklî ve naklî ba'zı delillerle istidlâl ederek vefat etmiş olduğuna kaildirler. Ebû Hayyan bunun Cumhur kavli olduğunu kaydetmiş, filhakıka Cumhurı müfessirîn bir çok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti dahi vahy-ü nübüvvet ile tefsir etmişlerdir.

İbn-i Kayyimi Cevzî Hızır aleyhisselâmın hayatı hakkında zikrolunan hadîslerin hepsi yalandır, hayatı hakkında sahih bir hadîs bile yoktur demiş, Âlûsî de bu babdaki akval ve istidlâlâtı uzun uzadıya tedkık ve muhakemeden sonra demiştir ki, her türlü hisabdan sonra ahbarı sahihai nebeviyye ve mukaddimatı racihai akliyye vefat etti diyenlerin kavline tamamile müsaid ve da'valarını tamamile müeyyiddir. Ve bu ahbarın zavahirinden udulü muktezıy yoktur. Olsa olsa ba'zı ahyari salihînden - ki, sıhhatini Allah bilir, -merviy olan hikâyelerin zavahirine Muraat ve Muhyiddini Arabî gibi vücuduna kail olan ba'zı sâdâtı Sofiyyeye hüsni zann mes'elesi kalır ki, bu da bir delil teşkil etmez. Eğer mücerred kailinin celâlati kadrinden ve onun hakkında hüsni zanden dolayı o gibi sözlere ı'tibar edip de kabul edersen Kıyamete kadar Hızrın berhayat olduğuna inanabilirsin. Eğer Hazret-i Alinin «söyleyene bakma söylediğine bak» dediği gibi kailin celâleti kadrine mağrur olmayıp da sözü delilin vücud ve ademine göre kabul veya reddedecek isen tarafeynin delillerine velh ve aleyhindekilere vukuftan sonra kalbinden istiftâ et, vereceği fetva ile amel et. Sakın bir takımlarının yaptığı gibi bir hususta Sofiyyeye muhalefet edeni hemen tadliyle kalkışma. Zira şer'an veya aklen bir delilin redd edemiyeceği hususatta ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir da'va Sofiyyece de kabul edilmez (.......)

Biz de şunu söylemek isteriz ki, mes'ele hayatı zâhire noktai nazarından mülâhaza edilirse reddeden ulemanın kavli, zâhir olduğunda şüphe yoktur. (.......) bu babda delili kâfidir. Fakat remz, şıarları olan sofiyyenin kelâmlarını da zâhiri üzere münakaşa etmemek iycab eder. Bahusus Musâ ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın Hızır mes'elesinin mevzuunu teşkil eyler. Sofiyyenin kelâmında buna delil de yok değildir. Şeyh Sadrüddin İshakı Kunevî Tebsıretülmübtedi ve Tezkiretülmüntehi namındaki eserinde «Hızır aleyhisselâmın vücudü âlemi misalde» olduğunu nakletmiş, Abdürrezzakı Kâşî «Hızır, basittan, İlyas kabızdan ıbaret» demiş, ba'zıları da hızriyyet Hızır aleyhisselâmın kademi üzere ba'zı salihînin irdiği bir rütbe» olduğunu söylemiştir. Ki, bu üç sözü mes'elenin miftahı olmak üzere kabul edebiliriz.

LEDÜNN, ınde gibi bir zarftır. (.......) lisanımızda nezdimizden veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki, (.......) ılmin değil, ta'limin kaydidir. Maamafih ta'limin ledünniyyeti ılmin de ledünniyyetini müstelzim olmaz değildir. Şüphe yok ki, bütün Enbiyanın ılmi tarafı ilâhîden vahy-ü ta'lim olmak ı'tibariyle ledünnîdir. Fakat burada şayani dikkattir ki, (.......) kaydiyle Hızra ta'lim edilmiş olan ılim, Musânınkinden bam başka bir ılim, ya'ni ulûmı ledünniyyeden bir ılmi mahsus olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karînesile müfessirîn, bunu «ılmülguyub ve esrarı ulûmı hafiyye» diye tefsir etmişlerdir. Ta'biri âharle demişlerdir ki, Musânın ılmi ma'rifeti ahkâm ve zâhir ile ifta, Hızır ılmi ise, beyatını umura ma'rifet idi. Sahihi Buharîde merviydir ki, Hızır «ya Musâ! Demiş, ben Allah’ın ılminden bana ta'lim ettiği bir ılm üzereyim ki, sen onu bilmezsin, sen de Allah’ın ılminden sana ta'lim ettiği bir ılim üzeresin ki, ılmi ben onu bilmem» (.......) Bu suretle ılmi ledünnî ta'biri bu ılmi mahsusta bir ma'nâyı ehass ile ıstılâh olmuştur ki, buna ılmi hakikat ve ılmi bâtın dahi denilmiş ve Sofiyye, bu kıssaya bir huccet olarak tutunmuştur. Hasılı ılmi ledünnî cehdi fikrî ile istihsal olunamayıb tarafı haktan mevhibei mahza olan bir kuvvei kudsiyyenin tecellîsidir. Eserden müessire, vicdandan vücuda doğru giden bir ılim değil, müessirden esere, vücuddan vicdana gelen evvelî bir ılimdir. Nefsin vakıa geçişi değil, vakıın nefiste teayyünüdür. Doğrudan doğru bir keşiftir. Fakat ledünnî ta'biri bunun bilhassa esrarı hakka aid olanında daha ziyade ıstılâh olmuştur. Lisanımızda da bir işin ledünniyâtı demek bâtınındaki gavamız ve esrarı ma'nâsında müteareftir. Bu kıssada ılm için taharri ve sefere bir tergıb delili ve maamafih ılmi için ledünnînin cehd-ü taleble kesbi kabil olmadığını ifham vardır.

Bakınız Musâ ile fetâsı Allahdan böyle bir rahmet ve ılme mazhar olmuş hass bir kulu bulduklarında ne yaptılar:

66

Musâ, ona öğretildiğin ılimden bana bir rüşd öğretmen şartiyle sana ittiba edebilirmiyim? dedi

(.......) Musâ, ona dedi: (.......) ta'lim olunduğun ılimden bir rüşd için bana ta'lim etmek üzere sana ittiba' edebilir miyim? -

RÜŞD, hayre isabet demektir. Bu sözde âlime karşı tevazuun lüzumuna ve ılim tahsılinden maksadı aslî iktisabı rüşd olmasına ve talebi ılimde tenezzül, edeb, nezaket, takıb ve hizmet şart bulunduğuna delâlet vardır. Bu istizana cevaben o kul

67

Doğrusu, dedi: sen benimle sabredemezsin

(.......) sen, dedi: doğrusu benimle sabra dayanamazsın - bu sözle Hızır ruhı Musâ hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki, binnetice isabeti tahakkuk edecektir. Filhakika bu talebde Musânın alacağı dersi kendi makamını tanıtmak ve bir sabır dersi almaktan ıbaret olacaktır, ya'ni bu babda çok sabır lâzımdır. Senin ise muhakkak ki, benim maıyyetimde sabır elinden gelmez ve bunda ma'zursun.

68

Havsalanın almadığı şey'e nasıl sabredeceksin?

(.......) Çünkü vukufunun ihata etmediği şey'e nasıl sabredesin - ya'ni maıyyetimde bir takım şeyler göreceksin ki, sirr-ü hikmetinden haberin olmıyacak, zâhirde ise iyi görünmiyecek. Sen bir sahib şeriat olmak haysiyyetiyle onları zâhirdeki görüşlerine göre tecviz edemeyip i'tiraz etmek lüzumunu duyacaksın. Musâ

69

İnşaallah dedi: beni sabırlı bulacaksın ve senin hiç bir emrine âsı olmam

(.......) beni, dedi, inşaallah sabırlı bulacaksın ve hiç bir emrine âsı olmam -Allah dilemezse başka, Hızır

70

O halde dedi: eğer bana tabi, alacaksan bana hiç bir şeyden suâl etme tâ ben sana ondan bir söz açıncıya kadar

(.......) o halde, dedi: bana ittiba' edeceksen bana hiç bir şeyden suâl etme ta ben sana ondan söz açıncıya kadar. -

Ya'ni münakaşa, i'tiraz şöyle dursun istifsaren suâl bile sorma. Demek ki, başka ılimlerde mes'eleyi vazederek ılmin yarısını teşkil eden suâl. bu ılimde memnu'dur. Bunda talibin nefsi faıliyyetten ziyade kabiliyyete hazırlanacaktır.

71

Bunun üzerine ikisi bir gittiler, nihayet gemiye bindiklerinde tuttu gemiyi yaraladı, â, dedi: ehalisini gark etmek için mi yaralandın onu? Alimallah müdhiş bir şey yaptın

(.......) Binaenaleyh ikisi bir gittiler - demek ki, bu ılimden bir şey bellenirse bir yerde oturup söyleşmek veya düşünmek tarikıle değil, fi'liyyât ile bellenecektir. Mukavele tamam olur olmaz ikisi birlikte hareket etmişler. O, Musânın tâbiı olduğu için artık kale alınmamış ve ihtimal bir yerde bırakmışlardır. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar gittiler (.......) tâ ki, gemiye bindiklerinde - Ebû Hatemin Rebi' İbn-i enesten rivayetine göre mevkı' korkunç idi, gemiciler bunlardan şüphelendiler bindirmek istemediler. Fakat reisleri «ben bunları yüzleri nurlu adamlar görüyorum bindireceğim» dedi, bindirdi. Buharî, Müslim ve gayrılarının İbn-i Abbastan rivayetinde ise Hızrı tanıdılar navılsız bindirdiler.

(.......) gemiyi yaraladı - bunun ba'zı rivayetlerde varid olduğu gibi keser veya balta gibi âlât ile alel'âde bir ameliyye suretinde olması muhtemildir. Ve gemiciler Hızrı tanıdıklarından dolayı belki ses çıkarmamışlardır. Fakat nazmın zevkı beyanına ve gemicilerin ses çıkarmamalarına nazaran bir harika şeklinde sessizce yapılıvermiş olması daha mülâyimdir. (.......)

72

Demedim mi, dedi: doğrusu sen benimle sabredemezsin?

73

Beni dedi: unuttuğumla muâhaze etme ve bana bu işimden dolayı güçlük çıkarma

74

Yine gittiler, nihayet bir oğlana rast geldiler tuttu onu öldürüverdi, â! Dedi: ter temiz bir nefsi bir nefis mukabili olmaksızın öldürdün mü? alimallah çok münker bir şey yaptın

(.......) yine gittiler - ya'ni özürünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra yine gittiler (.......) nihayet bir oğlana rastgeldiler (.......) onu hemen öldürüverdi - oğlan ta'biri gibi gulâm ta'biri de ekseriyya bâliğ olmıyanlar da şayi' olduğu cihetle Cumhûr bunun henüz bâliğ olmamış bir çocuk olduğuna kail olmuşlardır. Fakat İbn-i ebi Hatem Said Abdilazizden yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir. Filvakı' böylelerine de gulâm ıtlak olunabilir. (.......) bir nefis mukabili olmıyarak ter temiz bir nefsi öldürüverdin mi? -

Ya'ni bir kısas hakkın yokiken bir ma'sum veya suçsuz kimseyi öldürüverdin mi?. Demişlerdir ki, murad, katlin bigayri hakkın olduğunu söylemektir. Yalnız kısas hakkının nefyi makama enseb olmak ı'tibariyledir. Ve yâhud Musânın şeriatinde sabiyye de kısas lâzımgeldiğini iş'ardır. (.......) kasem ederim ki, çok münker bir şey yaptın.

75

doğrusu sen benimle sabredemezsin demedim mi sana? dedi

76

Eğer, dedi: bundan sonra sana bir şey sorarsam artık bana musahib olma, doğrusu tarafımdan son özre erdin

77

Bunun üzerine yine gittiler, nihayet bir karyenin ehline vardılar ki, bunları müsafir etmekten imtina ettiler, derken orada yıkılmak isteyen bir divar buldular, tuttu onu doğrultuverdi, isteseydin, dedi: her halde buna karşı bir ücret alırdın

(.......) nihayet bir karye ehline vardılar - ileriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi, bir çokları Antakye olduğunu söylemiş. Antakye ismi müteahhır olduğuna göre eski ismi başka olmak lâzım gelir. Bundan başka (Übülle) denilmiş, (Berka) denilmiş, Nesarânın nisbet olunduğu Nâsıra denilmiş, Bacırvan denilmiş, arzı Rumda bir karye denilmiş, Endelüste Cezirei Hadrâ denilmiş, şu halde bu karyenin mevsukan ta'yini matlûb olmadığından nekire gösterilip yalnız şöyle bir vasfı anlatılmıştır :

Bir karye ki, (.......) ahalisinden yiyecek istediler (.......) de onları müsafir etmekten ibâ ettiler. - Burada (.......) in iki def'a zikrolunması birisi şehrin asıl hükûmeti. biri de umum ahalisi olmak gibi iki ma'nâya işaret olsa gerektir. İkisinden de maksud, aynı ma'nâ ile ahali demek olduğuna göre tekrar, mücerred teşnı için olmuş olur. Filvakı' bu karyenin havass-ü avammiyle bütün ahalisi o kadar alçak imişler ki, iki kişiyi müsafir etmekten çekinmişler. Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe bakınız :

(.......) o vakıt orada bir divar buldular ki, yıkılmak istiyordu hemen onu doğrultuverdi. - Nakledildiğine göre bu bir kal'a divarı gibi yüksek ve kalın bir divar imiş, ba'zılarının zannettiği gibi ihtimal bunu yıkmış ve durup yeniden yapmıştır. Lâkin böyle bir memlekette, o garib vaz'ıyyette bir divarı yıkmaya kalkışmak bile alel'âde bir şey olmıyacağı teammül olunursa siyakı beyandan bunun bir harika tarzında doğrultuluvermiş olduğunu anlamak lâzım gelir. Netekim İbn-i Abbastan ve İbn-i Cübeyrden rivayet olunduğu söylenmiştir. Ve Kurtubî tefsirinde sahih olan budur demiştir. Fivakı' Enbiya ahvaline ve cereyanı kıssaya yakışan da budur.

Bunu gören Musâ (.......) dilese idim, dedi: her halde buna bir ücret alırdım-yiyecek istemek gibi acı bir ıhtiyacın mütehakkık olduğu bir sırada mümkin olan bir kesbi bırakıp fuzulî bir teberru' yapmağa kalkışmak Musâya ma'nâsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki, bu def'a evvelkiler gibi hıddet ile değil, mülâyemetle ı'tiraz etti ve bâlâdaki sözü mucebince müsahabetin inkıtaı lâzım geleceğinden çekinmedi. Onun için Hızır da :

78

İşte dedi: bu, seninle benim aramın ayrılması

(.......) İşte, dedi, bu benim aramla senin aranda firaktır. (.......) Artık sabra dayanamadığın o şeylerin te'vilini sana söyliyeyim-ya'ni gemi, oğlan, divar hakkında yaptığım şeylerin sana hafî kalan meal ve maksadını, bâtındaki vech-ü hikmetini anlatayım. Şöyle ki, :

79

Sana o sabredemediğin şeylerin te'vilini haber vereyim

 (.......) Bu Gassan meliki Cülendâ İbn-i Kerker idi denilmiş, Endelüs cezîresinde Mıkvâd ibnil'cül bend idi denilmiş. Namı böyle zulm ile dasitân olmuş olan bu kıral her gemiyi gasben alıyordu.

-

Ya'ni sağlam, kusursuz olan her gemiyi gasbediyordu. Binaenaleyh gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o gasbdan kurtarmak için ehveni şerreyni ıhtiyar ile o miskinlere muavenet kabilinden bir maslahat idi. İşte ahkâma ilâhiyyede böyle zâhiren zarar gibi görünen şeylere tesadüf olunur ki, ledünniyyâtı bilinirse onların zarar değil, menfaat olduğu tebeyyün eder.

80

Evvelâ gemi, denizde çalışan bir takım biçarelerin idi, ben onu ayıblandırmak istedim ki, ötelerinde bir Melik vardı, her sağlam gemiyi gasben alıyordu

(.......) Oğlana gelince: ebeveyni iki mü'min idi (.......) binaenaleyh bunları tuğyan ve küfre bürümesinden korktuk - ya'ni sakındık, ya'ni oğlan göründüğü gibi ma'sum değil idi, bülûğa irmiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfr-ü tuğyanın istiylâsı altına almak üzere idi.

Yâhud henüz sabî ise de öyle küfr-ü tuğyana müsteıdd idi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecek idi, halbu ki, o ana, babanın iymanlarındaki hulûsu min tarafillâh böyle bir şerden muhafaza olunmağa lâyık ve onun sabî iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi

81

Oğlana gelince: ebeveyni mü'minlerdi, onun için bunları tuğyan ve küfrile sarmasından sakındık da istedik ki, kendilerinin rabbı ona bedel bunlara temizlikçe daha hayırlısını ve merhametce daha yakınını versin

(.......) de istedik ki, iki mü'minin rabbı kendilerine temizlikçe ondan daha hayırlı ve rahmete daha yakın bir bedelini versin - hem oğlanın yüzünden görecekleri şerden kurtulacaklar, hem de onun ölümiyle duyacakları acıya mukabil daha sevimli bir evlâda nâil olacaklardı ki, o oğlan ölmeyince bu olmıyacak idi. Rivayet olunduğuna göre ona bedel Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir Peygamber validesi olmuş ve o Peygamberin elile ümmetlerden bir ümmet, hidayete irmiştir.

82

Gelelim divara: şehir de iki yetîm oğlanın idi, altında onlar için saklanmış bir defîne vardı ve babaları salih bir zat idi, onun için rabbın irade buyurdu ki, ikisi de rüştlerine ersinler ve defînelerini çıkarsınlar, hep bunlar rabbından bir rahmet olarakdır ve ben hiç birini kendi re'yimden yapmadım ve işte senin sabredemediğin şeylerin te'vili

(.......) Divara gelince: (.......) şehir de iki yetîm oğlanın idi (.......) altında bunlar için bir kenz var idi - ya'ni bunlar için saklanmış bir altın ve gümüş defînesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve nesayihi muhtevi bir altın levha olduğu da merviy ise de evvelkisi zâhirdir. (.......) ve babaları salih bir adamdı - ya'ni o defîne onlara salih bir babanın mirası idi, halâlinden kazanılmış ve fî sebilillâh sarfolunmak için husni niyyetle konmuştu (.......) âyetinde zemmolunan mezmum kenzlerden değil idi. O iki yetîm, yalnız yetîm olduklarından dolayı değil, babalarının salâhından müstefid olarak o defîneye nâil olacaklardı. Bu zatın salâhı cümlesinden olmak üzere denilmiştir ki, çok emîn bir adamdı, nâs ona emanetler tevdi' ederler o da verdikleri gibi teslim ederdi.

Hâsılı iki oğlu yetîm kalmış olan o salih babanın salâhı ındallah zayi' olmıyacaktı: (.......) binaenaleyh rabbın o iki yetîmin bülûğ ve kemale irişmelerini (.......) ve irişip defînelerini çıkarabilmelerini irade buyurdu - bunlar büyümeden divar yıkılmış olsa idi o defîneyi başkaları bulacak ve zayi' olacaktı düşünmeli ki, o hal-ü vaz'ıyyette yıkılmak üzre bulunan bir divarın altında iki yetîme aid bir defînenin mevcudiyyetini bilip de onun vakti merhununa kadar muhafazasını te'min etmek ne kudsî bir iştir (.......) hep bunlar rabbından bir rahmet olaraktır. (.......) ve ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım - ya'ni kendi rey-ü ictihadımdan değil, rabbının bildirdiği emriyle onun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bir vazifem idi (.......) işte senin sabra dayanamadığın şeylerin te'vili budur.

Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki, bu beyana karşı Musâ. bir şey dememiştir. O halde bu beyan ve te'vilde reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki, Musânın zâhiren muzır ve münker gördüğü şeyler hakikatte öyle değil imiş, onun inkâr etmesi nazarından hafiy olan esbab ve hikmetine vakıf olmamasından neş'et ediyormuş öyle ki, o esbabı hafiyye, izah olununca zâhir ve bâtın birleşiyor, hukmi hakta niza' kalmıyor. O halde demek olur ki, muktezaya bâtın, muktezayı zâhire muhalif olabilir. Fakat bundan dolayı hakikatle şeriatin tehâlüfü lâzım gelmez. Zira şeriat, hukmi haktır. Hukmi hak da hakikatte ne ise odur. Onun için bâtına me'mur olan Hızır, emri hakkolan ve şeri' ile amil olduğu gibi şeriat ile me'mur bulunan Musâ da hakikat izah olunduğu zaman şer'an i'tiraza mahall olmadığını görüyor. Bunun için imamı rabbanî mektûbatının cildi evvelinde kırk üçüncü mektubda demiştir ki, «bir takımları ilhad ve zendekaya meylederek maksudı aslî şeriatin maverâsında olduğunu tahayyül etmişlerdir, hâşa ve kellâ sümme hâşa ve kellâ böyle kötü bir i'tikattan Allah’a sığınırız, tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar muhalefet yoktur. Şeriata her muhalif olan merduddur. Ve şeriatın reddettiği her hakikat da'vet bir zındıklıktır.»

Yine aynı cildde kırk birinci mektûb esnasında şeriat, tarikat, hakikat bahsinde demiştir ki, «meselâ dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını nef'yetmek eğer tekellüf ve teammül ile olursa tarikat ve eğer bilâ tekellüf müyesser olursa hakikattir. Velhasıl bâtın olan tarikat ve hakikat zâhir olan şeriatın mükemmilidir. Binaenaleyh tarikat ve hakikat yoluna sülûk edenlerden esnayı tarikta zâhiren şeriate muhalif ve münafi umur zuhur eylerse hep bunlar sekri vakıttan ve galebei haldendir. O makamı geçip ayıldıkları vakıt o münafat bilkülliyye kalkar ve o zıd ılimler tamamiyle hebaen mensûra olur » (.......)

Ancak burada şayanı dikkat bir nokta vardır ki, o da Hızrın öldürdüğü gulâm, mes'elesidir. Eğer bu gulâm, baliğ idiyse filhal küfr-ü tuğyanına huküm, şeriata muvafık olur. Fakat Cumhûrun dedikleri gibi henüz baliğ olmamış bir sabîy idiyse onun küfr-ü tuğyanı nihayet istikbal vaki' olacak bir hakikattir. Hızır ılmi ledünnî ile onun hal-ü istikbaldeki bütün ledünniyyatını bilmiş dahi olsa bir sabîy şöyle dursun bir baliği bile ileride yapacağı cürümden dolayı katletmek şüphe yok ki, şer'a muhalifdir. Netekim Hazret-i Ömer radiyallahu anh Mugîrenın kölesini görünce bu beni katledecek demiş, kendisinin katili olacağını bilmiş idi, o halde neye bırakıyorsun ya Emîrelmü'minîn dediklerinde ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır ve sırf kalbindeki şeyden dolayı da şer'un muâhaze olunmaz dedi, ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızrın katlettiği eğer sabî ise bundaki huküm, hakikat ile şeriat arasında bir tehalüf noktası teşkil etmez mi? Ve bu surette Musâ bu te'vile nasıl kani' olur? Buna söylenebilecek cevab şu iki vecihten birisi olabilir?

1 - Musânın te'vile i'tiraz etmemesinden zâhir olan şudur ki, onun (.......) diye bir ma'sum zannettiği oğlan, sabî değil, baliğ azgın bir kâfir, katli vacib bir genç imiş. Bu karîne karşısında sabî idi kavli teslim olunamaz.

2 - Şer'ın hakikati Allah’ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah’ın emriyle yaptığını söylemiş, Musânın i'tiraz etmemesine sebeb de bu olmuştur. Zira bu suretle Hızır ahvali mahsusada bir şeriati mahsusa ile me'mur bir Peygamber olduğunu anlatmış demektir. Binaenaleyh o sabî hakkında icra ettiği katil hukmü kıyasa muhalif olmakla beraber Hızır için vahyi mahsusa müstenid bir şer'i hassolmuş olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir ihtilâfa değil, iki Peygamberin şeriatleri beyninde bir farka raci' olur. Ve Musâyı Hızırdan ayıran en mühim nokta da bu farktır. Beyan olunan üç vak'adan üçü de Hızrın hem tarzi ılminde hem de tarzi fi'linde başka bir hususiyyet gösterdiği gibi bilhassa gulâm vak'ası şer'inde de bir hususiyyet göstermektedir :

Evvelâ; ılim noktai nazarından bakıldığı zaman onun ılmi kemi, gulâm, dıvar hakkında olduğu gibi eşyanın mâverai şuhudu olan ledünniyyâtını, istikbaldeki mukadderatı, mazıdeki hafayayı zâhiri hal gibi bilivermekte olduğu anlaşılıyor. Onun için buna ılmülgayb, ılmi bâtın, ma'nâyı hassıyle ılmi ledünnî demişlerdir.

Saniyen; fiil haysiyyetinden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan hakka doğru giden fiiller değil, haktan halka doğru olan fiillerdir. Binaenaleyh o, Musâ gibi halkı hakka götürmeğe me'mur değil, haktan halka olan mukadderatın infazına me'mur demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de biemrillah vefat eden sabîlerin ruhlarını kabza müvekkel olan Melekülmevtin vazife ve mes'uliyyeti gibi olur.

Salisen; şer'ıyyet, ta'biri âharla husn-ü kubuh noktai nazarından bakıldığı zaman fiilleri, nazardan gaib olan esbabı hafiyyeye mübteni olduğu için zâhiren çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Esbabının iyzahiyle hakikata mutabık olduğu zaman ise üçte ikisi kıyası muvafık ve biri alâ hılâfilkıyas bir istihsan olduğu anlaşılır. Musâ onun ılmindeki hususiyyeti daha evvel ledünden haber almış, ondan bir ruşd öğrenmeğe gelmişti, gördüğü nümune ise ona ciheti amelliyye ve şer'ıyyede kendisinin me'muriyyetine tevafuk etmiyen ve bununla beraber i'tiraza da hak vermiyen hususiyyetler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında mufârekat lüzumu tehakkuk etmiştir. Demek ki, Musâ, ılmini tebliğ ve ızhara me'mur ulül'azimden bir Peygamber olduğu halde Hızır, tebliğa değil, hemen icraya me'mur idi. Bundan dolayı Hızırın bir Nebî değil, bir veliy olduğuna kail olanlar olmuştur. Lâkin yalnız veliy olsa idi oğlanı öldürmek için hukmi mahsusa sahib olamazdı. Bu suretle kıssa Hızrın Musâdan efdaliyyetini ıktıza etmez. Ancak Musânın câmiulküll olmadığını ve ılmi ledünden Musâya verilmiyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızrın hem Musânın mazheriyyetlerini câmi' bir zülcenâhayn tesavvurunu telkin ile makamı Muhammedînin ekmelliyyetini tefhim için bir tevtıe demektir. Onun için bu kıssadan Zülkarneyn suâline geçilerek buyuruluyor ki, :

83

Bir de sana Zülkarneynden suâl ediyorlar, de ki, size ondan bir yadigâr okuyacağım

(.......) bir de sana Zülkarneynden suâl ediyorlar, yâhud ederler -soranlar, ba'zı rivayete göre müşrikler, diğer ba'zı rivayete göre ehli kitab idi. Sûrenin sebeb-i nüzulünde zikrolunan rivayette Yehûdün telkini ile Kureyş müşriklerinin süâl ettiği geçmiş idi. Taberîde Ukbetibni Âmirden rivayet olunduğuna göre demiştir ki, bir gün Resulullaha «sallallahü aleyhi vesellem» hizmet ediyordum, huzurundan çıktım, ehli kitabdan bir kavm bana mülâkı olup biz Resulullaha süâl sormak istiyoruz istizan ediverdediler, ben de girdim, haber verdim «onlarla bana ne? Ben Allah’ın bildirdiğinden başkasını bilmem» buyurdu sonra «bana su dök dedi, abdest aldı namaz kıldı, namazı bitirince yüzünde sürurunu anladım, sonra «al içeri onları ve Eshabımdan kimi görürsen» buyurdu, binaenaleyh girdiler, huzurunda dikildiler, buyurdu ki, «istersiniz kitabınızda yazılı bulduğumuz şeylerden sorunuz haber vereyim ve isterseniz ben haber vereyim» bunun üzerine «sen haber ver» dediler, «Zülkarneyden ve kitabınızda bulduğumuzdan soruyorsunuz? buyurdu. Bir de Âlûsînin kaydettiği üzere İbn-i Ebî Hâtemin Süddîden tahricine göre Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhiveselleme Yehûd, demişler ki, «ya Muhammed, sen ancak İbrahimi, Musâyı, Isâyı ve ba'zı Peygamberleri zikrediyorsun, çünkü onların haberlerini bizden işittin. Şimdi bakalım bize bir Peygamberden haber ver ki, Allahü teâlâ onu Tevratta ancak bir yerden başka zikretmemiştir. O kim? buyurmuş, Zülkarneyn demişler» ilh.

ZÜLKARNEYN ta'biri Zülyedeyn gibi bir lakabdır ki, Zülcenaheyn vasfına benzer. Kamusta tafsıl olunduğu üzere karn bir çok ma'nâlara gelir. Ezcümle boynuz, asır, bir zamanda mütekarın olan cemaat ma'nâlarına geldiği gibi insanın tepesine ve bâhusus başının yanlarına, ya'ni şakaklarına - ki, hayvanda boynuzu yeridir - ve erkeklerin perçemine, kadınların zülflerine, Güneşin kursunun kenarına ve bir kavmın başında olan efendisine ilh... itlak olunur. Binaenaleyh Zülkarneyn lekabının vechi tesmiyesinde karnın ma'nâlarından her birine nazaran muhtelif mülâhazalar mümkin olduğundan müteaddid kaviller söylenmiştir. En meşhuru Kur’ân’ın beyanından da anlaşılacağı vechile Arzın Şark-u Garbına sahib demek olmasıdır. Ki, lisanımızda cihangir ta'bir olunur. Hüseyn vâız tefsirinde mezkûr olduğu üzere zâhir-ü bâtına sahib ma'nâsı da Kur’ân’ın mezakına münasib vecihlerdendir. Buna da lisanımızda Zülcenaheyn denilir.

Müfessirîn beyanatından Zülkarneyn lakabiyle telkıb edilmiş olan zevatın bir değil, müteaddid olduğu anlaşılıyor, Kur’ân’da zikrolunana «Zülkarneyni ekber» deniliyor.

Vaktiyle Yemende tebâbia denilen Hımyer mülûkünden ba'zı büyük fâtihlere, ezcümle Mekkenin binasında Hazret-i İbrahime mülâkı olup ondan ahzi feyzettiği rivayet edilen Sa'b ve Semerkand İsminin namına nisbeti nakledilen Şemmer yer'aş Zülkarneyn yâdedilmiş oldukları gibi Afrîdun ve İskender gibi Arabın gayrından olan cihangirlere dahi bu lakab verilmiş ve bunların en müteahhırı, İskender olmak hasebiyle müverrihîn arasında «Zülkarneyn» şöhreti İskenderin olmuştur. Yehûd kitablarında Zülkarneyn Rumdan çıkan bir genç idiki Mısırı ve İskenderiyyeyi binâ etti ve şöyle yükseldi ve böyle yükseldi diye mezkûr bulunduğu hakkında bir rivayet dahi görülmek hasebile bu babda Tarihî münakaşayı bertaraf etmek istiyen ba'zı müfessirîn de Zülkarneyni ekberin İskender olduğunu kabul etmek istemişlerdir. Netekim Âlûsî  de buna zahib olmuştur.

Müvahhid bir hakîm olan ve fevkal'âde fütuhatiyle âlemde bir tarihi mahsus açmış bulunan İskenderin Zülkarneynlerden birisi olduğunu inkâra mahal yoksa da Kur’ân’da zikrolunan büyük zatların makamı nübüvveti de haiz bulunduğuna göre İskenderin bu derece yükseltilmesi şayanı kabul görülmemiş ve İskenderin bir sed yaptığı dahi tarihen ma'lûm olamamıştır. Bir de İskender, tarihi âhırda meşhur ve ma'lûm olduğu cihetle bunu Peygambere sormak sâillerin garazına muvafık olmazdı. Hakkında vahiyden başka bir suretle ma'lûmat alınması melhuz olan bir süâli nübüvveti imtihan etmek istiyen sâillerin garazlarına nasıl tevafuk eder? Onun için bu suâl tarihi kadimin zulümatına kadar dalan bir mevzu' olmak ıktiza ediyor.

Gerçi İskenderden sonra da Şark-u Garbe sefer etmiş, sed yapmış cihangirler yok değildir. Meselâ Roma kaysarlarından birinin İngilterede, Kisrâ Nuşirevanın Kafkas dağlarında Babül'ebvab, ta'biri âharla demir kapı denilen mevkıde birer sed yapmış olduklarını tarihler gösteriyorlar. Lâkin bu suâlin, fütuhatı Garb-ü Şarkı tuttuktan sonra Şimalden Askitlere kadar varan ve aynı zamanda

Akdenizden Şab denizine kadar bir sed yaptığı rivayet olunan Mısırlı büyük Ramzes gibi maddî ma'nevi bir şöhreti haiz bulunan daha eski ve daha yüksek bir cihangiri istihdaf etmiş olmak rivayeten ve dirayeten daha mülâyimdir. O halde bu Zül'karneyn kimdir?

Ba'zıları bunun İbrahim aleyhisselâm zamanına musadif Afrîdun İbn-i Esfiyan İbn-i Cemşid olduğunu söylemişlerdir. Ki, Pişdadiyanı İrandan adâlet ve husni siyretle meşhur idi. Zül'karneynin mukaddimesinde Hızır bulunuyordu, Hızır, Afrîdun zamanında ba'solunup Hazret-i Musâ zamanına kadar kalmış idi, Zül'karneyn, İbrahim aleyhisselâm zamanında idi gibi Ehli kitabi üvelden merviy ba'zı sözler bunula alâkadar görünür. Ebû Zeydi belhî «Suveri ekalîm» namındaki kitabında Afrîdunun vahyile müeyyed olduğunu söylemiş ve tarihler büyük bir cihangir olduğunu nakleylemişler.

İbn-i İshak «Zül'karneyn» in ismi Merziban İbn-i Merduye olduğunu söylemiş, ba'zıları Abdullah İbn-i Dahhâk demiş, ba'zıları da Mus'ab İbn-i Abdullah İbn-i Feynan İbn-i Mensur İbn-i Abdullah ibnil'ezr İbn-i Avn İbn-i Zeyd İbn-i Kehlân İbn-i Sebe İbn-i Ya'rub İbn-i Kahtan demişlerdir. Ebû Reyhani Beyrunî (.......) nam eserinde «Zül'karneyn» Ebû Kerb semiyy İbn-i Ubeyd İbn-i Efrîkışelhımyerîdir. Bunun mülkü Arzın meşarık ve meğaribine baliğ olmuştu ve Hımyerî şâırin

Diye, iftihar ettiği de odur, deniliyor ki, akrebdir. Çünkü Zül'menar, Zûnüvas, Zünnun, Zuruayn, Zûyezen, Zûceden gibi «zûler hep Yemendendir» demiş, elhalete hazihi Afrika kıt'asını namına nisbetle tanımakta olduğumuz Afrikış, Zûl'menar unvanile mülûki Hımyerin ma'ruflarındandır.

Tancaya kadar vasıl olduğu, Afrikıyye şehrine bina ettiği, Berberleri Filestin, Mısır ve sahilden Mağribe nakleylediği tarihlerde zikrolunuyor. Lâkin bunun torunu olduğu söylenen «Ebû Kerb semiyy veya Şems İbn-i Umeyr» namında birisi tarihen tesbit olunamamış ve binaenaleyh Ebû Reyhanın nakline ı'tiraz edilip bunun «Şemmeryeraş» lâfzından muharref olması ihtimali ileri sürülmüştür. Filvakı' bir rivayette Şemmer Efrîkışın oğlu olup Irak ve Çine doğru hareket ederek vardığı yerlerde kitabeler diktirdiği ve Semerkand kal'asını kalı'ettiği ve hattâ Semerkand «Şemmer» in kopardığı, ya'ni «Semmerkend» yâhut «Şemmer şehri» demek olduğu zikr olunmuş ve Huzaa şâıri Dıbil mülûki Yemen ile iftihar ederken buna işare ten şunu söylemiştir :

Ba'zıları bu «Şemmer» in başında iki saç örgüsü olduğundan dolayı Zül'karneyn tesmiye edildiğini nakletmiş ise de ercah rivayette Şemmer, Efrikîşin oğlu değil «Nâşirünniam» ın oğlu olduğu gibi Süleyman aleyhisselâm zamanındaki Belkisten müteahhır olmak hasabiyle Kur’ân’daki Zülkarneynin daha mukaddem olması ıktıza edeceği dermiyan olunmuştur. Netekim Ebû lfida tarihinde der ki, «Zülkarneyn, «Râyiş» in oğlu Sa'bdır. Babası Râyiş Tübbaı evvel, Sebei, asgarın oğlu Sayfînin oğlu Kaysın oğlu denilmiş ise de Lokmanın biraderi «Züsüded» in oğlu Haris Râyiştir. İbn-i Said İbn-i Abbas Hazretlerine Kur’ân’da zikolunan Zülkarneynden suâl edildi, Hımyerdendir dedi ki, o mezkûr sab'dır diye nakleylemiştir. Binaenaleyh kitabı azîzde zikredilen Zülkarneyn, İskenderi Rumî değil, mezkûr Sa'b İbnürrâyiştir» (.......) Kamus mütercimi

Asım Efendi de İskender kelimesinde bu kavli te'yid ederek daha ba'zı tafsılât nakleylemiştir. Fakat bir taraftan Sa'bın bir taraftan da Afrîdunun İbrahim aleyhisselâm zamanında oldukları hakkındaki rivayetleri tevfık etmek de pek sa'b ve müşkil görünüyordu. Gerçi Kur’ân’ın bir kaç yerinde şa'şeai mâzıyesi ıhtar edilen Sebâ medeniyyetnin cihanda misli yaradılmamış olduğu ıhtar olunan «İreme zatil'ımad» Cennetinin sahibleri olan ve Semûd kavmini Yemenden tard-ü ihrac eden Hımyer ve Tebabia Devletinin şeddada mukabil Lokman ve Zülkarneynede mehdi zuhur olması akrebi ihtimaldir. Ve bunlardan birinin ve belki bir kaçının Zülkarneyn yad edilmiş olduğu da anlaşılmaz değildir. Bununla beraber tarihin zalâmı mechuliyyeti içinde bunların tetkıkı müşkil olduğu gibi Kur’ân’da zikrolunan Zülkarneynin bunlardan o unvanı almış birisi mi yoksa İbn-i Ishakın evlâdi Yâseften dediği gibi Arabın gayriden gelen büyük cihangirlerden birisi mi olduğunu kestirmek mümkin olamıyor. Onun için Siyeri İbn-i Hişâm şarihi Süheylînin kabul ettiği vecihle bu babda en sağlam hukmü Hazret-i Alîden rivayet olunan şu fıkrada buluyoruz: «Zülkarneyn bir abdi salih idi ki, Allah’ı sevmiş Allah da onu sevmişti» filhakıka bunun isim ve şahsiyyetiyle ta'yinine kalkışmak Kur’ân’ın mezakına da muvafık değildir. Zira süâl, Zülkarneyn vasfı üzere iyrad edilmiş olduğu gibi cevabda da ismi ve şahsiyyetin ta'yinine tearruz olunmayıp ancak o vasfın menatını izah eden kıssayi tezkir ile buyuruluyor ki,

(.......) de ki, size, ondan bir zikir, tilâvet edeceğim bir zikir, ya'ni onu andıracak unutulmaz bir yad, hatırlarda tutulacak dillere dasitan olacak bir muhtıra, şöyle ki,

84

Biz onun için Arzda bir müknet hazırladık ve ona her şeyden bir sebeb verdik

(.......) filhakıka biz ona Arzda müknetler tahsıs ettik - maddî ma'nevî kuvvetleri, kudretleri müheyya kıldık (.......) ve her şeyden ona bir sebeb verdik - mühimmatı umurdan ta'kıb ettiği maksuduna irmek için zâhir-ü bâtından ılim, kudret, âlât ve vesaıt gibi her türlü esbabı ihsan eyledik. Öyle ki, neye yapışsa ondan maksuduna yol bulur, muvaffak olurdu, ya'ni sebebsiz intizamsız hareket etmezdi, fakat her neyi de tutsa o sebeb olurdu. Zira sebebiyyet, eşyanın zatîsi değil, Allah’ın bir tahsısıdır.

85

Derken bir sebebi ta'kıb etti

(.......) binaenaleyh bir sebebi ta'kıb etti - bir sebeble Garba doğru yürüdü.

86

Tâ gün batıya vardığı vakit onu balçıkla bir gözde gurub ediyor buldu, bir de bunun yanında bir kavim buldu, dedik ki, : ey Zülkarneyn! ya ta'zib edersin veya haklarında bir güzellik ittihaz eylersin

(.......) tâ gün batıya vardı - mütemekkin olduğu Arzın gün batı tarafından tâ nihayetine kadar vardı.

Müfessirînin dahi beyan ettikleri vechile Okyanos denilen Bahri muhıtı garbi «atlasî» nin kenarına irdi. Bu Okyanus denizinde «Halidat» namı verilen Cezairin bir zamanlar mebdei tûl ittihaz edildiğini kaydediyorlar. Maamafih biz bugün bu Halidat adalarının ne olduğunu ta'yin edemiyoruz.

Hâsılı aksaya mağribe vardığı vakıt (.......) onu bir ayni hamiede batıyor buldu - veya «hâmiye» kıraetine göre; bir ayni hâmiyede batıyor buldu.

Müfessirîn buradaki ayni ayni ma' ya'ni su gözü hamieyi balçıklı, hâmiyeyi de kızgın ma'nâsına tefsir etmişlerdir. Ki, Güneşi balçıklı veya kızgın bir göz içinde batıyor buldu demek olur. Bu surette bu su gözünden murad, Bahri muhıt ve alel'husus denizin ufuktaki gurub noktasıdır. Mağribe varıncaya kadar geçtiği memleketlerde bir takım saltanatların gurubunu görerek giden Zül'karneyn, Aksayı mağribe güzergâhına çıkan Bahrı muhıt kenarında gurubu seyretmek için ufka atfı nazar ettiği zaman mülki ilâhînin vüs'at ve azameti îçinde o koca deniz etrafı muhıtı Semâ ile çevrilmiş bir kuyu havzası gibi mahdud bir su menbaı manzarasını alıyor, fakat içilebilecek berrak ve safî bir menba' halinde değil, kara balçıkla bulanmış, dibi görünmez zulmet alûd bir kuyu halinde görünüyor ve Güneş bunun ufkunda gurub ederken zaıyflamağa başlıyan şa'şeası allı morlu akisleriyle puslar içinde çalkalanarak muzlim bir batağa batıyor da battığı nokta balçıklı bir göz gibi bulanıb kararırken aynı zamanda renk ve buhariyle kaynıyan kızgın bir köz halinde bulunuyor. Demek Zü'lkarneynin vicdanında gurubun bıraktığı intiba' bu olmuştur, ki, bu müşahedenin en ıbret engiz mazmunu nihayet bir halde tevakkuf edeceği muhakkak olan Dünya şevketinin mahdudiyyetini görmek ve fanîliğini anlamaktır.

(.......) Bu kavil, doğrusu Zül'karneynin nübüvvetinde zâhirdir.

87

Dedi: her kim haksızlık ederse onu muhakkak ta'zib ederiz, sonra rabbına iade olunur, o da onu görülmedik bir azâba çeker

(.......) Demek ki, Zül'karneyn ta'zib veya ihsan: dilediğini yapmakta muhayyer bırakıldığı halde yine sebebsiz hareket etmedi, ta'zibi zulmedenlere, ihsan ve mükâfatı da îman edip ameli salih yapanlara tahsıs etti, kudret ve ihtiyarını sui isti'male kalkışmadı, zira kendisinin de nihayet rabbına reddolunacağını biliyordu

88

Amma her kim de îman edip iyi bir iş tutarsa buna da mükâfat olarak en güzel âkıbet vardır ve ona emrimizden bir kolaylık söyleriz

89

Sonra da bir sebebi ta'kıb etti Tâ gün doğu cihetine vardığı vakıt onu bir kavm üzerine doğuyor buldu ki, onlara güneşin önünden bir siper yapmamıştık

(.......) sonra da - ya'ni Mağribde yapacağı icraat yaptıktan sonra da (.......) bir sebeb ta'kıb etti - Garbe gurub eden Güneşin Şarka dönmesi gibi Mağribeden Maşrıka giden bir yol peşine düştü

90

Sonra da bir sebebi ta'kıb etti Tâ gün doğu cihetine vardığı vakıt onu bir kavm üzerine doğuyor buldu ki, onlara güneşin önünden bir siper yapmamıştık

(.......) tâ gün doğuya kadar gitti - ya'ni Arzda Güneşin hailsiz olarak doğduğu noktaya kadar gitti ki, bu nokta Afrikanın sahili Şarkîsi olmak muhtemil ise de zâhir olan Asyanın Aksaya Şarkı olmaktır. (.......) vardığın onu öyle bir kavm üzerine doğuyor buldu ki, (.......) biz onlara onun berisinden bir sütre nasb etmemiştik - ebniyeleri yok, hattâ elbiseleri yok, Güneşin altında yanıyorlar. Netekim elhalete hazihi Sûdanda, Avusturalyada böyle çıplaklar vardır. Maamafih murad urfde mütearef olduğu üzere şayanı ehemmiyyet bir setr-ü siper olduğu takdirde çadırlar dahi ehemmiyyetli bir sütre olamıyacağı cihetle bu ma'nâ badiyede yaşıyanların ekserîsine sadık olur.

91

Böyle, halbuki onun yanında neler vardı temamını biz biliyorduk

(.......) Öyle (.......) halbuki onun yanında neler vardı, temamen biliyorduk - ya'ni onların öyle çıplaklığı karşısında Zül'karneynin mülkünde o kadar çok esbab-ü vesaıt vardı ki, tamamını ancak Allah biliyordu. Zül'karneyne her şeyden sebeb veren Allah bunları güneşin alnına koymuş bir setir sebebi bile vermemişti. Binaenaleyh bunları gördüğü zaman Zülkarneynin ne hisler duyduğunu, ne işler yaptığını da Allah bilir.

92

Sonra da diğer bir sebebi ta'kıb etti

(.......) Sonra da diğer bir sebeb ta'kıb etti - Garb ile Şark arası bir yol gitti. Ki, bu da ya Cenuba veya Şimale olabilir. Maamafih müfessirînin ifadelerine nazaran Şimale gitti

93

Tâ iki sedd arasına vardığı vakit önlerinde bir kavm buldu ki, hemen hemen söz anlayacâk bir halde değil gibi idiler

(.......) ta iki sedd arasına vardığında -

SEDDETMEK bir şey'in kediğini sağlam kapamaktır. İki şey arasına hail olan hâcize sedd denildiği gibi dağa dahi ıtlak olunur. Netekim burada iki dağ diye tefsir edilmiştir. Ba'zıları hılkî olan, «sin» in zammile «süd», sun'ı beşerle yapılana da feth ile «sed» deniliyor demiş, ba'zıları da evvelki gözle görünen, ikincisi görülmiyendir demiş, bu âyette iki vecihle de kıraet bulunduğundan ikisinin de aynı ma'nâda olduğu anlaşılır denilmiş ise de bu iki kırâetin başkaca birer nükteyi tezammun etmiş olmaları da melhuzdur. Binaenaleyh iki sed, sun'î iki mania olabileceği gibi iki deniz, iki kıt'ai arz, iki dağ gibi hılkî, yâhud mer'î ve gayrı mer'î de olabilecektir.

Müfessirîn, bu «seddeyni» «cebeleyn» ya'ni iki dağ diye tefsir etmişlerdir. Ancak bu iki dağı ta'yin etmek için karîne yoktur. Bu babda rivayetler ise üç kavle müntehî oluyor :

1 - Bu iki dağ, Şimalde Şarkı velyeden cihetten Arzı Türkün munkatı olduğu yerde denilmiştir ki, Zemahşerî ve Ebüssuud buna i'timad etmişlerdir. Arzı Türkten murad, Maverâennehir denilen küçük Türkistan ise bu kavil, seddi Çin mevki'ne işaret demek olur.

2 - Ermenistan ile Azerbaycanı velyeden cihetten Türkistanın munkatı' olduğu yerde denilmiştir. Kazı Beyzavî bunu tercih etmek istemiştir. Bu kavle göre bu dağlar, Kafkas dağları ve beynesseddey, Demirkapı mevki' oluyor ki, İbn-i Haldun, Ebülfida gibi müverrihlerin beyanına göre buruda Nuşirevan bir sed yapmıştı. Ebû reyhan demiştir ki, bu mevzı'ın, na'mureden Şimali Garbî rub'unda olması ıktıza ediyor (.......)

3 - Şimalin âhirlerinde iki cebeli münîf ki, Hazkıyal aleyhisselâmın kitabında «âhirülcirbiya» denilmiştir. Bu cirbiya ismi ise bize Sibirya ismini andırıyor. Bunun ise garbî velyeden cihetten âhiri, ural dağları, Şarkı velyeden cihetten de Behreng boğazı tarafları olmak haysiyyetile evvelki kavillere dahi münasebeti vardır. Bu surette iki dağın arası İstanoy dağlarıle Ural dağlarının arası demek olan Sibiryanın kendisimidir? Garbında Ural dağlarıle Kafkas dağları arasımıdır? Yoksa Şarkında Behrenge doğru Kamçatka tarafındaki dağların arasımıdır ta'yin etmek mümkin olmuyor. Kur’ân’ın ifadesinde ise bu iki seddin semtini anlıyabilmek için Mağrib ve Meşrık cihetlerinden başka bir karîne yoktur. Bundan ise garbî Rusya ciheti muhtemil olduğu gibi bir zamanlar Asyanın Behreng boğazından Amerikaya ittisali bulunduğuna ve Zülkarneyn de tarihi kadîme âid olduğuna göre Asyının Şarkında, Amerikanın Garbında bulunan Behreng mevkıi olmak da pek muhtemildir. Bunlardan başka Şarta Seddi Çin. Garbda Babül'ebvab ma'ruf olduğuna göre iki sedden murad, bunlar olmak daha zâhirdir denilebilir. Gerçi Zülkarneynin zamanında bunlar henüz mevcud ve ma'ruf değilse de Kur’ân’ın nüzulü sırasında mevcud ve ma'ruf olmaları ta'rif için kâfi olabilir. Bu surette bu iki sedd arasından murad, Türkistan olmak lâzım gelir. Bu da bundan sonraki kavim hakkında zikr edilecek rivayete muvafık oluyor.

Hasılı iki sedd arasına vardığında (.......) bunların ötesinde bir kavim buldu ki, (.......) hemen hemen söz anlıyamıyacak bir halde idiler. -

Ya'ni başka lisan bilmedikleri gibi zihinleri basît, fehimleri kısa idi. (.......) nın zammı, ve (.......) ın kesriyle (.......) kıraetlerine göre: hemen hemen söz anlatamıyacak bir halde idiler. Dilleri garîb, ifadeleri kasırdı. Zülkarneyne her şeyden bir sebeb verilmemiş olsaydı bunlara söz anlatamıyacak, onlar da derdlerini anlatamıyacak idiler. Maamafih bunlar, şimdi anlaşılacağı üzere ehlini bulunca kuvvet teşkil edebilecek, işe yarayacak bir kavm idi. Kur’ân bunun hangi kavm olduğunu tasrıh etmemiştir. Fakat müfessirîn, Türk denilmiş olduğunu nakledegelmişlerdir. O halde demek oluyor ki, Ye'cûc ve Me'cûce karşı yapılacak seddi Zülkarneyn, Türklerin kuvvet ve ianesiyle yapacaktır. Şöyle ki,

O söz anlamaz veya anlatamaz gibi bulunan kavim

94

Dediler ki, ey Zülkarneyn! haberin olsun Ye'cuc ile Me'cuc bu Arzda fesad yapıp duruyorlar, onun için onlarla bizim aramıza bir sed yapman şartile sana biz bir harc versek olur mu?

(.......) Ya Zelkarneyn! Dediler : (.......) hakıkat Ye'cûc ve Me'cûc Arzda berbad ediyorlar, önlerine geleni tahrib eyliyorlar, bırakılırlarsa bütün Arzı ifsad edecekler.

YE'CÛC VE ME'CÛC, yâhud Yacûc ve Macûc isimleri lisanı Araba diğer lisandan menkul ucme kelimeler olduğu anlaşılıyor. Firenkler de bunlara Yagug ve Magug demişler ve Şeytan zürriyyeti addederlermiş, netekim kurunı vustâyı açan muhacereti akvamda Garbî Roma imparatorluğunu istîlâ eden Hünlere böyle demişlerdi ki, Barbar ta'birinden daha şedid demek oluyor. Fivakı' ehli kitabdan ba'zılarının Ye'cûc ve Me'cûcu Hazret-i Âdem’in bir ıhtilâmından husule gelmişler diye bir efsane naklettiklerini ba'zı tefsirler de hikaye etmişlerdir. Halbuki Tevratta sifri evvelin onuncu faslında Ye'cûc Yâfisin oğullarından diye tasrıh edildiği gösteriliyor. Bu sebeble olmalıdır ki, Vehb İbn-i Münebbih ve daha ba'zı zevat, Ye'cûc ve Me'cûcun evlâdı Yâsiften iki kabîle olduklarına cezmetmişler ve müteahhırînden bir çokları da buna ı'timad eylemiştir. Maamafih Kur’ân’da tesniyi ile «yüfsidani» denilmeyip de «müfsidune» denilmesi kesretlerine işaret olmak gerektir. Onun için iki değil, yirmi kabîle diyenler olduğu gibi Yer yüzündeki insanların onda dokuzuna kadar ekseriyyeti Ye'cûc ve Me'cûc olduğunu nakledenler de olmuştur. Ebû Hayyan der ki, bunların aded ve eşkâli hakkındaki sözlerin hiç biri haberi salih değildir. (.......) Velhasıl Ye'cûc ve Me'cûc vaktiyle bir veya iki kavmın ismi hassı olsa da doğrusu lisanı islâmda mütearef olan mefhum şudur: Aslı ve nesebi belirsiz, din ve millet tanımaz bir halitai beşer ki, hurucları eşratı saattendir. Arzı ifsad edeceklerdir. (.......) binaenaleyh bizimle onlar arasında bir sed yapmak üzere sana bir harc bir vergi teahhüd edelim mi? - Burada dahi nin fethiyle de zammiyle de kıraet vardır.

Buna cevaben Zülkarneyn

95

Dedi ki, rabbımın beni içinde bulundurduğu ıktidar çok hayırlıdır. haydin siz bana kuvvet ile yardım edin de ben onlarla sizin aranıza bir redim yapayım

(.......) dedi ki, (.......) Rabbımın beni içinde bulundurduğu müknet ve makam, daha hayırlıdır, -

Ya'ni ona hacet yok. Min tarafillâh bulunduğum makam, kuvvei maliyye ve esbabı saire ı'tibariyle sizin tesavvur ettiğiniz mertebeden daha yüksek ve daha nafi'dir. Ben sizin öyle malî ücretinize tenezzül etmeksizin istediğinizden daha iyisini teberrüan yapabilecek bir ıktidar içindeyim (.......) binaenaley siz, bana kuvvet ile iâne ediniz -ya'ni malî masrafa karışmayınız da adamla, amele, san'atkâr, âlât ve edevat tedarükünde emrime âmâde olarak fı'len yardım ediniz (.......) ki, ben sizinle onların arasına bir redim yapayım - ya'ni sedden daha muhkem bir şey, daha büyük daha metin bir gergi. Bu reddim o kavm ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında yapılması söylendiğine nazaran salifüzikir iki sedd arasında değil, onların otesinde bir mevkı'de olması ıktıza eder. Çünkü bunu taleb eden o kavm iki sedden ötede bulunduğu cihetle Ye'cûc ve Me'cûc ile araları daha ileride olmak lâzım geliyor.

96

Bana demir kütleleri getirin, tam iki ucu denkleştirdiği vakit körükleyin dedi, tam onu bir ateş haline koyduğu vakit getirin bana dedi: üzerine erimiş bakır dökeyim

(.......) Bana demir zübreleri getirdiniz -

ZÜBER, zübrenin cem'idir. Zübre büyük demir kıt'ası demek olup Kamusta mezkûr olduğu üzere örs ma'nâsına da gelir.

Ya'ni demir alât ve edevatiyle demir kütleleri, demir zümreleri getiriniz dedi, getirdiler (.......) ta iki sadef arasına denkleştirince - iki sadef karşılıklı iki baş veya iki yan teşkil iki meyl ki, buna iki dağ. iki dağın tepeleri veya tepeleriyle kenarları arasındaki yanları, ya'ni yamaçları demişlerse de o kavın ile Ye'cûc ve Me'cûc arasında seddin bir haddini teşkil eden mütekabil iki uç veya sedde konulan kütlelerin bitiştirilecek yanları demek de olabilir.

Karşılıklı iki uç arasını tesviye edince (.......) körükleyip, dedi (.......) vaktâ ki, onu - o körüklettiğini

- nihayet bir ateş haline getirdi - (.......) getirin şimdi üzerine erimiş bakır dökeyim dedi - bunu ba'zılarının dediği gibi demir kinedli bakır perçinli kayalardan müteşekkil bir bina gibi anlamak mümkin olabilir, lâkin ifadenin zâhiri bundan çok yüksek bir san'at ve ameliyyeye mütevakkıf olan demir tûğlalı bakır sıvalı öyle bir bina tasvir etmektedir ki, zamanımızda çok müterakkı olan vesait fenniyye ve sınaıyye ile bile i'malini tesavvur müşkildir. Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de körüklüyerek mecmuunu bir ateş haline getirdikten sonra üzerine erimiş bakır dökmek şüphe yok ki, müdhiş bir ameliyyedir. Aceba medeniyyeti kadîmede demircilik böyle dehşetli bir ateşi idare edecek böyle büyük bir ameliyyeyi yapabilecek kadar yükselmiş mi idi? İhtimal, fakat bunu ya müfessirînin dedikleri gibi Zülkarneynin bir mu'cizesi telâkkı etmek veya bununla beraber san'atın istikbaldeki imkânı terakkısine işaretle yapılan redmin son derece kuvvet ve metanetinden bir kinaye ve temsil gibi anlamak daha zâhirdir. İâne işi daha ziyade bu ma'nâya bir karînedir denebilir.

Ya'ni o kavmin kuvvet ve gayreti ile Zülkarneynin o himmeti Ye'cûc ve Me'cûce karşı öyle i'cazkâr bir redim husule getirdi ki, bunun derecei metanetini anlıyabilmek için körüklenerek ateş haline getirilmiş demir kütleleri ile harcı, sıvası erimiş bakırdan müteşekkil yalçın bir sedd tesavvur etmek gerektir. Bu suretle hem bir sed hem bir süddolan bu redim öyle yüksek ve muhkem bir şey oldu ki, o Ye'cûc ve Me'cûc

97

Artık onu ne aşabilirler ne de delebilirler

(.......) artık onu ne aşabilirler, ne delebilirler - halbuki ne yüksek dağlar aşmış ne metîn istihkâmlar delinmiştir. Demek ki, bunun sirri Zülkarneynin döktüğü mâyi'de idi. Demek ki, o, alel'ade bir madde değil, ilâhî bir kuvvet idi. Onun için:

98

Bu, dedi: rabbımdan bir rahmettir, rabbımın va'di vakit de onu düm düz edecektir, rabbımın va'di hakkoldu

(.......) dedi ki, (.......) işte bu, rabbımdan bir rahmettir. -

Ya'ni ne sizin işinizdir, ne benim, mahza nı'meti ilâhiyyeden bir ınayeti rabbaniyedir. Maamafih bunun da bir eceli vardır (.......) rabbımın va'di geldiği vakıtta onu hâk ile yeksan edecektir. (.......) ve rabbımın va'da haktır. - Kıyamet muhakkaktır. İleride Sûre-i Enbiyada geleceği vechile (.......) sirri zahir olup Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak, nizamı Arz, fesad bulacak, Kıyamet kopacaktır. Ba'zıları bunu seddi Çin zannetmişler ve binaenaleyh Ye'cûc ve Me'cûcun Mogollar ve Tatarlar olduğunu tevehhüm eylemişlerdir. Gerçi Pekin civarında denizden başlıyarak Altay dağlarının altlarına doğru yüzlerce saatlik bir mesafede uzanıp giden seddi Çinin hicretten dokuz asır kadar evvel dördüncü Çin sülâlesi devrinde Şimalden Mogol ve Tatarların tecavüzlerine karşı yapılmış olduğu tarihen nakilediliyor ve asârı cesimenin en hüyüklerinden sayılıyor ise de yapılmasından çok bir zaman geçmeksizin aşılmış geçilmiş olan bu seddin metaneti ve sureti binası Kur’ân’da mezkûr olan evsafa mutabık olmadığı anlaşılıyor. Diğer taraftan ba'zıları da demir kapı seddi demişler ve binaenaleyh Ye'cûc ve Me'cûc bu günkü Rusya sahasında tesavvur eylemişlerdir ki, bu harab olmuştur. Doğrusu Kur’ân’daki evsaf, ikisine de muntabık olmadığı gibi diğer yerlerde ma'lûm olabilen sedlerin de hiç birine uymıyor, Allahü a'lem Kur’ân’ın haber verdiği bu redim Zül'karneynden onun yapılmasını taleb eden kavmin bu sayede teşkil ettikleri hey'eti içtimaıyyeleri olsa gerektir ki, demir kütleleri gibi salâbetli olan unsurlarına akıtılan feyzı rabbanî ile teşekkül etmiş madde ve ma'nevî bir sedd demek olur. Eğer bu kavmin, müfessirînin veçhile Türk idise burada Zül'kârneyne kuvvetle yardım eden Türklerin mazıde Arzı fesaddan kurtarmak için ettikleri hizmetin ehemmiyyeti iş'ar edilmiş olduğu gibi bi'seti seniyyeden sonra islâma yapacakları hizmete de işaret edilmiş demektir. Ve şu halde Türklerin inkırazı, Ye'cûc ve Me'cûc seddinin yıkılması ve nizamı Arzın fesadı demek olacaktır ki, eşratı saattendir.

Hâsılı Şark-u Garbı dolaşan Zül'karneynin en büyük işi, mahzâ bir rahmeti rabbaniyye olan bu redmin inşasıdır ki, yıkılması Yer yüzünde beşeriyyetin pek büyük bir felâketi olacaktır.

Nizamüddin Haseni Nisaburî «Garaibül'kur'an ve Regaibül'fürkan» namındaki tefsirinde buraya müteallık te'vilâti Sofiyyeden olmak üzere der ki, insan için terbiye ve irşad ile tahsıli mümkin bir kemali meknun ve bir kenzi medfun bulunduğu beyan edıldikten sonra Zül'karneyn kısasiyle şu da beyan edilmiş oluyor ki, Arzda hılâfete müstehıkk olan ancak insani kâmildir, o ise iki canibine malik olan Zül'karneyndir. Çünkü ona Arzda temkin verilmiş ve vesaıt-u esbab âleminde her şeyin sebebine irdirilmiştir, bu suretle o hem nefsinde kâmil hem de gayrısini mükemmil olmuştur. Binaenaleyh bir sebeb ta'kıb ederek aşağı âleme doğru gitti ki, o ruhı insanî Güneşinin Mağribidir, onu bir «ayni hamie» de batıyor buldu ki, o âlemi tabiat ve ecsaddır. Ve orada bir kavim buldu onlar, kuvayı bedeniyye ve nüfusi Arzıyyedir. Ya Zel'karneyn, dedik, ya onları riyazat bıçağı ve mücahede kılıciyle öldürmek suretiyle ta'zib edeceksin yâhud da haklarında rıfk-u müdarâ ile güzellik yapacaksın, hâ, dedi: haysıyyetini mevzıinın gayrıda isti'mal ile alçaltarak zulm edene azâ bedeceğiz, arzu ve muradının hılâfına kahreyliyeceğiz, sonra rabbı olan Allahü teâlâya reddolunacak o da onu te'bıd azâbile ta'zib edecek. Îman edip salih amel yapana ise mükâfat olarak husnâ var ki, o, vusul ve vısal makamıdır, hem ona emirlerimizden yüsür söyleyeceğiz ki, o da fenâ ve mücahededen sonra hafiflik ve istirahattir. Sonra ervah âlemine vusul esbabından bir sebeb ta'kıb etti ki, o insanın nefsi natıkası Güneşinin matlaıdır. Onu cismanî alâkalardan tecerrüd etmiş bir kavm üzerine doğuyor buldu, nihayet iki sedd arasına vardığında ki, o teayyüş ve temeddün âlemi ve bedenin salâhı - meâde doğru cismaniyyet suretiyle kıyam ve kıvamı esbabının sahai cevelânıdır. Onların önünde hemen hemen söz anlamıyacak gibi bir kavm buldu, bunlar, gâyei emirleri cehli basıt olan avam, dediler ki, Ye'cûc ve Me'cûc ya'ni muhtelif tabiat kuvvetleri beşeriyyet Arzında havassını mâ - hulika - lehinin gayrısında kullanarak fesad yapıyorlar biz, sana harc versek, terki vücud ve bezli mevcud etsek de bize bir sed yapıversen olur mu? Bana, dedi: kuvvet ile ya'ni himmeti sarife ve azîmeti sadıka ile yardım edin, demir kütleleri ya'ni melekâtı rasiha yahud demir gibi sağlam kalbler getirin, iki ucu denkleştirince: (.......) olunca üfleyin! Dedi: ezkâr-u evrada devam edin, nihayet kalb demirinde taat ve zikir hararetinin te'siriyle onu ateş haline getirince, getirin, dedi: ona bakır kaynağı dökeyim. Şeytanın hîlesi işlemiyecek veçhile o kalblerin içine mahabbet cevheri metanet kimyası dökeyim de ona rahmânın mâsivası yükselmesin. (.......)

Zül'karneynin sözü hıtam buldu. Şimdi bakın va'di hak nasıldır? Hak teâlâ buyuruyor ki,

99

Ve o gün onları bırakıvermişizdir, bir kısmı diğerinin içinde dalgalanıyorlar, surada üfürülmüştür, artık hepsini toplamış da toplamışızdır ve

100

Cehennemi o gün kâfirlere bir gösteriş göstermişizdir

101

Onlar ki, beni ıhtar eden âyetlerimden gözleri bir gıtâ içinde idi, işitmeğe de tehamül edemiyorlardı

102

Ya o kâfirler beni bırakıpda kullarıma kendilerine mevlâ ittihaz edeceklerini mi zannettiler, biz Cehennemi o kâfirler için bir konukluk hazırladık

103

Size, de: amelleri en ziyade hüsrana gidenleri haber vereyim mi?

104

Onlar ki, Dünya hayatta saiyleri boşa gitmektedir de kendilerini zannederler: ki, cidden güzel san'at yapıyorlar.

105

Bunlar işte o kimselerdir ki, rablarının âyetlerine ve lıkasına küfretmişlerdir de hayır namına yaptıkları bütün amelleri heder olmuştur, artık Kıyamet günü biz onlara hiç bir vezin tutturmayız

106

İşte böyle onların cezaları Cehennemdir, çünkü küfretmişler ve benim âyetlerimi ve Peygamberlerimi eğlence yerine tutmuşlardır

107

İman edip salih salih ameller işliyen kimselere gelince: onlar için Firdevs Cennetleri bir konukluk olmuştur

108

İçlerinde muhalled olmak üzere kalırlar, onlardan çıkmak istemezler

Bu tezkir ve ıhtarı kâfi görmeyip de daha ziyade tafsıl istiyenlere karşı ya Muhammed!

İlâhınız ancak bir tek İlâhdır, onun için her kim râbbının lıkasını arzu ederse salih bir amel işlesin ve rabbının ıbâdetine hiç bir şirk karıştırmasın

109

De ki, eğer rabbımın kelimâtı için deniz mürekkeb olsa idi her halde rabbımın kelimatı tükenmeden deniz tükenirdi, bir misli de meded getirsek bile

(.......) cinsi bahir, bütün cinsiyle deryalar

(.......) MİDAD, fil'asıl bir şeyin uzatılmasına medar olan şey'in ismidir. Fakat orfte yazı yazılan mürekkebe mahsus olmuştur.

(.......) kelimatullah ki, Allahü teâlânın ılm-ü hikmeti kelimeleri (.......) çünkü kelimetullah, nâmütenahî, denizler mütenahîdir. Mütenahîye mütenahî zammının mecmuu da mütenahîdir. Mütenahînin nâmütenahîye intıbakı ise muhaldir, tenakuzdur

110

De ki, ben sırf sizin gibi bir beşerim ancak bana şöyle vahyolunuyor:

(.......) de ki, ben ancak sizin gibi bir beşerin - ya'ni Allahü teâlânın cemi'ı kelimatını ihata edemem, öyle bir iddiada bulunmuyorum. Şu kadar ki, (.......) bana şöyle vahy olunuyor: (.......) hepinizin ilâhı ancak bir ilâhdır - ki, Allahdır. (.......) Binaenaleyh her kim rabbının likasını reca ediyorsa -Allah’ın huzuruna varmak, hisabından kurtulup sevabına irmek, rızasını bulmak veya cemalini görmek arzu eyliyor, vâsılînden olmak ümidini besliyorsa: (.......) salih - o likaya lâyık hâlis - iş yapsın (.......) ve rabbına ıbadete hiç bir kimseyi şerik etmesin. - Ne yukarıda geçtiği üzere âyet ve likasına küfedenler gibi şirki celî, ne de riya gibi bir şirki hafî karıştırmasın.

Sûre-i Kehfin bu hâtimesi Sûre-i Meryeme intikal için ne büyük bir esas, ne güzel bir temhid olmuştur.

0 ﴿