82Gelelim divara: şehir de iki yetîm oğlanın idi, altında onlar için saklanmış bir defîne vardı ve babaları salih bir zat idi, onun için rabbın irade buyurdu ki, ikisi de rüştlerine ersinler ve defînelerini çıkarsınlar, hep bunlar rabbından bir rahmet olarakdır ve ben hiç birini kendi re'yimden yapmadım ve işte senin sabredemediğin şeylerin te'vili (.......) Divara gelince: (.......) şehir de iki yetîm oğlanın idi (.......) altında bunlar için bir kenz var idi - ya'ni bunlar için saklanmış bir altın ve gümüş defînesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve nesayihi muhtevi bir altın levha olduğu da merviy ise de evvelkisi zâhirdir. (.......) ve babaları salih bir adamdı - ya'ni o defîne onlara salih bir babanın mirası idi, halâlinden kazanılmış ve fî sebilillâh sarfolunmak için husni niyyetle konmuştu (.......) âyetinde zemmolunan mezmum kenzlerden değil idi. O iki yetîm, yalnız yetîm olduklarından dolayı değil, babalarının salâhından müstefid olarak o defîneye nâil olacaklardı. Bu zatın salâhı cümlesinden olmak üzere denilmiştir ki, çok emîn bir adamdı, nâs ona emanetler tevdi' ederler o da verdikleri gibi teslim ederdi. Hâsılı iki oğlu yetîm kalmış olan o salih babanın salâhı ındallah zayi' olmıyacaktı: (.......) binaenaleyh rabbın o iki yetîmin bülûğ ve kemale irişmelerini (.......) ve irişip defînelerini çıkarabilmelerini irade buyurdu - bunlar büyümeden divar yıkılmış olsa idi o defîneyi başkaları bulacak ve zayi' olacaktı düşünmeli ki, o hal-ü vaz'ıyyette yıkılmak üzre bulunan bir divarın altında iki yetîme aid bir defînenin mevcudiyyetini bilip de onun vakti merhununa kadar muhafazasını te'min etmek ne kudsî bir iştir (.......) hep bunlar rabbından bir rahmet olaraktır. (.......) ve ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım - ya'ni kendi rey-ü ictihadımdan değil, rabbının bildirdiği emriyle onun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bir vazifem idi (.......) işte senin sabra dayanamadığın şeylerin te'vili budur. Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki, bu beyana karşı Musâ. bir şey dememiştir. O halde bu beyan ve te'vilde reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki, Musânın zâhiren muzır ve münker gördüğü şeyler hakikatte öyle değil imiş, onun inkâr etmesi nazarından hafiy olan esbab ve hikmetine vakıf olmamasından neş'et ediyormuş öyle ki, o esbabı hafiyye, izah olununca zâhir ve bâtın birleşiyor, hukmi hakta niza' kalmıyor. O halde demek olur ki, muktezaya bâtın, muktezayı zâhire muhalif olabilir. Fakat bundan dolayı hakikatle şeriatin tehâlüfü lâzım gelmez. Zira şeriat, hukmi haktır. Hukmi hak da hakikatte ne ise odur. Onun için bâtına me'mur olan Hızır, emri hakkolan ve şeri' ile amil olduğu gibi şeriat ile me'mur bulunan Musâ da hakikat izah olunduğu zaman şer'an i'tiraza mahall olmadığını görüyor. Bunun için imamı rabbanî mektûbatının cildi evvelinde kırk üçüncü mektubda demiştir ki, «bir takımları ilhad ve zendekaya meylederek maksudı aslî şeriatin maverâsında olduğunu tahayyül etmişlerdir, hâşa ve kellâ sümme hâşa ve kellâ böyle kötü bir i'tikattan Allah’a sığınırız, tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar muhalefet yoktur. Şeriata her muhalif olan merduddur. Ve şeriatın reddettiği her hakikat da'vet bir zındıklıktır.» Yine aynı cildde kırk birinci mektûb esnasında şeriat, tarikat, hakikat bahsinde demiştir ki, «meselâ dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını nef'yetmek eğer tekellüf ve teammül ile olursa tarikat ve eğer bilâ tekellüf müyesser olursa hakikattir. Velhasıl bâtın olan tarikat ve hakikat zâhir olan şeriatın mükemmilidir. Binaenaleyh tarikat ve hakikat yoluna sülûk edenlerden esnayı tarikta zâhiren şeriate muhalif ve münafi umur zuhur eylerse hep bunlar sekri vakıttan ve galebei haldendir. O makamı geçip ayıldıkları vakıt o münafat bilkülliyye kalkar ve o zıd ılimler tamamiyle hebaen mensûra olur » (.......) Ancak burada şayanı dikkat bir nokta vardır ki, o da Hızrın öldürdüğü gulâm, mes'elesidir. Eğer bu gulâm, baliğ idiyse filhal küfr-ü tuğyanına huküm, şeriata muvafık olur. Fakat Cumhûrun dedikleri gibi henüz baliğ olmamış bir sabîy idiyse onun küfr-ü tuğyanı nihayet istikbal vaki' olacak bir hakikattir. Hızır ılmi ledünnî ile onun hal-ü istikbaldeki bütün ledünniyyatını bilmiş dahi olsa bir sabîy şöyle dursun bir baliği bile ileride yapacağı cürümden dolayı katletmek şüphe yok ki, şer'a muhalifdir. Netekim Hazret-i Ömer radiyallahu anh Mugîrenın kölesini görünce bu beni katledecek demiş, kendisinin katili olacağını bilmiş idi, o halde neye bırakıyorsun ya Emîrelmü'minîn dediklerinde ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır ve sırf kalbindeki şeyden dolayı da şer'un muâhaze olunmaz dedi, ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızrın katlettiği eğer sabî ise bundaki huküm, hakikat ile şeriat arasında bir tehalüf noktası teşkil etmez mi? Ve bu surette Musâ bu te'vile nasıl kani' olur? Buna söylenebilecek cevab şu iki vecihten birisi olabilir? 1 - Musânın te'vile i'tiraz etmemesinden zâhir olan şudur ki, onun (.......) diye bir ma'sum zannettiği oğlan, sabî değil, baliğ azgın bir kâfir, katli vacib bir genç imiş. Bu karîne karşısında sabî idi kavli teslim olunamaz. 2 - Şer'ın hakikati Allah’ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah’ın emriyle yaptığını söylemiş, Musânın i'tiraz etmemesine sebeb de bu olmuştur. Zira bu suretle Hızır ahvali mahsusada bir şeriati mahsusa ile me'mur bir Peygamber olduğunu anlatmış demektir. Binaenaleyh o sabî hakkında icra ettiği katil hukmü kıyasa muhalif olmakla beraber Hızır için vahyi mahsusa müstenid bir şer'i hassolmuş olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir ihtilâfa değil, iki Peygamberin şeriatleri beyninde bir farka raci' olur. Ve Musâyı Hızırdan ayıran en mühim nokta da bu farktır. Beyan olunan üç vak'adan üçü de Hızrın hem tarzi ılminde hem de tarzi fi'linde başka bir hususiyyet gösterdiği gibi bilhassa gulâm vak'ası şer'inde de bir hususiyyet göstermektedir : Evvelâ; ılim noktai nazarından bakıldığı zaman onun ılmi kemi, gulâm, dıvar hakkında olduğu gibi eşyanın mâverai şuhudu olan ledünniyyâtını, istikbaldeki mukadderatı, mazıdeki hafayayı zâhiri hal gibi bilivermekte olduğu anlaşılıyor. Onun için buna ılmülgayb, ılmi bâtın, ma'nâyı hassıyle ılmi ledünnî demişlerdir. Saniyen; fiil haysiyyetinden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan hakka doğru giden fiiller değil, haktan halka doğru olan fiillerdir. Binaenaleyh o, Musâ gibi halkı hakka götürmeğe me'mur değil, haktan halka olan mukadderatın infazına me'mur demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de biemrillah vefat eden sabîlerin ruhlarını kabza müvekkel olan Melekülmevtin vazife ve mes'uliyyeti gibi olur. Salisen; şer'ıyyet, ta'biri âharla husn-ü kubuh noktai nazarından bakıldığı zaman fiilleri, nazardan gaib olan esbabı hafiyyeye mübteni olduğu için zâhiren çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Esbabının iyzahiyle hakikata mutabık olduğu zaman ise üçte ikisi kıyası muvafık ve biri alâ hılâfilkıyas bir istihsan olduğu anlaşılır. Musâ onun ılmindeki hususiyyeti daha evvel ledünden haber almış, ondan bir ruşd öğrenmeğe gelmişti, gördüğü nümune ise ona ciheti amelliyye ve şer'ıyyede kendisinin me'muriyyetine tevafuk etmiyen ve bununla beraber i'tiraza da hak vermiyen hususiyyetler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında mufârekat lüzumu tehakkuk etmiştir. Demek ki, Musâ, ılmini tebliğ ve ızhara me'mur ulül'azimden bir Peygamber olduğu halde Hızır, tebliğa değil, hemen icraya me'mur idi. Bundan dolayı Hızırın bir Nebî değil, bir veliy olduğuna kail olanlar olmuştur. Lâkin yalnız veliy olsa idi oğlanı öldürmek için hukmi mahsusa sahib olamazdı. Bu suretle kıssa Hızrın Musâdan efdaliyyetini ıktıza etmez. Ancak Musânın câmiulküll olmadığını ve ılmi ledünden Musâya verilmiyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızrın hem Musânın mazheriyyetlerini câmi' bir zülcenâhayn tesavvurunu telkin ile makamı Muhammedînin ekmelliyyetini tefhim için bir tevtıe demektir. Onun için bu kıssadan Zülkarneyn suâline geçilerek buyuruluyor ki, : |
﴾ 82 ﴿